“Paralel devlet”iniz batsın!
Yolsuzluk da silahlar da doğrulandı!
Halk nezdinde, devletin temsilcisi siyasi iktidardır. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gözünde, baskı, zulüm, yolsuzluk ve yoksulluğun sorumlusu da siyasi iktidardır; hayali yapılar değil. Aykut ÖZER > 8
Burjuva toplumunda, iktidardaki kesimler arasında çıkar çatışmasının en yüksek olduğu zamanlarda, kitlelerin kısmen gerçekleri görme olanağını buluyorlar. Seyfi ADALI > 9
İşçilerin Sesi İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
Kısmi çalışma kadınların yararına mı?
ISSN: 2147-1568
Şubat 2014 / Sayı 23 Fiyatı: 1.5 TL
Demokrasi işçilerle gelecek
Evden çalışma, part-time işçilik
biçimlerine bir bakalım: Kadınlar evlerinden çıkmadan çalıştıklarında son derece düşük ücret alıyorlar. Bir yandan ev işleri yapılırken elde edilecek kazançla bağımsız bir hayat sürdürmeleri imkansız hale geliyor. Denetimi yapılamayan, dağınık; hakları için bir araya gelme ve mücadele etme ortamına da kadınlar sahip olamıyor. Banu PAKER > 5
Bir halkın sabrı daha ne kadar ölçülebilir ki? Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı
Roboski köyü sabah saat 05.00 sıralarında askerler tarafından basılıp, kuşatma altına alınan evlere girerek aramalar yapıldı. Baskın sonucunda askerler tarafından gözaltına alınmak istenenlerden birisi de Kerem Encü oldu. Kerem Encü Roboski katliamından sağ olarak kurtulabilen canlı tanıklardan birisiydi. N. CEMAL > 11
Cenevre-2: Barış değil kurtlar sofrası Cenevre-2’de Suriye’de barış ve
demokrasi isteyen Suriye halklarının gerçek temsilcileri dışında herkes var. Cenevre’de yer alanlar, Suriye’nin yıkımından, yüz elli bin insanın ölümünden, milyonlarcasının yerinden yurdundan edilmesinden sorumlu olan emperyalistler, onların işbirlikçileri ve taşeron örgütleridir. Mustafa EKER > 12
Devlet içindeki kavgadan demokrasi çıkmaz Yapılması gereken, egemen sınıfların iç kavgalarıyla zayıfladığı koşulları, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik taleplerini elde etmek için kullanmak olmalıdır.
Ü
lkede bir devlet krizi yaşanıyor. Devlet kurumları birbiriyle kavgalı olduğu gibi, kendi içlerinde de bölünmüş durumda. Bu durum, siyasi krizin üst düzeye çıkması anlamına geliyor ve ekonomik krizi tetikliyor. Ülkede yaşanan kaos, geleceği belirsiz hale getiriyor. Bu noktada geleceği kazanmak, belirsizlik içinde kaybolmamak isteyen çatışan taraflar, çeşitli adımlar atıyor ve yeni ittifaklar arıyor. Başbakan
beş yıl aradan sonra, ilk kez Avrupa Parlamentosunu ziyaret ederek AB’ye güven vermeye çalışıyor. Önümüzdeki günlerde de, AB’nin kilit ülkesi Almanya’yı ziyaret edecek. Geçmişte askeri bürokrasiye yönelen operasyonlarda tutuklananların serbest bırakılması ve mahkûm olanların yeniden yargılanmasının önü açılıyor. Poyrazköy Davasında tutuklu sanık kalmazken, Balyoz Davasında, bilirkişi, sanıkların mahkûm edilme-
lerinde kullanılan önemli bir kanıtın sahte olduğu yönünde rapor düzenliyor. Bu gelişme, davanın sil-baştan görülmesi ihtimalini ortaya çıkarıyor. Meclise gönderilen bir yasa tasarısıyla, üst düzey komutanların yargılanması Başbakanın iznine bağlanıyor. Anayasa Mahkemesi, Ergenekon davasında müebbet hapis cezasına çarptırılan, Genelkurmay eski başkanı İlker Başbuğ’un, bireysel başvurusunu gündemine alıyor. > Devamı 2. sayfada
2
İşçilerin Sesi
Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Şubat 2014 Sayı: 23 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 2/48 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com
Şubat 2014/23
Devlet içindeki kavgadan demokrasi çıkmaz Bu arada karşı taraf da boş durmuyor. Büyük sermaye ile iktidar bloğunun eski bileşeni liberallerin açıklamalarından güç alan Cemaat, uluslar arası medya kanalıyla saldırıya geçiyor. Fettullah Gülen, hayatında ilk kez, bir televizyon kanalına doğrudan mülakat veriyor. Uluslar arası medyada saygın bir yeri olan BBC’nin kendisi ile yaptığı röportajda, Başbakan Erdoğan’ı suçluyor. İktidar sahipleri düşerken “demokratlaşıyorlar”! Siyasi iktidarın AB ile yeniden yakınlaşmaya çalışması, bu çerçevede Meclis’te görüşülmekte olan HSYK yasa tasarısını askıya alması ve tahliyelerin başlaması, siyasi ortamın yumuşayacağı ve demokratikleşeceği beklentilerine yol açıyor. Ancak ülkenin siyasi tarihini yakından bilenler, iktidar sahiplerinin kronik zaafının bilincinde olarak, bu beklentilere prim vermiyor. Aynı, müebbet hapis hükümlüsü, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “geçmişte Denizlere karşı haksızlık yapmışız” sözünü ciddiye almadıkları gibi. 1 Mayıs 1960 günü, zamanın Başbakanı Adnan Menderes, yaptığı radyo konuşmasına “Bugün 1 Mayıs İşçi Bayramı, işçi kardeşlerime elemsiz, kedersiz birçok bayram idrak etmelerini temenni ediyorum” şeklinde başlıyor. Herkes dilini yutacak gibi oluyor. Çünkü 1 Mayıs, 1935 yılından beri resmen Bahar Bayramı olduğu gibi, bugünü İşçi Bayramı olarak niteleyenlere, toplumda ve devlet katında, “komünist yaftası” takılıyor. 27 Mayıs askeri darbesinin ayak seslerinin iyice belirginleştiği koşullarda, Menderes, İşçi Bayramını anımsıyor! Benzer bir şekilde, 12 Eylül Darbesinin iki ay öncesinde gerçekleştirilen Türk-İş Genel Kurulunda konuşan Bülent Ecevit, işçilere “tribünlerden sahaya inmeleri” çağrısı yaparak, gelmekte olan askeri darbeye karşı mücadele etmelerini istiyor. Başbakan olduğu dönemde, işçilerin tüm sorunlarını masa başında uzlaşarak çözmelerini öneren Ecevit, kendisini de vuracak askeri darbeye karşı, işçiyi sokağa çağırıyor.
Genel ve yerel seçimler yapılmasına ve iktidar sivillere bırakılmasına karşın, 12 Eylül’ün tüm ağırlığıyla sürdüğü koşullarda, bir gurup aydın, kamuoyunda “Aydınlar Dilekçesi” olarak bilinen ve demokratikleşme talebini dile getiren bir bildirge hazırlıyorlar. Bu çerçevede, o dönemde siyasi yasaklı olan S.Demirel ile de görüşüyorlar. Görüşmeden çıktıktan sonra yaptığı açıklamada, Aziz Nesin, alaycı bir dille “Demirel bir darbe daha yaşarsa herhalde komünist olur” diyerek, Demirel’in görüşmede takındığı radikal demokrat tavrı ciddiye almadığını vurguluyor. Bütün bu örnekler, bugünün iktidar sahiplerinin yaklaşımına da ışık tutuyor. Devlet içindeki kavgadan demokrasi çıkartmak Bütün bu örneklere karşın, egemenler arasındaki çatışmanın şiddetlendiği ve ikili iktidar ilişkilerinin hüküm sürdüğü koşullarda, işçi sınıf ve ezilenlerin hareket alanının genişlediği; gerekli irade ve inisiyatifi gösterdiklerinde, bu süreci demokratikleşme yönünde değerlendirecekleri de bir başka gerçektir. Abdülhamit rejimi ile İttihat Terakki Partisi arasında ikili iktidar ilişkilerinin sürdüğü, 2.Meşrutiyet’in ilân edildiği 1908 Temmuzu ile 31 Mart Olayına kadar olan dokuz aylık dönemde, işçi sınıfı için tam bir bahar havası hüküm sürmüştür. Bu dönemde her türden işçi örgütü pıtrak gibi çoğalmış ve tam 27 grev yapılmıştır. Bütün bunlar, ülkede sadece yüz bin civarında sanayi işçisinin bulunduğu koşullarda gerçekleşmiştir. 1960–1970 dönemi de bir ölçüde benzer özellikler taşımaktadır. Toparlayacak olursak; devlet içindeki kavgayı, “bırakalım, birbirlerini yesinler” anlayışıyla edilgen bir biçimde izlemek ne kadar yanlış ise, bu çatışmadan demokrasi çıkmasını beklemek de o kadar yanlıştır. Yapılması gereken, egemen sınıfların iç kavgalarıyla zayıfladığı koşulları, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik taleplerini elde etmek için kullanmak olmalıdır.
Şubat 2014/23
İşçilerin Sesi
3
Dün faiz lobisini suçladılar, şimdi onun ipine sarılıyorlar! Merkez Bankası (MB) gece yarısı olağanüstü toplanan Para Politikası Kurulu (PPK) kararlarını açıkladı: Faizler yükseldi ve Dolar düştü. Ne zamana kadar?
B
aşta Başbakan olmak üzere ekonominin “kurmayları”, geçtiğimiz yıl yaşanan Gezi Direnişi’nden beri, “yükselen Türkiye’nin ayağını kaydırmak isteyen odakların varlığından” bahsediyorlar. Krizi fırsata çevirmek isteyen bu “şer odaklarının” da başına, “faiz lobisini” yerleştiriyorlardı. Hükümete göre, “faiz lobisi” (büyük uluslararası bankalar ve onların işbirlikçisi olan yerel bankalar), izlenen ekonomi politikası gereği düşen faiz oranlarından rahatsızlar. Bu “güç” çevreleri her fırsatta, MB üzerinde baskı oluşturup, faizlerin yükselmesini zorluyorlar. Bu durum gerçek olsa bile, Türkiye’yi yabancı sermaye için bir “faiz cenneti” haline getiren, dışarıdan gelen bu “sıcak para” bile yoksulu daha da yoksul yapan “büyüme yılanı”na sarılan AKP hükümetinden başkası değildi. Evveliyatı da var… 2002 yılında yapılan seçimle AKP iktidara geldiğinde, çok avantajlı bir dönemdi. Bir önceki, DSP-ANAP-MHP hükümeti 2001 krizine dair bütün “kemer sıkma önlemlerini” almış, uygulamaya başlamış, yurtdışından getirilen sosyal demokrat Kemal Derviş ekonomiyi burjuvazi açısından toparlamaya başlamıştı. AKP açısında yalnızca iç koşullar değil, dış konjonktür de olumluydu. Uluslararası sermaye, parasından para kazanacağı adresler arıyordu. Bu dönemde yabancı sermaye Türkiye’ye akmaya başladı. Bu sermaye, özelleştirme pastasına ortak oldu, bankalar satın aldı, yatırım yaptı. Buna karşılık esas olarak bu uluslararası bankalar, devlete ve özel sektöre kredi verdiler. Bu “sıcak para” ile hormonlu bir şekilde büyüyen Türkiye ekonomisinin saadet zincirinin kopması, 2013 yılında başladı.
2013 Mayıs dönüm noktası Amerika Merkez Bankası, para politikasını sıkılaştıracağını (piyasayı Dolara boğmayacaklarını) açıklamasının ardından, Türkiye’de Doların ve diğer döviz fiyatlarının yükselişi başladı. Mayıs-Ocak dönemi içinde Dolar karşısında Türk Lirası yüzde 24 değer kaybetti. Türkiye ile birlikte yine “sıcak para” ile ekonomilerini döndüren ülkeler (Endonezya,G.Afrika, Brezilya, Hindistan) benzer kayıpları yaşadı. Böylece “yükselen ekonomiler” seviyesinden aşağı düşüldü “kırılgan ekonomiler” statüsüne geçildi. Hükümetin, alakasız biçimde Gezi İsyanı ile faiz lobisi ilişkisi kurmasının bir nedeni, her iki olayın aynı zamana denk gelmesi sebebiyle. Hükümet, buna da “paralel faiz” kararı mı diyecek? Merkez Bankası’nın son faiz yükseltme kararı, Türkiye’ye giren “sıcak para” akışını artırmayı ve tersinden de çıkışını yavaşlatmayı amaçlıyor. Bu karar, Hükümetin ve onun güdümündeki Merkez Bankası’nın, “faiz lobisi” karşısında, bugünü kadar söylediklerini unutmak zorunda kalacaklarının bir itirafıdır aynı zamanda. Başbakan Erdoğan, iç politikadaki krizini herkese
“haddini bildirerek” çözmeye çalışırken, sıra ekonomiye ve dolara gelince, “piyasanın” kanunları önünde boynunu eğmekten başka bir çaresi kalmamaktadır. Faiz çıkışı, dolar krizine çare olmaz Yabancı sermayenin, Borsa’da 54 milyar dolarlık, devlet borçlanma tahvillerinde 50 milyar dolarlık yatırımı olduğu kabul ediliyor. Bu alanlara sermaye girişi doların daha düşük olduğu (1 dolar =1.70 lira) dönemlerde gerçekleşti. Dövizlerini bozdurup borsaya girip hisse senedine ve devlet tahvillerine yatırım yapan yabancılar, son dönemdeki hızlı döviz artışı nedeniyle bekleme sürecine girdiler. Şimdi paralarını dövize çevirerek yurt dışına çıkacaklar. Merkez Bankası’nın faiz artışı doların düşmesini sağladığı için, hükümetin beklentisinin aksine, bu karar yurtdışından “sıcak para” girişine hizmet etmeyebileceği gibi, aksine çıkışını da kolaylaştırabilir. Hükümet yanlısı medyaya bakılırsa, ekonominin kurmaylarının birbirleriyle çelişen kararlarında bir sorun yok, Türkiye “büyümeye” devam ediyor. AKP hükümeti ise, beklenen ekonomik krizi ötelemekten, günü kurtarmaktan başka
bir şey elinden gelmiyor. Yolsuzluk ve rant ekonomisinin eninde sonunda duvara çarpacağı belli. Döviz krizi değil, devalüasyon! Bu üstü örtülü bir devalüasyondur, bunun da ne anlama geldiğini emekçiler 1994 ve 2001 krizlerinden çok iyi hatırlıyorlar. Soru şu: Bir buçuk ay içinde Dolar karşısında yüzde 24 değer kaybeden TL’nin, faturasını kim ödeyecek? Bankalar ve sermaye çevreleri “krizi fırsata çevirdiler” bile, paralarına para kattılar. Ya işçiler, emekçiler? Satın alma güçleri eridi. Paraları değersizleşti. Daha da yoksullaşacağız. Çarşı pazardaki (fasulye, patates, pirinç) fiyat artışlarına, bir de dövizle ödenen doğalgaz, elektrik ve imalat sanayinin ürünlerindeki fiyat artışları eklenecek. Sıcak para ile dönen bir ekonomide, TL ile geçinmeye çalışan emekçiler için, hayat pahalılığı daha da artarken, bütçeyi “doğrultmak” için vergi artışlarının ve zamların gelmesi hiç de şaşırtıcı olmayacak. Krizin faturasını sermayeye kesecek, hükümete “defolup git” diyecek devrimci işçi siyasetine ihtiyacımız var! q Kaya İLHAN
4
İşçilerin Sesi
Şubat 2014/23
“Üniversiteler ticarethanelere dönüşmüştür” İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü 4. sınıf öğrencisiyim. Okulum tarafından, yemekhaneye kartsız girip yemek yediğimiz için, bana ve 2 arkadaşıma disiplin soruşturması açıldı. Tarafıma gelen 19 Aralık tarihli tebliğde, soruşturma konusunun “Edebiyat Fakültesi yemekhanesine kimlik kartlarını okutmadan girerek, yemekhane personelinin uyarılarına rağmen yemek dağıtılan bölümden zorla yemek alınmasına ilişkin” olduğu bildiriliyor. Soruşturma kâğıdını elime aldığımda gerçekten çok şaşırdım. Neoliberal politikaların üniversitelerimizi nasıl bir ticarethaneye dönüştürdüğünü görünce sarsıldım. O hale varmış ki bir öğrencinin parası olmadığı için yemekhaneden yemek almasını suç sayıyorlar. Parasızlık suç olmuş, ruhumuz duymamış. Adaletsiz bir yarış içinde dershane parası bulamayan öğrenciler, üniversiteye girdiklerinde de sömürülmeye devam ediyorlar. Bir yanda çocuğunun dershane parasını ödeyemediği için intihar eden anne babalar, bir yanda sınav stresine dayanamayarak canına kıyan gençler… Soruşturmanın meşru olan hiçbir yönü olmamakla beraber, dayandığı hukuku da karnı aç olan birinin yemekhaneden yemek almasını (temel insan haklarından biri olan beslenme hakkını hatırlatırız) suç teşkil ederek çürütmüş bulunmaktadır. Nitelikli, ulaşılabilir beslenme hakkı zaten her yurttaşın hakkıdır. Soruşturmanın soruşturulanı biz değil üniversite yönetimidir. Soruşturmanın kendisi insanlık onurunu aşağılayan bir konudur. Üniversitenin çözmesi gereken sorun, öğrencinin kart basmadan yemekhaneye girmesi değil, neden kart basacak parasının olmadığıdır. Öğrenciyi gözeten onu müşteri yerine koymayan tutum budur. Geçtiğimiz aylarda RedHack’in YÖK ve birçok üniversite ile ilgili açıkladığı yolsuzluk belgeleri, her yerden içinde milyonlar dolu ayakkabı kutularının çıktığı bu dönemde, üniversite yönetimlerinin kaynakları nerelere harcadığını gösteriyor. Paraların öğrencilerin faydalanabileceği yemekhane hizmetlerine, spor ve kültür faaliyetlerine harcanmadığı açık. q Ercan SIKDOKUR
“Çocuk gelinler” ülkesindeyiz! Kız çocuklarında evlilik yaşı 12, erkek çocuklarında ise 16. Çocuklarımızın sessiz çığlıklarını duyalım. Sessiz kalarak bu insanlık ayıbına ortak olmayalım.
