İşçilerin Sesi Ekim 2012

Page 1

Sayı: 7 Ekim 2012

ISSN: 2147-1568

1.5 TL

NE TAYYİP'İN SULTASI, NE GENERALLERİN BALYOZ'U

ÖZGÜRLÜK İŞÇİLERLE GELECEK!

3

Demokratik bir rejimin ve özgürlüklerin güvencesi dünyanın hiçbir yerinde generaller veya burjuva hükümetler olmadı. Demokratik bir rejimden ve en geniş özgürlüklerden çıkarı olan tek sınıf işçi sınıfıdır. Türkiye’de özgürlüklere ve demokrasiye ihtiyacı olan işçi sınıfı ve Kürt halkıdır.

3

Demokrasinin ve özgürlüklerin tek güvencesi işçi sınıfının siyasi örgütlü gücünün varlığıdır. Gerçek anlamda askeri darbeleri önlemek, AKP rejiminin İslamo-faşist uygulamalarına engel olabilmek için, işçi sınıfının her düzeyde yeniden ve yeniden örgütlenmesi gereklidir.

BARO KADIN HAREKETİNİ YARGILIYOR.....................................................................3

KRİZ VE SAVAŞ ZAMLARI BUNLAR!..........................................................................8

N.Y.’NİN SESİNE KULAK VERMEK!............................................................................3

TİSK’TEN HÜKÜMETE UYARI, İŞÇİYE TEHDİT.............................................................9

KÜRT SORUNU SİYASİ BİR SORUNDUR.....................................................................4

SENDİKALARIMIZI RAHAT BIRAKIN!..........................................................................9

SINAVLAR KALIYOR AMA DERSHANELER KALKACAK................................................5

ORTADOĞU İSLAM KARŞITLIĞINA KARŞI AYAKLANDI .............................................10

TOKİ’DE YENİ DEVİR: “İSTEDİĞİN YERİ KAMULAŞTIR!”...............................................5

AKP’NİN SAHTE DEMOKRASİSİ .............................................................................11

TAŞ İŞ DER İŞÇİ DEMOKRASİSİNİ GÖSTERDİ ............................................................6

THY İŞÇİLERİNİN İŞE İADE DAVASI BAŞLADI ..........................................................12

TİDEP, KADRO DUASINA ÇIKTI!................................................................................7

PATRONLAR RAHATSIZ OLDU, ÇEVİK KUVVET “SÜPÜRDÜ”.....................................13


İşçilerin Sesi

BİZ KİMİZ? NE İSTİYORUZ? NE İÇİN MÜCADELE EDİYORUZ? Bugün dünyaya egemen olan anlayış sömürücü, ırkçı, gerici, baskıcı ve cinsiyetçi zorbalığa dayanıyor. Kapitalizm insanlık için son çıkış yolu olamaz. İnsanlığın kurtuluşu, sömürü ve baskıdan; ayrımcılıktan uzak yeni bir toplum olmalı, bu da komünizmdir. Rusya'da 1917 Ekim İşçi Devriminden kısa bir süre sonra, Doğu Avrupa, Çin ve Küba'da daha en başından itibaren "işçi sınıfı" ve "komünizm" adına yaşananlar, işçi sınıfının çıkarlarından uzak, bürokratik ve yozlaşmış rejim deneyimleri olmuştur. Bu rejimlerle "işçi demokrasisinin" ve "komünizmin" doğrudan ilgisi yoktur. Komünizm, işçi sınıfı ideolojisidir; onun tarafından ve dünya seviyesinde inşa edilebilir. İşçilerin Sesi Gazetesi, insanlığın kurtuluşu olan komünizmi, kadın ve erkeklerin her türlü sömürü, ezme-ezilme ilişkisinden; ayrımcı uygulamadan, yabancılaşmadan kurtuluşu olarak anlıyor. Kürt ulusunun kendi kaderlerini tayin hakkını savunuyor. İşçilerin Sesi Gazetesi, kapitalistlerin kârı uğruna işçilerin sömürülmesine hizmet eden tüm kurumlara burjuva devlete, meclise, mahkemelere, orduya ve polise karşı tutum alır. İşçilerin Sesi Gazetesi, sendikaların devletten ve sermayeden bağımsız, demokratik, şeffaf olmalarını savunur. İşçilere ihanet eden sendika bürokratlarına karşı mücadele eder. Sendikaların yeniden ve tabandan gelişecek işçi hareketi eliyle birer işçilerin öz örgütü haline gelmesi için çalışır. İşçilerin Sesi Gazetesi, işçi sınıfının ekonomik ve demokratik hakları gibi, siyasi hakları ve iktidarı için de mücadeleyi zorunlu sayar. Tüm işçilerin, emekçilerin, yoksulların öz çıkarlarını savunacak Enternasyonalist Komünist bir işçi partisinin inşasını amaçlar. Bu aynı zamanda uluslararası işçi sınıfının partisi olacak olan yeni bir Komünist Enternasyonalin inşası demektir. İşçilerin Sesi Gazetesi,’nin savunduğu görüşler bunlardır. Bu amacı paylaşan tek tek işçi ve aydınlarla; devrimci örgütlerle birlikten yanadır. Bu gazeteyi savunanlar Marks, Engels, Lenin, Rosa ve Troçki’nin geleneğine bağlıdır; Enternasyonalist Komünisttir.

2

ÖZGÜRLÜK İŞÇİLERLE GELECEK!

ASKERİ DARBELERE DE AKP REJİMİNE DE GEÇİT YOK! Demokrasinin ve özgürlüklerin tek güvencesi işçi sınıfının siyasi örgütlü gücünün varlığıdır. İşçi sınıfının 1960’ların ve 1970’lerin ikinci yarısına denk gelen her iki dönemde de sendikaları, siyasi partileri ve parlamentoda yer alışı sayesinde, Cumhuriyet döneminin hem ekonomik hem de siyasi olarak “refah” içinde yaşama hakkını elde etmişti. “Balyoz Davası” olarak adlandırılan ve her düzeyde 325 askerin (general, subay ve astsubay) yargılandığı davanın kararını İstanbul 10’uncu Ağır Ceza Mahkemesi 23 Eylül’de açıkladı. Sanıkların 36’sı hariç tümü “darbeye teşebbüs”ten dolayı 13 ile 20 yıl arasında ağır hapis cezası aldı. İşçi sınıfı ve sosyalistler askeri darbelerin ne demek olduğunu yaşayarak biliyorlar. Söz konusu askeri darbe işçi düşmanı AKP hükümetine “karşı” planlanmış bile olsa, gerçekleştiği durumda büyük sermayenin ve ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda topluma şekil vermek anlamına gelecekti. Egemen sınıflar arasında yaşanacak iktidar değişikliğini fırsat bilen “balyoz”, emekçilerin hak ve özgürlüklerinin tepesine inecekti. Ekonomik ve siyasi fatura son tahlilde emekçilere kesilecekti. 1960, 1971, 1980 darbelerini hatırlayalım: Tamamı iktidardaki sağcı partilere karşı gerçekleştiler; Menderes ve Demirel’i devirdiler ve sonunda işçi sınıfının hakları kısıtlandığı gibi darbe sonrasında sağcı partiler hem de daha güçlü bir biçimde iktidar oldular. 12 Eylül 1980 darbesi olmasaydı ne Turgut Özal ne Tansu Çiller ne de Tayyip Erdoğan iktidar olabilirdi. İşçi sınıfı ve sosyalistler, tereddütsüz biçimde askeri darbelerin karşısında olmalıdır. Genel ve ilkesel tutumumuz bu olmakla birlikte, Balyoz Davası, iktidarın siyasallaştırdığı hukuk zemininde sonuçlanmıştır. Üçüncü hükümet dönemini “ustalık

dönemi” olarak açıklayan Tayyip Erdoğan, “yasama, yürütme ve yargıyı” tek elde merkezileştiren iktidarıyla, kendisini tehdit eden askeri unsurları tasfiyeyi amaçlamıştır. Balyoz Dava kararı askeri darbelere meyledecek generalleri caydıracak ağırlıkta sonuçlanmamıştır. Burjuva hukuku açısından bile şaibeli deliller, usul hataları vardır. Karar sonrasında yapılan açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, Yargıtay’da veya Anayasa Mahkemesinde dava kararının bozularak yeni bir yargılamayla ve göstermelik cezalarla sonuçlandırılması sürpriz sayılmamalıdır.

etmesidir. Bu sistemin hangi siyasal biçimlerde devam edeceğine o günkü güç dengeleri karar verecektir. Demokrasinin ve özgürlüklerin tek güvencesi işçi sınıfının siyasi örgütlü gücünün varlığıdır. İşçi sınıfının 1960’ların ve 1970’lerin ikinci yarısına denk gelen her iki dönemde de sendikaları, siyasi partileri ve parlamentoda yer alışı sayesinde, Cumhuriyet döneminin hem ekonomik hem de siyasi olarak “refah” içinde yaşama hakkını elde etmişti.

Öte yandan darbe teşebbüsünde bulunanların sivil mahkemelerde yargılanması da Türkiye’nin demokratik bir rejimle yönetildiğine kanıt sayılmaz. KCK duruşmaları, tutuklu öğrencilerin davaları, Devrimci Karargâh gibi düzmece davalar Türk sivil hukuk sisteminin hiç de demokratik olmadığını ortaya koyan örneklerdir.

Bu dönemde hem ücretlerini yükseltmiş, sosyal haklarını elde edebilmiş, hem de siyasal iktidarların baskılarına karşı direnebilmiştir. 1965 seçimleri, 1967 yılı DİSK’in kuruluşu, 15-16 Haziran 1970 grevi, 1 Mayıs 1977 ve 1978 yılı Faşizmi İhtar ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri kapatılsın eylemleri sayesinde işçi sınıfı toplumsal ve siyasal gücünü ortaya koyabilmiş; özgürlük alanını genişletebilmişti..

Üstelik Türkiye’de askeri darbe ihtimali ortadan kalkmamıştır. Askeri darbeler, siyasal ve ekonomik zeminlere gerek duyar. Darbe teşebbüsünün bugün başarısız kalmasının nedeni, AKP’nin arkasında duran siyasi ve ekonomik aktörlerin, askerlere destek vermemesidir. AKP, arkasındaki ekonomik ve uluslararası siyasi destek kalkması halinde hükümetin düşmesi ve eğer alternatifi muhalefet partisi yoksa askeri bir darbe ihtimali yeniden gündeme gelebilir. Burjuvazi ve emperyalizm açısından önemli olan “sistem”in devam

Bugün eksik olan işçi sınıfının örgütlü gücüdür. Demokratik bir rejimin ve özgürlüklerin güvencesi dünyanın hiçbir yerinde generaller veya burjuva hükümetler olmadı. Demokratik bir rejimden ve en geniş özgürlüklerden çıkarı olan tek sınıf işçi sınıfıdır. Türkiye’de özgürlüklere ve demokrasiye ihtiyacı olan işçi sınıfı ve Kürt halkıdır. Gerçek anlamda askeri darbeleri önlemek, AKP rejiminin İslamo-faşist uygulamalarına engel olabilmek için, işçi sınıfının her düzeyde yeniden ve yeniden örgütlenmesi gereklidir.


İşçilerin Sesi

N.Y.’NİN SESİNE KULAK VERMEK! Kadınlar ne zaman ve hangi koşullarda çocuk sahibi olacaklarına karar verebilmeli! Hele hele bir tecavüz mağduruysa… Banu PAKER

N.Y., 28 Ağustos’ta silah zoruyla kendine tecavüz eden N.G’yi av tüfeğiyle öldürdü, başını bıçakla keserek çuvala koydu ve köy meydanına getirdi. N.G’nin kesik başını köy meydanına attı. Olayın ardından jandarma tarafından gözaltına alınan N.Y. tutuklandı. N.Y’nin tecavüzden sonra hamile kaldığı ve 29 haftalık hamile olduğu ve bu nedenle kürtaj yapılamayacağına karar verildi. TCK’nın 99/6 maddesi ‘Kadının mağdur olduğu bir suç sonucunda gebe kalması halinde süresi 20 haftadan fazla olmamak ve kadının rızası olmak koşuluyla gebeliği sona erdirene ceza verilmez. Ancak bunun için gebeliğin uzman hekimler tarafından hastane ortamında sona erdirilmesi gerekiyor’ derken, aynı kanunun 2’nci maddesi, ‘Tıbbi zorunluluk bulunmadığı halde rızaya dayalı olma

bile gebelik süresi 10 haftadan fazla olan bir kadının çocuğunu düşürten kişi iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası, bu durumda çocuğunun düşürtülmesine rıza gösteren kadın hakkında 1 yıla kadar hapis ve adli para cezası öngörülür’ şeklinde düzenlenmiş. N.Y. ne istiyor? Isparta Kapalı- Açık Ceza İnfaz Kurumu’nda bulunan N.Y., mahkemede verdiği ifadede, "Ölsem bile bu çocuğu doğurmayacağım" dedi. Normal şartlarda kürtajın 10 haftayla sınırlı olduğu Türkiye’de, 5 aylık (20 hafta) hamile olduğunu söyleyen N.Y.’nin bu isteğine rağmen kürtaj olması geciktirildi, hamileliği 29 haftaya çıktı, yasal süre de aşıldı. Şimdi N.Y. doğurmak zorunda. Hem de ölümü bile tercih edecek bir ruh haliyle doğurmak zorunda bırakıldı. Öncelikle şunun altını çizmeliyiz ki, kadınlar ne zaman ve ne koşul-

larda çocuk sahibi olacaklarına karar verebilmeli. Kürtaj fetüse karşı işlenmiş bir cinayet değildir. Üstelik N.Y.nin durumunda olduğu gibi zaten tecavüz gibi büyük bir saldırıya maruz kalan bir kadın, fazladan bir mağduriyete uğrayarak bir çocuk doğuracak. N.Y.’nin tecavüz bebeğini doğurur doğurmaz anneden ayrıldığını, devletin bu bebeğe sahip çıktığını, annesinin kimliğinin saklandığını, N.Y.’nin “ölürüm de doğurmam” dediği bebekten kurtulmuş olduğunu, vb varsayalım. Bu durum Türkiye koşullarında pek de gerçekçi olmayan bir varsayım! Devlet “koruması”nda yetişen çocukların iç burkan öykülerini zaten biliyoruz. Diyelim ki öyle olmadı. Devlet sahip çıktı! N.Y. hayatının sonuna kadar bu “yük”ten kurtulmuş mu olacak? “Doğursun!” diyen devlet, N.Y’nin son derece kırılgan durumu için ne yapma-

yı düşünüyor? Anne olmanın bu kadar yüceltildiği, pompalandığı, doğurmaları gereken çocuk sayısı ile ilgili ültimatomlar verildiği; her kadının sanki bu topluma bir çocuk verme borcu varmış gibi dayatıldığı bir ülkede, tutuklu olduğu hapishaneden başlayarak, ailesinin, çevresinin ve toplumun gözünde “hain, vicdansız, gaddar” olarak görülmeyecek mi? Ya yalnız başına o çocukla birlikte nasıl bir hayat sürecek? Her gün tecavüz gibi büyük bir şiddeti hatırlatan bir çocukla yüzyüze olmak, kolay mı? Tıbbi bir zorunluluk yoksa -annenin beden sağlığı- hangi ayda olursa olsun tecavüz mağduru bir kadın doğurmama hakkına sahip olmalıdır. “Tıbbi kürtaj” denilen bu uygulamayı gerçekleştiren – örneğin Fransa- ülkeler var. Kadınlar yasal olarak güvenceye alınmış bu hak sayesinde hamileliklerinin son ayına kadar kürtaj olma hakkına sahipler.

