Merhaba değerli Kalemsiz Dergi okurları, yeni bir sayıyla daha sizlerle birlikteyiz. Her yeni sayıda olduğu gibi bu sayıda da sizlere daha iyi bir dergi çıkarmak için çok çalıştık ve çabaladık. Yeni sayının coşkusu bizde bayram sevinci yaratıyor. Dilerim yeni sayımızı sizler de çok beğenirsiniz. Unutmayın beğenilerinizi ve eleştirilerinizi bizlerle paylaşın. Biz de bu sayede kendimizi daha da geliştirebilelim. Kalemsiz Dergi Ailesi her geçen gün büyümeye devam ediyor. Sizler de bu büyük ailenin birer parçası olabilirsiniz. Tek yapmanız gereken bizlerle iletişime geçmek. Kalemine güvenen herkes ‘kalemsiz’ olabilir. Kalemsiz Dergi gerek sosyal medyada, gerek ise haber sitelerinde boy göstermeye devam ediyor. Son olarak ‘Medya Sokağı’ haber sitesinde yer aldık. Dergi Fuarı’nda kazandığımız ivme artış göstermeye devam ediyor. Gelelim yeni sayımızda sizleri nelerin beklediğine. Shi Burak Serinpınar’ın kaleminden seyre devam ediyor. Canan Topcu ‘Hal-i Lal’ köşesinden içimizden birilerine kulak veriyor. Barış Melih Cayıt sizler için Madrid’e gitti. Tüm detaylarıyla yeni sayımızda sizlerle. Yanlış anlaşılma hepimizin derdi bu devirde. Peki nasıl düzeltebiliriz ya da hakkında tam olarak ne biliyoruz ? Sürrealist yazarımız Onur Bilgin Kenger sizler için
anlatıyor. Tolga Arslan ve şiirleri bu sayımızda da sizleri uzak diyarlara götürmeye hazırlanıyor. Müzik dünyasının son günlerde adından sıkça söz ettiren ismi İlker Pehriz ile çok keyifli bir röportaj gerçekleştirdik. Hakkında bilmedikleriniz, bu başarıya nasıl ulaştı ve gelecek hedefleri neler? Hepsi yeni sayımızda. Sansür ülkemizin ve hatta dünyanın en önemli sorunlarından bir tanesi. Biz de medyanın içerisinde yer alan bir dergi olarak bu ay bu sorunu irdeledik. Dileriz önümüzdeki aylarda ve yıllarda medya daha da özgür hale gelir. Dallas Türk toplumunu nasıl etkiledi ? Bugünkü dizi sektörüne etkisi nasıl oldu ? “Dallas’ın Hakkı Dallas’a” yazısında okuyabilirsiniz. Beethoven ve piyano. Ruhunuz arşa alaya yükselsin doygunluktan efendim. Ayrıca, Kurt Cobain ve Abraham Lincoln’ün hayatlarının perde arkası sizlerle. Birinci Dünya Savaşı ve İttihatçılar hakkında bilinmeyenler, yanlış bildiklerimiz ve daha fazlası hepsi Kalemsiz Dergi’de. 2011 Temmuz ayından beri yayın hayatına devam eden Kalemsiz Dergi yoluna daha da güçlü adımlarla devam ediyor. Her yeni sayıda daha büyük kitlelere sesleniyor. Bu başarının gelmesinde siz değerli okuyucularımızın büyük katkısı var. Desteğinizi bizden esirgemeyin. Sizlerle çıktığımız bu yolda yine sizlerle beraber yürümeye devam edelim. Yeni sayılarda görüşmek üzere, esen kalın…
Edebiyat->
‘Ondan ayrılırken elini kalbine koydu, ağrısını teselli eder gibi sıvazladı göğsünü. Oysa bu hareketine sebep olabilecek bir şeyler yaşamadığımızı ikimizde biliyorduk. Nedense, o hareketi yaptığı anda ondan soğudum, ellerine yabancılaştım...’ İşe geç kaldım, sevgilerimle… Masasında duran fotoğraf makinesini aceleyle çantasına koydu, ön gözüne de defterini sıkıştırdı. Metropolde işe geç kalmak henüz ismi konmamış bir aktivite olabilir miydi? Aynanın yanından geçerken hızlıca kendine baktı, çantasını omzuna doladı, ceplerini yokladı, ayakkabısını giydi, masasındaki notlarını almayı unuttuğunu fark edip yarım ayak tekrar içeri daldı, kapı eşiğinde anahtarını çıkarttı ve kapıyı kilitledi. Uzun olmayan uzun yolu aştı. Trafik, fizik kurallarını bilse ne olacaktı? Ya Coğrafya? Otobüsteki mırlamalarla seyrettiği görüntüleri otomatik kapının tıslamasıyla geride bıraktı. Daha sonra sokağın başından sonuna, bol selamlı yürüyüşü başladı. İş yeri sokaklarının herkese görünmeyen yüzleri mi olurdu? Kimilerine göre sofistike ofisine uğrayıp etrafa göz gezdirdikten sonra duvardaki tarih cetvelinden, günün yapılması gereken fotoğraf çekimlerine baktı. Keyifli ses tonları ve gülüşmelerle birbirlerinin açılmamış uykularını hedef aldıkları ofisteki bu konuşmalardan payını, rastgele denk düşen bir soruyla aldığında, sadece bakakaldı. ‘’Baksana, Ecebey ya-
zar olabilir mi sence?’’ Bugün epeyce işi olduğunu anlatamadan devam etmişlerdi oysa. ‘’Hadi ama! Bu adamın tarih bilgisi yok. Tarihe gömülmüş birinin tozlu sayfalarını araştıramayacak kadar da tembel! Üzerine konuşmalar yapabilecek birini tanımadığından uydurduğu bir karakterin etrafında dönüp durmalar yapar en fazla, bu kadarlık öykü olur işte! Dolayısıyla bu işe girmemesi lazım.’’ Dışarı çıkarken bu konuşma yüzünden uykuların değilse de dozun kaçacağını anlamıştı ve maalesef haklı çıktı. ‘’Ne! Nen var kuzum! Sürekli neyi yapmamam gerektiğini söylüyorsun ya da benzeri şeyleri ima ediyorsun. Aslında ne var biliyor musun? Senin olduğun yerde söz sahibi olmak istemem çünkü bu söze hakaret olur! Bugünden itibaren iş alışverişi dışında bir şey olmasın aramızda, tamam, bu kadardı… Şimdi de hava durumuna geçiyoruz; bugün hava kasvetli, basık, kara bulutlu ve yağmursuz çünkü bulutlardan biri çarpışmayı kabul etmedi ve çekip gitti, ben çıkıyorum!’’ Anlaşılan ofisten tek başına çıkmayacaktı. Bu konuşmanın bu noktaya geleceğini bildiği kadar, sadece iki saat içerisinde eski hallerine döneceklerini de biliyordu. Kendilerince oyalandıkları barizdi. Bu tarz insanların kendilerine göre bir itme-çekme kuvvetleri vardı. Hesapladığına göre çekmesi gereken yetmiş kare poz vardı. Bu hesabın en aşağı rakam olduğunu bildiğinden güneşin doğru zamanlarını yakalamak pek kolay olmayacaktı. Bütün bunlara alışık olmasıysa aklına bir başka yorgunluk şekli enjekte ediyordu. Bilinen yorgunlukla alışık olunan yorgunluk arasında usanma denen bir köprü olmalıydı. Nihayet denizi gördüğünde fotoğraf makinesini boynuna astı. Çevreye iyice bakındıktan sonra deniz kenarına yaklaştı ve dolmuşta bulduğu o sayfayı okuduğundan bu yana balıklara ikinci kez bu denli yaklaştı. Fotoğraf makinesine rastgele kaldırdı; ‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun?’’