T
ürkiye‘de her üç evlilikten biri çocuk evliliği. Kız çocuklarında evlilik yaşı 12, erkek çocuklarında ise 16 yaşına kadar iniyor. Türkiye çocuk evliliklerinden ilk on ülkenin içinde. Kısacası, Türkiye bir “çocuk gelinler” ülkesi. Oysa Türkiye’nin de üye olduğu BM’ye göre, 18 yaşın altındaki herkes çocuktur ve 18 yaş altındaki evlilikler suçtur. Ama yakın geçmişte medyaya yansıyan, Siirt’teki Kader’in, Dikili’deki E.A.’nın başına gelenlere ve daha birçok kız çocuğunun uğradığı istismara bakılırsa, devletin bu konuda geliştirdiği veya uyguladığı bir politikası yok. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde iki yıldır açılmış olan ‘Erken Evlilikleri Önleme Birimi’ var ama ancak sadece birimin adı var. Konuya ilişkin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam’ın, “Kimse kötülük olsun diye çocuğunu evlendirmez; çoğu masumane. Bilinci artırmalıyız” demesi de sorunu henüz anlayamamış olduğunu gösteriyor. Bu hükümetin, bırakın erken evlilikleri önleme politikaları geliştirip, bu birimleri işler hale getirmesini; uyguladıkları 4+4+4 eğitim sistemiyle, okulu, dolayısıyla eğitim-öğrenimi bırakan ve erken yaşta çok düşük ücretler karşılığında işçi olarak çalışan veya çocuk yaşta evlendirilen kız ve erkeklerin sayısı arttı. Bu çocuklar, almaları gereken
eğitim ve öğrenimden mahrum kaldıkları gibi, daha okul çağında kapitalist sistemin sömürü çarkı içinde ucuz işgücünü oluşturuyorlar. Ayrıca kız çocukları da, daha kendileri birer çocukken, evlendirilip, anne oluyorlar ve bir ailenin sorumluğunu almak zorunda kalıyorlar. Yani çocuklar istismara açık bir şekilde piyasa bırakılıyorlar. Çocuk oldukları için bunların farkında olma veya karşı çıkabilme güçleri yok. Erken yaşta evlendirilen kız çocuklarının, eşlerinden ve eşinin ailesinden gördüğü, fiziksel, duygusal, sözel ve cinsel şiddet miktarı, yetişkin bir kadının yapacağı evlilikte maruz kalacağından, kat be kat daha fazladır. Bu yüzden, erken yaşta evlendirilen bu çocukların, travma yaşama, sağlıklarının bozulması ve erken yaşlanma ihtimalleri daha yüksektir. Üstüne üstlük Siirt’teki Kader gibi, bu “çocuk gelinler”, genelde evlendirildikten hemen sonra bebek beklerler ve çoğu kez, doğum, kendilerinin veya çocuklarının ölümü ile sonuçlanır. Evlilik yaşı ile ilgili düzenleme Türk Medeni Kanunu’nun 124. maddesinde yer alır: “Erkek ve kadın on yedi yaşını doldurmadıkça evlenemez. Ancak, hâkim olağanüstü durumlarda ve pek önemli sebeple, on altı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir.” Ancak durum
şu ki; birçok kız resmi nikâh kıyılamadığı için, imam nikâhıyla evlendirilir. Adli Sicil İstatistik Genel Müdürlüğü verilerine göre 2011 yılında, yaşı küçük olduğu için resmi nikâh kıyamayan çocuklarını evlendirmek isteyen, 18 bin 434 aile “evlenmeye izin” davası açmış. Okurken bile insanın yüreği sızlıyor. Bu sorun gerçekten çok can yakıcı. Onlar, adı üzerinde, daha “çocuk”. Sabah erken kalkıp işe değil okula gitmeliler; kendi çocuklarının bakımı ile değil, sokakta arkadaşlarıyla oyun oynayarak zaman geçirmeliler. Bu evliliklerin dini nikâh ile yapılmış olması ve Müslüman ülkelerde çok yaygın olması, “çocuk gelinleri” olgusunun din temelli olduğunu akla getiriyor. Ayrıca çok çocuklu ailelerde daha sık rastlanması, sorunun ekonomik olduğunu düşündürüyor. Ama bu sorun çok boyutludur. Sadece ailenin eğitimsizliği ile ilgili de değil; çok daha derin bir ekonomik, politik, dini, kültürel ve sosyolojik bir sorundur. Bu sorunla mücadele etmek için her alanda sesimizi yükseltmeye ihtiyacımız var. Çocuklarımızın sessiz çığlıklarını duyalım. Sessiz kalarak bu insanlık ayıbına ortak olmayalım. Bu sorunu daha görünür kılmak ve ortadan kaldırmak her zaman olduğu gibi bizim mücadelemize bağlıdır. q A. ÇELİK
Şubat 2014/23
İşçilerin Sesi
5
Kısmi çalışma kadınların yararına mı? Kısmi zamanlı çalışma kısa sürede yararlı gibi gözükse de, tam zamanlı güvenceli işlerin getirdiği yararları sağlayabilir mi?
K
adınların sadece Türkiye’de değil dünyanın çeşitli ülkelerinde artan bir biçimde kısmi zamanlı işlerde çalışması, sadece kadınların bir tercihi gibi ele alınmamalı. Türkiye’de AKP’nin hem yasal zeminde hem de siyasi söylemiyle adım adım ördüğü politikasının temel çizgisi, yeni muhafazakar bir anlayışla çerçevelenmiş aile kurumunun güçlendirilmesine dayanıyor: Bu görüşe göre kadınların asıl görevi ev işlerini yapmak, çocuk, yaşlı, hasta bakımını üstlenmek. Özellikle hasta ve yaşlı bakımının sağlanmasında, devletin sorumluluk üstlenmesi gerekirken, neoliberal politikalar sonucu devlet sosyal politikaları en aza indirir, özelleştirmelere kapılar ardına kadar açılır ve sonuç olarak bakım hizmetleri pahalı hale gelir. Diğer yandan hükümet tıpkı Avrupa Birliği (AB) politikalarıyla uyumlu olarak ucuz kadın emeğine bir alan da açıyor. Evdeki asıl görevini unutmadan kadınlar güvencesiz, esnek koşullarda çalışabilir. Hatta iyi de olur, aile bütçesine katkı sağlanır. Aile, modern patriyarkanın temel kurumu olarak kapitalizmle uyumlu bir şekilde işbirliğini sürdürür ve kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacına esnek çalışmanın öznesi olarak kadınları sunar. Kadınların çalışma hayatına girmelerinin, onların hayatında önemli bir değişime otomatik olarak yol açabileceğini (ekonomik bağımsızlık, özgürleşme vb) düşünmek doğru değil. Kadınların ev içinde yaşadıkları eşitsiz işbölümüne çözüm bulmadan, sırtlarındaki yükleri hafifletmeden sadece istihdama katılımın artırılması olsa olsa kadınların toplamda üstlerine düşen ağırlığı artıracak. Ev ve bakım hizmetlerinden kurtulamayan kadınlar bu ne-
denle esnek, yarı zamanlı ve güvencesiz işleri tercih etmek zorunda kalıyorlar. AB ülkelerinde 1970’lerden beri uygulamaya konulan Aile ve İş yaşamını Uyumlaştırma politikaları Türkiye’de esnek çalışma biçimlerine örnek oluşturuyor. Ev ve çalışma yaşamını uyumlu hale getirme demek esnek çalışmayla ev, bakım işlerini aksatmadan sürdürmek anlamında. Sonuçta kadınlar hem evde hem de işte çalıştıklarında doğrudan cinsiyetçi işbölümünün kurbanı oluyor. Evden çalışma, part-time çalışma Evden çalışma, part-time işçilik biçimlerine bir bakalım: Kadınlar evlerinden çıkmadan çalıştıklarında son derece düşük ücret alıyorlar. Bir yandan ev işleri yapılırken elde edilecek kazançla bağımsız bir hayat sürdürmeleri imkansız hale geliyor. Denetimi yapılamayan, dağınık; hakları için bir araya gelme ve mücadele etme ortamına da kadınlar sahip olamıyor. Part-time işçilik ise belirsizliklerle dolu: yarım gün için yarım ücret mi, tam ücret mi, tam ücretse bunun finansmanı nasıl sağlanacak? Kadınların kaç saat çalıştırılacağı büyük ölçüde patronların keyfine bırakılacak. Emeklilik ise gerçekten hayal gibi oluyor. Kuşku yok ki, kısmi zamanlı çalışma kısa sürede yararlı gibi gözükse de, tam zamanlı güvenceli işlerin getirdiği yararları sağlayabilir mi? Diğer yandan parasız ya da ucuz kreş imkanının neredeyse kalmadığı, erkeklerin ev içinde hiçbir sorumluluk almadığı bir durumda kadınlar evden, kısmi zamanlı işlere düşük ücrete rağmen razı oluyorlar. Bu durumda kadınların bir seçiminden değil, bir dayatmadan söz edebiliriz ancak. Hükümetin politikasında sık sık söz edilen Avrupa ülkelerine bir bakalım:
Britanya 2012'de yapılan araştırmaya göre, çocuk bakımının yüksek maliyetli olması, çok sayıda kadının kısmi zamanlı çalışmayı tercih etmesinin en önemli nedeni. Britanya'da ebeveynler net hane gelirlerinin yüzde 33’ünü çocuk bakımına harcıyor. Küçük çocukları olan kısmi zamanlı çalışan kadınların yüzde 70’i kısmi zamanlı çalışmayı “seçtiklerini” ifade ediyor. Ancak, bu kadınların neredeyse tamamı (yüzde 93) çocuk doğurmadan önce tam zamanlı çalışıyor. Ayrıca yaklaşık yüzde 67’si çocukları büyüyünce tam zamanlı çalışmaya dönmek istiyor. Norveç Kısmi çalışmanın güvenceli olduğu ve çocuk bakım hizmetlerinin maliyetli olmadığı ülkelerden Norveç'teki Sendikalar Konfederasyonu'na göre, kısmi zamanlı çalışma kadınların iş ve aile yaşamında karşılaştıkları sorunları çözmüyor. Norveç’te en düşük ücrete sahip çalışanların yüzde 90'ını kadınlar oluşturuyor. Kadınların düşük ücretli kısmi zamanlı işlerde yoğunlaşmış olması bu duruma yol açıyor. Kadınlar emeklilik hakkına erişmek için 60'lı yaşlarında daha çok çalışmak zorunda kalıyor. Diğer yandan Norveç'te tam zamanlı çalışan kadınların yüzde 90'ı işlerinden memnun, erkeklerin aile içi yükleri paylaşmalarının da etkisi olduğu görülüyor.
Hollanda “Güvenceli esneklik” uygulaması Hollanda’da kadın istihdamını artırmakla birlikte, kadınlara sunulan işler genellikle kısmi zamanlı. Kamusal çocuk bakımı hizmetinin olmaması ise kadınları sınırlandırıyor. Hollanda’da kısmi zamanlı istihdam yasalarla güvence altına alınmış olmasına ve görünürde bir ücret düşüşü olmamasına rağmen, kadınların ekonomik bağımlılığı hala sürüyor ve çok az sayıda kadın aldıkları ücretle tek başına yaşayabiliyor. Fransa ve Danimarka’da ise kamusal bakım hizmetleri Türkiye ile karşılaştırılamaz bile. AB ülkelerinde kadınların lehine şartlar olumlu kazanımları içerse de hiçbir Avrupa ülkesinde, kısmi zamanlı çalışma tam zamanlı çalışmanın avantajlarını sağlayamıyor. Güvenceli tam zamanlı çalışma, çalışma saatlerinin tüm çalışanlar için düşürülmesi, doğum sonrası devredilemez babalık izni, erkek-kadın çalışan sayısına göre belirlenen ücretsiz işyeri ve mahalle kreşleri gibi politik taleplerden vazgeçmemek gerekiyor. q Banu PAKER Kaynaklar: Mutfak Cadıları Bülteni, Ocak 2014. Deniz Ulusoy, “Kadınların Ücretli-Ücretsiz Emek Kıskacı: AKP’nin Aile Politikaları ve Yeni Muhafazakarlık”, 2013
6
İşçilerin Sesi
Şubat 2014/23
Sansür dün vardı... yeni yasayla da sürecek!