BARO KADIN HAREKETİNİ YARGILIYOR! Fethiye'deki toplu tecavüz davasında, tecavüz suçuyla yargılanan sanıkların avukatlığını yapan Muğla Barosu Başkanı Mustafa İlker Gürkan'ı protesto ettiği için avukat Candan Dumrul hakkında Ankara Barosu soruşturma açmıştı. 20 Eylül’de avukat Candan Dumrul Ankara Barosu’na ifadeye çağrıldı. Ankara Barosu'nun 11 Ocak'taki Uluslararası Hukuk Kurultayı'na Muğla Barosu Başkanı Gürkan'ın konuşmacı olarak katılmasını bir metinle protesto eden Ankara Kadın Platformu, “İnsan hakları ihlallerinin de konuşulduğu bu oturumda en son konuşma hakkının ona ait olduğunu düşünüyoruz” diyerek, Gürkan’ın konuşmacı listesinden çıkarılmasını istemişti. Gürkan'ın listeden çıkarılmaması üzerine Platform üyeleri kurultayda Gürkan'ı "mağdur kadının insan haklarını ihlal ettiğini" belirterek protesto etmişledi. Metni de avukat Candan Dumrul okumuştu. Gürkan'ın şikayeti üzerine Ankara Barosu Candan Dumrul'a bir soruşturma açtı. Fethiye davasının tecavüz suçundan yargılanan sanıkları ise beraat etti.

Candan Dumrul Baro önünde yaptığı savunmada, Baroların üyeleri üzerindeki disiplin yetkisinin, sadece mesleki faaliyetlerine ilişkin olduğu, aksi bir yaklaşım baroların kendi siyasal yaklaşımları doğrultusunda mensuplarını şekillendirmesi gibi sakıncalı bir sürece yol açacağını belirtti. Soruşturmanın asıl hedefinin ise kadın hareketi olduğunu ifade etti. Baronun önünde İstanbul Feminist Kolektif üyesi avukatların da desteğiyle Ankara Kadın Platformu bir eylem gerçekleştirdi. “Kadın düşmanlığı yapma!” diyerek baroyu bir basın açıklamasıyla protesto etti: Fet-

hiye’de “…Muğla Baro Başkanı Mustafa İlker Gürkan’ın tecavüz sanıklarının avukatlığını üstlenmiş olması, mağdurun adil yargılanma hakkının sınırlarını daraltmış, tecavüz sanıklarının yargı önünde meşruiyet kazanmasına yol açmıştır. (…) Meslek etiği gereği, görevi erkek egemen sistemin cinsiyetçi hal ve tutumları karşısında mağdur edilen kadını korumak ve savunmak olan bir hukukçu için bu durum utanç verici olması gerekirken; Mustafa İlker Gürkan Ankara Barosu yönetimini de arkasına alarak kadın düşmanlığına tüm hı-

zıyla devam etti. Ne yazıktır ki, Ankara yerelinde bir çok konuda birlikte yan yana olduğumuz Baro’nun mesele Kadın hareketi, kadın mücadelesi olduğunda, geldiği nokta, aldığı tutum, ibret verici olup, bu örgütün en ileride olması gerektiği konuda bu kadar erkek egemen anlayışın en önde temsilcisi olması bir çok açıdan vahim, acı ve kara mizah bir tabloyu ortaya koymaktadır. Gelinen bu noktada, yaklaşık 40 örgütün bir arada olduğu Ankara Kadın Platformu olarak buradan duyuruyoruz; Ankara Barosu bu kadın düşmanı tutumundan vazgeçene kadar; toplantı, etkinlik ve eylemlerimizde Ankara Barosu'nun kurumsal temsiliyetini tanımayacağız ve Ankara Barosu ile birlikte iş yapmayacağız. Çünkü soruşturulmak istenen platform üyemiz değil; kadın dayanışması kadın hareketi ve bu hareketin şu ana kadar edindiği tüm kazanımlardır… Fakat şu bilinmelidir ki, tecavüze, tacize, kadına yönelik her türden şiddete karşı mücadele eden kadınları soruşturmak, kadın dayanışmasını yargılamak; baroların ve baro başkanlarının haddi değildir.” İşçilerin Sesi - Haber

3


İşçilerin Sesi

KÜRT SORUNU SİYASİ BİR SORUNDUR PKK ya da Öcalan ile görüşmeyi MİT’e havale etmek, Kürt meselesinin bir güvenlik sorunu olarak değerlendirildiğini göstermektedir. Siyasi bir meseleyi güvenlik sorununa indirgemek, sorunun çözümsüzlüğünde direnmek anlamına gelmektedir. Aykut ÖZER

AKP Hükümeti, Kürt sorununda, medyayı da arkasına alarak, yeni bir aldatma kampanyası başlattı. Daha birkaç ay önce, bizzat Başbakanın ağzından, “Bir daha Oslo görüşmesi olmaz, İmralı ile müzakere söz konusu olamaz” açıklamalarında bulunan hükümet, bugünlerde siyasi manevra yaparak, yeni görüşmelerin olabileceğini vurguluyor. Gerek Başbakan gerekse çeşitli bakanlar, çeşitli ortamlarda, bu tür görüşmelerin yeniden gündeme gelebileceğini açıklıyorlar. Bu yolla, bir yandan Kürt halkında beklenti yaratarak, onların siyasi iktidardan ve devletten hızlı kopuşunun önüne geçmeyi, diğer yandan hükümetin Kürt politikası karşısında hayal kırıklığına uğrayıp, AKP’den uzaklaşan liberal ve kimi muhafazakâr kesimleri yeniden kazanmayı hedefliyorlar. O nedenle bu söylem, sorunun çözümüne dönük bir adım olarak değil, itibar kaybeden AKP’nin kendini tahkim etme çabası olarak değerlendirilmelidir. Geçmişte gerek KCK yöneticileri gerekse Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmeleri, Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) yetkilileri yürütmüştü. Bugün de, “gerekirse MİT yeniden görüşür” denilerek, sanki yeni bir şey söyleniyormuş havası yaratılıyor. MİT, devletin güvenlik örgütüdür. PKK ya da Öcalan ile görüşmeyi MİT’e havale etmek, Kürt meselesinin bir güvenlik sorunu olarak değerlendirildiğini göstermektedir. Siyasi bir meseleyi güvenlik sorununa indirgemek, sorunun çözümsüzlüğünde direnmek anlamına gelmektedir. Nitekim bundan önceki görüşmeler sürecinde, müzakereyi yürüten taraflarca hazırlanan protokol, hükümet tarafından kabul edilmeyince, çabalar sonuçsuz kalmış ve yeniden çatışma ortamına dönülmüştür. HÜKÜMET TASFİYECİ YAKLAŞIMI TERKETMEDİ Siyasi iktidarın yeniden MİT’i öne sürmesi, teknik bir hata olmaktan öte, siyasi iktidarın sorunu algılama biçiminden kaynaklanmaktadır. Baş-

4

Başbakan Erdoğan’ın, bir yandan Oslo ve İmralı görüşmelerinin yeniden başlayabileceğinden söz ederken diğer yandan BDP ile müzakere yapılmayacağını vurgulaması ve Şemdinli’de PKK militanlarıyla karşılaşan BDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılarak yargılanmasında ısrarcı olması, hükümetin siyasi çözüme ne kadar uzak olduğunu göstermektedir.

bakan ve hükümet yetkililerinin, çeşitli platformlarda yaptıkları “Kürt sorunu yoktur, PKK sorunu vardır, terör sorunu vardır” türünden açıklamalarıyla paralellik taşımaktadır. Yine, Başbakan Erdoğan’ın, bir yandan Oslo ve İmralı görüşmelerinin yeniden başlayabileceğinden söz ederken diğer yandan BDP ile müzakere yapılmayacağını vurgulaması ve Şemdinli’de PKK militanlarıyla karşılaşan BDP milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılarak yargılanmasında ısrarcı olması, hükümetin siyasi çözüme ne kadar uzak olduğunu göstermektedir. Siyasi iktidar, gerek askeri ve siyasi operasyonlar gerekse sözde müzakereler yoluyla, Kürt siyasi hareketini tasfiyeyi hedeflemektedir. Kürt halkının siyasi temsilcisi BDP’yi devre dışı bırakmayı ve bu partinin milletvekillerinin hapse atılmasını amaçlayan siyasi iktidar, bu yaklaşımıyla çözümsüzlüğü dayatarak, çatışma ortamının daha da büyümesine yol açacaktır. Dökülen kanların siyasi ve vicdani sorunlusu olacaktır. ÇÖZÜM İÇİN İLK ADIMI TOPYEKÛN DEMOKRATİKLEŞMEDİR Kamuoyunun dikkati, çatışmalar nedeniyle sayıları artan ölümler üzerinde yoğunlaştığından, Uluslar arası Kriz Gurubunun, Kürt sorununun çözümüne ilişkin yol haritası da içeren, Türkiye raporu fazla ilgi görme-

di. Uluslar arası Kriz Gurubu, dünya ölçeğinde, siyasi nedenle ortaya çıkan çatışmalara çözüm bulmayı amaçlayan, Brüksel merkezli bir sivil toplum örgütü. Ancak, yöneticileri dikkate alındığında, herhangi bir sivil toplum örgütü olmaktan öte bir özelliği olduğu görülüyor. Geçmişte ülkelerinde ve uluslar arası düzeyde önemli görevler üstlenmiş olan diplomat, politikacı ve askerleri içinde barındırıyor. Şu andaki tepe yöneticisi, ABD Dışişleri eski Müsteşarı ve geçmişte bu ülkenin Rusya, İsrail ve Birleşmiş Milletler Büyükelçiliğini üstlenmiş olan Tom Pickering. Ayrıca Gurubun yönetiminde Amerikalı milyarder George Saros’tan NATO Müttefik Kuvvetler eski Komutanı Wesley Clark’a, AB Komisyonu Başkanı Javıer Solana’dan, Almanya eski Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’e kadar bir dizi ünlü isim yer alıyor. Bu yanıyla, doğrudan herhangi bir yaptırım gücü olmamasına karşın, uluslar arası kamuoyunda egemen olan eğilimi yansıtması ve birçok ülkenin politikasını etkileyebilmesi bakımından, Gurubun yaklaşımı önem taşıyor. Gurubun 11 Eylül 2012 tarihli raporunda, Kürt sorununda yaşanan gelişmeler anlatıldıktan sonra, çözüme dönük öneriler sıralanıyor. Öncelikle devlete ve PKK’ye, karşılıklı ateşkes çağrısı yapılıyor. Ardından, ateşkes gerçekleşmese ve çatışmalar sürse dahi, hükümetin atması gereken adımlar sıralanıyor. Bunlar kabaca, se-

çim barajının düşürülmesi, ana dilde eğitimin gerçekleştirilmesi, yerel yönetimlerin yetkilerinin arttırılması, anayasal düzeyde Kürtlerin tam eşitliğinin sağlanması ve TCK ile Terörle Mücadele Kanununda yer alan ve barışçı siyaset yapan binlerce Kürt siyasetçinin hapse atılıp yargılanmasına yol açan maddelerin ayıklanması biçiminde sıralanıyor. Bu adımların atılması için herhangi bir tarafla müzakere yapılmasının gerekmediği, hükümetin bu reformları, tek taraflı olarak, kendiliğinden yapması gerektiği, özellikle vurgulanıyor. Kısacası, Kürt sorununun çözümünde, “topun” hükümette olduğu belirtiliyor. Rapor, tartışılacak birçok yanı olmasına karşın, Kürt sorununun barışçı siyasi çözümü için, hükümetin acilen atması gereken adımları vurgulaması açısından siyasi değer taşıyor. Siyasi iktidar, Kürt sorununun çözümünde bir samimiyet testi ile karşı karşıyadır. Sınavı geçmek istiyorsa, hiçbir gerekçenin arkasına sığınmadan, belirtilen siyasi adımları derhal atmalıdır. Bunu gerçekleştirdiği takdirde, taraflar arasında güven ortamının oluşmasına yardımcı olarak, müzakerelerin sağlıklı bir zeminde yapılmasının zeminini yaratacak, sorunun barışçı siyasi çözümünün önünü açacaktır. Aksi halde, gerek ülke içinde gerekse uluslar arası düzeyde, politik olarak daha da sıkışacak ve güçsüzleşecektir.


İşçilerin Sesi

SINAVLAR KALIYOR AMA DERSHANELER KALKACAK Eğer bir eğitim sistemi öğrencileri rekabete ve elemeye hizmet eden sınav düzenine göre yapılanmışsa, sınavları kazanmak için özel ders almak, dershaneye gitmek ya da en başından özel okulları tercih etmek tek yol olur! Kaya İLHAN

