Gizli Diplomasiye hayır!
Kürtaj hakkına hükümetin saldırısı sürüyor!
Suriye tapesinin yayınlanmasının ardından devlet erkanı “casusluk” diye celallenmeye başladı. Halktan gizlediklerinin açığa çıkması, yüzlerindeki maskenin ve barış söylemlerinin ardındaki ikiyüzlülük açığa çıktı.
AKP hükümetinin kürtaj hakkını yasal olarak geri almaya gücü yetmediyse de uygulamada kadınlar bin bir türlü engelle karşılaşıyor. Filli olarak yasak devam ediyor! Banu Paker> 6
İşçilerin Sesi İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır
ISSN: 2147-1568
Nisan 2014 / Sayı 25 Fiyatı: 1.5 TL
AKP’nin Seçim Zaferi mi?
A
KP iktidarı, bulaştığı yolsuzluklara ve totaliter yönetim tarzına karşın, bu ülkede genişçe bir kesimin desteğini almaya devam etmektedir. Toplumu sosyal ve kültürel yaşam temelinde kutuplaştıran AKP, bu yolla kendisine siyasi avantaj sağlamakla beraber, iç savaşa gidebilecek yolun taşlarını döşemektedir. Aykut Özer> 3
Gezi İsyanı’ndan Berkin Elvan’a; Mücadeleye Devam! Bizlere düşen görev provokasyon girişimlerini boşa çıkarmaktır. Gezi İsyanı’nın emekçi kitlesine ve ezilenlerin geniş cephesine güvenmek zorundayız. N.Cemâl> 8
Ergenekon dışarıda, KCK içerde Ergenekon davası işlevini yerine getirdi ve neticelendi. Artık bundan sonra insanların içerde tutulması bir şeye hizmet etmeyeceği gibi, aksine kamuoyunu rahatsız ediyor. Oysa Kürt hareketi ile sistemin çıkarları uyuşmuyor. Taraflar müzakere masasında olsalar bile, aralarındaki bilek güreşi devam ediyor.
İlkay Öngören> 9
Seçimler yasaklarla başladı, şaibeli bitti AKP’nin oy kaybetme korkusu, seçim öncesinde yasaklarla başladı, sandığa baskıyla sona erdi. AKP de karşısındaki muhalefet de yarattıkları gerilime denk gelen siyasal bir kazanım elde edemedi. Ancak seçmenlerini ciddi anlamda gerdiler, taraflaştırdılar. Bunun olumsuz sonuçlarını ileride görebiliriz. Seyfi Adalı>4
Seçim bitti: İşsizlik, yetersiz ücretler, taşeron sistemi sürüyor! kardeşliği savunan bir parti olarak inandırıcı bulunmadığı gibi, tersinden ayrıştırıcı, dışlayıcı halka tepeden bakan tavrıyla aşağıdakilerin siyasi adresi olmadı. Halk kitleleri içinde Tayyip Erdoğan'ın ve bakanlarının bulaştığı yolsuzluk “kim yapmıyor ki” sözleriyle geAKP karşısında CHP seçeneği, çiştirildi; seçmenler partilerini bir 91 yıllık geçmişiyle, demokratik, kulüp taraftarı gibi savundu. > Devamı 2. sayfada Tayyip neden böylesine coştu? özgürlükçü, eşitlikçi; Kürt halkıyla
Seçim sonuçları, siyasete hâkim olan genel tablonun pek değişmediğini gösterdi. AKP’nin büyük oranda oy kaybedeceği, CHP’nin oy artıracağı algısı doğru çıkmadı. AKP’nin aldığı oy kendi beklentilerini bile aştı. MHP belediyelerini artırdı. BDP etki alanını pekiştirdi.
Seçimlerden yüzde 44 oy almayı belli ki beklemiyordu. Bu rakam onu coşturdu. Yüzde 44, içeride kemer sıkma kararlarını alıp uygulamak için iyi bir sonuçtur. Yeni ihaleler, rant kapıları ve yoksuzluk olanakları demektir.
2
İşçilerin Sesi
Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.
İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Nisan 2014 Sayı: 25 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 2/48 Kadıköy İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com
Nisan 2014/25
Seçim bitti: İşsizlik, yetersiz ücretler, taşeron sistemi sürüyor! MHP, PKK ile yapılan fiili ateşkes ve Öcalan ile sürmekte olan görüşmelere tepki duyan milliyetçi tepki oylarını alarak büyümek istedi. Ancak sadece birkaç puanlık oy artışı sağlayabildi. Bu durum, barış ve yumuşama sürecinin, kitleler üzerindeki ırkçı-şoven etkiyi kırmak bakımından, olumlu sonuçlar yarattığını göstermektedir. HDP, esas olarak, BDP’nin geleneksel oylarını aldı. Bu durum siyasi hedeflerinin henüz bir fikir ve iddia olmaktan öteye gidemediğini gösterdi. Gezi direnişinin ortaya çıkardığı geniş demokrat kamuoyu üzerinde sinerji yaratamadığı ortaya çıktı. Öte yandan seçim sonuçlarının sevindirici bir yanı da var. Bu da, Kürt halkının kendi illerinde ve ilçelerindeki siyasal nüfuz artışıdır. Kürt halkı, kendi özerkliğini inşa etme yolunda adım atmaktadır. AKP karşısında en direngen parti BDP olmuştur. Birçok yerde iktidar partisini yenilgiye uğratmıştır. Başarıyı halkıyla birlikte almıştır; bu bakımdan örnek alınmalı. Siyasette Nadir Görünen Bir Tablo Seçim akşamı, AKP Genel Merkezi balkonunda, Tayyip Erdoğan’ın sergilediği tablo, dudakları uçuklatacak cinstendi. Tayyip, bütün aile bireylerini balkona toplamış, el ele tutuşarak “seçim zaferini” kutluyordu! Yanında hiçbir parti yöneticisi yoktu. Balkon konuşmasında “inlerine gireceğiz” mesajını vererek, yolsuzluklarının deşifre edilmesinin önünü kesmek isteyen bir siyasetçi gibi konuştu. Ailesini de balkona çıkartarak aklamak istedi. Bu bile, ne kadar yıprandığını gösteriyor. Onun derdi kendi ailesi ve milyon dolarlarıdır. Öte yandan Suriye ile savaş atmosferinin siyasi baskısını kamuoyu üzerinde hissettirmek istiyor ki, dokunulmazlık elde etsin. Oysa yolsuzluklar, “seçim başarılarıyla” aklanamayacağı gibi, alınan yüzde 43–44 oranındaki oy da devlet içindeki bölünmeyi ve kavgayı sona erdiremez. Ukrayna’da Yanukoviç, Mısır’da Hüsnü Mübarek, kitle hareketleri sonucu devrilmelerinin hemen öncesinde, büyük oy oranları ile iktidara gelmişlerdi. AKP’nin kendi siyasi çıkarları için yarattığı toplumsal kutuplaşmanın “bumerang”
gibi dönüp, kendisini vurması kuvvetle muhtemeldir. Çeşitli bölgelerde, seçimlerde yolsuzluk yapıldığı iddiaları ile geniş halk kitlelerinin sokaklara dökülüp, güvenlik güçleriyle çatışması bunun ilk işaretleridir. İşçi ve Emekçilerin Sorunları Devam Ediyor Gelelim seçmenin tutumuna: Tepedeki kavganın seçmenin gözünde belirleyici bir etkisi olmadı. Türkiye tarihinin en kirli ekonomik ve siyasi ilişkilerinin yaşandığı, dudak uçurtan ses kayıtlarının ortalıkta gezindiği bir zamanda bile, AKP oylarını korudu; hatta bazı yerlerde arttırdı. Bunun maddi nedenleri var. Seçim sonuçlarını yoksullar belirliyor. Sorun, siyasetin yüksek katlarında olup bitenlerde değil, aşağıdaki kitlelerin maddi yaşamlarında gizli. Ekonominin, siyaseti belirlediği genel bir kuraldır. Seçmenlerin tercihlerini belirleyen, ekonomik koşullarda belirgin bir gerilemenin olup, olmadığıdır. Bu AKP için de geçerli. 2008 ekonomik krizinin ardından yaşanan işten çıkartmalar ve fiyat artışları olmasaydı, 2009 yerel seçimlerinde AKP’nin oyu yüzde 38’e düşmezdi. Emekçiler ekonomik krizin sonuçlarını yaşamadıkça, tepede yaşanan kargaşaya taraf olmuyorlar, ekmek davalarına bakıyorlar; siyasal tercihlerini değiştirmiyorlar. Bunların birbirinden farkının olmadığını herkes gibi emekçiler de biliyor. Öyleyse niye parti değiştirsin? Sonuç olarak, seçimler işçi sınıfının hayatında bir değişikliğe yol açamazdı, açmadı da. 2014 yerel seçimleri, solun, yüksek siyasetin peşinde koşmak yerine, aşağıdan birleşik mücadeleyi örmesinin gerektiğini ortaya çıkardı. Sosyalist sol, esas yığınağını işçi sınıfı ve emekçi kitleler arasında yüz yüze yapmalı. Bir yandan Gezi isyanın ortaya çıkardığı yeni politikleşen genç kitlelerle buluşurken, diğer yandan işçi sınıfı zemininde günbegün yaşanan sınıf mücadelesine dâhil olmalı. AKP iktidarını, sömürü ve yolsuzluk düzenini alt edecek olan, güvencesizliğe, işsizliğe, yetersiz ücretlere, taşeronlaşmaya karşı yürütülecek mücadeledir.
Nisan 2014/25
İşçilerin Sesi
3
AKP’nin seçim zaferi mi?
30
Mart yerel seçimlerinin ardından ortaya çıkan siyasi tablo, bundan önceki birkaç seçimin tekrarı gibi. Ama seçimlerden sonra, birçok kişi ve çevre, AKP’nin seçim zaferinden söz ediyor. Hem de bunu, AKP, bir önceki seçime göre, oy kaybına uğramasına rağmen yapıyor. İşin ilginci, sadece bu partinin yandaşları değil, karşıtları da bu görüşte. Bu durum tamamen psikolojiktir, seçim sonuçlarının tahmin ve beklentileri yansıtmamasıyla ilgilidir. Seçimlerden birkaç ay önce, başta Başbakan ve yakın çevresi olmak üzere, kimi ba-
kanlar ciddi bir yolsuzluk suçlamasıyla karşı karşıya kaldı. Çeşitli konuşma bantları ortalığa saçıldı. Haftalarca toplumda bunlar konuşuldu. Muhalefet partileri, seçim kampanyalarının merkezine, siyasi iktidarın yolsuzluk skandallarını oturttu. İşte buna bağlı olarak, çok sayıda kişi ve siyasi çevre, bu skandalların iktidar partisini vuracağını, AKP’nin ciddi oy kaybına uğrayacağını düşünüyordu. “Seçim zaferinin” kaynağı ne idi? Bu denli ağır yolsuzluk suçlamalarıyla karşı karşıya kalmasına rağmen, AKP’nin, sınırlı bir oy kaybıyla, açık
ara birinci parti olarak çıkması nereden kaynaklanmaktadır? Bunun kaynağını, bu partinin, toplumda yarattığı sosyal yaşam tarzı, değerler ve kültürel eksendeki kutuplaşmayla, muhafazakâr kesimi kendisine bağlamasında ve ekonomik büyümeyi de bunun tutkalı olarak kullanmasında görebiliriz. Bugün, ülkenin insanları bir refah havuzunda yüzmemektedir. Ama asgari ücret civarında bir ücretle, haftalık yasal çalışma sürelerinin üstünde çalışmaya razı olan hemen herkes, kolayca iş bulabilmektedir. İkinci olarak, eskisine kıyasla daha fazla sayıda aile bireyi çalışma hayatına katılmakta; bu da aile gelirini arttırabilmektedir. Üçüncü olarak, kredi piyasası hala canlıdır. Asgari ücret düzeyinde geliri olan bir emekçi bile, gündelik kimi ihtiyaçlarını borçlanma yoluyla karşılayabilmektedir. Ayrıca ekonominin bu aktif bireyleri, yakın geçmişte kırsaldan göçmüş, bugünle karşılaştırıldığında ciddi yoksunluklar yaşamış insanlardır. Gerek bu durum gerekse aldıkları kültür, onları “şükürcü” yapmakta, içinde bulundukları durumdan memnun olmalarını sağ-
lamaktadır. İşte bu geniş kitle, sınıfsal farklılıklarına karşın, kültürel olarak kendilerinden hissettikleri siyasi kadroların yolsuzluk yaptığına inanmamakta, inanmak istememekte, inansa bile, onların yolsuzluğunun kendi yoksulluklarına yol açmadığını düşünerek, hoş görmektedirler. Başta Başbakan, siyasi iktidarın sözcülerinin propaganda ve yönlendirmesiyle de, yolsuzluk suçlamalarının, siyasi iktidarın kişiliğinde, kendilerini, kendi yaşam tarzlarını, kendi geleceklerini tehdit ettiğini düşünmektedirler. Bu durum, muhafazakâr kitlelerin iktidar partisinin etrafında kenetlenmesine yol açmakta ve seçimlerde AKP’ye yönelen kararlı oylar biçiminde tezahür etmektedir. Bu nedenle, AKP iktidarı, bulaştığı yolsuzluklara ve totaliter yönetim tarzına karşın, bu ülkede genişçe bir kesimin desteğini almaya devam etmektedir. Toplumu sosyal ve kültürel yaşam temelinde kutuplaştıran AKP, bu yolla kendisine siyasi avantaj sağlamakla beraber, iç savaşa gidebilecek yolun taşlarını döşemektedir. Aykut Özer
BDP büyümeye devam ediyor
H
er seçimde oylarını arttıran BDP, bu seçimlerde de, gerek aldığı oy miktarında gerekse kazandığı belediye sayısında, ılımlı da olsa, bir artış sağladı. Daha önce kazandığı il belediye başkanlıklarını koruduğu gibi, Ağrı, Bitlis, Mardin gibi illeri AKP’den aldı. Buna karşılık, kazanmayı umduğu kimi il ve ilçeler ile elinde bulundurduğu bazı önemli ilçeleri kaybetti. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, seçim sonuçlarına ilişkin yaptığı değerlendirmede, seçim öncesi belirledikleri hedeflere yüzde seksen oranında ulaştıklarını açıkladı.
