İşçilerin Sesi Mayıs 2014

Page 1

Tayyip dereyi görmeden paçaları sıvamasın

Bacağını topla! Yerimi işgal etme!

Cumhurbaşkanlığına aday olup, seçimleri kaybetmesi halinde, bunun Erdoğan ve AKP açısından ciddi siyasi sonuçları olacaktır Aykut Özer> 3

Toplu taşıma araçları çok kalabalık diyebiliriz, insanlar sıkışıyor. Sakin zamanlarda da pek fark olmuyor. İnsanlar “eğitimsiz, cahil, kaba” diyebiliriz. Bu da doğru değil! Banu Paker> 6

İşçilerin Sesi İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır

ISSN: 2147-1568

Mayıs 2014 / Sayı 26 Fiyatı: 1.5 TL

Grev, direniş ve fiili mücadele: Başkaca bir çıkış yolumuz yok! Grev direniş ve fiili mücadeleden başkaca bir çıkış yolumuz yoktur! Taşeron İşçilerinin Sesi olarak 29 Nisan 2014 tarihli ortak eylem buluşmasında bu anlayışla yerimizi alacağız. Ardından da 1 Mayıs 2014’de Taksim için yollara düşeceğiz. Mücadele sürüyor.

Mecnun Çınar> 8

Greif işçisinin mesajını aldık mı? Mücadele etkisinin azaltarak devam ettiğini de unutmadan, Greif deneyiminin muhasebesini yapıp yeni bir devrimci sınıf siyasetinin inşa edilmesi için çalışmak, işçi sınıfı sosyalistlerinin önünde görev olarak durmaktadır. Seyfi Adalı> 13

Yeni istibdat aygıtı: MİT Başbakan, olağanüstü iç savaş aygıtı olarak yapılandırdığı istihbarat örgütü ile II. Abdülhamit'in uzun süren iktidarının anahtarını almış bulunuyor. İslamcı gazetelerin ona, “3. Abdülhamit Recep Tayyip Erdoğan” demeleri de boşuna değil.

İlkay Öngören> 5

Osmanlı İmparatorluğu’nda 1915 yılında yaşanan Ermeni soykırımı ve sonuçları AKP’nin oy kaybetme korkusu, seçim öncesinde yasaklarla başladı, sandığa baskıyla sona erdi. AKP de karşısındaki muhalefet de yarattıkları gerilime denk gelen siyasal bir kazanım elde edemedi. Ancak seçmenlerini ciddi anlamda gerdiler, taraflaştırdılar. Bunun olumsuz sonuçlarını ileride görebiliriz. Ufuk Demirci>11

AKP, işçilerin Taksim’de toplanmasından korkuyor! Son iki yıldır Taksim Meydanı işçilere kapalı. Yüzde 50’ye yakın oya sahip 12 yıllık iktidar için, bu bir acizlik göstergesidir. Tayyip Erdoğan, Taksim’i yasaklamakla bir yere varılamayacağını geçen yıl Gezi İsyanı vesilesiyle görmüş olmalı. Bu yılki gerekçe ise, işçilerin iradesiyle yapılacak mitingin nerede yapılacağına hükümetin karar ver-

mek istemesidir ki, Yenikapı seçeneği bu nedenle temelsizdir. İşçiler bayramlarını nerede kutlayacaklarına, herkes gibi kendileri karar verebilirler. Üstelik bu engelleme hukuki de değildir. Yasak kararının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına aykırı olduğu biliniyor. Üstelik her işçinin 1977 yılında Taksim Meydanında kaybettiğimiz 34 işçiyi, yine bu alanda anma hakkı vardır.

Neresinden bakarsanız bakın, AKP hükümetinin yasaklama kararının hiçbir maddi gerekçesi yok. Ama siyasi gerekçesi var: Geçen yıl Gezi İsyanının kalbine, Taksim Meydanına girecek yüzbinlerce işçinin bir daha bu meydandan çıkmama ihtimali var! Bunun bir ihtimal olarak varlığı bile, AKP hükümetini rahatsız ediyor, uykularını kaçırıyor.

> Devamı 2. sayfada


2

İşçilerin Sesi

Biz kimiz? Ne istiyoruz? Ne için mücadele ediyoruz? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlar. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunur. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir. İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi Aylık Süreli Siyasi Yayın Tarih: Mayıs 2014 Sayı: 26 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 2/48 Kadıköy İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com

Mayıs 2014/26

AKP, işçilerin Taksim’de toplanmasından korkuyor! AKP işçilerin Taksim Meydanında buluşmasından rahatsızdır. Çünkü ortaya çıkan yolsuzluk ve rüşvet yükü, AKP’nin omuzlarında. Bu suçlardan aklanmamış ve onların yükünü taşıyan bir hükümet, karşısına çıkabilecek bir milyon işçi ve genci görmek istemiyor. Taksim Mitinginin AKP hükümetini bir hayli sıkıntıya sokacağı, çok açık. Meydanın yasaklanmış olması, siyasi bakımdan AKP’ye daha ağır fatura ödemeye yol açacağı akli selim herkes görse bile, Tayyip Erdoğan’ın girmiş olduğu bu yoldan geri dönecek bir esnekliğe sahip olmadığı çok açık. Çünkü o, kendisine yapılan komploların, darbe planlarının varlığına herkesten çok inanıyor ve bunu aklından çıkartamıyor. Çaresiz bir derde düşmüş hasta adam konumunda. İşte bu yüzden yani işçi sınıfına ve halka karşı işlenmiş suçları, siyasi güçsüzlüğü ve acizliği yüzünden, Taksim Meydanı işçilere kapatılmaktadır. Resmi rakamlarla bile çok sayılabilecek miktarda silahlı güç, 39 bin polis ve 50 TOMA ile hazırlık yapan hükümetin, doğacak olaylardan, meydana gelebilecek can ve mal kayıplarından ilk elde sorumlu olacağı apaçık. AKP hükümeti, 1 Mayıs 2014’de bilerek, tasarlayarak, planlayarak suç işlemeye hazırlık yapıyor. İşçilerin demokratik hakkını kullanmasını, toplanma, gösteri yapma, miting düzenleme, acil taleplerini ifade etme hakkını polis şiddeti ve zoruyla elinden alma suçunu işlemeyi planlıyor. Üstelik bu suçun vahşice işlendiğine bütün dünya kamuoyu canlı yayınlarla şahit olacak.

cihleri sebebiyle Taksim bir kez daha özel bir anlam taşıyacaktır. Şehrin en merkezi ve büyük meydanında işçilerin miting düzenlemesinden korkan bir siyasi iktidarın, seçimler yoluyla elde ettiği oy desteğinin hiçbir kıymeti olmayacaktır. Taksim Meydanını işçilere yasaklamak, AKP hükümetinin iktidarda kalmasını kuvvetlendirecek bir etki yaratmayacaktır; aksine onun siyasi gerilemesini ve iktidardan düşüşünü hızlandıracak sonuç doğurabilecektir. Taksim Meydanına en uzak duran sendikalar ise, hükümete siyasi olarak en yakın olanlar. Taksim’e en uzak olan Hak-İş ve Memur Sen Kayseri’de olacak. Türk-İş ve Kamu Sen, işçi sınıfının birlik olmasını istemeyerek hükümete destek vermiş olacak. Taksim’i seçen sendikalar ise, AKP hükümeti karşısında işçi sınıfının çıkarlarını ne kadar savunacaklarını Taksim’e taşıyacakları işçi sayısıyla ölçebiliriz. İşçilerin taleplerini ifade etmek, fabrikalardan Taksim’e işçilerin akmasını sağlamak için gerekli hazırlıklar yapıldı mı, ne kadar yapıldı yoksa Taksim talebinin arkasına mı sığınıldı, “mış” gibi mi yapıldı bunu da 2 Mayıs’ta göreceğiz. İşçilerin, gençlerin, kadınların 1 Mayıs 2014’de kendi talepleriyle Taksim’e doğru yürüyüşü, aynı zamanda tüm Türkiye’de meydanlara geçen yıllardan daha kitlesel olarak çıkılması halinde, AKP’nin seçim başarısı tuz buz olacaktır. İşçi sınıfı ise, 2 Mayıs’ta daha özgüvenli bir sınıf olarak mücadelesini sürdürme gücünü elde etmiş olacaktır. Yaşasın 1 Mayıs!

Hiçbir işçinin ya da sendikanın, siyasi partinin özel olarak bir Taksim takıntısı olmadığı halde, hükümetin aldığı polisiye önlemler ve siyasi ter-


Mayıs 2014/26

İşçilerin Sesi

3

Tayyip dereyi görmeden paçaları sıvamasın Cumhurbaşkanlığına aday olup, seçimleri kaybetmesi halinde, bunun Erdoğan ve AKP açısından ciddi siyasi sonuçları olacaktır Anayasa Mahkemesinin, son aylardaki kararları ciddi siyasi sonuçlar yarattı ve bu kurumun “devletin ortak aklını” temsil ettiği kanaati toplumda yaygınlaştı.

D

aha YSK tarafından yerel seçimlerin resmi sonuçları açıklanmadan, Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin tartışması başladı. Bu konudaki senaryoların “bini bir para”. Ama hepsinin ortak bir yanı var. Bu makamda Başbakan Erdoğan tahayyül ediliyor. Bunun birinci nedeni, Erdoğan’ın bu makamı çok arzuladığının bilinmesi. İkinci nedeni ise, uğradığı yoğun saldırılara karşın, partisini yerel seçimlerden sınırlı bir oy kaybıyla ama rakiplerinin açık ara önünde çıkarması. Bu durum onu yarışta favori hale getiriyor. Bunun ardından başbakan toto oynanıyor. Yani, Erdoğan, cumhurbaşkanı olarak köşke çıktığında, partinin ve hükümetin başına kimin geçeceği tartışılıyor. Bir emanetçi mi, yoksa partiyi sürükleyebilecek birisi mi? Hangi durumda, Erdoğan’ın parti ve yürütme üzerindeki ağırlığının devam edebileceği konuşuluyor. Erdoğan köşke, Gül konuta formülü, gerek AKP içindeki Gül karşıtlarınca gerekse bizatihi Abdullah Gül’ün kendisi tarafından hoş karşı-

lanmıyor. Abdullah Gül, bu koşullarda siyaset yapmayacağını ve Putin-Medvedev formülünü (yani emanetçiliği) demokratik ve etik bulmadığını açıklıyor. Cumhurbaşkanlığı çantada keklik değil Her ne kadar birçok siyasetçi ve siyasi yorumcu R.Tayyip Erdoğan’ı cumhurbaşkanlığı makamına yakıştırsa da ve onu favori görse de, bu makam, Erdoğan için çantada keklik değil. Gerek toplumda zirve yapmış olan kutuplaşma ve bunun yarattığı siyasi gerilim gerekse yerel seçim sonuçları ve de Cumhurbaşkanlığı seçiminin karakteri (iki turlu olması), bu sonucu yaratıyor. Yerel seçimlerde AKP’nin oyları ile CHP ve MHP’nin oylarının toplamının birbirine eşit olduğu ortaya çıktı. Bu durumda, Kürt siyasetinin tutumu belirleyici hale geliyor. Önümüzdeki günlerde, Kürt meselesinde çözümsüzlüğün getirdiği siyasi gerilimin yükseleceği görülüyor. Bu da Kürt siyasetinin hükümet karşıtı tutumunun sertleşmesine yol açacaktır. Toplumdaki siyasi kutuplaşma par-

tilerin tabanını kemikleştirmekte ve bir kutuptan diğerine oy kaymasını büyük ölçüde engellemektedir. Özellikle seçim ikinci tura kaldığında, yani iki aday yarıştığında, adayların kimliği öne çıkacaktır. Bir siyasi kutbun simgesi haline gelmiş olan Erdoğan kendi tabanı için ne kadar çekici ise, karşıtları için de o kadar iticidir. Karşısındaki adayın toparlayıcı ve karizmatik olması, Erdoğan’ın şansını zora sokacaktır. Cumhurbaşkanlığına aday olup, seçimleri kaybetmesi halinde, bunun Erdoğan ve AKP açısından ciddi siyasi sonuçları olacaktır. Birinci olarak, AKP ve Erdoğan 12 yıldır ilk kez yenilmiş olacaktır. Ayrıca, bu yenilgi devlet krizinin hüküm sürdüğü, birçok kurumun iç bölünme yaşadığı koşullarda gerçekleşeceği için, “tökezleyene” vuran çok olacaktır. Dolayısıyla olası bir seçim yenilgisi, AKP ve Erdoğan’ın baş aşağı gidişini tetikleyecek, hızlandıracaktır. Erdoğan’ın bu riskin bilincinde olmadığı söylenemez. Medya mensuplarına, “onları ters köşe yapmaktan” söz etmesi, adaylık konusunda

kesin kararını vermediğini göstermektedir. Haşim Kılıç bayrak mı gösteriyor? Anayasa Mahkemesinin, son aylardaki kararları ciddi siyasi sonuçlar yarattı ve bu kurumun “devletin ortak aklını” temsil ettiği kanaati toplumda yaygınlaştı. Tutuklu milletvekillerinin serbest bırakılması, yine siyasi davalardan yıllardır tutuklu olarak yargılanan tanınmış şahsiyetlerin özgürlüğüne kavuşması, hep Anayasa Mahkemesinin kararları sayesinde oldu. Yine toplumda ciddi tepki çeken Twitter yasağının ve anayasaya aykırılığı genel kabul gören HSYK yasasının iptali, toplumun büyük çoğunluğunun beklentilerine uygun düşüyordu. Son olarak, Anayasa Mahkemesinin kuruluş yıldönümünde, kısa bir süre sonra emekliye ayrılacak olan Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın, yasama ve yürütmeyi “haşlayan” konuşması, devlet krizinin bir göstergesi olduğu gibi, bu krizde Anayasa Mahkemesinin özel bir rol üstlendiğini ortaya koymuştur. Bu arada, Anayasa Mahkemesinin, gerektiğinde Yüce Divan sıfatıyla, Başbakan ve bakanları yargılayacak makam olması, onun siyasi önemini daha da arttırmaktadır. Bugün kendisine ateş püskürenler, AKP ve Erdoğan’ın bugünlere gelmesini, Haşim Kılıç’a borçlu olduğunu unutmamalıdırlar. Bundan altı sene önce, AKP hakkında açılan kapatma davasında tek bir oyla, yani Haşim Kılıç’ın oyuyla, partinin kapatılmaktan ve başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, partinin önde gelen kadrolarının siyasi yasaklı olmaktan kurtulduklarını akıllarından çıkarmamalıdırlar. Bunu bir vefa borcu olarak değil ama bugünkü çıkışının siyasi önemini kavramak açısından yapmalıdırlar. Bu yanıyla, AKP tabanına da hitap edebilecek bir isim olması, tek başına Haşim Kılıç’ı cumhurbaşkanlığı yarışında öne çıkarmıyor ama onun siyasi kişiliğinde, toplumda genel kabul görebilecek adayın profili ortaya çıkıyor. Aykut Özer


4

İşçilerin Sesi

Mayıs 2014/26

“Hendek siyaseti” Kürtleri bölüyor Türkiye’nin devlet olarak hedefleri ile KDP’nin örgüt olarak hedefi çakışmaktadır. Her iki gücün de ortak hedefi, KCK-PKK’nin güçlenmesinin önüne geçmektir. Politikasının merkezine kendi dar aşiretsel ve siyasi çıkarlarını koyan KDP, uğursuz bir rol oynayarak, Kürtleri bölmekle kalmıyor; maceracı yaklaşımıyla, bölgedeki çatışma ortamını körüklüyor.