T
orba tasarı Meclis’te görüşülmeden hemen önce, internet sansürü hakkında, Alternatif Bilişim Derneği’nden Işık Mater, Barış Büyükakyol ve Orkut Murat Yılmaz ile görüştük. Bize mekândan, hackerspace’ten bahseder misiniz. Orkut Murat Yılmaz: 19 Aralık 2010’da kurulduk, üç yaşındayız. Bilişim çalışanlarının emek örgütleri içinde çalışmaları var; ama bizimki işin biraz da düşünsel boyutu. Dijital denetim, sansür ve nefret söylemi. Bu tür konularda çalışan bir derneğiz biz. Bir serbest proje atölyesi. Hack kültürünü kavramak isteyen, elektronik, programlama gibi alanlarda kendini geliştirmek isteyen insanların çalışabilecekleri, fikir alışverişinde bulunabilecekleri bir yer. Hack, toplumda bir yerlere saldırmak, zarar vermek, bir şeyler çalmak olarak biliniyor. Sizin kastettiğiniz bu değil. Hack kavramını biraz daha açar mısınız? OMY:Annemizin dondurma kabında sarma saklaması, annemizin dondurma kabını hacklemesidir (heklemesidir). Bunda Sisteme müdahale, istenmeyen bir şeyi gerçekleştirme ya da bir şeyi amacı dışında kullanmak da var, farklı çalışmasını sağlamak da var. Burada yapılan çalışmalardan örnek, düğün sırasında instagram’a yüklenen fotoğrafları, düğüne katılanlar için basan bir makine yaptılar. Hackerspace içinden bir grup bir yarışmaya katıldı. Bir yere biber gazı atıldığında, hangi yoğunlukta biber gazı atıldığını tespit eden bir cihaz geliştirdiler. Işık Mater: Mesela, çeviri yapan insanlar buraya geliyor, burada çevirisini yapabiliyor. Barış Büyükakyol: Dünyada 500’ün üzerinde hackerspace var, İstanbul hackerspace de aktif olanlarından bir tanesi. İlk hackerspace Berlin’de c-base tarafından açıldı. Orada mesela wikipedia yazarları toplantılar yapıyor. Tüm hackerspace’lerde teknik meselelerin dışında da şeyler yapılıyor. Burada mesela sanat atölyeleri yapılıyor. Şu an torba tasarı içinde bulunan internetle ilgili düzenlemeleri nasıl yorumluyorsunuz? OMY: 2007’de 5651 internette iş-
lenen suçlar hakkında kanunu AKP, MHP, CHP ortaklaşa çıkardılar; DTP karşı oy kullanmıştı. Yaptıkları şey basitçe, beğenmedikleri içeriğe erişimi engellemek. Şu an 40 binin üzerinde sitenin engellendiği biliniyor. İnsanlar şu siteye erişemedim diye form doldurduklarında bilgi sahibi olunuyor. Devlet bilgi edinme kanunu kapsamında kaç sitenin erişime kapatıldığının bilgisini vermiyor. BB: Engelleme yasası sadece yaptıkları işi yasallaştırmak adına çıkardıkları bir yasadır. Yasadan önce de sansür uyguluyorlardı. Sansür şu an nasıl uygulanıyor? OMY: Şu an domain engellemesi, ip bazında engelleme biçiminde gidiyor. Yeni yasayla URL bazlı engellemeye gidileceği söyleniyor ama bunu yapabilecek teknik altyapıları zaten var. Birkaç kez de yaptıklarından şüpheleniyoruz. Derin veri analizi diye bir teknoloji var. Bunun da phorm diye bir ticari markası var. Gezinti.com olarak insanlar önyüzünü görüyor. Phorm ile bütün trafiği zaten izleyebiliyorlar. Diyelim ki Youtube’a “şu videoyu göster” dediniz, Phorm bu isteğe bakıyor ya hiç göstermiyor ya da gelen videoyu da durdurabiliyor. Twitter’da mesela sansür yok diye düşünebilirsiniz, ama belli kullanıcıların profillerine, hashtag’lere erişemezsiniz veya Phorm belli tivitleri engelleyebiliyor. Bunu yapabilmek için de her şeyin kontrol altında olduğu bir gözetim yasası istiyorlar.
Phorm birçok ülkede yasaklı, SOPA’yı kabul ettiremediler; fakat NSA (National Security Agency - Ulusal Güvenlik Dairesi)’nın birçok yeri dinlediği ortaya çıktı. Bunu zaten yasalar olmasa da yapıyorlar. Bahanesi genellikle çocuk pornosu oluyor. OMY: Şimdiki bahanesi, birisi size internetten hakaret ettiği zaman 4 saat içinde kapatabileceksiniz o siteyi. Site kapanmayacak, sadece o sayfa erişime kapatılacak ya da Ekşi Sözlük’teki sadece o entrynin erişimi engellenecek. Hem sansürlememiş olacaklar hem de kişilik haklarını korumuş olacaklar, böyle bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Ama kişilik hakları korunmuş olmuyor. Sadece Türkiye’den erişime engellenmiş oluyor. Mesela Fransa’dan isteyen o siteyi görebiliyor. Peki sizce bu sorunun çözümü nedir? OMY: Bir kere yasanın geçmemesi için mücadele etmek gerekiyor. Mahremiyetimizi, iletişim güvenliğimizi korumamız için, bu devlet olabilir, özel kuruluş olabilir fark etmez, bunun önlemini almamız gerekiyor. Yasa, değişmemiş haliyle zaten AHİM’e göre insan hakları ihlali sayılıyor. Şimdi çerez bazlı reklamlama olayı var. Mesela gittigidiyor’da bir ürün beğendiniz, sonra bir haber sitesine girince sağ tarafta onun reklâmı çıkıyor. Bütün arama motorları bu çerez-
leri kullanıyor. Phormun bundan farkı nedir? OMY: Bu kişi şunu beğenmiştir diye bir çerez bırakıyor bilgisayara, ona ait bir çerez bu. Ama phormun yaptığı, bu kişi son 5 senedir şöyle makaleler okumaktadır, arkadaşlarına şöyle mesajlar yazmaktadır, şuralara gitmektedir diye anlatmaktadır. Bütün özel yazışmaları, sevgilisine yazdığı özel şeyler mesela, tüm aktivitelerini bilmektedir. Bu altyapı, bizim eposta, Facebook yazışmalarımızı okuyabilir ve kaydedebilir mi? OMY: Önlemini almazsan, her şeyi okuyabilir. IM: Yeni kanunla şöyle bir şey de geliyor, yer sağlayıcı ve erişim sağlayıcı bunları devlete vermek zorunda. Devlet istediği an, bütün bu bilgileri vermek zorunda. 18 Ocak Cumartesi günü internet sansürüne karşı eylem hakkında ne düşünüyorsunuz? OMY: Eylemin duyurusunu kimin yaptığı belli değildi. BB: Künyesiz bir iş. OMY: Kurumlar ve bireyler olarak tartışılmadı. İnternet özgürlüğü ile ilgili çalışan dernekler filan yoktu. Kurumsal değil bireysel katılım oldu. Planlı-programlı olmadığı için başarıya ulaşmadı. IM: 2011’deki gibi olmadı. OMY: 15 Mayıs 2011’de uzun süre çalışılmıştı, talepleri belliydi. q Cem AVCI
Şubat 2014/23
İşçilerin Sesi
7
Egemenlerin oyun alanı: HSYK ne idi, ne oldu?
H
âkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK), bürokratik yargı mekanizmasının önemli figürlerinden biridir. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden sonra kurulan yapı, hâkim ve savcıların disiplin soruşturmaları ile görev değişiklikleri gibi önemli görevleri gerçekleştiriyor. AKP'nin 12 Eylül temalı anayasa değişikliği referandumu ile yapısı değiştirilmeden önce, 7 üyeden oluşuyordu. Üyelerinden 2'si Adalet Bakanı ile Bakanlık Müsteşarı iken, ikisi Danıştay, üçü de Yargıtay üyeleri arasından seçiliyordu. Çokça tartışılan referandum sonrası yeni düzeni ise 22 üyeli, üç kuruldan oluşmakta. Geniş bir seçim süreci ile belirlenen üyeler içinde, Adalet bakanı ve Müsteşarının varlığı korundu. Bunun dışında Cumhurbaşkanının 4 üye seçme hakkı mevcut. Yine de üye sayısının artmış olması, Bakanlığın gücünü azalttı denebilir. AKP'nin 2010 referandumundaki amacı, Kurulun yüksek yargıdan oluşan kadrolarının kendisine“ayak bağı” olan uygulamalarını ortadan kaldırmaktı.
Bunun için de ilk derece hâkimlerinin üye seçimine dâhil olmaları ile kendine yakın üyeleri Kurula sokarak yargı erki üzerindeki gücünü arttırmak istiyordu. Hatırlanırsa, bundan önceki süreçte, Başbakan'ın verilen bir takım mahkeme kararlarından çokça şikâyet ettiği görülecektir. Özellikle özelleştirme ihalelerinin sürekli yargı kararları ile sekteye uğraması, Başbakanın canını çok sıkıyordu. 2010 değişikliği ile Kurul görece bağımsız bir kimlik kazandı. İlk derece hâkimlerinin seçtiği, iktidarın kendine yakın olarak gördüğü, Cemaatçi üyeler Kurulda önemli ağırlığa sahip oldu. Hükümet de, koalisyon ortağı Cemaatle arası bozuluncaya kadar, durumdan oldukça memnundu. Deniz Feneri gibi, kendisi açısından tatsız davalarda savcıları görevlerinden alabiliyorlardı. Yolsuzluk operasyonları ve HSYK değişikliği yasa teklifi 17 Aralık Operasyonu ile Hükümetin kendi elleriyle yarattığı canavar kendini vurmaya başlayınca, HSYK yeniden
gündeme oturdu. Bu defa HSYK'nın bu bağımsız ve kontrol edilemeyen yapısının değiştirilmesi amacıyla bir yasa teklifi Meclis’e getirildi. Yeni yasa teklifinde, özetle Kurulun tüm yetkileri Adalet Bakanına devrediliyor. Kurulun tüm üyelerinin görevi sona eriyor. Yine Kurulun genelge ve yönetmelik çıkarma yetkisi de Bakana devrediliyor. Yasanın bu haliyle Anayasa'ya aykırı olduğu açıktı. AKP, tek başına anayasa değişikliği yapması mümkün olmadığından, bu yolu denemek zorundaydı. Yasa çıktıktan sonra, iptali talebiyle Anayasa Mahkemesine gönderilse dahi, yasanın iptaline kadar geçecek sürede hükümet istediği operasyonu gerçekleştirebilecek; bu arada istediği hâkim ve savcıların görev yerini değiştirmiş olacaktı. Ancak, bir yandan başta Avrupa Birliği olmak üzere, içte ve dışta çeşitli güç odaklarının bu girişime şiddetle karşı çıkmaları diğer yandan Cumhurbaşkanı Gül’ün yasayı veto edeceği yönünde güçlü işaretler vermesi, Hükümetin duraksamasına yol açtı. Komisyondan kavga-dövüş geçen tasarı,
Meclis’te üzerinde çeşitli değişiklikler yapılarak, ağırdan alınıyor. Tasarının akıbeti belirsizliğini koruyor. Hükümet “kaş yapayım derken, göz çıkarmaktan” endişe ediyor. Kapitalist devlette hukuk egemenlerin oyuncağıdır Yargı sisteminin bağımsız olduğu fikrinin bir aldatmaca olduğu günlük hayattaki deneyimlerimizle sabit bir olgu olsa da, ülkede yaşanan son gelişmeler bu durumu yeniden teyit ediyor. Kapitalist devletin yargı bürokrasisi de, burjuvazinin çıkarları için çalışmaya devam edecektir. Zira varoluş sebebi budur. Egemenler andaki çıkarları için farklı yapıları yaratır veya değiştirir, ancak gerçek olan bu değişikliklerin işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda olmayacağıdır. Bizim amacımız ise, bu sistem içinde hukukun bağımsızlığı için mücadele etmek gibi nafile uğraşlardan çok, adaletsizliğin temeli olan kapitalist devlet aygıtına son vermek için çalışmak olmalıdır. q İlkay ÖNGÖREN
Devletin nizami cinayeti 7. yılında
A
radan geçen 7 yılda ortaya çıkanlar; bu cinayeti birkaç faşist gencin kendi kafalarına göre işlemediğini, devletin istihbarat birimleri tarafından nasıl teşvik edildiklerini, korunduklarını ve görevlendirildiklerini gözler önüne serdi. Ermeni halkına yönelik 100 yıldır sürdürülen soykırımcı düşmanlık da bu cinayete meşruiyet kazandırmak için kullanıldı. İşte bu nedenle arkadaşları, yoldaşları, ailesi ve sevenleri, “7 yıl birlikte korudular, birlikte susuyorlar” diyerek, katledilmesinin 7. yılında Hrant’ı andılar. Taksim’de toplanıp Agos Gazetesi’ne yürüyen binlerce kişi “Buradayız Ahparig” dedi. Gezi parkının hemen yanından başlayan yürüyüş, Gezi direnişinin rüzgarını da arkasına aldı. Direnişin etkisiyle bu yıl çok daha kitlesel ve öfkeli bir eylem gerçekleştirildi. Devletin cinayetlerine tanıklık etmiş binler, “Katil devlet hesap verecek” diyerek Hrant cinayetinin failini işaret ettiler. Yürüyüş boyunca “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz”, “Hrant için, adalet
için”, “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam” sloganları da atıldı. Bu yıl yürüyüş ve anmaya -tetiği çeken Ogün Samast’ın memleketi olması sebebiyle- Trabzonspor taraftarlarının da katılması dikkat çekiciydi. Ellerinde karanfillerle yürüyen taraftarlar alkışlarla desteklendi. Buna karşılık, Agos Gazetesi’nin önünde görevlendirilen trafik polislerinin katil Samast’ı hatırlatırcasına beyaz renkli bere takmaları tepkiyle karşılandı. Tören sırasında Tatavla
Dayanışması tarafından, Ergenekon Caddesi’ne sprey boyayla ‘Hrant Dink Caddesi’ yazılması ve tabela asılması da ilgi çekiciydi. Bu yıl anma konuşmasını Ahmet Kaya'nın eşi Gülten Kaya yaptı. Sözlerine, “İstihbaratıyla, güvenlik birimiyle, medyasıyla artık tanıdığımız korunaklı bir şemsiyenin altında gayet nizami bir cinayet işlediler. Kardeşimiz Hrant, bizler, burada olanlar, kardeşlerin ve arkadaşların, tam yedi yıl önce senin ayakkabılarını giydik ve öyle basıyoruz yere. Senin muhteşem aklına soruyoruz şimdi; adalet yere düştüğünde insanlık hangi pusulayla bulur yönünü?” sorusuyla başlayan Kaya, “Hrant Dink devlet dersinde katledilmiştir. Hayat ve tarihin bu bahiste bazı cüretkârlara vereceği notu bilelim ve bu dersi hiç unutmayalım,” dedi. Konuşmasında, “Burada sadece Hrant’ı değil, Ethem’i, Abdullah’ı, Medeni’yi, Ahmet’i ve Gezi olaylarında ölenleri de anıyoruz. Anne ve babaları evlat öksüzü yaptınız. Unutmak mümkün mü, ne çok ocak söndü. Plastik mermilerle
gözümüzü çıkardınız. İnsansız uçaklarınızdan insanlara bomba yağdırdınız. Vurdunuz, kırdınız, kıydınız, inkâr ettiniz. Neyiniz hakikatli sizin?” diyerek Gezi direnişi sırasında öldürülen gençleri hatırlatan Kaya, Paris’te katledilen üç Kürt kadın siyasetçiyi de andı. Hrant’ın yeniden başlayan davasına, 12 Şubat tarihinde Çağlayan’daki İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam edilecek. Mahkeme, cinayeti planlayanlar ve gerçekleştirenler arasında “örgüt” bulamamış, birkaç kişiyi cezalandırmakla yetinmişti. Yargıtay, toplumsal tepkinin de bir sonucu olarak bu kararı bozmuş ve dava yeniden görülmeye başlanmıştı. Hrant’ın ailesi yeniden başlayan davaya katılmıyor. Bu davanın bir müsamereye dönüştüğünü, gerçek faillerin yargılanmadığını, üstelik bir de terfi ettirildiklerini belirtiyorlar. Hrant’ın arkadaşları, yoldaşları ve sevenleri ise davanın takipçiliğini sürdürüyor. Her defasında aynı vurguyla: “Biz bitti demeden bu dava bitmez!” q Oya ÖZNUR
8
İşçilerin Sesi
Şubat 2014/23
“Paralel devlet”iniz batsın! İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gözünde, baskı, zulüm, yolsuzluk ve yoksulluğun sorumlusu siyasi iktidarlardır; hayali yapılar değil.
