Kadınlar birleşirse kazanır Kadınlar geceleri de, sokakları da, alanları da istiyorlar. Tabi tüm bunların yolu kadın dayanışması ve birleşik kadın mücadelesinden geçiyor. > 16
305 çalışanın işe iadesi en doğal haklarıdır, lütuf değil! İşçilerin büyük çoğunluğu işe geri dönmeyi kabul ettiler. Çünkü bunu hak etmişlerdi, çıkışları büyük haksızlıktı. Seyfi Adalı>5
İşçilerin Sesi İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
ISSN: 2147-1568
Mart 2014 / Sayı 24 Fiyatı: 1.5 TL
Kabataş: İkiyüzlü bir siyaset örneği! Gezi olayları sırasında Kabataş’ta bebeğiyle saldırıya uğradığını iddia eden başörtülü bir kadınla ilgili aylar sonra bir televizyon kanalında çıkan görüntüler adeta bir infial yarattı. Ne yazık ki kadınlar söz konusu olduğunda takınılan genel tavır değişmedi: Kadınlar adına, kadınlar üzerinden siyaset yapıldı, fikirler üretildi, akıl verildi. Sapla sapan karıştırıldı. Banu Paker > 3
“Paralel devlet”e karşı MİT devleti Hükümet, “paralel devlet” adını verdiği bir hayalet yaratıp, sonra da onu “taşlayarak” kendini aklamaya, temize çıkarmaya çalışıyor. MİT Teşkilat Yasasında değişiklik yapılmasını öngören ve halen Meclis’te görüşülmekte olan tasarı yasalaşırsa, esas paralel devlet, hükümet eliyle kurulmuş olacak. Sahip olacağı olağanüstü yetkiler ve dokunulmazlığı dikkate alındığında, MİT, gerçek bir paralel devlete dönüşecek. İlkay Öngören > 6
CHP sağa kayarak iktidar olmayı umuyor CHP, “ne olursan ol bana gel oy ver, şu AKP’yi yıkalım” diyor. Bunun için, politikalarını esnetiyor ve AKP’ninkine yaklaştırıyor. ANAP’a benzer bir şekilde, çeşitli burjuva eğilimleri içine alarak, aday yaparak, genişlemeye ve iktidara gelmeye çalışıyor. Mustafa Eker > 8
1991 Zonguldak Maden İşçileri Ankara Yürüyüşü
Seçim bir gün, mücadele her gün! Yerel seçimlere, devlet krizi koşullarında gidiliyor. Yerel seçimler, her dönemde, yerel yöneticilerin seçiminin ötesinde siyasi bir anlam taşımıştır. Toplumdaki çeşitli siyasi eğilimler arasında, o andaki güç dengesini yansıtan bir barometre işlevi görmüştür. Ancak bu defa, kendi aralarında kıyasıya bir mücadele yürütmekte olan burjuvazinin temsilcileri, 30 Mart yerel seçimlerini adeta bir ölüm-kalım kavgasına dönüştürmüş durumda.
AKP iktidarının seçimlerden ciddi bir siyasi kayba uğramadan çıkması, yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarıyla kendisini hedef alan saldırının, toplumda genel bir kabul görmediği şeklinde yorumlanacak; böylece AKP’nin, siyasi krizi kendi lehine çözmesinin yolu açılmış olacaktır. Buna karşın, İstanbul, Ankara gibi metropolleri ve Kürdistan’daki mevzilerini kaybetmesi halinde, halktan güvenoyu alamamış olacaktır. Böyle bir sonuç, AKP hü-
kümetine verilmiş, “artık, git” mesajı olarak algılanacaktır. Bunun sonucu olarak, AKP’nin kendi içinde yeni bir yapılanmaya gitmesi ya da bölünmesi; yeni iktidar alternatiflerinin ortaya çıkması olasıdır. İşte o nedenle, bugün AKP iktidarı, siyasi gücünü arttırmak için çıkardığı yasalar, yargı ve emniyette gerçekleştirdiği operasyonlarla mevzi kazanmaya, kendi konumunu güçlendirmeye çalışıyor. > Devamı 2. sayfada
2
İşçilerin Sesi
Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir.
Seçim bir gün, mücadele her gün!
Mart 2014/24
Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Şubat 2014 Sayı: 23 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 2/48 Kadıköy İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com
Burjuva muhalefet ve özellikle CHP ise, bir yandan yolsuzluk ve rüşvet olayları ile ilgili konuşma bantlarını kamuoyuna açıklayıp, hükümeti teşhir ederken diğer yandan, aday profilini, mutlaka kazanma hedefine yönelik olarak düzenliyor. Gülen tarikatı yanlılarından MHP’lilere kadar geniş yelpazede, çok sayıda sağcı siyasi ismi kendi bünyesine katıyor.
leplerini, ayrıca işçi sınıfının kimi kısa vadeli taleplerini de programına alıp savunan bir siyasi odak olarak, HDP-BDP öne çıkıyor. En azından güçlü Kürt dinamiğini arkasına almış haliyle, fiilen olmasa da fikren, egemen sınıflar içindeki bölünme ve çekişmenin dışında, bir “üçüncü cephe”yi, emekçilerin ve ezilenlerin demokratik cephesini simgeliyor.
Seçimlerde işçi sınıfının adı yok Seçimlere gidilirken işçi hareketi, tek tek kimi işyerlerinde, saman alevi gibi yanıp sönen ekonomik temelli mücadelelerin ötesinde, ciddi bir toplumsal etkinliğe sahip değil. Ekonominin ve buna bağlı olarak paylaşılacak “pastanın” büyüdüğü koşullarda bile, asgari ücret seviyesinde, kölece çalışma koşullarına mahkûm olmuş durumda. Sendikalaşma oranı, tarihinin en geri noktasında. Ülke bir taşeron cumhuriyetine dönüşmüş bulunuyor. İşçi sınıfı ise, tekil direnişler dışında, bu boyunduruğu kıracak bir inisiyatif ve enerjiye sahip değil. Bu düzeydeki bir hareketin, kendisini siyasi alanda bağımsız olarak ifade etmesi ve kendi siyasi alternatifini yaratması mümkün değil. O nedenle bu seçimlere de, işçi sınıfı partisi ve sınıf dinamizminin ortaya çıkardığı işçi adaylardan yoksun olarak gidiliyor.
Oylar HDP-BDP’ye Bu nedenle 30 Mart yerel seçimlerinde HDPBDP’ye oy vermek, egemen sınıf eğilimlerinden kopmak ve egemenler dışı bir çözümün mümkün olduğu yönünde irade beyanında bulunmak anlamına gelecektir. Ayrıca HDP-BDP’ye oy vermek, Kürt ve Türk emekçileri ile diğer ezilenleri birbirine yakınlaştıracak ve bunlar arasında ortak bir demokrasi cephesi kurulmasının zeminini hazırlayabilecektir. Hatta adayın kimliği ve yerelin özelliğine bağlı olarak, Kürt ve Türk işçilerin siyasi yakınlaşmasına da yol açabilecektir.
HDP-BDP’nin seçim başarısı, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenleri talepler mücadelesinde cesaretlendirecek, onlara moral aşılayacaktır. Ama o kadar. Mücadeleci işçiler ve işçi sınıfı sosyalistleri, “üç dakikalık demokrasi oyununda” oylarını, kendileri açısından en doğru biçimde kullanırken, kısa ve Bu tablo, siyasi kriz yaşamakta olan ve eko- uzun vadeli taleplerini elde etmenin yolunun, nomik krizin ayak seslerini duyan egemen sınıfları seçim sandıklarından değil, fabrikalarda, işyerrahatlatırken, egemen sınıf eğilimlerinden kop- lerinde, yaşam alanlarında sürdürecekleri mümuş ya da kopacak işçilerin alternatif bulmakta cadeleden geçtiğini bir an bile akıllarından çızorlanmasına yol açıyor. Bu noktada, Kürtlerin karmazlar. Seçim bir gün, mücadele her gün! yanı sıra emekçilerin, kadınların, ezilenlerin ta-
Mart 2014/24
İşçilerin Sesi
3
Kabataş: İkiyüzlü bir siyaset örneği! Bir kadın tacize uğradığını beyan ettiğinde kadının beyanı doğru kabul edilmeli ve aksini kanıtlamak görevi karşı tarafa düşmeli
G
ezi olayları sırasında Kabataş’ta bebeğiyle saldırıya uğradığını iddia eden başörtülü bir kadınla ilgili aylar sonra bir televizyon kanalında çıkan görüntüler adeta bir infial yarattı. Ne yazık ki kadınlar söz konusu olduğunda takınılan genel tavır değişmedi: Kadınlar adına, kadınlar üzerinden siyaset yapıldı, fikirler üretildi, akıl verildi. Sapla sapan karıştırıldı. Türkiye’de kadın hareketi, feminist hareket, her siyasi hareketin olması gerektiği gibi bir ahlaka, bir geleneğe ve politik ilkelere sahip. Bu miras bir günde ya da bir olayla oluşmadı. Kadın dayanışması ise bir dilek ya da içi boş bir romantizmden öte, bu toplumda ezilen bir cins olarak kadınların hem ezilmesinin koşullarını anlamanın hem de güçlenmelerinin yolunu açmanın vazgeçilmez araçlarından biri. Bu nedenle Kabataş’ta başörtülü bir kadının uğradığı saldırıyı kınamak gerekliydi. Feminist hareket de öyle yaptı. Bir kadın tacize uğradığını söylü-
yorsa, kadının kimliği, inancı, kılıkkıyafeti, yaşı, mesleği, aile yapısı vb ne olursa olsun, öncelikle kulak verilmesi gereken kadının söyledikleridir yani beyanıdır. Çünkü bu ilke, kendini kadının beyan ettiği sözlerin “doğru olup olmadığı” noktasından hareket ederek oluşmamıştır. Hareket ettiği dayanak, kadınların sistematik bir şekilde taciz edilmesi, aşağılanmasıdır. Kadınlar her alanda erkek egemen sistemin mağduru durumundadırlar. Bir kadın tacize uğradığını beyan ettiğinde kadının beyanı doğru kabul edilmeli ve aksini kanıtlamak görevi karşı tarafa düşmelidir. Sık sık ileri sürülen “masumiyet karinesi” ne olacak sorusu da anlamlı değildir. “Kadının beyanı esastır”, “masumiyet karinesi” (suçu ispat edilene kadar herkes masumdur!) ile çelişmez. Burada dikkat çekilen, bir kadın beyanda bulunduğunda “yalan söylüyor, oyuna getiriyor vb.” demek yerine, kadının tacize, cinsel şiddete uğramış olabileceğinden hareket et-
#HerşeyYalanHeryerYolsuzluk
Tayyip Erdoğan ve oğlu Bilal Erdoğan’ın 17 Aralık’ta 1 milyar doları nasıl eriteceklerini konuştukları telefon kaydının internete düşmesi sonucu pek çok ilde eylem çağrısı yapıldı. İstanbul, Ankara ve İzmir’deki eylemlere katılım yüksekti. “Hırsızlar halka hesap verecek”, “Bu pisliği halk sıfırlar”, “Hırsız Var”, “Gaz yedik, cop yedik, haram yemedik” sloganları atıldı. İstanbul’da Kadıköy’de toplanan kitle tarafından Kadıköy İskelesine ait hoparlörlerden ses kaydı dinletildi. Ka-
dıköy’deki eylemler gece geç saatlere kadar sürdü, polisin sert müdahalesi oldu. Eylemde 8 kişi polisin attığı plastik mermi ve gaz fişekleri ile yaralandı, 11 kişi gözaltına alındı. Aynı gün, Tayyip Erdoğan tarafından ODTÜ içinden geçen yolun açılışı, öğrenciler tarafından protesto edildi. ODTÜ öğrencilerinin açılış alanına yaptığı yürüyüşe polis gaz bombaları ve plastik mermilerle saldırdı. Eylem sırasında öğrenciler açılışı yapılan 1071 Malazgirt Bulvarı’na çıktı, açılan yolu yeniden kapattı. İşçilerin Sesi Haber
mektir. Kabataş’ta taciz olup olmamasından bağımsız olarak, önemli olan kadınların gündelik hayatlarının bir parçası olarak tacizi yaşadıkları, tehdit altında olduklarını hatırlamaktır. Kabul edilmeyecek olan budur. Başbakan Erdoğan ve yandaş medya, taciz olayını bir yandan gezi direnişine karşı bir saldırı olarak kullandı bir yandan da kadınların mücadelesini yok sayarak “kadının beyanı esastır” ilkesini çekiştirdi, içini boşaltmaya kalkıştı. Kabataş'ta tacize uğradığını beyan eden kadın ilk günden bu yana farklı politik argümanlara alet edildi. Başbakan bu olay karşısında “Benim başörtülü bacımı yerlerde sürüklediler” diyerek kadının beyanını siyasi malzeme olarak kullandı. Kadınların maruz kaldığı erkek tacizinin ve kadının beyanının siyasi bir malzemeye dönüştürülmesinin baş sorumlusu Başbakan Erdoğan, bugüne kadar reddettiği, “kadının beyanı esastır”
ilkesinin bir anda savunucusu oldu. Kadınlara yönelik cinsel şiddet suçları ile ilgili verilen Adli Tıp ve hastane raporlarının mahkemelerde esas alınması konusunda yaşanan sorunlar diz boyu. Hükümet bu durumu dert etmeli! Dolmabahçe'de başbakanın ofisinin önünde polis şiddeti sonucu bebeğini kaybeden Genç Sen'li kadın için kılını kıpırdatmayan başbakan; Ankara’da polis saldırısı sonucu kalçası kırılan kadın için "O kadın, kız mıdır kadın mıdır?" demekten çekinmedi. Örnek vermekte sıkıntı çekmeyeceğimiz açık. Bugün Kabataş’taki kadının yaşadıkları üzerine bu tartışmalar yürütülüyor ve kadının sözü güvenilir bulunmuyorsa bunun önemli bir nedeni, Başbakan’ın ‘başörtülü bacım’ dediği kadın da dahil bütün kadınların maruz kaldıkları şiddeti bugüne kadar yok saymasıdır. Banu Paker
Eğitim emekçileri grevde
Eğitim-Sen ve Türk Eğitim-Sen, AKP ve cemaat arasında dershanelerin dönüştürülmesi tartışmalarıyla başlayan ve eğitim sisteminin idari yapısının baştan sona değiştirmeyi öngören yasaya karşı 26 Şubat’ta örgütlü oldukları tüm iş yerlerinde greve çıktı. Türk Eğtim-Sen Beyazıt’ta, Eğitim-Sen İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü önünde eylem yaptı. Eğitim emekçileri, eğitim sisteminde tarihin en büyük tasfiye ya-
sasına ve siyasi iktidarın dayatmalarına itiraz ediyor. Şu anda TBMM gündeminde olan tasarı ile; eğitimde esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma uygulamaları artacak, dershanelerin dönüştürülmesi bahanesiyle kamu kaynakları özel okullara aktarılacak, 4 yıl ve üzeri görev yapmış olan bütün eğitim yöneticileri tek bir yasa ile görevden alınabilecek. İşçilerin Sesi Haber
4
İşçilerin Sesi
Menemen Eğitim Sen’de iki liste yarıştı
Mart 2014/24
Greif İşçileri: İşgal, Grev, Direniş!
Eğitim- Sen İlçe Temsilciliğinin 9. Olağan Kongresi Ocak ayında yapıldı. Kongreye 426 üyeden 283’ü katıldı. Yürütmeye (Tüzüğe göre artık yönetim deniliyor) aday iki liste vardı: Emek Hareketi ve Devrimci Sendikal Dayanışma Hareketinden adayların olduğu beyaz liste ve Yurtseverler ile bağımsız adayların olduğu mavi liste. Kongre sonucunda mavi listeden aday olan, beş kişi yürütmeye geldi. Bağlı olunan şubenin Mart ayındaki kongresinde, yürütme adaylarına oy kullanacak 63 delegenin tamamı da mavi listeden çıktı.