Devam edebilir…
BURAK SERİNPINAR b.serinpinar@kalemsizdergi.com
Hâl-i lâl
Kocaman gözleri, çıplak ayakları, güneşte parlayan esmer teni; gülümsemesi ise yüzünden hiç ayrılmayan küçük bir çocuk. Az önce yerdeki taşları toplamış, dizleri çamur, mahalledeki göle gidiyor belli ki. En güzel taşları birinin düşürdüğüne inanıyor bulduğuna sevinirken. Yoldaki sek seğin üzerinden zıplayarak devam ediyor yolculuğuna. Çöpü karıştıran yavru köpeğin poşetleri parçalamayı bırakması için tek bir işareti yetiyor. Kırık kaldırımda renklere basmadan yürümeye çalışırken kazağına doldurduğu taşlardan birkaçı düşüyor, onları yerden alırken daha güzellerini buluyor; tırnaklarının içindeki çamur bile keyfini bozamıyor. Yoluna devam ederken; büyük çocuklar çıkıyor karşısına; ona gülüyor, kıyafetlerini çekiştirirlerken kurtulmaya çalışıyor küçük; ama ardından bağırırlarken sesleri silinmiyor zihninden: ÇİNGENE!
Çingeneler; en tanıdık sokak komşularımız. Yoksullukları ve yoksunlukları toplum tarafından her an yüzlerine vurulan, yine de hayata kocaman, keyifli gözlerle bakan insanlar. Dişlerinin eksik olması ya da kıyafetlerinin toz-toprak içinde olması, gülmeye engel değil onların için. Peki, farklı olmaya haklarının olup olmadığını sorgulayabilir miyiz?
“ Her dilde onlarca hatta yüzlerce atasözü vardır, tıpkı bizde olduğu gibi. Ama Çingenelerde tek bir atasözü vardır: Evde oturan ölür… Bu küçük belirleme bile koskoca bir halkın kimliğini ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı gibidir.”Jan Yoors
II. Dünya Savaşında Çingenelere insanlığın en büyük acılarını yaşatmıştır Hitler; fakat kimse böyle bir kitap okumamış, böyle bir filme rastlamamıştır. Oysaki o tarihlerde 1 milyona yakın Roman katledilmiş, Yahudilerden de fazla soykırıma uğratılmışlardır (bkz. Myriam Novitchi, Gypsy Vicdoms of the Nazi Terror, UNESCO Courrier, Oct 1984). Bu konuda her birimiz üç maymunu oynarken; koskoca bir halkı nasıl bu derece görmezden gelebiliyoruz?
Göçebe yaşam tarzı yerleşik toplumdan çok farklı olduğu için, Çingeneler her zaman halk tarafından dışlanıp; hırsızlık, büyücülük ve çocuk kaçırma ile suçlanmıştır. Çocuklar büyütülürken Çingenelere verilmekle korkutulmuştur toplumumuzda yıllardır.Yoksul ve özgür oluşlarıdır insanları korkutan. Fakat işin içine bir de mantığı katarsak eğer; her suçlu Çingene değildir, her Çingene de suçlu değil.
Kim istemez yaşamaya yetecek kadar para kazanıp hayatı keyifle sürdürmeyi; özgürce gezip her yeri görebilmeyi, doğayla iç içe bir hayat sürebilmeyi? Kurallarla sınırlamadan hissettiğimiz gibi davranabilmek değil mi her birimizin hayali? Peki bunu elinde tutan; özgür bir halk gözümüzü niye bu kadar korkutuyor? “Sahip olunan şeylerden zevk almanın tek yolu, onları harcamaktır. Çingene milyoner Piti la Kaliako bir milyona sahip olduğu için değil, bir milyon harcadığı için zengindir.” Jan Yoors Benim görmediğim ne görüyor olabilirler ki hayata dişlerini sadece gülerek gösterecek kadar. Ve dans etmek; tüm eklemlerine hakim olup dilediğince hareket ettirebilmek, ne keyiflidir o halleri. Bir enstrümana vücudunun uzvuymuşçasına hakim olabilmek nasıl mümkün, nasıl olasıdır böyle?
Çingeneler “kaygısız” değil, “barışçıl” insanlardır. Bir insanın etnik kökeniyle yargılanabilmesini kim haklı bulabilir; peki ya kim etnik kökeninin tek bir ırktan geldiğini iddia edebilir? İnsanları bir kalıba oturtmaya kimsenin hakkı yoktur; zaten bir insanı kesin bir kalıba oturtmanın da herhangi bir yolu yoktur. Önyargılarımızla yol alırken hata yapmadan ilerleyemeyiz. Sanılanın aksine, bu neşeli halk için yapabileceğimiz bir şey var aslında; yaşayış biçimlerine saygı duyabilmek. Mahallemizdeki kocaman gözlü, esmer çocuk; bir kucak açmasak bile, bir gülücüğü eksik etmeyelim istiyor sadece. Yanında taşları varken keyfini bozacak bir şey kalmıyor zaten.
Site:cingeneyiz.org Film:Time of Gypsies Kitap:Opre Roma!-Jan yoors
Şimdi sor bakalım kendine: Sokakta çıplak ayakla koşmaya cesaretin var mı senin? Peki ya zaten çöplük olan dünyada çöpün içinde yaşamanın ne mahsuru var?
* Çingene sözcüğü etnik köken ismidir, sıfat değildir. Sıfat olarak değerlendirilmesi yanlıştır. Bu yazıda da isim olarak kullanılmıştır.