E
skiden “derin devlet” vardı, şimdi adı “paralel devlet” oldu. “Derin devlet” kavramı siyasi muhaliflere aitti. Onlar, devletin yasadışı baskı zulüm ve cinayetlerini “derin devlet”e mal eder, onu suçlarlardı. Resmi devletin dışında bir de “derin devlet”in var olduğunu, hukuk dışı eylemlerden onun sorumlu olduğunu düşünürlerdi. Şimdilerde, ilginç bir biçimde, “paralel devlet” kavramı, muhaliflerin yanı sıra, başta Başbakan olmak üzere, iktidar sahipleri tarafından da kullanılıyor. Son yolsuzluk operasyonları, Suriye’deki muhalif savaşçılara gönderilen silah yüklü kamyonların yolda çevrilip aranması, “paralel devlet”in marifeti olarak gösterilmeye çalışılıyor. Bu “hikâyeler” gerçeği yansıtmıyor. “Derin devlet” gerçek devlettir Aslında “derin devlet” diye bir şey yoktur. Devletin, gizli, yasadışı operasyonlarını yürütmekle görevlendirilmiş kadrolarına bu sıfat lâyık görülmüştür. Bu kadrolar, devletin en üst katlarında belirlenen politikalara, devletin andaki “ortak aklına” uygun olarak hareket ederler. Devletin “ortak aklına” göre icra edilen bu operasyonlar, devletin kolluk güçleri ve de adli organları tarafından takip edilip soruşturulmaz; “faili meçhul” olarak kalır. Bu operasyonlar hakkında iktidar sahiplerine soru yöneltildiğinde ise, alınan cevap, “devlet rutinin dışına çıkabilir” olur. Ancak, devletin gizli, yasadışı operasyonlarını yapmakla görevlendirilen kadrolar, zaman zaman görev sınırlarının dışına çıkıp, kendi başlarına veya kendi çıkarları için eylemler gerçekleştirip, operasyonlar düzenleyebilirler. İşte bu noktada “suları ısınır”; deşifre olup, tasfiye edilirler. Bazen hafif cezalara
siyasikarikaturler.blogspot.com.tr
çarptırılırlar. Yakın geçmişten bunlara örnek olarak, “Susurluk Çetesini”, Akın Birdal suikastçısını, Şemdinli’de Umut Kitapevini bombalayan askerler ve PKK itirafçısını gösterebiliriz. Hangisi “gerçek”, hangisi “paralel” Aslında “paralel devlet” kavramı, Öcalan’ın bir görüşmesinde bu ifadeyi kullanmasıyla, kamuoyuna mal oldu. Öcalan, Suriye sınırına duvar örülmesini ve Yüksekova’da bir kitle gösterisi sırasında üç Kürt gencin öldürülmesini, “paralel devlet”in işi olarak yorumluyordu. Ancak, siyasi iktidar yetkililerinin bu uygulamaları, karşı çıkmak bir yana, gerekçelendirmek suretiyle sahiplenmeleri, bu işlerin hiç de “paralel devlet”in işi olmadığını ve hükümet politikasının gereği olduğunu gösterdi.
Gelelim hükümet temsilcilerinin “paralel devlet” söylemine. Başbakan ve AKP sözcüleri, hükümet çevrelerini hedef alan yolsuzluk operasyonlarını yürütenleri ve Suriye’ye gönderilen silah yüklü kamyonları “yakalayarak”, hükümetin ikiyüzlü dış politikasını deşifre edenleri itibarsızlaştırmak için bu kavramı kullanıyor. Anayasa ve yasalar önünde herkes eşittir. Suç işleyen her kim olursa olsun, yasalar gereği soruşturulup, yargılanır ve gerekli cezaya çarptırılır. Durum en azından teorik olarak böyledir. Kapitalist sistemde, bir baklava “çalan” çocuk ağır hapis cezalarına çarptırılırken, “deveyi hamutuyla yutan”, “malı götüren”, patronlar ile iktidar sahiplerine dokunulmadığını, bunların zevk ve sefa içinde bir yaşam sürdüğünü herkes bilir. Patronlar ve iktidar sahipleri, siyasi ya da ekonomik itibarlarını kaybettikleri noktada, kendilerinden hesap sorulur. Uzan ailesi, yakın geçmişten buna bir örnektir. Başbakan ve bakanların yakınlarına yönelik yolsuzluk operasyonlarının, iktidar sahiplerinin, iç ve dış egemenler nezdinde itibarlarını yitirmesiyle de bir ilişkisi vardır. Ancak hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet suçtur. Devletin bunu takip edip soruşturması asli görevidir. Bugün yapılan da budur. Dolayısıyla devlet olağan görevini icra etmektedir. Başbakan, Dışişleri Bakanı ve hükümet yetkilileri, bugüne kadar, Suriye’ye silah ve muhalif militan gönderilmesine yardımcı oldukları yönündeki suçlamaları hep reddettiler. Bu ülkeye silah değil, insani yardım gönderdiklerini defalarca açıkladılar. Devletin resmi politikasının bu olduğu konusunda iç ve dış kamuoyunu ikna etmeye çalıştılar. Bu defa, polis, jandarma ve savcılar, Suriye’ye, MİT’e ait olduğu açıklanan kamyonlarla silah gönderildiğini açığa çıkardılar. Şimdi sormak gerekiyor:
Resmi politika ve söyleme aykırı olarak, bu kamyonlarla Suriyeli muhaliflere silah gönderenler mi, yoksa yasaların ve devlet politikalarının gereği olarak, bu kamyonları engelleyenler mi “paralel devlet”? Hükümet, ikiyüzlü politikasını ve Suriye’deki kirli işlerini deşifre edenleri itibarsızlaştırmak için, onları “paralel devlet” olmakla suçluyor. “Yavuz hırsız ev sahibini bastırır” misali, suçunu örtbas etmeye çalışıyor. “Hayalet taşlamayalım”, iktidarı aklamayalım Resmi devlet yapısından ayrı ve bağımsız olarak,“derin devlet” olarak adlandırılacak bir yapı yoktur. Devletin “ortak aklı” doğrultusunda onun kirli işlerini yapan, onun içinde yer alan, devletin ayrılmaz bir parçası olan kadroları vardır. Bu anlamda bir “paralel devlet” de yoktur. Aynı günümüzde olduğu gibi, devlet krizi yaşandığı koşullarda, kurumlar içinde ayrışma ve çatışmaların yaşandığı durumlar vardır. Ancak burada da “asıl devlet”, “paralel devlet” ayrımı açıklayıcı değildir, gerçeği yansıtmaz. Ancak, bu kavramları sahiplenmenin asıl olumsuz sonucu, siyasidir. Devletin zulmünden hayali yapıları sorumlu tutup, devleti ve siyasi iktidarı aklamak gibi bir sonuca yol açmasıdır. Devletin her türlü uygulamasının sorumlusu siyasi iktidardır. S.Demirel’in, “demokratik duyarlılığını” göstermek için söylediği gibi, “vatandaşın Fırat kenarında bir koyunu kaybolsa, sorumlusu olarak devleti görür”. Halk nezdinde, devletin temsilcisi ise siyasi iktidarlardır. Dolayısıyla, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin gözünde, baskı, zulüm, yolsuzluk ve yoksulluğun sorumlusu siyasi iktidarlardır; hayali yapılar değil. q Aykut ÖZER
Roboski’de skandal: Ailelere para cezası... 28 Aralık 2011 tarihli Roboski katlia-
mında savaş uçaklarının bombardımanıyla parçalanarak ölen 34 yoksul Kürt gencinden birisi olan 25 yaşındaki Nadir Alma’ya “kaçakçılık” suçundan 8 bin 403 lira para cezası verildi. Roboski katliamında öldürülen Nadir Alma’nın para cezası ailesine tebliğ edildi.
Nadir Alma’nın babası Sadık Alma’ya Adliye’de elden verilen Uludere Asliye Ceza Mahkemesi’nin para cezası karar tebligatı şaşkınlıkla karşılanırken, Roboski katliamının mağdurlarını bir kez daha öfkelendirdi. Roboski’li ailelerin avukatı ve Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi ise aileye yapılan ceza tebligatını “Skandal” olarak de-
ğerlendirdi. Nadir Alma’nın 2003 tarihli bir sınır ticareti nedeniyle “kaçakçılık” suçundan para cezası aldığı ve faiziyle birlikte ödemesi gerektiği belirtiliyor. Avukat Elçi’ye göre; “Açılan dava kişisel olduğu gibi parasal bir alacak davası da değildir. Ceza kovuşturmasına bağlı olarak istenen bir para cezasıdır. Kişi
hayatta olmadığından ceza mahkûmiyetine bağlı olan tüm sonuçlar ortadan kalkar. Dolayısıyla bu para cezasının mirasçılar açısından bir hükmü yoktur. Yapılan tebligat usulsüzdür. Savcılığın yaptığı işlem hukuka aykırıdır. 2 yıldır hayatta olmayan bir kişi ile ilgili infaz anlaşılır bir durum değil. Skandaldır.” İşçilerin Sesi - Haber
Şubat 2014/23
İşçilerin Sesi
9
Burhan Kuzu, yolsuzluğu da silahları da doğruluyor! Burjuva toplumunda, iktidardaki kesimler arasında çıkar çatışmasının en yüksek olduğu zamanlarda, kitlelerin kısmen gerçekleri görme olanağını buluyorlar.
T
BMM Anayasa Komisyonu Başkanı ve AKP İstanbul Milletvekili Burhan Kuzu, Enver Aysever’in programında sorulan “yolsuzluklar neden hep sağcı hükümetlerde ortaya çıkıyor” sorusuna, “solcular iktidar olamıyor ki” diye cevaplamış, bu cevap kamuoyunca dolaylı yoldan yolsuzlukların varlığının kabul edildiği biçiminde yorumlanmıştı. Bu yorumlara daha sonra yalanlama gelmediğine göre, zımnen Başbakanın “darbe” iddiası da düşmüş oldu. 17 Aralık’ta başlayan soruşturmaların “hükümet darbesi” olarak algılanması için çalışan Tayyip Erdoğan’a kendisine yakın ve AKP kurucusu olan bir partiliden “yolsuzluk” itirafı gelmiş oldu. İkincisi de Kuzu’dan geldi. Kuzu, gıda ve sağlık malzemesi denilerek, silah sevk edilen TIR’larla ilgili olarak “Velev ki bu TIR’larda MİT, Suriye’de her gün bombalar atılan Özgür Suriye ordusuna, ya da Bucak Türkmenlerine silah taşıyor!
Neresi gayrı vicdani?” dedi. Adana’da içerisinde silah ve mühimmat olduğu iddiasıyla durdurulan ve daha sonra MİT’e ait olduğu açıklanan TIR’lar gündemde yerini korurken, Anayasa Hukukçusu Burhan Kuzu’nun TIR’larla ilgili açıklaması, siyasetin hukuka çalım atma çabasının ötesinde, “hem suçlu hem güçlü” dedirtecek cinsten. Bir yanda TIR’larda arama kararı alan savcı, arama yapan polisler ve polis müdürleri görevden alınıp, Jandarma Bölge Komutanı hakkında, disiplin soruşturması açılıyor. Diğer yanda MİT’in, kirli bir savaş yürüten Özgür Suriye Ordusuna silah ve mühimmat sevk ettiği kabul ediliyor. Yasalara sığınıyorlar Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT), yasayla kurulmuş ama faaliyetleri yasalarca denetlenemeyen bir gizli örgüttür. Bu biçimiyle de yargının denetimine kapalıdır.