Erkek adaleti değil, gerçek adalet istiyoruz! 2012 yılının Mart ayında, Dikili’de, 14 yaşındaki E.A.’ya önce babasının arkadaşı A.K, sonra da yardım istemek için durumu anlattığı Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmeni R. K. tecavüz etti.15 Kasım 2013 tarihinde Bergama Ağır Ceza Mahkemesi’nde ilk duruşma görüldü. Mahkeme sonunda, savcının tutuklama istemine rağmen, A.K ve R.K için tutuksuz yargılama kararı çıktı. Ayrıca, R. K, davanın takipçisi Eğitim-Sen’i kastederek, E.A’nın bir kısım çevreler tarafından kullanıldığını ve kendisine komplo kurulduğunu iddia etti. İkinci duruşma 3 Şubat’taydı. Avukatların, sanıkların tutuklanması yönündeki talebi yine reddedildi. Tecavüz sanığı öğretmenin, mahkemeye giriş ve çıkışında, sivil ve resmi polisler tarafından yoğun koruma altında tutulduğu görüldü. Dava 21 Nisan’a ertelendi. Halen Konya’da öğretmenlik yapmakta olan sanık R.K’nin, daha önce Foça’da görev yaptığı okulda da, birden fazla sayıda öğrenciye cinsel tacizde bulunduğu suçlaması nedeniyle, 6 ay açığa alındığı ve sonrasında görevine iade edildiği öğrenildi.
T
aşeron kölelik sistemine karşı Hadımköy’de bulunan fabrikalarını işgal ederek greve çıkan ve direnen DİSK-Tekstil üyesi Greif işçileri, tutumlarından dolayı DİSK yönetimini de protesto ettiler. Şişli’de bulunan DİSK Genel Merkezine yürüyüşler yapan Greif Direnişçilerinin açıklamalarını özetle sunuyoruz: Emeğine ve Onuruna Sahip Çıkan DİSK Tekstil Üyesi Greif İşçileriyiz Fabrikalarımızda, taşeron sistemi ve kölelik koşulları artık o denli katlanılmaz bir hal almıştı ki, bizler işverenin toplu sözleşme görüşmelerindeki dayatmalarına karşı tek çareyi başkaldırmakta bulduk. Her türlü bedeli göze alarak üretimi durdurup fabrikamızı işgal ettik. O günden bu yana, emekten, mücadeleden yana sendikalar, meslek odaları, devrimci-demokratik kurumlar ve hepsinden önemlisi vardiya çıkışlarında başka fabrikalardan gelen sınıf kardeşlerimiz candan bir destek gösterdiler. Ne var ki bu işi asıl görev edinmesi gerekenler üyesi bulunduğumuz DİSK Tekstil İşçileri Sendikamız yöneticileri ve DİSK yöneticileri sorumluluklarından ısrarla kaçındı. Sendikamızın Şirinevler’deki binasına, neden gelmediklerini sormak ve direniş alanına davet etmek için aramızdan seçtiğimiz bir heyet gönderdik.
Geleceğimiz saati öncesinden, sendikamızın Genel Başkanı Rıdvan Budak‘a telefonla haber vermiş olmamıza rağmen, sendikamızı tabelası sökülmüş halde bulduk ve bizi kilitli bir demir kapı karşıladı. Durumu aktarmak ve desteğe gelinmesini istemek için DİSK’in Şişli’deki Genel Merkezi’ne gittik. Görüşme yaptığımız DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu, durumdan haberleri olmadığını, zaten meselenin kendilerini ilgilendirmediğini, sendika ile aramızda halletmemiz gerektiğini söyledi. DİSK yöneticileri bize, yaptığımızın kanunlara aykırı olduğunu, yasal toplu sözleşme prosedürünü işletmemiz gerektiğini de “hatırlatmaktan” geri durmadı. Aynı yasalar, sendikal barajlarla biz işçilerin elinden sendika/toplu sözleşme hakkımızı dahi almıyor mu? O yasaları yapanlar emeğimizi ve alınterimizi çalmıyor mu? DİSK’in üyesi kaç sendika baraj altında bırakılıp, toplu sözleşme yetkisi elinden alınıyor? Çeşitli işkollarında grev yasağı yetmezmiş gibi dolambaçlı kanun labirentlerinde ve sonu gelmez hukuki prosedürlerle grev silahımız fiili olarak elimizden alınmıyor mu? Artık birçok yönüyle yasallaştığı için taşerona karşı dişe diş bir mücadeleye kalkıştık diye suç mu işlemiş oluyoruz? Sendika ve grev hakkımızı savunmak biz işçilerin fiili ve meşru bir mücadele çizgisiyle, “İşgal, Grev,
Direniş” eylemleriyle olanaklı değil mi? Hepsinden öte, DİSK’imizin varlığını borçlu olduğunu söylediğiniz işçilerin iradesi, bugün işgal fabrikamızda, GREIF’ta hayat bulmuyor mu? Biz Greif Fabrikalarındaki 1500 işçi, DİSK’i yaratan mücadele ruhunu ve değerlerini benimseyerek yola çıktık. Cumartesi günü “KAVEL’den GREIF’e İŞGAL, GREV, DİRENİŞ!” şiarıyla DİSK’in 47. kuruluş yıldönümünü mücadele geleneğine ve ruhuna uygun biçimde, Hadımköy’deki işgal fabrikamızda düzenlediğimiz etkinliğimizle kutladık. İşçi sınıfını #Direnİşçi kampanyasıyla direnişe çağıranların, bu çağrıya uyup hakları ve onuru için direnişe geçen biz işgalci GREIF işçilerini yüzüstü bırakması, bizleri kaderimize terk etmesi ne ile açıklanabilir? Kardeşler, size çağrımız bulunduğunuz tüm fabrikaları, işletmeleri birer mücadele mevzisine çevirmeniz ve üyesi olduğunuz sendikaları, bürokratlardan, sendika patronlarından arındırarak sınıf hareketinin önünü el birliğiyle açmamızdır. Sendikacılar ya görev başına ya kapı dışına! Yaşasın onurlu mücadelemiz! İşgalci Greif İşçileri
Mart 2014/24
İşçilerin Sesi
5
305 çalışanın işe iadesi en doğal haklarıdır, lütuf değil! İşçilerin büyük çoğunluğu işe geri dönmeyi kabul ettiler. Çünkü bunu hak etmişlerdi, çıkışları büyük haksızlıktı.
H
avacılık işkoluna grev yasağı getiren yasa tasarısının bir basın açıklamasıyla protesto edilmesinin ve hemen peşinden 305 işçinin işten atılmasının üzerinden neredeyse 2 yıl geçti. 29 Mayıs 2012 tarihinden 20 ay sonra Türk Havayolları işçileri “geri almayı” teklif etti. Aradan geçen süre içinde işçiler işe geri dönmek istediklerini defalarca belirttikleri ve eylem yaparak bu talebi dile getirmelerine rağmen THY yönetiminden hiçbir yanıt almadılar. Hatta Yargıtay kararıyla işe iadesine karar verilen işçiler tazminatları ödenerek işe alınmadılar. Neden bugün işe geri alınıyorlar? Türk Havayolları ne yapmaya çalışıyor? 29 Mayıs’tan sonra, Atilla Ayçin ve Hava-İş yönetimine karşı işçiler arasında güçlü bir biçimde güvensizlik duyulmaya başladı. Şirket de bunu kullandı. Yani “Atilla Ayçin yönetimde olduğu sürece işçilere hiçbir hak verilmeyeceği” şirket tarafından defalarca ifade edildi. TİS süreci uzatıldı. Sendika ile THY arasında karşılıklı mahkemeleşme durumu sürdü. İşçiler arasında “haklarımız kalsın, üstüne bir şey istemiyoruz” noktasına gelindi. Aralık ayında yapılan kongreyi Ayçin kaybetti ama işçiler yönetime gelemedi. Yeni sendika yönetimi mücadeleci olmaktan çok “işverenle diyalogcu, mü-
zakereci, endüstriyel ilişkilere saygılı” olduğunu belirtiyor. Kısaca “işverenci” sayılıyor. 305 işçinin işe geri alınmasını sağlayarak, işverenden hak almanın tek yolunun mücadele olmadığı, müzakere yoluyla da işe iadenin mümkün olduğu fikrini yayıyor. Türk Havayolları işçisini sendikayla yöneten bir şirket. Çünkü çalışanların şirkete güveni çok düşük. Güvenebilecekleri tek adres ise sendika. Sendikaya olan güveni yeniden sağlamak üzere 305 işçiyi geri aldıran “sendikadır” görüntüsü verilmek isteniyor. Şirketin amacı, sendikaya işçiler gözünde itibar kazandırarak, içerde istediği gibi at koşturabilmek. Şirket ve sendika, hangi koşullarda işe iade yapacak? Dört farklı durumda işçi var: Birinci grupta, sendikal faaliyetin içinde yer alan ve işverenin geri almayı kabul etmediği 24 kişi. İkincisi, davasını kazanıp tazminat haklarını alanlar. Üçüncüsü, davasını kaybetmiş olanlar (bunlardan bir kısmı Anayasa Mahkemesine başvurdu). Dördüncüsü ise, davası temyizde olanlar. THY yönetimi ilk grup dışında kalanlara şu koşulları dayattı: Tazminatını alanlar işe sıfırdan, ilk kez işe giriyormuş gibi kabul edilecek. Eski ücretlerinin yüzde 80’iyle işbaşı yapacaklar. Davasını kaybedenler, eski ücretleriyle işe başlayacaklar, kıdemleri saklı kalacak ancak aradaki 20 aylık süre “kıdem dondurulacak”. Davası devam edenler, davalarını geri çekmek koşuluyla, yine 20 aylık kıdem dondurma uygulamasıyla yüzde 100 ücretiyle işbaşı yapacaklar. Sendikanın sözleşme dediği ise, THY’nin dilekçe diye adlandırdığı anlaşma. Ucu açık bir metin. İlk
işe girişteki bütün kriterler (kilodan eğitime kadar) yeniden uygulanacak. Dilekçe sözleşme hukukuyla hazırlanmamış. Sözleşme hükümleri kesindir, nettir; cümleler ve/veya ile bağlanmaz. Dilekçe o kadar esnek ki, işveren her an şu veya bu nedenle işe geri almaktan vazgeçebilir. İşe iade doğal bir hak, lütuf değil! İşçilerin büyük çoğunluğu işe geri dönmeyi kabul ettiler. Çünkü bunu hak etmişlerdi, çıkışları büyük haksızlıktı. Ancak bu geriye dönüş işlemi, 20 ay boyunca işçilerin yürüttükleri mücadelenin bir sonucu değil de, yeni sendika yönetimiyle THY yönetiminin lütfu olarak sunuluyor. Bu geriye dönüş, işverenin şartlarını kabul ederek bir geri dönüştür. Buna yol açansa, işçilerin hak etmedikleri işten atılmayı içlerine sindirememeleri, iade yoluyla bir tarihi silip atma olanağı elde etmiş olmalarıdır. Diğer yandan şirketin maddi olanakları ve aradan geçen 20 ay boyunca eş değer bir iş bulmanın zorlukları, işçilerin dayatılan şartları kabul etmesine yol açtı. Eğer THY işe geri alırken suçunu kabul etmiş olsaydı ve sendika işçi haklarında diretseydi, sadece geri dönmekle kalmayıp, arada geçen 20 aylık dönemin ekonomik kayıplarını, sözleşme farklarını işçilerin alması sağlanabilirdi. TİS 3 yıllık imzalandı Grevdeki işçilerin işe geri alınmasının ardından, sendika yönetimi toplusözleşmeyi 3 yıllığına imzalayarak, THY yönetiminin rahat bir nefes almasını sağladı. Daha önce, sözleşmeler 2 yıllığına yapılıyordu. THY ve Teknik AŞ işçileri, azınlık sendika yönetiminin atacağı adımları yakından izliyorlar. Sendika yönetimine güvenen işçi pek yok. Sendika yönetimi, Ayçin yönetiminde alınamayan ama THY’nin verebileceği hakları alarak, işçinin gözüne girmek istiyor. 2016 yılı Ocak ayında yeni sözleşme için masaya oturulacak ve esas hak kayıplarının bu sözleşmede yaşanması muhtemel olacak. Hazırlanıp görelim! Seyfi Adalı
İnternet sansürü yasalaştı İnternetle ilgili düzenlemelerin de bulunduğu 26 maddelik Torba Yasa, TBMM Genel Kurulu’nda görüşüldü ve yasalaştı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Anayasaya aykırı bir iki pürüz olduğunu belirttikten sonra internetle ilgili düzenlemeyi onayladı, Genel Kurul’da verilen bir önerge ile yasaya kısa bir makyaj yapıldı. Bu haberin yazıldığı sırada yasa son haliyle Cumhurbaşkanı’nın onayını bekler durumda.
İnternetle ilgili düzenlemede kimi değişiklikler yapılmış olmasına rağmen, içeriği değişmedi. Yasadaki URL bazlı yasaklama ve fişleme yerli yerinde duruyor. TİB (Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı) “siber güvenlik” gerekçesiyle “mahkeme kararı olmadan” tüm bilgilerimize erişim hakkına sahip olacak. Yasa kişi haklarına saldırıdır Alternatif Bilişim Derneği, 5651 nolu (İnternet ortamında yapılan ya-
yınların düzenlenmesi ve bu yayınlar yoluyla işlenen suçlarla mücadele edilmesi hakkında kanun) kanunu AİHM’e taşımış ve davayı kazanmıştı. Yeni düzenleme ile 5651 nolu kanundan dahi geriye gidilmiş oluyor. İnternet servis sağlayıcılar sansürün parçası olacak Yeni yasaya göre İnternet Sağlayıcıları Birliği (İSB) kurulması öngörülüyor. Servis sağlayıcıları, erişimi engellenen sitelere alternatif yöntemler
kullanarak bağlanmamızı engellemek için yeni önlemler almakla yükümlü olacaklar. İSB’nin nasıl bir kurum olacağı henüz belli değil; sansürü güçlendirmek amacıyla kurulacağına dair şüpheler var. Yeni yasa internetteki tüm iletişimin fişlenmesi, TİB aracılığıyla sansürün kurumsallaşması anlamına gelmektedir. Sansür ve fişlemeye karşı mücadele edilmeli, bu yasa çöpe atılmalıdır.
6
İşçilerin Sesi
Mart 2014/24
“Paralel devlet”e karşı MİT devleti Hükümet iktidarını korumak, kendisine yönelik saldırıları savuşturmak için hiçbir şekilde dokunulmaz bir savaş aygıtı oluşturuyor.