K

ürtlerin yaşadıkları topraklar, 1.Dünya Savaşından sonra, emperyalistler tarafından bölünerek, Türkiye, Irak ve Suriye arasında paylaştırıldı. Birbirleriyle akraba olan Kürtlerin arasına ulusal devlet sınırları girdi. Egemen devletler, bu dönemde Kürtlerin her türlü hak taleplerini şiddet yoluyla bastırdılar ve bu bölünmüşlüğün devam etmesine özel bir özen gösterdiler. Böylece Kürtlerin ortak mücadelesinin önüne geçmeyi hedeflediler. Ama Kürt uyanışı ve mücadelesi, farklı devlet sınırları içinde yaşayan Kürtler arasında bir duygu birliği yaratarak, bu sınırları geçersiz hale getirdi. Kürtlerin bu üç ülkede de önemli kazanımlar ettiği ve 21. yüzyılın “Kürtlerin yüzyılı” olmasının öngörüldüğü koşullarda, bu kez de çeşitli parçalardaki Kürt partileri arasındaki rekabet, bölünmüşlüğün sürmesine yol açıyor. Dün emperyalistlerin ve egemen devletlerin yaptığını, bugün KDP, “hendek siyaseti” ile gerçekleştiriyor. Irak Kürdistan’ı (Güney) ile Suriye Kürdistan’ı (Rojava) arasında yirmi kilometre boyunca, üç metre genişliğinde ve iki metre derinliğinde hendek kazıyor. Böylece iki bölge arasındaki geçişleri engellemeye çalışıyor. Bunu “teröristlerin geçişini engelleme” ge-

rekçesine dayandırsa da, bu gerçeği yansıtmıyor. Hendek kazılan bölgeyi, esas olarak, “kaçakçıların” kullandığı söyleniyor. “Kaçakçılar” ise, iç savaş nedeniyle üretim ve dağıtımın sekteye uğradığı Suriye’de, Rojava ekonomisinin önemli bir aktörü konumunda. Böylece KDP’nin esas niyetinin, hendekler vasıtasıyla Rojava’ya ekonomik abluka uygulamak ve bunun yol açacağı ekonomik sorunlar sonucunda, halk tepkisinin Rojava’da egemen olan PYD’ye yönelmesini sağlamak olduğu görülüyor. KDP, kendi siyasi çıkarları uğruna, Kürtlerin birliğine darbe vurduğu gibi, Rojava Kürtlerinin kazanımlarını kaybetmesini de umursamıyor.

Türkiye, İŞİD ve KDP aynı cephede Daha önce sınırın çeşitli yerlerine onlarca kilometre tel örgü çeken ve duvar ören siyasi iktidar, şimdi de, KDP’nin yaptığının benzerini, KilisAfrin arasında yapıyor; Kürtler ile arasındaki sınıra hendek kazıyor. El Kaideci İŞİD ise, Kürtlerin yaşadığı ve egemen olduğu Kobane kentine saldırarak, burayı ele geçirmeye çalışıyor. Türkiye, KDP ve İŞİD, farklı amaçlarla hareket etmelerine ve farklı hedefleri olmasına karşın, objektif olarak, Rojava Kürtlerine karşı ortak bir cephede buluşuyor. Türkiye’nin amacı, Rojava’da Kürt kurumlaşmasını ve orada yeni bir özerk Kürt yönetiminin ortaya çıkmasını engellemek. Suriye Kürtlerinin, ideolojik olarak KCK-PKK çizgisinde olan PYD’nin öncülüğünde özerk bir yönetime sahip olması, PKK’nin, çözüm sürecinde, Türkiye devleti karşısında elinin güçlenmesini sağlayacak. Böylece, siyasi iktidar Kürtler karşısında siyaseten sıkışacaktır. O nedenle, Rojavayı kuşatarak, Kürtleri ve PYDPKK çizgisini zayıflatmak istemektedir. Halep ve Azaz’dan rakip örgütler ve rejim güçleri tarafından kovulan El Kaideci İŞİD örgütü ise, Türkiye sınırında, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde tutunup bir İslam devleti kurmak istemektedir. O nedenle Kürtlere saldırmaktadır. Bu siyasi strateji onu Türkiye devletine yakınlaştırmakta, oradan alınacak lojistik destek ve kimi ortak operasyonların önünü açmaktadır. Ancak İŞİD’in, Suruç’un tam karşısında bulunan, Kobane’ye yaptığı saldırı, Kürt silahlı güçleri (YPG) tarafından püskürtülmüş; El Kaideciler amaçlarına ulaşamamıştır. KDP Kürtlerin liderliğine soyunuyor Kendi örgütsel ve aşiret çıkarlarını siyasetinin merkezine koyan KDP, hem diğer Kürt örgütlerinin hem de bölge güçlerinin tepkisini çekmekte

ve giderek yalnızlaşmaktadır. Bu anlamda, AKP iktidarı tarafından yönetilen, Türkiye’nin yolundan gitmektedir. Bölgede yalnızlaşmış olan bu iki güç, birbirlerine dayanmakta; bir yandan birlikte büyük çaplı ekonomik projeler gerçekleştirirken diğer yandan strateji ve taktiklerini ortaklaştırmaktadır. Türkiye’nin devlet olarak hedefleri ile KDP’nin örgüt olarak hedefi çakışmaktadır. Her iki gücün de ortak hedefi, KCK-PKK’nin güçlenmesinin önüne geçmektir. Türkiye devleti, Kürt mücadelesini denetim altına almak, KDP ise tüm parçalardaki Kürtlerin tartışılmaz lideri olabilmek için bunu istemektedir. O nedenle KDP, siyasi iktidarın da desteğiyle, Türkiye’de örgütlenmiş ve ülke tarihinde ilk kez adının içinde “Kürdistan” ibaresi geçen bir yasal parti (TKDP) kurulmuş ve bu isim yargıdan da onay almıştır. Bu partinin güçlenebilmesi için, BDP’nin içine el atılmakta ve BDP bölünmek istenmektedir. Yine KDP, Hewler’de yapılan bir toplantıyla, Suriye Kürdistan’ından dört örgütün S-KDP adı altında birleşmesini sağlamıştır. Ancak, büyük çoğunluğu ülke dışında yaşayan bu partinin delegeleri, Rojava’ya dönmeye kalkıştıklarında, YPG güçleri tarafından alıkonulmuş ve Güney Kürdistan’a geri gönderilmiştir. Güney Kürdistan’da yapılan seçimlerin üzerinden yedi ay geçmesine karşın henüz yeni hükümet kurulamamıştır. Bu durum, seçimlerde %37 oy alan ve Mecliste tek başına çoğunluk sağlayamayan KDP’nin, iktidarı fiilen gasp etmesiyle ilişkilidir. Bu tutumu yüzünden, KDP, diğer Kürt partilerince tecrit edilmiştir. Politikasının merkezine kendi dar aşiretsel ve siyasi çıkarlarını koyan KDP, uğursuz bir rol oynayarak, Kürtleri bölmekle kalmıyor; maceracı yaklaşımıyla, bölgedeki çatışma ortamını körüklüyor. Aykut Özer


Mayıs 2014/26

İşçilerin Sesi

5

Yeni istibdat aygıtı: MİT Başbakan, olağanüstü iç savaş aygıtı olarak yapılandırdığı istihbarat örgütü ile II. Abdülhamit'in uzun süren iktidarının anahtarını almış bulunuyor. İslamcı gazetelerin ona, “3. Abdülhamit Recep Tayyip Erdoğan” demeleri de boşuna değil.

M

İT yasasında değişiklik yapan düzenleme, önce Meclis’ten daha sonra da, jet hızıyla, Cumhurbaşkanı'nın onayından geçerek yasalaştı. Artık ülkede yeni bir istibdat dönemi başlamış oldu. Başbakanın, devlet kurumlarına olan güveni tamamen sarsıldığından, tam olarak güveneceği ve sadece kendisine bağlı bir yapıya ihtiyaç duydu. MİT yasasındaki köklü değişikliğin altında yatan neden budur. Başbakan, iktidarda olduğu dönem boyunca, ilk defa kendini bu kadar saldırıya açık hissediyor. Zira bu defa sandıkta kolayca yenilgiye uğrattığı muhalefet partilerinin sığ politikalarından çok, devlet aygıtının topyekün saldırısı altında. Yaptığı yolsuzluklar, kendi yarattığı yeni burjuvaziden topladığı haraçlar ancak bu şekilde ortaya çıkarıldı. Telefonları dinlendi, yediği rüşvetler ortaya döküldü. Peki, yeniden yapılanan MİT, bu geniş yetkileriyle neler yapacak? Öncelikle, Başbakan'ın kendisi ve yakın çevresinin kirli çamaşırlarının ortaya çıkmasının önlenmesi gerekiyor.

Beri yandan devlet içindeki cadı avının, “paralelcilerin” tasfiyesinin tamamlanmasının sağlanması gerekiyor. Ayrıca, Başbakan'ın siyasi faaliyetleri MİT üzerinden yapılacağından, Başbakan sorumluluktan kurtarılacaktır. Böylece MİT, Başbakan için hem siyasi hem de hukuki olarak kalkan işlevini görecektir. II. Abdülhamit'in İstibdadı & Tayyip'in MİT'i Yeni yasal düzenleme ile olağan üstü yetkilere sahip olan MİT'in tarihi yansıması Mussolini İtalyasının Kara Gömleklileri ya da Hitler Almanyasının SS Subayları olabilirdi. Ancak bu coğrafyadaki aslı, II. Abdülhamit'in istibdat dönemindeki meşhur Yıldız İstihbarat Örgütüdür. Abdülhamit'in iktidarda kaldığı 33 yılın 28 yılı boyunca gücünü kullandığı bu yapı, ancak 2. Meşrutiyetin ilanı ile son bulmuştu. Abdülhamit'in istihbaratı, daha önceki benzerlerinden farklı olarak, bir komisyon ya da Meclise değil, doğrudan Padişaha bağlıydı. Aynı şekilde MİT yasasında yapılan değişiklik ile eski

halinde Cumhurbaşkanı, Milli Güvenlik Kurulu ya da Genel Kurmay Başkanını da muhatap alan örgüt, bu yeni halinde sadece Başbakan'a tabi olacak. Her ne kadar parlamentoda Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu kurulması yasalaştıysa da, bu komisyonun denetleme yetkisi olmadığı açık. MİT'e tanınan olağanüstü yetkilerden bazıları ise şunlar: MİT faaliyeti olarak nitelenen uygulamalar yargı denetiminden bağımsız hale getirildi. MİT’in talep etmesi halinde her türlü kamu ve ya özel kuruluşlardaki tüm bilgi ve belgelere – bankalar dâhil - ulaşmasına izin verildi. MİT her türlü dinleme ve izleme hakkı kazandı. MİT’in görev alanı da genişletildi; yurtdışında operasyon yetkisi tanındı. MİT'e “terör örgütleri” ile görüşme, anlaşma yapma ve hatta hükümlü, tutsak alışverişi yapma yetkisi tanındı. Yıldız istihbaratının bile MİT'e tanınan bu yetkilerin tamamına sahip olmadığı ortada. Yıldız İstihbaratının, Abdülhamit'in koltuğunu sağlama almak üzere, ülke içindeki muhaliflere karşı

istihbarat toplama görevi bulunmaktaydı. Yurt dışı görevleri ise yine muhalif İttihat ve Terakki üyelerine yönelikti. Yani asıl hedefi, düşman yabancı ülkeler değil, “iç düşmanlar” idi. MİT düzenlemesi de aynı yönde. Eski görevi sadece yabancı ülkelere karşı istihbarat toplamak olan yapı, yeni düzenleme ile “dış güvenlik, terörle mücadele ve milli güvenlik” kavramları ile tanımlanan geniş bir yetki alanına sahip oldu. Eski halde iç güvenlik görevi polis ve jandarmaya ait iken, yeni düzenleme ile MİT bu konularda da etkin operasyon yapma yetkisi ile donatıldı. Özetle, Başbakan, olağanüstü iç savaş aygıtı olarak yapılandırdığı istihbarat örgütü ile II. Abdülhamit'in uzun süren iktidarının anahtarını almış bulunuyor. İslamcı gazetelerin ona, “3. Abdülhamit Recep Tayyip Erdoğan” demeleri de boşuna değil. İlkay Öngören

Yatağan işçilerinin direniş nöbeti sürüyor Başkanlığı önünde direnişe başladı. Yatağan işçilerinin gelişi, AKP Hükümeti’nin yakın tarihli bir travmayı hatırlamasına yol açtı. Bu geliş, 2010 yılında TEKEL işçilerinin Ankara’ya gelip, 78 gün boyunca Kızılay’ı işgal ederek ülke gündemine oturan büyük direnişini hatırlattı. Bu nedenle Yatağan işçilerini engellemek üzere derhal saldırı uğla’daki Yatağan, Yeniköy başlatıldı. İşçiler, kendilerine engel olve Kemerköy termik santral- mak üzere kurulan bariyerleri aşınca lerinin özelleştirme sürecine karşı, bu polis saldırısı gerçekleşti. İşçilere karşı tesislerde çalışan enerji ve maden işçi- biber gazı ve plastik mermi kullanıldı, leri, 8 aydır eylemde ve direnişteler. TOMA’lardan tazyikli su sıkıldı. İlk Aylardır Yatağan’da devam eden ey- kez atlı polis de kullanıldı. lemler, 10 Nisan’da Ankara’ya taşındı. Yatağan işçilerini temsilen kalabalık “Direne direne kazanacağız”, “Basbir grup işçi, Yeniköy ve Kemerköy kılar bizi yıldıramaz” “Kahrolsun AKP termik santrallerinin ihalesi için son iktidarı”, “Türk-İş göreve, genel greve” teklif verme tarihi olan 10 Nisan’da sloganları atan işçiler, polis saldırısı Ankara’ya geldi ve Özelleştirme İdaresi sonrasında Türk-İş Genel Merkezi’ne

M

gittiler. Ancak Türk-İş yetkilileri işçileri içeri almak istemedi. İşçiler, “Burası bizim evimiz. Bizi nasıl içeri almazsınız” diyerek kapılara yüklendi. Yaşanan arbede sonrasında kapılar açıldı. İçeri giren işçiler, kendilerine sahip çıkmayan Türk-İş Genel Başkanı Ergün Atalay’la görüşmek istediklerini söylediler. Bu olay, Türk-İş Genel Merkezi’nin de TEKEL travması yaşadığını ortaya koydu. Nitekim Sakarya Caddesi’nde, tıpkı TEKEL işçilerinin yaptığı gibi, Yatağan işçileri de “İşçiyi satanı biz de satarız” sloganı attılar. Türk-İş Genel Merkezi ziyaretinin ardından Yatağan işçileri Kurtuluş Parkı’nda direniş nöbetine başladılar. Türkiye Maden İş Sendikası Yatağan ve Havalisi Şube Başkanı Süleyman Girgin, Tes-İş ve Türkiye Maden-İş Sendikaları’na üye işçilerin, 30 Nisan tarihine

kadar 09.00-17.00 saatleri arasında parkta nöbetleşe bekleyeceklerini açıkladı. 30 Nisan’da Yatağan Termik Santrali’nin özelleştirme ihalesi yapılacak. 10 Nisan’dan bu yana direniş nöbetinde olan işçileri, DİSK, KESK gibi sendikalardan ve çeşitli siyasi kurumlardan çok sayıda kişi ziyaret ediyor. Ziyaretçilerin desteğinden güç aldıklarını söyleyen işçiler, Yatağan’da da eylemlerin sürdüğünü belirtiyorlar. Tesislerin özelleştirilmesi halinde, taşeron çalışmanın ve güvencesizliğin dayatılacağını söyleyen işçiler, “Çocuklarımızın da gelecekte burada çalışacağını düşünürsek, biz geleceğimizi sattırmayız ve sattırmayacağız" diyerek mücadelede kararlı olduklarını vurguluyorlar. İşçilerin Sesi-Haber


6

İşçilerin Sesi

Mayıs 2014/26

Bacağını topla! Yerimi işgal etme! Toplu taşıma araçları çok kalabalık diyebiliriz, insanlar sıkışıyor. Sakin zamanlarda da pek fark olmuyor. İnsanlar “eğitimsiz, cahil, kaba” diyebiliriz. Bu da doğru değil!