Sınav temelli bir eğitim sisteminde özel dershanelerin kalkacağını söylemek ancak bir politikacı lafı olabilir. 4+4+4 eğitim sistemine karşı yükselen tepki ve eleştirilerden bunalan AKP hükümeti, her zamanki taktiğine başvurdu. Bir Başbakan müjdesi ile gündemi değiştirmek istedi: “Dershaneler kaldırılacak!” Yani eğitim kamusal bir hak olarak yeniden mi düzenlenecek? Kuşkusuz söz konusu olan bu değil. Dershanelere gitme yaşının ilkokul üçüncü sınıfa kadar indiren sınava dayalı eğitim sistemi toplumda haklı bir tepkinin doğmasına neden oluyor. Başbakan işte bu tepkiyi kullanarak, yerel seçim öncesinde toplumsal desteğini artırmaya çalışıyor. Başbakan daha önce de “sınavsız üniversite” gibi hemen karşılığı olamayacak vaatlerde bulunmuştu. Buna üniversite har(a)çlarının sözde kaldırılmasını da ekledi. Şimdi de dershaneler kalkacak diyor. İyi de so-

nuç değişmiyor ki: Paraya dayalı eğitim sistemi ortadan kalkmamış, özel okulların önü açılmış ve sadece harç uygulaması bir yıl için dondurulmuştur. Eğitim sistemi tamamen sınava ve elemeye yani rekabete dayalı olduğu için, özel dershanelerin sayısı sürekli olarak artıyor. AKP hükümetleri döneminde dershane sayısı iki katına çıktı. Okullardaki eğitimin lise ve üniversiteye girişte yetersiz kaldığını düşünen aileler, büyük maddi fedakârlıklar yaparak, borç senetlerine imza atarak çocuklarını bu dershanelere gönderiyorlar. Eğitimciler, mevcut eğitim düzeninin esasının öğrencileri elemeye dayandığı için, sınavların ve özel dershanelerin kalkmasının ancak bir hayal olduğunu söylüyorlar. AKP hükümetleri döneminde göreve gelen üç Milli Eğitim Bakanı eğitim sistemini yapboza çevirse de; sınav sistemlerini neredeyse her yıl değiştirse de eğitim sisteminin enkaz haline gelmesine engel olamadılar. Eğer bir eğitim sistemi öğrencileri re-

kabete ve elemeye hizmet eden sınav düzenini göre yapılanmışsa, sınavları kazanmak için özel ders almak, dershaneye gitmek ya da en başından özel okulları tercih etmek tek yol olur! Birkaç saatlik sınavlar öğrencilerin bütün geleceklerini belirlemektedir. İlköğretimden yükseköğretime sınav baskısı altında ezilen, eğitim sistemi tarafından hayatları testler ve cevap anahtarları arasında sıkışan öğrenciler dershanelere sarılırken, veliler “paran kadar okul” seçeneğiyle karşı karşıya bırakılıyorlar. Başbakanın popülist söyleminin ardında yine eğitimin piyasalaştırmasına dönük niyetler bulunuyor. Bunu da açıkça ifade ediyor: “Ey dershaneciler, eğer bu ülkede eğitime, öğretime hizmet verecekseniz gel okul aç, okullar kur. Biz de sizden hizmet alımı yapalım. Bedeli neyse verelim. Biz yatırımdan kurtulmuş oluruz, siz de hizmetinize aynen devam edersiniz.” Başbakan, özel dershanelerin özel okullara dönüşmesi gerektiğini söylüyor. Apartmandan bozma bu ders-

hanelerin okular için gerekli fiziki imkânlara sahip olmadıkları belli. Amaçlanan nedir? Sağlıkta özelleştirme politikalarının bir benzeri eğitim için devrede: Devlet, kamu hizmeti olan eğitimden çekilecek ve özel eğitim kurumlarından hizmet satın alacak! Böylece özel eğitim sistemine; dershanelere bir yıl giden öğrenci 4+4+4, 12 yıl özel okulların müşterisi olacak. Eğitimin özelleştirilmesi ve piyasaya, özel sermayeye açılması bu demektir. Bütçe kaynaklarının, artan vergilerden elde edilen paranın özel sermayeye aktarılmasıdır. AKP’nin hedefi eğitim hizmetini tamamıyla piyasaya açarak veli ve öğrencilerin müşteri olduğu ve yalnızca zengin sınıfların çocuklarının görece iyi eğitim olanağına sahip olacağı, kamu okullarının ise, yoksul öğrenciler için açık cezaevlerine çevrildiği bir eğitim sistemini hedeflemektedir. Tayyip Erdoğan, Turgut Özal gibi “zenginleri seven” bir başbakandır.

TOKİ’DE YENİ DEVİR: İSTEDİĞİN YERİ KAMULAŞTIR! Aysun KOCA

5 Ekim’den itibaren TOKİ marifetiyle ‘yasal’ yollarla evlerimize el koyulabilecek. Mayıs ayında yürürlüğe giren ‘Deprem Odaklı Kentsel Dönüşüm’ yasası kapsamında Türkiye genelinde 6.5 milyon konutun yıkılacağı duyurulmuştu. 5 Ekim’de 33 ilde 2 bine yakın kamu binasının yıkımına başlanacak. Bu dönüşüm kapsamında en fazla yıkım İstanbul’da yapılacak. 33 ilde eş zamanlı başlayacak yıkımlarda öncelik hastaneler, okullar, karargâh binaları, lojmanlar, kamuya ait işyerleri ve konutlarda olacak. İstanbul’da en fazla yıkımın olacağı ilçeler Beşiktaş, Şişli, Sultangazi, Sarıgazi, Esenler, Fatih, Beyoğlu, Çekmeköy, Tuzla, Kadıköy, Çatalca, Küçükyalı, Maltepe, Sancaktepe ve Hadımköy olarak belirlenmiş. Bakanlığın açıklamasına göre afet yasası kapsamında içinde rant olmayan 500 mil-

yarlık ekonomi yaratılacak. Ancak yıkımların yapılacağı illere bakıldığında, afet riski taşımaları değil, sermayenin rant kapısı olmaları dikkati çekiyor. İnşaatta devir TOKİ devri Türkiye ekonomisinin lokomotifi son on yıldır inşaat sektörü haline geldi. AKP iktidarı, Afet Yasası, Kentsel Dönüşüm, Mütekabiliyet Yasası ile ekonomik gelişmenin en büyük parçası olarak gördüğü inşaat sektörünün önündeki tüm yasal engelleri kaldırarak, sermayenin önünü açmaya devam ediyor. Başbakanın üçüncü köprü yapımını hızlandırmak için verdiği talimatlar, Çamlıca tepsine dev camii girişimleri, her üniversiteye bir camii, Karadeniz kıyısında iki yeni şehir projesi, İstanbul’a üçüncü havaalanı derken inşaat sektörü, ‘Deprem Odaklı Kentsel Dönüşüm’ yasasının ilk uygulamaları ile AKP ekonomisini biraz daha döndürecek gibi görünüyor. İnşaat sektöründe piyasada arz faz-

lasının olduğu İstanbul Emlakçılar Odası tarafından açıklandı. Bu açıklama üzerine büyük inşaat firmalarından birisinin battığı bilgisi önemli bir göstergedir. Birkaç şirket hakkında da benzer haberler, işçi çıkarımları haberleri yaygınlaşıyor. Bu göstergeler, bir anda büyütülen inşaat balonunun, yakında inşaat sektöründe kriz olarak yansıyacağını ifade ediyor. Sosyal konut yapması beklenen TOKİ’nin ‘lüks’ konut yapımına girişmesi ve TOKİ’ye tanınan imtiyazlar haksız rekabet oluşturuyor. Kentsel Dönüşüm alanlarında da yine TOKİ, devlet eliyle avantajlı duruma getirildi. Dolayısıyla özel inşaat şirketlerinin daha pek çoğunda bu tür batma haberlerini duymamız kaçınılmazdır. Diğer yandan, inşaat sektörü son yıllarda en fazla işçi ölümlerinin yaşandığı sektör haline geldi. Son on yılda yaklaşık 11 bin işçi iş kazalarında hayatını kaybederken, bunun üçte biri inşaat sektöründe gerçekleşti. Piyasaya arz fazlası konut yapımının ya-

rışırcasına sürdüğü bu dönemde, sektörde işçi güvenliğinin arka plana atılması şaşırtmamıştır. Tıpkı Esenyurt yangınında, Tuzla tersanelerinde, Zonguldak madenlerinde, Davutpaşa patlamasında, Ankara-Ostim patlamasında kaza sonucu yaşamını kaybeden işçiler gibi. TOKİ ve afet güvencesi ‘Deprem Odaklı Kentsel Dönüşüm’ yasası yıktığı ev için sahibini yıkım, enkaz kaldırma, tahliye, yeni yapılacak TOKİ bloklarının taksitlerini ödeme gibi bir sürü borç içine sokuyor. Hiç bir koşulda evi yıkılana aynı koşullarda ev verilmeyecek, yeni evler için ucuz kredi, kira yardımı gibi yöntemlerle insanlara yeni bir ekonomik yük getirilecek. Afet riski gerekçesiyle yıkılan evlerin yerine TOKİ’nin yaptığı birörnek blokların da afetlere karşı güvenceli olacağı tartışılır. Samsun’daki sel felaketi ve Maltepe-Başıbüyük’teki binalarda oluşan kayma tehlikesi bunun en açık göstergesidir.

5


İşçilerin Sesi

TAŞİŞDER’İN MÜCADELESİ İŞÇİ DEMOKRASİSİ Taşeron işçilerinin 177 günlük direnişlerinde, yürüyüşlerinde ve 4 gün süren grevlerinde işçi demokrasisinin örnekleri yaşandı. N. CEMAL

İstanbul Üniversitesi’nin taşeron sağlık işçileri Mart 2010 tarihinden bu yana Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği (TAŞ İŞ DER) çatısı altında mücadele ediyorlar. İş Yasası’ndan doğan kimi haklarını açtıkları davalar yoluyla fiilen kullanır hale geldiler. Yıllık izinlerin geriye dönük olarak kıdeme göre kullanılması, şua izinleri, işten çıkarılanların işe iade davaları bunlardan bazılarıdır. Neden Dernek? Taşeron işçilerinin sendika çatısı altında örgütlenmek yerine, bir derneği örgütlenme biçimi olarak seçmiş olmaları geçen süre içinde hep tartışılmıştır. Sendikalara olan güvensizlik bunun ilk nedeni. Temizlik işçileri arasında örgütlenmeye başlayan Belediyeİş, işten çıkartmalar karşısında güven verici duruş sergileyememiş. Şube yönetimi ile merkez yönetim arasında yaşanan iktidar kavgası nedeniyle yalnız bırakılmışlar. Noter parası vs kırılmalara yol açmış. Öncü işçiler ise, “Belediye-İş asıl işveren olarak hastane yönetimini değil de taşeron şirketi mu-

6

hatap aldı ve toplu sözleşme yapmaya kalktı” diyor. Aynı işyerinde çalışan işçilerin farklı işkollarında çalışan işçiler gibi ayrı sendika çatıları altında örgütlenmeye çalışılmasını da doğru bulmadıklarını belirtiyorlar. Bu nedenle TezKoop-İş’i de dikkate almayıp, hepimiz sağlık işçisiyiz dediler. Noter parası gibi masraflardan da koruyacak bir örgütlenmenin arayışı ve özörgütlenme dinamiklerinin yasal formu dernek oldu. Çapa Hastanesi ile sınırlı örgütlenme zamanla bazı bürokratik çürümelerin sinyallerini vermeye başladı. Yönetimle diyalog ve pazarlık piyasasının keşfi, resmi ideolojilerini şekillendirdi. “Bizimki ekmek mücadelesidir siyasetle işimiz olmaz” söylemi ve fiili mücadelenin yerini alan hukuk mücadelesi, Derneği adliye koridorlarına sıkıştırdı. Yalıtılmışlık teorize edilmeye, Cerrahpaşa, Samatya, Haseki’den gelen örgütlenme talepleri ciddiye alınmamaya başlandı. Bir işçi örgütünü iş-

çilerin kurması ve özörgütlenme dinamiği üzerine inşa etmesi yetmiyor. İşçilerin, seçtiklerini geri çağırabilme ilkesini örgütsel sistematikleri içinde işleyen bir mekanizma haline getirmeleri gerekiyor. İşçi denetimi mekanizması yerine konulan iyi niyet mekanizmasızlığı zamana yenilebiliyor ve bürokrasinin sadece sendikalara has olmadığı gerçeği ortaya çıkıyor. Taşeron işçi çalıştırılmasının AKP Hükümeti’nin merkezi politikası olması, TAŞ İŞ DER’in siyasetler üstü yaklaşımı yerle bir etti. Yapılan bir görüşme sırasında Rektörlük tarafından 400 işçinin işten çıkartılacağı açıklandı. Tartışmalar fiili mücadelenin önünü yeniden açtı. 21 Şubat günü Çapa bahçesine ‘Bilgilendirme ve Uyanış Çadırı’ kuruldu. Örgütlenme çalışmalarının ilkesi ‘Uyanmak İçin Uyarmalı, Uyarmak İçin Uyanmalıyız’ şiarında somutlandı. Mücadele, 1 Nisan’da atılan işçi sayısını 400 yerine 196 ile sınırladı. Çadır, direniş çadırına dönüştü. Dire-

niş nedeniyle çıkartılan işçilere yönetim tarafından başka hastanelerde iş bulundu. Mücadelenin genişlemesinin koşulları daraltıldı. Direniş, atılan iki işçi üzerinden ve çalışan işçilerin yıllık izinlerini alıp direniş için kullanmaları suretiyle sürdü. Rektörlük Mayıs ayında bir dizi karar daha aldı: Yüzde 20 işçi çıkartılacak, ücret ve yol parası kesintisi yapılacaktı. Direniş komitesi, “bu bir grev sebebidir” dedi. İşçi Demokrasisi Deneyimi Taşeron işçisinin gerçekleştirdiği eylemlerle işçi çıkartılması engellendi. Ücret kesintilerinin durdurulması ise yönetimce kabul edilmedi. 50’şer kişilik günlük yürüyüşlerle grev çağrıları yapılarak 500, 700 ve 900 kişilik yürüyüşlerin temelleri atıldı. 6 Temmuz’da yapılan toplantıda ücret kesintilerinin yapılacağı tekrarlandı ve bu açıklama taşeron işçilerinin 4 gün sürecek olan grevini başlattı. İşçilerin grev ve yürüyüşlerinde işçi demokrasisi örnekleri yaşandı. Başlayan grevle birlikte yüzlerce taşeron işçisi Çapa içinde yürüyüşler yaparak arkadaşlarını topladılar. Çapa’ya sığmayan yürüyüş korteji ana caddeye çıkarak trafiği kesti. Oylamalarla, Beyazıt’ta bulunan Rektörlük binasına yürüme kararı alındı. “Önce Cerrahpaşa’ya gidelim ve oradaki arkadaşlarımızı da alalım” önerisi de oylamayla kabul edildi. Cerrahpaşa içindeki, “Çapa Burada Cerrahpaşa Nerede?” sloganları, “Cerrahpaşa İşçisi Yalnız Değilsin!”e dönüştü. Ortak kararla Haseki Kardiyoloji işçilerine gidildi. Çapa direnişi fiilen İstanbul Üniversitesi direnişine dönüştü. Kortej Beyazıt’a geldiğinde Rektörlük tarafından içeri sadece tem-


İşçilerin Sesi

TAŞ İŞ DER’Lİ İŞÇİLERİN ADA GEZİSİ

TİDEP, KADRO DUASINA ÇIKTI! Yağmur duasına çıkar gibi hak ve kadro duasına çıkanlar, yatıp kalkıp AKP Hükümeti’ne dua etmektedirler. N. CEMAL