Canan Topçu
c.topcu@kalemsizdergi.com
O’na Doğru
Ağaçların kuru dalları tomurcuklanmaya başladı. Kuşlar yuva yapma telaşında. Güneşin sevimli yüzü sanki bana gülümsüyordu. Penceremi açıp neşeli bahar havasını doya doya içime çektim. Ancak bu güzel anı yarıda bırakmak zorunda kaldım. Geç kalmamak için hemen çantamı, kitabımı, kalemimi alıp çıktım evden. Her semtin birbirine bağlandığı yaşlı caddelerden geçerek kısa zamanda vardım Fabrika-i Hümayun’a.* Bu küçük, mütevazi mahallenin ortasına nasıl da vakarla oturmuş seyreyliyordu semti. Asırlık , ihtişamlı külliyeden sadece iki binasının hayatta kalma mücadelesini kazanmış olması ise hüzünlendirdi beni. Tuğla döşeli, buram buram ahşap kokan müzenin içine girer girmez yüz elli yıl öncesinin iplik, dokuma tezgahlarının sesleri kulağımda yankılandı. Kim bilir kimler girdi bu kapıdan, kim oturdu bu tezgahın başına, hangi sultana kıyafetler gitti, neredeler şimdi… “ Bu dünya hod , baki değil , mülke Süleyman neyimiş”** Servilerin, çınarların gölgelediği avlusu ise bu gün çok başka bir nedenle heyecanlı, kalabalık, cıvıl cıvıldı. İnsanların arasından zar zor geçerek kendime önlerden yer bulup beklemeye başladım konferansı. Biraz sonra lacivert takım elbisesinin içinde kırmızı kravatıyla fark edildi İskender Pala. Omzuna değmeye çalışan gri saçları hafif rüzgarda uçuşuyordu. Herkesi selamlayarak yavaşça oturdu. Baharın “Fabrika-i Hümayun”a, bu semte ne kadar yakıştığını düşünürcesine etrafa baktı ve sonra herkesi alıp yüzyıllar öncesine götüren o konuşmasına başladı: “ ‘Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm’…der Bizim Yunus . O huyu güzel, işi güzel, bilgisi güzel ve sözü güzel olandı. Sanki Kaf Dağı’ndan Anadolu bozkırlarına tenezzül etmiş bir Simurg, Allah’ın bir zaman için yeryüzüne koyduğu bir aynaydı. O bu yurtların göz bebeğiydi…”***
Pala, “Bizim Yunus”la herkesin gönlünde bugünden geçmişe, maddiden maneviye bir yolculuk başlatmıştı. Yılları boyutları aşmış, Yunus’la bir olmuştuk adeta. O sırada gözüm birden yosun tutmuş eski kaldırım taşlarının arasından başını hafifçe yukarı kaldırmış, masum ve mütevazi küçük sarı çiçeğe takıldı. Tek başına nasıl da güvenle çıkmış, güzelce duruyordu orada. Konferans bittikten sonra “OD” kitabını imzalatmış olmanın da mutluluğuyla sarı çiçeğin yanına gittim. Yavaşça eğildim, gülen gözleriyle bana baktı. Sordum çiçeğe: “Boynun neden eğridir Çiçek eydür… Boynum Hakk’a doğrudur.” Sarı çiçek beni kendine hayran bırakmıştı. Onu orda bırakmak istemedim. Nazikçe elimi uzattım, sordum çiçeğe: “Bahçene girsem nola Çiçek eydür… kokla beni geri dur.”**** Utandım bir an. Hemen çektim elimi. O bana az önce “Kalbim Hakk’a doğrudur” derken ben ne cüretle onu almaya yeltenmiştim? Değil miydi bu kainatta her şey O’na doğru, O’nun için? Benim küçük dediğim sarı çiçek ne kadar da büyükmüş oysa. Yavaşça kalktım çömeldiğim yerden. Arkamda Fabrika-i Hümayun’u, ahşap kokusunu, el açmış çenarlarını ve sarı çiçeği bırakarak ağır ağır uzaklaştım oradan. Yalnız ardımda kalmayan tek şey vardı: Bizim Yunus… * XIX. yüzyıl ortalarında başlayan, ülkenin devlet eliyle endüstrilleşmesi çabalarının bir ürünü olarak 1852’de sarayda kullanılacak ipek halı ve kumaşlar için, iplik üretmek amacıyla kurulmuş, Avrupa sarayları da dâhil olmak üzere devrin önemli devlet adamlarını giydirmiştir. ** “Bilenlere Sormak Gerek” şiir kaynağı, Abdülbaki Gölpınarlı, Yunus Emre.,2011 ***Od,İskender Pala, s.11 **** “Sarı Çiçek” şiiri kaynağı, Mehmet Kaplan, “Yunus Emre ve Nebatlar”, Türkiyat Mecmuası,XII,İstanbul,1955
Ayşe Bengisu Akdağ
a.akdag@kalemsizdergi.com
Ezgi, Düşünüyorum da son zamanlarında artık tamamen kaybetmiştin kendini. İstediğin yerde değildin, istediğin kişi değildin. Daha da kötüsü istediğin zamanda değildin. O zamanları hiç yaşamak istemedin sen. Hep bir eziyet olarak gördün. Zaten 20li yaşlarının bir insan için en büyük sınav, en büyük eziyet olduğunu söyler dururdun bitmek tükenmek bilmeyen sohbetlerimizde. O yüzden bekledin, bekledin ve yine bekledin. Yılların geçmesini, yaşlanmayı, erkeklerin bakışlarını yavaşça üzerinden çekmesini, kaybolmayı, S eğrisinde düşüşe geçmeyi… Üstelik tüm bunları bir de o kadar güzel sakladın ki. Bir an önce yaşlanmak isteyip de genç ölmeyi istemek arasındaki tezatı o kadar iyi işledin ki. Bu iki zıtlık bir araya gelince istediğin bileşimin çıktığını çaktırmadın kimseye. Sırrını kimseye vermedin. Bu sırrı şimdi ben veriyorum, özür dilerim Hiçlik... Evet, hiçlikti senin sırrın, kimseye veremediğin hazinendi bu senin. Artık olmadığına göre, en azından dünya boyutunda hiçliğe ulaştığına göre bunu senin zaferinmiş gibi sunabilirim geri kalan insanlara. Evet, o aynı gezegende olmaktan utanç duyduğun, yanlarında olmadığın zaman güçlü olduğun yanlarında olduğun zaman da hastalanıp yataklara düşecekmiş gibi olduğun insanlara. Biliyorum, onları da hiç kabullenemedin. Hep hayal kurdun o yüzden. Her mutsuz insanın yaptığı gibi bu hayalini de sadece bir tek insan ile, ben ile paylaştın. Ben