B

aşlık yabancı gelmedi di mi? Özellikle kadınlara… Otobüste, minibüste, vapurda, trende ve her türden toplu taşıma araçlarında ne yaşadığımız biz biliyoruz. Ezilip, büzülerek, çantamızla kendimize yer açmaya çalışarak, bazen biraz sağı solu ittirerek yer bulmaya çalışıyoruz. Bazen de sabrımız taşıyor, sesimizi yükseltiyoruz. Ama nafile ertesi gün yine aynı mücadele. Alanı kaplayan erkeklerin rahatça otur-

dukları yeri, ayaktaysa kapladıkları alanı hoyratça kullanmalarından bıktık demek az gelir. Toplu taşıma araçları çok kalabalık diyebiliriz, insanlar sıkışıyor. Sakin zamanlarda da pek fark olmuyor. İnsanlar “eğitimsiz, cahil, kaba” diyebiliriz. Bu da doğru değil. Aslında burada yaşanan kadınların uğradığı bir taciz ve arkasında kocaman bir erkek egemen sistem yatıyor. Hangi

sosyal konuma sahip olurlarla olsun, erkekler bedenlerini sakınmadan, kadınları yok saymayı hakları görüyor. Sadece derli toplu oturmak zorunda değilsiniz bir de erkeklerin gözünden, elinden kendinizi korumanız gerek. Her an kendinizi savunmaya hazır bir halde yolculuk yapmanız gerekiyor. İstanbul Feminist Kolektif bütün kadınların yaşadığı ortak soruna dikkat çekmek ve erkekleri uyarmak üzere bir kampanya başlattı: “Bacaklarını topla, yerimi işgal etme!” Hazırladığı çıkartmalarla, bacağını V şeklinde açan ve birden fazla kişinin sığabileceği bir yeri işgal eden erkek fotoğraflarına yer verdi. Çıkartmanın üzerinde ise “Bacağını topla, beni taciz etme” yazıyor. Yeni Şafak gazetesi Kampanya’nın sözüyle ilgisi olmayan muhafazakar bir bakış açısıyla, kadınlar için “pembe otobüs” önerisini ileri sürdü. “Bacağını topla” kampanyasında da yine feminist sözün içi boşaltılarak daha önce de gündeme getirilen “pembe otobüs” önerisine zemin yaratılmaya çalışıldı. 2012 yılında Saadet Partisi, kadınlar için pembe metrobüs uygulaması için bir imza kampanyası düzenlemişti. Bu

ve benzeri önerilerin arkasında yatan, kadınlarla erkekleri kamusal alanda ayrıştırmak ve cinsiyet eşitsizliğini devam ettirmektir. Kadınlar ayrı erkekler ayrı otobüslerde yolculuk edince bu duruma nasıl bir çözüm gelecek? Pembe otobüse binmeyi tercih etmeyen bir kadın neye maruz kalırsa kalsın, kabahat kadının mı olacak? Ya caddeler, sokaklar? Onları da mı pembeye boyayacaklar? Ev içinde, işyerinde, okulda, sokaktaki tacizi nasıl çözmeyi düşünüyorlar? İstanbul Feminist Kolektif’in yürüttüğü kampanyanın amacı, erkeklerin tıpkı, sokaklar, parklar gibi herkesin kullanımına açık olan toplu taşıma araçlarını da kendi alanı olarak görmesine tepki vermek. Bunun aslında kadına yönelik bir taciz olduğunun altını çizmek. Kadınlar evlere hapsolmak istemiyor. Sokakta, caddede, kamu araçlarında ayrımcılığa uğramadan yaşamak istiyor. Göstermelik çözümlerle kadınları tecrit etmek değildir yapılması gereken; önce erkeklerin kendini düzeltmesi gerekiyor. Banu Paker

Erkek devlet işbaşında!

21 Nisan‘da, Bergama Adliyesi’nde, Dikilideki tecavüz davasının üçüncü duruşması vardı. İzmir’deki demokratik kitle örgütlerinden kadınlar, daha önce belirttikleri gibi, duruşma saatinde ora-

daydılar. Duruşma kısa sürdü, çünkü hâkim tanıkları yeniden dinleme ve delilleri yeniden gözden geçirme kararı aldı! Davayı 18 Haziran’a erteledi. İki duruşma olmamış gibi, tüm süreci başa aldı! Savcının, sanığın tutuklu yargılanması talebi kulak ardı edildi. Erteleme kararının ardında, duruşmayı okulların tatil dönemine atarak, mağdur aileyi yalnızlaştırmak ve muhtemelen tekrar erteleyip, adli tatil dönemini de atlatıp, hâlihazırda oluşan güçlü kamuoyunu soğutmak ve olayı unutturmak gibi bir amaç var. Ayrıca Eğitim-Sen’in ve İzmir Barosundan avukatların davaya müdahil olma talebi de reddedildi. Dahası tecavüz sanığı öğretmen, daha önce de tacizden açığa alınmıştı ve

hâlâ Konya’da görevine devam ediyor. Bu davanın sonucuna göre kendini kamuoyu önünde aklanmış sayacak. Bu davayla ilgili olarak, HDP İstanbul milletvekili Sebahat Tuncel, tecavüzcü öğretmenin durumuna ilişkin TBMM 'ne soru önergesi verdi. Ancak, Adalet Bakanlığından da, Milli Eğitim Bakanlığından da ses çıkmadı. Keza 'Tecavüz bebeklerini doğurun; devlet bakar' derken sesleri gür çıkanlar, tecavüzcüler söz konusu olduğunda, her zamanki gibi lal oldular! Duruşmanın seyrinin bu şekilde ilerlemesi nedense bizleri hiç şaşırtmadı. Türkiye’de daha önce görülen tecavüz davalarının süreçleri ve sonuçları hiç de iç açıcı değil. Tecavüz sanıkları, Bingöl’deki, Mar-

din’deki, İstanbul’daki, Muğla’daki ve daha birçok şehrimizdeki tecavüz davalarında ya beraat ettiler ya da “yarım kaldı”, “rızası vardı”, “eski sevgilisiydi”, “faceden yazışmışlar”, “ruh sağlığı bozulmadı” gerekçesiyle iyi hal indirimi aldılar. İzmir’deki kadınlar, “ellerinden oyuncakları, kalemleri, düşleri çalınan çocuklarımızı tecavüzcülerden, katillerden koruyun; koru(ya)madıklarınız için adaletin yerini bulmasını sağlayın” diyorlar ve 18 Haziran’daki duruşmada, çocuklarımızın düşlerini çalanlardan hesap sormak için, tekrar Bergama Adliyesinde olacaklar. İşçilerin Sesi Haber


Mayıs 2014/26

İşçilerin Sesi

7

Ukrayna Dağılıyor Ukrayna’da emperyalizmden ve burjuva fraksiyonlardan bağımsız bir hat ve hareket geliştirilemediği için, olan işçi sınıfı ve ezilenlere oluyor. Savaşın tüm acısını ve ağırlığını onlar yaşıyor.

E

mperyalistler arası güç ve hegemonya mücadelesinin yeni alanı olarak öne çıkan Ukrayna, AB-ABD ile Rusya arasında yaşanan rekabetin basıncı altında eziliyor. Egemen sınıfın kendi içinde bölünmüşlüğü ve her bir bölüntünün, bir emperyalist merkeze sırtını dayayarak hükümet veya muhalefet etmeye çalıştığı, emperyalistlerden bağımsız bir alternatifin geliştirilemediği koşullarda ülke hızla parçalanıyor. Hedefi, Ukrayna’yı AB’ye ve NATO’ya katmak ve Rusya’yı kuşatmak olan batı emperyalizmi tarafından desteklenen monarkların ve faşistlerin, AB ile ortaklık anlaşmasını imzalamayan Yanukoviç’i devirerek iktidarı zorla ele geçirmesi ve ilk iş olarak da azınlık haklarını yasaklaması ülkenin ve bölgenin tektonik fay hatlarını harekete geçiriyor. Kiev’deki yönetimin meşruiyetini tanımayan ve kendi güvenlikleri için tehdit oluşturduğunu düşünen Rus azınlık ayağa kalkıyor. Çarlık ve Stalin döneminde demografik yapısı ile oynanan, Tatarlar sürüldüğü için nüfusun çoğunluğunu Rusların oluşturduğu Kırım Özerk Cumhuriyeti, Rusya’nın da desteği ile Ukrayna’dan ayrılma ve Rusya’ya katılma kararı alıyor. Bir başka ifade ile Rusya tarafından ilhak ediliyor. SSCB dağıldıktan sonra, eski Varşova Paktı üyesi ülkeleri NATO’ya ve AB’ye katan batı emperyalizmi, Ukrayna’ya dönük siyasi hamleleriyle, Rusya’nın güvenliğini tehdit eder hale geldi. AB ve ABD, Rusya’nın

geri çekilerek, Kırım’ı ve Sivastopol limanını terk etmesini ve yeminli Rus düşmanı faşistlerin yönetimde olduğu, NATO üyesi bir Ukrayna’yı kabullenmesini istiyor ve bekliyordu. Ukrayna, jeostratejik açıdan, Asya ile Avrupa arasında bir köprü gibi. Batı, Ukraynasız bir Rusya’nın Asya’ya sıkışıp kalacağını biliyor. Rusya’nın Avrupa’ya, Avrupa’nın Rusya ve Kafkasların enerji kaynaklarına ulaşmasının yolu Ukrayna’dan geçiyor. Bu yüzden, Ukrayna’nın, Rusya’nın nüfuz alanından çıkarılması için, ‘renkli devimler’ den aşırı sağcı faşist darbeye kadar her yola başvuruldu. Kırım’ın ilhakı karşısında, Kiev’in yeni sahipleri hiçbir di-

Rusya’ya bağımlı olan Avrupa devletlerinin ve Rusya ile iş yapan, ortak yatırımları olan şirketlerin, ekonomik savaşa pek de istekli olmadıkları biliniyor. Hatta Avrupa ile Rusya arasında bir ticaret savaşının daha çok ABD’nin işine yarayacağı, Avrupa ve Rusya ekonomilerini zayıf düşüreceği ve bir ekonomik krizi tetikleyebileceğinden söz ediliyor. Kırım’dan sonra sıra Doğu Ukrayna’da mı? Batı, Rusya’ya yaptırımları tartışırken, Ukrayna’nın doğusundan silah sesleri geliyor. Kırım’ın Rusya’ya katılması-ilhakı, bölgede domino etkisi yarattı. Nüfusunun önemli bir kesimini Rusların oluşturduğu, Ukray-

reniş gösteremez, ordusu savaşmayı reddedip çözülürken, Batı, Rusya’ya ‘bedel ödettirmekten bahsediyor. Ekonomik ambargo ve mali yaptırımlarla, Rusya’ya geri adım attırmayı hesaplıyor. Ancak, enerji bakımından

na’nın doğusundaki kentlerden çatışma ve ayrılık haberleri gelmeye başladı. Donetsk bölgesel yönetiminin bağımsızlık ilan ettiği ve 11 Mayıs’ta Rusya’ya katılmak için referanduma gideceği haberi duyu-

ruldu. Donetsk, Luhansk ve Harkiv kentlerinde kamu binalarına Rus bayrağı çeken göstericilerle polis arasında çatışmalar yaşandı. Kiev yönetimi ‘terör operasyonu’ diyerek orduyu Donetsk’e bağlı Slavyansk kentine sürdü. Ancak, askerlerin savaşmak istemediği, Ukrayna ordusundan kayda değer kopuşların olduğundan söz ediliyor. Ukrayna’da yaşanan gelişmeler, batı komşusu Moldova’ya da sıçradı. Moldova’nın Transdinyester bölgesinde, Rusların oranı % 60’ı aşıyor. Moldova’nın 2010’da AB ile ortaklık anlaşması imzalaması, Rusya’yı rahatsız ediyordu. Ukrayna’daki gelişmelerden sonra, Transdinyester Parlamentosu da bağımsızlığını ilan etti. Tanınmak için Rusya ve BM’ye başvurdu. Onlar da, referandumla Rusya’ya katılmayı planlıyor. Moldova’nın AB ile ortaklık konusunda geri adım atmaması, Rusya’nın Transdinyester kartını oynamasını getirdi. Kırım’ı ilhak ederek, AB ve NATO’nun önünü kesen ve batının hamlesini boşa çıkaran Rusya’nın ikinci adımının, Rus nüfusun yoğun olduğu doğu bölgesinde federal yönetimler oluşturarak Ukrayna’yı federal bir devlete dönüştürmek olduğu iddia ediliyor. Bu yolla, batı ile arasında bir tampon ve tarafsız bölge şekillendirmek mi istediği, yoksa Doğu Ukrayna’yı da mı ele geçirerek, ilhak etmeyi mi hedeflediği tartışma konusu. Gelişmeler, Ukrayna’nın kendi kaderini tayin etme yeteneğinin olmadığını, çekirdeğini faşistlerin oluşturduğu, AB-ABD güdümlü işbirlikçi bir ordu ve devletin inşa edilmekte olduğunu gösteriyor. Ukrayna, AB-ABD ile Rusya arasında süren emperyalist rekabetin basıncı altında parçalanıyor ve büyük güçler tarafından paylaşılıyor. Rusya’ya karşı, ABD desteği ile sürdürülen savaşın ulusal bir yanı yoktur. Bir emperyalist güce dayanarak bir başka emperyalist güce karşı, gerici sınıfların ve örgütlerin önderliğinde, sürdürülen savaşlar, ulusal ve demokratik, dolayısıyla haklı savaşlar değil; gerici, emperyalist savaşlardır. Ukrayna’da emperyalizmden ve burjuva fraksiyonlardan bağımsız bir hat ve hareket geliştirilemediği için, olan işçi sınıfı ve ezilenlere oluyor. Savaşın tüm acısını ve ağırlığını onlar yaşıyor. Mustafa Eker


8

İşçilerin Sesi

Mayıs 2014/26

Grev, direniş ve fiili mücadele: Başkaca bir çıkış yolumuz yok!

9

Nisan 2014 Çarşamba - 16 Nisan 2014 Çarşamba tarihleri arasında tam 8 gün boyunca Çapa taşeron işçileri olarak grev ve yürüyüşlerle iç içe bir fiili mücadele süreci yaşadık. Hani “ağlamayan çocuğa meme verilmez” diye bir deyim vardır ya. Bazı işçi arkadaşlarımız yola çıkarken en temiz ve mazlum halleriyle bunları söylüyorlardı. Süreç içinde kendilerini bununla tanımlamaktan vazgeçtiler. Bir arkadaşımız aldı megafonu eline ve işveren temsilcisi konumundaki hastane yöneticilerimizin yüzüne karşı haykırıverdi; “Yevmiye kesme, uyarı tutanakları ve işten atma tehditlerinizin korku duvarlarını çoktan aştık. Taşeron köleliği kuşatmasının ölü topraklarını üzerimizden silkeledik. Taşeron işçileri olarak ağlamadan, feryat etmeden ve yalvarmadan karşınıza çıktık. İsyan sesimizi ve haklı taleplerimizi haykırıyoruz. Sadaka değil, hakkımız olanı istiyoruz. Maaşlarımızdan kesip çaldığınız, bizim olan paralarımızı istiyoruz. Anamızın ak sütü kadar helal olanı, alın terimizden çalıp çırptıklarınız istiyoruz. Alacağız! Biz Haklıyız Biz Kazanacağız!” Yöneticilere Asla Güvenilmez 8. günün sonunda 16.4.2014 Çarşamba günü işçi temsilcisi arkadaşlarımız hastane yönetimi adına İnsan

Kaynakları’ndan sorumlu Prof. Dr. Mustafa Erelel’le görüştüler. Direnişimizin ve grevimizin -sınırlıda olsa- kazanımlarını görme imkânı bulduk: “Taşeron temizlik şirketiyle yapılan ihale anlaşması iptal edilip yeni bir ihale sözleşmesi yapılacak. Kesintilerin olmadığı maaş bordroları üzerinden ücretler ödenecek. Bunun için gerekli yasal dayanakları arıyoruz ve çaba sarf ediyoruz”, denildi. Gelinen bu durumu -vaatle sınırlı kalmaması şartıyla- kazanım olarak değerlendirdik. Kazanımın sırrı ise hiç şüphesiz ki direniş ve grevimizdi. Yine de, başta temizlik sağlık işçisi arkadaşlarımız olmak üzere, işçi arkadaşlarımız arasında haklı bir temkinlilik vardı. “Yöneticilere güven olmaz, paralarımız elimize geçene kadar emin olamayız” dediler. Geçmişte bunun örneklerini çok yaşamıştık ve şu anda da her an geri çark etmelerinin belirgin emareleri var. “Amaçları direnişimizin ivmesini düşürerek kırmak olabilir” değerlendirmesinde bulunduk ki yine haklıydık. Ayrıca 22 aydır kesilen paralarımızın toplu ödenmesine dair somut hiçbir şey söylemiyorlardı. Ve hizmet alımı kapsamındaki diğer taşeron sağlık işçisi arkadaşlarımız için henüz herhangi bir beyanları yoktu. Mücadeleye ve direnişimize devam etmeliydik.