Mart 2010 tarihinden bu yana Taşeron İşçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’nde örgütlü olan İstanbul Üniversitesi’nin taşeron sağlık işçileri Çapa’da sürdürdükleri 177 günlük direnişleriyle ve 4 günlük grevleriyle kendilerinden sıkça söz ettirmişlerdi. 16 Ağustos 2012 tarihinde gerçekleşen dernek Olağanüstü Genel Kurulu’nda “Taşeron İşçilerinin Sesi” listesiyle dersilci alınabileceği bildirildi. İşçiler bu öneriyi ve dernek başkanının içeri girme talebini reddettiler. Rektörlük kapısında ve açık alanda 5 kez oylama yapıldı ve bu oylamalar sonucunda içeriye heyet gönderilmesine karar verildi. Bazı sendikacılarımız için bu durum “çok başlı ve kimin ne dediği belli olmayan kaotik bir ortam”dı. Sendikalar masası polisleri konuşacakları yetkili birini arıyor, “eylemde kimi muhatap alacağız” diye soruyordu. İstanbul Tabip Odası Başkanı Prof. Taner Gören yürüyüşe dair işçilere teşekkür ederken, Prof. Zeki Kılıçaslan, “işçi demokrasisi denilen şey çok zormuş” diyordu. Direniş Çadırı Grev ve direniş taşeron sisteme karşı mücadelenin sınırlı bir alan içinde mümkün olamayacağını gösterdi. Çapa direnişinin 144. gününde Devrimci Sağlık-İş Sendikası’na üye olma kararı hayata geçirildi. Direnişin 163. gününde ve sabahın 5’inde polis, zabıta ve özel güvenlikçilerin operasyonuyla direniş çadırı kaldırıldı. Çadırın kaldırılacağına dair karar operasyon öncesinde dernek yöneticilerinden birisi tarafından bizzat dillendirilmişti. Bunlar Başhekimlikle ve yönetimle işbirliği içindeydiler. Operasyondan bir gün önce ise yine bir dernek yöneticisi tarafından internet ortamında “çadırla ve komiteyle bir ilişiğinin kalma-

nek yönetimi de alan direnişçi işçiler moral etkinlikleri düzenlemeye devam ediyor ve stres atıyorlar. Geçtiğimiz günlerde bir ada gezisi düzenleyen TAŞ İŞ DER’li işçiler sürece dair değerlendirmeler yaptılar ve çocuklarıyla birlikte oyunlar oynayarak hep birlikte dayanışma duygularını tazelediler. ��çilerin Sesi - Haber dığı” açıklandı -ki bu şahsın zaten çadırla ve komiteyle doğrudan hiçbir ilişkisi yoktu. Kendisi açısından “polise karşı tedbir” alıyordu. Başhekimlikçe, “çadıra iki Molotof koyup hepinizi tutuklayacaklardı ama biz size kıyamadık” dendiğini de görüşme notu olarak aktarılanlar arasındaydı. Diğer bir husus ise işten atılmış iki direnişçi işçiden birinin, “160. günden itibaren direnişime kişisel nedenlerden dolayı son veriyorum” diyen görsel bir ilanı dernek sitesine asmasıydı. Örnekler, direniş komitesinin “birlik ve beraberliğin bittiği izlenimi, yönetimin direniş çadırına saldırı düzenlemesine zemin hazırlayacaktır” tespitini doğrular niteliktedir. 177 gün süren direnişin eleştiri - özeleştiri hanesinde bunlar da yer alacaktır. 16 Ağustos tarihinde gerçekleştirilen Olağanüstü Genel Kurul’da, TAŞ İŞ DER yönetimini direnişçi işçiler almıştır. Eski dernek yönetimi karar defterini ve resmi evrakları devretmeyerek süreci tıkamaya çalışmakta ve spekülasyonlarla “iktidar” hesabı yapmaktadır. Son hamle ise Ekim ayı için yapılan usulsüz genel kurul çağrısıdır. Rektörlüğün işçi düşmanı karar ve yaptırımları sürerken, Başhekimliğin öncü işçilere yönelik işten atma tehdidi ve sürgünleri devam etmektedir. Mücadele ve örgütlenme bütün alanlarda sürüyor ve sürecek!

Açıklama Notu: İşçilerin Sesi gazetesinin Eylül 2012 tarihli 6. sayısının 9. sayfasında yer alan “Şeffaf ve Denetime Açık Olmanın Sigortası” başlıklı yazı eski Tüm Sağlık Çalışanları Sendikası başkanı Fevzi Gerçek ile yaptığımız söyleşiden özetlenerek alınmıştır. - N.Cemal

Türkiye İşçi Dernekleri Platformu (TİDEP) Konya Mevlana Müzesi önünde yaptığı ilahi bir basın açıklamasıyla kamuda çalışan taşeron işçilerinin kadroya alınabilmesi için dua etti. TİDEP Genel Başkanı Abdülaziz Özen, “Türkiye genelinde özel sektör hariç kamu kurumlarında 487 bin taşeron işçi çalıştırılıyor. Bizim derneğimizde de 75 bin taşeron işçi var. Biz bu sayıyı 300 binlere kadar çıkarmayı hedefliyoruz. Hz. Mevlana’nın şehrinde O’nun huzurunda bu duayı yapmak istedik. Kadroya geçersek, tekrar gelip şükür duası yapacağız” dedi. Daha sonra da TİDEP Genel Başkan Yardımcısı Adem Kuru duayı başlattı; “Ey Allah’ım kurumların asil işçisi olmamız için derneklerin verdiği mücadelede bizlere yardım et. Kazandığımız mahkeme kararlarının uygulanarak kadrolu olmamızı sağla. Bizlere Hz. Ömer’in adaletini uygulayıcı hükümdarlar nasip eyle. Devlet büyüklerimizin gönlüne ilmi hikmet pınarlarının akmasını nasip et…” İşçileri İhaleyle Pazara Çıkartıp Satmak AKP Hükümeti tarafından muvazaalı (hileli) yöntemlerle fiilen uygulatılmakta olan, işyerlerindeki asıl işin bölünerek taşeron şirketlere devredilmesi bugün için yasadışıdır. Yasadışılık, Çalışma Bakanlığı raporları ve İş Mahkemeleri kararlarıyla açıkça ortadadır. AKP Hükümeti’nin, taşeron şirketler kanalıyla ve kölece yöntemlerle işçi çalıştırılan, işçileri ihaleyle pazara çıkartıp satan taşeron sistemine dair önemli bir hedefi var: İş Yasası’nın 2. maddesini değiştirmek suretiyle asıl iş - yardımcı iş ayrımını ortadan kaldırarak tüm alanlarda taşeron şirketler aracılığıyla işçi çalıştırılmasını yasal hale getirmek. Taşeron işçi çalıştırma sistemini yasal hale getirecek olan AKP Hükümeti’nin en büyük açmazı ise mahkeme kararları ile kadroya geçmek için kazanılmış hak elde eden işçilerin durumu. İstanbul Üniversitesi’nin Çapa direnişinde, bu hakka sa-

hip olan işçilerin işten atılarak yok sayıldığı görüldü. Çıkış yolu arayan AKP Hükümeti’nin, geriye kalan taşeron işçilerinin bir kısmını -eleyerekkadroya almayı düşündüğü edinilen bilgiler arasındadır. Taşeron sisteminin yasallaştırılması konusunda ise kararlılar. Kölelik Sistemini Meşrulaştırmak TİDEP ve benzeri dernek örgütlenmeleri AKP Hükümeti’nin maddi ve manevi desteğiyle, taşeron sisteminin yasallaştırılması ve meşrulaştırılması amacıyla yaratıldılar. Yalnızca sistemin meşrulaştırılması temelinde hak arayabileceklerine dair icazete sahipler. Kadroya geçmek için mahkeme kararlarıyla kazanılmış hak sahibi olanların içinden mücadeleci “ayrık otlarının” ayıklanmasının ardından, geriye kalanlara haklarının verilmesi planlanıyor. Bu durumda “kazanan” olarak lanse edilip yaldızları parlatılacak olanlar, Adem Kuru gibi AKP’nin içinden gelenlerin TİDEP’i ve benzerleri olacaktır. Kendilerine bu imkânları veren AKP’ye karşı şimdiden duacıdırlar. Adem Kuru’ya ve TİDEP’in mücadele anlayışına göre taşeron işçilerinin mücadelesi Allah’a kalmıştır. “Hak verilmez alınır, zafer sokakta kazanılır” şiarını TEKEL işçilerinden devralan ve fiili mücadelenin nelere kadir olduğunu bilen TAŞ İŞ DER gibi alternatif bir derneğin nelerle karşılaştığı ise ortada. TAŞ İŞ DER dışarıdan ve içeriden birçok saldırının hedef noktası. Hükümet destekli dernekler, işveren konumundaki Rektörlük ve Başhekimlik, emniyet teşkilatının muhtelif kurumları ve hatta derneğin bizzat içinde oluşturulan işbirlikçi hat, TAŞ İŞ DER’i ve fiili mücadele hattını hedef almaktadır. TAŞ İŞ DER’in hedefi ise taşeron sistemini topyekûn ortadan kaldırmaktır. TİDEP, 75 bin üyesinden ve 300 binlik üye hedefinden söz ediyor. Fiili mücadele yerine, yağmur duasına çıkar gibi hak ve kadro duasına çıkmış olmanın amacını iyi görmek ve göstermek gerekiyor.

7


İşçilerin Sesi

KRİZ VE SAVAŞ ZAMLARI BUNLAR! Siyasi iktidarın savaş politikaları, işçi sınıfı ve emekçilerin hem kalbini hem de cebini vurmaktadır. Çatışmalarda yoksullar can verirken, harcamalar işçi ve emekçilerin sırtına yıkılmaktadır. Bu nedenle barış mücadelesi, işçi sınıfı için stratejik önem taşımaktadır. Necdet SEÇER

Türkiye ekonomisi, kısır bir döngü içerisinde debelenip duruyor. Büyüme hızı yükseldiğinde cari açık dünya rekoru kırıyor. Döviz açığı, yurtdışından gelen kısa vadeli yabancı sermayeyi ürkütüyor ve sıcak para girişi azalıyor. Büyüme hızı düştüğünde ise cari açıkta sınırlı bir iyileşme yaşanmasına karşın, bu defa bütçe açığı artıyor. Ülke ekonomisinin içinde bulunduğu bu “kırk katır mı, kırk satır mı” ikilemi, hükümetin ekonomi yönetimi içinde de çatlak yaratıyor. Zafer Çağlayan “gaza basmayı”, yani büyümeyi destekleyici önemlere öncelik verilmesini isterken, Ali Babacan, Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı ise, “frene basmayı” ve “yumuşak inişe geçmeyi” savunuyor. Bütçe açığını kapatmak için ya gelirleri arttırmak ya da giderleri azaltmak gerekiyor. Faiz giderlerini, savaş ve “güvenlik” harcamalarını, SGK’ya aktarılan parayı kısamayan siyasi iktidar, gelirleri arttırma yoluna gidiyor. Dolaylı vergiler arttırılıyor. Bunun sonucu çeşitli ürünlere zam geliyor. Bütçe açığını kapatmak için devlet işletmelerinin ürettiği ya da dağıtımını yaptığı doğalgaz, elektrik gibi ürünlere yapılacak yüksek oranlı zamların da eli kulağında. Bu zamların sonucu enflasyon yükselecek ve hayat pahalanacak. Yine temel girdilere yapılan zamlar üretim maliyetlerini yükseltecek. Tüketici talebinde ciddi bir gerileme yaşandığı bugünkü ortamda, maliyet ve fiyatları artan ürünlere olan talep daha da azalacak. Bunun sonucu olarak üretim daha da düşeceğinden, işsizlik artacak. Kısacası, küçülme eğilimine giren ekonomi, işçilere ve emekçilere daha fazla pahalılık ve işsizlik getirecek. TÜKETİCİ TALEBİ DÜŞÜYOR, EKONOMİ KÜÇÜLÜYOR Ekonomik büyümede gerilemenin ana nedeni, tüketim harcamalarındaki önemli düşüştür. Tüketici, yani emekçiler para harcamıyor, daha doğrusu harcayamıyor. Bu du-

8

rum, halkın gelirindeki azalmadan kaynaklanmıyor. Hatta işsizlik oranındaki düşüş dikkate alındığında, emekçilerin toplam gelirinin arttığından bile söz edilebilir. Ancak emekçiler “gırtlağına kadar borçlu”. Artık yeni borç almıyor ya da alamıyor. Emekçiler, tüketim harcamalarını, borçlanmak suretiyle, öne çekmişler; geçtiğimiz iki yılda gelirlerinin çok üzerinde para harcamışlar. Geçen iki yılın yüksek oranlı büyüme rakamlarının sırrı da burada yatıyor. Artık “deniz bitmiş”. Birey bazında ele alındığında, tüketicinin kişi başına borcu, yıllık gelirinin yarısını buluyor. Bu koşullarda, borçlanarak geçmişteki tüketim düzeyini sürdürmek ne akılcı ne de mümkün. Tüketim düşünce, KDV ve ÖTV gibi tüketimden alınan dolaylı vergiler de düşüyor. Dolaylı vergiler, vergi ve dolayısıyla bütçe gelirlerinde önemli bir yere sahip; devletin vergi gelirlerinin yüzde 70–75 i dolaylı vergilerden elde ediliyor. İşte tam bu noktada, siyasi iktidarın “köprüden geçenden iki akçe, geçmeyenden bir akçe alan Deli Dumrul” tavrı devreye giriyor. Emekçi, tüketirken, kaçınılmaz olarak dolaylı vergiyi ödüyor. Tüketim düştüğünde vergi geliri düşen hükümet, bu defa aynı düzeyde vergiyi toplayabilmek için vergileri arttırıyor.

Dolaylı vergiler adaletsiz vergilerdir, zenginden de yoksuldan da aynı oranda ve şekilde alınır. Dolayısıyla son vergiler, esas olarak, emekçileri vurmuştur. Lüks otolar dururken, özellikle dar gelirlilerin kullandığı, silindir hacmi 1600 cc den düşük küçük otoların ÖTV lerinde artışa gidilmesi manidardır. Kış aylarına girerken doğalgaz ve elektrik fiyatlarına yapılacağı ilan edilen zamlar, emekçi halkın belini iyice bükecek. Bu gelişmeler karşısında ortaya çıkması muhtemel emekçi tepkisinden çekinen Başbakan, zenginlerin vergisinde de artış yapılacağını açıklamıştır. Bu tümüyle aldatmacadır. Ülkeye sermaye gelmesi için “kırk takla atan” hükümetin, sermaye çıkışına yol açacak bu tür tedbirlere başvurması mümkün görünmemektedir. Bu açıklama, emekçileri yatıştırmaya yöneliktir. Yerel seçimlerin gelecek yılın sonbahar aylarında yapılacağı dikkate alındığında ve bu süreçte bütçe olanaklarının AKP’li yerel yönetimler için seferber edileceği düşünüldüğünde, hükümetin zamları kış aylarına yığacağı ve halkın zamlardan nefes alamaz hale geleceği öngörülebilir. O nedenle, işçi sınıfı ve emekçiler bu duruma hazırlıklı olmalı ve hükümetin zam saldırılarını püskürtebilmek için örgütlenmelidir.

SAVAŞ HARCAMALARI DA TIRMANIYOR Gerek PKK ile silahlı çatışmaların artması gerekse siyasi iktidarın Suriye’de sürmekte olan iç savaşa doğrudan müdahil olması, askeri harcamalarda ciddi bir tırmanışa yol açtı. Resmi kaynaklardan alınan bilgilere göre, bu yılın Ocak-Haziran döneminde malzeme, teçhizat ve hizmet alımı şeklinde gerçekleşen “güvenlik harcamaları” 732 milyon lira olarak gerçekleşmişken, sadece Temmuz ve Ağustos aylarında bu rakam 846 milyon lirayı bulmuştur. Yani son iki aydaki harcama, önceki altı aydaki tutarı geçmiştir. Yine son aylardaki örtülü ödenek kullanımında da ciddi artışlar gözlenmektedir. Suriye’deki çatışmaların Türkiye’yi de içine alması olasılığı ve Kürt sorunu ekseninde silahlı çatışmaların tırmanma eğilimi dikkate alındığında, bugün bütçe harcamaları içindeki payı nispi olarak düşük olarak görülen askeri harcamaların, bütçedeki “kara deliği” hızla büyüteceği öngörülebilir. Siyasi iktidarın savaş politikaları, işçi sınıfı ve emekçilerin hem kalbini hem de cebini vurmaktadır. Bir yandan çatışmalarda yoksullar can verirken, diğer yanda savaş harcamaları işçi ve emekçilerin sırtına yıkılmaktadır. İşte bu nedenle barış mücadelesi, işçi sınıfı açısından stratejik bir önem taşımaktadır.