senin benimsediğin… Hayır, bu çok ağır bir ifade. Ben senin “tahammül edebildiğin” tek insandım. İşte bu yüzden sadece bana açtın bu hayali. Hayalin son derece basit ve sadeydi. Hayatını baz alan üç kurala dayanıyordu. Sessizliğe, yalnızlığa ve tabi ki de hiçliğe… Hayalinde kıyamet vardı ama kader de bu ya o kıyametten etkilenmeyen yalnızca sen olacaktın. Dünya cehennem gibi de olsa yanında insanlar olmayınca sana cennet gibi gelecekti. Sessiz olacaktı, o sessizliği yalnızca senin neşeli şarkıların bozacaktı. Yalnız olacaktı yalnızca kendin sürünecektin o yalnızlığı bir koku gibi. Ve dünya hiçlik olacaktı. Rüyada olduğunu anlamadığın sonsuz bir rüya olacaktı. Düşüncede yaratılan birkaç hayal ekleminden ibaret bir parça olacaktı. Senin için cennet buydu. Hatta Bu yüzden ibadet ederdin belki de. Tanrının ırmaklarını ve namuslu düzenli yaşamını istemezdin. Doğana aykırı düşünürdün. O yüzden otoriteler de seni sevmezdi. Sevmediler. Dışladılar seni. Kamburlaştırdılar. Bedenine çomaklar soktular. Gık çıkarmadın. Çıkarırsan onların istediği yere gelmiş olurdun çünkü biliyordun. Reddettin. Savundun. Savunduğunu bilmeden. Kazandın. Bugün kazandın. Hayatın boyunca kaybettiğini düşünerek kazandın. Sen bir muzafferdin. Yenilgilere alışkın bir muzaffer… Ve bugün… Sana sitem ediyorum. İntihar edişine karşı değildim asla. Bu senin kendi seçimindi. Ben asla seni hayata bağlayabilecek kadar güçlü bir sebep olmadım senin için bunun hep bilincindeydim. Sana kızmıyorum, sadece kendime kızıyorum. Senin kadar güçlü ve özgür olamayışıma… Çünkü benim senin gibi güçlü olmamı engelleyen güçlü bir sebebim var maalesef. Benim annem hayatta hala. Belki de seni asla tam olarak anlayamayacak olmamın sebebi de budur. Beni azıcık da olsa hayata bağlayabilecek bir iplik olması. Hem ben ne insanlar tanıdım sırf intihar için annelerinin ölmelerin bekleyen. Onlardan biri olarak ne yüzler gördüm intiharı bir suç olarak gören. Hayır, intihar bir suç değildir. Hiçbir zaman suç olmamıştır. İnsanlığın selameti için. İnsanlığın selametini isteyen kim ki zaten? Daha yaratılırken bir kısmımızın cehennemin şırnakları olacağını beyan eden bir reisimiz varken nasıl iyimser olalım ki. Tamam, floresanım benim. Bu seferlik kısa keseceğim benim yapay nurum. Kendi düşüncelerimi yazacağım birçok beyaz sayfa varken bu sana tahsis ettiğim alanı kendi aptalca düşüncelerimle daha fazla kirletmeyeceğim. Hoşça kal. Eğer cennette ya da cehennemde değilsen hoşça kalacağını biliyorum. Nur içinde kaybol.
Ahmet Duhan Yassa a.yassa@kalemsizdergi.com
Bu hikayede anlatacaklarım spontane bir kararın sonucudur. Saygılar… Üniversitede üçüncü sınıfın bahar dönemindeyiz. Kafamda bir anda beliren bir soru; ben neden Erasmus ile Madrid’e gitmiyorum? Bu soruya verdiğim ‘Neden olmasın?’ cevabımın ardından işe koyuldum. Kafama koymuştum bir kere. Çabalayıp ne olursa olsun gitmeliydim ben de diğer Erasmus öğrencileri gibi… Ve nihayet o sancılı süreci atlatarak hak kazanmıştım Erasmus yapmaya. Sancılı süreç demişken sınavıydı, belgeleriydi, parasıydı, puluydu, prosedürleriydi falan… Gerçekten de başlı başına stresli bir dönemdi. Ama göze alıyor insan. Ölmek var dönmek yok diyor. Ben de öyle dedim nitekim… Bizim fakültenin anlaştığı tek okul ve ülke vardı; Universidad Rey Juan Carlos/ Madrid-SPAİN! Veee evet artık yolculuk vakti gelmişti. O berbat sancılı gitme süreci, yerini heyecana ve tatlı sorulara bırakmıştı. Artık uçuyordum, havadaydım. İlk defa uluslararası topraklara doğru yola koyulmuştum. Heyecanım anlatılmaz yaşanır bir hüviyetteydi. Nihayet Barajas Havaalanına vardım, artık Madrid’teydim. Yoksa ben de mi bir matadordum? Her neyse… Dile kolay, Madrid’te beni beş ay gibi uzun bir süre bekliyordu. Tek amacım vardı gezebileceğim kadar ülke gezmek! Madem yurtdışına adım atmıştım gezmeden gelmek olmazdı. Sonuçta sekiz ülke topraklarına adım atarak ülkeme döndüm. Hatta o kadar abarttım ki Avrupa’yı gezecektim sözde ancak Afrika Kıtası’na kadar uzandım…
Neyse, gelelim Madrid’ten bana kalan anılara, izlenimlere… Öncelikle hakikatten çok sıcakkanlı bir ülkeye gittiğimden açık yüreklikle söz edebilirim sizlere. İnsanları Akdeniz insanının özelliklerini büyük ölçüde yansıtıyor gündelik hayatlarına. Madrid’te bulunduğum süreçte edindiğim arkadaşlardan bunu birebir gözlemleme şansına sahip oldum. İspanya’yı gören her Türk gibi ben de o klasik benzetmeyi yapmadan geçemeyeceğim maalesef Barcelona’yı İstanbul’a benzetirsek Madrid kesinlikle Ankara gibi… Madrid başkent olma özelliğiyle ve devlet kurumlarının bu şehirde bulunması sebebiyle tipik bürokratik bir şehir atmosferine sahip. Dolayısıyla Ankara’ya benzetmek pek mümkün Madrid tarihsel binalarıyla benim ilgimi epeyce çekmeyi başardı açıkçası. Tarihi dokuları yıllarca koruyabilmiş yapılar, geçen süreye inat dimdik ayakta durmuş ve en ufak bir deformasyona mahal vermemiştir. Caddelerin, sokakların temizliği ilk göze çarpan detaylardan. Bunda belediyenin ve yaşayan insanların büyük payı olduğunu düşünüyorum.