Muhtaç olduğumuz güç işçilerin birliğindeki kudrette mevcuttur

çarpı 4 arabalar - lüks cipler istemiyoruz ki. Sadak hiç istemiyoruz. Hakkımız olanı istiyoruz. Maaşlarımızdan çalıp-çırpıp kestiklerini hemen şimdi geri istiyoruz. Güvenceli iş istiyoruz. İnsanca yaşayacak ücret istiyoruz. Örgütlenme hakkı istiyoruz. Toplu sözleşme hakkı istiyoruz. Taşeron köleliğine hayır diyoruz. Güvenli bir gelecek istiyoruz. Bütün bunları bize lüks gören ve vermemek için ayak direyenlere de ister üniversite hocamız olsun ister amir

4

Mücadele Her Yerde Sınıf mücadelesi tek bir kanaldan ve sadece işverene karşı verilmiyor ki. Kendi içinde de mücadele etmek ve uyanık olmak zorundasın. 8 günlük aktif mücadele sürecinde ısrarla yaptığımız vurgu “bütün kararları direnişçi işçilerin genel kitlesi içinde alacağız” ve “işçilere sormadan ne grevi nede direnişi bitireceğiz” oldu. Daha önceden bu yönde ağzımızın yanmışlığı çok olmuştu. Bu nedenlerle kendi aramızda ayrışmış ve farklı hatlarda yol almaya başlamıştık. Gelinen direniş sürecinde sınıfımızın ortak çıkarları için şimdi ayrılık gayrlılık zamanı değil dedik. Birleşik mücadele şiarını yükselttik. Bir süre bu yöndeki uyarı ve vurgularımız yerine geldi. Direniş ivmesinin yükseltildiği en kırıtik noktada bazı TaşİşDer yöneticileri (ve onların koşulsuz destekçisi bazı sendikacılarla hocalar) bilinen tepeden inmeci dayatmalarıyla eski rollerine yeniden soyundular. Direnişçi işçilerin onayını almadan grevin bitirildiğini ilan edip, öğlen yemek paydosu saatlerinde yapılacak açıklamalarla mücadelenin sürdürüleceğini ilan ettiler. Direnişçi işçilerin “grevi kim bitirdi?” sorularına da, “bizlere sormadan bunu nasıl yaparlar” yönündeki tepkilerine de yine bizler tercüman olduk. Sahiplendik. Bu yöndeki eleştirilerimizi de sıcağı sıcağına mücadele alanı içinde dile getirdik. Tek Doğru Adres Mücadeledir Bizleri “sınıf işbirlikçilerle ortak bir mücadeleye girmemeliydiniz” diye eleştirenlere de cevap verdik. Direnişi ve mücadeleyi doğru temelde örmek ve yön vermek için bulunulacak tek yer yine mücadele alanıdır. Boylu boyunca sınıf mücadelesinin içinde yer aldık, bundan böylede yer almaya devam edeceğiz. Nitekim varlığımızı, gü-

cümüzü ve etkimizi mücadele içindeki tüm işçi arkadaşlarımız gördüler. Mücadele içindeki uyarılarımız ise yine gerçek çıktı. Mücadeleyi geri çekme ve işçilere sormadan grevi bitirme kararı hastane yöneticilerimizin saldırılarını yeniden artırmasına neden oldu. 22 Nisan 2014 Salı günü Başhekim Mehmet Akif Karan’la görüşmeye giden temsilci arkadaşlarımız bunu açık seçik bir şekilde görmüş oldular. Başhekim, mücadele taleplerimizi ve kesilen ücretlerimizi geri istememizi haklı bulmakla birlikte, yaptığımız eylemlerin yasadışı olduğuna hükmetmiş. Bazı arkadaşlarımızı ise işten atmakla tehdit etmiş. Temsilci arkadaşlarımız işveren vaatlerine kanarak mücadeleden geri adım atmanın fatura bilgilerini bu görüşmede elde etmiş oldular. Mücadele Sürüyor Gerek Mustafa Erelel’in gerekse de Mehmet Akif Karan’ın “paramız yok” diye başlayıp “ödeme güçlüğü içindeyiz” diye devam eden “2 yıllık tasarruf planları” tekerlemelerini kaldırıp bir kenara atmanın tek yolunun fiili mücadele olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Taşeron İşçilerinin Sesi imzasını ve dolayısıyla da Çapa Taşeron İşçileri’ni sendikaların kâğıt üzerinde kalan birleşik mücadele protokollerine layık görmeyenlerin nerede ve nasıl tıkanacaklarını çok iyi biliyoruz. Bir şeyi daha çok iyi biliyoruz; Grev direniş ve fiili mücadeleden başkaca bir çıkış yolumuz yoktur! Taşeron İşçilerinin Sesi olarak 29 Nisan 2014 tarihli ortak eylem buluşmasında bu anlayışla yerimizi alacağız. Ardından da 1 Mayıs 2014’de Taksim için yollara düşeceğiz. Mücadele sürüyor. Mecnun Çınar İ.Ü. Çapa Taşeron İşçisi

sıfatı taşısın- hiç saygı duymuyoruz. Lüks arabalarıyla işe gelip hastane bahçemizde ayrıcalıklı park yeri parselleri açtıranlar kalkıp bizlerin yol paralarını kesiyorlar. Neymiş, hastanemiz ekonomik sıkıntı içindeymiş ve tasarruf tedbirleri uygulamak zorun dalarmış. Hep bize mi bunca zulüm? Hastanenin sağlık giderlerini taşeron işçilerinin asgari ücret sınırındaki maaşlarını çalarak mı karşılayacaklar? Bu haramiler kime güveniyor? AKP Hükümeti’ne mi?

Bunlar bizi kendi familyasından, kendi sınıfından görmüyorlarsa bizde onları kendi sınıfımızdan görmüyoruz. Biz işçi sınıfıyız. Muhtaç olduğumuz güç işçilerin birliğindeki kudrette mevcuttur. Bunun için yapmamız gereken tek şey ise mücadeledir. Özgürlük İşçilerle Gelecek! Can Çapa Taşeron İşçisi


Mayıs 2014/26

İşçilerin Sesi

9

Çapa grev ve direnişinden yansımalar P

rof. Dr. Mustafa Erelel (İnsan Kaynakların Sorumlusu): “Grevi bırakın ve derhal işinizin başına dönün. Görevlerinizi yerine getirin. Elbette ki hakkınızda uyarı ve ceza tutanakları tutacaklar. Sizin nasıl bir işiniz varsa onların işi de bu. Ben maaş kesintileriyle ilgili taleplerinizi yönetimimize ileteceğim. Toplantıda bu konuyu görüşeceğiz. Ben sadece iletmekle görevliyim. Fazlası elimden gelmez. İnşallah her şey istediğiniz gibi olur…” - 15.4.2014 O.M. (Mustafa Erelel’e hitaben konuştu): “Hocam artık size kesinlikle inanmıyoruz. Bize hep yalan söylüyorsunuz. Bizler sadaka değil hakkımızı, bize ait olanı, hukuksuzca maaşlarımızdan kesilen paralarımızı istiyoruz. Hemen şimdi! Bize boş laf değil, somut bir ödeme açıklaması yapmanızı bekliyoruz. Aksi takdirde direniş ve mücadelemizi sürdüreceğiz…” E.C. (Mustafa Erelel’e hitaben konuştu): “İnşallahı maşallahı bırakın hocam. Yasadışı olarak kestiğiniz maaşlarımızı bizlere derhal geri ödeyin. Hakkımızı istiyoruz ve alana kadarda direneceğiz. Mücadele ede-

Ş

imdi Söz İşçilerde! çağrısıyla 26 Nisan’da Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda İşçi Forumu gerçekleştirildi. Foruma 13 farklı işyeri ve işkolundan işçiler katıldı. İşyerlerinde sürdürdükleri mücadeleleri, deneyimlerini, yaşadıkları sorunları paylaştı. Karşı Gazetesi: 13 Nisan’da gazetenin son sayısının çıkarılacağı işçilere o gün söylenmiş. Avukat desteği ile o günden itibaren 52 işçi ile beraber 24 saat boyunca işyerinde kalma kararı aldıklarını, haklarını alana kadar işyerlerini terk etmeyeceği ilan ettiler. Her gün direniş gazetesi çıkardıklarını, 1 Mayıs’ta özel sayı çıkaracaklarını söylediler. Taşeron İşçilerinin Sesi: Taşeron kölelik sisteminin yol açtığı hak gasplarına, müfettiş raporları ve mahkeme ka-

ceğiz. Yeter artık. Bizleri inşallah la maşallahla kandıramazsınız…” A.K: “Bütün yöneticilerimiz dönüp dolaşıp aynı lafı ediyor ‘işinizin başına dönün, grevi bırakın görevinizi yapın’ vs. Yöneticilerimiz kaçıp ortadan kayboluyorlar ve rektör olsun dekan olsun hiç bir muhatap bulamıyoruz. Bulup sıkıştırdıklarımız ise ‘görevinizi yapın’ demekten başkaca bir laf bilmiyor. Yüzlerine karşı söyledik bir kez daha söyleyelim: Biz görevimizi yapıyoruz hocam. Çapa Taşeron İşçileri olarak GöREVDEYİZ!” C.B: “Grev boyunca ‘izinli’ - ‘raporlu’ olduğumu söyleyen idarecilerimiz var ve ‘hem izin kullanıyor hem de gelip greve çağırıyor’ diye dedikodumu yapıyorlar. Bakın arkadaşlar bana da tutanak tutmuşlar, işte burada. Madem ‘izinliyim’ - ‘raporluyum’ o halde bana ne diye tutanak tutuyorsunuz?” M.A: “Direnişimizi kırmak için her yolu deniyorlar da bir tek yasadışı yollarla kestikleri maaşlarımızı ödemeye yanaşmıyorlar. Bırakın boş lafları da hemen şimdi tırrak

diye paramızı ödeyin. Birilerimiz ‘izinli’ymiş de ‘rapor’luymuşta grev yapıyormuş. Bizi bölme ve birbirimize düşürme tezgâhlarını bırakında maaşlarımızdan kesip çaldığınız paralarımızı ödeyin, paralarımızı. Hırsız vaaar!..” A.K: “Taşeron işçileri olarak İstanbul Üniversitesinde, Çapa’da yaptığımız direniş ve grevleri bizden başka başarabilen olmadı. Çapa’da 6 ay boyunca direniş çadırı kurabilen ve mücadele eden bir tek biz olduk. Bu işi -maalesef- hiçbir sendika yap(a)madı. Şu anda da haklarımız için direnen ve grev yapan yine bizleriz. Elini taşın altına koyacak ve boş laf yerine mücadele edip örgütlenecek bütün emek örgütlerine kapımız zaten açık. Kim kime ‘yasak’ koyabilir ki? Devletin yıllardır yapıp da başaramadığı “örgüt ve örgütlenme yasakçılığı” bize hiç uyar mı? Çözüm birleşik ve örgütlü mücadelededir!” Prof. Dr. Taner Gören: “Bütün bunlar sadece ülkemizde yaşanmıyor arkadaşlar, tüm dünyada yaşanıyor. Neoliberal kapitalizmin bir sonucu olarak, insanlık dışı

ve kölece, taşeron denilen bu sistemde çalıştırılıp sömürülüyorsunuz. Artık doktorlarında zannedildiği gibi bir ‘ayrıcalığı’ falan yok. Yasadışı ve hukuksuz olan başınızdaki yöneticilerinizdir. Sizler hak alma mücadelesi veriyorsunuz. Maaşlarınıza ufak tefek de olsa zamlar eklemek bir yana, var olanı da elinizden alıyorlar. Grev ve direnişinizde son derece haklısınız ve İstanbul Tabip Odası olarak sizlerin yanındayız, destekliyoruz…” Ergin (SES üyesi): “Taşeron İşçilerinin Sesi bülteni 6 ay süren çadır direnişimizden bu yana çıkıyor. Bizzat taşeron işçisi arkadaşlarımız çıkartıyor. Bu grevde de arkadaşlarımızın etkisini ve katkısını gördük. Ortak mücadele gerçekten de çok önemli arkadaşlar. Emeği geçen, haber ileten ve yazan, çoğaltıp dağıtan tüm işçi arkadaşlarımıza teşekkürler…” Not: Mobing uygulamaları nedeniyle işçi arkadaşlarımızın isimlerini yazmadık. Taşeron İşçilerinin Sesi Bülteni’nden alınmıştır.

rarlarıyla hileli (muvazaalı) çalıştırıldıklarına dair yapılan tespit ve kararların gereğinin yapılmayarak taşeron şirketler kanalıyla çalıştırıldıklarına, yemek yol ve maaşlarında %5’lik kesintiler yapılması nedeniyle başlattıkları grev ve devam eden direniş ve mücadelelerine değindiler. Yaklaşan 1 Mayıs nedeniyle “Enternasyonalist Dayanışma” vurgusu yaptılar. İnşaat İşçileri Sendika Girişimi: ‘Dünyayı biz inşaa ediyoruz, altında biz kalıyoruz’ diyen girişim, 1 Mayıs’ta Taksim’de olacaklarını ilan ettiler. Çalışma Bakanlığı ‘denetmenimiz yok’ dediği için, her gün ortalama 2 inşaat işçisinin hayatını kaybettiğini söylediler. Plaza Eylem Platformu: 2007’de güvencesizliğe, mobbinge ve işten çıkarmalara karşı örgütlenmişler. ‘Turnikeler

ayırır, meydanlar birleştirir’ diyerek işçilerin birliğini vurguladılar. Kazova İşçileri: Kooperatif çalışmalarına devam ediyorlar. Sendikaların hepsinin ihanet içinde olduklarını, hiçbir direnişe destek vermediklerini söylediler. Kazova direnişinin forumların çağrısı sayesinde büyüdüğünü vurguladılar. Direnen işçiler olarak 1 Mayıs’ta Taksim’de olacaklarını ilan ettiler. Kaç Bize Gel: Büro işçilerinin de aslen işçi olduklarını söylediler. 2,5 yıldır beyaz yakalılar arasında örgütlenme çalışması yapıyorlar. Güvencesiz çalışma, mobbing, fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi sorunları için mücadele ediyorlar. Plaza ve büro çalışanları için hayatta kalma rehberi hazırlamışlar. Greif İşçileri: 75 gündür taşeron köleliğine karşı ‘işgal-grev-dreniş’i sürdürdüklerini söylediler. 10 Nisan’daki polis müdahalesinden sonra, direniş nöbetlerini, bunun sorumlusu olarak ilan ettikleri DİSK-Tekstil binasına taşımışlar. 1 Mayıs’ta Kazova, Karşı Gazetesi, Greif ve Fen-İş işçileri olarak bir arada Taksim’de olacaklarını ilan ettiler. Bilişim Çalışanları Dayanışma Ağı: Bilişim sektörünün son 2-3 yılda taşeronlaşmanın arttığı bir sektör haline geldiğini söylediler. Çalışanlar 2-3 kişilik küçük birimlere ayrılarak, örgütlenmelerinin önüne geçildiğini, performans baskısının fala mesaiyi zorunlu kıldığını

anlattılar. Kendilerinin de işçi sınıfın bir parçası olduklarını ifade ettiler. Beyaz Yaka Forumları Dayanışması: Gezi direnişinden sonra ortaya çıkmış park forumlarında bir araya gelen ofis çalışanlarının ortak forumu olan dayanışmanın ana gündemleri fazla mesailerin oluşturduğunu söylediler. Paydos isminde bir bülten çıkardıklarını duyurdular. Punto Deri: 270 gündür direnişte olduklarını; birleşerek, sınıf mücadelesini yükselterek sendikal bürokrasi ile mücadele edebileceklerini söylediler. Hey Tekstil: 3 yıldır direnişte olduklarını, direnişlerinin kazanımla sonuçlanması için mücadeleye devam ettiklerini, uzun zamandır da mücadelelerinde yalnız bırakıldıklarını söylediler. Belediye Taşeron İşçileri: Kamuda taşeronlaşmanın hızlı ve sistemli bir biçimde devam ettiğini söylediler. Dayanışma ve birliktelik en önemli mücadele aracıdır, dediler. Sivil Havacılık İşçileri: yüksek ücretlerle sınıfımıza yabancılaştırılıyoruz dediler. Demokratik, şeffaf ve temiz bir sendika anlayışı için Gökkuşağı hareketi ile mücadele verdiklerinden bahsettiler. Sendikal mücadelenin ancak profesyonel sendikacılık ortadan kalkarsa gerçekleşebileceğinin altını çizdiler. Sınıfına yabancılaşmış insanların Gezi’de bir araya geldiklerini, çıkış noktamızın yine parklar olması gerektiğini anlattılar. İS Haber