İşçilerin Sesi

TİSK’TEN HÜKÜMETE UYARI, İŞÇİYE TEHDİT İşverenlerin sendikası TİSK iki açıklamayla hükümeti ve işçi sendikalarını uyardı. Önce uzayan TİS sürecinin “kötü niyetli girişimlere” yol açtığını öne sürdü. TİSK bir sonraki gün yaptığı açıklamada ise işçilere “veriminiz düştü, işsizlik kapıda” sözleriyle gözdağı verdi. Seyfi ADALI

TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu), 6/7 Eylül tarihlerinde peş peşe yaptığı iki açıklamayla, hem hükümeti hem de başta metal işkolundaki işçiler olmak üzere sendikaları (zannımızca DİSK’i) uyardı. İlk açıklamada sendikaların toplu iş sözleşmesi yetkilerinin Ocak ayından beri verilmemiş olmasının “uzadığını”, mecliste bekleyen toplu iş ilişkileri yasa tasarısının da biran önce “çıkartılmasını” hükümete bildiriyordu. Bu açıklamada “Yaşanan kaotik ortam, iş yerlerini ve çalışanları kötü niyetli kimi girişimlere açık hale ge-

tirmekte, çalışma barışının büyük bir istikrar ve ortak kararlılıkla muhafaza edildiği iş yerlerinde dahi huzursuzluklara yol açabilmektedir” denilmektedir. Ertesi gün yapılan açıklamada ise, “işten çıkartma tehdidi” vardır. TİSK ikinci açıklamasında 2012’nin ilk yarısında geçen yılın aynı dönemine göre üretimin yüzde 2,5, istihdamın yüzde 4,7 artarken, verimliliğin yüzde 2,1 azaldığına dikkat çekti. TİSK, verimlilikteki azalışın sürmesi halinde istihdamın geleceğinin de tehlikede olduğu konusunda uyarıda bulundu. TİSK ne demek istiyor? TİSK’in şu iki vurgusu üzerinde

duralım: Birincisi, işçileri “işsizlikle, işten çıkartmayla” tehdit içeriyor. İkincisi, “iş veriyoruz, ama verim alamıyoruz” mesajı taşıyor. Patronların çalışma yaşamı hakkında ortaya koyduğu ana soru şu: İşçiler geçmiş yıla oranla bu yıl verim “vermez” olmuştur. Açıklamalar birlikte okunduğunda sözü edilen “verim düşüklüğü”nün nedeni ortaya çıkıyor: İşçilerin ve sendikaların elinin kolunun bağlanıp, patronların salınması siyaseti şirketlerde geçici bir büyüme ve istihdam yaratmış olsa da orta vadede verim azalmasına yol açmaktadır. Patronlar hükümete diyor ki, sendikaların TİS yetkileri izin verin,

Toplu İş İlişkileri Yasasını çıkartın, yoksa siz ve biz suçlu olacağız! Ardından tehdit ediyor: Verim düşmeye devam ederse istihdam azalır! Sermayenin ve hükümetin çalışma yaşamında dayattığı güvencesiz ve düşük ücretle çalışma, uzun mesai saatleri boyunca esnek çalışma, sendikasız çalışma karşısında yani işçi sınıfı kendisini hiçbir biçimde savunamaz hale getirilirse, “verim” olabilir mi? TİSK’in aba altından sopa gösteren açıklamaları diğer yandan hükümete geri adım atmayı tavsiye etmesi, işçi sınıfının sendikalı kesimlerinin “verim vermez” tavrı, fiili ve meşru mücadele zamanının geldiğini göstermektedir.

SENDİKALARIMIZI RAHAT BIRAKIN! Seyfi ADALI

Toplu İş İlişkileri Yasa Tasarısı, geçen dönemden sıra bekliyor. Yasanın çıkmaması sebebiyle 350 bin sendikalı işçi toplusözleşme yetkisi alamadığı için, toplusözleşmesiz çalışıyor. Ne bir ücret zammı ne bir sosyal hak talep etmeksizin çalışmaya zorlanan işçiler arasında artan huzursuzluk üzerine patronlar hükümete çağrı yaparak yasanın biran önce çıkartılmasını talep etmişti. Geçtiğimiz hafta Tayyip Erdoğan işçi ve işveren sendikalarının “Başbakandan randevu talebi” üzerine yeni yasa tasarısını muhataplarının bir kısmıyla görüştü. Görüşmeden “mutabakat” çıktı. DİSK ise, “randevu

talebi olmadığı için” toplantıya çağrılmadı! Bir süredir “üye sayısı, yetki tespiti ve işkolu barajı” eliyle sıkıştırılan sendikaların, hükümete ve sermayeye boyun eğdiklerini gördük. Meclisin açılışıyla birlikte gündeme gelecek yasa, 12 Eylül askeri darbesinin ardından kıskaç altına alınan sendikal hakların bir kısmında değişiklik yapsa da, sendikaların faaliyetleri iki temel noktada engellenmeye devam edilecek. Birincisi, işyeri barajıdır. İşyeri barajı yüzde 50 + 1 olarak kalmıştır; baraj işletmelerde yüzde 40’a çekilse bile, zincir işletmelerde (marketler, lojistik şirketleri, hastaneler vb.) bu oranda üye yapabilmek olanaksız gibidir. İkincisi, yetki davaları devam

ederken toplu sözleşme imzalanmasının bekletilmesidir. Böylece işyeri ve işkolu barajını aştığınızda bile, yetki davalarının yıllarca sürmesi sebebiyle toplu sözleşme imzalamak mümkün olmayacaktır. Diğer yandan işkolu yetki barajı düşürülse de, düşük baraj hakkından yararlanmak şarta bağlanmaktadır. Ekonomik Sosyal Konsey’e katılan sendikalara indirim var. DİSK’e ve yeni kurulacak bağımsız sendikalara ise, indirim yok! Çifte baraj olacak. Hükümete yakın olanlara baraj yüzde 1 iken, diğerlerine yüzde 3. Bu oranlar ise aldatıcı: SSK verileri esas alınacağı için 11 milyonun üzerindeki işçi sayısı esas alınacak. İşkolu sayısından

mali denetime, sendikacıların siyaset yapma haklarından grev yasaklarına kadar 12 Eylül’den devrolunan yasaklar ve engeller ise, yeni yasada korunmuştur. Demokratik bir sendika yasası için, barajların kalkması, işyerinde üyesi olan sendikaların, üye sayısı kadarıyla sözleşme imzalayabilmesi sağlanmalıdır. Diğer yandan isteyen herkesin sendikaya üye olabilmesi, üyelik ve toplusözleşme imzalamak için sendikanın o işkolunda yetkili olması şartı kaldırılmalıdır. Meclisin açılmasıyla birlikte gündeme gelecek yasa tasarısına karşı yürütülecek mücadele “yasaksız, engelsiz, demokratik” sendika talebi etrafında örülmelidir.

9


İşçilerin Sesi

İSLAM KARŞITI FİLM ORTA DOĞU’YU AYAKLANDIRDI İslam Peygamberi Muhammet’e hakaret ettiği söylenen film, Müslüman âleminde yoğun tepkiler alırken, Türkiye’deki İslamcı akımların pek ilgisini çekmedi. Mustafa EKER

Müslümanları aşağıladığı, İslam peygamberi Muhammet’e hakaret içerdiği söylenen, ‘Müslümanların Masumiyeti’ filminin fragmanının yayınlanması, başta Ortadoğu olmak üzere, Müslümanların yaşadığı hemen tüm ülke ve bölgelerde yoğun protestolara yol açtı. Bu durum, ABD’nin Arap Baharının önünü kesmek için, İslamcı akımlarla işbirliği yapmasına, onları iktidara taşımasına rağmen, İslamcı hareketin tabanında ABD’ye karşı tepki ve öfkenin devam ettiğini gösterdi. Birçok ülkede ABD elçilikleri saldırıya uğradı. Bu saldırılar esnasında, güvenlik güçleri ile göstericiler arasında çıkan çatışmalar sonucu, onlarca insan öldü. ABD için daha kötüsü, Libya’da yaşananlardı. Bingazi’de yapılan gösteriler sırasında, ABD Büyükelçisi ve üç koruması öldürüldü. Libya’da ABD ve AB tarafından kiralanıp, Kaddafi’yi devirmek için silahlandırılan yerli ve yabancı radikal İslamcı gruplar, Selefiler, El Kaideciler, aşiretler, işleri bittikten sonra silahsızlandırılmayı, kullanılıp bir kenara atılmayı kabul etmediler. Bunların bir kısmı saldırı birlikleri, mücahit olarak Suriye’ye gönderilirken, kalanlar silahlı birlikler ve milis güçleri olarak varlıklarını devam ettirdi. Büyükelçiyi bu grupların öldürdüğü söyleniyor. Yoksul Müslüman Kitleler Provoke Ediliyor ABD’de yayınlanan ve Müslümanları aşağıladığı söylenen filme Dünyada tepkiler sürerken, benzer içerikte bir yayın da Fransa’dan geldi. Bu ülkede yayınlanan bir mizah dergisi, “yangına körükle gitti” ve İslam peygamberi Muhammet’in bir karikatürünü basarak, Müslüman inancını aşağıladı. Bunu, ABD’de, İsrail tarafından, New York Metrosuna asılmak üzere hazırlanan, Müslümanları aşağılayan ve nefret söylemi içeren bir afişin yapıştırılması izledi. Geçmiş karikatür krizlerinden bilindiği üzere, bu tür yayınlar, Batı ve ABD tarafından aşağılanan, dini inançlarına saygısızlık edilen, duyguları incitilen, Asya ve Ortado-

10

ğu’nun yoksul Müslüman kitlelerinin ayağa kalkmasına, ABD’ye karşı harekete geçmesine neden oluyor. Belli ki, bunu bilen emperyalistler de, bunu hedefliyor. Bu insanların kutsallarına saygısızlık ederek, dini kimliklerini aşağılayarak onları batıya ve ABD’ye karşı kışkırtıyor, provoke ediyor. Sonra da, batıya, ABD’ye dönüp, aşağıladığı, küçümsediği ve medeniyet yüzü görmemiş ‘cahil sürüsü’ olarak gördüğü, bu halkların, batı ve ABD karşıtı eylemlerini bahane ederek, onlara müdahale edil-

iktidara taşıdığı İslamcı partilerden, bu İslamcı gösterileri bastırmasını, emperyalizm ile uyumlu İslamcı akımlar haline gelmelerini, direnenlerin sistemin dışına itilmesini ve ezilmesini istiyor. ABD emperyalizminin, bölgeye ve İslamcı partilere ayar vermeyi de içeren, bu politikasının bölgede yeni saflaşmalara ve çatışmalara yol açacağı da öngörülebilir. Libya’da, 11 Eylül’de, on binler, ABD’yi protesto etmek için sokağa çıkarken, sonrasında, bu gösterileri ve Büyükelçinin öl-

mesi, boyun eğdirilmesi ve köleleştirilmesi için harekete yani saldırıya geçilmesi gerektiği vaaz ediliyor. Biz bu filmi daha önce de izlemiştik.

dürülmesini bahane eden hükümet, silahlı grupların silahsızlandırılması için harekete geçti. Selefilerin silah bırakmayan milislerinin karargâhları basıldı. Çıkan çatışmalar sonucu 11 kişi öldü. Yaşananlardan sonra Derna şehrindeki iki İslamcı grup silah bıraktı. Libya’da olağanüstü hal ilan edilmesi için hazırlıklara başlandı. Obama’nın ABD Büyükelçisinin öldürülmesi üzerine Libya’ya savaş gemilerini göndermesi, ‘ABD’nin Müslüman dünyasındaki varlığının sadece güce ve silaha dayalı olduğu’ tezini bir kez daha doğruluyor. İslamofobi, batıda ve ABD’de sadece marjinal bir çevrenin eğilimi değil, aynı zamanda Müslüman halklara, Asya ve Ortadoğu’daki ulus devletlere karşı, büyük ölçekli savaş politikalarının bir parçasıdır.

Müslüman Karşıtlığı Emperyalist Bir Politikadır ABD Başkanı Obama, radikal grupların filmi, ABD çıkarlarına saldırmak için bahane olarak kullandıklarını söylüyor. Ne var ki bahaneyi ortadan kaldırmak için bir şey yapmıyor. Filmi yasaklamayı, bu filmden dolayı dini-etnik kimlikleri aşağılanan, gururları rencide edilen milyonlardan özür dilemeyi düşünmüyor. Filmi düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendiriyor. Aslında böyle davranmakla kendisi de nefret suçuna ortak oluyor. Ondan sonra da, kendi besleyip büyüttüğü El Kaide gibi grupların eylemlerini bahane ederek, aşağılanan horlanan bu insanların yaptıkları protesto eylemlerini hedef olarak gösteriyor. İşbirlikçisi hükümetlerden, Arap Baharı ile

ABD Büyükelçisini Öldüren “Terörist”, Suriyeli Askeri Öldüren “Özgürlük Savaşçısı” İslam Peygamberi Muhammet’e

hakaret ettiği söylenen film, Müslüman âleminde yoğun tepkiler alırken, Türkiye’deki İslamcı akımların pek ilgisini çekmedi. Çıkan sesler de, esas olarak, İslamcılığın batı (yani emperyalistler) için korkulacak bir şey olmadığı, İslam’ın barış dini olduğu yönündeydi. Bu çevreler, emperyalizm tarafından Asya ve Ortadoğu’nun Müslüman halklarına, ulus devletlerine savaş açan, onları köleleştirmeye ve sömürgeleştirmeye çalışan emperyalizm ile uyumlu bir İslamcılık tablosu çizmeye, ABD için bir tehdit değil, dost ve müttefik olduklarını ispatlamaya çalıştılar. Libya’da ABD Büyükelçisinin öldürülmesine ateş püsküren Başbakan Erdoğan, eylemi ‘terör’ olarak değerlendirdi. Oysa bu “teröristler”, dün Kaddafi’yi öldürürken kahraman ilan edilmişlerdi. Başbakan Erdoğan yakın geçmişte de Özgür Suriye Ordusu saflarında yer alan ve Suriyelileri öldüren aynı örgüt militanlarını “özgürlük savaşçısı” ilan etmişti. Başbakan filmin batıda olan İslamofobi’yi yansıttığını, nefret söylemi içerdiğini söylüyor. Bu konuda uluslararası düzenleme yapılması gerektiğini söylüyor. Ulusal hukukta da aynı yönde düzenleme yapılması için, “Türkiye olarak biz başı çekelim” diyor. Durumdan vazife çıkaran Diyanet İşleri Başkanı da ‘kutsal değerlere hakaret insanlık suçu ilan edilmeli’ diye fetva veriyor. Oysa Başbakan, hemen her konuşmasında nefret dili kullanıyor. Cemevine ‘ucube-cümbüş evi’ deniliyor. İnsanlık suçu işleyen Sivas Davası sanıkları için verilen zaman aşımı kararına, “Türkiye’ye hayırlı uğurlu olsun” şeklinde tepki veriliyor. Alevilerin kapıları işaretleniyor. Halkların ve inanç gruplarının varlığı inkâr edilerek, asimilasyon politikaları izlenerek, nefret suçu işleniyor. Ermeni etnik kimliği bir küfür olarak kullanılıyor. AKP’nin bu çifte standart içeren politikaları ve Diyanet İşleri Başkanının kutsal değerlere hakaret formülasyonu, dini-etnik gruplara, Kürtlere, Alevilere karşı işlenen ve sıradan olaylar haline gelen nefret suçlarının daha da yaygınlaşması tehlikesini içinde barındırıyor.