H
ükümet, “paralel devlet” adını verdiği bir hayalet yaratıp, sonra da onu “taşlayarak” kendini aklamaya, temize çıkarmaya çalışıyor. MİT Teşkilat Yasasında değişiklik yapılmasını öngören ve halen Meclis’te görüşülmekte olan tasarı yasalaşırsa, esas paralel devlet, hükümet eliyle kurulmuş olacak. Sahip olacağı olağanüstü yetkiler ve dokunulmazlığı dikkate alındığında, MİT, gerçek bir paralel devlete dönüşecek. Hükümetin bu yola başvurmasının birkaç nedeni var. Birinci olarak, siyasi iktidar hiçbir devlet kurumuna güvenmiyor; “paralel devlet”in bu kurumlarda etkin olduğunu düşünüyor. Buna karşı güçlendirilmiş MİT’in korumasına sığınıyor. İkinci olarak, kendisinden hesap sorulması muhtemel konularda açıklarını kapayarak, kendisini sağlama almaya çalışıyor. Örneğin, hükümetten İmralı ya da Oslo görüşmelerinin hesabı sorulduğunda, “ben görüşmedim MİT görüştü” diyecek. Suriye’ye gönderilen silahların hesabı sorulduğunda, “ben göndermedim MİT gönderdi” şeklinde kendini savunacak. Buna karşılık, sahip olacağı dokunulmazlık zırhı sayesinde, hiçbir merci, bu tasarruflarından dolayı MİT’ten hesap soramayacak Bir İç Savaş Aygıtı Olarak MİT Meclis’e getirilen yasa teklifi ile MİT’e olağanüstü yetkiler tanınıyor. MİT faaliyeti olarak nitelenen uygulamalar
yargı denetiminden bağımsız hale getiriliyor. Bu düzenleme ile geçtiğimiz günlerde gündemi meşgul eden, Suriye’ye silah gönderilen kamyonların açığa çıkarılıp engellenmesi gibi olayların önüne geçilmeye çalışılıyor. Savcıların, MİT faaliyeti olduğu söylenen herhangi bir eylemi soruşturması yasaklanıyor. MİT’in, her türlü kamu veya özel kuruluştaki tüm bilgi ve belgelere ulaşmasına izin veriliyor. Kurumlar kendi iç düzenlemelerini gerekçe göstererek, belgeleri teslim talebini reddedemiyor. MİT’e, sorgusuz sualsiz, tüm bilgisayar sistemlerine, bankaların ve dernek, sendika gibi toplumsal kuruluşların kayıtlarına, vatandaşların özel hayatına dair bilgi ve veriye ulaşma hakkı tanınıyor. Sadece kurumlara değil mahkemelere de soruşturma ve kovuşturma tutanakları ile delilleri MİT’e teslim zorunluluğu getiriliyor. MİT, sınırsız dinleme ve izleme hakkı kazanıyor. Düzenleme ile telekomünikasyon kanalları vasıtasıyla herkesin dinlenmesi, izlenmesi, kayıt altına alınması ve hatta “böcek” diye tarif edilen dinleme cihazlarının kullanılması yasal hale getiriliyor. MİT’e ait olan belgelerin yayınlanması, 3 yıldan 12 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılıyor. Ceza sadece yazı işleri müdürü, yazar ve muhabir ile sınırlı değil; gazete patronu ve hatta yayıncı
bile sorumlu olacak. Özetle, MİT istediğini yapacak ancak bunu kimse ifade edemeyecek. MİT’in görev alanı da genişletiliyor. Yasa teklifindeki haliyle, “Dış güvenlik, terörle mücadele ve milli güvenliğe ilişkin konularda Bakanlar Kurulunca verilen her türlü görevi yerine getirmek” görevi yasalaşıyor. Sonuçta, her türlü görevi yerine getiren, her türlü bilgiye ulaşan, yaptıkları yayınlanamayan ve yargı karşısında dokunulmaz olan bir MİT yaratılıyor. MİT'e yurt içinde ve dışında her türlü operasyon yapma yetkisi yasal hale getiriliyor. Geçmişinde faili meçhul cinayetler, bombalamalar ve işkenceler bulunan yapının, bu ve benzeri uygulamaları yasal hale getirildiği gibi, herhangi bir dava konusu da olamayacak. MİT'e “terör örgütleri” ile görüşme ve anlaşma yetkisi tanınıyor. Oslo görüşmeleri nedeniyle MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın tutuklanması, son anda Başbakan tarafından engellenmişti. Bu defa ayrıntılı bir şekilde hazırlanan yasada, bu konuda açık bir düzenleme de bulunuyor. Böylece Suriye'deki iç savaşta El Kaide gibi İslami örgütlerle yapılacak işbirliğinin de yasal alt yapısı hazırlanmış oluyor. AKP'nin İstihbarat Devleti Hükümet iktidarını korumak, kendisine yönelik saldırıları savuşturmak için hiçbir şekilde dokunulamaz bir savaş
aygıtı oluşturuyor. Bu süper güç ve yetkilere sahip yapı, Hükümetin Cemaat ile savaşının bir parçası gibi görünse de, tüm muhalefete karşı kullanabilecek bir silah niteliğine sahip. Bu yolla, sadece paralel devlet olarak ifade ettiği güce karşı değil, tüm sınıfsal ve demokratik muhalif güçlere karşı sert bir politika üreteceğinin sinyalini veriyor. Zira MİT yasası teklifinin yeni olmadığı, çok önceden hazırlandığı, ancak gelebilecek tepkiler nedeniyle bekletildiği biliniyor. Yargı sistemini tamamen Adalet Bakanına bağlayan HSYK yasası, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'na (TİB), mahkeme kararı olmaksızın internet sansürü yetkisi tanıyan torba yasa ve son olarak da MİT'e faşist devletlere özgü yetkiler tanıyan yasa birlikte değerlendirildiğinde, hükümetin savaş baltalarını çıkardığı ve karşısına kim çıkarsa, sert bir şekilde saldıracağı görülüyor. İşçi sınıfının bugünkü görevi ise, egemen güçler arasındaki savaşın bir tarafı olmayıp kendi sınıfsal çıkarlarına yönelik bu saldırılara karşı güçlü bir muhalefeti örmektir. Diğer yandan uzun süreli iktidarı boyunca demokrasi sözünü ağzından düşürmeyen iktidarın gerçek yüzünü teşhir etmektir. İlkay Öngören
Bu örgüt hangi suçu işlemek için kuruldu? Savcının Gezi iddianamesi iade edildi, üst mahkemeye itirazı reddedildi. Gezi direnişine ilişkin 26 Taksim Dayanışması üyesine yönelik olarak hazırlanan savcılık iddianamesi, örgütün hangi suçu işlemek için kurulduğu ve suç örgütü kurmakla suçlanan 5 şüphelinin hangi suçu işlediklerinin belirtilmediği gerekçesiyle mahkeme tarafından iade edildi. İstanbul 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nin iade ettiği iddianamede ısrar eden savcı Nazmi Okumuş, neden örgüt kurdukları belli diyerek bir üst mahke-
meye itiraz etti. Savcı Nazmi Okumuş’un itiraz dilekçesini inceleyen İstanbul 21. Ağır Ceza Mahkemesi itiraz talebini reddetti. İstanbul 33. Asliye Ceza Mahkemesi’nce verilen iddianamenin eksik olduğu yönündeki kararın doğru olduğunu belirten mahkeme, savcı Nazmi Okumuş’un iddianameyi mahkemenin istediği doğrultuda hazırlaması gerektiğine hükmetti. Dosya yeniden savcı Nazmi Okumuş’a gönderilecek.
İddianamede adı geçen Taksim Dayanışması üyesi 5 şüpheli şunlardır: Mimarlar Odası İstanbul Şubesi Genel Sekreteri Mücella Yapıcı. Elektrik Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Beyza Metin. İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri Ali Çerkezoğlu. Halkların Demokratik Kongresi üyesi Haluk Ağabeyoğlu ve Halkların Demokratik Partisi Üyesi Ender İmrek. İşçilerin Sesi - Haber
Mart 2014/24
İşçilerin Sesi
7
Gezi İsyanından Rote Flora Direnişine
S
on yıllarda bir ayağı İstanbul diğer ayağı ise Hamburg’da diyebileceğim Selçuk Eralp, eski bir Dev-Genç’li ve Vatan Partisi yöneticilerinden. 12 Eylül 1980 sonrasının siyasi mültecilerinden birisi olarak uzun süre Almanya’da yaşadı ve Dr. olarak çalıştı. Selçuk Eralp’le içinde yer aldığı Hamburg Rote Flora Direnişi ve İstanbul Gezi İsyanı’nı hakkında konuştuk. Sevgili Selçuk, Rote Flora (Alternatif Kültür Merkezi) işgal evinin geçmişini özetler misin? Rote Flora 1989’da Altona bölgesine ait Sternschanze semtindeki boş olan eski bir tiyatro binasının işgaliyle oluşmuş, özyönetim tarzıyla idare edilen, otonom politik ve kültürel bir merkezdir. Devletin defalarca saldırılarına uğramıştır. 1995 yılında ‘faili meçhul’ bir yangın çıkmış ve çok geniş sosyal hareketler fotoğraf arşivi büyük ölçüde yitirilmişti. Yapılan bağışlarla bina yeniden onarılmış ve arşivler de yeniden toparlanmıştır. 2007’de Heiligendamm’daki G8 zirvesi öncesi ‘terörist örgüt kurdukları’ gerekçesiyle polis tarafından basılıp birçok doküman, bilgisayar ve gereçlere el konulmuştur. 2008’de ‘şüpheli şahısların binanın içine kaçtıkları’ bahane edilerek basılmış ve benzer uygulamalar gerçekleştirilmiştir. Rote Flora dün olduğu gibi bugün de politik olarak göçmenlik ve mültecilik kapsamındaki sorunlarla, toplumun en alt kesimlerinin sosyal sorunlarıyla ilgilenir ve bu çerçevede eylemler organize eder. Alman milliyetçiliğine karşı genellikle Alman antifaşist gençlerinin faal olduğu ama aynı zamanda yaşları 70’i geçmiş otonom hareketin eski sözcü ve militanlarının da içinde faaliyet gösterdikleri bir merkezdir. Özellikle son yıllarda büyük bir hız kazanmış özelleştirmelere, devlet destekli ya da doğrudan devlet eliyle gerçekleştirilen neoliberal projelere,
gentrifikasyona (kiraların yükseltilmesi ve benzeri tedbirler aracılığıyla yoksulların merkezi semtlerden uzaklaştırılarak yerlerine zenginlerin geçmesini sağlayacak bir şehir yapısının eskinin yerine geçmesi) karşı bir tutum içindedir. Punk, Regi ve Tekno türü konserlerin yapıldığı, tanınmış grupların geldiği, kapısında uzun kuyrukların oluştuğu bir yerdir. Politik eylemlilikleri de genellikle bu konserlerden elde ettiği gelirle finanse etmektedir. 25 yıllık Rote Floraya el koyma saldırısı, polis şiddetine karşı direniş, Davidwache Karakolu olayı, bazı semtlerin tehlikeli bölge ilan edilmesi, Yeşiller Partisinin polis fişlemelerine karşı tepkisi, Sol Partinin polis hakkında suç duyurusu yapacaklarını açıklaması vs, tüm bu sürecin tanığı ve direnişin parçası olarak yaşanan gelişmeleri anlatır mısın? Hamburg’un idari yapısının ne olduğu ve gelişmeler üzerindeki rolüne değinmek gerekiyor. Hamburg bir eyalettir ve senato tarafından oluşturulan hükümet tarafından yönetilmektedir. Şehrin ve eyaletin en yüksek mülki amiri 1. Belediye Başkanıdır. (Valilik, kaymakamlık gibi makamlar Almanya’da yok.) 2. Belediye Başkanı ve 10 senatörle birlikte hükümet oluşur. Rote Flora’yı baştan beri boşaltmak isteyen ama direkt muhatap olmaktan da kaçınan bu Hamburg devleti, 2001 yılında binayı 370 bin Mark’a (bugünkü karşılığı 190 bin Avro) büyük bir tüccar-emlakçıya satmıştır. Tüccar, 2013 yılında binaya 20 milyon Avro vermek isteyen bir taliplinin çıktığını ileri sürerek, 20 Aralık tarihine kadar binayı boşaltmalarını ister. Hükümet 2011’den beri tek başına SPD (Sosyal Demokrat Parti) hükümetidir. Tüccara göre bina kendisine aittir ve ‘haneye tecavüz’ nedeniyle devlet burayı boşaltmakla yükümlüdür. Rote Flora direnişe geçer, 21 Aralık’ta 10 bin katılımın 500 yaralının olduğu, 4 bin polisin etrafı çevirdiği bir gösteri yapılır. Noel öncesinde ‘alışveriş dünyasını rahatsız etmemek için’ şehir merkezi tehlikeli bölge ilan edilir. Bunu ardı ardına gösteriler izler. 29 Aralık gönü polis tarafından ‘önceki
gece Reeperbahn’daki David polis karakoluna yüzleri kapalı 30-40 kadar otonomun saldırdığı, atılan taşlardan üç polisin yaralandığı’ açıklaması yapılır. Ertesi gün Rote Flora’nın avukatı 10 tanığın ifadesine dayanarak polis açıklamasını yalanlar. 3 Ocak’ta 50 bin kişinin yaşadığı, hafta sonları en az 200 bin kişinin sokaklarında dolaştığı St. Pauli, Sternschanze ve Altona ‘tehlikeli bölge’ ilan edilir. Bölgelere girme yasağı konulmasına ve gerekirse tutuklanmalara olanak vermektedir. Hukuki baskılar karşısında polis ‘karakola saldırıyla ilgili video kayıtlarının ellerinde olmadığını’ açıklar ve Rote Flora avukatının dediği kabullenmek zorunda kalır. 13 Ocak’ta ‘tehlikeli bölge’ uygulaması kaldırılır. Devlet, ‘bina sahibi’ tüccara binayı tekrar devlete satması için 1,1 milyon Avro teklif eder. Tüccar ise 5 milyon Avro ister. Direniş devam etmektedir. Altona bölge idaresi 17 Ocak’ta ‘Rote Flora’nın kültür merkezi olarak kalması’ kararını alır. Senato da bu kararı onaylar. Devletin ‘bina sahibini’ araya sokarak yaptığı Rote Flora’yı boşaltma teşebbüsü ve karakola saldırı düzmecesiyle gerçekleştirilen ‘tehlikeli bölge’ uygulaması direnişler sonucu geri püskürtülmüştür. Rote Florada “Her Yer Taksim Her Yer Direniş” sloganları atılmış. 1 Mayısları, Gezi İsyanını İstanbul’da seninle birlikte yaşadık. Cenova G8 eylemlerini de birlikte yaşamış, gazıyla, bombasıyla, copuyla cinayetiyle İtalyan polisini yakından tanımıştık. Gezi ile Rote Florayı karşılıklı olarak değerlendirir misin? Gezi direnişi uzun yılların birikimine dayanan fakat bir anda patlayan bir olaydır. Rote Flora ise işgal edildiği günden beri gündemdedir. Karar mercii bakımından da birbirlerinden farklıdırlar. Rote Flora, Taksim Dayanışması gibi örgütlerin belirli bir somut mesele için bir araya gelmiş bileşkesi değildir. Çeşitli meseleler için herkesin bireysel olarak katıldığı bir kolektiftir. Gezi direnişi dünya çapında bir olaydır. Rote Flora Hamburg çapında -bir iki başka şehrinde yankı bulan- bir olaydır. Türkiye medyasında bu kadar yer ayrılması ise hükümetin Gezi’de polisin yaptıklarının olağan olduğunu, bunun başka yerlerde de aynı şekilde yaşandığını gösterme gayretidir. Gezi direnişine katılımın boyutlarıyla Hamburg’daki direnişi zaten karşılaştırmak mümkün
değildir. Asıl önemli farklılık Gezi direnişinin etkilediği toplumsal sınıf ve tabakaların çeşitliliğidir. Hamburg’daki hareket ise sadece devrimcilerle ve solcularla sınırlıdır. Kapitalizmin neoliberal politikalarının, kentsel dönüşüm talanının Almanya’daki yüzüyle Türkiye’deki yüzü arasında ciddi bir farklılık var mı? Neoliberal politikaların dünya çapında ve her yerde aynı olduğu kanaatindeyim. Farklılık, tek tek ülkelerdeki hükümetlerin yapısı, alt sınıfların bu politikalar karşısındaki tutumu, bu politikalara karşı direnişin boyutlarıyla vs ilgilidir. Hamburg’da uzun yıllara dayanan bir projeyle yeni bir şehir oluşturuldu. Türkiye’de gündeme getirilen, uygulanan çeşitli projelerden farklılık arz etmez. Farklılık mimari anlamda, finansman kaynaklarındadır. Türkiye’deki polisin saldırganlığıyla Almanya’daki polisin saldırganlığı arasında ciddi bir fark var mı? Yıllar önce bir Yugoslav komünistinin “Bu polis şefi hem komünistim diyor, hem de bana böyle muamele ediyor,” dediğimde bana verdiği cevap aklıma geliyor: “Polisten komünist olur mu? Polis her yerde polistir.” Cenova’da, Prag’da, Selanik’te, Almanya’da ve Türkiye’de yaşadıklarımız bunu doğrulamaktadır. Almanya’daki polisin tutumundaki farklılık sistemin daha yerleşik olmasıyla, hükümetler değişse bile devletin değişmemesiyle ve polisin devletin polisi olarak kalmasıyla ilgilidir. Ne yapmalı? Önerilerin ve eklemek istediğin bir şey var mı? Meselenin pratiğe ilişkin kısmının nesnel ve öznel şartlara bağlı olduğu kanaatindeyim. Kararların özyönetim organları aracılığıyla alındığı bir yapı pratikteki başarının da olmazsa olmaz ön şartıdır. Yani, örgütlerin temsilci olarak birilerini atamalarıyla değil. Teoriye ilişkin kısmı ise en fazla zaafımızın olduğu alandır. ‘Ekonomik büyüme’ karşısında tavrımız sallantılı ise ‘bir adım ileri iki adım geri’ gideriz. Neoliberal ‘ekonomik büyümeye’ karşı net bir anlayışa sahip olmadıkça en düzgün karar mekanizmaları bile devrimci anlamda bir işe yaramaz. Söyleşi: N.CEMAL
8
İşçilerin Sesi
Mart 2014/24
AKP yolsuzluk ve talan demektir AKP, yolsuzluk operasyonu ile açığa çıkan devlet krizini totaliter bir rejime yönelerek kendi lehine aşmaya çalışıyor.