Genel olarak bakıldığında, daha önce nispeten zayıf olduğu Bölgenin kuzeyinde oylarını ve kazanımlarını arttırırken, kalesi konumunda olan yerlerde oylarının durağanlaştığı, hatta sınırlı da olsa gerilediği görülüyor. Buralarda, seçimlere katılım oranının düşmesi de halkın eski heyecanının kaybolduğu şeklinde yorumlanıyor. Bölgeyi büyük oranda kendi rengine boyamasına ve Kürt halkının temsilcisi olduğunu, tartışılmaz bir biçimde kanıtlamasına karşın, uç veren kimi sorunların ve seçim kayıplarının birkaç nedeni olduğu söylenebilir. Birinci
olarak, bölgede, her dönemde, siyasi iktidar ve kolluk güçlerinin baskısının varlığı ve seçim hilelerine sıkça başvurulduğu biliniyor. Ayrıca, aldığı oy miktarı ve destekçisi kitlenin büyüklüğüne karşın, Türkiye siyasetinden dışlandığı, propaganda faaliyetinde, yaygın iletişim araçlarından faydalanamadığı da herkesin malumu. Bu nedenle sistem partileriyle eşit koşullarda yarışamıyor. İkinci olarak, KCK operasyonlarının, esas olarak, ara kadroları hedef aldığı, bunun sonucu olarak, siyasetçilerin halkla iletişiminde bir kopukluk yaşandığı söyleniyor. Ancak esas neden, BDP’nin siyasi ve kültürel temelde yürüttüğü faaliyetin doğal sınırlarına dayanmasıdır. Bir yanda, Kürt ulusal bilincinin görece geri olduğu yörelerde, çatışmasızlık ortamının getirdiği olumlu koşulların da etkisiyle, kitlelerle siyasi bağlar kuruluyor ve bunlar Kürt siyasetine kazanılıyor. Bunun sonucu olarak, bu yörelerde partinin oyu artıyor. Ancak diğer yanda, önceden kazanılmış olan kitlelere, sosyal ve ekonomik projeler sunulamaması, BDP’nin buralarda, egemenliğini sürdürmekle birlikte, tıkanmasına yol açıyor. Bu noktada, seçimi kazanamamakla
birlikte, Urfa’da oy sıçraması gerçekleştiren Osman Baydemir’in siyaset tarzına dikkat çekmek gerekiyor. Baydemir, seçim çalışmalarına başladığında, “Urfa’da el sıkışmadığım kimse kalmayacak” sözünü vermişti. Bu yaklaşımı ile siyasette bire bir ilişkinin önemini vurgulamaktaydı. İkinci olarak, Urfa’nın hem din turizmi hem de tarımsal açıdan potansiyeline dikkat çekerek, “Urfa’yı, bir Kudüs, bir Roma yapacağını” belirtmiş ve coğrafi olarak Hollanda’dan büyük olan Urfa’nın tarımsal üretiminin, bu ülkeyle karşılaştırıldığında, ne kadar cılız olduğunu vurgulamıştır. Bu hedefler için de projeler önermiştir. Kürt siyasi hareketi, 30 Mart seçimlerini bir özerklik referandumu olarak gördüklerini açıklamış ve buna bağlı olarak, önde gelen kimi kadrolarını yerel yönetimlere kaydırmıştır. Eğer gerçekten böyle bir hedefleri varsa, öncelikle bölge insanının gündelik yaşamına dokunacak kültürel, sosyal ve ekonomik projeler üretmeleri ve hayata geçirmeleri gerekmektedir. Bu, hem BDP’nin yaşadığı siyasi tıkanıklığı aşmasını sağlayacak hem de özerk yönetimlerin altyapısını hazırlayacaktır. Aykut Özer
4
İşçilerin Sesi
Nisan 2014/25
Seçimler yasaklarla başladı, şaibeli bitti da saldırganların yerine HDP tabelasını indirdi. Ankara’da, Kartal’da AKP’liler sosyalist adaylara satır ve bıçakla saldırıp yaraladı. Seçim sandıklarında açıldığı andan itibaren de oy çalınmasından, tutanak kaybolmasına; sayım yanlışlarından itiraz edenlere polis terörüne kadar bir dizi baskı yaşandı. Ankara başta olmak üzere seçim sonuçlarının güvenilir olmadığına dair algı kamuoyuna hakim oldu. Montaj/dublaj değil gerçek ayyip Erdoğan’ın seçim meySeçim sürecine damgasını vuran danlarından verdiği emirleri ses kayıtları oldu. Tayyip Erdoğan bir bir uygulayan Telekomünikasyon ve İletişim Başkanlığı (TİB), Twit- bu ses kayıtlarını önceleri “montaj, ter’dan sonra Youtube’u da kapattı. dublaj” olmakla suçladı. Ardı ardına Bu iki uluslararası iletişim ve video yayınlanan ses kayıtları gösterdi ki, kanalının Türkiyeli kullanıcılara eri- bunlar montaj değil. Hiçbir inceleme şimi yasakladı. Bütün dünya bu sa- yaptırılmaması da montaj olmadığının hadaki verilere, ses ve görüntülere ifadesiydi. En vahimlerinden biri olan ulaşmaya devam ediyor. Türkiye’deki son kayıt, Türkiye’nin Suriye politikullanıcılar ise, çeşitli yöntemlerle kasını deşifre etti. Bu kayıtlar ne Başerişim yasağını deldiler ve Cumhur- bakanca ne de Dışişleri Bakanı tarabaşkanı da buna dahil, twit atmayı fından inkâr edildi. Yolsuzluk ihanet sayılmaz mı? sürdürdüler. Tayyip Erdoğan kendisine yönelik Batı’da HDP başta olmak üzere, sosyalist parti ve adaylara yönelik büyük ihanetten; ülkeye yönelik büyük çeşitli düzeylerde saldırılar gerçekleşti. bir casusluktan söz ediyor ve buna Fethiye’de olduğu gibi, devlet erkânı dayanarak, masumiyet karinesine sığınıyor. Mazlumu oynuyor. Yarattığı
T
yolsuzluk ve soygun düzenini gizliyor. 2 milyon 831 bin işsize 8 yıl asgari ücret ödeyecek (85 milyar Euro) kadar parayı iç etmiş olmaları ihanet sayılmıyor, ses kayıtlarının açığa çıkması ihanet sayılıyor! Oy sayımları şaibeli Oy sayımları da şaibeli oldu. Oy kullanılan okulların elektriklerinin kesilmesi gibi bir dizi “teknik” hata, şaibenin resmi ifadesi oldu. Özellikle Ankara’daki seçimler üzerinde şaibe hiç kalkmayacak gibi gözüküyor. Ankara’da bazı sandıklara ait tutanaklar kayıp ya da Çankaya ilçesindeki olduğu gibi, CHP oyları HDP’ye yazılmış! Ceylanpınar’da ise, oy sayımına itiraz eden BDP’lilere biber gazı, plastik mermi ve tazyikli suyla müdahale edildi. Öte yandan Yalova, Ağrı gibi illerde Gökçeğiz, Dalaman gibi ilçelerde oy sayımlarına itiraz edilince, yeniden sayıldı ve başkanlıklar AKP’den CHP ve BDP’ye geçti. Aynı şekilde yeniden sayım neticesinde AKP’den MHP’ye de geçen başkanlıklar da oldu. Muhtarlık seçimleri çok can aldı Seçimlerin ne derece gergin bir ortamda yaşandığını gösteren ise, se-
çimlerde kan dökülmesi oldu. Konya’da Saadet Partili aday seçim ertesinde öldürüldü. Seçim günü ise, Hatay ve Urfa’da toplam 8 kişi muhtarlık yüzünden tutuştukları kavgada canlarını verdiler. Yaralılar da var. Seçimler öncesinde devlet katında yaşanan ve üçbuçuk aydır süren hesaplaşma seçimlerin gergin geçmesine yol açtı. Dört ayrı seçimin bir arada yapılması oy kullanma işlemlerini uzattı. Tepedeki gerilim, sandıklar açıldıktan sonra oy sayımları ve tutanakların yazılması sırasında devam etti. Tutanakların teslimi gece yarısına kadar sürdü. Karşılıklı itirazların devam edeceği görülüyor. Sonuçta, AKP’nin oy kaybetme korkusu, seçim öncesinde yasaklarla başladı, sandığa baskıyla sona erdi. AKP de karşısındaki muhalefet de yarattıkları gerilime denk gelen siyasal bir kazanım elde edemedi. Ancak seçmenlerini ciddi anlamda gerdiler, taraflaştırdılar. Bunun olumsuz sonuçlarını ileride görebiliriz. Seyfi Adalı
Yerel seçim var, yüzde 50 ortada yok! Kadınlar emek, demokrasi, barış ve kadın hakları mücadelesi verdikçe, artan bir biçimde, yönetimlere aday olacaklardır. kaldı. Barış ve Demokrasi Partisi ve Halkların Demokratik Partisi eş başkanlık sistemi uyguluyor, ancak oy pusulasında eş başkanlardan sadece birisinin ismi yer alabiliyor. BDP’nin oy pusulasında ismi yer alacakların yüzde 13,8’i kadın. HDP’nin oy pusulasında ismi yer alacakların ise yüzde 21,5’i kadın. 30 Mart’ta Türkiye’de 81 ilde, 919 ilçede, 18 bin 67 köyde ve 30 bin 50 mahallede erel seçimlerin aylar öncesinde, yerel seçim var ama maalesef % 50 parti başkanları, listelerinde yani kadınlar ortada yok. Bu durum çok sayıda kadın belediye başkan ada- daha önceki seçimlerde de çok farklı yına yer vereceklerini açıklamışlardı. değildi. Daha önceki yerel seçim soAncak bu defa da, nüfusun yüzde nuçlarına baktığımızda 2004 yerel se50’sini oluşturan kadınlar yerel yönetim çimlerinde 18 kadın belediye başkanı koltuklarına aday gösterilmedi. Barış ile kadın temsil oranı % 0,56 idi. 2009 ve Demokrasi Partisi ile Halkların De- yerel seçiminde ise 44 kadın belediye mokratik Partisi dışındaki partiler, kadın başkanı ile bu oran % 0,9 du. adaylara sırtını döndü. Partilerin il, ilçe Peki, kadınlar neden yok? ve belde belediye başkanlıklarındaki Bunun nedenlerinden biri, toplumsal kadın aday oranları, AKP’de % 1,1, cinsiyet rollerinden dolayı kadın, kariCHP’de % 4,3 MHP’de % 2,5 de
Y
yerinden ve toplumsal statüsünden bağımsız olarak, aynı zamanda ev kadınıdır. Kadınların büyük çoğunluğu, çocukların, erkeklerin, yaşlı ve hastaların gereksinimlerini karşılamak için evde çalışır ve kalır. “Özel” yaşam alanına hapsedilen kadın, kendisini toplumun “ortak” yaşamının dışında görür, “apolitik” bir dünyaya aitmiş gibi hisseder ve seçimlerden, oy kullanmak dışında, uzak durur. Bir diğer neden de, kadınlar, siyasete atıldıklarında, siyasal alanda veya yönetim sürecinde kendilerini yetersiz, bilgisiz ve güçsüz hissederler ya da kendilerini o alana ait hissetmezler. Yerel siyasetteki adaylar, genelde eğitim görmüş, üst gelir gurubundan ve yüksek statülü mesleklerde çalışanlar olduğundan, kadınlar bu durumda dezavantajlıdır. Siyasete istekli olsalar bile, gerekli donanıma sahip olmadıkları için, çoğu zaman siyasete atılmaya cesaret edememektedirler. Türkiye’de, yerel siyasette etkin olan grupların, büyük ölçüde, imar, arsa, kentsel altyapı
vb. konularla uğraşan ticaret, rant ve müteahhitlik çevrelerinin etkisinde oluşu da, kadınları bu alandan uzak tutan bir nedendir. Çünkü kadınların önceliği, yeni, büyük ve yüksek binalar vs. dikmek değil, yaşam alanlarını güzelleştirecek, yaşamı kolaylaştıracak unsurları – kreş, yaşlı bakım evi, çocuk parkı, kadın ve çocuk sığınma evi, yeşil alan, halk ekmek fabrikaları vb.-yerellerde uygulamaya sokmak olacaktır. Ataerkil sistem, toplumsal cinsiyet rolleri, erkeklerle kadınlar arsındaki fırsat eşitsizliği gibi birçok neden yüzünden, kadınlar içinde yer aldıkları siyasal sistemle yeterince bağ kuramamakta, siyasal yaşamın içerisinde yeterince yer alamamakta ve sorunlarını yeterince dile getirememektedirler. Bunun böyle sürüp gitmemesi kadın mücadelesine bağlıdır. Kadınlar, emek, demokrasi, barış ve kadın hakları mücadelesi verdikçe, artan bir biçimde, yönetimlere aday olacaklardır. A.Çelik
Nisan 2014/25
Sızdırma devlet içi bölünmeden kaynaklanıyor
D
ört üst düzey yetkilinin, Suriye’deki gelişmelerin ele alındığı güvenlik zirvesi öncesinde yaptığı konuşmaların nasıl sızdırıldığı konusunda çeşitli tahminler yapıldı. Konuşmaların yapıldığı odanın dışarıdan dinlenmeye karşı korunaklı bulunması ve yapılan aramalarda herhangi bir “böceğe” rastlanmaması, çeşitli komplo teorileri üretilmesine yol açtı. MHP’li bir milletvekili ise “pratik bir zekâ” örneği sergileyerek, konuşmaya katılan dört kişiden birinin bu işten sorumlu olabileceğini açıkladı. Kişiler ve kişilikler bir kenara bırakılırsa, bu ve benzeri sızdırma ya da operasyonların bir gurup ya da “çetenin” işi olmadığı, tamamen devlet içi bölünmeden kaynaklandığı söylenebilir. Çeşitli konulara ilişkin devlet politikalarında ortaya çıkan görüş ayrılıkları, uzlaşarak çözülememekte; karşıt görüşlerin çatışması biçiminde ortaya çıkmaktadır. Devletin Suriye politikası da üzerinde uzlaşılamayan konulardan biridir.
H
atırlanacağı gibi, daha önce de, Adana Emniyeti, Suriye’ye götürülmeye çalışılan sarin gazı yüklü bir aracı ele geçirmişti. Yine MİT tarafından yüklenildiği belirtilen bir TIR, jandarma ekiplerince durdurulmuş ve aranmak istenmişti. Bütün bunlar, Suriye’ye dönük politikalarda çeşitli devlet kurumları arasında ve/veya kurumların kendi içinde bir anlaşmazlık ve çelişki olduğunu göstermektedir. Geçmişte, PKK ile devlet yetkilileri arasında yapılan Oslo görüşmelerinin basına sızdırılmasının ardında, yine devlet içinde bu konudaki görüş ayrılıklarının yattığı söylenebilir. Aslında devlet içinde bu tür görüş ayrılıklarının olması doğaldır. Ancak bu görüş ayrılıklarının, devlet içinde sürtüşmelere yol açması ve devleti zaaf içine düşürmesi, bir devlet krizi yaşandığını gösterir. Bugün ülkede olan tam da budur.
İşçilerin Sesi
5
İyi ki devlet “iflas etmiş”! A
ralarında Dışişleri Bakanı ve MİT Müsteşarının da bulunduğu dört üst düzey devlet yetkilisinin, “güvenlik zirvesi” öncesinde yaptığı konuşmaların medyaya sızması, siyasette bomba etkisi yarattı. Dışişleri Bakanının makamında gerçekleşen ve “devlet sırrı” olarak görülen görüşmenin basına sızması, “devletin haremine girilmesi” şeklinde yorumlandı ve devlet katında infiale yol açtı. Egemen sınıfların siyasi temsilcileri açısından önemli olan “devlet sırlarının” sokağa dökülmesiydi. Devlet yöneticilerinin aczi açığa çıkmış, “karizmaları çizilmişti”! Siyasi ik-
tidar, bu durumdan, her “musibette” olduğu gibi, “paralel yapıyı” yani Cemaati sorumlu tutarken, muhalefet partileri, devleti acze düşürdüğü için, hükümeti suçladı. Egemen sınıf partilerinin derdi, “devlet sırlarının” sokağa dökülmesi sonucu, devletin düştüğü durum iken, emekçileri esas ilgilendiren, konuşmaların içeriğiydi. Yani Suriye’deki gelişmelerin ele alınacağı devlet zirvesinde, Suriye’ye olası bir askeri müdahaleye gerekçe yaratmak için, ne tür tertiplere başvurulabileceği konusunda fikir jimnastiği yapılmasıydı. Devlet zirvesinde, Suriye ile savaşa, dolayısıyla binlerce
emekçinin ölümüne yol açabilecek bir provokasyon tezgahlanıyordu. Kapalı kapılar ardında, emekçilerin canları hakkında karar alınıyor ve bu “devlet sırrı” sayılarak, halktan gizleniyordu. İyi ki devlet “iflas etmişti” de, gerçekler gözler önüne serilmişti. Böylece devletin ne olduğu işçiler ve emekçilerin gözünde bir kez daha açığa çıkmıştı. Normal koşullarda, işçiler üzerindeki sömürünün sürmesi için tüm kurumlarını ve baskı aygıtlarını kullanan devlet, gerektiğinde çeşitli tertiplerle onları ölüme göndermekte de tereddüt etmiyordu.
Gizli diplomasiye hayır! S
uriye tapesinin yayınlanmasının ardından devlet erkanı “casusluk” diye celallenmeye başladı. Halktan gizlediklerinin açığa çıkması, yüzlerindeki maskenin ve barış söylemlerinin ardındaki ikiyüzlülük açığa çıktı. Onlar gizliyor, biz açıklayacağız: İşçi sınıfı iktidara gelince yapacağı ilk işlerden biri halklar arasında savaşlara yol açan burjuvazinin gerçek yüzünün anlaşılması için, diplomatik belgeleri açıklamak olacaktır. Nitekim Rusya’da 1917 Ekim Devrimi gerçekleştiğinde, Birinci Dünya Savaşı henüz sona ermemişti. Bolşeviklerin temel sloganlarından biri “Tazminatsız ve İlhaksız Barış” idi. Lenin’in kaleme aldığı “Barış Bildirgesi”nin en önemli yanı, savaş öncesi ve sonrasında yapılmış bütün gizli diplomatik anlaşmaları açıklama kararıydı. Rusya’nın İngiltere ve Fransa başta olmak üzere imzaladığı bütün gizli anlaşmalar derhal yayınlandı. Bu belgelerin yayınlanması, Dünya çapında tepkiye yol açtı.