10

İşçilerin Sesi

Mayıs 2014/26

Orman kanunu orman için değil, sermaye için yürürlükte O

rman Kanunu’nun madencilik faaliyetlerini düzenleyen 16. Maddesi ve ormancılık dışı diğer faaliyetlerin izinlerini düzenleyen 17. ve 18. maddeleriyle ilgili yönetmelikler 18 Nisan’da yürürlüğe girdi. Onlarca sayfalık yönetmeliklerde, ormanların yok olmasına yol açacak tehlikeli değişiklikler var. Orman korumama kanunu

Bu yönetmelikler sayesinde orman alanlarında enerji, petrol ve doğalgaz boru hattı, petrol ve doğalgaz arama tesisleri yapılabilecek. Eğitim, sağlık ve spor tesislerine, yol, liman geri hizmet alanı, havaalanı, demiryolu, teleferik hattı, tünel gibi ulaşım tesislerine izin verilebilecek. Orman alanlarına yapılacak yatırımların önü açılacak, işleri kolaylaştırılacak.

Orman Kanunu’nda son 10 yılda 10 ayrı değişiklik yapıldı. Her düzenleme ile orman alanları biraz daha yapılaşmaya açılmış oldu. Yeni yönetmeliklerle birlikte Türkiye ’deki 21 milyon hektarlık ormanın varlığını tehlikeliye düşüren pek çok değişiklik yapıldı.

Yönetmeliklerde Orman dışında her şey var!

Orman alanlarının hem altında hem de üstünde yapılaşma, inşaat ve kazı çalışmalarının önünü açan bu yönetmeliklerde, ormanın kendisi ve korunması dışında her şey var!

Eski yönetmelikte, orman alanlarına yapılan, örneğin HES gibi bir proje mahkeme tarafından iptal edilirse, yatırımcı mahkemeden önce alanda işleme başlamışsa, orman alanında tahribata sebep olmuşsa, bu alanları eski haline

Uzmanlar yapılan değişikliklerle, orman alanlarının daraltılmaya devam edileceği, niteliklerinin değişeceği, bozulacağı ve en sonunda yok olacağı tehlikesini vurguluyorlar.

getirmekle yükümlüydü. Yeni yönetmelikte mahkeme bir projeyi iptal ettiği zaman yatırımcının bozduğu orman alanı için ne yapacağı hakkında bir düzenleme bulunmuyor. Yeni, herhangi bir yaptırım olmadığı için, yapılan tahribat olduğu gibi kalacaktır. Eski yönetmelikte, orman alanına yapılacak bir yatırımın bedeli 1 ay içinde yatırılmak zorundaydı. Yeni yönetmelikte bu süre 3 aya çıkarıldı. Ayrıca yap-işlet-devret modeliyle yapılacak projeler için, örneğin 3. Köprü gibi, herhangi bir ücret de alınmayacak. Eski yönetmelikte orman alanlarında izinle yapılan projeler Orman Bölge Müdürlükleri tarafından incelenip, denetleniyordu. Yeni yönetmelikte Orman Bölge Müdürlüğü buraları kontrol edemezse, ‘Serbest Yeminli Ormancılık Büroları’na kontrol sorumluluklarını devredebilecek. Orman alanları önce yapılaşmaya açılacak, denetlemeyi de

kamu değil, özel bürolar yapacak. Yeni yönetmelikle orman alanlarına kamu-özel işbirliği ile sağlık ve eğitim tesisleri yapılabilecek. Eski yönetmelikte böyle biz izin söz konusu değildi. Eğitim ve sağlık tesisleri için ‘öncelikle bozuk ormanlar, bozuk orman yoksa her türlü orman’da izin verilebileceği belirtiliyor. Yani bu, en verimli, en değerli orman alanları bile inşaata açılabilir demek oluyor. Bu yönetmelikler ile orman alanlarında yapılan 3. Köprü inşaatına kılıf hazırlanmış olacak, orman alanlarına yapılacak olan sağlık parkları ve üniversite kampusları inşaatı için kolaylık sağlanacak, endemik ve korunması gereken nadir orman alanları madencilik faaliyetlerine teslim edilecek, orman alanları hafriyat toprağı, inşaat ve yıkıntı atıkları için çöplüğe dönüştürülecektir. Aysun Koca

Çocuklar değil, cezaevleri kapatılsın! 2

3 Nisan günü, “Çocuk Cezaevleri Kapatılsın Girişimi”, Ankara, İstanbul, İzmir, Diyarbakır ve Mersin’de farklı etkinliklerle, çocuk cezaevlerinin kapatılması ve 23 Nisan’ın tüm çocuklar için bayram olabilmesi için yeniden seslerini duyurdular. Bu etkinlikler kapsamında, İzmir’de bulunan Şakran Cezaevine gidildi. Oradaki çocuk tutuklular için, önce basın açıklaması, daha sonra oturma eylemi yapıldı. Gökyüzüne siyah balonlar bırakıldı

ve renkli uçurtmalar uçuruldu. “Bugün 23 Nisan, Hüzün Doluyor İnsan” dövizi ile Uğur Kaymaz, Berkin Elvan ve Ceylan Önkol'un fotoğrafları anlamlıydı. Çocuk Bayramı’nın kutlandığı tek ülke olan ve her yıl 23 Nisan'da devlet yetkililerinin çocuklara "geleceği emanet ettiklerini" açıkladığı Türkiye'de, Adalet Bakanlığı'nın verilerine göre cezaevlerinde tutulan çocuk sayısı iki binlere ulaşmış durumda. Devlet, suç işledi diyerek cezaevine koyduğu, ailelerinden

kilometrelerce uzakta bulunan bu çocuklara sahip çıkmak yerine, onların maruz kaldıkları tacize, şiddete ve tecavüze ses çıkarmayıp göz yumarak, onları ikinci kez cezalandırıyor. Biz bunların olduğunu, Pozantı’dan, Sincan’dan biliyoruz. Çocukların oralarda yaşadıkları, hayatlarında unutamayacakları ve telafisi mümkün olmayan izler bırakıyor. Tüm çocukların eğitim ve sağlık hakkından eşit koşullarda yararlandığı,

aç kalmadığı, öldürülmediği, çocukluğunu çocukken yaşadığı, barış, kardeşlik ve dayanışma duygularıyla güvenli bir ortamda büyüyebileceği ve gelecek kaygısı duymayacağı bir ülke olana kadar, Türkiye’de, 23 Nisan’ı çocuk bayramı olarak kutlamanın anlamı yoktur. Çocukları değil karanlığı hapsetmeliyiz. İşçilerin Sesi Haber

Seyitömer işçisi isyan etti K

ütahya Seyitömer Termik Santrali, AKP Hükümeti’nin özelleştirme uygulamalarına hız vermesi sonucunda Haziran 2013’te özelleştirildi. En yüksek teklifi veren Çelikler Holding tarafından satın alınan tesis, Çelikler Seyitömer Elektrik Üretim A.Ş adıyla faaliyete devam etti. Seyitömer işçisi, özelleştirme sürecinde gerek Ankara’da, gerekse Kütahya’da tesisin özelleştirilmesine karşı çeşitli eylemler yapmıştı. Ancak bu eylemler, Tekel işletmelerinin özelleştirilmesi üzerine 2010 yılında yapılan eylemler ile özelleştirme süreci halen

devam eden Yatağan Termik Santrali işçilerinin eylemleri kadar etkili olamadı. 30 Mart yerel seçiminden önce Çelikler Holding, 400 işçinin işten çıkartılacağını duyurdu. 17 Nisan itibariyle de 109 işçiye işten çıkarıldıklarına dair bildirim yapıldı. İşçi kıyımının duyulmasının ardından işçiler, işletme müdürüyle görüşmek istediler. Olumsuz cevap alınca da protesto eylemine başladılar. Yaklaşık 200 işçi, tesis içinde yürüyüş yaptı. Bunun üzerine şirket tarafından jandarma ve çevik kuvvet çağırıldı.

İşçilerin, desteğe gelen aileleriyle buluşmasının engellenmesi amacıyla jandarma ve çevik kuvvet tarafından tesisin önüne barikat kuruldu. İşçilerin protestosuna biber gazıyla cevap verilmesi ise bardağı taşıran damla oldu. İşçiler, pet şişe, sefer tası ve ellerine geçirdikleri diğer gereçleri fırlatarak direnişe geçtiler. Olaylar sırasında nizamiye ve yemekhane binasında yangın çıktı, araçlar ters çevrildi. Arbede sonucunda 10 işçi, 3 mühendis, 3 özel güvenlikçi, 1 polis ve 1 jandarma yaralandı.

Bu olayların ardından kamera kayıtları izlenerek 20 işçi gözaltına alındı. 22 Nisan’da adliyeye getirilen işçilerden 3’ü tutuklanarak Kütahya E Tipi Kapalı Cezaevi’ne gönderildi. Serbest kalan 17 işçi ise adliye çıkışında ailelerine sarılarak gözyaşı döktüler. Maden-İş Kütahya Şube Başkanı Ahmet Ateş, “olayların yatıştığını, üretimin başladığını ve şirketin atılan işçileri geri almak için söz verdiğini” açıkladı. Bu sözün doğru olup olmadığı ve Seyitömer işçisinin yatışıp yatışmadığı önümüzdeki günlerde anlaşılacak. İşçilerin Sesi-Haber


Mayıs 2014/26

İşçilerin Sesi

11

Osmanlı İmparatorluğu’nda 1915 yılında yaşanan Ermeni soykırımı ve sonuçları Anadolu’daki halklar nasıl Türkleştirildi? (…) Osmanlı Devleti, topraklarını ve egemenliğini genişletmek için, bu topraklar üzerinde yaşayan Hrıstiyan ve Yahudi halklara “serbestlik” tanır. Sınırlı olan bu özgürlüğün bir de fiyatı olacaktır: Hıristiyan, Yahudi, Ermeni, Rum yani Müslüman olmayan halktan daha fazla vergi alınır. Yoksul Müslüman olmayan halk ise, vergi veremeyince “Müslüman ve Türk” olmaktan başka seçeneği kalmaz. Osmanlının uzun bir süre izlediği politika ulusal ve dinsel farklılıkların bu farklılıkları zorla değiştirmemiş ancak para karşılığında bu halkın ibadet ve gelenek kültür ve dilini kullanmalarına izin vermiş. Asimilasyona yoksullardan başlamıştır. Ardından giderek vergiler artırılmış ve yüksek vergiyi ödeyemeyenler İslamiyet’i kabul edip, Türkleşmek zorunda kalmışlar. Ermeniler hem sayıca hem de meslek erbabı olarak diğer tüm uluslara ve azınlıklara göre daha şanslıydılar. Üstelik, Osmanlının hedefi olan İstanbul’dan da epeyce uzaktaydılar. Ermeniler, Yahudiler ve Rumların aksine Osmanlının Doğu (Şark ) vilayetlerinde yaşıyorlardı. Fransız Devriminin etkileri ve Ermeni halkı Osmanlı’da da ulus devlet kurma fikrinden etkilenen halkların isyanları görülür. Osmanlı toprakla-rında ilk isyanlar Batı’da başlar. İlk ayrılan ulus Sırplar olur. Sonra Yunan halkı (Rumlar) isyan eder. Daha sonra Bulgarlar ayrılırlar. Ermeni halkının da ulusal devlet talebi bu yıllarda yeşerse de, bunun ayrı bir devlet olarak ifade edilmesine 19’uncu yüzyılda tanık oluyoruz. Ermeni ulusu 19’uncu yüzyıldan itibaren siyasi ve ekonomik bağımsızlıkları için örgütlenirler. Osmanlı devleti için Ermeni sorunun ilk gündeme gelmesi 1878 Berlin Antlaşmasıyla olur. Güçsüzleşip, sınırlarını koruyamayan Osmanlı Devleti, dış politikada etkisini koruyabilmek için emperyalist devletlere tavizler vermeye başlar. Berlin antlaşmasıyla Ruslar Osmanlı sınırlarında yaşayan Ermeni ulusuna yönelik “reform” yapma hakkı elde ederler. Reformdan (ıslahattan) kasıt; halkın ekonomik ve siyasi haklarının yenilenmesidir. Ancak böyle bir reform yapılmaz.