Y
erel seçimlere, yolsuzluk operasyonu ile açığa çıkan, devlet krizi damgasını vuruyor. AKP iktidarı, yolsuzluk suçlamalarından kurtulmak ve aklanmak için, yargının önünü açmak yerine, ‘en iyi savunma saldırıdır’ taktiğini izliyor. Soruşturmayı yürüten polis ve savcıları suçluyor. Olayı ‘paralel devlet’ diye tanımladığı Fetullah Gülen cemaatinin, dış güçlerin, faiz lobisinin bir komplosu, hükümete yönelik bir darbe girişimi olarak değerlendirip, mazlum ve mağduru oynamaya çalışıyor. Yolsuzluk operasyonu sonrası ortaya dökülenler, yayınlanan ses ve görüntü kayıtları, devletin ne kadar yozlaştığını, siyasal iktidar-yandaş ilişkilerinin nasıl bir patronaj ilişkisine dönüştüğünü gözler önüne seriyor. En son açığa çıkan Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal'le yaptığı telefon görüşmeleri yolsuzluk ve rüşvetin geldiği boyutları gösteriyor. Siyasal iktidar tarafından kamudan ihale alan müteahhitlere salma salınmış; havuz oluşturulup halkın algısını yönetmek üzere, gazete ve TV’ler alınmış. Bunlar inkâr da edilmiyor. Yolsuzluk operasyonu ve soruşturmalarıyla, AKP’nin, ‘yoksula din iman, kendisine han hamam politikası’ iyice deşifre olmuştur. Her dönemde olduğu
gibi, AKP’nin de kendi zenginlerini yarattığı, kamu ihalelerinin yandaş sermaye grupları arasında paylaştırdığı ortaya çıkmıştır. Bu arada, bir rant dağıtım ve paylaşımı aracı haline gelen hükümetin ve yerel yönetimlerin önde gelenleri ile parti bürokrasisinin zenginleşip burjuvalaşmaya başladığı açığa çıkmıştır. Burjuva partileri, belediyeleri zenginleşmenin, ama halkı yoksullaştırarak zenginleşmenin bir aracı yaptılar. Belediyeleri kâr için çalışan birer işletmeye dönüştürdüler. Yolsuzluğun boyutunu anlamak için ayakkabı kutularına değil, yoksulluğumuza bakmak yeterli. Bizden eksilen her şeyin, onlarda servet olarak biriktiği ortada. “Gezi Olayı” AKP için “sonun başlangıcıdır” Başbakan Erdoğan, yolsuzluk operasyonlarından sonra yaptığı bir konuşmada “Gezi’yi aştık bunu da aşarız” diyerek taraftarlarına moral vermeye çalışıyor. Yanılıyor. Dün Gezi’yi aşamadıkları, zorla bastırmaya kalkıştıkları için, bugün bu durumdalar. Gezi Olayı, AKP’yi çok sarstı. Gezi Olayı ile AKP’nin artık toplumu kolaylıkla ikna etmeyi başaramadığı ortaya çıkmıştır. Bu durum, AKP’nin, hegemonyasını sürdürebilmek için yoğun bir biçimde zora başvurmasını
getirmiştir. Gelinen noktada yaşanan devlet krizi ve bunun bir dışa vurumu olan yolsuzluk operasyonu ile egemen sınıfların, AKP ve Erdoğan üzerindeki mutabakatlarının bozulduğu, hegemonya stratejisinin ve bunun bileşenlerinin dağıldığı; AKP liderliğinin, artık karşısına çıkan krizleri yönetmekte zorlandığı görülüyor. Yaşananlar, burjuva devletin, eline geçirenin istediği gibi kullanabileceği basit bir araç olmadığını, birçok ulusaluluslar arası siyasi, askeri çevrenin ve burjuva fraksiyonun organik bileşimi olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ayrıca bu organizmayı oluşturanların yer yer birbirleri ile savaşa girişebileceklerini; bu mücadeleler içinde devletin yeniden şekillendirilebileceğini gösteriyor. Bunun için, çevremizde, Ukrayna’da, Endonezya’da, Mısır’da vd. olup bitenlere bakmak yeterli. AKP totaliter bir rejim kuruyor AKP artık inişe geçti. Ne var ki bu düşüşü durdurmak, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalkmak istiyor. İktidar AKP için bir can simidi. Düşerse sorgulanacağını, hesap sorulacağını biliyor. İktidarda kalabilmek için, tüm hukuk dışı uygulamaların sorumluluğunu, paralel devlet dediği, F.G. cemaatinin üstüne yıkarak (ki bu süreçten AKP kadar onlar
da sorumlu), sorumluluktan kurtulmak istiyor. AKP, yolsuzluk soruşturmalarından kurtulmak için, kendine koruyucu kalkan oluşturuyor. Çıkarılan yasalarla, AKP ve Başbakan Erdoğan’ı hedef alan her türden eleştirinin önüne geçilmek isteniyor. Haberleşme özgürlüğü bütünüyle denetim altına alınıyor. Yargı doğrudan hükümete bağlanıyor. MİT, muhaliflere karşı kullanılmak üzere, askeri cunta dönemlerinde bile görülmemiş olağanüstü yetkilerle donatılıyor. Demokrasinin seçimlere, devletin hükümete, hükümetin ise lidere indirgendiği, lideri eleştiren, hükümetin uygulamalarını sorgulayan her türden sesin ve muhalefetin susturulduğu totaliter bir toplum ve devlet anlayışı adım adım hayatımıza egemen kılınmak isteniyor. Bu anlayış, devletle toplum arasındaki ayrımı, özerk ve bağımsız kurumların varlığını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Güçler ayrılığı düşünce ve örgütlenme özgürlüğü, toplantı gösteri ve yürüyüş hakkı ve benzeri, AKP’nin oluşturmak istediği toplum ve devlet düzenine ulaşmanın önünde engel olarak görülüyor. AKP, yolsuzluk operasyonu ile açığa çıkan devlet krizini totaliter bir rejime yönelerek kendi lehine aşmaya çalışıyor. Mustafa Eker
CHP sağa kayarak iktidar olmayı umuyor CHP, ANAP’a benzer bir şekilde, çeşitli burjuva eğilimleri içine alarak, aday yaparak, genişlemeye ve iktidara gelmeye çalışıyor.
T
ürkiye derin bir kriz içinde çalkalanıyor. Ülke ekonomi ve siyasetine yön veren, vermek isteyen tüm sınıflar ve partiler, bu krizi kendi sınıfsal ve siyasal çıkarları doğrultusunda aşmak istiyorlar. CHP, seçim kampanyasının merkezine yolsuzluk ve rüşvet konusunu oturtuyor. AKP’yi yolsuzluk üzerinden vurmaya, toplumun ahlaki değerlerine seslenerek oylarını arttırmaya çalışıyor. Ülkede yaşanan siyasi krize bağlı olarak, demokratik hak ve özgürlükler baskı altına alınıyor. AKP, ülkeyi otoriter bir rejime doğru sürüklüyor. CHP, AKP ve Erdoğan’ın iktidarına, açık diktatörlük eğilimlerine karşı, ama onun baskısı altında ezilen, sömürülen işçilerin, Kürtlerin, Alevilerin sorunları konusunda demokratik bir açılıma sahip değil. CHP, yaşanan krizi ve nedenlerini anlamak konusunda sorun yaşıyor. Dünyada ve Türkiye’de yaşanan kriz, neo-liberalizmin krizidir. Neo-liberalizm, kemer sıkma demektir. Özelleştirme, sendika-
sızlaştırma, esnek çalıştırma, taşeronlaştırma, yani işçi sınıfının köleleştirilmesi ve yoğun sömürü demektir. Yerel yönetimlere ve merkezi siyasal iktidara aday olan CHP, 12 Eylül cuntasıyla uygulanmaya başlanan ve 11 yıldır da AKP ile devam eden neo-liberal politikalara, hiçbir zaman karşı çıkmadı. Dahası, bu süre zarfında katıldığı koalisyon hükümetleri ile bu politikaların bizzat yürütücülüğünü ve sözcülüğünü yaptı. Emeğin karşısında, sermayenin yanında yer aldı. CHP, AKP’ye karşı, ama uyguladığı neo-liberal politikalara karşı değil. İşçi sınıfına ve ezilenlere önerdiği yeni ve farklı bir politikası yok. İktidara gelirse, CHP eliyle uygulanacak neo-liberal politikalar da aynı sonuca yol açacak. İşçi ve emekçilerin yaşamında ve çalışma koşullarında bir değişikliğe ve iyileşmeye yol açmayacak. Kemer sıkma, taşeronlaşma, esnek çalışma sürecek. Bu politikalar, şu anda da zaten CHP’nin yönetimde olduğu belediyelerde uygulanıyor. Bu yüzden
HDP İstanbul Belediye Eş Başkan Adayı Sırrı Süreyya Önder, haklı olarak, ‘bu neo-liberal sistem hançerse; sapı CHP, demiri de AKP dir.’ diyor. Hem neoliberal olunup hem de emekten yana olunmaz. CHP, işçi sınıfı ve ezilenlerin birikmiş sorunlarını çözmeye değil kriz içindeki kapitalist sınıfın sorunlarını çözmeye adaydır. Hem neo-liberal hem de demokrat olunmaz. Ülkenin en temel ve yakıcı sorunlarından biri olan Kürt sorunu konusunda, CHP, demokratik bir çözüm politikasına ve perspektifine sahip değil. Kürt sorununu “terör sorunu” olarak görüyor ve yoksulluk sorununa indirgiyor. “Bölgeye daha fazla yatırım yapılır, işsizlik ve yoksulluk sorunu çözülürse, terör de biter ve mesele kalmaz” diye bakıyor. Bölgeye bu güne kadar yatırım yapılmamasının, geri bıraktırılmışlığının nedeninin tam da sömürgeci zihniyetten, inkârcı ve asimilasyoncu politikalardan kaynaklandığını
görmezden geliyor. Ana dilde eğitime, ülkeyi böler diyerek, karşı çıkıyor. Barışçıl demokratik çözüm yerine, savaştan yana tutum alıyor. Şoven milliyetçi bir çizgiyi ve statükoyu savunuyor. Kürtlerden, Alevilerden oy istiyor. Ama onların siyasi örgütleri ve temsilcileri ile bir arada görünmek istemiyor. Oy istemen için, oy istediğin kitlenin taleplerine yanıt vermelisin. Yoksa o insanlar niye sana oy versin? CHP liderliği, HDP’ye, ‘solu bölmeyin’ diyor. Bu sözlerin bir anlamı ve değeri olması için, söyleyenin kendisinin solda olması gerekir. Emekten, ezilenden yana taraf olmadan, neo-liberal politikalara karşı olmadan solda olunmaz. CHP, “ne olursan ol bana gel oy ver, şu AKP’yi yıkalım” diyor. Bunun için, politikalarını esnetiyor ve AKP’ninkine yaklaştırıyor. ANAP’a benzer bir şekilde, çeşitli burjuva eğilimleri içine alarak, aday yaparak, genişlemeye ve iktidara gelmeye çalışıyor. Mustafa Eker
Mart 2014/24
İşçilerin Sesi
9
BDP yeni katılımlarla büyüyor Burjuva toplumunda, iktidardaki kesimler arasında çıkar çatışmasının en yüksek olduğu zamanlarda, kitlelerin kısmen gerçekleri görme olanağını buluyorlar.