Burjuva devletlerin bu tip gizli örgütleri, gizli istihbaratları hep olmuştur. Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller dönemini hatırlayanlar bilecektir, “örtülü ödenek” kapsamında yasalarca denetlenemeyen o zamanki rakamlarla trilyonlarca lira, daha sonra “Bin Operasyon” diye adlandırılacak Mehmet Ağar ve ekibinin işlediği faili meçhul cinayetlerde özellikle de Kürt halkının siyasal temsilcilerine karşı kullanılmıştı. Yasalarla kurulmuş ama gizli ve yasalarca denetlenemeyen ve denetleyenlerin ise görevden alınıp sürgün edildiği bugünkü hukuk ve demokrasi düzeni, “sizin bilmediğiniz şeyler var” denilerek üstü örtülen bir dizi kirli parayı, silah ve cinayeti kapsamaktadır. Sadece bu da değil; bugünkü burjuva toplumunda şirketlerin hesapları, banka bilançoları, hükümetler arası anlaşmalar başta olmak üzere düzenlenen sözleşmeler ve anlaşmalar kimi zaman ticari sırlar
kimi zaman diplomatik ilişkiler adı altında ama her zaman halktan ve işçi sınıfından saklanıyor. Ve tüm bu saydıklarımız Türkiye burjuvazisine ait, geri bir ülkenin uygulamalarıyla sınırlı değildir. Daha geçenlerde ABD’nin birçok müttefikinin devlet başkanı veya başbakanının telefon konuşmalarını dinlediği açığa çıktı. Türkiye gibi ülkelerin egemenleri, eğitimlerini büyük devletlerden alıyorlar. İtiraflar ve gizli kalmış bilgi ve belgeler ortalığa dökülüyor. Hükümet ve Cemaat arasındaki çatışmanın derinleşmesi, bilgi edinme özgürlüğümüzü sağlıyor! Eğer devrimci işçi hareketi belirli bir güce sahip olabilseydi, yapması gereken ilk iş, hem yolsuzlukların üstüne yürümek hem de iktidarın bir kesimden diğer burjuva bloğuna devredilmesine fırsat vermeden, işçi sınıfının iktidarına yürümek olmalıydı. q Seyfi ADALI
Her yer “çete” her yer “ihanet”! Başbakan Erdoğan, hükümetteki kimi bakanları ve kendi yakın çevresini hedef alan yolsuzluk operasyonunu düzenleyen polis ve savcıları “çete” olarak nitelendirirken, bu işin arkasında olduğunu düşündüğü Cemaati de ihanetle suçladı. Ancak bu suçlamaların içini dolduramadığı için, bu tanımlamalar sübjektif olarak değerlendirildi. Yani başbakan ve yakın çevresini hedef alanlar, otomatikman “çete” olarak görüldüğü gibi, eğer bu işin arkasında eski siyasi müttefikleri yer almışsa, onlar da “hain” ilân ediliyor. Operasyonu düzenleyen ekip daha önce de, Balyoz, Ergenekon, KCK, Devrimci Karargâh, Oda TV gibi, neredeyse “bin operasyon” gerçekleştirmişti. O zamanlar, bunlar “çete” olarak görülmediği gibi, yasaların gereğini yerine getirdikleri için takdir ediliyordu. O zaman da şüphelilerden feryatlar yükseliyor; onlar, operasyonun siyasi, kanıtların düzmece olmasından yakınıyordu. Siyasi iktidar çevrelerine göre, “yargı bağımsız” idi ve yargı süreci beklenmeliydi. O zaman öyle diyen
hükümet, ucu kendilerine dokununca, yüzlerce savcı ve binlerce polisi görevden alarak, “bağımsız yargı” ve adli kolluğu darmadağın etti. Yolsuzluk operasyonunu düzenleyenlere “çete” sıfatını lâyık gören hükümet yetkilileri, yargısız infaz gerçekleştiren, cinayet işleyen, işkence yapan, köyleri boşaltan, kadınlara tecavüz edenleri hiçbir zaman “çete” olarak nitelendirmedi. Dün bu topraklarda, bugün de Suriye’de bu işleri yapan çeteler korundu, kollandı veya görmezden gelindi. Çünkü siyasi iktidarlar, bu çetelerle siyasi çıkar birliği içindeydi. Burjuva siyaset “hain” üretiyor “İhanet”, burjuva siyasetin doğasında var. Çünkü burjuva siyasetçiler kişisel çıkarlarını esas aldıklarından, sık sık görüş, tutum ve parti değiştirirler. Dün sarmaş dolaş olduklarıyla, çıkarları çeliştiğinde, düşman olurlar. Eski dostlarına sırtlarını çevirip, ihanet ederler. Bugün, son yolsuzluk operasyonu nedeniyle, eski siyasi müttefikleri, Cemaati ihanetle
suçlayan hükümet ve AKP kadrolarının da yakın geçmişi ihanetle maluldür. 28 Şubat post modern darbesinin ardından, egemenlerin hiçbir şekilde “Milli Görüş”ün iktidar olmasına izin vermeyeceğini anlayan, bu çizgiyi izlemeye devam ettikleri takdirde, burjuva siyaset arenasında kendilerine “ekmek olmadığını” gören bir gurup politikacı, bu çizgiden ve “Milli Görüş”ü temsil eden partiden koptular. Eski çizgilerini terk ederek, görece bağımsızlıkçı tavrın yerine, emperyalistlere ve yerli egemenlere güven vermeyi tercih ettiler. Ya gerçekten saygı duyduğundan, ya da siyasi kariyerinde yükselebilmek için, eski liderinin adını oğluna veren R.Tayyip Erdoğan, daha sonra o liderine sırtını döndü. “Kirazın kurdu içindendir” Devletin bir suç örgütünü ya da illegal yapıyı çökertmek için kullandığı en etkili yol, bu yapıların içine muhbirler sokmak ya da buralardan itirafçıları, pişmanlık duyanları devşirmektir. Böylece, örgütün iç işleyişine nüfuz ederek gerekli bilgi akışını sağlar; yeri geldi-
ğinde de darbeyi indirir. Bu kişiler, örgüt açısından “hain”, ama devlet açısından “vatansever işbirlikçilerdir”. AKP iktidarı da devlet içinde kadrolaşırken, Cemaatin yetişmiş elemanlarından epeyce faydalandı; onları kilit yerlere yerleştirdi. Bu kadrolar devletin olduğu kadar, siyasi iktidarın iç işleyişine de nüfuz ettiler. AKP iktidarı, bu unsurlardan, başta askeri bürokrasi olmak üzere, siyasi muhaliflerini tasfiye etmek için faydalandı. Ancak unuttuğu bir şey vardı. Bu kadro, esas olarak, bir siyasi partiye değil, devlete bağlıydı. Siyasi koşullar ile iç ve dış egemenlerin çıkarlarının gerektirdiği noktada, harekete geçen bu kadrolar, siyasi iktidarı en zayıf yerinden vurdu. İktidarın gırtlağına kadar battığı yolsuzluk ve rüşvet olaylarını ortaya döktüler. Bu nedenle, iktidar yetkilileri tarafından, kendilerine tuzak kurmakla ve ihanet etmekle suçlandılar. Ortada bir suç örgütü varsa, suç örgütüne göre, Cemaatçiler “muhbirdir”, “haindir”. Ne diyelim, “haininiz bol olsun”! q Necdet SEÇER
10
İşçilerin Sesi
Şubat 2014/23
Kuzey ormanlarını inşaata açtınız nefes alabilecek miyiz bakalım? İstanbul’un kuzey ormanları 3. Köprü, 3. Havaalanı, kuzeyde yeni şehir inşaatı projelerinin tehdidi altında.
A
rnavutköy, Eyüp, Sarıyer ve Beykoz ilçelerinin köylerinde yaşayanlar acele kamulaştırma, evlerinin elinden alınması ve tarım, hayvancılık gibi geçim kaynaklarının yok olması riski ile karşı karşıyalar. Bu köyler emlakçıların ve arazi satın almak isteyenlerin akınına uğramaya başladı. Projeler duyulduğu zaman evlerinin değerlenip kazançlı olacaklarını zanneden köylüler, artık bu durumdan şikâyetçi. 3. Köprü 3. Köprü projesi Sarıyer’de Garipçe’yi ve Beykoz’da Proyrazköy’ü doğrudan tehdit eden bir proje. Yapımının gündeme gelmesi 1993 yılına kadar gidiyor, yani 2. Köprü ve TEM bağlantı yolları faaliyete geçtikten birkaç yıl sonraya… 3. Köprü projesinin köprü güzergâhı üzerinde bulunan köylerde ve doğal alanlarda yeni imar ve inşaat faaliyetlerini başlatacağı yıllardır söyleniyor. Proje güzergâhı açıklandığı zaman köylerine imar geleceği,
kendilerinin de yeni evlere kavuşacağı müjdesi ile sevinen köylüler, artık işin aslının öyle olmadığını anladılar. 3. Köprü projesinin, İstanbul’un ulaşım sorunu için değil, İstanbul’da yeni inşaat ve rant alanları yaratmak için hazırlanmış bir proje olduğunun farkındalar ve yakın bir zamanda hem evlerinden, köylerinden hem de geçim kaynaklarından olacakları endişesi taşıyorlar.
lardır kurdukları düzeni terk edip gitmelerine yol açacağını fark ettiler. Yaşam alanları ve geçim kaynakları kamulaştırılan köylüler, 25 Ocak’ta bu kararı protesto ettiler. İstanbulluları da bu projelere karşı durmaya çağırarak, çeşitli dövizlerle bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Bunlar arasında “Son uyarı: İstanbul manda sütünü çok özleyecek.” “Acele kamulaştır kimse görmesin.” en dikkat çekicileriydi.
3. Havaalanı 3. Havaalanı projesi 3. Köprü’nün güzergâhı üzerinde yer alıyor. Bu projeden en fazla etkilenecek olan Arnavutköy’ün İmrahor, Tayakadın ve Yeniköy köylerine, Eyüp’ün, Ağaçlı, Akpınar ve İhsaniye köylerine 17 Ocak’ta TOKİ tarafından acele kamulaştırma kararı gönderildi. Emlakçılar tarafından 300-400 lira arasında fiyat belirlenen toprakları, acele kamulaştırma kararı ile 22-175 lira arasında bir değere düşürüldü. Köylüler artık bu büyük projelerin orada yaşayanların yararına olmadığını, aksine yıl-
Kuzeyde yeni bir şehir İlk iki köprü deneyiminin gösterdiği en somut gerçek, bir yere yol götürülürse, orada inşaat faaliyetleri başlar ve nüfus çekimi olur. Nitekim ikinci köprüyü takip eden 10 yıl içinde yeni ilçeler oluşmuş, İstanbul’un nüfusu 8 milyon artmıştı. Şehir Plancıları Odası’nın yaptığı çalışmalar göstermiştir ki, aynı etkiyi yaratacağı kaçınılmaz olan 3. Köprü sonrasında kentin kuzeyindeki olası yapılaşma ile İstanbul nüfusuna 7 milyon kişi eklenecektir.
3. Köprü’nün inşaat faaliyetlerinin yüzde 50’sinin bittiği, 3. Havaalanı için de kamulaştırmaların yapılarak arazilerin neredeyse bedava getirildiği günlerde, İstanbul’un kuzeyine Karadeniz kıyılarına yeni bir şehir kurulacağı haberleri yayılmaya başladı. Projesi Avrupa’da bir mimarlık ofisine hazırlatılan proje ile 3. Köprü ve 3. Havaalanı arasında kalan son ormanlık alan da inşaata açılmış olacak. 3. Köprü için binlerce ağaç kesildikten sonra, köprünün projede gösterilen güzergâhın dışında yapıldığı, köprü ile ilgili imar planlarının Bakan Binali Yıldırım tarafından iptal edilmesi ile duyulmuştu. Boş yere kesilen ağaçlardan açılan araziyi, yeni şehir projesi yaparak değerlendirmişler. Hiçbir koşulda İstanbul’un kuzey ormanlarına doğru büyümemesi gerektiğini söyleyen uzmanlar, kuzey ormanlarını kaybedersek İstanbul’un yaşam destek sistemlerini kaybetmiş oluruz diyorlar. q Aysun KOCA
Yolsuzluk, rüşvet, yıkımla ‘yola devam’ edemezsin! Aralık ayındaki yolsuzluk ve rüşvet
operasyonunda Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, belediyenin imar müdürlüğünde görevli kişilerle birlikte gözaltına alınmıştı. İnceleme sonucunda, yargı süreci tutuksuz devam eden Mustafa Demir serbest bırakılmıştı. Mustafa Demir’le beraber aynı gerekçelerle gözaltına alınan kardeşi ise tutuklanmıştı. Mustafa Demir hakkında Marmaray’ın çökmesi pahasına rüşvet karşılığı inşaat izini vermesi, sit alanlarını imara açması gibi ‘kamu yararına imar’ suçlamaları bulunuyor. Tutuksuz yargılanması, bu suçların temizlendiği anlamına gelmiyor.Adı rüşvetle, imar yolsuzlukları ile anılan, gözaltına alınan, tutuksuz olarak yargılaması devam eden Mustafa Demir’in AKP’den Fatih belediye başkan adaylığı devam ediyor. Bunca iddia ve soruşturma üzerine halen devam ettiği belediye başkanlığından istifa etmesi gerekirken, yeniden aday olmakta ısrarcı olması, Fatih’te yenilecek, pay edilecek rantın bitmediğini gösteriyor. Kentsel dönüşüm bitmez Fatih ilçesinde yer alan kentsel dönüşüm alanlarından Sulukule’deki pro-
jenin inşaatı, kamu yararı olmadığı gerekçesiyle 2012 yılında yasal olarak durdurulmuştu. Benzer gerekçeyle Fener-Balat-Ayvansaray’da da mahkeme tarafından projeye izin verilmemişti. Sulukule’deki proje hukuk ihlal edilerek tamamlandı, evler satılmaya veya kiralanmaya başladı. Fatih’te kentsel dönüşüm bitmez; Tokludede, Yedikule Bostanları, Yenikapı kentsel dönüşüm projeleriyle rant üretilecek birkaç mahalleden biri.
Kocamustafapaşa Dayanışması’ndan bir kişi Ocak ayında Fatih belediye meclisi toplantısına katılarak yolsuzluk ve rüşvet protestosu yapmış, fiili saldırıya uğramıştı. Bir sonraki meclis toplantısında AKP’li belediye meclis üyesi Gökhan Ceyhan, Gezi direnişine katılanlara ‘şerefsiz’ demişti. Bu söylem, Mustafa Demir’in Marmaray kazılarını yürüten arkeologlara, Marmaray’ın açılışını geciktirmelerini bahane göstererek, ‘vatan haini’ deme-
siyle eşdeğerdir, AKP zihniyetinin ortak ürünüdür. Gerçek mesleği diş doktorluğu olan Mustafa Demir ile, Sulukule projesini AK’lamaya çalıştığı toplantılardan birisinde, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü hocalarından birisi arasında şöyle bir diyalog geçmişti: “- Mesleğiniz nedir? Mustafa Demir: Diş hekimiyim. - Peki, ben şimdi dişinizi çekmek istesem, izin verir misiniz? Mustafa Demir: Tabiî ki hayır. Siz dişçi değilsiniz! - Siz de şehir plancısı değilsiniz, ama bu projenin doğru olduğunu bana savunuyorsunuz!” Rant söz konusu olunca, AKP, CHP fark etmez, kent yağması zihniyetiyle belediye yöneten tüm belediye başkanları ‘inşaet’ fiili ile çalışırlar. Uzmanlık alanları olan yolsuzluk, rüşvet, yıkım ile, yoksul kentlileri evinden ederek şehir plancılığı yaptıklarını zannederler. AKP’nin sadece bir belediyesinden bu kadar yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet, yalan varsa; geri kalanlarını, büyükşehir belediyelerini siz hesaplayın! q Aysun KOCA
Şubat 2014/23
İşçilerin Sesi
11
Bir halkın sabrı daha ne kadar ölçülebilir ki?
S
ayısızca, hesaba kitaba sığmayacak çoklukta katliam ve operasyonlara hedef olan bir halkın sabrı daha ne kadar ölçülebilir ki,” diye soruyordu. Aldığı cevap ise “Kürt halkının direngen sabır taşı zulümlerin zalim şahını öğütüp un ufak edinceye kadar,” oldu. Ne bir tiyatro sahnesi, nede bir roman sayfasından yansımalardı bunlar. Sohbeti duyduğumda bir belediye otobüsünün arka koltuğundaydım. Konuşmalar ön koltukta oturanlardan yükseliyor, oldukça kalabalık olan otobüsün yolcuları ise yorgun ve tedirgince dinliyordu. Elimde tutuğum ANF kaynaklı habere bir kez daha baktım; “Roboski köyü sabahın erken saatlerinde askerler tarafından basıldı. Baskında 28 Aralık 2011 günü düzenlenen saldırıda sağ kurtulan Servet Encü ve Kerem Encü’nün de aralarında bulunduğu 7 kişi gözaltına alındı,” diye yazıyordu. Haberin devamında “Askerlerin köyde birçok kişiyi darp ettiği bil-
dirildi,” notu da vardı. Şırnak’ın Uludere ilçesine bağlı Roboski köyü sabah saat 05.00 sıralarında askerler tarafından basılıp, kuşatma altına alınan evlere girerek aramalar yapıldı. Baskın sonucunda askerler tarafından gözaltına alınmak istenenlerden birisi de Kerem Encü oldu. Kerem Encü Roboski katliamından sağ olarak kurtulabilen canlı tanıklardan birisiydi. Oğlu Yılmaz Encü babasının tartaklanarak götürülmesine karşı çıktı. Bu itiraz üzerine Roboski katliamının tanığı Kerem Encü, oğlu Yılmaz Encü ile birlikte gözaltına alınmış oldu. Toplam 7 kişi gözaltına alındı: Faruk Encü, Kerem Encü, Yılmaz Encü, Celal Encü, Servet Encü, Hikmet Alma ve Cevher Üren. Askerlerin Roboski köyüne yaptığı baskın sırasında sadece gözaltına alınanlar değil, köylülerde darp edildiler. Gözaltına alınanların Gülyazı Tugay Komutanlığı’na götürüldüğü, nakillerinin ise askeri helikopterle yapıldığı belirtildi.