Yayınlanan belgelerde, halka “vata-millet-bayrak” edebiyatı yapan emperyalist liderlerin, iktidarda kalmak dışında hiçbir gerçek çıkarlarının olmadığı ortaya çıkıyordu. Dışişleri Halk Komiseri Leon Troçki bu belgelerin yayımlanmayla birlikte şu açıklamayı yaptı: “Gizli diplomasi, çıkarlarına tabi kılmak için halkın çoğunluğuna yalan söylemek zorunda olan mülk sahibi sınıfların elinde bir araçtır. Karanlık fetihçi planlarıyla, yağmacı ittifak ve anlaşmalarıyla emperyalizm, gizli diplomasi sistemini en yüksek derecesine vardırmıştır. Avrupa halklarını yok etmekte olan emperyalizme karşı mücadele, aynı zamanda gün ışığından korkmak için çokça nedeni olan kapitalist diplomasiye karşı da mücadeledir. Rusya halkı, Avrupa halkları ve bütün dünya, finans sermayesinin ve sanayicilerin, parlamenter ve diplomatik ajanlarıyla birlikte gizlice yürüttükleri planlara dair gerçekleri
belgeleriyle öğrenmelidir. Avrupa halkları, bu gerçeğe ulaşma hakkının bedelini, kanlarıyla ve evrensel bir ekonomik felaketle ödemişlerdir. Gizli diplomasinin ilgası, dürüst, halkçı ve gerçekten demokratik bir dış siyasetin temel koşuludur. Sovyet hükümeti böyle bir dış siyaset yürütmeyi görevi saymaktadır. (…) İşçi ve köylü hükümeti, gizli diplomasi ve entrikaları, şifreleri, kriptoları ve yalanları ilga ediyor. Bizim saklayacak hiçbir şeyimiz yok.” Troçki, devrimci işçi hareketinin temel taleplerini ifade eden Geçiş Programını kaleme aldığında (1938) ise, sadece gizli diplomatik belgeleri değil, “ticari sır”, “banka ve muhasebe gizliliği” gibi halktan saklanan tüm belgelerin “sır” olmaktan çıkartılıp açıklanmasını istemişti. Gizli bilgi ve belgelerin açıklanmasını casusluk sayıyorlar: Oysaki işçi sınıfının gizleyeceği ve bundan dolayı utanacağı bir şey yok; demek ki, onların var! İşçilerin Sesi Haber
Kesep’te hedef Ermeniler mi? K
onuşmalarının bir bölümü medyaya sızan güvenlik zirvesinden birkaç gün sonra, Suriye’de savaşan El Kaideci ve İslamcı muhalifler, HatayYayladağı’nın karşısındaki sınır kapısını ele geçirmek amacıyla bir saldırı başlattı. Muhaliflerin, Türkiye’den geçerek sınır kapısına saldırdığı iddia ediliyor. Yine Suriye ordusu ile muhalifler arasında bu bölgede yaşanan yoğun çatışmalar sırasında, bir Suriye savaş uçağı, sınırı ihlal ettiği gerekçesiyle, Türk jetleri tarafından düşürüldü. Bu iki olgu bir arada değerlendirildiğinde, Türkiye’nin son çarpışmalarda muhaliflere yoğun destek verdiği görülüyor. Bu son saldırı, Suriye-Lübnan sınırından sökülüp atılan ve bu yüzden önemli bir lojistik destek imkânını kaybeden muhaliflerin karşı hamlesi olarak değerlen-
diriliyor. Bu bölgede tutunup, bir yandan Lazkiye üzerinde askeri baskı oluşturmayı diğer yandan Akdeniz’e çıkarak, yeni lojistik destek kanalları açmayı hedefledikleri söyleniyor. Türkiye’nin son çatışmalarda muhaliflere aktif destek vermesi, Suriye ordusu karşısında aldığı yenilgilerle morali bozulan yabancı savaşçıların ülkeyi terk etmelerinin önüne geçmeye ve onlara yeniden moral aşılamaya yöneliktir. Siyasi iktidar, bu uğursuz rolü ile Suriye’deki savaşın uzamasına ve can kayıplarının artmasına yol açmaktadır. Sınır kapısını ele geçiren muhalifler, Kesep kasabasına yönelik saldırı başlattılar. Bu kasaba, geçmişi yüzlerce yıl önceye dayanan bir Ermeni yerleşim birimi. Yaklaşık altı bin kişilik nüfusunun yüzde seksenini Ermeniler, yüzde yirmisini ise Alevi Araplar oluşturuyor. Bu özellik,
Türkiye’nin çatışmada muhaliflere aktif desteği ile birleşince, “hedef Ermeniler mi?” sorusunu akla getiriyor. Hâlihazırda, batılı ülkeler tarafından, Suriye’deki El Kaidecileri desteklemekle suçlanan Türkiye, muhaliflerin Ermenilere yönelik olası katliamının da siyasi sorumlusu olarak görülecektir. Böylece, ülke siyasetinin sırtına bir kambur daha eklenecektir. Siyasi iktidarın, basiretsiz bir tutumla, Suriye’deki çatışmalara aktif olarak müdahil olması, başına daha çok belalar açacaktır. Geçtiğimiz ay içinde, Niğde-Adana karayolunda, Suriye’deki savaştan dönen İslamcı militanların, bir asker, bir polis ve bir vatandaşı öldürmesi hafife alınmamalıdır. Bu olay, gelecekte nelerle karşılaşılacağının ilk işaretidir. Necdet Seçer
6
İşçilerin Sesi
Nisan 2014/25
Kürtaj hakkına hükümetin saldırısı sürüyor! Kürtaj ulaşılabilir, sağlıklı ve ücretsiz bir hak olarak kurulmalı!
A
KP hükümetinin kürtaj hakkını yasal olarak geri almaya gücü yetmediyse de uygulamada kadınlar bin bir türlü engelle karşılaşıyor. Filli olarak yasak devam ediyor! Yapılan araştırmalara göre kürtaj yaptıran kadın sayısı giderek azalsa da, hükümet bir yandan kürtaj yapabilen hastane sayısını azalttı bir yandan da doğum kontrol yöntemlerine erişimi zorlaştırdı. Aslında hastanelere gelen kısıtlama 2012 yılından itibaren başladı. Önce kürtaj yaptırmak isteyen kadınları vazgeçirmek için “ikna odaları” kuruldu. 10 haftaya kadar (10 hafta dahil) yasal olarak serbest olan kürtaj işlemi, önce hastaneler tarafından 8 haftayla sınır-
landı. Gebelik fişlemesiyle (GEBLİZ uygulaması) kadınların gözü korkutulmaya çalışıldı. 01.05.2013 tarihinde Sağlık Bakanlığı’nın çıkardığı sağlık uygulama tebliğinde (SUT) ise kürtaj –tıbbi tahliye hanesi tamamen yok sayılarak, ödemesi yapılacak bir sağlık hizmeti olmaktan çıkarıldı. Bu durum kürtaj yapılan sınırlı sayıda hastanenin de devreden çıkmasını hızlandırdı. Hastane idareleri de bu durumu ‘kürtaj yasak’ diye duyurmaya başladılar. İstanbul Barosu Kadın Hakları Merkezi, son dönemde “Kürtaj yasaklandı” veya “Eş rızası gerekli” gibi nedenlerle kürtaj işlemi yaptıramayanlarla ilgili başvurular
aldığını açıkladı. Bunun üzerine basında yer alan bir araştırmaya göre, bazı hastanelerde “Kürtaj yasaklandı”, bazılarında ise “Bekâr anne adayları dâhil tüm kadınlar için eş rızası istiyoruz,” şeklinde haberler yayılmaya başladı. Ardından Türk Jinekoloji Derneği, kürtaj uygulamasının gizlice yasaklandığını belirten bir açıklama yaptı. Kadın örgütleri ve Kürtaj Haktır Karar Kadınların Platformunun tepkileri de eklenince, Sağlık Bakanlığı iki gün önce “tıbbi bir hizmet bile değil” dediği kürtajı hemen ertesinde, Sağlık Uygulama Tebliği’ne (SUT) eklemek zorunda kaldı. Tabii ki burada da belirsiz bir durum hala sürüyor. Halk Sağlığı Uzmanlar Derneği’nin yaptığı açıklamada SGK kapsamına alınan “dilatasyon ve küretaj” işlemidir. Bunun “yöntem belirtilmeksizin”, “isteyerek düşük” olarak isimlendirilmesi uygun olacaktır…” diyerek kadınlar için daha az travma yaratacak yöntemlerin de eklenmesinin önemli olduğunu söylemektedir. Aslında bir diğer önemli sorun da SGK kapsamına alınsa da kürtaj hizmeti veren devlet hastanesinin bir-iki sayıyı geçmemesi. Diğer yandan Üniversite hastaneleri ve özel hastanelerde kürtaj yaptırmak isteyen kadınların ödemesi gereken 382 TL bir asgari ücretin yarısı demek.
Özel hastanelerin hastalara faturaladığı ek kalemleri de sayarsak, bu paran varsa kürtaj olabilirsin demektir. Parası olmayan için yine merdiven altı denilen, sağlıksız kürtajın yolu açılmış olmayacak mı? Dolayısıyla acilen doğum yapan her hastanede kürtaj da yapılmalı. Kürtaj ulaşılabilir, sağlıklı ve ücretsiz bir hak olarak kurulmalı! Evli kadınlardan “koca izni” aranması kalkmalı! Tecavüz durumlarında kadınların kürtaj isteği yeterli sayılmalı! Bütün sağlık kuruluşlarında doğum kontrol hizmeti ve kürtaj hizmeti veren birimler oluşturulmalı! Kadınları doğurmaya zorlamak için yapılan baskılara, gebelik testi ile kadınları izlemeye, mahremiyet ihlallerine son verilmeli. Kürtaj Haktır Karar Kadınların Platformu, 2012 yılından beri, kürtaj hakkı için mücadele veriyor. Son olarak da “Kürtaj Yasakçılarına Oy Yok” kampanyasıyla toplumsal muhalefete örnek olabilecek bir politik çıkış yaptı. Kürtajın sosyal güvenlik kapsamına alınmasının nasıl bir aldatmaca olduğunu, kürtajın fiilen yasaklandığını ortaya çıkaran bir hat izledi. AKP’nin kadın düşmanı politikalarına karşı kadın örgütlenmelerinin her düzeyde ses çıkarması, politik talepleriyle kendini ifade etmesi son derece önemli. Banu Paker
Yine Eğitim-Sen kazandı peki ya kadınlar? E
ğitim-Sen İzmir 2 No’lu Şube 9. Olağan Kongresini Mart ayında yaptı ve yedi kişiden oluşan yeni yürütme kurulunu belirledi. Dört ayrı liste yarıştı; emek ve demokrasi güçlerinden oluşan tek karma liste yürütmeye geldi. Yürütmeye gelen bu kişilerden sadece ikisi kadın. Bir önceki yönetimde de sayı yine bu kadardı. Eşit temsil ve kadın kotasına dair sürekli vurgu yapılsa da, uygulamada bu gerçekleştirilemedi. Eğitim-Sen İzmir 2 No’lu Şube Kadın Komisyonu olarak, 9. Olağan Kongrede kadın iradesini ve temsilini artırmak için toplantılar yaptık. Bu toplantılarda, kongreye ve sonraki yürütmeye ışık tutacak şekilde, kadınların nasıl daha fazla nasıl görünür kılınacağını konuştuk. Buna yönelik ka-
rarlar aldık ve bunu kongrede uyguladık. Öncelikle, alışılagelen biçimde, erkek arkadaşların kürsüye çıkıp uzun uzun kapitalizm tahlilleri yapmalarından önce, söz hakkında pozitif ayrımcılık istedik. Önce kadınlar konuştu. Böylece, sistemin var olan cinsiyet politikaları yüzünden, kürsüye çıkıp konuşmakta isteksiz olan kadın konuşmacıları cesaretlendirdik. Kongrelerde sadece emek, demokrasi ve barış taleplerini içeren pankartlar olurdu; biz buna, üzerinde kadın taleplerini yazan, pankart ve dövizleri ekledik. ‘Yine Eğitim-Sen kazanacak’ pankartının yanında ’Jin Jiyan Azadi-Kadın Yaşam Özgürlük’ pankartı kongrede bir ilkti. Kongrede, üyelerimizin yarısından fazlasını oluşturan kadınları sendikaya daha fazla
nasıl getirebiliriz üzerine önergeler verdik. Geçen yürütme döneminde açılmış olan çocuk odasının daha da aktifleştirilmesini, kadın komisyonunun yanında, kadın haklarına, kadın sorunlarına değinen, kadına şiddete hayır birimi, çocuk hakları birimi, kürtaj yasağına karşı çalışma birimi gibi küçük alt çalışma birimleri oluşturulmasını önerdik. Böylece kadınların, ilgilerini çeken birine katılabileceğini düşündük. Ayrıca yürütme kurulunda eş başkanlık sistemini önerdik, çünkü maalesef yürütmelerdeki başkanların neredeyse tamamı erkek. Eş başkanlık sistemi ile kadın sekterliğinin yanında bir kadın başkanın, sendikanın maddi ve emek gücü kaynaklarını bu konularla ilgili kullanma ve harekete geçirmede daha aktif ola-
cağını belirttik. Yürütmelerde kadın kotasının önemli bulmakla beraber, bir adım ilerisini düşünerek, eşit temsili önerdik. Kadın Komisyonu olarak bu çalışmaları yapmamızın ve bu kararları alarak Kongrede uygulamamızın sebebi, bir kere daha ‘Kadınlar Vardır’ demek ve bunu göstermekti. Bir diğer sebebi de, bir sonraki yürütme kurulunun daha önce yapılan çalışmaları görüp daha ileriye taşımalarını sağlamak. Kadın komisyonunda bu çalışmaları birlikte yaptığımız bir kadın arkadaşımız kongre sonucunda yürütmede kadın sekreterliği görevine başladı. Bu yolda beraber yürümeye devam edeceğiz; dayanışarak, mücadele ederek. A.Çelik
Nisan 2014/25
İşçilerin Sesi
7
Ukrayna: Emperyalistlerin yeni mücadele alanı 2
004, 2005’de gerçekleşen “turuncu devrim”, Stalinist rejim artığı hırsızları ve oligarkları devirmiş, yerine AB ve ABD tarafından desteklenen, hırsızlıkta eskilerden daha becerikli olan Yuşenko-Timoşenko ittifakını iktidara getirmişti. Bu kadro 2010’da yapılan seçimleri kaybetmiş, meşruluğu o dönem hiç kimse tarafından tartışılmayan, seçimlerle Yanukoviç iktidara gelmişti. Geçen yılsonu ve bu yılın başında yaşananlar, 2004-2005’in tekrarı gibiydi. AB tarafından dayatılan neo-li-
beral politikalar ve İMF yaptırımlarıyla köşeye sıkıştırılan, özelleştirmeler, hırsızlık ve yolsuzluklarla yoksullaşan halk ayaklandı. Ancak halk hareketi kendi bağımsız örgütlerini yaratamadan ve demokratik bir program etrafında birleşemeden, hareket içine sızan küçük ama örgütlü ve tepeden tırnağa silahlı faşist gruplar, iktidara zor kullanarak el koydu. Şimdi hırsız oldukları için bir önceki seçimlerde seçilememişlerden oluşan, üçte birini faşistlerin geri kalanını oligarkların oluşturduğu bir hükümet iş-
başında. Oysa AB’nin arabuluculuğu ile yapılan görüşmeler sonucu Yanukoviç, geri adım atmış, içinde muhalefetten unsurların da yer alacağı bir geçiş hükümeti kurulmasını erken seçime gidilmesini ve devlet başkanının yetkilerini sınırlayan 2004 anayasasına geri dönülmesini öngören anlaşmayı kabul etmişti. Yine varılan anlaşmaya göre, yaptığı yolsuzluklarla, adı “11 milyar dolarlık kadın”a çıkan Timoşenko, hapisten serbest bırakılmıştı. AB, ABD destekli burjuva
milliyetçi çevrelerle, Svoboda, Sağ Sektör gibi silahlı-paramiliter faşist örgütler anlaşmaya uymadı. İktidarı zorla ele geçirdi. Faşistlerin ilk yaptığı iş azınlık dilleri; Romence, Macarca ve Rusçanın resmi dil olmaktan çıkarılması ve bu dillerde eğitimin yasaklanmasıydı. Bu gelişme, Kırım’daki Rus milliyetçilerinin elini güçlendirdi ve Rusya’nın, Kırım’ı ilhakına giden yolun önünü açtı Mustafa Eker
Rusya, Kırım’ı ilhak ediyor B
atı emperyalizmi, Yanukoviç’in iktidardan uzaklaştırılmasıyla, Rusya’ya onulmaz bir darbe vurduğu yanılsamasına kapıldı. Ama sevinci yarım kaldı. Ukrayna, faşistler ve emperyalistler yüzünden parçalandı. Faşistlerin iktidarı ele geçirmesinden sonra, nüfusunun % 56’sı Rus olan ve Kiev’deki yönetimin meşruiyetini tanımayan, yeni yönetimin kendi güvenlikleri için bir tehdit oluşturduğunu düşünen Kırım Özerk Cumhuriyeti Parlamentosu, Ukrayna’dan ayrılma ve Rusya’ya katılma kararı aldı. Tatarların
boykot ettiği referanduma katılımın % 86 olduğu ve katılanların % 96,8 inin de Rusya’ya katılma yönünde oy kullandığı açıklandı. Kararın Rusya Parlamentosu ve Putin tarafından da onaylanmasıyla, Kırım Özerk Cumhuriyetinin Rusya’ya katılımı, bir başka bir ifadeyle Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı gerçekleşti. Kendisi de Ukrayna kökenli olan Kruçev, Kırım’ı Rusya Federe Sovyet Cumhuriyetinden alıp, özerk bir cumhuriyet olarak Ukrayna’ya bağlamıştı. Rusya 50 yıl sonra Kırım’ı yeniden geri alıyor.
ABD ve AB’nin, Rusya’nın Kırım’dan çekilmesi için yapabileceği bir şey yok. Bilhassa Almanya, Ukrayna için, Rusya ile ilişkilerini kurban edecek durumda değil. Rusya’yı mali yaptırımlarla, ticaret savaşları ile tehdit ediyorlar. Obama, Rusya’nın Kırım’a asker yığmasına karşı “artık daha ileri gitme” diyerek Rus işgaline zımnen onay veriyor, boyun eğiyor. ABD ve AB ile Rusya arasında Ukrayna ve Kırım üzerinden süren rekabet, emperyalist bir rekabettir. İki taraf da, Ukrayna ve Kırım halkla-
rının çıkarlarını değil, kendi emperyalist çıkarlarını temel alıyor. İki tarafın da gündemlerinde demokrasi, halkların, emekçilerin hak ve özgürlükleri yok. Hem Ukrayna hem de Kırım’da, emekçiler, emek ve demokrasi programı etrafında kendi bağımsız öz örgütlerini yaratabildikleri takdirde, bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini koruma ve geliştirme şansına sahip olabilirler. Mustafa Eker
Tatarlar yeni bir sürgün endişesi taşıyor
K
ırım’da Rus varlığı tamamen Stalin tarafından, Nazilerle işbirliği sömürgeciliğe dayanıyor. Ta- yaptıkları suçlamasıyla, Orta Asya’ya tarlar, Ukrayna’dan koparak, Rusya’ya sürülmüşlerdir. Tatarlar, Ukrayna’yla Rusya arasında katılmak için düzenlenen referandumu boykot etti. Kırım, tarih boyunca hep bir açmazı yaşıyor. Bir yandan, tarihi etnik temizliğe maruz kalmış, Tatarlar; ata topraklarında kaybettikleri hakları 1810, 1840, 1855, 1860, 1874, 1880 geri verme konusunda adım atmayan, ve 1890’da Çarlık tarafından kırıma dahası şimdi faşistlerin iktidarı ele geve sürgüne uğramış. En son 1944’de çirmesiyle, tüm azınlık dilleri yasaklayan
Ukrayna, diğer yanda tarihi trajedilerin sürgün ve soykırımların sorumlusu Rusya’nın uzattığı zeytin dalı. Bir diğer yanda “Kırım, Ukrayna içinde kalmalı” diyen ve bu duruşuyla fiilen Ukraynalı faşistlerin politikaları ile örtüşen, dolayısıyla Ukrayna içinde dilsiz ve kimliksiz kalmalarını isteyen Türkiye’nin resmi duruşu. Tatarlar içinde giderek güçlenen ve Ruslara karşı savaş başlatmak isteyen, Suriye’de savaşmış Selefiler, Vahabiler, “Hizb-ut Tahrir”, “Tekfir ve Hicret” gibi radikal İslamcı örgütlerin varlığı da bir başka sorun oluşturuyor. Rusya, Tatarları kazanmak için, şimdi tehdit değil teşvik politikası izliyor. Kırım parlamentosunun 11 Mart’ta kabul ettiği kararname, Kırımlı Tatarların Kiev’den şimdiye kadar elde edemediği hakları sunuyor: Tatar dili resmi dil olacak. Parlamentoda, Tatarlara yüzde 20 oranında temsil hakkı tanınacak. Tatarlar hükümette temsil edilecekler.