NERELERİ GEZELİM, NELER GÖRELİM? Madrid deyince benim aklıma ilk etapta Sol Meydanı gelmekte. Yani Puerta del Sol (Güneş Kapısı). Bu nokta, şehrin kalbi gibi. Her daim kalabalık, cıvıl cıvıl. Bir nevi Taksim Meydanı bizdeki. Hatta birebir benziyor da diyebilirim açıkçası. O şekil hayal edebilirsiniz. Sol Meydan’ında bulunan ve Madrid’in sembolü olarak bilinen El Oso y El Madroño (Ayı ve Çilek Ağacı) heykelinin önünde güzel bir kare çekebilirsiniz. Şehrin bir diğer önemli meydanı ise Plaza Mayor. Eskiden bu meydanda idamlar, boğa güreşleri ve çeşitli geçiş törenleri yapılırmış. Şimdilerde ise şehrin en önemli turistik mekânı Plaza Mayor. Burada Tapas (İspanyol mezeleri) yiyebileceğiniz ve Sangria (kırmızı şerbetli İspanyol içkisi) içebileceğiniz çeşitli kafelere, restoranlara rastlayabilmeniz mümkün. Meydanın tam ortasında İspanya Kralı Felipe’nin atlı heykeli bulunuyor. Pazar günleri burada pazar kuruluyor. Dergiler, kitaplar ve eski paralar satılıyor. Plaza Mayor’un hemen bitişiğinde yer alan, Mercado de San Miguel şehrin en eski çarşılarından birisi. Buradaki dükkânlarda meyve, deniz ürünü, şarküteri, tapas, şarap bulabileceğiniz gibi aldığınız ürünleri hemen çarşının ortasında yer alan barlarda oturup yiyebilirsiniz. Günümüzde İspanya Kralı’nın resmi görüşmeler için kullandığı Palacio Real ve yanındaki Catedral de la Almudena’ da görebileceğiniz diğer tarihi yerlerden. Bu iki yapının önünde durup fotoğraf çektirdikten sonra
Madrid’in en işlek meydanlarından Plaza de España’ya giderek, Madridliler gibi çimenler üzerinde dinlenebilir, kurulan stantlardaki hediyelik eşyalardan alabilir ve Cervantes Heykeli’nin önünde Don Kişot ve Sancho Panza ile fotoğraf çektirebilirsiniz. Madrid’in bir diğer özelliği ise müzeler ve sanatsal faaliyetler açısından zengin oluşu. Her yıl müzelerine milyonlarca turistin geldiği Madrid müzeciler için çok önemli bir yer teşkil etmekte. Madrid’te bulunan en önemli müze ise Museo del Prado’dur (Prado Müzesi) İspanya denince akıllara gelen bir diğer olgu da boğa güreşleridir. Ancak şunu belirtmeliyim ki ben boğa güreşlerine karşı bir insan olarak gidip de hiç boğa güreşi izlemedim. Tavrım çok netti bu konuda. Ama güreşlerin yapıldığı o tarihi arenayı ‘Plaza del Toros’ gittim gördüm. Kiremit rengi dokusuyla çok ihtişamlı bir arena olduğunu belirtmeliyim. Bu arada size Retiro Park’tan söz etmek isterim. Orası o kadar anlamlı ki benim için. Madrid’te huzur bulmak ve can sıkıntımı dindirmek için gittiğim, oksijeni bol, devasa ve cennetten bir köşe diye tabir ettiğim bir park burası. Ortasında koca bir gölet mevcut. Göletin içindeki sandallar çiftlere romantik bir an yaşatmak için su üzerinde hazır kıta adeta. Gidecekler için tavsiyem bu parkta bir iki saat gezmeden, kafa dinlemeden dönmeyin. Siz de hak vereceksiniz ki koskoca 5 ayı satırlara dökmeye kalksam sizi çok sıkmış olurum. Dolayısıyla size ufak dipnotlar vererek ve yapmadan dönme önerileriyle yazıma son vereyim.
YAPMADAN DÖNMEYİN EFENDİM! Tapas, Paellas, Sıcak çikolata ile birlikte Churros yemeden, Sangria içmeden, Futbolsever olarak Estadio Santiago Bernabeu’yu gezmeden, Real Madrid müzesini görmeden, Plaza Mayor ve çevresini gezmeden, sokak sanatçılarının gösterilerini izlemeden, Prado müzesini görmeden, Retiro Park’ta huzur bulmadan, sandalla gezinti yapmadan, O meşhur ayı ve çilek ağacı simgeli anıtın önünde fotoğraf çektirmeden, Gran Via caddesinde alışveriş yapmadan, Dönmeyin…
UFAK TEFEK BİLGİLER!
Madrid’te ulaşım ağını görünce bir Türk olarak şaştım kaldım. Şehrin her noktasına Metro ve Renfe denilen hızlı trenler aracılığıyla ulaşabilmeniz mümkün. Üstelik günlük ve aylık ‘Abono’ denilen kartlar sayesinde uygun fiyata şehir içi seyahat edebilirsiniz. Konaklama konusuna gelince Sol Meydanı çevresinde çok uygun fiyata geceliği kişi başı 20-40 Euro arasında değişen Hostel’lere rastlarsınız. Dolayısıyla rezervasyon yaptırmadan gittiğinizde ‘Nerede kalacam ben ya?’ diye düşünmeyin. Yiyecek konusunda benim gibi Mardinli birinin sıkıntı çekmiş olması normal diye düşünmekteyim. Çünkü yemek kültürü yok denecek kadar az Madrid’te. Ya da şöyle söyleyeyim bizlerin yiyebileceği şeyler sınırlı. Akdeniz kültürü hâkim olduğundan ötürü deniz ürünleri ve salata ağırlıklı yiyecekler tüketebilirsiniz. Bunların dışında size pek olumlu tavsiyelerde bulunamayacağım, üzgünüm. ( Bu arada, aramızda kalsın İspanyollar günde 4-5 öğün yemek yerler! ) Biri eğlence mi dedi? O zaman hemen söz etmem gerekir. Madrid, gece hayatı konusunda capcanlı bir Avrupa kenti. Şehrin hemen hemen her noktasında gece kulüpleri ve barlar mevcut. Üstelik giriş ücretleri ve içecekler bizdekiler gibi abartılacak düzeyde değil.
Benden bu kadar sevgili Kalemsiz Dergi okurları. Şahsım adına güzel bir deneyim yaşadım 5 ay gibi bir sürede. Darısı sizlerin başına diyerek yazıma son noktayı koyuyorum. Kalın sağlıcakla…
Barış Melih Cayıt
m.cayit@kalemsizdergi.com
Arnavut Kaldırımlar
Belki kar taneleri düşüyor üstüme, belki de kavurucu bir güneş var tepemde. Umurumda değil hiç biri, arnavut kaldırımlarda yürümek yeterince zor zaten... Elimde bir parça simit var ve diğer yarısını ne ara yedim ya da kime verdim hatırlamıyorum. Bir de boş şişe var montumun sağ cebinde ona da çok yabancıyım şimdi. Son hatırladığım sensin aslında. İnsanın içini ısıtan gülüşün yoktu yüzünde, gözlerinde benden tarafa bakmaz olmuştu artık. Belki peş peşe gelen ufak şeyler, belki de bilmediğim birçok neden uzaklaştırmıştı seni bana. Bir daha görmek istemeyecek kadar ileri götürmüştü hatta. Eksilerim, artılarımın ırzına geçmişti gözlerinde. Değerim sıfır, dediklerim anlamsız birer cümleydi artık. Bir de gidişini hatırladım şimdi. Saçlarını yine sağ yanına atmıştın, boynunda her zaman ki kırmızı şalın vardı. Gözlerine çok yakışan kalemden çekmiştin yine, dudaklarındaysa ayrılığın kırmızısı. Ağır ve sağlam adımların vardı giderken. Yaşananlara inat yapılan bir güç gösterisi gibi, ihtişamlı ancak sessiz bir vedaydı.