İşçilerin Sesi

Lafı Dolandırmadan… Bahadır ALTAN

Emeğinden başka satacağı bir şeyi olmayanların, birlikteliğe ve dayanışmaya hep daha fazla ihtiyacı olduğu bir gerçek. Çoğunluktaki mülksüzler olmasa da azınlıktaki sermaye ve iktidar sahipleri bunun bilincindeler. Devletler, yasalar, orduların yetmeyeceği, daha doğrusu kitlelerin birleşmesi halinde etkisiz kalacağı aşikar olduğundan özellikle bu amaçla oluşturulan kurumları kontrol altında tutmalıydılar. En büyük yardımcıları da yine işçilerden “devşirdikleri” oldu! Sendikalar yasalarla denetim ve kontrol altına alınırken, düzenle örtüşen bir yapı da kurumsallaşıyor, bürokrasi çarklarına uymakta mahirleşen “yeni” çeriler devletin ta kendisi oluyorlar. Bu sürece uyum sağlamayanları kodese tıkıp yok ederken, yanlarına “kabul ettikleri” örneklere özendirmek için hiçbir “fedakarlıktan” kaçınmıyorlar. Öyle ki sendikacıların hedefledikleri “nihai” kariyer meclis oluyor! Sendikaların, işçilerin dayanışma ve mücadele örgütü olduğunu söyleyenler bu acınası durumdan çıkışın yolunu nedense dolandırıp duruyorlar. Çözüm sadece bu kurumları kimin yönettiği gerçeğinde değil; saklı değil apaçık ortada. Belki faydası olur diye tek cümlelik yalın gerçeğin altını çizelim: İşçilerin mücadele ve dayanışma örgütlerini “işçiler” yönetmiyor!” İşçilerin yönetmesi için seçilenlerin işçi kalmasına; bu sınıf devşirmesine engel olmak için profesyonel sendikacılığa son vermek gerekiyor. Bu gerçek bütün çıplaklığıyla or-

tada dururken Ahmet gitsin Mehmet gelsin, sağcı gitsin solcu gelsin, hırsızı uğursuzu değil, dürüstü, ahlaklısı gelsin demenin faydası var mı? Sendika yöneticisi olan işçi, işçiliğini sıyırıp maaşını aidatlardan almaya, sendika kasasından seyahatlere çıkmaya, makam arabasına binmeye, etrafındaki pervanelere “başkanlık” yapmaya başladığında, kısa sürede değişip patronlaşıyor. İlk belirtiler sendikadaki işçilere “çalışan” demekle başlıyor. Sonra bu işçilerin eleştirilerine veya duruşlarına gösterdikleri tepkiler patron tepkileri olmaya başlıyor. 23 yıllık Hava-İş Genel Başkanının (ağzına pek de yakışan!) ünlü sözüdür: “Benim çalışanım beni nasıl eleştirirmiş, atarım tabii!” Bu sözü söyleyen bir genel başkanın (kuşkusuz erkek olacaktır) kadın işçilerini taciz etmesine, gönül işlerine göre temsilci atamasına, başı dik

duran işçiyi temsilciyi atmasına, internetteki pornografik görüntülerine, bekçi köpeklerini muhaliflere, eleştiri sahiplerine saldırtmasına şaşanların da aklına şaşmaktan başka bir şey gelmiyor elden. . Bu durumun istisnası değil, devşirme süresi kısa veya uzun olanı var. Bu gerçeği kanımca herkes biliyor! Özellikle sendikacılarla yıllarca birlikte zaman geçiren Yıldırım Koç'tan, Atilla Özsever'e Aziz Çelik'ten... bu konuda kafa yoran, kalem tutan, eleştiren, çözüm arayan, görüş belirten herkesi lafı dolandırmamaya ve bu soruya yanıt vermeye çağırmalıyız. Bu konuyu işçilerle, sendikacıların değil işçilerin önünde bilmem ne sendikasının 5 yıldızlı genel merkezinde veya Taksim Hill Otel’de değil, bir mahalle kahvesinde konuşmaya ne dersiniz?

12 EYLÜL DAVASINDAN BALYOZ DAVASINA...

AKP’NİN SAHTE DEMOKRASİSİ Seyfi ADALI

“12 Eylülcülerin yargılanması” sözünün kendisi bile insanın içini kıpır kıpır yapmaya yeter. 12 Eylül Davası, mevcut hukuk çerçevesinde mümkün olanın yapılabilmesiyle sınırlı olsa da kıymetlidir. Sanıkların Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya ile sınırlı kaldığına bakılırsa, Balyoz Davasının akibetini de tahmin etmek zor değil. AKP hükümeti üstünü örtüp, darbecileri kollayacağı için samimi bir yargılamadan söz edilemez. AKP “12 Eylül’ü yargılayacağız” diyerek referandumda soldan oy almıştı. Şimdi de Balyoz Davası sebebiyle Tayyip Erdoğan’ı övenler var. Sonuç değişmiş midir? AKP, şunu yapıyor: Önce “yargılamaya izin veriyor” sonra “yargılamayı boşa çıkart-

mak” konusunda çaba içine giriyor. Sadece bu iki davada değil, Hrant Dink Davasında da bu süreci yaşadık. 12 Eylül darbecileri Adli Tıp marifetiyle, davaya bile getirilmiyor: Adli Tıp Kurumu, sanıkların mahkemeye getirilmesi halinde ''kronik hastalıkları ve yaşları nedeniyle uzun süre efor gerektiren durumlar ve stresli ortamlarda, sanıkların kardiyak-nörolojik hastalıklarının hayati tehlike yaratabileceği'' ve ''doktor eşliğinde mahkemeye gelerek ifade vermeleri durumunda dahi, hayati tehlike riskinin gerçekleşmesi halinde, tıbbi müdahalenin yeterli olmayabileceği'' yönünde görüş bildirmiştir. 12 Eylül davası, Balyoz davasının geleceğine ayna tutuyor. Hem yargılama kişilerle sınırlı tutuluyor; hem yargı süreci sulandırılıyor; caydırıcılık

özelliği kayboluyor hem de bu yargılanmanın kendisi, AKP hükümetinin “devlet”leşen gücünü ve uygulamalarını “demokrasi havarisi” görüntüsüyle İslamo-faşist siyasetinin üstünü örtmek üzere kullanılıyor. “12 Eylül AKP ile sürüyor” 12 Eylül rejimi sırasında gördüğümüz uygulamalar bugün AKP eliyle devam etmektedir. Askeri vekalet/vesayet dahil. ● Yargısız infaz mı istiyorsunuz? İşte size canlı bomba diye basına adı verilen iki gencin “canlıyız ama bomba değiliz” diyen basın açıklamaları. ● Vahşi sömürü, işten çıkartmalar, grev yasakları, sendikal yetkilerin kısıtlanması mı diyorsunuz? Havacılık işkolundaki grev yasağından, ge-

çen aya göre bu ayda artan işsizlik rakamlarına; toplu sözleşme yetkilerinin Ocak ayından beri kullandırılmamış olunmasına kadar… ● Yasak yayın mı diyorsunuz? Hala Marks, Nazım Hikmet yasak yayınlar kapsamında… ● Tutuklu gazeteci mi istiyorsunuz? 44 tanesinin yargılanmasının ilk duruşmaları dün sona erdi. ● Kürt sorunu dediniz? Roboski’nin akıbeti hala meçhul! ● Kadın haklarından söz eden var mı? Kürtaj yasağından 4+4+4’e kadar uzanan bir dizi uygulamayla karşı karşıyayız. ● “Türk-İslam Sentezi” mi? En alası iktidarda! Sözün özü: AKP, demokrasiye inandığı için değil, iktidarını güçlendirmek için darbecileri “yargılıyor”.

11


İşçilerin Sesi

THY İŞÇİLERİNİN İŞE İADE DAVALARI BAŞLADI İşten çıkarılan 29 Mayıs Birliği üyesi THY işçileri, işe iade davasında Davutpaşa ve Esenyurt mağdurlarıyla buluştu. 14 Eylül’de Bakırköy 2. İş Mahkemesinde görüşülen dava, 29 Mayıs Birliği üyelerinin ilk duruşmasıydı. Hatırlanacağı gibi Birlik, sendika avukatının tazminatlardan yüzde 10 istemesi üzerine, avukatlık ücreti almaksızın dava açmaya gönüllü avukatlara vekâlet vermişti. İlk duruşmada işveren avukatının hırçınlığı dikkat çekti. İşçilerin işten çıkartılma gerekçelerinin birbirine benzemez olması sebebiyle, işveren avukatı saldırgan bir üslup takındı. Örneğin, mesai bitiminde işten çıkartılan da var, 29 Mayıs günü rapor aldığı için işten çıkartılan da. Ya da işe gidiş sırasında basın açıklamasına katılan da var, evde hasta yattığı halde işten çıkartılan da. Basın açıklaması sırasında orada bulunduğu ve

fotoğrafı çekildiği için işten çıkartılan da var, fotoğrafı olmayan da! Dolayısıyla her hangi bir gerekçe temel alınarak çıkış gerekçesi oluşturulmamıştır. Bir gerekçe kabul edildiğinde diğer sebeplerle işten çıkartılanların durumu izah edilemez oluyor. Bu yaman çelişki sebebiyle THY yönetiminin grev yasağına karşı haklı ve meşru tepki gösteren her işçiyi cezalandırmaya yöneldiği açıktır. İşçileri işten çıkarmanın hukuki bir nedeni yoktur. Keyfi ve siyasi bir karardır. Bütün işçiler üzerinde baskı kurmayı amaçlayan gayri yasal, gayri insani ve düşmanca tutumu ifade eder. Dava öncesinde Bakırköy Adliyesi önünde basın açıklaması yapan THY işçileri, kendi duruş-

KUMLU ŞÜPHELİYDİ MÜŞTEKİ OLDU! 1 Mayıs 2010′da Taksim Mitingi sırasında işçilerin (esas olarak TEKEL işçilerinin) kürsüden taleplerini iletmesine izin verilmemişti. İşçilerin ısrarları karşısında kürsüdeki görevliler tekme ve yumruklarla işçilere saldırdılar. İşçiler kürsüye çıkınca da Türk-İş Genel Başkanı kürsüyü terk etmiş ve Atatürk Kültür Merkezi’nin camlarını kırarak içeri girmişti. Kültür Bakanlığının “cam paralarını” talebiyle açtığı davada, camları kıran Mustafa Kumlu ve özel korumaları olduğu için ilk aşamada “şüpheli” olan Mustafa Kumlu, iddianame hazırlanırken “müşteki” durumuna dönü-

DİRENİŞÇİ İŞÇİLERDEN ORTAK EYLEM Yaklaşık beş haftadır ortak eylem ve yürüyüşler yapan direnişteki işçiler, cumartesi günleri saat 19.00’da gerçekleştirdikleri Taksim yürüyüşlerine devam ediyorlar. Aralarında BEDAŞ, HEY Tekstil, ROSETEKS, DARKMEN, KİĞILI direnişçilerinin de bulunduğu yürüyüşte “İşimizi, Ekmeğimizi, Haklarımızı İstiyoruz, Alacağız” pankartı taşındı. İşten atılan ELİT Çikolata işçileriyle dayanışma sloganlarının da atıldığı yürüyüşte, 177 gün direnen Çapa taşeron işçileri de yer aldılar. Yapılan basın açıklamasında yürüyüşlere devam edileceği açıklanarak sınıf dostlarından destek istenildi. İşçilerin Sesi - Haber

12

şüverdi. Şüpheli ise, TEKEL işçileri oldu! Bu yer değiştirme kuşkusuz “siyasi” bir anlam taşıyor. Davanın 14 Eylül’de 20. Asliye Ceza’da görülen duruşmasında bu yanlışlık düzeltilmedi. Buna karşın, “adresinde” bulunamayan Kumlu’nun gelecek duruşmayla getirilmesine karar verildi. Öte yandan İhlas ve Doğan Haber Ajansının olay görüntülerinin 23 Kasım tarihinde izlenmesine, duruşma tarihinin ise, 17 Ocak 2013 tarihine atılmasına karar verildi. İşçilerin Sesi - Haber

maları için adliyede bulunan Davutpaşa ve Esenyurt’ta iş cinayetlerinde hayatını kaybeden işçilerin aileleriyle buluştular. 29 Mayıs Birliği’nin basın açıklamasında “Bugüne kadar tazminatlarımızı ödemeyen, işsizlik maaşını almamızı engelleyen Türk Hava Yolları yönetimi geçen hafta da kazanılmış hak olan 17 aylık ücret zam farklarını işten atılanlara ödemedi. Bu gaddar tutum ve vicdansızlığa maalesef dur diyemeyen Hava-İş sendikası yönetimi ise, Türk Hava Yollarının bu oyununa bilerek ya da bilmeyerek ortak olmuştur. 22’inci Dönem Toplu İş sözleşmesinde “işten şu durumlarda atılanlara geriye dönük maaş zam farkları yatmaz…” maddesini eklenmesini kınıyoruz, denildi. Öte yandan işe iade davalarının üst mahkemede yargılama dâhil toplam 4 ay gibi bir sürede sonuçlanması yasayla belirlenmiş olmasına rağmen iş mahkemeleri “iş yükü” sebebiyle dava duruşmalarını çok ileri tarihlere vererek, işten atılan işçilerin mağduriyetini artırmaktadır. Nitekim ikinci duruşma tarihi 5 Aralık olarak (2 ay 3 hafta sonraya) belirlenmiştir. İşçilerin Sesi-Haber


İşçilerin Sesi

PATRON RAHATSIZ OLDU, ÇEVİK KUVVET “SÜPÜRDÜ” Texim işçileri Merter gibi bir sanayi bölgesinde hem direnip hem de çevre fabrikalardaki işçilerin bilinçlenmesine ve sendikaya ilgi duymalarına yol açacak kararlılıkta olunca tekstil ve triko patronları rahatsız oldu ve valiliği devreye soktu Texim triko işçilerinin direnişi ikinci ayını doldurmak üzere. Bu süre içinde işten çıkartılan 36 işçi önce patronun çalışma saatleri ve iş yükünü artıran çalışma programına itiraz ettiler, ardından sendika üyeliklerinde, sendika haklarında ısrar ettiler. Texim patronunun bu ısrar karşısındaki tutumu triko bölümünde çalışan makineci işçilerin tamamını işten çıkartmak oldu. İşten çıkartılan işçiler, TEKSİF Yedikule Şubesiyle birlikte mücadelelerini fabrikanın önünde sürdürme kararı aldılar. Fabrika GüngörenMerter’de bulunuyor. Bu bölge tekstil işçilerinin eskiden beri yoğun olarak çalıştığı yerdir. Tekstil işçileri sendikasının Merter’de başlattığı direniş, örgütsüz, sendikasız, haksızlıklara uğrayan işçilerin ilerleyen günler içinde Texim direnişçileriyle buluşmalarını sağladı. Bu buluşma Valiliğin, emniyetin de ilgisini çekmiş olmalı ki, “çevre işyerleri rahatsız oluyor”, “elimizde çok sayıda şikayet dilekçesi var” diyerek, Valilik kararıyla 36 Texim işçisini çevik kuvvet marifetiyle fabrikanın önündeki yeşillik alandan; parktan polis jargonuyla “süpürüp” attı!