Belediye meclislerinde temsil garantisi veriliyor. Tatar yoğunluklu bölgelerde özyönetim oluşturulacak. Tatar Milli Meclisine yasal statü tanınacak. 1944 sürgünlerinin dönmesi teşvik edilecek. Dönenlere hukuki ve maddi yardım sunulacak. Tatar dilinde ilk, orta ve yüksek okullar açılacak. Kültür varlıkları ve yayınları desteklenecek. Bu sözler tutulur mu? Şüpheli. Ama en azından hakların hangi düzeyde olacağı konusunda, Rusya Federasyonuna bağlı Cumhuriyetlerde tanınan bu ve benzeri haklara bakılarak, bir fikir yürütülebilir. Özerk parlamentoları halk belirliyor. Ama Cumhuriyet Başkanlarını Kremlin atıyor. Bu Türkiye’deki Olağanüstü Hal Valiliği kurumuna çok benziyor. Dolayısıyla demokrasinin sınırlarını sömürge valisi belirliyor. Bu paket karşısında Tatarların ortak bir tutum takınmaları zor görünüyor. Mustafa Eker
8
İşçilerin Sesi
Nisan 2014/25
Gezi İsyanı’ndan Berkin Elvan’a; Mücadeleye Devam! Bizlere düşen görev provokasyon girişimlerini boşa çıkarmaktır. Gezi İsyanı’nın emekçi kitlesine ve ezilenlerin geniş cephesine güvenmek zorundayız. yanı’dır. Gezi İsyanı kitlesel, sınıfsal ve sistem dışı bir başkaldırı hareketidir. AKP’nin elinde tuttuğu devlet aygıtı ile uyguladığı yasak, baskı ve şiddet politikaları sermayeden bağımsız değildir. Bu nedenle de devletin baskı ve şiddet yanı ağır basan yüzünün AKP hükümetinin gidişiyle birlikte ortadan kalkacağı sanılmamalıdır. Sermaye ve devleti, Gezi İsyanı gibi kendine karşı şekillenen başkaldırılar karşısında tepkisiz kalmazdı, kalmadı da.
N
ew York Times’da David Brooks imzalı bir makalede “Olaylar, tabandan yukarıya doğru kendiliğinden meydana geliyorlar. Böyle bir toplumu yönetmek ve yönlendirmek çok zordur.” değerlendirmesi yapılmış. Hemen belirtmeliyiz ki bu değerlendirme Türkiye’ye ve Gezi İsyanı’na dair değildir. Kapitalizmin küresel krizinin yol açtığı kitle hareketlerine dair birçok örnek bu türden değerlendirmelerin çerçevesi içine oturtulmaya çalışılmaktadır. Bu noktada ortaya atılan sihirli kavram ise “kaos.” Benzer değerlendirmeler bugünlerde bizde de var. AKP’nin eski başkan yardımcılarından Dengin Mir Mehmet Fırat’ın Berkin Elvan’ın cenaze töreninin hemen ardından “Kaosu kimse yönetemez” vurgusu ve “12 Eylül öncesine döneriz” uyarıları bu örneklerden sadece bir tanesidir. Komplo Teorileri Kapitalizmin küresel krizinin dünya ölçeğindeki sonuçlarını bir bütün olarak ele aldığımızda Türkiye gerçeği daha
1453
da anlaşılır oluyor. Hegemonya ve paylaşım savaşları sermayenin krizden çıkıştaki en klasik yol ve yöntemleridir. Yakın coğrafyamızdaki savaş gerçeği ve Suriye örneğinde de olduğu gibi Türkiye’nin kanlı rolü, AKP hükümeti eliyle bizlere nasıl bir gelecek sunulduğunu şimdiden gösteriyor. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın üçüncü sınıf bir provokatör gibi “Suriye’ye savaş için bahane lazımsa, ben 4 adam gönderirim oraya, 8 tane füze fırlatırım, gerekçe olur” diyebiliyor. Bütün bu gerçekleri bir yana bırakıp basitçe “kaos” teorilerine sığınanların, katliam ve cinayetlerin açık faillerini gözden kaçırma çabalarını görmek gerekir. Açık olan şu ki sermaye ve devleti, ister AKP’li ister AKP’siz olsun, önümüzdeki süreçte hükümetleri eliyle sertliğini ve saldırılarını artıracaktır. Neoliberal baskı politikalarının güler yüzle ve itirazsız hayat bulması mümkün değildir. Küresel krizin ve yıllanmış neoliberal baskı politikalarının Türkiye devletine faturası -şimdilik- Gezi İs-
harekât’, devletin ‘toplum mühendisleri’ ve ‘strateji uzmanları’ tarafından piyasaya sürülmektedir. 14 yaşında polisçe vurulan Berkin Elezi İsyanı’nın ezilenler cep- van’ı ‘terörist’, cenaze yürüyüşüne hesindeki birleştirici niteliği, müdahale eden ırkçı-faşist ‘1453 AKP hükümeti eliyle kimlikler ve Kasımpaşa’ grubu içinde yer alan inançlar üzerinden yeniden parça- Burak Can’ı ‘şehit’ ilan eden başlanmaya çalışılmaktadır. Bu ‘özel bakan, provokasyon planlarının baş
G
AKP hükümeti sermayenin iktidarı için şekillendirilmiş (tıpkı geçmişte ANAP gibi) en “gerçekçi” koalisyondur. Bu koalisyonun bileşenlerinden “Gülen cemaati”, ortaklığı bozmuştur. Unutmayalım ki sermayenin iktidar hesaplarında romantizmin yeri yoktur. Dünkü ortak AKP hükümeti tarafından düşman ilan edilmiş, “Ergenekon” gibi dünün düşmanlarından yeni ortak arayışlarına girilmiştir. Dün dışarı salınan Hizbullahçıların Kürt illerinde üstlendiği roller, saldırılar eşliğinde açığa çıkıyor. “Ergenekoncular” da, kendi ifadeleriyle “kınından çekilmiş kılıç gibi” kendilerine düşen rolü yerine getirecektir.
çetelerle tamponlamaya çalışanlar, devletin elindeki kanı yıkamaya çalışanlardır. Bu yöndeki gelişmelerin hiçbirisi tesadüfî değildir. Irkçı saldırılar yerel seçimler sürecinde Kürt düşmanlığı kampanyasına dönüştürülmüş, faşist güruhlar HDP özelinde harekete geçirilmiştir. HDP’ye yönelik saldırıların amacı Kürt-Türk çatışmasının zeminini oluşturmak ve zaten amorf bir halde olan ‘barış sürecini’ baltalamaktır. Berkin Elvan için ‘Gezi ruhuyla’ gerçekleştirilen birleştirici ve görkemli cenaze törenine, önce polisin ve ardından da faşist çetelerin saldırısı Alevi-Sünni çatışması planlarının bir parçasıdır. MHP ve Ülkü Ocakları’nın ısrarla ‘biz bu olayların içinde değiliz ve olmayacağız,’ yönündeki açıklamalarına rağmen ırkçı-faşist güruhlar kitle hareketinin önüne atılıyorlar. Saldırıların altıdan çıkan ise AKP ve Erdoğan tarafından yapılandırılan, adını ilk kez Gezi İsyanı sonrasında Beşiktaş çArşı grubuna karşı saldırılarda ‘1453 Kartallar’ grubu olarak duyduğumuz ırkçı-faşist güruhtur. Özetle: başbakan Erdoğan kendi ırkçı-faşist çetelerini örgütlemekte ve sokağa sürmektedir.
Kaos Mu Dediniz? Berkin Elvan’ın cenazesine ırkçıfaşist çetelerin provokasyon amacıyla yönlendirilmesi, Gezi İsyanı sürecinin palalı-bıçaklı saldırılarını yaşayan bizler için hiç de şaşırtıcı değildir. Okmeydanı örneğinde olduğu gibi bu türden ırkçıfaşist saldırıların organize olarak tırmandırılmak istenmesi kadar, bu saldırılara savunma amacıyla karşılık verileceği de bilinen bir gerçektir. “12 Eylül öncesine döneriz,” uyarılarını yapanlar ve yükselen toplumsal muhalefeti çatışma zemininde ırkçı-faşist
Bizlere düşen görev provokasyon planlarını boşa çıkarmaktır. Gezi İsyanı’nın emekçi kitlesine ve ezilenlerin geniş cephesine güvenmek zorundayız. Kendinden menkul bürokratik önderlikler kendi sınırlarına çoktan dayanmışlardır. Gezi İsyanı’nın ardından şekillenmeye başlayan doğrudan demokrasi uygulamaları ve özörgütlenme denemeleri “Bu Daha Başlangıç” diyebileceğimiz önemli gelişmelerdir. “Mücadeleye Devam” şiarının karakterini belirleyecek olan da budur. N. Cemâl
aktörlerindendir. Soyut genellemeler ve tahliller AKP hükümeti eliyle yapılan bu kamplaştırma çabalarını örtemez. “Kaos” olarak tanımlanan süreçler, organize bir planın parçası olduğu andan itibaren ‘belirsiz’ ve ‘kendiliğinden’ olmaktan çıkarlar. Berkin Elvan’ın cenazesinde yaratılan provokasyonlarla, Suriye’de yara-
tılmak istenen savaş kışkırtıcılığının adresi aynıdır. Berkin Elvan’ın annesini seçim mitinginde yuhalatan Erdoğan’la, Suriye savaş uçağının düşürülmesini seçim malzemesi olarak mitingine yetiştirten başbakan portresi aynıdır. N. Cemâl
Nisan 2014/25
İşçilerin Sesi
9
Berkin Elvan, 15’inde bir fidan… Berkin Elvan’ın ölümü, daha doğrusu polisin öldürmek kastıyla yaralamasından 269 gün direnmesinin ardından ölümü, özellikle yaşıtları olan liseliler arasında büyük bir infiale yol açtı. Nitekim yüzbinlerin katıldığı cenaze töreninde hissedilir sayıda liseli genç vardı. Bu gençlerden bazılarıyla görüştük; onların duygularını ve görüşleri öğrenmek istedik… Berkin Elvan’ın öldürülmesi sende ne hissettirdi? Kaan: Tabii ki çok kötü bir şey 15 yaşında bir çocuğun ekmek almaya giderken veya orada beklerken polisin attığı gaz kapsülünden ölmesi çok kötü ve acı verici bir şey. Bu toplumun polisi artık toplumu öldürmeye başlıyorsa kötü bir olay vardır. Ne yapmak istedin duyduktan sonra? Kaan: Biz arkadaşlarımızla örgütleştik; okulda bir grup oluşturduk. Berkin’in poster ve yaka kartlarını dağıttık daha çok insan çağırmak istedik eylem için teşvik ettik gelin gerçekleri görün anlamında. Barış: Şimdi bunu polisin bir hatası olarak değil de bir kasıt olarak görüyorum çünkü o fişeği 45 derece yerine direk dik açıyla atması bir kasıttır bence ve bunun gibi birçok kere daha yaptılar. Ölenin bir çocuk olması devletin ne kadar acımasız olduğunu gösterir bu da insanları korkutuyor tabii. Eğer devlet bir çocuğu öldürüyorsa beni de öldürebilir kendi iktidarı için o yüzden beni acayip yasa boğdu. Okulda arkadaşlarımı uyandırmak için “devlet bir çocuğu öldürüyor” demek için bir şeyler yaptık; okul müdürü
solcu olduğunu söylüyor ama bayağı tepki aldık. Hilal: Ben açıkçası şu açıdan bakmaya çalıştım. Evet birisi daha bir yenisi daha öldürüldü polis tarafından. Tamam, ekmek almıyordu ya da başka bir şey yapıyordu orada ya da o eylemlere katıldı diyelim; bu içinde bulunduğu durum canına mal olabilecek kadar yüksek bir şey miydi? Etrafımdakilerin o da yapmış, o da aranmış tavırlarına karşı ben de gittim ben de orada bulundum dedim. Bir gün gittim ama o an ben de öldürülebilirdim diyorum. Benim başıma gelseydi benim ailem polisin yanında mı duracaktı ya da karşı görüşlü mü olacaktı? Ben en çok buna anlam veremiyorum. İnsanların bakış açılarını anlamlandıramıyorum. Bir süre sonra üzülmeye başlıyorsun, vicdan araya giriyor. Bunları hak etmediğinin farkına varıyorsun. Ben en çok empati yoluyla yaklaşmaya çalıştım. Çünkü etrafımızdaki insanlar da eylemlere katılıyor, arkadaşlarımız da katılıyor. Ne olursa olsun bunun bedeli can olamaz hiçbir şekilde bunun savunulabilecek yanı yok diye düşünüyorum. Bir şeyler yapman gerektiğini biliyorsun ilk olarak kendini rahatlatman vicdani görevini yapman gerekiyor. Ben de ilk olarak etrafımdaki en yakınlarıma bilgi verdim beraber bir şeyler yapmamız gerektiğini düşündüm bir polis cinayetini daha örtmeye çalışan insanların kafasıyla düşünmeye çalıştım ve onların bakış açısıyla bakmaya çalıştım ama olmadı hiçbir şekilde bunun sonucu ölümle sonuçlanamaz ve hiçbir insan bunu hak edemez. Ailesi de suçlandı fakat hangi anne baba
Ergenekon dışarıda, KCK içerde H ükümetin, yeni demokratikleşme paketi kapsamında, Özel Yetkili Mahkemeleri kaldıran ve “terör suçlarında”, tutukluluk süresini 10 yıldan 5 yıla indiren yasal düzenlemesi nedeniyle tahliyeler başladı. Ergenekon davalarından tutuklanan, Genel Kurmay eski başkanı İlker Başbuğ dâhil, neredeyse tüm sanıklar tahliye edilirken, KCK davasından yargılananların tahliye talepleri reddediliyor. Tahliyesi sağlanan sadece Ergenekon Paşaları değil. Zirve Yayınevi Katliamcıları ve Danıştay saldırısı sanığı hakkında da tahliye kararı verildi.
Öte yandan KCK ana davasından yargılanan BDP’li Belediye Başkanları, gazeteciler, sendikacılar ve avukatların içinde bulunduğu tutukluların, “sanıkların dağa çıkma” ihtimalleri gerekçe yapılarak, tahliye talepleri reddedildi. Benzer şekilde, MLKP davasında, Atılım Gazetesi yazarları hakkındaki tahliye talepleri de reddedildi. Son günlerde bir kısım KCK sanığı hakkında tahliye kararı verilmişse de, bunlar, yüzlerce kişinin yargılandığı, ülkenin dört bir yanında devam eden davalardan tutuklu bulunanlarla kıyaslandığında, devede kulak kabilindedir.