B
urjuva siyasi partiler, siyasi iktidarın bulaştığı rüşvet ve yolsuzluk olayları ekseninde, birbirleriyle cebelleşirken, Kürt siyasi hareketi sessiz ve derinden gelişiyor. Geçmişte, Kürt siyasi hareketinin karşısında ve devletin yanında yer almış birçok unsur, aile, aşiret BDP’ye katılıyor. Bu gelişme, son bir yıldır bölgede egemen olan çatışmasızlık ortamıyla doğrudan ilişkili. Birinci olarak, gerek devlet gerekse Kürt siyasi hareketinde, soruna barışçı yollarla çözüm bulma eğiliminin öne çıkması, geçmişte devletin yanında silah
tutmuş, korucu aile ve aşiretlerini boşa düşürüyor, işlevsizleştiriyor. Kendileri de Kürt olmalarına karşın, bu tavırları nedeniyle Kürt toplumuna ters düşmüş olan bu kesim, artık geleceklerinin olmadığını görerek, topluma eklemlenme yolunu seçiyor. Bunun en somut ifadesi olarak da BDP saflarına katılıyor. İkinci olarak, devlet adına silah kuşanıp çatışmalara girmese de, Kürt siyasi hareketinin şiddeti siyasi araç olarak kullanmasını onaylamayan, o nedenle devlet partilerinin yanında siyasi tutum alan bir kesim,
Kürt siyasetinin de barışçı siyasi çözüm iradesi göstermesiyle, BDP ile yakınlaşıyor. Devlet partileri yanında saf tutmasının bir anlamı kalmıyor; “kendisinden olana”, “Kürt olana” katılıyor. Bu katılımların iki somut siyasi sonuç yaratması beklenmelidir. Birinci olarak, Kürtlerin temsilcisinin BDP olduğu gerçeğini çok net bir biçimde açığa çıkaracaktır. Bu yanıyla, BDP’nin önümüzdeki yerel seçimlerde kanıtlamaya çalışacağı temel iddiasını güçlendirici bir gelişmedir. İkinci olarak, bu katılımların BDP’nin rengini, politik görüş ve pratiğini etkilemesi beklenmelidir. Bu katılımların, zaten Kürt toplumundaki çeşitli sınıf ve katmanları barındırması dolayısıyla bir “kitle partisi”, daha doğrusu bir “siyasi cephe” görünümünde olan BDP üzerinde, daha milliyetçi ve daha sağ bir çizgiye çekilmesi yönünde, basınç yaratacağı öngörülebilir. Adım adım demokratik özerkliğe BDP’nin yerel seçimlerdeki birinci amacı, Kürt halkını kendisinin temsil ettiğini kanıtlamak ise, ikinci önemli hedefi, yönetimini üstleneceği belediyeleri, demokratik özerk yönetimlerin birer modeli haline dönüştürmektir. O nedenle önemli siyasi kişilikleri belediye başkanlığına
aday göstermiş ve yerel yönetimlerde de eş başkanlık sistemini hayata geçirmiştir. Eş başkanlık sisteminin bir boyutu, kadınları da doğrudan yönetimlere ortak etmekse, diğer yanı yerel demokrasiyi geniş bir tabana yayma politikasıdır. Bu çerçevede, BDP, yöneteceği yerellerde sadece belediyecilik yapmayı değil, o yerelin eğitiminden sağlığa, ekonomisinden kültürel ve sosyal yaşamına kadar bütün yaşam alanlarına müdahil olmayı hedeflemektedir. Bunu da geniş bir halk katılımını sağlayarak gerçekleştirmeyi öngörmektedir. Demokratik özerklik modelini de bu çerçeveye oturtmaktadır. İktidar içi çekişmeler, devlet kurumlarında da merkez-kaç eğilimleri güçlendirmiştir. Buna bağlı olarak, bölgede bir yılı aşkın sürmekte olan çatışmasızlık ortamının bozulacağı kuşkuları doğmuştur. Bölgeden, şimdilik küçük çaplı da olsa, çatışma haberleri gelmeye başlamıştır. Yeniden çatışma ortamına girilmesi, siyasi koşullarda kökten bir değişiklik yaratarak, sadece siyasi iktidarın değil, Kürt hareketinin de siyasi hesap ve projelerini etkileyecektir. O nedenle, gelinen noktada, barışa sahip çıkmak büyük önem taşımaktadır. Aykut Özer
HDP ve BDP’ye saldırılar sürüyor Bir ay içerisinde HDP’ye gerçekleştirilen saldırılar: 28 Ocak: HDP Dikili Belediyesi eşbaşkan adaylarını tanıtımı için ilçede basın açıklaması yapan HDP’liler, yaklaşık yüz kişilik ırkçı bir grubun saldırısına uğradı. Saldırıda HDP Dikili Belediye Meclis Adayı Mehmet Aktan yaralandı. 19 Şubat: HDP Eşbaşkanı Sebahat Tuncel’in çıktığı Trakya turu kapsamında ikinci durağı Keşan oldu. Tuncel’in yurttaşlara seslendiği esnada bölgeye gelen bir grup ırkçı, Türk bayrağı açıp, slogan atarak provokasyon yaratmak istedi. Gruba “Beni dinlemek istiyorsanız buyrun dinleyin” diyen Tuncel’in etkinliğin bitimi sonrası bindiği seçim otobüsü söz konusu grubun taşlı saldırısına uğradı.
20 Şubat: Muğla’nın Ortaca ilçesinde, HDP binasına partide kimsenin olmadığı gece saatlerinde kimliği belirsiz kişilerce taşlı saldırı gerçekleştirildi. Atılan taşlardan ötürü ilçe binasının camları kırıldı. 22 Şubat: Aydın’ın Kuşadası ilçesine bağlı Güzelçamlık beldesinde HDP seçim bürosunda asılı olan HDP bayrakları kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce indirildi. HDP bayraklarının yerine Türk bayrağı asıldı. 23 Şubat: Bu tarihte İstanbul Kadıköy’de, İzmir Karşıyaka ve Urla ilçelerinde olmak üzere 3 yerde HDP, ırkçı grupların hedefi oldu. Urla’daki saldırı haberini alan başka bir HDP’li grup destek amacıyla Balçova’dan Urla’ya giderken, onlar da saldırıya uğradı. Görgü tanıklarına göre; polisin izlemekle
yetindiği saldırılar sonucu 9 HDP’li çeşitli yerlerinden yaralandı. BDP’ye de saldırdılar HDP, Türkiye’nin birçok yerinde organize ırkçı saldırılara maruz kalırken, BDP de birçok yerde bu saldırılardan nasbini aldı. 21 Ocak: BDP Dîlok (Antep) İl Örgütü binasına kapıyı kırarak giren kimliği belirsiz kişi veya kişiler, eşyaları tahrip etti. 27 Ocak: Meletî’de ırkçı bir grubun BDP il binası ve Malatya Özgür Öğrenci Derneği’ne yürüyüşü polis barikatıyla durduruldu. 18 Şubat: BDP’liler Riha’nın (Urfa) Akçakale ilçesinde İlçe Seçim Kurulu’nda önünde AKP’lilerin saldırısına uğradı. Saldırıda yaralanan BDP’liler,
hastaneye kaldırıldı. 23 Şubat: Erzerom’un merkez Yakutiye ilçesi Mahallebaşı semtinde bulunan ve daha tam olarak açılışı yapılmayan BDP’ye ait seçim bürosu saldırıya uğradı. 23 Şubat: Mersin’de BDP’li adaylarının fotoğraflarının yer aldığı afişe sprey boyayla “ay yıldız” ve “MHP” yazıldı. Mersin BDP Toroslar Çağdaşkent Mahallesi Temsilciliği’ne kimliği belirsiz kişilerce taşlı saldırı gerçekleştirildi. Arpaç beldesinde bulunan BDP seçim bürosuna da kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırı düzenlendi. Özgür Gündem’den kısaltılarak alıntılanmıştır.
10
İşçilerin Sesi
Mart 2014/24
Ukrayna: Kanlı senaryonun kurbanı bir halk Derinleşen ekonomik krizle ve iktidarların talanıyla giderek yoksullaşan Ukrayna halkı, bedeli ağır da olsa, kendi çıkarları için cephesini güçlendirmeye bakan büyük güçlerin peşinden sürükleniyor
U
krayna’nın başkenti Kiev’de yaşanan kanlı çatışmalar sonucunda ülkenin geçici yönetimi “toplu katliam” soruşturması başlatırken, eski Cumhurbaşkanı Viktor Yanokoviç hakkında tutuklama emri çıkarttı. Geçici Cumhurbaşkanı Oleksander Turçenov ise, Avrupa Birliği'yle entegrasyonu hedefleyeceklerini söyledi. Ukrayna'da protestolar Kasım ayında Yanukoviç'in Avrupa Birliği'yle ekonomik işbirliği anlaşmasını son anda imzalamaktan vazgeçmesi üzerine başlamıştı. Geçen haftalar boyunca süren çatışmalardan sonra kısa süren bir sakin dönemin ardından 18 Şubat’ta yanına paramiliter güçleri de alan polis, hükümet binalarının yakınında yüze yakın göstericinin öldüğü
(basına göre ölü sayısı 88) bir katliam gerçekleştirdi. Ölenlerden bazıları polis olsa da, yüzlerce kişi yaralandı. Kanlı çatışmalardan önce yaklaşık iki ay boyunca binlerce insan Bağımsızlık Meydanı’nda toplanmış, Yanukoviç’in dahil olduğu parti binasının büyük bir kısmı ateşe verilmiş, alana barikatlar kurulmuştu. Hareketin genel niteliği sağcı, milliyetçi olarak tarif edilse de faşistlerin küçük bir azınlık olduğu belirtiliyor. Yanukoviç hükümetine karşı muhalefet partilerinin var olan Parlamento’dan talep ettiği “imtiyazlar” dan biri 2004 Anayasası’na dönülmesi. Yani Başbakan’a çok fazla iktidar sağlarken parlamentoyu bir elin parmaklarıyla sayılabilir bir grup diktatöre bırakmak.
İkinci talepleri ise Muhalefet liderlerinden oluşan bir Bakanlar Kabinesi atanması. Bu talepler bile, canının ortaya koyan Ukraynalıları doğrudan ilgilendirmiyor. Tabii ki, sokaklara dökülen Ukraynalıların dertleri çok uzun zamandır sürüyor. Derinleşen ekonomik krizle ve iktidarların bir avuç sermaye gurubu adına yaptıkları talanla giderek yoksullaşan Ukrayna halkı, bedeli ağır da olsa, kendi çıkarları için cephesini güçlendirmeye bakan büyük güçlerin peşinden sürükleniyor. Gösteriler sırasında ismi yükseltilen ve sürgünden döner dönmez tekerlekli iskemlede halkın mücadelesini kutlayan Timoşenko, daha dün (2011) yolsuzluklar nedeniyle hapis cezasına çarptırılmıştı. ABD, Rusya ve Avrupa Birliği (AB) dünya üzerinde başka örneklerini gördüğümüz ve çok uzun zamandan beri var edilmeye çalışılan bir güç savaşının bedelini yoksul Ukrayna halkına ödetiyor. Aynı zamanda da çatışmaların kontrol edilemez ve bölgeyi istikrarsız bir hale getireceğinden endişe ediyor. Şunu söyleyebiliriz: Bağımsızlık Meydanı’nı dolduran kitleler ve öncülük eden milliyetçi partilerin desteklediği geçici hükümet ne devrik Yanukoviç ne ABD, Rusya ve AB Ukrayna’nın demokratik ve insanca yaşanabilecek bir ülke olmasıyla ilgililer. Hesaplar başka! Ukrayna, gerek ABD, AB gerekse Rusya
için siyasi stratejiler ve sermaye çevrelerinin kazançları bakımından son derece önemli bir ülke. Orta Asya ve Rusyadan Avrupaya aktarılan doğal gaz boru hatlarının yüzde 80’nin Ukrayna’dan geçmesi, AB’nin tetikte durmasını gerektiriyor. ABD açısından ise Ukrayna yönetimiyle kurulan sıkı ilişki, Rusya’nın askeri gücünü zayıflatma stratejisinde önemli bir rol oynuyor. Rusya’ya gelince, Ukrayna ile imzaladığı ikili antlaşma çerçevesinde Rus deniz kuvvetleri iki önemli limanı kullanma hakkı almıştı. Bu önemli antlaşma 2017’de yenilenmek zorunda. Diğer yandan Ukrayna güçlü bir tarım ülkesi. “Siyah topraklar” olarak adlandırılan ve dünyanın en verimli arazilerinden birine sahip. Bu anlamda uluslararası sermayenin sürekli ilgi konusu oldu. Şu anda firarda olan devrik cumhurbaşkanı Yanukoviç, izlediği neo liberal politikalarla bir önceki liderden farklı olmadığını göstermişti. AB’nin direktifleri doğrultusunda alınan tasarruf tedbirleriyle, halk yoksullaşmış, ücretler düşmüştür. Protestoların bu kadar yaygınlaşmasının önemli bir nedeni de budur. Muhalefet liderlerine gelince, devrilen yönetimden farkları olmadığı daha önce de görülmüştü. Banu Paker
Venezuela: Üç beş deli direniyor
Venezuela'da 12 Şubat'ta başlayan hükümet karşıtı gösterilerde en az 4 kişinin hayatını kaybettiği söyleniyor. Gösterilerin başını öğrenciler çekmiş, muhalefet güçleri de bu eylemlere katılmıştı.
Üniversite öğrencileri, öğrenci yurtlarındaki suç oranlarının artmasını, yüksek enflasyon ve devleti saran rüşvet gibi meseleleri protesto ediyorlar. Ekonomik kriz halkı zorluyor Devlet Başkanı Nicolas Maduro görevine başladığından beri ekonomik kriz derinleşmeye devam ediyor. Enflasyon yüzde 30'u aşmış durumda, işsizlik sürekli yükselişte. Venezuela tıka basa petrol dolu; ancak temel gıda maddelerinin temininde ciddi sıkıntılar yaşanıyor.
Ha Tayyip ha Maduro Tayyip Erdoğan, Gezi Olayları sırasında sokaktaki muhalefeti aşağılamak için “Üç beş çapulcu” demişti. Maduro ise “Üç beş deli” diyor. Erdoğan dış mihraklara bel bağlamış, faiz lobisini suçlamıştı. Maduro ise ABD’yi ve eski Bolivya Cumhurbaşkanı’nı suçluyor. Ülkedeki gıda kıtlığının sorumlusunun rüşvete bulaşmış sermayedarlar olduğunu söylüyor. Erdoğan, Gezi Direnişi’ne katılan kişileri darbecilikle suçlamış, 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk operasyonunu da darbecilerin tezgâhı olduğunu iddia etmişti. Venezuela’da insanlar işsizlik ve yoksulluktan bıkmış, sokaklara dökülmüşken Maduro da bu olayları darbe planlarının bir parçası olarak yorum-
luyor. Maduro, sokakta mücadele edenlerin sesine kulak vermek yerine, muhalefet liderlerinden Leopoldo Lopez'in tutuklanması kararını aldı. Sokaklar mücadele etmeye niyetli insanlarla dolu ve mücadelenin nasıl bir yol izleyeceği merak konusu. Maduro ile Erdoğan’ın bir diğer benzerliği ise yüksek bir oy oranıyla (yüzde 49) iktidara gelmiş olmaları.Yakın tarihimiz sonsuza kadar iktidarda kalacağını, halk desteğinin mutlak olduğunu sanan devrik liderlerle doludur. Dünyanın birçok yerinde işsizlik ve yoksulluk artarken, sokak gösterileri de yaygınlaşıyor. Venezuela da bundan nasibini alıyor. Cem Avcı
Mart 2014/24
İşçilerin Sesi
11
Cerrahpaşa’da direnen taşeron işçileri kazandı
İ
stanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Hastanesi yemekhanesinde çalışırken rotasyona tabi tutularak Beyazıt’a gönderilen taşeron işçileri dönüşlerinde, “Yemekhane alt işvereni olan taşeron firmayla söz-
leşmenin yenilenmediği,” gerekçesiyle işten atıldılar. İşten atılan Cerrahpaşa yemekhanesi taşeron işçileri “Asıl işverenimiz Üniversite yönetimidir ve sorumluluk yönetimdedir,” diyerek direnişe geçtiler. 13.01.2014 tarihinde Cerrahpaşa Hastanesi bahçesine direniş çadırı kurdular. Cerrahpaşa direnişinin 22. Günü olan 3.2.2014 tarihinde anlaşmaya varıldı ve direniş amacına ulaştı. İşten atılan taşeron işçileriyle üniversite yönetimi arasında
yapılan bir dizi görüşme sonrasında 4.2.2014 sabahı işbaşı yapıldı. “Tazminat haklarımızı talep ediyoruz,” diyerek kendi istemleriyle iş başı yapmayacaklarını açıklayan 3 taşeron işçisiyle yaptığımız görüşmede aldığımız cevap direnişin kendisi kadar dikkat çekiciydi: “Aldığımız zaten üç kuruş para. Karşılığında ise kölece çalıştırılıyoruz. Tehdit ve hakaretlerse yanımıza kâr kalıyor, içimize dert oluyor. Bu paraya bundan daha düzgün bir iş bulabiliriz. 50 yaşın üstü ve kadın arkadaşlarımızın yeni bir iş bulması biraz zor oluyor. Gençler için yeni iş bulmak daha kolay. Burada verilen paraya başka yerde de iş bulabiliriz. Tazminat hakkımızı ödemeyi kabul ettiler. Hiç olmazsa elimize biraz toplu para geçmiş olacak,” dediler.
4.2.2014 sabahı işlerine geri dönen ve çalışan işçiler saat 15.30’da, mesailerinin bitişinden hemen sonra direniş çadırı önünde toplandılar. Kendilerine destek veren bütün sınıf dostlarına teşekkür ettiler ve basın açıklaması yaptılar. Kocamustafapaşa Dayanışması, Çapa Taşeron İşçileri, İstanbul Üniversitesi öğrencileri, Eğitim-Sen ve SES’in yanı sıra UİD-Der, BDSP ve İşçilerin Sesi gibi sınıf dostları da destekçiler arasındaydı. İşçilerin coşkulu konuşmaları ve sloganlarının ardından Dev Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı ve DİSK Genel Sekreteri Arzu Çerkezoğlu bir konuşma yaptı. Direniş zaferinin hatıra fotoğrafları çekildi ve direniş çadırı hep birlikte kaldırıldı. İşçilerin Sesi - Haber
Orhan Atacan: Taşeron sistemi ölüm Demektir!