Sonrası karanlık bir gece, hatırlamadığım adımlar... Bir kaç damla gözyaşıydı beni kendime getiren ve arnavut kaldırımlar. Boynumdaki bir demirin soğukluğu dikkatimi çekti yürürken. Sana aldığım kolye olduğunu fark ettim. Doğru ya artık benim değildin, kalbimi geri vermiştin giderken. Bir de haberin olmayan bir kutu bırakmıştın bana, onu da sol cebimde buldum. Hiç cesaret edip de sana veremediğim, bir ömür benim ol diye içinde soğuk bir demiri barındıran kutuyu. Çalınmış bir ömrün ruhsuz kalmış bedenini, taşımak zorunda olduğum için taşıdığımı bilerek, zar zor alınan soluklarla, gözlerimden akan yaşları silmeden devam ettim yürümeye. Sensiz bir sabaha hoş geldim bugün ya da sen olmadan yaşamak istemediğim bir hayata elveda...
İlker Ardıç
ilker.ardic@kalemsizdergi.com
Birkaç Harf Yaz! Kaldırım taşlarında oturan her bir ayyaşın dert kokan yüreklerine dokunarak yaz bu gece. Her aşığın sevdasına olan mesafesini öğrendikçe uzaklaş sende sevdiğinin kokusuna. Daha da zor gözüksün gözüne engeller. Her bir haykırışın Rumeli’nin duvarlarından geri dönsün sana. Tek bir kelimen değmesin saçlarının teline. Odasında yanan mum bile titremesin cümlelerinle… Senelerce içinde sakla sırlarını. Kendine bile anlatma kaleminden düşenleri. Bırak, bırak kağıtlar da kalsın birkaç harf. Senin cümlelerini oluşturabilecek zenginliğe erişsin zamanla. Belki de bilse de değişmeyecek Hisar’dan geçen teknelerin homurtusu. Her şey yine aynı kalacak. Mevsimler bile değişmeyecek belki de. Yaz yine sıcak olacak; gün, gelir diye beklerken batmayacak haftalarca. Önünde sonbahar olan bir mevsimden yine hayır gelmeyecek istesen de. Mevsimler geçecek... Sen kararını verene kadar, o büyüyecek çok uzaklarda. Ve bir gün canını yakacak başka birileri. Kendi duygularından emin
olmadan vaatlerde bulunacak. Senin olman gereken yerde, onun omuzlarına düşecek saçları. Her bir teline zarar gelecek tek tek. Sonra gökyüzüne aşık olacak bir gün, insanlara olan küskünlüğünü paylaşacak günlerce. Bağrına basacak gökyüzü o zaman onu. Yanındaki her kuş sırdaşı olacak gün geçtikçe. Her sabah uykusunu aralayacaklar yeni bir şeyler dinlemek için. Aynı kuş her sabah senin de yanına gelecek. Eminönü’nde simidini yerken kahvaltına ortak olacak, her bir lokmada güzelliğini anlatacak sana. Her bir lokmada daha da seveceksin onu. Artık bilsin isteyeceksin ama geçen zaman yine geceyi getirecek başucuna. Damağına dokunacak bu sabah çiğlenmiş rüyalar. Tadı uykusunda kalmış bir aşk yutacak bütün ağrılarını. Ve hiçbir şey birazdan bütün dünyayı unutmasına engel olamayacak. Başucunda bekleyeceksin. Bir şarkı gibi dinleyeceksin nefes alış verişini. O uyuyacak sen seveceksin…
İlker Ardıç
ilker.ardic@kalemsizdergi.com
Doğru dürüst yaşamayı öğrenemedik halâ ! Bilimsel çalışmalar ortaya konulduğunda dünya dört milyar altı yüz milyon yıldır var. Dünyada hayat üç milyon iki yüz bin yıl öncesine dayanıyor ve biz bu kadar zamandır doğru dürüst yaşamayı henüz öğrenemedik. Neden mi böyle başladım yazıma ? Anlatayım... Hepimiz kendimizi en güvenilir insan zannederiz. Hiç "Ben çok kötüyüm" diyen birini gördünüz mü ? Göremezsiniz; çünkü biz yani insanoğlu, içgüdüsel olarak kendimizi dünyanın en güvenilir insanı zannederiz. Masallarla büyüdük bu yüzden gerçekleri geç gördük. Ara sıra hepimiz isteriz, çocukluğumuza dönüp masal kahramanı olmayı. Naiflik vardır, mutluluk vardır masallarda. Bir Rapunzel vardır kulede ve sen bütün prenslerin arasından sıyrılıp kurtarmak istersin prensesini. Nedenini bilmezsin, sadece kurtarmak istersin; çünkü kendini dünyanın en güvenilir insanı zannedersin... Bir filmin başrolünde hissederiz hep kendimizi. Oynadığımız filmler çoğu zaman ya Romeo&Juliet'dir ya da Titanic'dir. İsteriz ki sonlarımız da onların ki gibi olsun; ama ne sen Romeo kadar aşık ne de karşında ki Rose gibi dik duruşludur. Bunu anladığında; ise her şey için artık çok geç olmuştur. Şunu asla unutma! Sen hangi kumar masasında oynarsan oyna, ne kadar hile yaparsan yap ! Büyük ihale hep sana kalacaktır. Her şey hayallerimizdeki gibi olsa keşke. Oynadığın her filmde, okuduğun her masalda gerçek olan şudur ki; Rapunzel kendini kuleye hapseder, kırmızı başlıklı kız kurtla anlaşır, Uyuyan Güzel en güzel uykusundayken uyandırılır, Pamuk Prenses yedi cüceleri aç bırakır ; Jack Rose'u ölüme terkeder, Romeo ise Juliet'i aldatır. Abartıyorsun deme doğrular bunlar. Senaryoyu sen yazmıyorsun çünkü. "Evet bu" diyerek başladığın her şeyin doğru olduğunu sanıp ilerlediğinde, yolun sonunda bir bakıyorsun hayatının büyük bölümünü keşkeler almış. Bir de bakmışsın ki domino taşı etkisiyle, sen de geriden gelenlerle yere düşmüşsün. Büyüdükçe kayboluyor, büyüdükçe yaralanıyoruz. Eskiden yaptığımız hiçbir şey şimdi o kadar tat vermiyor bizlere. Geçmişi hatırlamak isteriz arada bir ve bunun için belli şeylere ihtiyacımız vardır. Bu bazen bir fotoğraf, bazen bir müzik olur. Fotoğraf ve müzik gibi elle tutulur somut bir şey yoksa elinde, o vakit dalarsın anılarına. "Bir zamanlar neydik be" dersin çoğu zaman ya da "Yaşlandık be oğlum" dersin ve efkarlanır ufka doğru uzun uzun bakarsın. Eskiden içinde C4'den daha büyük bir patlamaya yol açabilecek o eşsiz duyguyu tatmak istersin yeniden ; ama hem masallar hem de filmler son perdesini tamamlamıştır. Kendimizi kandırmaya alışmışız bir kere. En çok kendimizi avuttuğumuz söz "Her şey çok güzel olacak". Hadi oradan ! Dünyanın en güvenilir insanı sen değilsin ve hiçbir şey sandığın kadar güzel olmayacak ! Sana bu yalanları söyleyen, nedenini açıklayamayacağım büyük bir güçtür. Sana o gücü veren her neyse çok mükemmeldir. "Her şey güzel olacak" dersin ve bir kahkaha atarsın, bu senin hayata tutunma biçimindir. Hayata sıkıca tutunun ve masallardan korkun !