kendi çocuğunu elinde tutabiliyor sonuçta o oraya ilk kez de gitmiş olabilirdi. Bu hemen öldürülmesinin doğru bir şey olacağı anlamına gelmiyor. Bundan sonra ne yapmak istiyorsunuz? Hilal: Artık bunlara dur denilmesi gerekiyor ve ben de elimden geleni yapmak istiyorum. Bu olay sende ne hissettirdi öfkeni nasıl dile getirmek istedin? Eda: Berkin Elvan’ın öldürülmesi beni de çok ciddi yasa boğdu ve ilk haberi arkadaşımdan duydum okulda. Tamam bu beklenen bir şey Berkin 16 kiloya düşmüş 269 gündür uyuyordu, uyanmadı, ameliyatlar geçirdi, müdahaleler oldu ama bekliyorsun bir şekilde kabul edemiyorsun. Okulda moralim çok bozuldu dersi dinleyemedim derslerdeki hocamız biraz atıfta bulundu zaten o daha da körükledi. Evde ne yapabilirim diye düşündüm çünkü bir şekilde tepkimi göstermeliyim, birilerinin görmesini istiyorum benim buna karşı olduğumu bilmelerini istiyordum. Yakama siyah kurdele takmayı düşündüm. Akşam arkadaşımla görüştük o da aynı şeyi önerdi daha sonra okulda kurdeleleri hazırladık ama bu sınıf dışına çıkamadı sınıf içinde oldu. Sınıfta karşı çıkanlar oldu abartıyorsunuz deyip sonra özür dileyen ve kurdelelerden isteyenler de oldu. Gözde: Berkin Elvan’a empati yoluyla yaklaşıyorum çünkü onunla aynı yaşta kardeşim var eğer o orda olsaydı ya da o da Taksim’e gelseydi o da vurulsaydı… Bir sene geçti Berkin uyuyordu, karnesini alamadı, doğum günü oldu büyüdüğünü bilmedi, büyüdüğünü bilmeden gitti as-
Yasalar ve Devlet Ülkenin anayasasında, herkesin yasalar karşısında eşit olduğu yazsa da, yasaların uygulayıcısı bürokratik yapının iradesi, devletin gerçek kimliğini ortaya çıkartıyor. Siyasi iktidarın yasa koyucu iradesi, ortak devlet aklı süzgecinden geçiriliyor ve kararlar bu şekilde alınıyor. KCK tahliyelerine, yargı bürokrasisinin neden ayak sürüdüğünü ancak bu şekilde anlamak mümkündür. İktidarın dönemsel ittifakları ve siyasi manevraları, devlet aygıtının kendi bekasına ve tarihsel devlet politikasına uygunluğu ölçüsünde, uygulanıyor. Güncel tartışma açısından bakarsak, Cemaat, yargı sistemi içinde örgütlenmiş, kökü dışarıda, kendi başına buyruk bir yapı değil; devletin ortak aklının uygulayıcısı rolünü üstleniyor. Yani yasa değişikliği ve tah-
lında… Acaba benim kardeşim onun yerinde olsaydı ben ne yapardım diye düşündüm. Derste öğrendik Berkin Elvan öldü diye bir twit geldi acaba yalan mı diye düşündük öncelikle. Ondan sonra biraz araştırdık başka arkadaşlarımızla iletişime geçtik. Baktık haber doğru, bir şey yapmalı dedik. Biz okulda fazla örgütlenemiyoruz çünkü okulda altı yıl önce bir fişleme oldu ve genelde okulun solcu kesimi örgütlü olan kısım okuldan uzaklaştırıldı; diplomalarını alamadılar. Bu tip şeylerde çekiniyoruz. Ama artık Berkin’in öldürülmesinden sonra ben de faaliyete geçmek istedim ister SDP ister TKP ister başka bir örgüt olsun… Artık insanlar bilinçlenmeli ve ona göre bir şeyler yapmalı ben bunun için elimden geleni yapıyorum. Okulda arkadaşlarımı örgütlemeye çalışıyorum ki birçoğu bundan çekiniyor. Polisin sert müdahalelerinden özellikle de. Ben ilk kardeşimi götürmek istemiştim ki o da korktu o da çekindi biraz zamana ihtiyacı var. Şimdi değilse de sonra o bilinç uyanacak. Canan: Bu olayı çok canice buluyorum yani o oraya ekmek almaya değil de başka bir şey için de gitse bırakın ekmek almayı taş da atsa bağırsa da ölmeyi hak etmiyordu. Sonuçta ortada bir can var. En sinir olduğum şey ise orada ne işi vardı tavrı… Ben cenazeye okul arkadaşlarımla gittim. Bir arkadaşım ailesinden dolayı gelemedi ona da kurdele aldık ve diğer insanları bilinçlendirmesini söyledik. İşçilerin Sesi Haber
liyenin kime hangi nedenle uygulanacağı belli. Ergenekon davası işlevini yerine getirdi ve neticelendi. Artık bundan sonra insanların içerde tutulması bir şeye hizmet etmeyeceği gibi, aksine kamuoyunu rahatsız ediyor. Oysa Kürt hareketi ile sistemin çıkarları uyuşmuyor. Taraflar müzakere masasında olsalar bile, aralarındaki bilek güreşi devam ediyor. Devletin tüm yapıları anlaşmaya hazır değil. Ayrıca, hükümetin de Kürt siyasetçileri serbest bırakmak gibi bir düşüncesi yok. Böyle olunca, yasa aynı yasa, mahkemeler aynı mahkeme olsa da, Ergenekon davasından ömür boyu hapis cezası alanlar serbest bırakılırken, KCK davası sanıkları gazeteciler, öğretim üyeleri, sendikacılar belki daha yıllar boyu içerde kalmaya mahkûm olacaktır. İlkay Öngören
10
İşçilerin Sesi
Nisan 2014/25
Üçüncü hava limanı Dünyanın en büyüğü diyerek şişirilen projenin özeti, 22.2 milyar Eu harcanarak uçaklara katlı otopark yapmaktır.
B
u yazı okunurken yaşadığımız en gergin seçimlerden biri geride kalmış ve sonuçlar açıklanmış olacak. Bu günden bakıldığında İstanbul ve çevresi özellikle de 3. köprü ve 3. Hava Limanı açısından değişen bir şey olmayacağı biliniyor. Çünkü Topbaş ve en yakın rakibi Sarıgül'ün bu konularda farkı yok. Başbakanın kampanya döneminde "1071 Malazgirt Bulvarı" açılışında söylediği "Bu solculara rağmen, o ateistlere rağmen yaptık!" sözü ise AKP iktidarının geldiği son nokta. Her şeyi halktan gizleyerek kotaran ve sonra da allayıp pullayarak hakkımızda verdiği kararları açıklayan AKP İktidarı bunu içine sindiremese de kamuyu bu derece yakından ilgilendiren ve geri dönüşü mümkün olmayacak zararları söz konusu olan büyük projelerin daha ham bir düşünceyken meslek kuruluşları ve uzmanların tartışmasına açılması demokrasilerin vazgeçilmezi. O nedenle başbakanın deyimiyle "solcu ve atesitler" gerçekleri haykırmaya devam edecek. Doğa katliamı Milyonlarca İstanbullunun Kilyos'tan İğneada'ya kadar oluşturulacak halk plajlarına, meşe, kayın, çam, ormanlarından geçilerek ulaşması mümkünken bu bölge yıllardır madencilere peşkeş çekiliyor. 3. Köprü ve Hava limanı projesi ise bu güne kadar yapılanlara fark atacak, geri dönüşü mümkün olmayan gerçek bir tahribat olarak su havzalarını ve yaşamımızı tehdit ediyor. Bölgede 2.513.341 ağaçtan 657.950'i kesilecek, 1.855.391 ağaç "taşınacak." Bir araziyi imara açmak için 13 defa yakanların ceza bile almadıkları bir ülkede inşaat başladıktan sonra bu "taşıma" yerine
nelerin tercih edileceğini siz düşünün artık.
İstanbul hava trafiğine katacağı sadece odur.
Dolgu alanı 2.5 milyar metre küp. Bir kamyon bir seferde 20 metre küp hafriyat taşıyor, 1 sefer 135 tl, toplam 125 milyon seferin maliyeti ise 16. 875.000.000 tl oluyor!
AHL nin temel sorunu hava trafik alt yapısı, yani radar, frekans ve personel eksikliği ile yer trafiğinin düzenlenmesidir. Yer trafiği ve park alanı için yeni yapılan 35L pisti ile birlikte meydan civarında kamulaştırılacak çok az miktarda arazi üzerine yeni apron da yapılabilir. 3. Hava Limanının 7.650 hektar araziye kurulacağı düşünüldüğünde bu devede kulak bile değildir. S. Gökçen ve Çorlu hava limanları da buna uygun düzenlendiği zaman aslında çok az bir maliyetle sorun çözülür. Ama niyet sorun çözmek değildir. Nasıl özelleştirmelere bahane bulmak için kamu işletmeleri yıllardır zarar ettirildiyse yine bu küçük yatırım ve düzenlemeler zamanında yapılmayarak 3. Hava Limanı yapay olarak ihtiyaç haline getirilmiştir. Özetle bu Dünyanın En Büyüğü diyerek şişirilen projenin özeti, 22.2 milyar Eu harcanarak uçaklara katlı otopark yapmaktır. Sarıgül de bu projeyi "ihtiyaç" olarak savunuyor ve sadece gözden geçirileceğini söylüyor o nedenle seçim sonuçlarından medet ummayıp direnmekten başka çare yoktur.
Kullanılacak malzemelerden bazıları şöyle: 350 bin ton çelik, 415 bin metre kare cam, beton ve asfaltın miktarını ifade etmeye ise rakamlar yeterli değil. Toplam tahmini maliyet 22.2 milyar EURO. Detayları ve doğa katliamının boyutunu "www.ucuncuhavalimani.org" adresinden edinebilirsiniz. Kamu yararı yok "Ne yapalım ihtiyaç varsa doğadan biraz fedakarlık yapılabilir!" denecek bir durum söz konusu değil. Çünkü "üçüncü" denmesine rağmen, Atatürk Hava Limanı'na (AHL) ek olarak Sabiha Gökçen ve Çorlu Havaalanları böyle bir metropol için yeterli yakınlıkta bulunuyor. Bu inşaat tamamlandığında ise arazisi rantçıların talanına sunulmak üzere AHL kapatılacak. Yani AHL kapandığı zaman aynı yoğun trafik sadece biraz kuzeye kayarak sürecek. AHL de mevcut 2 piste ek olarak 1998 yılında, yine uzmanlara sorulmadan, kamuoyunda tartışılmadan, adeta salt iktidara yakın bir müteahhidi kalkındırmak için ihale edilerek yapılan 3. pist (35L) de böyle olmuştu. Bu pistin diğerine çok yakın olduğu, sivil havacılık kuralları gereğince pist olarak kullanılamayacağı, boşuna masraf olduğunu savunanlar dönemin iktidarınca aynı bu günkü gibi karalanmıştı. Bu pistin AHL trafiğini rahatlatmaya katkısı olmadı. İşte 3. hava limanının da
Yaşam alanlarımızı seçimden önce koruduk, seçimden sonra da koruruz!
G
ezi direnişi, bir semboldü; oradan yayılan direnme ve kamusal alanı savunma içgüdüsü her yerde kendini göstermeye devam ediyor. Diyarbakır’da Hevsel Bahçelerine sahip çıkanlar, Gezi direnişini selamlayarak bahçelerini, bostanlarını korumayı başardı. Afet yasasına karşı mahallesini bilinçlendiren, hukuki olarak onların yanında olan Tozkoparan Derneği (TOZDER), AKP’nin seçim propagandasında hedef haline getirildi. Dicle Vadisi ve Hevsel Bahçeleri’nden dozerlerinizi çekin! Hevsel Bahçeleri, Dicle Vadisi’nde 8.000 yıl önce oluşmuş verimli bahçe ve
bostan alanı. 700 hektar büyüklüğündeki bahçelerde ünlü Diyarbakır karpuzları yetişiyor. Şimdi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı TOKİ eliyle buraya HES yapmak ve yapılaşmaya açmak istiyor. Mayıs 2013’te Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Dicle Vadisi’ni Afet Yasası’na dayanarak burayı yeni yerleşim alanı olarak seçmişti. Maliye hazinesine ait olan bu arazi hakkında imzayı atan kişi Çevre ve Şehircilik eski bakanı ve TOKİ’nin eski başkanı Erdoğan Bayraktar. Hevsel’deki ağaç kesimi, öğrencilerin ve Diyarbakır halkının direnişiyle durduruldu. Ancak, bölgenin yeni yerleşim alanı kararı kaldırılmadıkça, Hevsel Bah-
Bu projeye karşı davalar açan meslek odalarının mücadelesi sürerken, ekolojik duyarlılıkla harekete geçen 4 güzel insan İstanbul 4. İdare Mahkemesinden daha önce verilen "ÇED Olumlu" kararının yürütmesinin durdurulmasını başardılar.(Bakınız: "Yurttaş Davası" (Actio POPULARİS) (ucuncuhavalimani.org) Başta DHMİ ve THY genel müdürleri olmak üzere bu karara karşı gecikmeden saldırı başlatanlar yaratılacak ranttan kimlerin yararlanacakları da ele veriyordu.
çeleri ve Dicle Vadisi’ndeki yapılaşma tehdidi devam edecek. Tozkoparan Derneği: “Rantçılara verdiğimiz rahatsızlıklardan dolayı özür dilemiyoruz” Seçimlerden birkaç gün önce, Güngören ilçesine bağlı Tozkoparan mahallesine asılan AKP imzalı “Depreme dayanıklı evleriniz olmasını engelleyen istemezükçüleri görün” ve “Kentin mimarisinin sağlıklı dönüşümünü engelleyen istemezükçüleri görün” afişleri ile, mahalle derneği TOZDER hedef gösterildi. Mayıs 2013’te TOZDER Danıştay’a mahallelerinin afet yasası kapsamında riskli alan ilan edilmesine karşı dava açmıştı. Dava Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na açılmasına karşın, savunma ve karşı saldırıyı AKP üstlenmiş! TOZDER, AKP tarafından hedef gös-
Çevre ve Ulaştırma Bakanları jet hızıyla bir üst mahkemeden kararın iptalini sağladılar. Atatürk Orman Çiftliği arazisinin sit alanı olması gerekçesiyle Başbakanlık Binasının bile mahkeme kararıyla "kaçak" ilan edildiği ve karara rağmen "inşaatın sürdürüleceğinin" açıklandığı bir ülkede aksini beklemek de saflık olurdu zaten! Davanın avukatı Alp Tekin Ocak, "3. Hava limanı’nı yapılacağı alan İstanbul için çok önemli bir ekosistem. Mahkeme ortadaki kaygıları kaldıracak bir karar vererek projeyi, tedbiren bilirkişi inceleme yapana kadar durdurmuştu. Başka bir mahkemenin bu kararı kaldırması idari yargıyı işlevsizleştiriyor.” diyerek ekliyor: “Bu karar içtihatlara da aykırı. İdari Yargılama Usül Kanunu’nda tedbir amaçlı yürütmeyi durdurma kararlarına karşı yapılan itirazlara bakılmıyor. Bununla ilgili içtihat var, çok sayıda örnek var. Ancak Üst mahkeme hemen karar veriyor ve alt mahkemenin tedbir amaçlı kararını kaldırıyor!” Karar kaldırılsa da sürecek olan "Yurttaş Davası" can alıcı soruyu şöyle dile getiriyor: "1 santim toprak 10 bin yılda oluşurken, bir yıl beklemenin ne sakıncası vardı?" Bütün katliamlar gibi doğayı katledenleri de durduracak şey ne yasa ne de mahkemeler, ağaçların gölgelerine beton döküp satan kapitalizmin hayatlarımızı karartmak için acelesi var. Toprağımıza suyumuza, yaşam biçimimize sahip çıkmadıkça geç kalan bizler olacağız. http://ucuncuhavalimani.org/2014/03/0 7/bu-dava-hepimizin-mudahil-olalim/ Bahadır Altan
terilmelerine karşı bir açıklama yayımladı: 1- Tozkoparan halkının iradesi bulunmayan hiçbir projeye evet demiyoruz. 2- Tozkoparan halkının barınma haklarına sonuna kadar sahip çıkarak savunacağız. 3- Şu an astığınız afişlere ismini yazamayanlara, bu konuları halkın önünde tartışma çağrımızı tekrarlıyoruz. Tayyip Erdoğan’ın, “Ne yaparsanız yapın biz kararı verdik. İzni oradaki birkaç çapulcudan alacak değilim.” demesine rağmen Gezi Parkı park olarak kaldıysa, diğer kamusal alanlarımızı ve yaşam alanlarımızı da korumaya devam ederiz. Aysun Koca
Nisan 2014/25
İşçilerin Sesi
11
KESK kongre süreci: Siyasi pazarlıklarla nereye kadar?
M
art ayı içinde KESK’e bağlı sendikaların şube kongreleri tamamlandı, şube yönetimleri ve Genel Merkez yönetimlerini belirleyecek üst kurul delegeleri seçildi. Bundan sonraki süreç belli, KESK kurulduğundan beri işlemekte olan siyasi pazarlıklar üzerinden Genel Merkez yönetimleri belirlenecek. Şube yönetimlerinden, Genel Merkez’lere kadar bütün yönetimlerin KESK içindeki siyasi anlayışlar tarafından belirlenmesi çok eleştirilse de, “sistem” değişmiyor. KESK’i belirleyen büyük siyasi eğilimler, “ipleri bırakmak” istemiyorlar. Bu siyasi anlayışlar, kendilerini KESK içinde sendikal kimlikle öne çıkarıyorlar. Bu sendikal kimlikleri daha açık bir ifade ile belirtmek gerekirse, BDP (Barış ve Demokrasi Partisi), ÖDP (Özgürlük ve Demokrasi Partisi), EP (Emek Partisi), HE (Halk Evleri), Halk Cephesi (HC) ve diğer sosyalist-devrimci parti ve dergi çevreleri. Bu sıralama ile belirtmemizin nedeni, siyasi eğilimlerin KESK içindeki güçlerine karşılık gelmesindendir. Kürt demokratik hareketinin KESK içindeki temsilcisi konumunda olan BDP, Kürt illerinden gelen blok delegelerle, ÖDP ise geçmişinden gelen birikimle, KESK’in başından beri belirleyici siyasi gücü konumundalar. Emek Partisi ile birlikte, bu iki siyaset, siyasi pazarlıklar sonucunda KESK’e bağlı sendikaları ve Genel Merkez yönetimini belirliyorlar. Diğer siyasi eğilimler ise, bu üç partinin pazarlıkları sonucunda ya da bir anlaşmazlık yaşanırsa doğan boşluktan yararlanarak şube yönetimlerine girebiliyorlar. 2011 yılında BDP ve ÖDP anlaşıp, EP partisini dışarıda bırakmış, diğer siyasetleri yönetime taşımışlardı. Daha önce de ÖDP, dışarı da bırakılmıştı. 2014 Kongre sürecine ise HDP’nin (Halk-
ların Demokratik Partisi) varlığı damgasını vurdu. Kürt demokratik hareketi, HDP içinde birlikte olduğu siyasi gruplarla yaptığı ittifakı, KESK’e taşımak istiyordu. KESK içinde yeterli delege gücüne sahip olamayan, ama buna karşılık yönetimlerde siyaseten temsil edilmek isteyen bu siyasi çevreler de, HDP üzerinden KESK’e müdahale etmek istiyorlardı. Bana karşılık şube kongreleri öncesinde, BDP, ÖDP ve EP, gerekli siyasi pazarlıkları yapmışlar ve şube yönetimleri paylaşılmıştı. İstanbul Eğitim Sen 7’nolu Şube kongresinde, gizli pazarlık sonucunda ÖDP’li adayların ayağı kaydırıldı ve yerlerine HDP bileşenlerinden kişiler seçildi. Bu gelişme üzerine ÖDP, Türkiye ittifakının bozulduğunu açıkladı ve şube kongrelerine tek başına oluşturduğu listelerle girdi. Bunun sonucu olarak birçok şubede, şube başkanlıklarını alacak bir güçle girememiş oldu. Yukarıda ifade edilen bu durum, büyük “gürültü” koparmasına ve siyasi sonuçları olması karşın, KESK içindeki azınlığın kendi içindeki çekişmesinin ötesine geçememiş, KESK üyelerinin tamamında bir karşılık bulamamıştır. Ne yazık ki, KESK, “taban” ve “sendikal aktivistler (siyasi grupların temsilcileri)” olarak iki gruba ayrılmış durumda. “Taban”, devletten gelen bütün baskılara ve yıpratma kampanyalarına karşın, üye pozisyonunu koruyan, eylem ve etkinliklere ise kendisine uygun buldukça katılan büyük bir çoğunluğu oluşturmaktadır. KESK’in görünmeyen yüzüdür. Buna rağmen kitlesel konumu sayesinde, “sendikal aktivist” kadroların siyasi ve sendikal mücadelesinin toplumsal zeminini oluşturuyor. Bu “taban”, seçim süreçlerine katılmasa da -genellikle yönetim değişiklikleri ilgilerini çekmemektedir-, varlıkları kıymetlidir.