İşten atılan işçilerin fabrikaların önünde çadır kurup direnmeleri yeni bir eylem biçimi değil. Hey Tekstil işçileri 6 aydan fazladır fabrikanın kapı önünde direniyor. Çapa taşeron sağlık işçileri 6 ay işyerinin; hastanenin içinde direniş çadırındaydılar. Texim işçileri hiçbir “taşkınlık” yapmadıkları halde, çevik kuvvetin onlara müdahalesine yol açan neden neydi? Texim işçisi triko işkolunda hak-

sızlığa uğrayan işçilere sahip çıktı. Bu işyerlerinin önünde defalarca eylem yaptı. Patronların ve adamlarının saldırısına uğradı. Cebeci Triko ve Narin Triko’da polis devreye girmedi. Texim işçileri Merter gibi bir sanayi bölgesinde hem direnip hem de çevre fabrikalardaki işçilerin bilinçlenmesine ve sendikaya ilgi duymalarına yol açacak kararlılıkta olunca, tekstil ve triko patronları rahatsız oldu ve valilik devreye girdi.

Texim işçisi çevik kuvvetin “süpürme”sine hedef olduysa, patronları fazlasıyla rahatsız ettiği için. Patronların rahatsız olması ise, valiyi de “rahatsız” etmiştir ki, “süpürme” devreye girmiştir. Texim işçisiyle dayanışmak ve mücadele içindeki diğer işyeri ve direnişlerle mücadeleyi birleştirmek eğer mümkün olursa, vali ve polis baskısını alt etmek; dolayısıyla İstanbul çapında işçi sınıfının gücünü gösterme olanağını bulmak mümkün olabilir. Yani, HEY Tekstil, işten çıkartılan THY işçileri, Süreyyapaşa, Bilgi Üniversitesi, Rosa Tekstil, Elit Çikolata, Çapa taşeron işçileri “sınıf çıkarları” temelinde, hiçbir ön şart ileri sürülmeksizin, sendikalı-sendikasız ayrımına gidilmeksizin yan yana gelmesini sağlamak, yeni bir mücadele platformunu oluşturmak için yeterli olacaktır. Texim işçisi biryandan sendikalaşma ve işe iade için mücadelesini sürdürürken diğer yandan birlik ve mücadele zeminlerini oluşturmaya çalışarak, üzerindeki baskıyı azaltabilir. İşçilerin Sesi-Haber

4+4+4: AKP’NİN TOPLUM PROJESİDİR 15 Eylül’de Eğitim Sen’in çağrısıyla bir araya gelen sendikalar, siyasi partiler Ankara’da yaklaşık 15 bin kişinin katıldığı mitingle 4+4+4 sistemini bir kez daha protesto ettiler. Yunus ÖZTÜRK

Bugüne kadar siyasi partiler veya sendikalar 4+4+4’ü geri çektirecek düzeyde bir eylem örgütleyemedi. Hatta KESK’in 28-29 Mart’ta Ankara’da gerçekleştirdiği fiili basın açıklaması daha ileriye taşınamadı. Ankara mitingi de 4+4+4’e karşı mücadeleyi ivmelendirilecek bir hareket olamadı. Hem eylem biçimi sebebiyle; mücadele bir mitingle ivmelenmez; hem de katılım zayıf olması nedeniyle yeni bir başlangıç ola-

madı. Bunun esas nedeni 4+4+4’ün esas tahrip ettiği kesimlerin; öğrenci ve velilerin henüz sürece katılmamış olmasıdır. Eğitim Sen’in yönelmesi gereken esas kitle kendi üyelerinden de önce öğrenci ve veliler olmak zorundadır. 4+4+4: AKP’nin toplum projesidir 4+4+4 uygulaması sadece eğitim politikalarıyla ilgili değildir. AKP’nin dinci ve neoliberal, esnek çalışma ve özelleştirmeye dayalı

siyasetiyle; toplum projesiyle ilgilidir. AKP’nin toplum projesinin karşısına Eğitim Sen’in ve sosyalistlerin bütünlüklü bir alternatifle çıkması beklenir. Bunu başarılabilmek için mücadeleyi öğretmen kitlesiyle sınırlandırılmayarak “top-

lumsallaştırmak”; yani başta velilerin ve öğrencilerin mücadele sürecine katılmasını sağlamak gereklidir. Buna dönük kimi “veli-öğrenci inisiyatifi” girişimleri/deneyimleri paylaşılarak derinleştirilebilir, yaygınlığı sağlanabilir.

13


İşçilerin Sesi

ELİT ÇİKOLATA’DA SAFLAR NETLEŞİYOR Patron-Sendika işbirliği sonucunda akla hayale gelmeyecek yöntemler uygulanıyor B. UMUTCAN

Elit Çikolata patronu Tanıl Küçük ve Tek Gıda-İş Genel Merkezi bir yanda, mesai paraları yüzde 50 çalınan ve haklarını aradıkları için işten çıkartılan işçiler ile işçileri destekleyen Tek Gıda-İş Avrupa Yakası Şubesi ve Gıda İşçileri Birliği diğer yanda. Patron avukattan vekaletlerini çekmeleri ve dava başvurusunda bulunmamaları karşısında mesai paralarını ödeyeceğine söz verip, işçi çıkartmayacağını söylemesine rağmen parayı ödedi, peş peşe işçi çıkarttı. Sendika genel merkezi ise, işçilerin davasını açmayacağını söyledi; yetmedi, savcılığa şikayette bulunup üyelerini gözaltına aldırdı; karakolda ifade vermelerini sağladı. Patron-sendika işbirliği sonucunda akla hayale gelmeyecek yöntemler uygulanıyor. Elit Çikolata yönetimi hem işçi çıkartıyor hem de bir şartla tazminatlarınızı öderim diyor: İşe iade davası açtırıp, sonra da davayı geri çektiriyor; işçilerin işe iade

davası açma hakkını yaktıktan sonra tazminat ödemeyi vaat ediyor. Bu inanılmaz yolu uygulamak için, işten çıkardığı işçinin işe iade davası açma masrafını patron ödüyor! Bu şekilde dava açmayı önce kabul eden iki işçi, tazminatlar ödenirse davamızı geri çekeriz diyerek, patronun oyununu bozdular. İşçiler son sözlerini söylemediler Kasımpaşa'daki ve Esenyurt'taki fabrikanın önünde hem de İstanbul Sanayi Odası önünde yapılan basın açıklamaları ve ses aracıyla yapılan konuşmalar devam ediyor. Elit çikolatanın Esenyurt’taki işyerinde çalışan işçileri arkadaşlarının hak arayışlarına duyarsız kalmıyorlar. İşçi servis girişlerinde araç camlarından el sallayan işçiler fırsat buldukça kapıda işe iade için bekleyen arkadaşlarının yanına geliyorlar. Atılan işçiler sabah işbaşı saatinde çalışan işçileri karşılıyorlar. Geçtiğimiz hafta perşembe günü başla-

yan “fabrika nöbeti” cuma günü saat 15:00’de bir basın açıklamasıyla devam etti. Bu açıklamada, işveren ve sendika arasındaki yakınlaşma ve bunun sonucu olan yüzde 50 mesai ücretinin kesen protokoller anlatıldı. Çözüm olarak, protokollerin çöpe atılmasını işçilerin haklarının kabul edilmesi istendi. İş yasalarına uyun Sendikalı bir işyeri olmasına rağmen iş yasaları uygulanmıyordu. Top-

lusözleşme uygulanmıyordu. Bunlardan biri de gece mesaisinin 12 saat olmasıydı. Geçtiğimiz hafta mesai 8 saate geri çekildi. Bir başka sorun işyerindeki taşeron firmanın varlığıdır. Sendikasız işçi çalıştırılmaktadır. Sendikaya rağmen iş yasalarının uygulanmasını da sağlayacak olan mücadelenin başarılı olabilmesi için “içerde ve dışarıda” birlikte mücadele şarttır. Elit çikolata işçilerinin haklarını alabilmesi, gıda işçilerinin birliğine ve mücadelesine bağlıdır.

FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... GIDA

Bayramda zorla ücretsiz izine çıkardılar Zaten düşük olan ücretlerimiz, bir de bayram tatilini uzatıp iki buçuk günün ücretinin kesilmesiyle daha da azaldı. Bayramı parasız demesek de iyice kuşa çevrilmiş ücretlerle karşıladık. İzin dönüşü ise, yoğun mesaiye başladık. Patron ne yapacağını artık şaşırdı, 12 saat vardiyalı mesaiye kalıyoruz, o da az gelmiş gibi, cumartesi bile on iki saat çalışıyoruz. Hatta bazı bölümler pazar günü bile çalışıyor. Hangi bölümde iş çoksa diğer bölümün işçilerini hemen o bölüme yolluyorlar. Hatta diğer fabrikadan bile işçiler getiriyorlar. Bu işçiler yarın hangi fabrikada çalışacağız diye birbirlerine soruyor. Patronun gö-

14

zünü para hırsı bürümüş, düşünüyor işçiyi daha çok nasıl sömürebilirim diye. Fabrika büyüdükçe patron cimrileşiyor, önceden rapor alan işçilerin bayram ikramiyelerini kesmiyorlardı, şimdi raporlu olan işçilerin hem ücreti hem sigorta primi hem de ikramiyelerinden kesiyorlar. Hiçbir işçi buna yüksek sesle karşı çıkmasa da memnun olan kimse de yok. Geri dönüşüm de yasak mı? Bir işçi kullanılmış plastik kovaları evine götürürken patrona yakalandı. Çöpe atılacak olan kovaları “niye aldın” diye sorulunca “ustanın haberi var” demiş. Patron, bu ustaya durumu sorunca, yalaka usta “benim haberim yok” diyince işçiye “hırsızlıktan” işten çıkarttılar. Oysa daha önce herkes çöpe giden tek kullanımlık kovaları isterse alabiliyordu. Patron, lafa gelince “ben hak yemem, kimsenin hakkı bende kalmaz” demesini biliyor. İşçiyi de hır-

sızlıkla suçlamaktan çekinmiyor. Ya kendisi ne? Patron sadece işçinin hakkını değil kamunun hakkını da yiyor, bir sürü vergi kaçırıyor. Patronların dini imanı para! Eğer onlardan hakkımızı almak istersek, mücadele etmekten başka yol gözükmüyor. (G. Kemerli)

Asgari ücretin altında ücretle işçi çalıştırmak suçtur Tanınmış bir çikolata fabrikasında 4 aydır çalışıyorum. Nisan ayında 740 TL ücret alıyordum. Sonraki aylarda 40 TL uçup gitti. Bu ay bankaya yatan para 701 TL. Üstelik asgari geçim indirimi de içinde. Maaşımızı bankadan alıyoruz. Mesaiyi parasını elden veriyordu. Ancak bu hesapta bir yanlışlık var: 1 Temmuz itibariyle asgari ücret 673 TL, bekar bir işçi için asgari geçim indirimi 66 TL. Bankaya yatması gereken toplam asgari ücret tutarı 673 +

66 = 739 TL olmalıdır. Oysa bankaya yatan 701 TL. Patron asgari geçim indirimini de ücretin içine katarak ödediğini iddia edemez. Resmi olarak bankaya ücretimizi tam yatırmak zorundadır. Bazı işyerlerinde asgari geçim indirimini ücrete katarak ortadan kaldırdıklarını duymuştum. Ancak bu yasalar karşısında bir suçtur. Anayasa ve yasalar asgari ücretin altında ücretle işçi çalıştıramazsınız diyor. Adı üstünde “asgari”, yani en düşük ücret demek. Birçok işçi bu uygulamayla karşılaşsa da işçi arasında birlik olmadığı için ve patron “isteyen çalışır istemeyen çekip gider” sözünü rahatça söyleyebildiği için, şimdilik sessizlik var. Hiç kimse ücretinin haksız yere kesilmesini istemez. Ancak işsiz kalmakla tehdit ediliyoruz. Bunun karşılığını verebilmemiz birlik olmamıza bağlı. Patronun ve bu ünlü markanın nasıl zengin olduğunu daha iyi anlıyorum. (Bir işçiyle görüşme)


İşçilerin Sesi

SÜREYYAPAŞA HASTANESİ İŞÇİLERİ

ATILAN İŞÇİLER GERİ ALINSIN! Süreyyapaşa hastanesi işçileri seslerini duyurmak için E-5’i kapattı Süreyyapaşa Hastanesi’nde işten atılan ve hastane bahçesinde direnişlerini sürdürmekte olan üç sağlık işçisinin işlerine geri dönmeleri konusunda henüz herhangi bir somut gelişme olmadı. Bunun üzerine seslerini duyurmak üzere harekete geçen Devrimci Sağlık-İş Sendikası’na üye işçiler, Sendika Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu’nun da katılımıyla E-5 karayolunu bir süre trafiğe kapattılar. On kişinin katılımıyla gerçekleşen eylemde “İşten Atılan İşçiler Geri Alınsın-Süreyyapaşa Hastanesi İşçileri” yazılı bir pankart taşınarak, ihale süreçlerinde işçilere yönelik hak gasplarının arttığı-

na ve hak gasplarına karşı direnen taşeron işçilerinin işten atıldığına vurgu yapıldı. İşten atılan üç taşeron şirket işçisinin işe geri alınması istendi. “Atılan işçiler geri alınıncaya kadar mücadelemiz sürecektir” diyen Genel Başkan Arzu Çerkezoğlu, İl Sağlık Müdürlüğü’ne ve Sağlık Bakanlığı’na seslenerek, “bu hukuksuzluğa son verin, arkadaşlarımızı bir an önce işe alın” dedi. Eyleme ve direnişçi işçilere otobüs duraklarında bek-

lemekte olanların alkışlarla destek vermesi kadar, tıkanan trafik nedeniyle özel araçlarının içinde kalanlardan bazılarının tepki göstermesi de dikkatleri çekti. Sıkışan trafik nedeniyle polisin eylem yerine gelememiş olması ise herhangi bir müdahale ihtimalini ortadan kaldırmış oldu. Süreyyapaşa Hastanesi’nde işten atılan üç sağlık işçisinin direnişleri sürüyor. İşçiler, sınıf dostlarının desteğini bekliyorlar. İşçilerin Sesi - Haber