Osmanlı-Rus Savaşları tarihte birçok kez olmuş ve her seferinde Osmanlı’nın yenilgisiyle so-nuçlanmış ve her anlaşmada da Ermeni halkı konu edilmiştir. Osmanlı Devletinin gerileme devrine denk gelen bu dönemde, Ermeni ulusunu ortadan kaldırmak tercihi öne çıkmıştı. Padişah Abdülhamit, bu amaçla 1890 yılında yine aynı topraklarda yaşayan Kürt toplumundan oluşturulan özel bir savaşçı birlikleri, Hamidiye Alaylarını kurarak “halkı halka kırdırma” yolunu seçer. Ermenilere karşı büyük çaplı kıyımlar 1894-96 yıllarında yaşanır. 1895’te İstanbul’da dahi bir Ermeni katliamı düzenlenir. Tüm bu dönem boyunca Anadolu’da Erme-nilerin yaşadıkları bölgeler ateş altındadır. Devlet terörü milliyetçi terörü doğurdu Ermeni halkı Osmanlı Devletinin bu tutumu karşısında örgütlenir ve mücadeleye başlar. İlk Ermeni örgütü Hınçak Partisi, 1887 yılında Cenevre’de kurulur. Daha sonra ise 1890 yılında Troşak yani Taşnak Sutyan adını alan bir diğer Ermeni örgütü kurulmuştur. Osmanlı’nın ayaklanan Ermeni halkına karşı tutumu şiddet ve baskı olmuştur. Benzer bir uygulamayı Sırplara, Rumlara ve Bulgarlara karşı da denemiş ama Ermeni halkına yapılanları yapamamıştır. Sırplar, Rumlar ve Bulgarlar Avrupa’nın emperyalist devletlerinin yakın koruması altındaydı. Ermeniler ise, Doğu’daydı ve Osmanlı devletinin en zorlu rakibi Çarlık Rusya’sı olmuştur. Rus Çarlığı bu bölgedeki Ermeni örgütleriyle ittifak içindeydi. Rus Çarlığı Ermeni halkını “bağımsız devlet” kurma vaadiyle kendi yanına çekmişti. Böylece Osmanlı’nın Doğu topraklarında Rus ve Ermeni bloğu oluşmuştu. Ancak, Rusya’nın siyasi ve askeri gücü Avrupalı emperyalistlere göre zayıftı; Ermeni halkının bağımsız bir devlet kurma olanağı olmadı. Anadolu’nun çeşitli şehirlerine dağılmış bir halde yaşayan Ermeni halkı, Osmanlı’nın şiddet tu-tumuna karşı silahlı mücadeleyi tavır olarak geliştirmiştir. Giderek artan yoksulluk ve milliyetçilik, bir arada yaşayan halklar arasında artan düşmanlık biçimine dönüşmüştü. Bugün resmi devlet tezi olan “Ermeni soykırımı yoktur, Ermeniler de Türkleri öldürmüştür” görüşünün halk arasında kabul görmesinin bir nedeni de Türklerden

de ölümlerin olmasıdır. İktidarda bulunan İttihat ve Terakki (İT), Ermeni ulusunu yok sayan, Türkçü bir siyaseti benimsi-yordu. Osmanlı Devletinde tehcir ve 1915 katliamı İttihat ve Terakki iktidarında kurulan özel gizli savaş örgütü Teşkilat-ı Mahsusa (MİT’in atası sayılır) tara-fından örgütlenen çeteler 1914’ten başlayarak ve asıl olarak 1915 ile 1917 yılları arasında etkin olan Ermeni soykırımını planlamış ve yürütülmesinde birincil bir rol oynamıştır. 1914 yılının sonu ve 1915’in başında, uzun ve ayrıntılı tartışmalar sonucunda alınan siyasi karar sonucunda, Ermeni halkına yönelik olarak resmen “tehcir” (zorla göç) kararı alınır. 1915 yılında Van’daki bir olay bahane edilerek İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerinden 235 kişi tutuklanır. Tutuklamalar, işkenceler ve idamlar ülke çapında hızla yürürlüğe konur. Doğu illerinde yüz binlerce Ermeni’nin zorunlu göçü, yoksa imhası söz konusudur. Ermeni kaynakları 24 Nisan 1915’i katliamların başlangıcı olarak gösterse de, katliamlar en yoğun biçimde Mayıs ayında ve esas olarak Ağustos 1915’te yaşanır. Kimi yerlerde sürgün kararı iki saat, kimi yerlerde 15 gün önceden haber verilmişse de, genel olarak bu tarih ve saat beklenmeden sürgün başlatılmış, yoksul kitlelerin hazırlık yapmasına fırsat verilmemiştir. Bir emirle Müslümanlara da gözdağı verilerek, tek bir Ermeni’yi dahi korumaya kalkışacak olanın kendi evi önünde asılacağı ve evinin yakılacağı ilân edilmiştir. Bazı bölgelerde Ermeniler din değiştirmeye zorlanmış, Müslümanlığı kabul edenler sürgüne yollanmamıştır. Ancak daha sonra bunu katliamdan kurtuluş olarak gören Ermeni sayısının artmaya başlaması üzerine bu politikadan vazgeçilmiştir. Katliamdan sağ kurtulup Suriye veya Lübnan’a kaçmayı başaranlar tekrar Müslümanlığa zorlanmıştır. Katliamlar esas olarak Teşkilat-ı Mahsusa ve jandarma birlikleri tarafından yapılmıştır. Müslüman halkın tutumu ise değişiklik göstermektedir. Kimi yerlerde Ermeniler korunmuş ve saklanmış, kimi yerlerde ise daha yola çıkmaları bile beklenmeden evleri yağmalanmış, konvoylara saldırılmış, katliamlar yapılmıştır. Ancak sivil halk içinde konvoylara yönelik

saldırılara katılanlar da az değildir. Bu saldırılar ve öldürmeler sadece yağma amaçlı olmamış, genç kızlar ve kadınlar seçilerek kaçırılmış ya da jandarmadan satın alınmışlardır. Bazı yerlerde göçe zorlananların elleri de bağlanmıştır. Karadeniz bölgesinde ise Ermeniler kayıklara bindirilerek denize dökülmüştür. Görgü tanıkları sürgün yolu boyunca belli imha yerleri olduğunu, ama buralara götürülürken bile, her yerleşim yeri civarında, konvoyların saldırıya, yağmaya uğradığını, konvoyun ilerlemesini engelleyecek kadar bitkin ve hasta olanların öldürüldüğünü anlatıyorlar. Doğu vilayetlerinde Mayıs-Temmuz arasında tamamlanan tehcir eylemini, Batı Anadolu’dan ve Trakya’dan sürülenler izler. Sürgünlerin ilk hedefi Halep olur. Buraya sağ ulaşanlar toplama kamplarına konulur. Bir ölüm kampı olan bu kamplardan sağ çıkmak mucizedir. Sağlık, barınak, yiyecek konusunda hiçbir yardım yapılmaz, hatta yabancı konsoloslukların yardım girişimleri de engellenir. İnsanlar, ulusal kimlikleri nedeniyle ölüme terk edilir, bazılarının, ölenlerin cesetlerini yiyerek yaşamaya çalıştıkları biliniyor. Buradan çıkanlar ise Suriye’nin güneyine ve Arabistan çöllerine ölmeye gönderilirler. Diğer taraftan boşalan Ermeni köylerine Türk göçmenler yerleştirilir. Çünkü “tehcir” edilenlerin bir daha asla geri dönmemeleri planlanmıştı. Tüm tehcir eylemi boyunca ne kadar insanın öldürüldüğü kesin olarak bilinmiyor. Hatta bu konu, Ermeni ve Türk burjuva tarafları arasında tartışma konusudur. Çünkü öldürülen insan sayısı bu olayın soykırım olup olmadığına delil sayılıyor. Eğer ölen insan sayısı azsa bir soykırım olmadığı iddiası galip gelecek, değilse Ermeni tarafı! Oysa sayılar niceliği, eylemin içeriği niteliği belirleyecekse, Ermeni halkını Osmanlı Devletinden zorla sürüp çıkarmak ve bir halkı tarihten silmek eylemi, soykırım sayılmalıdır. Söz konusu olan 1 milyon 500 bin insandır. Anadolu’da yaklaşık 2- 2.5 milyona yakın Ermeni yaşadığı düşünüldüğünde ve bugün sayılarının 80 bin civarında olduğu kabul edilirse, aradaki sayısal farkın büyüklüğü ortadadır. Ufuk Demirci


12

İşçilerin Sesi

Mayıs 2014/26

Gabriel Garcia Marquez’in Ardından… Ç

ağın en önemli yazarlarından Marquez, 17 Nisan günü 87 yaşında öldü. Bir edebiyat ustasını basit sözlerle anlatmak çok zor olsa da evrensel bir değer olan Marquez’i anmadan geçmek istemedik. Kolombiya’nın Aracataca kentinde doğan Marquez, 20. yüzyıl yazarlarıyla aynı kaderi paylaştı. Bir röportajında, “Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum ve inanıyorum ki er ya da geç öyle olacak” diyerek siyasi görüşünü özetleyen Marquez, ülkesini terk edip sürgüne gitmiş bir yazardı. Marquez, Kolombiya’daki Marksist-Leninist gerilla örgütlerini desteklediği gerekçesiyle devlet tarafından takibata uğramış, bu nedenle 1981 yılında ülkesini terk edip Mexico’ya yerleşmişti. Ölene dek de burada yaşadı. Küba’ya ilgisi ve Fidel Castro ile dostluğu ise daha eskiye dayanıyordu. Bu dostluk, hem sağdan, hem soldan eleştirilmesine neden oldu. Küba’daki tek adam liderliğini görmezden gelmesi, Castro’yu kayıtsız şartsız desteklemesi, Küba’daki sanatçılara yönelik kötü uygulamalara sessiz kalması sosyalist aydınlar tarafından eleştirilmesinin nedeniydi. Marquez ise Castro’nun ede-

biyata düşkünlüğünden ve kitaplarını yayınlamadan önce Castro’ya okuttuğundan söz ederek eleştirileri geçiştirmeyi tercih etti. Kolombiya Devleti’nin Marquez’e yönelik tavrı, gerilla hareketiyle barış görüşmelerinin başlaması üzerine değişti. Marquez, hükümet ile ELN ve FARC örgütleri arasında arabuluculuk yaptı. Marquez'i dünya çapında bir yazar, evrensel bir değer haline getiren, kitaplarının elden ele dolaşmasını sağlayan bunlar değildi kuşkusuz. Gerçekliğin büyülü ustası… Marquez, Latin Amerika’nın küçük kasaba ve kentlerinden yola çıkarak gerçek insan öyküleri anlattı. Ancak bu öyküler, gerçek olamayacak denli abartılı imgelerle, gerçek üstü vurgularla ve mizahla süsleniyordu. Marquez’in üslubu, yorum içermeyen ve taraf tutmayan bir üsluptu. Acımasız, duygusuz, çıkarcı insanları, vahşi olayları, tutkulu aşkları gazeteci gibi aktarıyordu. Yazdıkları gerçeklik zeminine basıyordu. Ama bir masal anlatıcısının dilini kullanıyordu. “Büyülü gerçekçilik” denilen bir dili. Kitaplarını okuyanların bir kısmının “fantastik”, “hayali” dediği

bir dili… Ün kazanmasını sağlayan romanı 1967 yılında yayınlanan Yüzyıllık Yalnızlık’tı. Bu roman, Macondo adlı hayali bir kentte geçiyordu. Ancak Marquez’e ilham veren çocukluğunun geçtiği memleketi Aracataca idi. Kitap tüm dünyada 30 milyondan fazla kişi tarafından okundu. 1982 yılında verilen Nobel ödülünde bu kitabın payı büyüktü. Bu kitapla ilgili yorumu, edebî tarzını da açıklar nitelikte; “Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız.” Marquez’in hukuk öğrenimini yarı bırakıp gazeteciliğe başlaması ve uzun yıllar muhabir olarak çalışması da yazım tekniğinde etkili oldu. Özellikle

Kırmızı Pazartesi (1981) isimli kitabı bir gazeteci gözünden aktarım gibidir. Küçük bir kasabada yaşanan, herkesin bildiği ama hiç kimsenin engelleme zahmetine girişmediği bir cinayeti anlatır. Sinemaya da uyarlanan bu kitap, Hrant Dink’in öldürülmesi üzerine sıklıkla hatırlatılmış, Hrant’ın da tıpkı kitapta olduğu gibi herkesçe bilinen ama engellenmeyen bir cinayete kurban gittiği anlatılmıştır. Diğer kitaplarını tek tek sayamasak da; 19 yıldır emekli aylığı bağlandığını bildiren mektubu bekleyen yoksul bir albay ve eşinin hikayesini anlatan Albaya Mektup Yazan Kimse Yok (1961), dünya tarihinde yer almış tüm diktatörleri tek bir karakterde birleştiren Başkan Babamızın Sonbaharı (1975), bir ömür boyunca süren tutkulu bir aşkı anlatan Kolera Günlerinde Aşk (1985) başyapıt niteliğinde kitaplarıdır. Gerçekliğin büyücüsü Marquez’i uğurlarken, son sözü kendisine bırakalım: “İmge, gerçeğe ulaşmanın aracıdır ve yaratmanın kaynağı -son çözümlemede- gerçekliktir her zaman.” Oya Öznur

İşçinin parasını peşkeş çekiyorlar İ

şten çıkarılan işçinin, işsiz kaldığı sürede temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için İşsizlik Sigortası Fonu oluşturulmuştu. Bu fon için işçinin ücretinden kesinti yapılıyor, ayrıca işveren ve devletin de fona katkı yapması öngörülüyor. Gerek işsiz kalan işçinin bu fondan yararlanabilmesi ağır koşullara bağlandığından gerekse işsizlere yapılan ödemelerin, sadaka ölçüsünde, çok düşük tutulmasından dolayı, bu fonda büyük miktarlarda para birikti. Bu para hem hükümetin hem de patronların ağızlarını sulandırıyor. O nedenle, bu kaynağı nasıl yağmalayacaklarının hesabını yapıyorlar. Hükümet, bu fondan GAP projesine büyük miktarlarda kaynak aktarmakla kalmadı; istihdamı teşvik gerekçesiyle, fonu, patronların işçilik maliyetlerini düşürmekte kullandı. Patronların ödemesi gereken SSK primleri fondan karşılanır oldu. Kısacası, işçilerin ücretlerinden yapılan

kesintiyle oluşturulan fon, işsiz kalan işçiler dışında, herkes tarafından hoyratça kullanıldı. Son olarak, yılbaşında yayınlanan Maliye Bakanlığı ile Hazine Müsteşarlığının ortak tebliği ile bu paraların sadece kamu bankalarında değerlendirilebileceği esası getirildi. Daha önce, fonda biriken paralar, en yüksek faizi veren on büyük bankadan birinde tutulabiliyordu. O nedenle bankalar, bu büyük miktardaki parayı kendilerine çekebilmek için, kıyasıya rekabet ediyor, ortalamanın bir-iki puan üstünde faiz veriyorlardı. Bu da fonun gelirinin artmasını sağlıyordu. Şimdi bu imkân ortadan kalkacak, fonun geliri azalacak. Çünkü üç kamu bankasının, fonda biriken paraya düşük faiz vermek konusunda, kendi aralarında anlaştıkları söyleniyor. Fonda yaklaşık 7 milyar (katrilyon) lira biriktiği düşünüldüğünde, yıllık faiz geliri kaybının 140 milyon(trilyon) lira ci-

varında olacağı hesaplanıyor. İşçinin parası “ayakkabı kutularına”! Kamu bankalarının kaynaklarının hükümet yanlısı patronlarca ve iktidar sahiplerinin yakınlarınca tepe tepe kullanıldığı biliniyor. Buralardan, iktidar yanlısı müteahhitlere ve yandaş medya sahiplerine cömertçe kredi verildiği herkesin malumu. 17 Aralık yolsuzluk operasyonunda, bunlardan birinin genel müdürünün evinde ayakkabı kutusunun içinde milyonlarca dolar bulunmuştu. Kısa süre tutuklu kalan bu şahıs, serbest bırakıldığında, hükümet tarafından ödüllendirilerek, bir başka kamu bankasının yönetim kuruluna seçilmişti. Bu da, hükümetin, kamu bankalarının yağmalanmasında ne kadar fütursuzca davrandığını göstermektedir. İşsizlik fonu paralarının kamu bankalarına yatırılmasıyla, bu banka-

ların iktidar yandaşlarına verdikleri kredilerin batık hale gelmesiyle bozulan mali yapıları güçlendirilecek, bilançoları düzgün hale getirilecek. İkinci olarak, bu devasa kaynak sayesinde yandaş medya sahiplerinin kullanacağı bir kredi havuzu oluşturulacak. Yandaş işadamlarına, batırmakta hiçbir sakınca görmedikleri krediler açılmaya devam edilecek. Kısacası, getirilen son düzenlemeyle, işçilerin parası sadece düşük faiz geliri karşılığında kapatılmış olmayacak; bu paralar iktidar sahipleri tarafından çarçur edilebilecek. Bu paraların, farklı evlerde, farklı “ayakkabı kutularında” ortaya çıkması sürpriz olmayacak. O nedenle işçiler, kendi alın terlerinin karşılığı olan ve işsiz kaldıklarında kullanmayı umdukları paralarına sahip çıkmalıdırlar. İşçilerin Sesi Haber


Mayıs 2014/26

İşçilerin Sesi

13

Greif işçisinin mesajını aldık mı? DİSK Tekstil örgütlü olduğu halde ve TİS süreci içindeyken bile, kardeş fabrikalardaki işçilere eylemli bir destek sunmadı. DİSK yönetimi mücadelenin yayılmasını istemedi, bu riske girmedi. Sosyalist gruplar Birçok grup için, özellikle de sendikalarda uzmanları olan sosyalist gruplar için, Greif işçisine yaklaşım sendikacılarınkinden pek farklı olmadı. Greif işçisi bize yeni bir mücadele dalgasının yaratılması için imkân sundu ama bu imkanı değerlendirmek yerine, ana mevzudan uzaklaşıp, çeşitli bahaneler üretip, Greif işçisinin karşısında yer alma manasına gelecek kampanyalar düzenlendi. Önemli olan neydi?