KESK yönetiminin siyasi pazarlıklar yoluyla belirlenmesi bütünüyle yanlıştır, denilebilir mi? KESK içinde ve siyasi alanda mücadele yürüten ve bedel ödeyen bu “aktivist kadroların”, KESK içinde siyasi olarak temsil edilmeleri, sendikal demokrasi açısından yanlış değildir. Sorun temsil edilmelerinde değil, bunu istismar eden siyasi grupların, KESK üyelerinin iradelerine ve tercihlerine ipotek koymaları, ondan bağımsız olarak hareket ederek yönetimleri belirlemelerindedir. Bu yıl olduğu gibi, eğer siyasi ittifak bozulmazsa, şube ve Genel Merkez kongreleri birer formaliteden öte bir önem taşımamakta, delegelerin kendi önlerine konan “ortak” listelere oy vermekten başka bir işlevleri kalmamaktadır. Birden fazla liste ile yapılan kongreler ise biraz daha “renkli” geçiyor. Siyasi gruplarda karşılıklı olarak birbirlerini suçlayan konuşmalar yaparak zamanı doldurmak ve bir an önce seçime giderek hesaplaşmak isteği öne çıkmaktadır. KESK içindeki mevcut siyasi gruplardan, siyasi pazarlıklarla yönetimlerin belirlenmesini sağlayan bu döngüyü kırmalarını beklemek hayalci bir yaklaşım olur. KESK “tabanının” ise bu gidişata dur diyecek bir siyasi çıkışı şimdilik mümkün gözükmüyor. Yıllardır yapılan “KESK daralıyor, kamu emekçilerinin sesi olma vasfını yitiriyor” eleştirileri bir gerçeği ifade ediyor. KESK’e bağlı sendikalardaki üye sayısında bir azalma, işyerlerindeki etkisinde bir zayıflamanın olduğunu ortak bir görüş olarak ifade ediliyor. Bunun yanı sıra KESK’in görünen yüzünü oluşturan “sendikal aktivist” kadrolarda da bir küçülme söz konusudur. İstanbul KESK Şubeler Platformu tarafından alınan eylem
kararlarına (basın açıklamalarına), şube yönetimlerinin bile tam olarak katılmadıkları görülüyor. İstanbul’da sekiz şubesi (56 yönetici demektir) olan Eğitim Sen’in, bazı basın açıklamalarında, aktivist üyelerinin de katılımına karşın, bu sayıya dahi ulaşamadığını görüldü. KESK’in içinde bulunduğu kriz, işçi hareketinin mücadele ve örgütlenme krizinden ayrı düşünülemez. KESK’in, politik kimliği ve geçmişi, bazen onun en büyük handikapı haline geliyor. Sendikal ve politik görevleri karıştırması, siyasi gündemlerin peşine takılması, siyasi grupların kendi siyasetlerini KESK üzerinden ifade etmesi, yaşanan krizin siyasi nedenlerini oluşturuyor. KESK içinde siyasi olarak görünür olmak, siyasi programını onu üzerinden propaganda etmek, siyasi çevreler için çok cazip oluyor. Sendikaların yönetiminde olmak, bir sol partinin yönetiminde olmaktan veya ilçe teşkilatında görev yapmaktan çok daha “havalı” olmakta, tercih edilmektedir. Sosyalist birine “sol partilerin yöneticilerini tanıyor musun?” diye sorulduğunda, tereddütlü yanıtlar alınırken; “KESK ve sendika yöneticileri kimdir?” sorusunun yanıtı daha net olmakta, yöneticilerin hangi anlayıştan olduğu veya yönetimlerin hangi siyasi grupların ittifakıyla oluştuğu bilinmektedir. KESK’in içine düştüğü sendikal ve siyasi krizin kestirme bir çözümü bulunmuyor. Belki yapısal değil ama, yönetim krizinin aşılması için bir tüzük değişikliğine gidilerek, Tabip Odası ve TMMOB’un yaptığı gibi, bütün üyelerin katıldığı “doğrudan seçim” ilkesi benimsenebilir. Böylece yönetimler, yalnızca siyasi pazarlıklar sonucu değil, üyelere güven veren kişilerin de seçilebileceği bir sistemle oluşturulabilir. Kaya İlhan
Devlet HDP’nin“Türk illerindeki” seçim çalışmalarını engellemeye çalıştı
Y
erel seçim öncesinde HDP’nin seçim büroları açtığı Aksaray, Dikili, Urla, Ordu, Giresun, Zonguldak, Fethiye, Yalova Çınarcık, İstanbul Esenler ve Niğde’de saldırılar gerçekleşti. HDP Eşbaşkanı ve Mersin milletvekili Ertuğrul Kürkçü, HDP Eşbaşkanı ve İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel ve HDP İstanbul milletvekili Levent Tüzel Mart ayı içinde HDP’ye yönelik 20’ye yakın saldırı düzenlendiğini açıkladılar. 23 Şubat’ta İzmir'in Urla İlçesi'nde, seçim çalışması yürüten HDP’lilere yönelik linç girişiminde bulunuldu. Yerel seçim çalışmaları kapsamında seçim irtibat bürosu açılışı için İzmir'in Urla İlçesi'nde giden HDP seçim aracı, Cumhuriyet Meydanı'nda bekleyen yüzlerce kişilik ırkçı grubun taşlı ve sopalı saldırısına uğradı. HDP ve BDP ilçe bürolarını da tahrip
eden grup, 10 kişiyi yaraladı. Bu ırkçı-milliyetçi, devlet destekli saldırıların en tehlikelilerinden biri de Fethiye’de yaşandı. HDP’nin seçim bürosunun açılışından önce, “Fethiye'ye saldırı düzenleneceğine” dair sosyal medyada günlerce çağrı yapıldı. HDP yetkilileri Muğla Valiliği ve emniyet yetkililerini aramalarına rağmen yeterli güvenlik önlemi alınmadı. Büro açılışının yapılacağı bina önünde toplanan kalabalık, parti bürosunun camlarını kırdı, Fethiye Kaymakamı Ekrem Çalık ve MHP kökenli Belediye Başkanı Behçet Saatçi aracılığıyla HDP tabelası belediye itfaiye aracı getirilerek indirildi. Olaylar gece de devam etti, Kürtlere ait işyerlerine yönelik saldırılar yapıldı. 8 Mart’ta ise, HDP’nin Karadeniz gezisi sırasında Giresun’un Bulancak ilçesinde HDP'lilere yönelik saldırı gerçekleşti.
HDP bürosu önünde toplanan gruplar, HDP bayraklarını parçaladı. Emniyet'e yapılan bütün çağrılara rağmen, polisler müdahalede bulunmadı. İçerisinde HDP Eşbaşkanı Ertuğrul Kürkçü'nün olduğu seçim otobüsüne taşlı saldın gerçekleştirildi. BDP’yi (genel olarak Kürt demokratik hareketini), Kürt milliyetçisi, bölgecilik ve Türkiye partisi (ne demekse!) olmamakla suçlayan, AKP ve yandaş basındaki yazarlar, Gezi sürecinde ve sonrasında, bu söylemlerini değiştirmek zorunda kalmışlardı. BDP ile bazı sosyalist parti ve gruplar arasında yaşanan yakınlaşma ve eylem birliğinden rahatsız oldular. BDP’yi, marjinal solun peşine takılmakla suçladılar. HDP’nin, parti kimliğiyle “Türk” alanına çıkması hükümeti rahatsız etti. AKP hükümeti ile PKK arasında devam eden
“çözüm sürecinden” rahatsız olan, bugüne kadar Türk milliyetçiliğiyle zehirlenmiş ırkçı kesimler, kışkırtılmaya hazır bir şekilde bekliyorlardı. HDP’nin seçim büroları açarak, kendisini ifade etmesi, açıktan propaganda faaliyeti yürütmesi ve yerel sosyalist güçlere destek vermesi, hükümete Kürtlere saldırmak için bir imkân yarattı. Son bir ayda yaşananların ardında, bu Kürt düşmanı siyaset yatmaktadır. HDP’ye yapılan bu ırkçı-milliyetçi saldırıları kınıyoruz. Kürt halkının demokratik siyaset yapma hakkını sonuna kadar savunuyoruz. Daha önce defalarca gördüğümüz gibi saldırganlar birer maşadan başka bir şey değiller, esas sorumlu AKP hükümeti ve onun kolluk güçleri ile yöneticilerdir. Ufuk Demirci
12
İşçilerin Sesi
Nisan 2014/25
Taşeron işçilerinden yapılan kesintiler hemen ödensin!
T
aşeron denilen kölelik düzeni içinde maaş kesintileriyle başlatılan katmerlenmiş sömürülüşümüz 2010 yılı Ocak ayına rastlar: Önce geri ödenmemek üzere kaldırılan yemek ücretlerimiz. Ardından Ağustos ayında kaldırılan yol ücretlerimiz. Ve maaşlarımızdan %5 kesinti. Bunları kabul etmeyen bizim gibi işçilerin itiraz dilekçelerini görmezden gelen yönetim, taşeron işçilerini tanımadığını ve hizmet alımı ile çalıştıkları için işçilerin kendileri ile direk bağı bulunmadığı cevabını verdi. Türkiye İş Kurumu müfettişleri ve SGK iş müfettişlerinin yeni tuttukları rapor ile hastane yönetimine bu kesintilerin tamamının işçilere ödemesi gerektiği bildirilmiştir. Bu bildirim bu kadar kolay olmadı. 2008 yılında Ça-
lışma Bakanlığı müfettişleri, İ.Ü. Hastanesinde taşeron şirketlerin muvazaalı (hileli) olarak işçi çalıştırıldığını tespit etmiş ve bu rapor İstanbul Üniversitesi Yönetimine gönderilmiş olmasına rağmen, bu çalışma düzenine devam edilmiştir. Bu hileli düzeni ortadan kaldırmak için çözüm üretmek istemeyen Çalışma Bakanlığı, sorun haline gelmiş bu çalışmayı kitabına uydurmak için, “İşçilerin e-devlet şifreleri ile karşılarına çıkacak herhangi bir sendikaya üye olmaları ile sorunu ortadan kaldırırız,” demiştir. Yani hileli çalışmayı ortadan kaldırmayan Bakanlık, işçileri taşeron firmaların gösterdiği (sağlık iş kolu dışındaki) çeşitli işkollarını kabul etmeye zorlamaktadır. Oysa; •Fiilen işçilerin yaptığı iş, kâğıt üzerindeki iş kolları ile bağdaşmıyor.
•Taşeron işçilerinin bir sonraki dönemde hangi iş kolundaki hangi taşeron firmada çalışacakları belli değildir. Bunun bir garantisi yoktur. •Taşeron firmaların birden fazla işkolunda iş yapıyor görünmeleri, işçileri de birçok iş kolu üzerinden küçük gruplara bölmeye devam etmektedir. Bizleri sağlık işçisi olarak görmek istemeyen iş müfettişlerinin bunları söylemesi ahlaksız ve hukuksuz bir tekliftir. Bizler sağlık işi yapan taşeron işçileriyiz. Temizlik, hastabakıcı, atölye çalışanı, ameliyathane çalışanı, kayıt çalışanı, eczane çalışanları kısaca tüm taşeron çalışanlar sağlık işçisidir. Bu durumu görmezden gelmek ve kadro haklarını vermedikleri gibi kesintiler yoluyla diğer haklarını da gasp etmek bu alandaki tüm işçilere vurulan bir darbedir. Çünkü taşeron işçilerinin haklarını gasp eden yöneticiler, yarın güvenceli çalışan işçilerin de haklarına saldıracaktır. Bunu yapmakta daha şimdiden gecikmediler, performans ücretlerini vermemeye başladılar. Bu süreçlerde bizler yan yana omuz omuza olmalıydık ve halende olmalıyız. Bölünmüşlüğü kabullenmemeliyiz. Şimdi önümüzde yeni bir süreç başlıyor. Müfettişlerin sadece görevlerini yapmaları gerektiğini ve iş kanununu uygulamalarının yeterli olacağını söylemiştik. Bunu şimdilik kabul ettirmiş gibi görünüyoruz. İş müfettişlerinin gönderdikleri raporda, hem bu kesinti-
lerin -yani işçilere ödenmeyen yol ve yemek ücretlerinin- geçmişe dönük ödenmesi gerektiği, hem de yeni ücret bordrolarında gösterilmesi gerektiği net bir şekilde kabul edilmiştir. Bu rapor, üniversite yönetimine de bildirilmiştir. Önümüzdeki günlerde işçilerin alacakları neye göre hesaplanacak? Kim kaç lira alacak? Yeni ücret bordrolarına -tekrar- bu paralar yansıtılacak mı? Bu gibi soruların cevaplarını merak eden işçi arkadaşlarımıza söylememiz gereken tek söz “fiili mücadele” olmalıdır. Aksi takdirde, bu zamana kadar bizleri görmezden gelen yöneticiler şimdi hiç tanımayacaklardır. 27 Mart perşembe günü yaptığımız yürüyüşte işçi arkadaşlarımızın kararlılığı gözle görüldü. Ama “öncülüğe soyunanlar” aynı kararlılıkta olamadılar. Yaklaşık 200 işçi arkadaşımızla Çapa’da yürüyüş yaptık. Dekanlık binasının önünde “İşçiler Burada Yönetim Nerede,” sloganlarıyla yöneticileri çağırdık. “Yöneticilerden biri gelene kadar burayı terk etmiyoruz,” dedi. Bunu yapacak gücü kendinde göremeyenler eylemi bitirdiler. Bütün bu yaşananlar bizlere şunu göstermektedir: Taşeron işçileri olarak bu noktadan sonra daha kararlı, daha istekli ve belirleyici olmalıyız. Mecnun Çınar, İ.Ü. Çapa Taşeron İşçisi
HEY Tekstil’in binasını icradan Garanti Bankası aldı H
ey Tekstil işçileri olarak, 2010 yılının Aralık ayından buyana Bektaş ailesinden tazminatlarımızı ve alacaklarımızı almak için mücadele ediyoruz. Yaklaşık 1000’e yakın işçi mağdur. 700’e yakın işçi alacak davası açmış bulunuyor. Başvurmadığımız avukat, sendika, siyasi parti kalmadı. Meclise de gittik, Çalışma Bakanı ile de görüştük. Sonuç alamadık. Cahilliğimizden olacak, adında “emek” olan olmayan, adında “sendika” olan olmayan tüm örgütleri gezdik. Çözüm önerenlerin sözünü dinledik. Çoğu bizi yarı yolda bıraktı. Son zamanda ÇHD’den Taylan avukatla görüştük. Tam biraz hak almaya yaklaşmıştık ki,
tutuklandı. Şimdi serbest kalmış. Geçmiş olsun diliyoruz. Defalarca patronların Hadımköy’deki evinin önüne gidip eylem yaptık. Sonuncusunu geçtiğimiz hafta sonu 20 işçiyle yaptık. Önce özel güvenlik müdahale etti. Siteden bir kişi özel güvenliğe karışmamasını söyledi. Çünkü sitenin içinde değildik. Sonra polis geldi. Bir saat süren eylemimizi izledi. Fabrikanın önündeki çadırımız duruyor. Her Pazar saat 12.00’de toplanıyoruz. Fabrikanın binası hacizliydi. Garanti Bankası alacaklıydı. İhaleye tek başına o girmiş ve borcuna karşılık binayı almış. İşçinin alacağı yine başka bahara
kaldı. Avukatlar, patronun başka gayrimenkulleri olduğunu söylüyorlar. Şimdi onlara ulaşacağız. Ben, ilk grupta çıkartılan bir işçiyim. O zaman 7 bin 500 liramı almıştım. 5 bin liram kalmıştı. Şimdi bunun peşindeyim. Patrona bir kuruşumu bırakmak istemiyorum. Bunun için mücadele ediyorum. Fabrikanın binasını Garanti Bankası başkasına satacaktır. Bu durumda bizim çadırı da fabrikanın önünde bırakmazlar. Bektaş ailesine ait bir bina artık yok. Bütün bunları başımıza saran sözde sosyal demokrat patrondur. İş yasaları, ticaret yasaları onları koruyor. Bizi koruyan ne bir yasa ne bir sendika ve
siyasi örgüt/parti var. Avukatlar ise, tek tek işçileri koruyabilir. Ama haksızlığa hepimiz birlikte uğradık. Aradan üç buçuk yıl geçti ve herkes bir yere dağıldığı için, hep birlikte mücadele yürütemiyoruz. Hep birlikte olduğumuzda ise, gerektiği kadar kararlı bir mücadele için bize yol gösteren olmadı. Bu son söylediğim, bütün işçilerin ortak sorunudur. İhtiyacımız olan ise, bize hak alıcı yol gösterecek, bizi bu yönde etkileyecek sendika ve partilerin eksikliğidir. Hey Tekstil işçisi Erhan
Nisan 2014/25
İşçilerin Sesi
13
Greif işçisi kazanırsa, işçi sınıfı kazanacak! lıştırılıyordu. Biz 12 saat çalışmayı istemiyorduk. Performans dayatılıyordu ve iş çıkmayınca hakaretler ediliyordu. Bu baskılara karşı bir örgütlülük oluştu. Şef değiştirildi, geri adım atıldı. İşçilerin güveni geldi ve bu diğer bölümlere de örnek oldu. Niye DİSK’i seçtiniz? İki açıdan DİSK’i seçtik. Birincisi Ünsa zaten DİSK’te örgütlü Greif’e bağlı bir yer. İkincisi ise DİSK’in tarihsel geçmişini biliyoruz. DİSK’in “D”sinden dolayı seçtik. Sözleşme maddelerinden hangileri kabul edildi?