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
YANLIŞ ANLAŞILMAYA SON VERİN Yanlış anlaşılmanın başlıca sebeplerin de ön yargı başı çekmektedir. Gereken insani ve ruhani değerleri bir kenara bırakıp, o anki kendi ruh halimize göre yaptığımız düşünce karmaşasından birçoğumuz karşımızdaki insana yargıda bulunmamıza sebep oluyor. Bunu sebeplerinden birisi de kuşkusuz, karşımızdaki insandan daha önce karşılaştığımız insanların bize sağladıkları olumsuz etkilerdir. Bunu çözebilmenin bir yolu, birçok şeyde olduğu gibi yine kendi içimizdedir. Somut bir şey söyleyecek olursak, karşımızdaki insanın iyi yöndeki tavır ve davranışları ya da görsel algımıza güzel gelmesinden geçer. İkinci bir yol ise, ilahi bir gücün bize bahşetmiş olduğu, ruhani ve hissi atimizin hoş görülü olmasından geçmektedir. İlahi bir duygu çerçevesinde sizlere tavsiyem şudur, inancınız nedir bilemem fakat hoş görü kelimesinin hakkını vermelisiniz. Birden fazla kişiye, birden fazla şans vermelisiniz ki bunun ne kadar zor olduğunu şimdi den görebiliyor olsam da başka çözüm yolunu göremiyorum. Koşulsuz bir şey yapmanızı söylüyor olabilirim size ama kazandığınız insanlarla benim bu isteğimi karşılaştırdığınız zaman bana hak verecek ve teşekkür etmek isteyeceksiniz. İlk söylediğim yol ile çözüm önermemi isterseniz, sizlere şöyle bir telaffuz da bulunabilirim. Dikkat edin karşımıza çıkan insandan önce karşımıza çıkan insanın bize yaşattığı o ağır duygulara sebebiyet
vererek, bu konu ile ilgili yeni tanıştığımız insana ön yargıda bulunuyoruz, amaç ise bu ön yargıları ortadan kaldırmak. Benim size tavsiyem yine hoş görü olacaktır, fakat şunu belirtmem gerekiyor, güvenin demiyorum, hoş görülü davranın. Hoş görünün arkasına güveni de sığdırırsanız, gemiye kaldırabileceğinden fazla yük takmış olursunuz ve ilk dalga ile birlikte batmaya yelken açarsınız ufuklara değil. Burada aslında söylemek istediğim şey şu; Sizin hatanız. Bir komedyenden komik olmasını beklersiniz, bir askerden vatanı korumasını dışında bir şey beklemezsiniz ya da bir yazardan kişisel gelişimlere de değinmesini beklersiniz öyle değil mi? İşte sorunun çözümü buradadır. O ağır duyguları yaşatacak insana güvenmişsiniz, bundan yeni tanıştığınız insana ne ki? O insanın bir suçu olmadığı halde, daha sonra karşılaşacağınız insana ön yargıyla bakmak, sizi kötüler, yeni insanı değil… Yanlış anlaşılmalar günümüzde çok fazla, her gün karşılaştığımız çok ağır ve basit bir sorun. İnsanların kendi hayatındaki yoğunluklar sebebi ile bunları düşünemeyip, hayatında yer edinememesi oldukça kötü bir durum. Değerleri yok ediyoruz. Oysaki biz insanların, değerimiz olmadan yaşama ‘mana’ vermenin ne anlamı var?
ONUR BİLGİN KENGER …SÜRREALİST YAZAR…
GÖRSEL ALGININ ETKİLERİ Dış dünyadan gelen uyaranları tanıma ve ayırt etmek. Görsel olarak bir insanın vücudunu tanımlarsınız, güzel olup olmadığı yargısına varabilirsiniz. Bununla beraber çeşitli duyguları ve psikolojik anlamda düşüncelerinizi etkisi altına alan sözler, sesler, kıpırtılar, siyah ve beyazın içtenliğindeki olgular. Bunlara dramatik, aksiyon, rahatlatıcı, huzur veren vb. gibi adlandırdığımız durumları meydana getirir, ya da şehvet. Bir erkek için, dünyanın en güzel kadını gördüğünde salt gözlerinin gördüğünü beynine gönderdiği sinyaller ile algılama yapar, beyninde tartıp ruhundaki belirlediği kriterler ölçüsünde şehvete olan ihtiyacını karşılayacak şekilde düşünüp o kadının güzel hatta çok güzel olduğu kanaatine varır, ya da tam tersi bir durum söz konusu olur. Bunlar her iki cins içinde geçerlidir. Görselliği hepimizin bildiğini zannettiğimiz şeyin olmaması gerekmiyor, hepimizin bildiği şeydir, ama algı öyle değildir. Algı görselliği yada, diğer duyu organlarımızla hissettiğimiz değildir. Algı hissettiklerimizi anlamamızdır. Bunu diğer bir kolu ise ‘Farkındalık’ tır. Her hangi bir yerde durup, boş bir duvara baktığınızda gözlerinizin o zemine alışmasının ardından, beyinde gerçekleşen sinyaller ile algılar devreye girer. Eğer bunu kontrol edebilirseniz olağan şeyleri görür, kontrol dışında gerçekleşiyorsa bu eylem, hayal dünyanızın ulaşılamayacak olan bir dünyasıyla karşı karşıya gelebilirsiniz. Duvara işlenen kabartmalarla bir hayali savaşçı yaratıp ona büyülü zaferlerde kazandırabilirsiniz. Bu bahsedilen fiiller sani-