Roboski katliamının gerçekleştirildiği noktaya “Güvenlik Yolu” ad ve gerekçesiyle askerler yerleştirilmiş. “Güvenlik Yolu” projesine yönelik tepkiler ise protesto gösterilerine dönüşmüştü. 15 Ocak 2014 tarihindeki protesto gösterilerine silahlı askerler tarafından yapılan müdahaleye köylüler taşlarla karşılık verilmiş, havanın kararmasına kadar süren gerginlik sonrasında bazı askerler askeri malzemeleri bırakarak gitmiş, karanlığın çökmesiyle giden askerlerin bıraktığı askeri araç ve gereçler köylüler tarafından tahrip edilmişti. Daha sonra olay yerine gelen askerler bıraktıkları silahları iki ayrı bölgede bulabilmişti. ANF’nin haberine göre Roboski köyüne yapılan sabah baskını ve gözaltına almaların nedeni de buydu. Roboski katliamının ardından iki yılı aşkın bir zaman geçti. Katliamın mağdurları hala katillerin ve katillere emir verenlerin bulunup yargılanmasını istiyorlar. Savaş uçaklarının bombalayarak paramparça ettiği 34 canlarının yerine
devletin verdiği sus payı kabilindeki paraları kabul etmiyorlar. Bütün bunlara karşılık olarak ise Genelkurmay Askeri Savcılığı tarafından Roboski katliamına dair takipsizlik kararı verilebiliyor ve “Türk Silahlı Kuvvetlerinin kusuru olmadığı” gerekçesiyle birlikte “TSK personeli görevini yaptı,” deniliyor. Roboski köyüne yapılan baskının ve katliamdan sağ kurtulan 2 kişiyle birlikte toplam 7 kişinin gözaltına alınışının bu kararın ardından gelmiş olması ise hiç de tesadüf olarak görülmüyor. “Kusuru olmadığı” belirtilenler ve “görevini yaptı,” denilenler katliamdan sağ kurtulanların köyünü basıyor, darp ediyor ve gözaltına alıyor. Ön koltuktaki sohbetin iyice koyulaştığını ve başkaca katılımcıların da olduğunu görüyorum. Bir iki cümleyle konuşmalara ben de katılıyorum. Söze başlar başlamaz da aynı soru bana yöneltiliyor; “Bir halkın sabrı daha ne kadar ölçülebilir ki?” q N. CEMAL
Kadınlar barış için konuşuyor...
B
arış İçin Kadın Girişimi (BİKG) bir yılı aşkın süredir, Adana, Ankara, Antalya, Çanakkale, Bursa, Diyarbakır, İstanbul, İzmir, Van, Lice, Dersim, Doğu Beyazıt, Ceylanpınar ve Behdinan Metina Bölgesi'nde gözlemler, toplantılar yapan BİKG’li kadınlar, kadınların yer almadığı bir çözüm sürecinin eksik kalacağını ve demokratik bir barışan ancak kadınların katılımıyla gerçekleşebileceğini söyledi. BİKG’li kadınlar bu süreçte Kadın grupları, örgütleri, iller ve ilçelerde Kent Konseyleri, Kadın Meclisleri, hak örgütleri, sendikalardan kadınlar, evde ve dışarıda çalışan kadınlar, Kürt olanlar, olmayanlar, göç edenler etmeyenler, KCK'nin kadın bileşeni Koma Jinen Bilind (KJB), Mayıs 2013'teki ilk çekilen PKK'lilerden kadın gerillalalar, Mecliste Adalet ve Kalkınma Partisi, Barış ve demokrasi Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi'nden kadın milletvekilleriyle görüştüler. Çözüm sürecinde taraf olabilecek her grup ve kişiye ulaşmayı hedeflediler. Kadınlar bu toplantıların yanı sıra farklı coğrafyalardaki kadınların barıştan beklentilerinin nasıl ortaklaştırılabileceği ve görünür kılınabileceğine dair tartışmaların ve barış sürecinin yaşandığı ulus-
oluşan yaraların sarılması ile tazmin ve telafi mekanizmalarının oluşması konusuna yoğunlaştıkları ortaya çıktığı.
lararası örneklerin de tartışıldığı atölyelerin yürütüldüğünü anlattılar. BİGK, 200 kadının katılımı ile 4 Mayıs 2013'te Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirdiği "Kadınlar barış sürecinde aktif rol alıyor" başlıklı konferansta Türkiye’nin BM’nin 1325 sayılı kararı doğrultusunda hareket etmesinin kadınların barış sürecine katılımı açısından çok önemli olduğu sonucuna vardıklarını söylediler. Bu karar, kadınların hem tüm barış görüşmelerine katılmalarını, hem de her aşamada kadın sorunlarının masaya getirilmesini öngörüyor. Bir yıldır yürüttükleri çalışmaların sonucunda hazırlanan Çözüm Süreci Ra-
poru”unda BİGK öncelikle hükümeti kadınları merkezine alan bir ulusal çözüm planı yapmaya ve barışın inşası sürecinde kadınların eşit katılımını sağlayacak düzenlemeleri hayata geçirmeye davet ediyor. “Çözüm Süreci Raporu”u özetinde özellikle üç noktaya dikkat çekiyor. • Barış süreçlerinin toplumsal mutabakatın yeniden şekillendirildiği süreçler olduğu, • Bu nedenle, toplumun tüm kesimlerinin bu sürece katılmasının kalıcı ve sürdürülebilir bir barış için olmazsa olmaz bir koşul olduğu; • Kadınların barış süreçlerinde egemenlik paylaşımı yerine savaş sırasında
Kalıcı barışın sağlanması için • Kürt kadınlarının güvenliğinin sağlanması için öncelikle Kürdistan bölgesinde güvenlik güçlerinin sayısının azaltılması, • Kalekol yapımlarının derhal durdurulması, ve insan odaklı güvenlik reformlarının geliştirilmesi, • Kadınların toplum içinde güçlenmesini hedefleyecek cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve Anadilde eğitime duyarlı bir anayasanın hazırlanması, • Savaştan kaynaklı zararların kadınları eşit hak sahibi kabul edecek şekilde telafi edilmesi, savaşın kadınlara doğrudan ve dolaylı etkilerinin ortaya çıkarılması, savaş suçlularının yargılanması ve hakikatlerin ortaya çıkartılması, BİGK bundan sonraki süreçte raporu İngilizce Fransızca ve Kürtçe çeviri yapmayı ve uluslararası forumlarda raporu tartışmayı hedefliyor. Ayrıca barışı halka halka büyütme projesiyle çözüm süreçlerin sokakta tartışılır hale getirmek için çalışmalar yürüteceklerini anlatıyor. q Zehra SARI
12
İşçilerin Sesi
Şubat 2014/23
Cenevre-2 Konferansı: Barış değil, kurtlar sofrası AKP, tarafların Cenevre’de savaşı sona erdirmek için masaya oturduğu bir süreçte, silah yüklü kamyonlarla, barışın değirmenine su değil, savaşın yangınına benzin taşıyor.
S
uriye’de süren savaşa son vermek amacıyla düzenlenen Cenevre–2 görüşmeleri başladı. Cenevre-2’de Suriye’de barış ve demokrasi isteyen Suriye halklarının gerçek temsilcileri dışında herkes var. Cenevre’de yer alanlar, Suriye’nin yıkımından, yüz elli bin insanın ölümünden, milyonlarcasının yerinden yurdundan edilmesinden sorumlu olan emperyalistler, onların işbirlikçileri ve taşeron örgütleridir. Cenevre–2, emperyalist paylaşım pazarlıklarının gerçekleştirildiği, Suriye’nin geleceğinde hangi emperyalist kliğin ve işbirlikçilerinin, nasıl ve ne düzeyde yer alacağı ve nemalanacağının pazarlıklarının yapıldığı bir kurtlar sofrasıdır. Cenevre2’ye katılan tarafların, emperyalist devletlerin, taşeron ülke ve örgütlerin, sorunun çözümüne ilişkin aldıkları pozisyon ve beklentileri arasında ciddi farklar var. Hem bu durum hem de alt aktörleri ile ittifakların sürekli değiştiği ve gözden geçirildiği kaygan bir zeminin olması, sorunun çözümünün önünde ciddi bir engel oluşturuyor. 30 Haziran 2012’de yapılan Cenevre-1 toplantısında ateşkes, insani yardım koridoru, tutukluların bırakılması gibi konular görüşülmüş ve bağlanmıştı. Zirve’den, muhalefet ve Baas yönetiminden isimlerin yer alacağı, ülkeyi seçimlere götürecek bir geçiş hükümeti oluşturma kararı çıkmıştı. Esad’ın geleceği ile ilgili net ifadeler yer almamıştı. Ancak anlaşma ölü doğmuş, muhalifler, Suudilerin, Katar ve AKP hükümetinin yönlendirmesi ve ABD’nin icazeti ile daha sonuç bildirgesi açıklanırken, anlaşmayı tanımadıklarını ilan etmiş, siyasi çözüm yerine savaşı tırmandırma kararı almışlardı. Hedefleri kısa sürede Şam’ı almak ve Esad’ı devirmekti. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Rejim yıkılacağına güçlendi. Uluslararası konjonktür Esad lehine dönmeye başladı. Cihatçı çeteler batılı başkentleri bile rahatsız eder bir hale geldi. Batıda, Esad’ın, muhaliflerden daha iyi bir seçenek olabileceği algısı oluşmaya başladı. Cenevre- 1’in bir tekrarı mı? Şimdi tekrar başa dönülüyor. Bu süre içinde on binlerce insan öldü.
Ülke harabeye döndü. Rejimin yıkılmayacağını anlayan çeteler, birbirine düştü. Rejimin silah zoruyla ve taşeron örgütler aracılığıyla yıkılamayacağını, çatışmaların bölgeye (Lübnan’a, Irak’a) yayılmaya başladığını gören ABD emperyalizmi, Rusya ile anlaştı. Muhalefeti pazarlığa zorladı. Masada ise ‘Cenevre-1’in şartlarından öte bir şey yok Suriye’de her ülkenin desteklediği ve taşeron olarak kullandığı bir ya da daha fazla örgüt var. Bu örgütlerin sayısının yüzlerle ifade edildiği belirtiliyor. Suriye Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK)nın, son anda Cenevre’ye katılım konusunda kriz yaşaması, SMDK içinde en büyük oluşumlardan biri olan SUK’un, BAAS rejimiyle masaya oturmayı reddederek, SMDK’dan ayrılması, hem muhalefetin ve ABD’nin elini zayıflattı hem de Cenevre’de alınacak kararların hayata geçirilip geçirilemeyeceği konusunda kuşkuların oluşmasına yol açtı. Toplantı öncesi, Suriye rejimi tarafından tutuklulara yapılan işkence fotoğrafları yayınlandı. Daha önce de benzer bir durum yaşanmış, Suriye rejimi ülkeyi uluslararası silah deneticilerine açmış; tam denetçiler gelecekken ülkede kimyasal silah kullanılmış ve doğal olarak ilişkiler gerilmiş, taraflar geri çekilmişti. Fotoğraf olayı ile sanki aynı şey bir kez daha yaşanıyor. Sanki birileri arayı soğutmaya çalışıyor! Fotoğraflar gerçek ya da montaj; biz Esad’ın işkenceci ve katil olduğunu biliyoruz. Dahası, Esad’ın ABD ile iliş-
kilerinin iyi olduğu dönemde, ülkesinde El-Kaidecileri işkenceli sorgulamadan geçirip, ABD’ye teslim ettiği de biliniyor. Aynı işkencelerin CIA ve ABD askerleri tarafından dünyanın hemen her yerinde yapıldığını, buralarda edindikleri deneyimlerin ve işkence tekniklerinin, ABD tarafından dünyadaki tüm baskıcı rejimlere servis edildiğini de biliyoruz. Sorun fotoğrafların gerçek ya da montaj olması değil, ABD’nin ikiyüzlü davranması, fotoğrafları insani duygular ve demokratik kaygılarla değil, Esad rejimi üzerinde bir baskı unsuru ve pazarlık kozu olarak kullanmak istemesindedir. Muhalifler, ABD ve batılı destekçilerin baskısı altında ve Esad’ın çekilmesi ısrarından vazgeçmeden Cenevre’ye geldiler. ABD Dış İşleri Bakanı Kerry, Cenevre’de, “Esad gitmeden barış olmaz” diye konuştu. ABD’nin bu tavrına karşı, Esad iktidarı bırakmayacağını, başkanlığa yeniden aday olacağını açıklıyor ve Suriye’nin kırmızıçizgilerini oluşturuyor. Rusya Dış İşleri Bakanı Lavrov da “konferansta rejim değişikliğinin görüşülmeyeceğini” söyleyerek tartışmalara katılıyor. Suriye’nin tutumuna destek çıkıyor. Cenevre’den barış çıkmaz Tarafların pozisyonunun hala birbirinden uzak olması, Cenevre’de esir takası, kuşatma altındaki kentlere ilaç ve gıda yardımı gibi kimi insani ve kısmen siyasi konular dışında, önemli kararlar alınamayacağını, savaşın henüz
sonlandırılamayacağını işaret ediyor. Belki daha düşük yoğunlukla, ama savaş sürecek, Esad da hükümet etmeye devam edecek. Cenevre’de yapılan görüşmeler emperyalistler ve işbirlikçileri arası barış görüşmeleridir. Emperyalistler arası yapılan anlaşmalar gerçek barış anlaşmaları değildir. Paylaşım anlaşmalarıdır. Suriye’ye barış ve demokrasi, ne Esad, ne silahlı işbirlikçi muhalefet, ne de bunlar arasında sağlanacak bir anlaşma yoluyla gelecek. İki işbirlikçi burjuva fraksiyonu da dışlayan, Suriye halklarının, işçi ve emekçilerinin üçüncü seçeneğinin yaratılması ile gelecek. AKP’nin, Suriye’de rejim değişikliği politikası iflas etti. Emperyalist güç odakları Esad rejimini devirmeye çalıştı ve bunda başarısızlığa uğradı. Manevra yaptıklarında ise, AKP, mezhepçi ve yeni Osmanlıcı politikalarında ısrar etti ve açığa düştü, yalnızlaştı. Bu da Başbakan Erdoğan’ı, batılı başkentler için vazgeçilmez olmaktan çıkardı. AKP, tarafların Cenevre’de savaşı sona erdirmek için masaya oturduğu bir süreçte, silah yüklü kamyonlarla, barışın değirmenine su değil, savaşın yangınına benzin taşıyor. Suriye’nin iç işlerine müdahale ederek, ABD tarafından terör örgütleri listesine alınmış El-Kaideci gruplara lojistik destek sunarak, gelecekte uluslararası güçler tarafından, terörizmi desteklemekle, savaş suçu işlemekle suçlanabilecek işlere imza atıyor. q Mustafa EKER
Şubat 2014/23
İşçilerin Sesi
Haribo: Haklar işe gireni aldatıyor
A
lman sermayeli Haribo Şekerleme fabrikasında iki ay kadar çalıştım. Toplusözleşmesi olan, sendikalı bir işyeriymiş. Ancak Tekgıda-İş sendikası şubeyi muhalif diye tasfiye edince, işçiler sendikadan istifa etmişler. Özgıda-İş’e geçmişler. İstifalar sözleşme dönemine denk gelmiş, anlaşma olamamış, sendika greve çıkmış ama üyesi yok. Sözleşme fiilen devam ediyor ve bu bakımdan sosyal hakları diğer iş yerlerine göre çok iyi. Ancak bu imkânlardan yararlanmak kadrolu olarak işe başlayanlar için bile, neredeyse imkânsız. 2 aylık deneme süresi içinde farklı bahanelerle işten çıkartılmazsanız veya işin ağırlığından ve yoğunluğundan kendiniz işi bırakmazsanız ikramiyeden yararlanabilirsiniz. 3 ay çalışabilen ikramiyeden yararlanabiliyor. İkramiye vermemek için, 88. gün işten çıkartılanlar bile var.