B
irçok işçi grev ve direnişleri yaşadık. İçinde bulunduğumuz işçi eylemlerinde ise nice roman karakterinin ellerine su bile dökemeyeceği mücadeleci işçilerle karşılaştık. Dirençleri ve kırılganlıklarıyla, kararlılıkları ve temkinlilikleriyle, ustaca yetenekleri ve acemilikleriyle, özgür ruhları ve bağımlılıklarıyla, aşkları ve nefretleriyle her biri işçi sınıfının gerçek kahramanlarıydılar. Yol arkadaşlarımız, yoldaşlarımız oldular. Orhan Atacan, İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Hastanesi yemekhanesinde çalışan taşeron işçilerindendi. Taşeron sisteminden
ve kölece çalışma koşullarından yanıp yakınmakla kalmayıp, “Ücretli kölelik düzenine ve taşeron sistemine hayır” diyerek örgütlenme ve mücadele etme gerçeğini bilince çıkardı. “Okumayı fazlaca sevmeyenlerdenim” derdi ama bir gün gelip “Yoldaş bize siyasi eğitim verir misin,” demesini de bildi. Sohbetlerimizden birinde “Ben kaybedenler kulübündenim be ağbi” demişti. Ettiği bu lafın arkasında durmak zorundaymış gibi de yaşadı. Orhan Gencebay’la Ahmet Kaya’yı aynı anda dinleyebiliyor, bir yandan “Batsın bu dünya” diğer yandan “Başkaldırıyorum” diyebiliyordu. “Sendikalar da taşeron işçilerine sahip çık-
mıyor” diyerek bir grup arkadaşıyla birlikte Taşeron İşçileri Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’ni oluşturdular. Derneğin ilk yöneticileri arasındaydı. Yıllık izin kullanımları da dâhil olmak üzere birçok hakkı bu süreçte elde ettiler. Dernek faaliyetleri Çapa’da ön plana geçti ve “Cerrahpaşa’ya üvey evlat muamelesi yapıyorlar” diyen Orhan dernek arkadaşlarını eleştirmeye başladı. O dönemde Çapa yemekhanesinde çalışan arkadaşları işten atıldılar. Orhan, Cerrahpaşa Hastanesi yemekhanesinde çalışan arkadaşlarıyla birlikte Çapa’ya giderek dayanışma eylemi gerçekleştirdi. Cerrahpaşa’dan Çapa’ya dayanışmaya giden işçilerin öncülüğünü yapanlar cezalandırılarak işten atıldılar. Orhan’la eşi de bunların arasındaydı. Borç harç süren hayatlarına işsizlik eklenmişti. İşten atılan işçiler olarak Çapa bahçesinde oturma eylemleri ve direniş yaptılar. Direniş sonucunda Cerrahpaşa’da işe geri dönmeyi başardılar. Bizim yol arkadaşlığımız da bu direnişte perçinlendi. Görüşmelerimizdeki sorularıyla yılların açığını ve açlığını kapatmaya çalışır, yakın tarihimizin sınıf mücadelelerini iştahla dinlerdi. Gezi isyanı süreçlerinde gazla, basınçlı suyla ve polis şiddetiyle hırpalanmıştı. “Gezi Parkı’na malzeme götürüyordum.
Polis saldırdı ve merdivenlerinden düşerek yuvarlandım. Polisler cop ve tekmelerle saldırdılar. Aradan biraz zaman geçti, göğsümde hissettiğim ağrılar arttı. Ağrılarımı polis saldırısına bağlamıştım. İlk bulgular kanser şüphesi oldu ve biyopside akciğer kanseri olduğum kesinleşti” diye anlatmıştı. Hastalık, akciğerden omuriliğe sıçrayarak bedenini ahtapot gibi sarmıştı. Felç geçirdiği geceyi “Sistem error verdi ve kendini kapattı. Ben artık gidiyorum ağbi” diyerek anlatmıştı. Son günlerinde altını çizerek sıkça vurguladığı “Taşeron sistemi ölüm demektir” oldu. Orhan Atacan’ı 22 Şubat 2014 sabahının ilk saatlerinde kaybettik. Çalıştığı ve son nefesini verdiği Cerrahpaşa Hastanesi’nden yola çıktı ve toprağa verilmek üzere Çanakkale’ye gitti. Sınıf mücadeleci bütün işçilerin ve mücadele arkadaşlarının başı sağ olsun. Başımız sağolsun! N.Cemal İ.Ü. Çapa taşeron işçileri tarafından 26.2.2014 tarihinde Monoblok binası önünde Orhan Atacan'la ilgili bir anma gerçekleştirildi ve "Orhan Atacan'ın Katili Taşeron Sistemdir" dövizleri eşliğinde "Taşeron Sistemi Ölüm Demektir" sloganları atıldı.
12
İşçilerin Sesi
Mart 2014/24
Taşeronlaşma: ‘Emeğini Satma Özgürlüğün Dahi Ticaret Konusu’ Tasarı halindeki taşeron yasası onaylanırsa, hükümet taşeron işçilerinin haklarını hukuka uygun bir şekilde gasp edecek, artık dava açıp tazminat kazanma devri bitecek.
İ
ş Kanunu’na göre yardımcı hizmetlerde, asıl işin bir bölümünde uzmanlık gerektiren işlerde taşeron çalıştırmaya başvurulur denilse de, taşeronlaşma artık hâkim bir istihdam biçimi halini almış durumda. 2003 yılından bu yana 300 binlerden 1,6 milyonlara varan bir taşeron sayısından bahsediliyor. Yani, AKP hükümeti döneminde taşeron işçi sayısı 5 kattan fazla artmış! Taşeronlaşmanın özel sektörde en fazla inşaatta, kamuda en fazla sağlıkta görüldüğünü vurgulayan DİSK-AR müdürü Serkan Öngel ile taşeronlaşmanın boyutları ve hükümet politikası olarak taşeronlaşma hakkında konuştuk. Taşeronlaşmanın yaygın bir istihdam biçimi halini almasını, hükümet politikası olarak yorumlamak mümkün mü? Bu politika ilk kez, ‘sağlıkta dönüşüm’ başlığı atında sağlık sektöründe uygulandı. Zaten istatistiklere baktığımızda son on yılda sağlıkta taşeron işçi sayısı 10 binlerden 130 binlere çıkmış. 2009 yılı verilerine göre, belediyeleri ve KİT’leri çıkartırsak, sağlık sektöründe taşeron işçi oranının yüzde 62 olduğunu görüyoruz. Sağlık sektörünü yüzde 8 ile Ulaştırma sektörü takip ediyor, ardından Sosyal Hizmetlerde oran yüzde 6 olarak görülüyor. Sosyal Hizmetler
yani Çocuk Esirgeme Kurumu neredeyse tümüyle taşeron işçi çalıştırıyor. 2012-2013 yıllarında verilen soru önergelerine baktığımızda Kredi ve Yurtlar Kurumu’nda da taşeron çalıştırmanın yaygın olduğunu görüyoruz. Ziraat Bankası, Halk Bankası, Vakıfbank gibi kamu bankalarında da taşeron çalıştırma yaygınlaşıyor, sayının 10 binleri bulduğunu söyleyebiliriz. Taşeron çalıştırma iş kanunda çok net tanımlanmış. İş Kanunu’nun 2. maddesine göre yardımcı hizmetlerde uzmanlık gerektiren işlerde taşeron çalıştırmaya başvurulur deniliyor. Ama rakamlara baktığımızda, işçilerin neredeyse çalışanların tamamını taşeronda çalıştıran sektörler var. TBMM’de bile taşeron sayısı 2005 yılından itibaren hızla artmış durumda. Dolayısıyla çok rahat bunun bir politika tercihi olduğunu söyleyebiliriz. Resmi metinlerde de istihdam maliyetlerini aşağıya çekmek adına bu tür uygulamalara başvurulduğu ifade ediliyor. Bu, devleti şirket olarak görme anlayışı aynı zamanda… İş Kanunu’ndaki hükümler bile onlara yetersiz geliyor, çok daha geniş kapsamlı ve hukuku hiçe sayarak taşerona başvuruluyor. Bunun sonucu olarak da taşeron çalışmanın pek çok sektörde dava konusu haline geldiğini ve devletin şu an ciddi boyuttaki bu cezaları ödemek durumunda kaldığını biliyoruz. Hükümetin taşeronlaşma ile ilgili İş Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlemeye gitme girişimleri bunlarla bağlantılıdır. Taşeron işçilerinin açtığı davaların durumu nedir? En fazla davanın sağlık sektöründe açıldığını görüyoruz. Ancak sağlık sektöründe Çalışma Bakanlığı mahkeme kararlarını tanımamakta ısrar ediyor. Cezaları da ödemiyor. Bu yüzden de taşeron çalıştırmayı yaygınlaştırmaya, bu maliyetlerden de kurtulmaya yönelik
bir yasal düzenleme meclise gelmiş durumda. Bu tasarı taşeron çalışanlara müjde şeklinde sunuluyor, hâlbuki ortada taşeronlaştırmayı yaygınlaştırmayı, işçiler tarafından kazanılan dava sonucu ödeyecekleri tazminatlardan kurtulmayı amaçlayan bir çaba var. Bunu yaparken de kimi taşeron işçilerine iyileştirme adı altında zaten iş kanununda yer alan haklarını veriyor gibi görünüyorlar. Taşeron çalışanlarla kadrolu çalışanlar ayrı ayrı iş kanunlarına tabi değiller. Dolayısıyla taşeron işçiye ayrı muamele, kadrolu işçiye ayrı bir muamele tamamen benimsetilmiş, yanlış bir algıdır. Bunun, taşeronlaşmayı yaygınlaştırmaya yönelik bir tasarı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu tasarı ile hükümetin sınırsız bir taşeronlaştırma çabası içinde olduğunu görmek gerekiyor. Kurulmaya çalışılan yapıya baktığımızda aslında mevcut olan hakların kullanılamamasının mevcut hükümet politikasından kaynaklı olduğu ortadadır. Tasarıyı hazırlarken de bu hakları size vereceğiz gibi bir algı yaratmaya, işçileri ikna etmeye yönelik bir çaba olduğu görülüyor. Bunu yasalara uymayan düzenlemelerden kaynaklı tazminatlardan kurtulmak adına yaptıklarını görüyoruz. Bu durum, hükümetin 2003 yılında kendisinin uygulamaya soktuğu İş Kanunu’nu da tanımadıklarını gösteriyor. Taşeronlaşma ile emeğini satma özgürlüğünün dahi ticaret konusu yapıldığı bir alandan söz ediyoruz. Taşeron çalışmanın yaygınlaşması, kadrolu işçilerin kolayca işten atılacağı bir zeminin inşası için atılan en önemli adımlardan birisidir. Açılan ihaleler ile hem insanların emeğini satma zorunluluğunu ihale ekonomisi haline getiriyorlar, aslında taşeronlaşmanın en acıtıcı kısımlarından birisi bu, hem de maliyetleri aşağıya çekmiş oluyorlar. Sendikalaşmaya, taşeron işçilerin örgütlenmesine karşı ve kadrolu işçi olmalarından kaynaklı kazanılmış haklarını kaybettirmeye yönelik bir organizasyondan söz etmek mümkün. Aslında yaptıkları yolsuzluğun bir başka boyutu da bu… Taşeronlaşma ile iş cinayetlerinin artışı arasında bir ilişki var mı? Biz genellikle iş cinayetleri ile beraber
taşeron firmalarını duyar olduk. Bu anlamda özel sektör açısından yakın dönemde gemi inşa sektörünün en yakıcı sektör olduğunu hatırlamak mümkün. Özellikle 2008 yılındaki krizle beraber gemi inşa sektöründe neredeyse kadrolu çalışmak bir istisna halini aldı. Dünya genelinde taşeron çalışmanın bu kadar yaygın olduğu başka bir örnek yok. Taşeronlaşmanın fikir babası olarak bilinen Japonya’da, Çin’de bile taşeronlaşma bu kadar yaygın değil. Çapa, Cerrahpaşa ve Haseki Kardiyoloji’de süren mücadelede sağlık işkolunda hayati öneme sahip bir konumda çalışan işçilerin açtıkları davaları kazandıklarını ve iş mahkemesinin onların asıl işverene bağlı olduklarına karar verdiğini görmüştük. Buna rağmen, hastanede taşeron olarak çalıştırılmaya devam ediyorlar. Bu işçilerin bağlı olduğu şirketin adı sürekli değiştiriliyor. Bu da işçilerin örgütlenmesi ve mücadelesi önünde çok ciddi bir engel. Bu noktada nasıl mücadele etmek gereklidir? Dava süreçleri taşeron işçilerinin lehine dönmeye başladı. Hükümetin yeni taşeron yasası hazırlamaya yönelik çabasının altında da bu gerekçe var zaten. Bu davalar taşeron işçilerin haklarının kadrolu işçilerden farklı olmadığını, yasada hile yaparak taşeron işçi olarak gösterildiklerini ortaya koyuyor. Bir taraftan mevcuttaki örgütlü mücadelelerini sürdürmek zorundalar. Davalarını, mücadelelerini, sendikalaşma çalışmalarını sürdürmeleri önemli bir unsur. Diğer yandan ise, bu gelecek olan taşeron yasasına karşı çok net tavır koymaları gerekiyor. Çünkü şu anda dava açarak alabilecekleri bu haklarını bile kaybedecekler. ‘Biz size daha düzgün bir iş ortamı sağlayacağız’ gerekçesi altında yapılan bu düzenleme, mevcuttaki muvazaa kararlarının muvazaa olmaktan çıkmasına yol açacak. Yani yasa dışı bir şey yapmış olmayacaklar, bilfiil yasayı uygulamış olacaklar. Taşeron işçilerinin bu yasaya karşı ses çıkarması ve kendilerine sunulan vaatlerin yalan olduğunu bilmeleri son derece önemli. Söyleşi: Aysun Koca
Mart 2014/24
İşçilerin Sesi
13
Hava-İş kongresi ardından
Sonuçlar ve görevlerimiz üzerine bir değerlendirme Ü
zerinden iki ay geçmesine karşın Aralık ayında yapılan ve 24 yıl süren A. Ayçin yönetiminin yerini işverenci “reform” hareketinin aldığı kongrenin sonuçları, sosyalist basında gündeme gelmeye devam ediyor. Ortak yaklaşım şu; “Nasıl olur da sol bir sendika yönetimi AKP’ye kaptırıldı” ve “sendika içindeki sol muhalefet bu başarısızlığın sorumlusudur”. İlk olarak Hava-İş’in “sol”un bir kalesi olarak görülüp, A. Ayçin yönetiminin devrilmesinin işçi sınıfının ve solun bir kaybı olarak görülmesini açıklamaya çalışalım: Ayçin, bu kongrede fiili olarak yönetimden düşse de, aslında 2009 yılında yapılan kongre, onun ve temsil ettiği sol bürokratik siyasetin iflasını haber vermişti. Bu kongrede de yine Gökkuşağı Hareketi’yle (GH) karşı karşıya gelmiş, her iki taraf da 146’şar oy almışlardı. Bir mahkeme oyunuyla muhalefetin oyu geçersiz sayılmış, böylece iktidarını koruyabilmişti. Ayçin yönetiminin çürümesi, 2012 yılındaki iş bırakma eylemini savunmayıp, işten atılan 305 işçiye sahip çıkmaması ve 2013 yılında gerçekleşen ve kağıt üzerinde kalan grev süreçleriyle son safhaya gelmişti. Aslında yönetim “ölmüştü” ama yıkılması biraz zaman aldı. Bu yaşanan gerçeklere rağmen Sosyalist sol (buna ulusalcı solu de ekleyelim) son ana kadar Ayçin yönetimini destekledi ve Gökkuşağı’nın Muhalefetini bozgunculukla suçlamaktan geri durmadı. Ayçin yönetiminin itibarı işçiler gözünde sıfıra inse de, solun siyaseti değişmedi. Bunun esas gerekçesi, sol anlayışların sendika yönetimleriyle kurdukları çarpık ilişkide yatıyor. Sosyalistlerin çoğunluğunun işçi sınıfı içindeki mücadele ve örgütlenmeden anladıkları şu: sendika yönetimini ele geçirmek, bu olmazsa yönetimlerle iyi ilişkiler kurmak… Ayçin, bu yaklaşımı çok iyi bildiğinden, “sol kartını” sonuna kadar kullandı. AKP hükümetine karşı “tek başına mücadele eden sendikacı rolünden devrimci lafazanlıklara kadar her türlü kılığa girdi (sosyalist sol, İşçi Partisi’nin tv kanalı olan Ulusal kanalda, her gece
boy göstermesini bile görmezden geldi). Ayçin’in 305 işçinin geri dönüş mücadelesini ve THY grevini sömürdüğünü gördüğü halde, desteğini esirgemeyen sol (başta KESK olmak üzere), Ayçin’in egosunu şişirmeye hizmet etti. Soldan gelen bu büyük destek, Ayçin’i gerçeklerden uzaklaştırdı ve uzlaşmaz bir pozisyon almasına neden oldu. Kongreye birkaç hafta kala sol kesimlerden gelen dolaylı mesajlarla GH’nin, Ayçinle ittifak yapması yönündeki telkinler de, aynı siyasi yaklaşımın devamı oldu (aslında yönetim iddiasından vazgeçip, Ayçin’i desteklemeleri istendi). Sonuç olarak, Ayçin soldan gelen bu eleştirisiz koşulsuz destekle, kongre sürecine girdi. GH ve İşçi Muhalefetini dışlayan tavrıyla, kendi seçim yenilgisinin önünü açtı. 2013 Aralık Kongresi yanlızca delege sayıları yüzünden değil, A. Ayçin’in bu uzlaşmaz siyaseti yüzünden, işveren listesinin kazanımıyla sonuçlandı. Ayçin sol bürokrat tavırlarıyla kendi sonunu hazırladı, sosyalistler bunu görmektense hala GH’yi ve onu siyasi olarak destekleyen İşçilerin Sesi’ni (İS), kongre sonuçları açısından suçlamayı sürdürüyorlar. Kongre değerlendirmesinde GH ve İS’ne gelirsek GH’nın kongre sürecinde izlediği veya izleyemediği iki farklı siyaset, bu gazetenin Ocak 2014 tarihli 22’nci sayısında, GH’nin bizzat sözcüleri tarafından ifade edildi. Bahadır Altan tarafından savunulan görüş. “devlet ve işveren baskıları sonucunda demokratik bir işleyiş ve seçim olanağı kalmayan kongrede, hiçbir liste ile ittifak yapmadan çekilip, kongreye katılmamak. Gülbeyaz Efe tarafından ifade edilen yaklaşım ise, bu kongre koşullarında ve gelecek delege sayısı azalan GH hareketi olarak, Reform Hareketinin yaptığı “başkanlık GH’de olmak üzere, dokuz kişilik yönetimde GH’ye beş yönetim kurulu üyeliği verilerek bir ittifak yapılması” yönündeki öneriyi değerlendirmek.