G

reif işçilerinin mücadelesi sürüyor. Fabrika işgaliyle başlayıp, DİSK Genel Merkezinde oturma eylemiyle devam eden mücadele iki buçuk ayı geride bıraktı. Polisin sabaha karşı yaptığı baskının ardından, özellikle öncü işçilere ve direnişin örgütleyicisi Bağımsız Devrimci Sınıf Platformu (BDSP) temsilcilerine, muhabirlerine yönelik polis şiddetini kınıyoruz. Çünkü bu şiddet, Greif patronu adına kusulan öfke ve kini temsil ediyor. Greif işçisinin hedef olduğu polis baskını karşısında DİSK Tekstil sendikası yönetiminin sessiz kalması, işçileri sonradan ziyarete bile gel(e)memesi, bu baskında nasıl bir suç ortağı olduklarının da kanıtıdır. İşte böyle bir sendika yönetimi olduğu için, Greif işçileri hem patronlarına hem de sendika yönetimine karşı bir mücadele yürütmek zorunda kalmıştır. Aksi halde kendi istekleriyle üye oldukları sendikanın yöneticilerine en başından itibaren öfke ve karşıtlık içinde olduklarını söylemek gerekir ki, mantıklı sayılamaz. Sendika yönetiminin tercihinin patronun çıkarlarından yana olması, işçilerin bunu böyle değerlendirmesinden sonradır ki, işçilerin öfkesinin önemli bir bölümü sendika merkezine yönelmiştir. Hollanda merkezli Amerikan şirketi

Patron bu isyanı sendikacıların kontrol edebilmesi için iki ay süre verdi. Sendikacılar isyanı önleyemeyince, bu sefer yine onların eliyle önce işçiler arasında bir bölünme yaratılmış, ardından direnişi sürdürmek isteyen işçi grubu, polise teslim edilmiştir. Tazminatları ödenmeyerek cezalandırılmıştır. Diğer yandan Hadımköy fabrikası kapatılarak, bin 200’e yakın işçi de dolaylı olarak cezalandırılmıştır. Patron ve sendika bürokrasisi, bize itaat etmezseniz, işsiz kalırsınız mesajını vermiştir. Mücadeleyi fabrika işgaline kadar büyütmek isteyecek işçilere de gözdağı verilmek istenmiştir. İşçiler açısından durum Mücadele etmenin onlara kazandırdıkları pek çok şey oldu. Birçok yeni çevre tanıdılar. Bugüne kadar doğru bildiklerinin birçoğunun yanlış olduğunu öğrendiler. Yasaların, devletin, polisin kimden yana olduğunu apaçık gördüler. Birleşen, örgütlenen işçilerin patronlar karşısında kararlı durabileceğini, işçilerin büyük gücünün neler yapabileceğini gösterdiler. Hızla bilinçlendiler, ellerindeki kuvvetin farkına vardılar. İlk başta, olumlu fikre sahip oldukları sendikaların, işçilerin elinden inisiyatifi ele almak için hangi oyunlara başvurabileceklerini de gördüler. Sonuç

olarak bedel ödediler ama öğrendiler de. Mücadelenin o duygulu anlarını yaşamak her işçiye kısmet olmayacaktır. DİSK Tekstil ve DİSK Genel olarak sendikalar cephesinden ise, karne zayıftır. İşçilerin yakaladığı bir fırsatı, mücadeleyi büyütmek, yaygınlaştırmak için kullanmadılar. Yüzde 30 ücret zammı ve taşeron sistemine son verilmesi gibi bir talep içeren, bunu fabrika işgali boyutuna taşıyan bir zemin varken; bu zemin üzerinden mücadeleyi omuzlayıp ileriye taşımayı denemediler bile. Böylece, iddialarının gerisine düştüler ve inandırıcı olamadılar. Bütün işçilerin özlem ve acil taleplerini içeren bir mücadelede, patronların bu talebin kazanılmasına imkân vermek istemeyeceklerini herkes düşünebilir. Dolayısıyla böyle bir mücadele, yani hem sendikalaşmayı başarmak hem de taşeron sistemine karşı çıkıp yüzde 30 gibi bir ücret artışı, 4 ikramiye talep etmek hızla işçi sınıfı içinde taraftar bulabilecek yeni bir mücadele dalgası yaratabilirdi. Ne zaman? DİSK yönetimi bu mücadeleye sahip çıkıp, sendikasız işyerlerine, taşeron işçilerine götürebilseydi. Bırakalım diğer işyerlerine götürmeyi, Greif patronuna ait 2 işyerinde

Greif işçisi, bize çok uzun zamandır yaşamadığımız boyutta bir fabrika işgali ve taşeron sistemine karşı mücadele örneği sergiledi. Yoksa Greif Hadımköy fabrikasıyla sınırlı kalan bir mücadele eliyle, işçilerin ileri sürdüğü taleplerin elde edilmesi, patronların bu taleplere boyun eğmesi, maddi olarak az bir ihtimaldi. Bu koşullarda, yani elden gelen her türlü çabaya rağmen, mücadelenin diğer fabrikalara yayılmadığı koşullarda, bir durum değerlendirmesi yaparak, işçilerin o ana kadar kazanılmış olan haklarını garanti altına alan bir sözleşmenin imzalanması, bugünkü sonuçtan çok daha moral verici, işçilere umut verici olacağı da söylenebilir. Ancak bütün bunların ardına sığınarak, patronun, devletin ve sendika bürokrasisinin suçlarını örtmeye kalkmak, işte bu sendikal ve siyasal yaklaşımla yol yürümek, Greif’tan sonra neredeyse olanaksızdır. Greif işçilerinin mücadelesi, cesareti, hedefleri işçi hareketinin çıtasını yükseltmiş ve yeni bir başlangıç olmuştur. Mücadele etkisinin azaltarak devam ettiğini de unutmadan, Greif deneyiminin muhasebesini yapıp yeni bir devrimci sınıf siyasetinin inşa edilmesi için çalışmak, işçi sınıfı sosyalistlerinin önünde görev olarak durmaktadır. Seyfi Adalı


14

İşçilerin Sesi

Mayıs 2014/26

Plastik

“Söyle, arkadaşların seni rahat bıraksın” B ir işçi arkadaşımıza işten çıkması için neler yapmadılar ki? Bir hafta içinde iki defa üst üste tutanak tuttular. Yanlarına çağırıp üçüncü tutanağı da tutup seni işten çıkartacağız dediler. Senin çalıştığını biliyoruz ama yine de tutanak tutacağız demekten çekinmediler. Engelli kadrosundan çalıştığı için kolayca işten çıkartamıyorlar. Ama onun da lafı cebinde: Gereken cevabı veriyor. Bir de tutanaklara noterden ihtarname çekti. İhtarname etkili oldu. Mobbing bu demiş. İnsan Kaynakları şefi daha sonra gelip, önüne boş bir kâğıt uzatıp “mobbing demişsin, mobbing nedir yazsana” demiş. O da senin masanda çok iş yasası, iş hukuku kitabı var, orada yazmıyor mu, diyerek yanıtlamış.

Son olarak dışarıya mesaj vermişler. “Git onlara söyle seni rahat bıraksınlar” demişler. Türkçesi, “şirketi rahat bırakın” demektir. Ne kadar çaresizler bir bilseniz, kafayı sıyıracaklar neredeyse. İşin bu kısmı çok keyifli tabii… En çok işyeri bültenlerinden rahatsızlar İşyeri yemekhanelerine kurulu olan, kapalı devre yayın yapan işyeri televizyonundan işyeri bülteni için yayın yapmaya devam ediyorlar. Dışarıda kâğıt dağıtanlarla konuşmayın kağıt almayın dağıtanları bize bildirin, diye durmadan yazı geçiyor. 7 aydır kâğıt çıkmıyor ama öyle korkuyorlar ki, televizyondan yayın sürüyor. İşyerini kötüleyen yazı yazıyorlar bu suçtur, iş sözleşmeniz fesih olur, di-

yorlar. Kağıt alan bir işçiyi mahkemeye vermişler, şikayet dilekçesi televizyondan devamlı yayınlanıyor. Alt yazıda siz de bu suçu işlemeyin yazılar devamlı geçiyor. Haksızlık yapmaya devam ediyorlar Yeni işe girenler bir, iki gün çalışıp işi terk ediyor. Biraz çalışmak isteyenler olsa da, beğenmediklerini küçülmeye gidiyoruz diyerek işten çıkartıyorlar. Ama sen yine de daha iyi bir iş buldum diye şu kâğıda imza at diyorlar. Hakkını bilmeyen işçi de, 6 aydır beni sözleşmesiz çalıştırıyorsun diyerek hesap soramıyor. Bütün bunları yaparken ekranda işçi alımı var yazısı duruyor. Şefler hijyen bölümünün Çerkezköy’e taşınacağını yaymaya başladılar. Çerkez-

köy’den 12 saat çalışmaya işçi bulamayacakları için buradan işçi götüreceklermiş. Gitmek istemeyen işçiye de servis var daha ne istiyorsunuz, diyorlar. Hem gitmek zorundasınız gitmezseniz anlarsınız ya neler olacak diye tatlı sert tehdit ediyorlar. Dengesizlik de sürüyor. Sadece gündüz vardiyası için saat 4’de poğaça dağıtmaya başlamıştı. Perşembe, cuma günü dağıttı üçüncü gün o dağıtımı da kaldırdı. Kısacası, Kasım ayından beri patron saldırı halinde, biz savunmadayız. Savunmamız çok güçlü değil ama sonumuzu da getiremediler. Yine de örgütlenmeye devam ediyoruz, edeceğiz. Haksızlıklara boyun eğmek yok. Ersin

getir dediler. Tekrar derneğe geldim yine konuştuk: Onların hesapladıkları rakamda Ocak zammı yoktu. Biz zamlı hesaplamıştık. Dernek de bir kâğıda yazdı ve işyerine gittim. Bu arada, bu kadar gidip gelmemin kolay olmasının nedeni iki, üç günü ücretli izinli saydıkları için oldu. Rahatça gidip geldim. İnsan Kaynakları şefine tekrar ettim ya 23 bin lira ya da işimi istiyorum. Hop oturdu hop kalktı. İçeriye gitti, geldi, yine gitti… Her neyse sonuçla 23 bin 44

lira tazminat verdiler. 44 nedir dedim, o da çok gidip geldin yol parası dediler. Kuşkusuz tazminat için çalışmıyoruz ama tazminatımızı da onlara verecek değiliz. Patron büyük zengin. Ona 23 değil 123 olsa dokunmaz. Ancak bu işyerinde tazminat almak pazarlıkladır. Tam hesaplayıp bankaya yatırıyorlar, pazarlıkta kabul ettiğin rakamı ödeyip gerisini elinden alıyorlar. Yüzlerce, binlerce işçi böyle yarım tazminat alarak işten çıktı. Ben 16,5’u 23 yapmışım çok mu? Nihat

Plastik

16,5 nasıl 23 oldu? P

atron mücadeleci işçilerin sonunu getirebilmek için her yolu deniyor. Bana da kafayı taktılar. Neredeyse 3 aydır özel olarak uğraşıyorlardı. İçeriye çağırdılar, toplantılara katılıp katılmadığımı sordular. Ben de bir toplantıya katıldım, sonra katılmadım demiş bulundum. Onlarda seni izleyeceğiz diyerek “serbest” bıraktılar. Daha sonra çeşitli oyunlarla bölümümü değiştirdiler, 4 gün çalıştırdılar. Ocak zammı vermediler. Her seferinde “gel işten çık” diye teklif getirdiler, ben de “çalışmak istiyorum” diye yanıtladım.

Son olarak tazminatımı hesaplayıp önüme koydular. Senin hakkın 16,5 ama biz 19 vereceğiz dediler. Gidip sendikaya hesaplattım onlar da 16,5 hesapladılar. 8 yıllık işçiyim. Asgari ücretle çalışıyorum. 250 lira kömür parası 2 maaş ikramiye var. Hepsi bu. İşçi Derneğine gittim orada hesaplattım: 23 bin lira çıkardılar. İşyerine gittim bu rakamı söyledim. Olmaz dediler. En son 21 olur, dediler. Elime, imzalı kaşeli kâğıda hesaplayıp verdiler. Git kime gösterirsen göster, bu rakamın üstünü hesaplarlarsa bize de

THY

Şimdilik her şey sakin, ama herkes biriktiriyor

G

revin sona ermesi ve 305 işçinin şu veya bu biçimde işe geri dönüşünün ardından, işyerinde genel bir durgunluk hakim. Şirket ve sendikanın yeni yönetimi “algı yönetimi” teknikleriyle, hepimizin sakinleşmesini sağladı. İşçi başına sözleşme dışından 5 bin 500 liranın ödenmiş olması, iş yükünü hafifleten bir etken oldu. İşe geri dönen arkadaşlarımız, çalışanların gurur kaynağı. Herkes onlara imrenerek bakıyor. Öyle ki, yeni işe girmiş statüsünde olmalarına rağmen, deneyimli bir kabin memuru gibi çalışıyor olmaları, hemen dikkat çekiyor. Sorular peşpeşe geliyor. Sonucunda bu deneyimin yine THY’de elde edildiği öğrenilince başlıyor grev veya 305 sohbeti… Tabii ki sendika kongresi de bu sohbetlerin temel konusu. Gökkuşağı Hareketinin kon-

greye katılmamış olması, en çok eleştirilen konu. İşe geri dönenler arasında davalarını geri çeken 40 kadar işçi henüz “TİS farkı”nı alamadı. Sendika bu konuda da etkisiz eleman. Şirket yönetimi ne verirse, ne derse onu tekrar ediyor. Bağımsız bir duruşu, sendikal kimliği yok. Olamazdı da. Sendikanın gerçek niyeti, sendikal duruşu ise, 2016 toplu iş sözleşmesinde anlaşılabilir. Bu tarihe kadar oyalama devam edecektir. 2016 tarihi sadece TİS için değil, sendikanın yüzde 3 barajıyla karşılaşacağı tarih. Bugünkü üye sayısı ulaştırma işkolunda yüzde 3 barajını geçmeye yetmiyor. Sendika barajı geçmek isteyecek mi yoksa işçileri TİS yetkisinin dışına mı düşürecek, bir soru olarak duruyor. Tüm bunlardan dolayı, bugün stabil olan

hava, yarın farklı bir biçime dönebilir. Teknik AŞ’den alınıp Hat Bakım olarak THY bünyesine katılan yaklaşık 700 teknisyen, geçtiğimiz ayda yeniden Teknik AŞ’ye aktarıldı. THY’de olan ve teknisyenlerde olmayan kimi haklarından (örneğin, uçak bileti) oldular. Sendika buna da ses çıkartmadı. Hak kayıplarını telafi edici davranmadı. THY büyüyen ve kârlı olan, Türkiye’nin en kurumsal işletmesi. Sadece kabinde çalışanların sayısının 10 bine çıkması bekleniyor. Bu ise, son derece katı çalışma kuralları demek. Ayrıca “beş yıldızlı” şirket olma hedefi de çalışanlar üzerindeki baskıyı artırıyor. Öte yandan, Derneklerin genel kurulları ayrı bir gündem. Yönetimler yenileniyor. Hızla büyüyen bir işletmede

çalışanların çıkarlarının mesleki sınırlar içinde kalarak korunamayacağı çok açık. Aksine, grev sırasında görüldüğü gibi, meslek kuruluşları ters yönde etkili de olabiliyor. Pilotlar Derneği örneği gibi. Mesleki olarak yapılabilecek çok şey var kuşkusuz ancak, çalışanların ortak sorunları temelinde dernekleri koordine eden bir yaklaşıma ihtiyaç var. Sonuç olarak THY çalışanları son iki yıl içinde 305’in atılması, grev ve sendika kongresi; daha sonra sendika yönetiminin değişmesi, grevin sona ermesi ve 305’in geri dönüşü gibi, bir hayli yoğun, yorucu ve yıpratıcı olaylar yaşadılar. Bütün bunlar şirket hızla büyüdüğü koşullarda oldu. Dolayısıyla taşların yerli yerine oturması, geçen sürenin muhasebesi ve gelecek döneme dair politikaların belirlenmesi için zamana ihtiyaç var. Serdar


Mayıs 2014/26

İşçilerin Sesi

15

Gıda

Patron istediği gibi hareket edemez İ

ki ay önce maaşların tümü bankaya yatacak diye açıklama yapıldı. Ama halen elden veriliyor. Yarısı için bordro yerine küçük bir kâğıt veriyorlardı, o kâğıtta işçi ne kadar mesai parası alıyor ya da gelmediğinde ne kadar parası kesiliyor onu takip edebiliyordu. Artık o kâğıt parçasını bile vermiyorlar. Sorunca bahane hazır: “O kâğıtlar bizi oyalıyor gelin biz size açıklama yaparız”. Ustada insaf arama Patron ve yalakaları işçiye her türlü baskı yapmaktan kaçınmıyor. Bir işçi hastalanıp rapor almıştı. Usta o işçiyi gündüz yerine gece çalıştırdı. Oysaki yasal olarak raporlu işçi çalıştırılamaz. İş yasasına göre yasaktır. İşçinin başına bir sorun gelse bunu patron ve yalakaları üstlenecek mi?