G
reif işgali neredeyse iki ayını dolduracak. Bu süre içerisinde birçok deneyim yaşandı ve en önemlisi de, örgütlü bir işçi hareketinin kararlı olması halinde hem patronu hem de sendika bürokrasisini geri adım atmaya zorlayabileceğini gösterdi. Kuşkusuz, bu mücadelenin kazanımla sonuçlanması en büyük dileğimiz. Aksi halde, bölgedeki işçiler başta olmak üzere, “mücadele ettik de ne kazandık” sorusunu soracaktır. Daha da önemlisi, başarısızlık halinde “fabrikayı işgal ettiler kazanamadılar, biz nasıl kazanabiliriz” sorusudur.
yılında Öz İplik İş’in yetkisi işverence düşürülüyor. Çok ciddi bir saldırı başlıyor. İş 44 tane taşeron firmaya paylaştırılıyor. 2010 yılında Grief iki firmayı da alıyor.
Greif mücadelesine kuşkusuz o işyerinin işçileri karar verecekler. Ancak Türkiye’ye hatta yurtdışındaki birçok ülkede gündem olmuş bir mücadelenin, işyerini aşan bir sorumluluk taşıdığını bilerek, Greif işçisinin kazanmasına destek olmamız gereklidir. Bu desteğimiz işçileri ziyaret etmek ve gazetemiz aracılığıyla mücadeleyi duyurmakla sınırlı kalsa da, desteğimiz devam edecek.
İşletme olduğu için işçilerin yüzde 40’ını üye yapmamız yeterliydi. Sunjüt’te 1000-1500 işçinin 520’si kadroluydu ve 228 işçi ile yetkiyi aldık. Daha sonra üyeliklerimizi devam ettirdi. Şuan için 600’dan fazla üyemiz var.
Şimdi sözü Greif İşçi Temsilcisine bırakalım: Fabrikanın mücadele tarihi hakkında neler söyleyebilirsin? Patronun kaç fabrikası var? Grief şirketi bu fabrikayı 2010 yılında alıyor. Daha önceki adı Sunjüt, karşıdaki Ünsa fabrikasıyla rakipler. Greif alana kadar, Ünsa’nın ana üretiminde DİSK Tekstil Sendikası yetkili. Konfeksiyon bölümü örgütsüz ve taşeron. Sunjüt’ün de 1996 ile 2000 yılları arasında Öz İplik-İş var. 2000
Ünsa ve Sunjüt’ün ayrı ayrı ikişer fabrikası var. Ünsa’nın Samandıra ve Sultanbeyli’de Sunjüt’ün Dudullu ve Hadımköy’de. Birinde yaklaşık 1200 kişi çalışıyor, Sunjüt’te 1000 kişi çalışıyor. Toplamında 2800’e yakın işçi var ve yaklaşık 1500’den fazlası taşeron işçi. Sadece Sunjüt’te taşeron işçi sayısı 1000’e yakındır. Kaç üye ile yetki aldınız?
Biraz da işin örgütlenme kısmını konuşalım mı? Niye sendikalaştınız? Bir yılı aşkın süredir bu fabrikada çalışıyorum. Fabrikada 5 yıllık, 10 yıllık, 15 yıllık işçiler var. İlk geldiğimde sendikal örgütlenme yoktu. İşçiler açısından fabrikanın birçok ciddi sorunu vardı. Biz de sınıf bilinçli işçileriz. Fabrikaya girdikten sonra bu yönde bir çalışma yapma ihtiyacı hissettik. İlk önce bölümlerimizde başladık. O sıkıntıların üzerine gidererek örgütlendik. Bölümlerdeki başarıyı diğer bölümlere de taşıyarak, bölümler arasında komiteler kurduk. Şeflerin baskısından, performans dayatmasına, havalandırma sorunundan tutun, sağlıksız çalışmaya kadar birçok sorun vardı. 12 saat ça-
Görüşmelerimiz beş oturum sürdü. Beşincisine kadar 66 maddenin 56’sında anlaşıldı, son 10 madde kalmıştı. Bu 10 madde üzerinden işveren bir teklif sunacağını söyledi. Bizim kırmızıçizgilerimiz dediğimiz ücret ve sosyal haklar da bu maddelerdeydi. İşverenin sunduğu teklifte yüzde 8 zam ve 2,5 ikramiye vardı. Biz bu teklifi kabul etmedik. Taşeronlaştırma konusunda 4857 sayılı yasa uygulansın ve taşeron gitsin dedik. Onlar, bizim taşerona karışamayacağımızı, bunun onların sorunu olduğu söylediler. Bir görüşme daha yaptık ama o görüşmede de hiçbir ilerleme gerçekleşmedi. Madem sendikayla mücadele edecektiniz niye sendikaya üye oldunuz? Başlama noktası şurası. İşçi iradesi ile hazırlanmış bir taslak var. Bu taslağın da işverenin masasında savunulması ve kazanılması var. Siz bunu işverenden önce sendikaya karşı savunmaya başladıysanız, sendika ile bunun pazarlığını yapmaya başladıysanız, sıkıntı orada işte… Sendika yönetimi bizi bertaraf edebilmek için elinden geleni yaptı. İşveren de üç beş gün içinde mücadelenin sönümleneceğini düşünüyordu. Ama işçide bir irade, bir kararlılık var. Bu inisiyatifle her iki tarafa da kendi çizgisini kabul ettirecek bir mücadele var. Bu hem işvereni hem de sendikayı bir noktaya getirecek durumda. Biz ilk günden bugüne kadar “bu meşru, haklı bir mücadeledir ve sendikanın bu mücadelenin yanında yer alması gerekir” dedik. Onlar bunu reddettiler, toplu sözleşme sürecini bal-
talamak olarak gördüler, karaladılar, sonra ondan vazgeçtiler. Daha sonra işverenle belli noktalarda işbirliği yaptılar. Sonra birbirlerine karşı bir şey yapmadıklarını söylediler. Tekrar inkâr ettiler. Yalpalayıp durdular. Bugün geldiğimiz nokta buradaki kararlılığın her iki tarafı da bir noktaya getirmiş olmasıdır. Sendika bizi inkârla, görmezlikten gelerek bu işi kapatamayacağını gördü. Biz ısrar ettiğimiz koşulda tepkisini ve tavrını değiştirecektir. Şunu hep söylüyoruz, çaresizce bir yenilgiyi kabul etmiyoruz. Eğer yenileceksek de mücadele ede ede yenileceğiz. Kendi içimize çekilip, muhasebe yaparak değil mücadele vererek ilerleyeceğiz. Yarın sizi ziyarete geleceğiz diye açıklama yapmış olmaları, bugüne kadar bizi görmezden gelmelerinin üstünü örtmez. Peki, sendika gerçekten ne yapıyor? Şube başkanı her gün geliyor. Onun dışında her gün iki öğün veya bir öğün yemek veriyorlar. Rıdvan Budak gelmedi; çünkü biz Rıdvan Budak’la asıl sıkıntıyı taslak meselesinde yaşamıştık. O inisiyatifi bize bırakmak istemedi. Yeni olarak gözükecek bir şey şudur belki. Bir kere toplu sözleşme süreçlerini öyle yasal prosedürlerle uzatarak işlerin çözülmez hale getirilip, oradaki işçileri umutsuzluğa düşürüp, sonra işverenin istediği tarzda bir sözleşme imzalama döneminin artık çok mümkün olmayacağını düşünüyoruz. Biz öyle yapmayacağız. Toplu sözleşmede anlaşamıyorsak, üretimden gelen gücümüzü kullanacağız. Eğer üretimden gelen gücümüzü kullandığımızda fabrikanın önüne konulmakla tehdit ediliyorsak, tersini yapacağız, fabrikanın içinde kalacağız. Şu da var tabii: İşçilerin birer meclisi olan sendikaların belli bir bürokratik anlayışın eline geçmiş olması ve buna karşı ciddi bir mücadelenin eksikliği söz konusu. Bizim bugüne kadarki yürüttüğümüz mücadele sonucunda DİSK Tekstil geri adım attı, ama bu çok yetersiz. DİSK Tekstil yönetimi, işçilerle birlikte mücadele ederek, fabrikaları işgal ederek bir hak alınacağına inanmıyor, esas mesele bu! Seyfi Adalı
14
İşçilerin Sesi
Nisan 2014/25
Tekstil
Kim örgütlüyse o kazanır G
ecen ay yaptığımız eylemlerle 6 işçi arkadaşımızı geri aldırdık, işbaşı yaptırdık. İşverenin işçi karşısında ilk geri adım atmasıydı. Örgütlü olmazsak bunun acısını çıkartacağını biliyorduk. Her şeyi düzelteceğini söyleyen işverene inanan işçiler zamların iyi olacağını sandılar. Zamlı maaşlar ilk önce modelhaneye ütü-paket ve kesim bölümüne verildi. En kalabalık bölüm olan dikimhaneye bir gün sonra maaşları verildi. Eyleme öncülük yapan işçilere yüzde 7 ile 9 arasında zam yapıldı. İşçiler mesaiye kalmayacaklarını söylediler o akşam mesaiye kalınmadı. İşçiler yeni seçtikleri temsilcileri patronla görüşmeye yolladı. Zamları kabul etmiyoruz konuşmak istiyoruz dediler. Yeni seçilen temsilciler de ilk sınavına çıkmış oldu. İşveren yapabilecek başka bir şeyimiz yok çalışmak isteyen çalışsın demiş. İşçiler zamlar düzelene kadar mesaiye kalmayacaklarının kararını aldılar. Temsilcilerden bunu işverene iletmelerini istediler. Temsilcilerden ikisi
(cemaatçi kesimden) mesaiye kalmama kararına katılmadığını söyleyip işçinin örgütlülüğünü bölmüş oldu. Ertesi gün patron genel toplantı yaptı. Maaşlardan şikâyeti olup da çalışmak istemeyenler isimlerini yazdırsın, tüm haklarını vereceğim dedi ve gitti. Dikimhane şefi sözü aldı: “işe ihtiyacınızın olduğunu biliyorum kimin banka, ev, kredi borcunun olduğunu biliyorum. Ben gerekirse arabamı satar geçinirim ama sizin öyle bir şansınız yok o yüzden çalışmanız lazım” diye konuştu. Borcu olan işçiye tekrar işten ayrılınca durumunu düşünmesine yardımcı oldu. Sabah işbaşı olduğunda ustalar ellerinde kâğıt kalem liste yapmaya başladılar. İlk önce bu işe öncülük yapanların yanına gidip işten çıkmak istiyor musun diyerek, isim yazmaya başladılar. Yaklaşık 40 işçi ismini yazdırdı. Örgütlenme işini yapan tüm işçiler çıkış için adını yazdırdı. İşveren işçileri 24. maddeden işten çıkartıyordu. İşçiler muhasebeye çağrıldığında hepsi nasıl tazminat hesaplayacaklarını öğrenmişti.
Bir işçi çay paydosunda tüm işçilere tazminat hesaplamasını anlatmıştı. İşçilerin hesapladığı ücret üzerinden paralar verildi. İşe iade davası açılmasın diye de 24. maddeden çıkış yapıldı. İhbar tazminatları ve asgari ücret üzerinden tutan para günlük şirket çeki yazılarak ödendi. İşverenin kasasından 400-500 bin lira çıktı. Şimdi tazminatını alıp gitmek isteyen işçi olursa, kabul etmiyorlar. Patrona en çok dokunan ise, işçilerin hesapladıkları biçimiyle ve peşin olarak tazminatlarını ondan söke söke almış olmaları. Gün geçtikçe bu aklına geliyor olmalı ki, çıldırıyor. Nitekim emekli olan bir işçiye tazminatını 8 taksitte vereceğini söyledi. Gerçekten de bundan önce hiçbir işçi tazminatını tam ve peşin alamamıştı bu işyerinde. Mücadele sayesinde bu mümkün oldu. İlk olaylar başladığında hedefimizi sendikalaşmaya çevirelim demiştik. En mücadeleci olanlar bile “olmaz sendikalaşma olursa işçi çıkışı olur, henüz işyerinde işçiler buna hazır değil” de-
mişti. Bu öncü işçiler de işten çıkartıldı. İş işten geçtikten sonra, sendikalaşma olsaydı daha iyi olurdu diyor çıkan işçiler. Bilinçli, siyasi işçi olmayanca kaybederek öğreniyoruz. Çıkan işçiler yeni işyerlerinde böyle bir şeyle karsılaşırsak yapacağımız artık belli diyorlar. İşyerinde geriye kalan işçiler ne yapacak peki? Onlar bu işleri bizden iyi bilenler gitti bizden bir şey olmaz, bizim o gücümüz yok demeye başladılar bile. Kuşkusuz önemli bir deneyim yaşadık ve öğrendik; ama yakaladığımız bu büyük fırsatı, mücadele birliğini ellerimizle işverene teslim etmiş olduk. Yeni gireceğimiz işyerlerinde de işçi olarak çalışacağız ve aldığımız tazminatlar bizi kurtarmayacak kadar az. Kalıcı haklar elde etmek istiyorsak, işten çıkmak, tazminatımızı almakla kendimizi sınırlamamalıyız. Kalıcı örgütlenmelerle, sendikalaşmayı işyerlerinde gerçekleştirmeyi de başarmalıyız. Bir grup işçi
Plastik
Korozo: İhracat rekoru kırıyor, utanmazca işçi çıkartıyor, asgari ücret veriyor ! A
sgari ücretle işçi çalıştırıp, sonra da yemekhanedeki kapalı devre televizyon yayınında “110 milyon Euroluk yurt dışı ihracatıyla rekor kıran Korozo” demiyor mu, insanı isyan ettiriyor. Bir de bundan fazla iç pazarı olmalı. Neredeyse 250 milyon Euro yuvarlak rakam. Niye asgari ücretle işçi çalıştırıyorsunuz diye soran yok? İşçilere en yüksek ücreti vermekten dolayı rekor kırsanıza? 12 saat, asgari ücret ve rekor ihracat. Akılla açıklanabilir mi? Bunun adı düpedüz soygunculuktur. En büyük yolsuzluktur. Üstelik işçi çıkartıyorsunuz. Niye, diye soran yok! Zarar etmiyorsun ve işçi çıkartıyorsun: Neden? İşçilerin örgütlenmesinden, sendikalaşmasından
korkuyorlar da ondan! İşçilerin ücretleri, çalışma şartları da tersinden rekor kırıyor. Bir türlü doymak bilmiyorsunuz, hala işçi çıkarmaya devam ediyorsunuz; işçi çıkarırken ellerinden geldiği kadar az tazminat vermek için uğraşıyorsunuz. Hatta bu yüzden hakkını arayan işçileri fabrikalar arası sürgün etmeye devam ediyorlar. Bir o fabrikaya bir öbür fabrikaya … bıktırma çalışması bu kadarla da sınırlı değil. Mücadeleci işçilere zam vermiyorsunuz. Biliyorlar ki, mücadele olunca zamlar artıyor. Nitekim, işçilerin baskısıyla Ocak zamları yüzde 15 ile yüzde 20 arasında oldu. Mücadeleci işçilere zam vermeyin, onlar haklarını aramasını bilir: Anayasa’nın 55, İş Yasasının 5’inci maddesi,
ücrette eşitlik zorunludur diyor. İşçiler bu durumun yasal olmadığını belirtiler ve dilekçeyle zam talebinde bulunacaklar. Bütün bunlar yaşanırken patron işten çıkışlara “küçülme” bahanesini gösteriyor: Mücadeleci işçiler soruyor, küçülme diyorsunuz ama Posta gazetesine işçi aranıyor diye ilan veriyorsunuz; çocuk mu kandırıyorsunuz. İnsan Kaynakları alem-i cihan olsa yanıt veremez! Yeni taktik ise, işyerini taşıma, işçileri bölmedir: 125 dönüm araziye kurulu fabrika. Fabrikalar bir arada. Fabrikalarını taşımaya karar vermiş. İlk olarak 3 seneden beri taşımaya çalıştığı çocuk bezi bölümünü aceleyle Çerkezköy’e götürdü. Fabrika açtı ama çalıştıracak işçi bulamıyor. Trakya işçisi
r12 saat çalışmıyor, İstanbul uzak tecrübeli işçi de gitmiyor. Yani kaçmak o kadar kolay değil; Çerkezköy tutmadı diğer fabrikalarda tutmayacak. Korozo patronu bize muhtaç, demek ki, kaçınılmaz mücadele de devam edecek. Sonuç olarak, Korozo gibi kâr ettiği halde işçi çıkartan şirketler için acil önlemler alınmalıdır. Bu çapta büyük bir işyerinin işçi çıkartması kabul edilemez! Kâr ettiği halde işçi çıkartan şirketler işçi denetiminde kamulaştırılmalıdır! Başka yolu yok. Bir grup işçi
Nisan 2014/25
İşçilerin Sesi
Gıda
Her yıl olduğu gibi bu yıl da yine adaletsiz zam verildi H
er yıl olduğu gibi bu yılda yine adaletsiz zam verildi Zam almadan önce müdür bölümleri dolaşıp işçinin tepkisini yoklayarak yüzde yedi zam verilecek diye ulu orta konuştu. Herkes tek tek yüzde yedi zammın az olduğunu söyleyince patron geri adım atmak zorunda kaldı. Bu sefer de yüzde dokuz, on, on bir, hata on beş zam alan bile var. Müdür ve ustalar kendilerine yakın olan işçilerin zammını daha fazla verdi. Müdür zam ayı yaklaşınca düşük zam alanları düzelteceğiz diyor ama hiç bir düzelme yok. Görüyoruz ki yine işine geldiği gibi davranıyor. Hiç kimse zamdan memnun kalmadı ama sesini de çıkarmıyor. İşten çıkmayı daha uygun bulup ayrılıyorlar. Tazminatının yarısına bile razı olup çıkıyorlar. Tazminatı bile taksitle
ödüyor patron. Oysa yasada tazminat parası taksit taksit verilemez. Ama hep işçinin hakkı gasp ediliyor. Şimdi yıllık izinler zorunlu olarak başladı. Mayıs sonuna kadar izinlerin kullanımı bitecekmiş, yazın izin yok dediler. İşler yoğun diye her bölümden ikişer üçer kişi izine çıkarıyorlar. Kadın işçiler tepkili. Müdürle konuştular. Yazın birer hafta iznimizi verin çocuklarınızla tatile gidelim dediler. Müdür alay ederek eşleriniz götürsün siz gitmezseniz olmaz mı, deyip dalga geçti. İşçi ne yasal hakkını biliyor ne de hak aramak istiyor. İşveren Batum’da mağaza açmış. İşleri tıkırında. Sadece iç pazara çalışıyorduk. Şimdi ihracat da başladı. Suudi Arabistan’a tonlarca mal ihraç edildi. İş yerinde patronun yasaları işliyor. Oysa bizim sırtımızdan kazanarak yeni
bir fabrika kurdu yeni makineler aldı. Gün geçtikçe daha da büyüyor fabrika. İşçinin maaşı ise hep aynı. İşçiye de mesaiye kalıp para kazanın diye telkin ediyor, sanki iyilik yapıyormuş gibi gösterip iki kat daha sömürüyor. Örneğin, salata açık büfeydi. Önce salataları azalttılar. İşçi sayısı artınca salata yetmez oldu. Patron her zamanki gibi uyaklık yapıp bir bahane bulup (israf oluyormuş) açık büfeyi kaldırdı. Herkese porsiyon veriliyor, iki günde yoğurt. Daha önce de sabah ve akşam verilen pohaçalar kaldırılmıştı. Biz birlik olup kendi haklarımızı aramazsak değil ücretler, salatamızı bile elimizden almaktan çekinmeyecekler. G.Kemerli
15
Yoksulluk sınırı 3743 lira Türk-İş, çalışanların geçim koşullarını ortaya koymak ve temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat değişikliğinin aile bütçesine yansımalarını belirlemek amacıyla her ay yaptırdığı “açlık ve yoksulluk sınırı” araştırmasının Mart ayı sonuçlarını açıkladı. Araştırmanın sonuçlarına göre, 4 kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması tutarı (açlık sınırı) 1.149 lira 2 kuruş; gıda harcaması ile giyim, konut (kira, elektrik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu diğer harcamaların toplam tutarı (yoksulluk sınırı) ise 3.742 lira 73 kuruş oldu. Ekmek, pirinç, un, makarna, irmik grubundan ekmeğe yılbaşından sonra yapılan zam ve pirinçteki fiyat artışı aile bütçesi için ciddi yük oldu.