Her türlü ittifakı red etmek, ilkeli bir tavır olarak görülebilir. GH büyük iddialarla ve yönetime gelme niyetiyle dört senedir, sendikal faaliyet yapıyordu. Delege seçimlerine de bu iddia ile katılmış, Uçuş İşletmedeki bütün delegeleri almıştı. Diğer bölümlerden de destekçilerini olduğu biliniyordu. Delege sayısı bakımından ikinci sıradaydı. Bu delegasyon gücüne karşılık, Genel Kurula katılmama kararını (GK yürütmesinin bir bölümünün desteğini alarak) açıklaması, her şeyden önce kendisini destekleyen işçilere karşı, bireysel ve sorumluluk taşımayan bir davranış olarak görülebilir. Sendikal mücadelede, siyasi mücadelede olduğu gibi önderliğin belirleyici bir rolü vardır. İşverenin baskıları (işten çıkarma tehditi) sonucunda GK delegasyonundan işçilerin Genel Kurula gelmemeleri anlaşılır bir durumdur. Buna karşılık önderlik bu koşullarda önem kazanır. Kongreye gelen delegelerle, genel kurula katılmak, GH sendikal anlayışını ifade etmek ve yönetime aday olmak mümkündü. Pazar günü Genel Kurula gelen delegelerin, bu önderlik boşluğu nedeniyle Ayçin’nin listesine oy verdikleri görüldü. Eğer Genel Kurula katılmış olsaydı, GH yeniden bir muhalefet çalışmasına başlamak için bir zemin bulabilirdi. İttifaklar meselesine gelince; sendikal mücadelede de, siyasi mücadelede olduğu gibi belli ilkeler temelinde (bütün işçilerin ve sınıfın çıkarlarının savunulması, söz ve karar sahibi olanın işçiler olması vb.) yürütülmesi bir zorunluluk. Bunun yanı sıra, sendikal mücadele içinde, siyasi mücadeleden farklı olarak, somut sonuçlar da yaşanır. Bu nedenle ittifaklar sorununa (Hava-İş örneğinde olduğu gibi işveren listesi ile ittifak yapmak gibi) genel bir reçete vermek mümkün değil. Bu durumda belirleyici olan karşı listenin niteliğinden çok, bir sendikal iddia ile alana çıkan sendikal muhalefetin, işçi tabanı içindeki gücü ve etkinliğidir. GH, tabanda mücadele eden işçilerin muhalefetinin temsilcisi olabilseydi, yani gücünü ve etkinliğini, üyeler içindeki örgütlülüğünden alsaydı, bu koşullarda belli riskleri göze alarak “reform hareketi” ile ittifak yapmaktan çekin-
mesine gerek yoktu. İşçi tabanından gelen gücünü, işverenin ve işbirlikçisi yönetim kurulu üyelerine karşı kullanıp, onların sesi olabilir ve çıkarlarının kollayıcısı bir rolü üstlenebilirdi. GH ne yazık ki böyle bir güce ve etkinliğe sahip değildi. Başından beri Ayçin yönetimine muhalefetle kendini sınırlamış, tabanda bir örgütlülükten çok sendikal anlayışının propagandasını yapmakla yetinmiş ve bireyler üzerinden kendisini ifade etmişti. Bu nedenle yukarıda belirtilen gerekçelerden dolayı GH’nin, Hava-İş Kongresi özelindeki koşullarda, bir ittifak içinde yönetime girmesi doğru olmayacaktı. Siyasal sonuçları açısından bir değerlendirme yapmak gerekirse, sendikal mücadele içinde hele bürokrasiye karşı mücadele içinde, siyasetin görevi ilkeleri ve yapılacakları vaaz etmekle sınırlı kalamaz. Sendikal mücadele pratik bir mücadeledir. Bu yolda ilerlerken “paçalara biraz çamur bulaşması” işin doğasından kaynaklanıyor. Buna karşılık belirleyici olan sonuçlar değil, siyasetin hangi araç ve olanaklarla yapıldığıdır. Sendikal mücadele özü gereği reformist bir mücadeledir ve sınırları bellidir. Hava-İş Kongre sürecinde GH’nin kimi temsilcilerinin kendilerini seçimle ve yönetime gelmekle sınırlamaları, sendikal mücadele açısından anlaşılır bir durumdur. GH’nin anti bürokratik mücadele deneyiminden çıkarılması gereken sonuçlardan biri de, sendikal bir mücadelede, bu anlayışla (reformist) hareket eden unsurların yanı sıra, işçilerin gündelik çıkarları ile işçi sınıfının tarihsel çıkarları arasındaki ilişkiyi kurabilen komünist işçilerin varlığının belirleyici olmasıdır. Siyaset, sınıf içindeki çalışmasının merkezine komünist işçilerin yetiştirilmesini almalıdır. Onları gelecekteki mücadeleler için hazırlamak görevi olmalıdır. Siyasetin görevi, reformist anlayışları eleştirmekle sınırlı kalamaz. Ufuk Demirci
14
İşçilerin Sesi
Mart 2014/24
Ortak Sorunlarımıza Ortak Adayla, Ortak Çözüm! Okmeydanı Mahmut Şevket Paşa Mah. Muhtar Adayı Songül Yarar Dede’nin, yerel yönetimlerin önemli bir birimi olan mahalle muhtarlıkları hakkındaki görüşleri… Mahallemizin ihtiyaçlarını ve sorunlarını, hep birlikte tespit edeceğiz, çözüm yollarını da birlikte bulacağız. Mahallesine ve sokağına sahip çıkan bir anlayışla, yaptıklarımızın sonuçlarını açık bir şekilde mahallelinin denetiminize sunarak hareket edeceğiz. Mahalle meclisleri oluşturacağız. Bu meclislerin sahibi mahallede yaşayanlar. Böylece mahallemizi ilgilendiren konularda söz, yetki ve karar hakkı mahalleliler olacak. Mahalle Meclisleri, sokak sokak yerel sorunlarımızı tartışacağımız, çözüm yollarını araştırıp, bulduğumuz yerler olacak. Biz kadınlar seçimden seçime hatırlanıyoruz, oysa biz yardıma muhtaç ya da sadece belediyeden, muhtarlıktan hizmet alanlar değiliz. Toplumu yeniden üretenler, yaşadığımız mahalleyi, sokağı, semti ihtiyaçlarımız doğrultusunda değiştirebilecek olanlarız. Mahallemizin nüfusunun yarısından fazlasını kadınlar oluşturuyor. Oysa sesimiz, yerel yönetimlerde, belediyede, muhtarlıkta duyulmuyor. Çünkü Okmeydanı’nda hiç kadın muhtar olmadı! Şişli İlçesine bağlı 28 mahalle muhtarının sadece biri kadın (Feriköy). Biz kadınların karar alma merkezlerinde yer alması bütün kenti değiştirmeyecek ama kadınlar “biz de varız!” demedikçe cinsiyet eşitsizlikleri ve farklılıkları dikkate alınmıyor, yerel politikalar cinsiyet eşitliği bakışıyla oluşturulmuyor. Sokaklarında günün her saati gezebil-
diğimiz, taciz, tecavüz, can güvenliği endişesi taşımadığımız, evdeki şiddetten kurtulmak için sığınağa gidebildiğimiz, temel hizmetlere kolayca erişebildiğimiz, gelir ve giderlerinden haberdar olduğumuz, bunlara müdahale edebildiğimiz, bakım hizmetlerinden, ev işlerinden tek başımıza sorumlu olmadığımız bir İstanbul’da, bir Okmeydanı’nda yaşamak istiyoruz. Ev işlerini yapmak, çocuk-hasta-yaşlı-engelli bakmak sadece kadınların değil erkeklerin ve tüm toplumun sorumluluğudur! Bu nedenle mahallemizde kreşler, sosyal merkezler açılmalı! Okmeydanı’nda kentsel dönüşüm planları yapılıyor uzun zamandır. Mahallede yaşayanlar uzun zamandır bu konuda adımlar atıyor, toplantılar düzenliyor. Gelecek tehlikenin farkındalar. Biz şöyle düşünüyoruz: Kentsel dönüşüm değil, yerinde değişim: Bizim olan yerlerin tekrardan bize satılmasına izin vermeyelim. Projeler ilçemizde yaşayanların görüşleri alınmadan uygulanamaz. Tapularımızı istiyoruz. Takipçisi olacağız! Kiracı¬ ev sahibi ayrımı yapmadan yaşam alanlarımızı hep birlikte koruyalım. Ranta ve çıkar gruplarına izin vermeyelim. Eğer böyle bir bakış açısıyla mahallemizi yönetirsek, kadın, erkek, çocuk ve yaşlılar olarak dayanışma ve yardımlaşma duygularıyla gerçek bir demokrasi ve eşitliği sağlamak yönünde önemli adımlar atarız.