İş güvenliği yok Kâr hırsı, patronun gözümü kör etmiş işçinin sağlığı umurunda bile değil. Günde tonlarca mal taşıyan işçiler var. Hepsinin beli ağrıyor ne bir beli korumak için kuşak veriliyor ne de bazı bölümlerde asansör var. İşçi tonlarca ıskartayı merdivenlerden kucaklayıp indiriyor. Buna karşılık, işçinin her hakkı kısıtlanıyor. Başımıza ne geldiyse… İşçi arkadaşlarımız arasında bu haksızlıklara itiraz eden pek az işçi var. Çoğunluk işçi, her şeye şükrediyor; daha iyisin mümkün olduğunu bilmediği için, daha da kötü olmayayım diyor. “Yeter ki mesaiye kalalım da yemek bile vermesin” diyecek kadar ileri gidenler var. Oysaki gıda işçilerinin mücadele tarihine bakılırsa,

sendikalı işyerlerinin 4 ikramiyeli ve iş güvenliğine uygun çalışma koşullarının sağlandığı da olduğu görülür. Tabii ki bun saydığımız haklar işçilere gönüllüce verilmemiştir. İşçiler hakları için birleşip, örgütlenip alabilmiştir. Bugün o devir değil. Ama nereye kadar? Haksızlıklara itiraz etmeden nereye kadar kendini sömürttürebilirsin ki? Patronun kârına kâr katıyoruz ama payımıza düşeni isteyemiyoruz, almak için mücadeleye yanaşmıyoruz. Bunun fazla gitmeyeceği çok açık. Geçmiş işçilerin deneyimlerini, elde ettikleri hakları öğrenip biz de neleri talep edebileceğimize karar vermeliyiz. Aksi halde ne patrondan ne de yalakalarından bize fayda var! G.Kemerli

Tekstil

Patronlar ders çıkartıyor A

tılan işçileri geri aldırma mücadelemizin işveren üzerindeki etkisi büyük oldu. Onu, işçilerin isteklerini yapmaya mecbur bıraktı. İşçi arkadaşlarımız bu mücadeleyi bir ileri noktaya taşımak konusunda yeterince kendilerine güvenli olmadılar. Örneğin, sendika üyeliği aşamasına çıkılamadı, tazminatlarını alıp gitmeyi tercih ettiler. Üstelik en bilinçli ve siyasi olan işçiler bile, tazminat akışına kendilerini kaptırdılar. Patron bu mücadeleden bir ders çıkarttı. Bu ders işçilerin sorunlarına eğilmesi gerektiğidir. Nitekim işyerinde işçilerin yayınladığı aylık işçi bültenlerine çok benzer biçimde; hatta işyerinin adı dışında ismini de benzeterek “…’nın Sesi ve …’dan Haberler” başlıklarıyla işyeri gazetesi çıkarttı. Aylık

çıkartmaya başladı. Patron işçilerin sorunlarını kâğıtlardan öğreniyordu. İşçiler işyerindeki olumsuzlukları bu kağıtlara yazıyor ve dışarıdan dağıtımını sağlıyorlardı. Patronun çıkarttığı gazete de işçilere “biraz tebessüm, biraz fal, biraz da suyun sağlığımız için faydalarını anlatmakla işe başlamış! Bizlerin en büyük sorunlarından biri olan düşük ücret, yoğun mesaiye ise, hiç değinilmemiş. Buda işçilerin dikkatinden kaçmadı. Şimdilik işçilerin tekrar bir ayaklanma yapmaması için şirinlikler yapmaya çalışıyorlar. Uzmanlardan iş ve çalışma moral motivasyonu diye uyduruk eğitimler almışlar. İşçilerle işyeri ve çalışma koşulları ile ilgili sürekli toplantılar yapıyorlar. İkinci ders: Telefon dinlemesi

Geçen ayki eylem sırasında işçiler, patronla yapılan görüşmeleri dışarıdaki arkadaşlarına dinletmişler. Bunu öğrenen patron, işçilerle yaptığı toplantıda önce cep telefonlarını toplattı, sonra konuşmaya başladı. Sizlere güveniyoruz, sizler çıkan işçiler gibi yapmayacağınızı biliyoruz diyerek çıkan işçileri kötüleyip, bizlerin gönlünü almayı ihmal etmedi. Ancak bize de güvenmediği göstermiş oldu. Demek ki, patron dersine iyi çalışmış. Yapılan eylemin ardından işten çıkan işçiler de içeride kalanlar da pişman değiller. Ama şefler ayaklanan işçi karşısında başarısızlıklarını hazmedemedikleri için, “işten çıkan arkadaşlarınız aradılar çıktıklarına çok pişmanlar akıllı olun” diyerek, yüreklerine su serpiyorlar. İşçilerin cevabı net oldu: Onları bilmeyiz

ama biz de onlarla çıkmadığımız için pişmanız! Şefler de patronlar da işçiler sessiz dursa bile, bizim o eski saf boyun eğip çalışan işçiler olmadığımızı çok iyi biliyorlar. Önceden resmi tatillerde çalışıp çalışmayacağımız son gün belli olurken, şimdi bir hafta önceden 23 Nisan’da, 1 Mayıs’ta çalışmıyoruz arkadaşlar diyorlar. Programınızı ona göre yapın, diye de ekliyorlar. İşçilerin örgütlülüğü, birlik olmasının ne kadar önemli olduğunu, hak almanın tek yolunun mücadele etmek olduğunu bir kez daha gördük. Şimdi sıra, bizim ders çıkartıp, sonraki aşamalarda neler yapabileceğimize karar vermekte! Murat

Kargo

Kâr neredeyse sermaye oraya! F

arklı alanlarda faaliyet gösteren, Kargo, Havayolu, Turizm, İnşaat vb. şirketlerden oluşan büyük bir Holding gurubu olan bir şirkette çalışıyorum. Şirketin faaliyet alanı çok olunca patronun hangi şirketi ne kadar kâr ediyor, çalışan insan sayısı ne kadar bilebilmemiz çok zor ve anlaşılan o ki, patronun daha fazla kâr etmek için

bu şirketler arasında hangisine önem verdiğini daha doğrusu sermayesini hangi şirketin alanına kaydırdığını anlamamız için, bize zarar vermesini beklememiz gerekiyor. Bu dönemde inşaat çok kâr getiren alan olduğu için kargo alanında küçülme bahanesiyle onlarca işçi ve idari kadrodan çalışanı işten çıkarttı, sayıyı tam olarak bilemememizin sebebi şubelerin

dağınık olmasından ve yeterli düzeyde iletişimin olmasından, yani örgütlenmemizin olmamasından kaynaklanıyor. Aynı sebepten dolayı da bu işten atılmalara hiçbir örgütlü tepki veremedik, işten atılan arkadaşlarımıza sahip çıkamadık. Biz işçiler örgütsüz ve dağınık olduğumuz sürece patronlar bizim emeğimiz üzerinden biriktirdikleri sermayeyi istedikleri kârlı alana kaydırma hakkını

kendilerinde görebiliyorlar, üstelik işten attıkları işçilerin gelecekleri aileleri onların umurlarında değil sadece kâr etmeleri ve rekabet etmeleri onlar için önemli. Biz işçiler de kendi çıkarlarımızı önemseyip bu türden saldırıları engellememiz için örgütlenmemiz gerekiyor. S.Arık


İşçilerin Sesi 1 Mayıs İşçi Emekçi ve Bütün Ezilenlerin Birlik Dayanışma ve Mücadele Günüdür

İ

şçi ve emekçi kitleler tarafından dünya çapında kutlanan 1 Mayıs, aslında bugün için bir bayramdan daha çok birlik, dayanışma ve mücadele günüdür. Ücretli kölelik düzeni olan kapitalizmin sömürü ve tahakküm cenderesi emekçi kitlelerin mücadelesi sonucu geriletilip ortadan kaldırılana kadar da bütün 1 Mayıs’lar birlik, dayanışma ve mücadele günü olacaktır. 1 Mayıs alanlarını bayram yerine çevirebilmenin ve 1 Mayıs’ları gerçek anlamda bir bayram olarak kutlayabilmenin yolu da birlik, dayanışma ve mücadeleden geçiyor. O nedenledir ki 1 Mayıs’lar işçilerin ve emekçilerin, kadınların ve gençlerin, din, dil, ırk, cinsiyet ve cinsel yönelim temelli her türlü ayrımcılığa karşı çıkarak, hak ve özgürlük taleplerini hep birlikte haykırdıkları bir gündür. 1 Mayıs işçilerin, emekçilerin ve bütün ezilenlerin kurtuluşuna uzanan mücadele yolunun mihenk taşıdır.

Bütün ülkelerin işçileri, birleşin! 1 Mayıs dünyanın birçok ülkesinde, mücadeleler sonucunda resmî tatil olarak kabul edilmiştir. Türkiye’de ise 1 Mayıs ilk kez 1923’te resmen kutlanmıştır. Mücadeleler ve ödenen bedeller sonucunda da, 2008 yılının Nisan’ında, 1 Mayıs’ların “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edilmiştir. 22 Nisan 2009 tarihinde TBMM’de kabul edilen yasa ile de 1 Mayıs resmi tatil olarak kabul edilmiştir. Ücretli kölelik düzeninin azgınlaşarak taşeron sistem cenderesini her geçen gün daha da dayattığı günümüzde, kayıtdışı ve insanlık dışı koşullarda çalıştırılan işçilerin çoğu 1 Mayıs’ların “resmi tatil” olduğunun farkına bile varamamaktadırlar. Bugün farkında olunan tek şey ise sermayenin hükümetlerinin 1 Mayıs yasakları, sokakları kuşatan devlet terörü ve polis şiddetidir. Tam da bu nedenle bugün bir kez daha üzerimize düşen görev birlik, dayanışma ve mücadeledir. İş Güvencesi, Yeterli Ücret, Taşerona Son! 1 Mayıs’ta Alanlara! 1 Mayıs’ta Taksim’e! N.Cemal

1 Mayıs’ın tarihi üzerine B

ir proleter bayram gününü, sekiz saatlik iş gününü elde etme aracı olarak kullanma düşüncesi ilk kez Avustralya’da doğdu. Avustralyalı işçiler, 1856’da, sekiz saatlik işgünü için gösteriler yaparak, toplantılar ve eğlenceler düzenleyerek, hep birlikte bir günlük iş bırakma (grev) kararı verdiler. Bu kutlamanın yapılacağı gün olarak da 21 Nisan tarihi saptandı. Avustralyalı işçiler bu kararı, yalnızca 1856’da uygulamaya niyetlenmişlerdi. Ama bu ilk kutlamanın Avustralyalı proleter kitleler üzerinde çok büyük etkisi oldu. Onları canlandırıp yeni bir heyecana yol açtı. Bu kutlamanın her yıl tekrarlanmasına karar verildi. Gerçekten işçilere, kendi kendilerine kararlaştırdıkları bir anda, kitle halinde işi bırakmaktan daha fazla cesareti ve kendi gücüne güven duygusunu ne verebilirdi ki? Fabrikaların ve atölyelerin kölelerine, kendi öz birliklerini topla-

maktan daha fazla ne cesaret verebilirdi ki? Böylece, proleter bir kutlama günü düşüncesi hızla benimsendi. Avustralya’dan diğer ülkelere yayılmaya başladı. Ta ki sonunda proleterlerin bütün dünyasını fethedene dek. Avustralyalı işçilerin örneğini ilk izleyen Amerikalılar oldu. 1886’da l Mayıs’ın evrensel bir iş bırakma günü olmasına karar verdiler. l Mayıs’ta 200 bin Amerikalı işçi iş bıraktı ve 8 saatlik işgünü talebinde bulundu. Daha sonra uygulanan polisiye ve yasal baskılarla, işçilerin bu ölçekte bir gösteriyi tekrarlaması birkaç yıl engellendi. Yine de 1888’de bu yolda yeniden karar aldılar ve gelecek gösterinin l Mayıs 1890’da olmasını kararlaştırdılar. Bu sırada Avrupa'daki işçi hareketi de güçlendi ve canlandı. Bu hareketin en güçlü ifadesi, 1889'da toplanan Uluslararası İşçiler Kongresi oldu. 400 delegenin katıldığı bu Kongrede, sekiz

saatlik işgünü talebinin başta yer alması gerektiği yolunda karar alındı. Bunun üzerine Fransız sendikalarının temsilcisi, Bordeaux’lu işçi Lavigne, bu talebin tüm ülkelerde evrensel bir iş bırakma ile dile getirilmesini teklif etti. Amerikan işçilerinin temsilcisi, yoldaşlarının l Mayıs 1890’da grev yapılması yolunda aldığı karara dikkat çekti ve Kongre bu tarihte uluslararası bir proletarya gününün kutlanmasına karar verdi. Otuz yıl önce Avustralyalı işçiler, aslında yalnızca bir günlük kutlama düşünmüşlerdi. Kongre, tüm ülkelerin işçilerinin, l Mayıs 1890’da sekiz saatlik işgünü için, hep birlikte gösteriler yapmasını kararlaştırdı. Kimse bu kutlamanın daha sonraki yıllarda da tekrarlanmasından söz etmedi. Doğal olarak, hiç kimse, bu düşüncenin bir şimşeğin çakışı gibi başarı kazanacağını ve işçi sınıfı tarafından kısa zamanda

benimseneceğini önceden göremezdi. l Mayıs’ın her yıl sürekli olarak kurumsal nitelikte kutlanacak bir gün haline getirilmesinin gerekliliğini herkesin kavraması ve hissetmesi için, l Mayıs’ın yalnızca bir kez kutlanması yeterli olmuştur. İlk l Mayıs’ta sekiz saatlik işgününün uygulanması talep edildi. Ama bu hedefe ulaşıldıktan sonra da, l Mayıs’ın kutlanmasına son verilmedi. İşçilerin burjuvazi ve egemen sınıf karşısındaki mücadelesi devam ettiği ve tüm talepleri karşılanmadığı sürece, bütün l Mayıslar, işçi sınıfının taleplerini her yıl dile getirildikleri bir gün olmaya devam edecek. Ve daha iyi günler doğduğunda, dünya işçi sınıfı kurtulduğunda, büyük bir olasılıkla insanlık o zaman da l Mayıs’ı, geçmişte verilen zorlu mücadelelerin ve çekilen acıların anısına kutlayacaktır. Rosa Lüksemburg


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.