İkramiye, yakacak parası, bayram parası gibi haklar kâğıt üstünde. İşveren karşısında işçi gücünü görmediği için, sendikal bürokrasisinin yol açtığı iç çatışmadan zarar görüyorlar. Sosyal haklar işe başlayanlara çekici geliyor. İşin ağırlığına yoğunluğuna katlanıyorsunuz. İş ikramiye zamanına gelince, patron cebinden bir maaş daha ödemek istemiyor. İşten çıkartıyor. Asıl olsa bu hakları duyup işe başvuran işsiz işçi çok! Sözde bir işçi temsilcisi de var. Ama neredeyse mavi yakalı çalışanlardan tamamen soyutlanmış. Gücünü işçilerin birliğinden mi alıyor yoksa
patronun ona verdiği ayrıcalıklardan mı alıyor, çözebilmiş değilim. İşçi giriş-çıkışları bu kadar yoğun yaşandığı düşünülürse, işveren sendikacıların iç kavgasından yararlanıp, temsilciyi yönetmeye başlamış. Bu arada kaybeden işçiler oluyor. Eski işçilere dokunulmadığı için de, onlardan da pek ses çıkmıyor. Ancak onlarda bilmeli ki, patronun işe yeni girenler üzerinde denediği oyunlar, ilk fırsatta onların üzerinde de denendiğinde onlara kim sahip çıkacak? İşçileri birlik olmazsa, işverenin dediği olur, o kazanır biz kaybederiz. q Demir
Yüzde 7 zam mı olur?..
D
aha zam miktarı açıklanmadı ama baskılar artıyor. Yeni yılda zorunlu olarak mesaiye kalmak için kağıt imzalatmaya başladılar. Bazı kadın işçiler imzalamadı. Müdür bir kadın işçiye neden imzalamadığını sordu. O da “maaşım düşük benim aldığım para bu yılki asgari ücretin altında kalıyor, kaç yıldır çalışıyorum ama maaşımda değişiklik yok” deyince müdür sinirlenip bağırmaya başladı. “Mesai kağıdını imzalamazsanız, burayı üç vardiya yaparım” diye tehdit etti. İşçilerin çoğunun düşük de olsa ek gelire, mesai paralarına ihtiyacı var. Bunu bilen müdür, ikinci kanala geçip “Onlar aç mı bırakıyım mesai yaptırmayıp da… o zaman imzalamayanları üç vardiya yapacağım mecbursunuz gelmeye” demeye başladı. Müdür işçinin lafına o kadar kızmıştı ki, ertesi gün sabah erkenden o kadın işçiyi odasına çağırdı ve orda da işçiye “sen bilinçli bir işçisin yasaları ücretleri çok iyi biliyorsun, bilmiyorum” diyerek başladı fabrika bültenlerini sordu ve ardından da “yalan söyleme, sen işçiye
ajitasyon yapıyorsun, kışkırtıyorsun, senin sözünü işçi dinliyor, ben de zamanında bildiriler dağıttım, senin sözün benim için esastır, diğer işçiler çok önemli değil” gibisinden sayıp durdu. İşçi arkadaş kendisini savunmuş tabii ki “beni yalancılıkla suçlayamazsınız, sizin söyledikleriniz hatalı” diyerek tepki göstermiş ve “sorun benim imza atıp atmamam değil sorum maaşların düşük olması, herkesin itiraz ettiği bu, imza atmayanları çağrın sorun, sadece benim imzalamam sorunsa imzalarım” diyerek yanıtlamış. Ertesi gün müdür gelip işçiden özür diledi. Patron ve yalakaları bir işçinin konuşmasına bile tahammül edemiyorlar. Ceplerinden para çıkacak diye türlü yalanlar uyduruyorlar. Öte yandan asgari ücret açıklandı devletin verdiği zam yüzde 11 oldu. Ama patronlar bunu bile vermek istemiyorlar. Enflasyon oranını bahane ediyorlar ve yüzde 7 zam vermek için yol arıyorlar. Yüzde 7 zam vereceğiz diyorlar. Bu baskıların sebebi de budur. Tek tek müdürün yanına gidip zam
isteyen işçiler, müdürden türlü bahaneler dinliyor. Hatta işçileri geri çeviriyor. Oysa aynı müdür daha asgari ücret açıklanmadan “devlet ne verirse bizde onun üzerine bir iki puan koyarız” diyordu. Şimdi kıvırıyor. Bir toplantı yapıp işçilerle karşılıklı konuşmuyor. Oysa işler iyi. Bazı bölümlere tonlarca sipariş geldi. 12 saat vardiyalı çalışıyoruz. Hatta bu bölümler pazar günü bile çalışıyor. Fabrikanın ne kadar çok kar ettiğinin işçiler farkında. Ama hala patron yüzde yediden söz ediyor. İşçi arkadaşlarımızın çoğunluğu evli ve kadın. Daha önce işçi mücadelelerine katılmış değiller. Birlik olup hakkını arama yollarını bilmiyorlar. Bu durumda bilinçli işçiler öne çıkıyor ve biliniyor. Oysa korkarak nereye kadar sömürüye dayanabiliriz? Birlikte hareket edersek patron bizden korkar. Nasıl ki bir işçi, iki gün üst üste müdürün uykularını kaçırttıysa, sabah erkenden işçinin yakasına yapıştıysa ve sonra da özür dilemek zorunda kaldıysa, 400 işçi neler yapmaz? Hakkını arayan işçiler patronların korkulu rüyası olur! q G. KEMERLİ
13
Dünyada işsizlik giderek artıyor! Uluslararası Çalışma Örgütü’ne
(ILO) göre 2013 yılının sonu itibariyle 202 milyon kişi işsiz. Bu araştırmada esas olarak yoğun nüfusun yer aldığı büyük şehirlerin varoşları ve düzenli iş bulamayanlar baz alınmış. Bu kriterlerle sınırlı bir araştırma olsa da, durumun kötülüğünü yeterince gösteriyor. Çin’deki gelişmeden, Afrika’daki büyümeden, ABD’deki krizden söz edenler olsa da, bütün işaretler bir yıl önceye göre, işsizler ordusuna 5 milyon işsizin daha eklendiğini gösteriyor. Sanıyoruz ki, önümüzdeki yılın sonunda bu sayı 4 milyon daha artacak. Bu araştırmanın sonuçlarından bir diğeri de, çalışabilenlerin de istikrarlı bir iş bulamaması. Düşük, ücretle, esnek, güvencesiz çalışma koşullarının yaygınlaşması, aile ve tarım işçiliği gibi sosyal güvenceden yoksun koşulların “normal” hale gelmesi. 2013 yılında 375 milyon çalışan, günlük ücret olarak 1.25 doların altında bir para karşılığında çalışmak zorunda kaldı.Diğer yandan, büyük uluslararası tröstler sermayelerinin değerini yükseltmek için, kendi paylarını arttırma peşindeler. q İşçilerin Sesi-Haber
11 milyon işçinin 1 milyonu sendikalı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, İşkollarındaki işçi sayıları ve sendikaların üye sayılarına ilişkin 2014 Ocak ayı istatistiklerini açıkladı. İstatistiklerle ilgili tebliğ bugünkü Resmi Gazete’de yayımlandı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’e göre Temmuz 2013 itibariyle, 11 milyon 628 bin 806 işçiden, 1 milyon 32 bin 166 işçi sendikalıydı. Ocak 2014′te ise sendikalı işçi sayısı 1 milyon 96 bin 540 olarak gerçekleşti. İstatistiklerde bazı iş kollarındaki sendikalaşmadaki düşük rakamlar şaşırtıcı. Ayrıca madencilik gibi sektörlerdeki sendikalı işçi sayısındaki azlık sorgulanması gereken önemli noktaların başında geliyor. q İşçilerin Sesi-Haber
14
İşçilerin Sesi
Şubat 2014/23
Bütün işçileri atmadan başaramazsınız!... Bu kavga işçi sınıfının kurtuluş kavgası. Yenile yenile hatalarımızdan ders çıkararak, hepimize pahalıya patlasa da, yolumuzu çizip, mücadeleye devam edeceğiz.
K
. Plastik Ambalaj işvereni işçi çıkarmaya devam ediyor. İşçi çıkartırken de bu işçilerin sendikalı olduklarını ya da fabrika bültenini çıkardıkları için işten çıkartıldığını yayıyor. Böylece işçiler arasında güvensizliği ve sınıf çıkarlarımız için mücadele etmeyi engellemeye çalışıyor. Açık bir sendikal faaliyet yürütüldüğü için ve erken bir zamanda eyleme kalkışıldığından patronu şok eden bir durum yaşandı ve patron sınıf çıkarının siyaseti gereği, işçilerin hakkı da olsa, yasalarda ve Anayasa’da bir hak olarak işçilere verilse de işçilerin sendikalı olmasına yasadışı bir biçimde izin vermedi. Yüzlerce işçi atıldı. Atılan işçi sayısı yüksek olunca, keyfi işten atılan da çok oluyor. Bir yalakanın sizin hakkınızda “bu sendikayla ilgileniyor” demesi bile önce sizin takibe alınmanıza, ardından bir başka fabrikaya sürgün edilmenize ve oradan da işten çıkartılmanıza yol açan seyir izliyor. Dolaysıyla her işçi bir diğerine ispiyoncu mudur diye bakıyor. Patron her bölümde kendine en az bir yalaka ayarlamış. Bunlara el altından para vererek işçilerin arasında güvensizlik yayıyor. Diğer yandan ise, işçilerin gözünü boyayacak işler de yapıyor. Yılbaşı erzakı bu yıl iki katına çıktı. Yılbaşı eğlencesi bu yıl beyaz yakalılara değil, mavi yakalılara yapıldı. Ama işçiler
biliyor patrona güvenilmeyeceğini; 8 saat eyleminde, eylemi durdurun işçi çıkartmayacağız denmişti, üstünden biraz zaman geçti ve teker teker çıkarmaya başladılar ve neredeyse 3 aydır işçi çıkartılıyor. Bülten ve genel bildiri farkı Geçen hafta fabrika önünde EMEP yolsuzluklarla ilgili bir bildiri dağıttı. İşçiler önce tedirgin olmuşlar. Bir işçi
bildiriyi almış, evirip çevirdikten sonra “bu o kâğıtlardan değil, alabilirsiniz” gibi bir şeyler söyledi. Yani patronu tedirgin edecek bir bildiri değil… Patron işçileri tedirgin ederek, Ocak zamlarını düşük tutmak istediği için işçi çıkışlarını sürdürüyor. İşçiler tedirgin, bazıları patrondan zam istemeye bile çekiniyor. Oysa çekinmenin bir faydası yok. Patron ne yaparsa yapsın eğer üretim
yaparken işçi çalıştıracaksa bu mücadele devam edecektir. Bunca işçi çıkışından sonra, fabrikada çevremiz daraldı. İşçilere fikirlerimizi açmak şimdi daha zor oldu. Ancak başka da çıkar yol yok. Bu kavga işçi sınıfının kurtuluş kavgası. Yenile yenile hatalarımızdan ders çıkararak, hepimize pahalıya patlasa da, yolumuzu çizip, mücadeleye devam edeceğiz. q Bir grup işçi
Patronlar işçilerden korkuyor
7
0 işçinin çalıştığı iki şirkete bölünmüş bir yer. Kuruluşundan beri şaibeli bir işyeri. İddialara göre, patron M. Plastikte müdürlük yaparken bütün makineleri ve işleri kendi üzerine geçirmiş. M. Plastikle mahkemelik olmuş, sonra da mahkemeyi kazanarak patron olmuş. Yani müdürlükten başlamış çalmaya. Bu yüzden kimseye güvenmiyor. 2 senede 10 taneden fazla müdür değiştirmiş. Kendi hırsız olunca herkesi de hırsız sanıyor. Patron hem müdürlük hem
de patronluk yapıyor. İşyerinde kurumsallaşma kararı almış ama işe aldığı müdüre ve müdürün işe aldığı işçilere güvenmiyor. İşyerinde sömürünün en ileri aşamaları var. Pirimler asgari ücretten yatıyor. İşbaşı yaparken saat ücretini aylık 225 saat üzerinden hesapladı. Ama işyeri muhasebecisi 30 günden hesaplayıp saat ücretini düşürerek mesailerden çalmaya başladı. Asgari geçim indirimini ve mesaileri ayrı veriyor ücretleri ayrı veriyor hiçbir yasal evrak vermiyor.
Bölümün müdürü patronla tartıştı ve işten ayrıldı. Patron onun yerine benim geçmemi istedi. Önce işle ilgili beklentilerini anlattı. Sonra işçiler arasında konuşulanları rapor etmemi istedi. İsim istedi. Önce baştan savdım, işe ihtiyacım vardı. Bir hafta daha çalıştım hafta sonu patron beni çağırarak rapor istedi işlerle ve hatalı üretilmiş ürünlerle ilgili rapor verdim ama o benden çalışanlarında raporunu istedi. Ben de öyle bir rapor tutmadığımı söyledim patron da anlaşamayacağımızı söyledi ve işten çıkardı.
Patronların bir derdi üretim ise, esas derdi işçilerin onun hakkında ne düşündüğünü, ne yapacaklarını önceden öğrenme isteğidir. Patronları sadece ekonomik bir sınıf olarak görmemeliyiz. Çıkarlarını düşünen ve siyasi bir sınıftırlar. 70 işçilik bir işyerinin patronunun siyasi çıkarları için nasıl davrandığını görünce, binlerce işçinin çalıştığı fabrikaların patronlarının korkularını, özellikle de fabrika bültenlerinden nasıl tedirgin olduklarını şimdi daha iyi anlıyorum. q Onur
Şubat 2014/23
İşçilerin Sesi
İşçilerin çıkarları gibi siyaseti de ortaktır Biz işçiler aramızda bölünerek kendi çıkarlarımıza hizmet etmediğimizin farkına varalım. Desteğimizi düzen partilerinden çekelim!