Mücadele olmasaydı bu zammı alamazdık T
emmuz’da zammı 8 saate kart basan işçilerin sayesinde aldık. Ocak zamları ile gelecek Temmuz zamlarını da birlikte açıkladılar. İşçiyi düşündükleri için değil, işçiden korktukları için hoş görünmeye çalışıyorlar. Ama işçi çıkışlarına da devam ediyorlar. Diğer yandan ise, oyalama taktikleriyle geride kalan işçilerin gönlünü almaya çalışıyorlar. İşçi bunu anlamıyor mu? Yılbaşında iki koca torba erzak dağıtımı oldu. Zam verirken de yeni-eski işçi arasına fark koydular. Böylece eski işçilerin en çok şikayet ettiği, “yeni giren benim kadar maaş alıyor” sözlerinin önünü kesmeye çalıştılar. Zamlara gelince bölüm bölüm veriliyor ve zammı şef işçilere uygun gördüğü biçimde dağıtıyor. Zammın kaymağını kendisine ve yalakalarına alıyor gerisi işçilere dağıtılıyor. Böyle olunca da adaletsiz ve eşitsiz bir zam dağılımı oluyor. Anayasa ve yasaların eşitlik ilkesi gereği, somut nedenleri olmadan aynı işi yapan aynı kıdemdeki işçilere farklı maaş uygulaması yapılamaz. Zammı
“havuz” yapıp oradan istediği oranda işçiler arasında paylaştırmaya da adalet denmez! Bu zamların düzeltilmesi gerekir. Fakat işyeri o kadar gergin ki, tek tek bazı işçiler itiraz etse de, genel bir mücadele şimdilik gözükmüyor. Ama işveren önlemini de alıyor. Şimdiden yemekhanedeki televizyondan Temmuz zammının brüt 101 lira olacağını duyurdu. Geçen sene sadece Ocak ayında zam verip, Temmuz zammını işçiler 8 saate kart basınca vermek zorunda kalmıştı. Şimdi ders çıkartmış, Ocak ayından Temmuz zammını duyuruyor. Ancak, Ocak zammı yüzde 8 ile 25 arasında değişiyor. Aynı işi yapanlar arasında yaratılan fark, tamamen keyfi. Öte yandan sorunlarımız da sürüyor. Servis sorunu patronun cimriliğinden kaynaklanıyor. Ya servislerde yer yok ya da bazı yerlere servis yok. İşyerinin boyuna bakıp işlerin düzeninde gittiğini sananlar yanılıyor. Yönetim bir servis sorunun bile çözemiyor. Onun en iyi bildiği şey, işçi atmak. İşyerinden son 4-5 ayda atılan işçi sayısı yüzlerle
ifade edilebilir. Ama doymadılar. Sonunu getireceğiz diye fabrikada işçi bırakmadılar. Yeni giren işçi ise, biraz çalışıp işten ayrılıyor. Yeni giren işçi çalışma koşullarına isyan etmeyecek sanıyorlar. Her işçi, günü gelince ekmek davasına sarılacak, sömürücülerin karşısına dikilecektir. İnsan Kaynakları ise, gözünün tutmadığını, yalakaların ihbar ettiğini hala sürgüne gönderiyor. İşçi atıyor ama amacına ulaşamıyor. Yolsuzluk ise, işyerine kadar inmiş durumda. Senet mafyası var. Kaynağını şimdilik bilmiyoruz. Emir yukardan mı geliyor, yoksa paraları ceplerine idareciler mi indiriyor. Henüz belli değil. Elimizde kaset yok ama kanıt var. İşlem şöyle oluyor: Önce işçiyle tazminat pazarlığı yapılıyor. Tazminat indiriliyor. Senet imzalatılıyor. Bankaya tazminat tam yatıyor. İşçi parayı çekmeye bir yöneticiyle gidiyor. Parayı çekip, imzalatılan senedin karşılığında tazminatın yarısını geri veriyor. Kim bu idareciler? (Bir grup işçi)
Mart 2014/24
İşçilerin Sesi
15
İşçiler birleşti, atılan işçileri geri aldırdı! Bir hafta süren dişe diş bir mücadelenin sonunda, işten çıkartılan işçiler arasından işe geri dönmek isteyen beş işçinin işe geri dönüşü kabul edildi. Sorunların baş müsebbibi olan dikimhane şefi ise, izne çıkartıldı. Patron bu kişiyi işten çıkartmadı ama daha sıkı kontrol edeceğine dair söz verdi. İlk protesto yemekler için
Herkes şeften şikayetçi oldu. Patron işçinin yanında şefe fırçayı attı. “Araatron yemekçiye ''pazartesi ku- mızda diyalog eksikliği var, bunu giru, çarşamba nohut, perşembe dermek için tüm bölümlerden temıspanak” yapılacak diye talimat ver- silciler seçin, bunları konuşalım, bu miş. Kendisi bu yemekleri çok sevi- işler hallolur” dedi. yormuş. Patronu bu yemekleri yerken İşçiler “bu eylemi kimse tek başına pek görmedik. Ama patron işçinin yapmadı, bu yüzden bir tek arkadagücünü iyi gördü. şımız işten çıkartılırsa durumlar farklı İşçiler özellikle de dikimhane bö- olur, kimseyi bırakmayız, hepimiz lümü yemekleri protesto etme kararı yaptık” dediler. Şef 4 gün işe gelmedi. aldı. Çarşamba günü birinci bölüm Patron ikna edip getirdiğinde baş kalyemekhaneye çıkıp masalarda oturdu dıranların işine son verilirse gelirim kimse yemek almadı ikinci bölüm şartını koymuş olacak ki, ilk gün 70 gelene kadar neler yapılması gerek- işçi çıkartılacak dedikodusu yayıldı. tiğini konuştu . Karar kimse yemek Şefin hedefinde ona baş kaldıran 10 yemeyecek idari kadrodan birinin kadar işçi vardı. gelip açıklama yapması beklenecek. Ayrıca zam oranları ne oldu ne zaman Sözümüzü söyledik, hazırlığımızı verilecek? yaptık İkinci bantta yemekhaneye gelince İş çıkışı akşam işçiler olarak topyemekhane şefine “kimse yemek ye- lantı kararı aldık, hedefte olduğunu miyor aşağıya haber verin biri gelsin düşündüğümüz 10 işçi de toplantıya konuşalım” dendi. 10 dakika bekle- katıldı. Alınan karar kimse muhasedikten sonra kimse gelmeyince ma- beye gitmeyecek. İdareden bir şey salara vurmaya başlandı. 15 dakika söylemek isteyen varsa gelip herkesin masalara sürekli vuruldu. Ütü paket içinde söyleyecek. Sabah ilk iş işçilere şefi geldi çok ses çıktığını bunu yap- bunu duyurmak olacak dendi. Ertesi mamamız gerektiğini söyledi. Günlük gün 10 çayında işçilere alınan karar yemekleri şimdi yiyin, yemekler de- söylendi. Herkes bu karara uyacağını ğişecek dendi. kimseyi bırakmayacaklarını söyledi. İşçiler bu şefin iyi sakinleştirici Bu toplantıdan şefin, patronların konuşmasına ikna olmak üzereydiler. da haberi oldu. Çıkışlar ne zaman 30 yıllık bir şirket ama daha önce iş- olacak diye beklerken akşam saat çiler böyle birlikte eylem hiç yapma- 17.00’de tüm bölümlerin şeflerine mışlar. Herkes dili döndüğünce derdini mail atıldı. Mailde “şirketin ekonomik anlatıyorken, içeriye dikimhane şefi nedenlerden dolayı küçülmeye gidegirdi. ceği o yüzden 25 arkadaşımızla şimdilik yollarımızı ayırıyoruz, ileride “İmparator”un da paçasını aşağı işler açıldığında bu arkadaşlarla tekrar alırız! çalışmak isteriz” deniyordu. Ya da kendini öyle sanıyor. DiBu 25 kişi içerisinde öncelikle kimhane şefi içeri girer girmez “Ter- kendi isteğiyle çıkmak isteyen varsa biyesizler, artistler, lan siz kimsiniz” tüm haklarını vereceklerini söylediler. diye işçilere diklendi. Zaten zam ala- Model bölümünden 6, ütü paketten mayan işçilerde biriken bir öfke vardı. 3, kesimden 2, dikimden 2 işçi saat Şefin üzerine yürüdüler şefi yaka 17.30’da muhasebeye çağrıldı. Çıkış paça dışarı attılar. Hey gidi “imparator” işlemleri yapılan işçilerin kimine tazne oldu sana? 10 dakika daha masaya minatı 6 taksit, 4 taksit yaptılar. Alvurma eylemi yapıldı. Dikimhaneye dıkları ücretten tazminatlarını eksik model bölümü de destek verdi. İşbaşı hesaplayarak imza attırdılar. Kimin saatinde herkes dağıldı. de “ay sonu gel paranı al” dendi. Tazminat parası verdiklerine de ayrıca Patron alttan aldı 20 lira taksi parası verip “servisleri Öğrendik ki patronlar kameralardan bekleme hava soğuk, hemen evine olanları izliyorlarmış. Şefi işçinin git” diyerek fabrikadan uzaklaştırdıönüne salmışlar. İşbaşı olduğunda lar. patron toplantı yaptı, durumu sorudu.
P
Kinlerini akşam paydosuna saklamışlar… Cuma akşam paydos saatinde, 18.30’da dikim bölümünden 10 işçiye muhasebeye çağırdılar. İşçiler gitmedi, imza atmadılar. Akşam işçiler tekrar toplandı. Toplantı yapıldı. İşçilerin birlik olması moral vermişti. Bu hedefi bir adım ileri taşımak gerektiğini, tüm bölümleri bu işe dahil etmemizin önemi üzerinde duruldu. Onun için sendika üyeliğini başlatmamın iyi olacağı söylendi. Sendika üyeliği konusunda herkes hemfikir olmadı. Öncelikle atılan işçilerin işe geri alınması, tazminatların tam alınması gibi konular öne çıktı. Bunu için pazar günü toplantı kararı aldık. Pazar günü 60 işçi toplantıya katıldı. Orada 5 maddelik kararlar alındı. Pazartesi işten çıkartılan arkadaşları aramıza alarak içeri gireceğiz. İşçi arkadaşları tekrar dışarı çıkartırlarsa paydoslarda alkış eylemi yapacağız. İş yavaşlatılacak. Akşam çıkışta sendika üyeliği konusunda bir sendikacıyla toplantı yapacağız. Sesimiz Organize Sanayi’de yankılandı Bu aldığımız kararları birileri hemen içeriye uçurmuş. Patron bazı servisleri aramış sabah geç gelin demiş. Bizden bir dakikanın hesabını soran patron, servisin 20 dakika geç gelinmesine bile razı olmuş, işe bakın! İşçiler sabah erken işyerinde oldular. Erken servislerdeki işçiler, işten çıkartılanları içeriye aldırdı. Saat 9 da içeriye polis geldi. İşçiler alkışlarla polisi istemediklerini söyleyince polis dışarı çıkmak zorunda kaldı. Çıkan arkadaşlar münakaşa olmasın diye evraklara imza atmadan dışarıya çıktılar. 10 çay paydosunda alkışlarla dışarıya çıkıp 10 dakika işten çıkartılan arkadaşlara destek olduk. Öğlen yemek paydosunda yemekhaneden alkışlarla, sloganlarla dışarıya çıkıldı. “Susma sustukça sıra sana gelecek, Direne direne kazanacağız” sloganları atıldı. 16.00 çay paydosunda da alkışlarla, sloganlarla dışarıya çıkıldı. Bu işvereni çok rahatsız etti. Organize Sanayi sitesinde de hareketlilik yarattı. İşçiler birlik olunca neler yapacağını gördüler. Hep birbirimizden “o eyleme
gelmez” diye şüphelenirdik, oysa istenirse birlik oluna biliyormuş. Şalteri patron kapattı Patron 17.00’de toplantı yapmak istedi. İşçiler kabul etmedi. Kaç defa söyledi, işçiler yine kabul etmedi. Kimse makinesinden kalkmıyordu. Patron işçilere toplantı yapmak için şalteri kapatmış. İşçiler büyük patron gelmeden olmaz demiş. İşçinin direncini bir yere kadar oldu ve toplantı yapıldı. İşveren “çarşamba gününe kadar süre verin, bu işi çözeceğiz” demiş. Akşam çıkışta sendikacıyla toplandığımızda yeterince katılım olmadı. İşçiler arasında sendikaya üyeliği için daha erken olduğu söylendi. Bunu yapmamızın zor olduğu söylendi. Çarşamba günü patronla yapılan görüşmenin ardından, atılan işçiler arasından işe geri dönmek isteyen işçilerin beşi de geri dönecek. Diğer çıkartılanlar zaten tazminatlarını alıp işten ayrılmak isteyen işçilerdi. Ön bilanço Eylem, sanayi sitesinde ses getirdi, işveren bu eylemden çok rahatsız oldu, kendisine yapılan bir hakaret saydı. İşçilerin yeniçeriler gibi ayaklandığını, ondan şefin kellesini istediğini, ama vermeyeceğini ilan etti. İşçilerin birliği karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Bir noktada anlaşmaya varıldı. Ama bu geçici bir durumdur. Patronun ilk fırsatta bu eylemlerin öcünü almak isteyeceğini ise, hep aklımızda olmalı. Şimdi iş güvencemizi sağlamak üzere, bu kazanımı kalıcı hale dönüştürmek için hazırlık yapmalıyız. Bunun bir yolu fabrikanın bütün işçilerini katarak, Fabrika Komitesi’ni kurmak olabilir. Hatta işçi temsilcisi seçimini komitenin seçimine dönüştürebiliriz. Alt bölüm komiteleriyle birlikte fabrikanın tamamını birlikte hareket etmeye yöneltebiliriz. Kazanımların kalıcı hale gelmesi içinse, Organize Sanayide işçilerin birliği ve mücadelesi gerekir. (Bir grup işçi)
İşçilerin Sesi
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
8 Mart’a girerken
Kadınlar birleşirse kazanır Kadınlar geceleri de, sokakları da, alanları da istiyorlar. Tabi tüm bunların yolu kadın dayanışması ve birleşik kadın mücadelesinden geçiyor.
S
öz konusu bilim, sanat veya ekonomi olduğunda birçok ilerleme ve güzel haberler duyuyorken; sıra kadın haklarına geldiğinde olumsuz tablo hiç değişmiyor. Kadınlar öldürülüyor, tacize, tecavüze uğruyor, şiddete ve mobbinge maruz kalıyor, çocuk yaşta evlendiriliyor. Kadınlara kürtaj yasağı getirilerek ve tecavüz çocuğunu doğurması için baskı yapılarak, bedeni üzerindeki karar hakkı bile elinden alınıyor. 8 Mart’ın Dünya Kadınlar Günü mü, yoksa Dünya Emekçi Kadınlar Günü mü olduğu tartışması, sol-sosyalistler arasında uzun süreden beri devam etmektedir. Oysa 8 Mart, tüm kadınların haklarının savunulduğu, cinsiyet ayrımcılığına karşı mücadelenin en güçlü biçimde vurgulandığı bir gündür. Bu mücadelenin ilk kıvılcımı 1857’de New York’ta gerçekleşti. 8 Mart 1857’de, New York’ta, çoğu kadın ve çocuk olmak üzere, 40 bin dokuma işçisinin, uzun çalışma saati ve düşük ücrete karşı başlattıkları direnişe yapılan müdahale ve saldırı sonucu, 129 kadın yanarak yaşamlarını yitirdiler. 8 Mart’ın Kadın-
ların Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü olarak kutlanmasını, Clara Zetkin II. Enternasyonal’in 1889’daki kongresinde gündeme getirmiş, daha sonra 1910 yılında Kopenhag’da toplanan Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, her yıl Mart ayında, Kadınların Uluslararası Birlik Dayanışma ve Mücadele Günü örgütlenmesi kararlaştırılmıştır. Ertesi yıl Avusturya, Almanya, İsviçre ve Danimarka’da Kadınlar Günü kutlanmıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ise 16 Aralık 1977 tarihinde, 8 Mart’ın “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmasını kararlaştırdı. Kadınlar barışın ve demokrasinin öznesidir Kadınlar, her ne kadar erkek egemen zihniyet tarafından uzak tutulmak istense de, savaşın ve barışın özneleridirler. Kadınlar savaştan doğrudan ve/veya dolaylı olarak etkilenmişlerdir. Yakınlarını kaybetmiş, zorla göç ettirilmiş, taciz ve tecavüze uğramışlardır. Ayrıca savaşla beraber artan militarizm sebe-
biyle erkekler saldırganlaşmış, bu sebeple kadına yönelik şiddet artmıştır. Kadınların barış süreçlerinin dışına atılmasının önemli nedenlerinden biri, kadınların savaşın muhatabı olarak görülmemesidir. Savaşın, kadınları ve kadın merkezli konuları içermediği, cinsiyet ilişkileri ve eşitliği ile ilgili olmadığını söyleyerek, kadınları barış görüşmelerinin dışında tutarlar. Hâlbuki kadınlar, savaş boyunca barış için mücadele ederler. Bu mücadele sırasında, politik, etnik, sınıfsal ve dini ayrımlarını aşarak, birliktelik geliştirir ve ortak bir dil üretirler. Yani barış konusunda erkeklerin kadınlardan öğreneceği çok şey vardır. AKP iktidarı döneminde, kadın cinayetleri, taciz, tecavüz, çocuk gelin sayıları artmıştır. Bunlar yetmezmiş gibi, AKP, gençleri bir an önce evlendirmeye yönelik olarak, faizsiz evlilik kredisi verme, evlenen öğrencilerin üniversite öğreniminden kalma borçlarını silme, lise öğrenimi görürken evlenebilme gibi teşvik edici unsurlarla, gençleri bir an önce sistemin kendini yeniden üreteceği
aileye hapsetmeyi hedeflemiştir. Üstüne üstlük, AKP döneminde KEFEK ( Kadın ve Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu) kapatılmış; 2012 yılında, önce İstanbul sonra Ankara’da, Anne Üniversiteleri açılmıştır. Orada kadınlara, fedakâr anne, iffetli eş ve sigortasız işçi olmanın meziyetleri anlatılmaktadır. Türkiye’de kadınlar, ulusal, sınıfsal ve cinsel sömürüye ve şiddete karşı örgütleniyorlar, mücadele ediyorlar. Mücadele kadınları, kadınlar da mücadeleyi dönüştürüyor. Kadınlar, 8 Mart mücadelesinin haklılığından aldıkları cesaret ve güç ile kapitalizmin ve onun erkek egemen zihniyetinin yarattığı ekonomik, siyasal ve sosyal kuşatılmışlığı kırmak, umut ve güven dolu onurlu bir geleceği kurmak, kaybettiklerini kazanımlara dönüştürmenin güçlü adımlarını örgütlemek için bir araya geliyorlar. Kadınlar geceleri de, sokakları da, alanları da istiyorlar. Tabi tüm bunların yolu kadın dayanışması ve birleşik kadın mücadelesinden geçiyor.