İş cinayetleri durmak bilmiyor!
İ
şçi ölümleri en çok inşaat, taşımacılık, tarım ve ticaret/eğitim/büro sektörlerinde; Adana, Antalya, Hatay ve Kocaeli’nde yaşandı... Çocuk, kadın, göçmen ve yaşlı emekçiler korunmuyor... Sigortasız, düşük ücretli, taşeron çalışmanın başat olduğu inşaat sektöründe ölümler oransal olarak da artıyor. İnşaat işkolunda 17’si düşme nedenli olmak üzere 30 işçi can verdi... Tır, kamyon, minibüs, otobüs, ticari taksi, kargo araçlarını kullanan şoförler ve muavinlerinin güvencesiz çalışma koşulları ölümlere davetiye çıkarıyor. Taşımacılık işkolunda 9 işçi can verdi... Devlet ister sertifika versin ister yönetmelik çıkarsın tarım sektörü emekçilerinin sorununun özüne değinmiyor. Adı artık “sürü yönetim elemanı” olan çobanların ve mevsimlik tarım işçileri-
nin çalışma koşullarında bir değişiklik yok. Tarım işkolunda 7 emekçi can verdi... Çok farklı meslek gruplarını içeren ticaret/büro/eğitim/güzel sanatlar işkolunun ortak yönünü çalışma koşullarının hızla güvencesizleştirilmesi ve sonucunda emekçilerin işsiz kalması oluşturuyor. Ticaret/büro/eğitim/güzel sanatlar işkolunda 7 emekçi can verdi... Üçü 14 yaş ve altı, ikisi 15-17 yaş aralığında 5 çocuk işçi can verdi... 12 yaşındaki tarım emekçisi Ahmet Güneysu elektrik çarpması, 15 yaşındaki çoban Seyrani Köstü silahla vurulma, 16 yaşındaki Suriyeli inşaat işçisi Abdul Hakim ve 17 yaşındaki inşaat işçisi Emre Aksüt düşme, 13 yaşındaki futbolcu Yavuzhan Gemisi ise antreman esnasında fenalaşma sonucu can verdi... 4 kadın işçi can verdi... 18 yaşındaki mevsimlik tarım işçisi Sibel Can Polatlı romörktan düşme, 36 yaşındaki halı fabrikası işçisi Fatma Ünlübaş servis kazası, 35 yaşındaki işsiz öğretmen Gamze Filiz Arslan intihar, 25 yaşındaki çocuk giyim mağazası işçisi Derya Borçin ise trafik kazası sonucu can verdi...
İzmirli deri sanayicileri, Antep Büyükşehir Belediye Başkanı adayı eski Bakan Fatma Şahin ve nice sermaye temsilcileri Suriye savaşındaki rollerini görmezden gelip ekonominin canlanması için Suriyeli işçileri beklediklerini belirten açıklamaları yaparken bu işçiler sigortasız ve ucuz işgücü olarak ölmeye devam ediyorlar. Suriyeli 6 işçi; inşaat işçileri Zeki Cuma Ahmed, Ghaıyath Alezza, Abdul Hakim, Cesim El Musd, Mustafa Javuer ve atık kağıt işçisi Ahmed Melli sigortasız çalışırken ve günde yemek + 10 TL kazanmak için can verdi... 2013 yılında 22 göçmen işçinin yaşamını yitirdiğini tespit etmişken 2014 yılının ilk iki ayında ise şimdiden 13 göçmen işçi aramızdan ayrıldı... 51 yaş ve üstünde çalışan 9 işçi can verdi... Emeklilik çağında aramızdan ayrılan işçiler inşaat, taşımacılık, tarım, tekstil, ticaret ve eğitim işkollarında çalışıyorlardı... Şubat ayında 5 işçi Adana’da; 4’er işçi Antalya, Hatay ve Kocaeli’nde; 3’er işçi İstanbul, Konya ve Zonguldak’ta can verdi... http://www.guvenlicalisma.org (İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi) sitesinden alıntılanmıştır.
Kadın işsizliği raporu Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü (DİSK-AR), çalışma hayatında kadınların konumunu ortaya koyan Kadın İstihdamı ve Güvencesizlik Raporu'nu yayınladı. Çalışmanın sonuçlarına göre: - Son bir yılda işgücüne katılan kadınların sadece yüzde 45'ine çalışma imkânı sunulmuştur. Yüzde 55'i ise işsizlik gerçeği ile yüzleşmiştir. İstihdam edilen kadınların sayısındaki artış geçen yılın aynı ayına göre sadece 78 bindir. - Toplam kadın işsizliği yüzde 12,7 iken, kentlerde bu oran yüzde 17,4'e, tarım dışı kesimlerde yüzde 18,5 düzeyine ulaşmaktadır. - Çalışma çağındaki her 4 kadından sadece 1’i bir faaliyette çalışmaktadır. - Ekonomik bir faaliyette çalışan kadınları yüzde 30'u ücretsiz aile işçisidir. - Yüksek okul mezunu kadın işsiz oranı, erkeklerin iki katından fazladır. Rapora göre, işsizlik kadınlar açısından daha kalıcı görünmektedir.
İşçilerin Sesi
Bütün ülkelerin işçileri, birleşin!
Emekçi semti olan Okmeydanı’nda hem kadın hem işçi muhtar adayı: Songül Yarar Dede vermesini istiyor. Tabii ki birçok başka ihtiyaçları var. En başta muhtarlık hizmeti için ödedikleri paradan şikâyetçiler. Biz diğer üç adayın ileri sürmediği bir söz verdik kampanyamız boyunca: “Mühür, ikamet parasız!”. Biz bunun önemli bir söz olduğunu düşünüyoruz. Okmeydanı emekçilerin, işsizlerin yoğun olduğu bir mahalle. Muhtarlık ücretsiz hizmet verebilmeli. Bu anlayış bir kere yaygınlaşırsa, mahalle halkı elinden gelen dayanışmayı da gösterecektir. Zaten genel olarak da, adayı seçim gereği öne çıkarsak da, kolektif bir çalışmanın önemini vurgulayarak muhtarlık hizmetinin verilebileceğine inandık.
“Ortak Sorunlarımıza Ortak Adayla, Ortak Çözüm!” sloganıyla bir kampanya yürüten Okmeydanı Mahmut Şevket Paşa Mahallesi muhtar adayı Songül Yarar Dede’yle hem seçim sürecini hem seçim sonrasını konuştuk… Aday olmaya nasıl karar verdiniz? S.Y. Dede: Ben karar vermedim. Önerildim. Mahallede uzun bir süredir karşı karşıya olduğumuz kentsel dönüşüm planlarına karşı toplantılar düzenliyorduk. Birbirini tanıyan, hatta daha önce muhtarlık seçimlerinde birlikte çalışmış bazı çevreler, kişilerin yanısıra dernek, dergi çevreleri ve siyasi partilerin katılımıyla ortak bir toplantı yaptık. Bu toplantıda arkadaşlar benim aday olmam konusunda ısrar ettiler, bu şekilde ben de kabul ettim. Bütün bu çevrelerle ortak seçim çalışmasını nasıl örgütlediniz? S.Y. Dede: Önce mahallede yaşayanların, mümkün olduğu kadar geniş bir çevreyle temas kurarak taleplerini dinledik. Sözümüzü, programımızı, mahalleden gelen istekler, ihtiyaçlar çerçevesinde oluşturduk. Bir seçim bürosu tuttuk, afiş, el ilanı, bastırdık. Şunu söylemek istiyorum, aslında seçim bürosu olarak kullandığımız mekan, bir başka muhtar adayının bürosunun konum olarak hemen karşısındaydı. Bu nedenle, merkezi bir yerde olmasına rağmen, “rekabete girme” kaygısıyla hemen karar vermedik. Ancak başka
uygun bir yer bulamayınca büroyu tuttuk. Bütün bu süreçte mahalleden büyük bir destek gördük. Özellikle kadınlar günlük seçim çalışmalarına destek oldular. Çocuklarını yakınlarına bırakıp, bizlerle sokak sokak dolaşıp bildiri dağıttılar, afiş astılar, ev ziyaretinde bulundular. Bu durumun tesadüf olmadığını düşünüyorum: Çünkü biz çalışmaya başladığımız ilk günden beri, “mahalleyi artık kadınlar yönetmeli” fikriyle hareket ettik. Mahallenin gerçek sorunlarını en çok kadınlar biliyor, yüz yüze kalıyor. Böylece bir yandan seçim çalışması yürütürken bir yandan da kadın dayanışmasının hayat bulduğu bir çalışma örebildik. Mahalledeki halkın talepleri daha çok nelerden oluşmakta? S.Y.Dede: Kentsel dönüşüm adı altında konut hakkına yapılan saldırılar birinci sırada. Barınma hakkı mahallenin acil sorunu. Mahmut Şevket Paşa Mahallesinin bir bölümü tapusuz, kentsel dönüşümle başlayan bu süreç mahalledeki birçok ailenin barınma hakkını elinden alıyor. Mahalle halkının bir diğer sorunu da okullardaki temizlik ve bakımının yapılmaması. Çünkü devlet okullara kaynak aktarmıyor, yoksul olan halkın da aidatları ödemesi mümkün değil. Bu da okulların temizlenmemesine, çocukların da bu ortamda hastalanmasına, enfeksiyon kapmasına neden oluyor. Mahalleli, belediyenin okullara temizlik görevlisi
Kadın bir muhtar adayı olmanız mahallede nasıl karşılandı? S.Y. Dede: Hem hemcinslerim hem de erkekler tarafından olumlu karşılandı. Toplumda bir değişikliğe ihtiyaç olduğu ifade edildi. Çünkü Okmeydanı’nda hiç kadın muhtar olmadı, Şişli İlçesine bağlı 28 mahalle muhtarının sadece biri kadın (Feriköy). Bir kadının muhtar adaylığı genel olarak olumlu karşılandı. Kadınlarla seçim çalışmasını birlikte yaptığınızı söylendiniz, çalışmalar nelerden oluşmakta? S.Y. Dede: Seçim çalışmaları dönem olarak 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne denk geldi. Seçim bürosunun açılışını 8 Mart olarak belirledik. Mahalledeki kadınlarla birlikte büronun açılışını, emekçi kadınlar günü coşkusuyla gerçekleştirdik. Kadınlar evde kek, börek yaptılar. Seçim bürosunda, 8 Mart için kadınlarla birlikte dövizler hazırladık. Bütün gün seçim bürosu kadınların parça parça katılımlarıyla, sohbetlerle gün boyu sürdü. Aday olduğunuz mahalle gezi olayları sırasında katledilen Berkin Elvan’ın ve ailesinin oturduğu mahalle. Berkinin ölüm haberi geldiğinde, bu durum mahalleye nasıl yansıdı? S.Y.Dede: Mahalle şimdiye kadar İstanbul’da Hrant Dink’in anmasından sonra en kitlesel anmaya sahne oldu. Her görüşten insan 14 yaşındaki bir çocuk için öfkeyle, cinayete tepki gösterip, sessiz kalmadı. Bu da insanlık için
umut verici bir durum. Cenaze sonrası Burak Can’ın vurulmasıyla mahallede genel bir panik havası yaratılmak istendi. Yukarı mahalle ve aşağı mahallede her an “basacaklar” türünden laflar yayılarak korku ve provokasyona yol açmak istendi, ancak tutmadı; mahalle halkının duyarlı tutumuyla buna izin verilmedi. Programınızda her türlü cinsiyetçi, etnik, mezhepsel ayrımcılığa karşı olduğunuz yazıyor. Bu fikrin pratikte karşılığı nasıl oldu? Nasıl karşılandı? S.Y.Dede: Bu mahalle, alevilerin, sünnilerin, Kürtlerin, Suriyelilerin yaşadığı bir yer. Farklı partilere oy veren insanlar aynı zamanda. Tabii ki bizim de fikirlerimiz siyasi. Programımızda birçok talebi ifade etmeye çalıştık. Programımız çerçevesinde bize katılan, destek veren herkese hiçbir ayrım yapmadan kapımızı açtık. Pratikte de hiçbir sorun yaşamadan birlikte bir çalışma yürüttük. Muhtar seçilemediniz ama yüksek bir oy aldınız. Bu konuda değerlendirmeniz nedir? S.Y.Dede: Evet seçilemedim. 2820 oy aldım. Üçüncü oldum. Birinci olan muhtar adayı yaklaşık bir yıldan fazladır hazırlık çalışması yürütüyor. Bizse bir aylık bir zamana sığdırmaya çalıştık. Tabii ki başka nedenler de olabilir. Ama biz seçimleri kaybettik diye düşünmüyoruz. Seçimden bir gün sonra 29 kişinin katıldığı bir değerlendirme toplantısı yaptık. Biraz burukluk hissetsek bile, birbirimize nasıl yola çıktığımızı hatırlattık. Kısa süreli de olsa, bu çalışmanın bize birçok şey kazandırdığı konusunda hemfikir olduk. Önemli bir deneyim yaşadık. Başta dostluk ve dayanışmanın önemini gördük. Yıllarca aynı sokakta yaşayan ama birbirlerini tanımayan insanlar tek bir yürek gibi birlikte çalıştılar. Şimdi de çalışmaya devam edeceğiz. Bu mahalle bizim ve sorunlarımız bitmedi. Nasıl bir biçim altında yürüteceğimize bir sonraki toplantıda karar vereceğiz. Mayıs ayında bir piknik yapmayı planlıyoruz. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam etmekte karar kıldık. Canan Mengüloğul