İ
şçiler siyasi olarak farklı görüşlere sahip olabilir. Ya da bağımsız olduğunu düşünen veya ilgisiz olanlar da olabilir. Ama bir gerçek var ki işçiler bölünmüş durumda, aynı sınıfın üyesi olduğumuzun farkında değiliz. Durumun böyle olduğunun göstergesi işyerlerinde yemek, çay paydosları veya farklı zamanlarda yapılan sohbetlerde dile getirilen görüşler kendini belli ediyor. Mesela seçim dönemindeyiz. Hemen herkes siyaset konuşuyor, bu bir anlamda iyi, diğer anlamda yapılan tartışmalı sohbetlerde görülen şu ki; işçiler, egemen medyanın belirlediği yazılı veya görsel yayınlanan konuları takip ediyor. Mevcut siyasi partilerin beyanları hareketleri düşüncelerinden daha ileri gitmiyor. İşyerinde yapılan sohbetlerde AKP’yi destekleyen işçilerin kafalarının karışık olduğu görünüyor. Çünkü “dindar, muhafazakâr, namuslu” diye oy verdikleri parti, hırsızlık ve yolsuzluk
yapmakla suçlanıyor, ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali fazla savunmak istemiyorlar. En iyi savunma saldırıdır misalinden hareketle “iktidara gelen hangi parti çalıp yolsuzluk yapmadı ki” diyerek savunmaya geçiyorlar. Geçmişteki burjuva iktidarları göstererek yapılan yolsuzlukları meşrulaştırmak adına pozisyon almak durumunda kalıyorlar. Düzen içi muhalif partilere taraf olanlar durumu daha derinleştirerek tartışmayı mevcut haliyle değerlendirme peşindeler, aslında konuşulan yolsuzluk ve rüşvet. İşçiler son açıklanan yolsuzluklardaki rakamları rüyalarında bile göremezler. Üstelik bizim vergilerimiz, emeğimiz çalındı diye düşünmüyoruz, bu tezatlık acı bir durum, taraf olmak kör olmak ve görmezden gelmek demek. Örneğin Gezi parkı eylemleri döneminde dinlenme odasında haberleri izlerken ekranda palalı saldırganla ilgili bir haber veriliyordu. Bazı işçiler olaya kızarak tepkilerini gösterdiler, bir işçi
“esnaf zarar etmiş kızgınlığından yapıyor” deyip, “palanın keskin ucuyla değil, sırtıyla vuruyor” diyerek esnafı ve saldırganı savundu. Olayı masumlaştırmaya çalıştı tartışma devam etti. Biz işçiler, bir sınıf olduğumuzun bilincine varıp, patronların desteklediği burjuva partilerinden bize fayda gelmeyeceğini bilelim, birlikte neler yapabileceğimizi konuşup bu partilere karşı alternatif bir siyaset geliştirmeliyiz. İktidardaki partilerin savunduklarına baktığımızda aslında bizlerin her geçen gün daha da yoksullaştığımızı, aldığımız ücretlerin faturalara dahi yetmediğini görüyoruz. Bizim sorunlarımızla uzaktan yakından ilgisi olmayan partilere destek vermekle, daha fazla yoksullaşma ve sömürüye kapı aralıyoruz. İsimlerinden başka farklılıkları olmayan bu partiler için, biz işçiler aramızda bölünerek kendi çıkarlarımıza hizmet etmediğimizin farkına varalım. Desteğimizi düzen partilerinden çekelim! q S.ARIK
Örgütlenmeden hakkımızı alamayız
H
er ay yoğun mesaiden şikâyetimiz vardı. Cuma günleri yükleme var diye pazartesiden başlardı mesailer. Cuma yükleme olurdu bir hafta sonraki yüklemeye cumartesiden başlardık. İş planlamasını 1 yıllık yaparlar yoğun mesailerle 10 ayda işleri teslim ederler zam ayı yaklaştığında iş yok demeye başlarlar. İşçiye zaten düşük maaş veriyorlar işçi maaşı biraz yükselmek için mücadeleyi değil mesaiye kalmayı seçiyor. Çünkü örgütsüz, mücadeleye inancı zayıf, moralsiz. Mesai olmayınca zammı düşük yapıyorlar. İşçi zamma tepki verse iş yok çıkışta olabilir fikri var. İşçilerin borçları var çocuk okuyor ve dışarıda iş yok düşüncesiyle tepki vermiyor. İşten çıkartılmak korkusu yayıyorlar. Her sene tüm işyerlerinde uygulanan yöntemdir zam ayı geçer mesailer başlar işçinin tepkisini böyle bastırıyorlar. Artık bu numaraları yemediğimizi bilmeleri gerekir. İşçinin tek eksiği örgütlü olmayışı. İşçiler arada tepki gösterdiklerinde hemen toplandı yapıp arkadaşlar ne sorunlarınız
var biz bir aileyiz diyorlar. Ailemizden çok işyerinde olduğumuz için bunu diyorlar günde 14-16 saat çalışınca, patrona bunu söyleme hakkı doğuyor galiba. Toplantıda işçi maaşlarının düşüklüğünü biliyor ama söylemiyorlar. Yemekler, yemekhane, içme suları, servisler, tuvaletlerin temiz olmadığını söyleyip arada bir iki işçi maaşlar düşük zamlar ne olacak diye sorunca, konuyu geçiştiriyorlar. Bunların hepsini düzeltmeye çalışacaklarını söyleyip, iş zamma gelince hemen piyasa koşullarını ileri sürüp ge-
çiştiriyorlar. Bu sene değişiklik yapıp maaşlar için piyasa araştırması yapacaklarmış. Tabi işlerine geldiği gibi düşük maaş, düşük zam veren işyerlerini araştırıp ona göre bir şeyler yapacaklardır. Sendikalı işyerlerinde, ikramiyesi, yakacak parası olan fabrikaları araştıracak değiller. İşçiler bunu biliyor bu zamda geçmiş dönem kayıplarının telafi edilmesini istiyorlar. Örgütlü ve birlik olmadan hak alınamayacağını biliyoruz. Unun için çalışıyoruz. q Murat
15
AKP Yatağan’a giremez Ankara yürüyüşleri polis ve jandarma
tarafından engellenen Yatağanlı işçiler öfkeli. Hükümetin yasakçı tutumunun 12 Eylül’ü hatırlattığını dile getiren işçiler, “Gittiğimiz her yerde AKP’nin işçi ve emek düşmanı bakışını, yasaklarını halka anlatacağız. Bizlere Ankara’yı kapatanlara biz de geldiklerinde Muğla’yı kapatacağız” dediler. Sendika merkezlerinin tutumunu da eleştiren işçiler, özelleştirmeyi durdurmakta kararlı. Yürüyüşün başladığı 24 Ocak’ta Yatağan’dan çıktıkları anda araba ruhsatlarını, kontak anahtarlarını ve kimliklerini istediklerini aktaran Tesİş Yatağan Şube İşyeri Temsilcisi Uğur Kılıç, şöyle devam etti: “Bunları vermeyi kabul etmedik. Bunun üzerine Ankara’dan talimat aldıklarını ve bırakmayacaklarını söylediler. Barikat sadece Yatağan’da değildi. Aydın girişinde de olağanüstü polis ve jandarma barikatı kurulduğunu örgendik 1500 -2000 polis ve askerin olduğu söyleniyordu. Bunun üzerine Aydın Muğla yolunu trafiğe kapattık ve sonra Muğla’ya doğru trafiği iki yönlü kapatarak 40 kilometrelik yolu yürüdük. Sabah 07.00’de Muğla’ya vardık.” T.Maden-İş ve Tes-İş sendikalarının üyelerinden oluşan özelleştirmeye karşı mücadele komitesinin toplanarak yol haritasını belirleyeceğini dile getiren Kılıç “Şunu buradan ifade ediyoruz. Bizleri Ankara’ya sokmayanları biz de Muğla’ya sokmayacağız bu böyle biline” diye konuştu. Maden İşçisi Kadir Balta, “Yatağan’dan tek bir otobüs dışarı çıkartılmayacak” talimatını verenin İçişleri Bakanı Efkan Ala olduğunu yönünde duyum aldıklarını dile getirerek “İşyerinde yapılan açıklamada da Tes-İş Genel Merkezinin ‘İhale ertelendi neden Ankara’ya geliyorsunuz’ dediği söylendi. Yani özelleştirme gündemden çıkmamış ama sendika merkezi şubesini böyle yönlendirmeye çalışıyor. Biz mücadelemizi sürdüreceğiz ve daha önce aldığımız kararları uygulayacağız” dedi. Tüm engelleme çabalarına karşı daha sağlam ve kararlı adım atmak zorunda olduklarını ifade eden Balta, özelleştirmenin tamamen gündemden çıkması için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini bildirdi.q İşçilerin Sesi-Haber
İşçilerin Sesi
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
Cerrahpaşa işçisi direniyor! İ stanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Hastanesi yemekhanesinde çalışan taşeron işçileri bir süre önce rotasyona tabi tutularak hastane dışına, Beyazıt yerleşkesine gönderilmişlerdi. Beyazıt’tan geri döndüklerinde ise “yemekhanede çalışan taşeron şirketle iş sözleşmesinin yenilenmediği,” gerekçesiyle işe başlayamayacakları, yani işten atıldıkları bildirildi. Hepside uzun yıllardır aynı hastanede ve İstanbul Üniversitesi bünyesinde çalışıyordu. Yıllardır da sayısız taşeron firmaya kendi bilgi ve onayları olmadan aktarılmış ve sözleşmeleri kâğıt üzerinde yenilenmişti. Oysa 2008 tarihli iş müfettişi raporu ve 2009 tarihli iş mahkemesi kararlarıyla sağlık işçisi ve üniversitenin asli elemanı oldukları çoktan kesinleşmişti. Bu kararalar
uyarınca da taşeron şirketler aracılığıyla çalıştırılmaları muvazaalı (hileli) işçi çalıştırma olarak belirlenmişti. İstanbul Üniversitesi yıllardır bu kararı uygulamamakta ve taşeron işçilerini kadroya geçirmemekte ısrar etmiş, hukuksuzlukta direnmiştir. Cerrahpaşa’da yaşanan işçi kıyımı ile hukuksuzluklar ve hileli (muvazaalı) işçi çalıştırma bir kez daha su yüzüne çıkmış oldu. Üniversite yönetimi işten atılan 11 sağlık işçisine bir kez daha hileli ve aldatıcı beyanlarda bulunuyor; “Sizler taşeron firmanın çalışanısınız ve iş akdinizi fes eden de hastanemizle ilişiği kesilen firmadır,” diyor. Taşeron firmanın işten atılan işçilere yönelik beyanı ise bu hileyi açığa çıkarmaya fazlasıyla yetiyor; “Hastane yönetiminin onayı olmadan sizlerle
sözleşme yenileyemezdik ve yine hastane yönetiminin bilgisi dışında iş akdinizin fes edilmesi mümkün değildir.” İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa hastanesindekine benzer bir yetki tartışması İstanbul Üniversitesi Çapa hastanesinde ihale verilen bir taşeron firma yetkilisinin şu beyanıyla da açığa kavuşmuştu; “Taşeron firma olarak biz geldiğimizde bu işçiler zaten buradaydılar…” Haksızlıklar hukuksuzluklarla iç içe geçmeye ve hileli yöntemlerle işçi çalıştırma demagojik söylemlerle gizlenmeye çalışılsa da, üniversite yönetimi ile taşeron firmalar topu birbirine atarak bürokratik ayak oyunlarıyla oyalamaya çalışsalar da yaşanan işçi kıyımının sebep ve sonuçları ortadadır. Bu işçiler İstanbul Üniversite-
sinin asli çalışanı ve sağlık işçileridir. İşten atılmalarının sorumluluğu doğrudan doğruya üniversite yönetimine aittir. İşe geri dönüşlerini sağlama yükümlülüğü de İstanbul Üniversitesi yönetimindedir. İşten atılan Cerrahpaşa taşeron işçilerinin direnişi sürüyor. Üyesi oldukları Devrimci Sağlık-İş Sendikası ile birlikte 13.01.2014 tarihinde kurmuş oldukları direniş çadırı hala hastane bahçesinde. Sınıf dostları ve işçi arkadaşları dayanışma ziyaretlerinde bulunuyor. Kardeş Çapa taşeron işçileri sık sık yanlarında oluyor. İstanbul Üniversitesi öğrencileri hiç yalnız bırakmıyor. Cerrahpaşa’da işten atılan 11 taşeron işçisi direnişe devam ediyor ve sınıf dostlarını dayanışmaya çağırıyor. q İşçilerin Sesi - Haber
“Biz haklıyız, biz kazanacağız!”
2
2. Ocak’ta “İnsan İhaleyle Çalıştırılamaz Sağlıkta Taşeron Olmaz,” dedik. Çağrısını yaptığımız basın açıklamasına yaklaşık 30 kişi katıldı. Bunların yaklaşık üçte biri, yani 10’u taşeron işçisiydi. Çapa’da çalışan bin civarı taşeron işçisiyle orantıladığımızda tablonun vahameti daha da anlaşılıyor. Taşeron kölelik sisteminin sendikal haklarımızın ve örgütlenme araçlarımızın gasp edilmesinin adı olduğunu ise unutmamalı ve unutturmamalıyız. Taşeron sağlık işçileri olarak yaptığımız işler fiilen ortada. Hasta kayıt, hasta hizmetlisi, ameliyathane işçisi, hijyenik sağlık alanının temizliğini yapan temizlik işçileri vs diye bu listeyi uzatabiliriz. Bizleri kâğıt üzerinde farklı iş
kollarında çalışır gösteren taşeron firmalar nedeniyle bölünüp parçalanıyor, sendikal haklarımızdan mahrum bırakılıyoruz. Bu örgütlenme hakkımızın gaspıdır. Ortak bir mücadeleye ve diğer haklarımız gibi örgütlenme hakkını da elde etmeye hayati derecede ihtiyacımız var. Bıçak Kemiğe Dayandı! Sermayenin ve hükümetinin saldırılarına güçlü bir şekilde karşı koyabilmek için öncelikli olarak sendikal örgütlenmelerimizin önündeki dayatmacı ve bürokratik prangalardan silkinip kurtulabilmeliyiz. Aksi durumda “Taşları bağlamışlar köpekleri salmışlar,” özdeyişinde olduğu gibi sermayenin ve hükümetinin saldırıları karşısında savunmasız kalmaya devam edecek ve her geçen gün daha fazla par-
çalanacağız. Taşeron işçileri olarak, bu kölelik düzenine son verme kararlılığını herkesten daha çok bizler taşımalıyız. Kölelik düzenine mahkûm olmamalıyız. Hastanemizde taşeron firma tarafından yapılmak istenen “Geçici İş Sözleşmesi”ni imzalamayarak ilk adımlarımızı atmalıyız. Asıl işverenimiz olan İstanbul Üniversitesi’nin sözleşmelerinin ve kadrolu çalışmamızın işlemlerinin bir an önce yapılmasını istiyoruz. Taşeron firma bile gerçeği itiraf ediyor ve “Biz geldiğimizde bu işçiler buradaydı biz gittikten sonrada yine burada olacaklar,” diyor. Örgütlü ve Birleşik Mücadele İstanbul Üniversitesi rektörlüğünün hukuksuzlukları taşeron işçileriyle de
sınırlı değil. “Güvenceli ve kadrolu” çalıştığını zanneden emekçi arkadaşlarımızın hakları da “performans” denilen sistemle gasp ediliyor ve güvenceleri parça parça ellerinden alınıyor. Performans paraları ise keyfe keder dağıtılıyor. “Üniversitenin çok borcu var ve bu borçlardan kurtulmamız gerek,” diyerek “daha fazla para kazandırmalısınız” baskıları yapılıyor. Emek sömürüsü en üst noktaya tırmandırılıyor. Tekrar ediyoruz; Ücretli kölelik düzeninin taşeron sistemi bizleri en alt noktada eşitlemekte kararlıdır. Çıkış yolu ise örgütlü ve birleşik mücadeleden geçiyor. Biz haklıyız biz kazanacağız! Başkaca bir seçeneğimiz yok. q Mecnun ÇINAR / İ.Ü. Taşeron İşçisi