HAYAL DEĞİL GERÇEK OLACAK “Antep Başpınar Organize Sanayi Bölgesi'nde 5 bin iplik işçisi tarafından gerçekleştirilen 10 günlük grevin ardından sendika bürokrasisine tepkiler artarak sürüyor ve işçiler yeni bir alternatif arıyorlar. Greve katılan Şireci Tekstil işçilerinden birisinin Evrensel Gazetesi’ne gönderdiği mektuptan bir bölümü aktarıyoruz: “Gelelim sendikacı arkadaşların bağımsız sendika ile ilgili söylediklerine. Sendikacı arkadaşlardan biri bunun yalnızca hayal olduğunu söylemiş. Bizler aslında, Antep’teki üç tekstil sendikasının da (Öz-İplik-İş, DİSK Tekstil, Teksif ) Başpınar’da toplam üye sayısı olan 4 bine şu anda bile ulaşabiliriz. Biz bu sendikayı kurduğumuzda hayal olup olmadığını göreceksiniz. Biz işçiler sendikacılığın ve mücadelenin nasıl yapılacağını inanın size göstereceğiz. İşte o zaman sizler Gaziantep’te artık eskisi gibi sendikacılık yapamayacaksınız. Çünkü üyeleriniz bizim işçi kardeşlerimiz olduğundan, kendileri gibi işçilerin başında olduğu adam gibi bir sendikacılığın mümkün olduğunu görünce siz artık o koltuklarda rahat oturamayacaksınız. Siz bugünkü sendikacılar hakkını arayan, işçilere önderlik eden ve sözcülük eden işçileri işten attırmayı adet edinmişsiniz. Bizler bunların hepsine çözüm üretecek, işçinin yöneteceği, işçiyle aynı şartlarda yaşayacak, aynı maaşla çalışacak, aynı şeylere sevinip aynı şeylere üzülecek, işçilerin mücadelesiyle yükselecek bir sendika ve sendikacılık oluşturacağız. Hayal değil, gerçek olacak. Çünkü bizler birlikten güç doğduğunu, kanunların ardına sığınmadan, patron yanlısı olmadan fiili eylemlerin ve mücadele ederek hak almanın saygınlık ve güç kazandırdığını gördük. Birlikte mücadele etmenin olumlu sonuçlar doğurduğunu yaşayarak gördük ve biliyoruz.” İşçilerin Sesi - Haber

FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... FABRİKALARDAN... İŞYERLERİNDEN... PLASTİK

Patron beyler, işten atmanın da bir bedeli var Geçtiğimiz yıl doğum iznimi kullandığım sırada işyerinde sendikal çalışma yaptığım duyulmuş ve tazminatlı olarak çıkışım verilmişti. Buna karşılık ben de işe dönüş davası açmış, neredeyse iki yıl süren sürecin ardından davayı kazanmıştım. İdare iş başı yapmamı kabul ettiğini avukatıma bildirince, fabrikaya gittim. Her ihtimale karşın işyerine gelirken yanında bir tanıdığımı şahit olarak götürmüştüm. Muhatap olduğum insan kaynakları sorumlusu, bana “işbaşı yaptırmaya yetkili hiçbir yöneticinin işyerinde olmadığın söyledi. Fabrikaya boşuna geldiğimi, ancak o gün işyerinde olduğuma dair bir tutanak tutacaklarını açıkladı. Bu pazarlığı kabul etmedim. İdarenin bir oyun hazırlığı yaptığı belliydi. Daha

önce yapılan tebligattan dolayı benim işyerine geleceğimi çok iyi biliyorlardı. “Bugün git pazartesi gel işbaşı yaparsın” diyerek göndermeye çalıştılar. Avukatımı arayıp, idareciyle görüştürdüm. Avukat, görevlendirme ile ilgili yetkili olmadığı için işbaşı yaptırılamadığını ifade eden bir tutanak yazılmasını istedi. İnsan kaynakları sorumlusu, amirleriyle bir telefon görüşmesi yaptı. Ardından sert bir üslupla, avukatın istediği tutanağı hazırlamayacağını ve onunla görüşmeyeceğini söyledi.

aylık tazminatı ödeyeceklerini söylemişler. Yasa böyle, patronlar para verip işçiyi her ne olursa olsun kapının önüne koyabiliyorlar. Buna rağmen haklarımız için ısrarcı olmalıyız, mücadele etmekten vazgeçmemeliyiz. İşten çıkartmanın bedeli tazminat olarak da ödetmeyi bilmeliyiz! (G. Işıklı)

Güvenliği çağırıp bizi dışarıya çıkardı, güvenlik bizi tehdit etti, gerekirse kaba kuvvet kullanacağını söyledi. İdarenin eline koz vermemek için dışarıya çıkmayı kabul etti. Avukatım, polisi arayıp, şikayetçi olmamı, tutanak tutmamı istedi. Polisi aradım ama nedense gelmediler! İkinci kez aradığımda benle ilgilenmek zorunda kaldılar. Polis gelene kadar, avukatım patronun avukatıyla görüşmüş, uzlaşmaya varmış. Bana işbaşı yaptırmayacaklarını, 4

İşyerinde çalışma koşullarımız git gide esnekleşmeye başladı. Normalde 08.30’da iş başı yaparken yaz döneminde yıllık izinler başlayınca haftanın üç günü 08.00’de iş başı yaptık: Bu durumun geçici olduğunu yılık izinler bittiğinde, tekrar 08.30’da işbaşı yapılacağı söylendi. Şimdi gelinen duruma göre erken işbaşı devamlı hale geldi, çünkü yıllık izinler bittiği halde aynı saatte 08.00’da iş başı yapıyoruz. Nedenini sorduğumuzda işler yoğun olduğun-

KARGO / LOJİSTİK

Gizli esnek çalışma

dan sabah yapılacak işlerin çabuk bitmesi gerektiği için bu uygulama devam ediyormuş. Ama geçici olduğu da söyleniyor. Fakat aynı sorun akşam paydoslarında da var, paydos saati 17.30 olduğu halde kargoların çıkışları yoğunlaştığında en az 1 saat geç paydos ediyoruz. Akşam vardiyasında çalıştığımızda öğlen 13.00’da iş başı yaptığımızda gece geç çıkıyoruz bazı zamanlar sabaha kadar çalışıyoruz. Şirkette fazla mesai ücreti verilmiyor bunu yerine uyarlama (ay boyunca izinler ve çalışma saatlerinin denkleştirilmesi) yapıldığı söyleniyor, fakat çalışanlardan hiç kimse ne kadar fazla çalıştığını bilmiyor, çünkü iş başı ve paydoslarda kayıt tutulmuyor, ne bir kart basıyoruz ne de elektronik bir takip sistemi var. Bu durum işçiler arasında devamlı sohbet konusu ama kimse ciddi ve örgütlü anlamda tepki veremiyor sadece kısık sesle yapılan serzenişlerde kalıyor. Ancak sabrımızın giderek daha çok zorlandığından kimsenin kuşkusu olmasın! (S.Arık)

15


15-16 HAZİRAN’IN ÖNCÜLÜ DERBY İŞGALİ, KİTAP OLDU

68-71 arasında 42 işgal eylemi gerçekleştirildi Türkiye'de işgal altındaki bir işyerinde yapılan bu ilk ‘‘referandum’’da işçiler gizli oy ile özgürce diledikleri sendikayı işaretlediler. Referandumda 930 işçi DİSK üyesi Lastik-İş'i, 6 işçi Kauçuk-İş'i seçmişti. İzinde olan 250 kadar işçi oylamaya katılmamıştı. İşveren ile Lastik-İş arasında işgalci işçiler hakkında herhangi bir işlem yapılmayacağı, 4 işçinin kefaletle tahliyesinin isteneceği, fabrika müdürünün değiştirileceği maddelerini de içeren bir anlaşma yapıldı. Derby fabrikası işgalinin başarıyla sonuçlanması, bu eylem biçiminin bundan sonra örnek alınmasına neden oldu. 1968 Ocak ve 1971 Mart tarihleri ara-

oldu. Ancak Kavel direnişinden sonra gerçekleşen fabrika işgallerinde, polis sert önlemler uygulamaya başladı. Singer işgali sırasında gaz bombası kullanılması bazı işçilerin ağır yaralanmasına, sonbaharda gerçekleşen Gamak işgalini sona erdirmek üzere yapılan müdahale ise bir işçinin ölmesine neden oldu.

Geleceğe Yazılmış Mektup 1968 Derby İşgali Zafer Aydın Sosyal Tarih Yayınları

Derby, Kavel ve Demir-Döküm fabrikalarında gerçekleştirilen işgaller, işçilerin isteklerini elde etmek konusunda tam anlamıyla başarıya ulaştıkları eylemler oldu.

Türkiye’nin sınıf mücadelesi tarihinin dönüm noktalarından olan 15-16 Haziran’a giden yolda önemli kilometre taşlarından biri de fabrika işgalleri oldu. 1968’de Derby, Altınel, Kavel ve Emayetaş ile başlayan; 1969’da Singer, Demirdöküm ve Gamak ile devam eden fabrika işgalleri, işçilerin mücadele deneyimini artırırken, bilinçlenme sürecinin de önemli bir parçası haline geldi. Fabrika işgalleri döneminin fitilini ateşleyen Derby İşgali bu eylemlerin ilki olarak tarihe geçti. Bakırköy'de kurulu Derby Lastik Fabrikası'nda 1968'de gerçekleştirilen İstanbul'un ve Türkiye'nin bu ilk fabrika işgalinin temelinde işçilerin sendika seçme özgürlüğüne müdahale edilmesi yatıyordu. İşçilerin eğilimli oldukları DİSK kurucusu Lastik-İş Sendikası'na karşı Derby Lastik Fabrikası işvereni önce bir işyeri sendikası kurdurmaya çalıştı, ardından TÜRK-İŞ üyesi Kauçuk-İş adlı sendikayı işyerine soktu. 3 Temmuz 1968'de Kauçuk-İş Sendikası işyerine duyuru asarak 4 Temmuz 1968’de işverenle toplu sözleşme imzalayacaklarını açıkladı. Bunun üzerine işçiler 4 Temmuz 1968 sabahı çalışmayı bıraktılar ve fabrikayı işgal ettiler. Sabah vardiyasını içeri aldıktan sonra işe gelen fabrika sahiplerini, müdür ve amirleri işyerine sokmadılar. İşgalle beraber kurulan boykot komitesi ilk bildirisinde işverenin karşılarına bir sarı sendika çıkardığını, kendileri adına sahte imzaların atıldığını, bu nedenle de hangi sendikaya üye olduklarının belirlenmesi için işyerinde sayım istediklerini açıkladı; ayrıca 16 maddelik bir işyeri reform taslağı öne sürdü. Derby işgali sürerken Lastik-İş'in başvurusu üzerine, 13. Asliye Hukuk Mahkemesi 8 Temmuz 1968 günü işyerinde işçilere tek tek hangi sendikanın üyesi olduklarını sorma kararı aldı. Bu arada 4 işçi ‘‘kışkırtıcı’’ sıfatıyla tutuklandı.

sında toplam 42 işgal eylemi gerçekleştirildi. İşgaller başlangıçta işçilerin isteklerini kabul ettirmeleri ile sonuçlanmakla birlikte, 1968 Eylül ayından itibaren polisin sert tedbirler uygulamaya yönelmesiyle eylemlerin başarıları sınırlı düzeylerde kaldı. Derby, Kavel ve Demir-Döküm fabrikalarında gerçekleştirilen işgaller, işçilerin isteklerini elde etmek konusunda tam anlamıyla başarıya ulaştıkları eylemler

“Sendikal anlayış farkına mercek tuttu” 1989 yılından bu yana Kristal-İş Sendikası’nda eğitim uzmanı olarak çalışan ve son dönemde emek tarihine ilişkin çalışmalarıyla dikkat çeken Zafer Aydın Derby İşgali sürecini ‘Geleceğe Yazılmış Mektup 1968 Derby İşgali’ kitabında anlattı. Kitabında dönemin tanıkları ile yapılmış sözlü tarih çalışmalarına yer veren Aydın, ayrıca birçok orjinal belgeden de yararlanmış. Dönemin gazetelerinin işgali nasıl değerlendirdiği de kitapta anlatılıyor. Birgün gazetesinde yayınlanan söyleşisinde Derby İşgalini “işçi sınıfına, işçi sınıfının gücüne duyulan güvenle ve cesaretle gerçekleştirilmiş büyük bir meydan okuma” olarak niteleyen Aydın, sendika seçme özgürlüğü için yapılan eylemin sonuçları itibariyle tanımlanmış hedefleri aşan bir deneyim olduğunu belirterek, bu gelişmeleri şöyle sıralıyor: “Derby İşgali’ni takip eden yıllarda fabrikalarda işgal eylemlerine daha sık başvurulur oldu. Hakların fiili mücadeleler yoluyla geliştirilebileceği fikrini kuvvetlendirdi. Yetkili sendikanın belirlenmesinde referandum ve irade beyanı yöntemleri, Derby İşgali’nin etkisiyle gündeme geldi. Sendikal harekette yaşanan anlayış farklılığına mercek tutulmasını sağladı”. “Yeni kazanımların kapısını araladı” Zafer Aydın, kitabın adını neden “Geleceğe Yazılmış Mektup” koyduğunu ise şu sözlerle anlatıyor: “Birincisi: Derby İşgali daha sonraki dönemde Lastik-İş ve DİSK’in sendikal pratiğinde kazanılmış bir mücadele olarak, yeni kazanımların kapısını aralayan bir işlev gördü. İkincisi: Bu eylem sendikal hareketin yaşadığı gerileme döneminde ne yapmalı sorusuna yanıt arayanlar için, vesayetçi/güdümlü/yandaş sendikacılığın karşısında, sınıfsal bir perspektifle, bağımsız, demokratik ve mücadeleci bir sendikal hareket inşa etmek isteyenler için dikkate alınması gereken zengin bir deneyimdir. Bu özelliği ile de sınıfın sorunlarını, sınıf hareketini kendine dert edenler için bir kılavuz, geleceğe yazılmış bir mektuptur.” Bağımsız, demokratik ve şeffaf bir sendika için, bürokrasiden arınmış bir sendika için, gerçek işçi demokrasisi için mücadele bugün de tüm hızıyla sürüyor.

İşçi Sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır İşçilerin Sesi - Aylık Süreli Siyasi Yayın - Tarih: Ekim 2012 Sayı: 7 Baskı: Yön Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok No: 366 Topkapı - İstanbul Tel: 0212 544 66 34 Sahibi: KCS Yayınevi Kemal C. Sarıoğlu Sorumlu Müdür: Songül Yarar Dede Adres: Söğütlüçeşme Cad. Tulumbacı Asım Sok. Korular İş Hanı No: 48 Kadıköy - İstanbul Web: iscilerinsesi.org e-mail: iscilerinsesi@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.