yeler içerisinde gerçekleşip, bir sonraki hayal dünyanızın bölümüne geçiş yapabilirsiniz. Bu sizi o an mutlu yada mutsuz bir hale sokabilir, fakat farkındalığı benimseyip iyi kullanabilen bir kişi iseniz, hayatınızda sizi mutlu yada mutsuz edebilecek şeyleri çok rahat tespit edebilir ve bunları hayata geçirir yada durdurursunuz. Görsel algı, daha öncede dediğim gibi sadece salt gözlerimizin gördüğü değil, kulaklarımızın duyduğu, tenimizin hissettiği ve burnumuzun kokladığı şeylerde olabilir. Görsellik denilince akla, göz ile gördüğümüz şeyler diye tanım yapılabilir, bu doğrudur. Fakat görselliğin yanına algı gelirse, hepsini kapsayabilir. Sebebi beynimizde gerçekleşen uyarıların tanınması ve ayırt edilmesi, o anki ruh halimize bağlı olmakla beraber, hissettiklerimizin, olmasını istediğimiz şeylerinde kurgusunu gerçekleştirebiliriz. Buda beynimizde, asıl yaşadığımız yerde görsel olarak olayları izleme ve takip durumuna getiriyor. Görsel algıyı kontrol edebilmenin yollarından en önemlisi kuşkusuz ‘Farkındalık’ tır. Farkındalık durumu ise tek cümle ile açıklanabilecek bir ilim olmadığı gibi, anlaşılması zor olan bir bilimdir. Bu sebeple gelecek yazılarımda farkındalığı bir dizi haline getirip sizlerle paylaşmak dileğiyle esen kalın
ONUR BİLGİN KENGER …SÜRREALİST YAZAR…
UÇURUM Herkesin dönüp bakacağı, bakıp döneceği-bakıp, hemen yüz çevireceği- bir yerler vardır hayatında.. Bir yandan uçurumun tepesi, parlak, bir yandan dibin karanlığı... Herkesin izlediği bir film hayatımız, perde arkasını kimsenin bilmediği... Yönetmenini intihar ettiren filmler... Hangi aykırılığa aykırılık edip dışlandığını bilememek kendi hayatından... Her insanın dönüp bakacağı, batığını zannedip bakamayacağı karanlık yerler vardır hayatında; karanlıktan korkacağı..! Her insanın bir uçurumu vardır içinde, aydınlıkla karanlık arası kararsız mekik, akıldan geçenle ağızdan çıkan arası telaşlı tutarsızlık, hissedilenle kabullenip gösterilen arası ince zulüm, dönüp bakmamak için zifiri geçmişe... Şimdi dönüp bakma zamanıysa eğer: Her anne seni doğuruyor, hergün yüzlerce ölüyorsun, Meryem’in kimsenin bilmediği kızısın! Şimdi dönüp bakıyorsam ki emin değilim: Bir morgdayım, bir mezarda, bir ceninde, bir firar ediyorum sevdandan, hemen yakalanıyorum, cezam uzuyor durmadan... Şimdi dönüp bakıp korkuyorsam eğer: Sen en uzun intiharım! Şimdi dönüp bakıyorsan eğer: Çok geç. Şimdi kim dönüp baksa: Uçurumdan aşağı ağır çekim... Şimdi dönüp bana bakıyor ayna: Sis, alacakaranlık... Ses: keşfedilmemiş bir notayla, piyanodan, uçurumun tepesinde zemine kadarki boşluğa yayılan intihar senfonisi... Herkesin hayatında dönüp dolaşıp kendini hep o uçurumun eşiğinde bulacağı, dönüp bakmaktan korkup aşağı atlayacağı bir kör nokta vardır hep... Herkesin hayatında kendisini cezalandıracağı, kendini cezalandırdığı için acı çeken başkalarının varlığını bileceği, acı çekerken başkalarını da yaralayacağı ve başkalarını yaralamayacağını bildikçe hiç aklına gelmeyecek olan felçli bir yeri vardır hep... Herkesin, her sorumluluktan, her acıdan, her ayrılıktan önce sığındığı bir uçurum vardır içinde, kaçtığı, her aşktan önce dönüp bakıp korkmayı istediği, kovalamaya başladığı... Her aşktan önce, tekrar tekrar ağır çekim düştüğü... Düşmeyi istediği, düşmeye alıştığı...
Esra Aktürk
e.akturk@kalemsizdergi.com
Yaşanmış
Bir AŞK
Burak Karakaya
“Aşkın bu kadar güzel ve bağlayıcı olduğunu bilseydim, aşık olmamayı denerdim.” Sedat Kaya
"Her yeni gün, yeni bir umut" dermiş anneannem. Annem de bununla büyüttü beni. Yeni güne başlarken hep güzel haberler bekler bunları bıkmadan isterdim Allah’tan. Aşk kelimesi, bana samimiyetsiz gelirdi. "Kim, canını feda eder bir başkası için" derdim. Tabi ki bu görüşüm, tüm erkekler arasında popüler olan bir görüştü. Akılları sıra ağır abilerdi. Bir de aşk delikanlıyı bozar derlerdi. Hiç problemim olmadı bu konuda. Ben de öyle düşünüyordum ama delikanlıyı bozacağı için değil. Tamamıyla gerçek bir inançsızlık gibiydi. Bostancı’da gezer, Tugay ile sokakların tozunu arttırırdık. Tugay, benim en iyi arkadaşımdı. Bir de o yıllar da bir kız vardı; Beliz... Aşka inanmıyoruz dedik ama kız arkadaşımız yok değildi. Ama ona karşı hiçbir şey hissetmiyordum. Onun da bana karşı bir şeyler hissettiğini hiç sanmıyordum. Neden birlikteydik biz? Hala bunun cevabını veremem. Sadece tahmin yaparım ve bu tahminlerin en popüleri, vakit geçirmek için olduğu. Vakit geçirmek için olan ilişkiler, insanları çok zorluyor yıpratıyor. Elbette karşılıklı olarak. O günlerde Euro 2008 vardı. Ama daha başlamamıştı. Son tartışmamız bundan çıkmıştı. Yaz aylarında olduğumuzdan dolayı Avcılar’daki yazlığımıza gidiyorduk. Ve bu da onu çok üzüyordu. "Yaz aylarında olup da erkek arkadaşıyla gezemeyen tek kız, benim herhalde" diyerek haklı bir sitem içine giriyordu. Kesinlikle haklıydı. Ama mesafe uzaktı ve babama " baba! Siz gidin ben Beliz’le kalacağım diyemezdim." Öyle veya böyle Euro 2008 çeyrek finalleri sonuçlanmış ve Türkiye, Semih’in son saniye golüyle penaltılara giden maçta Rüştü Reçber'in penaltı kurtarışlarıyla yarı finale çıkmıştı. Bunu aynı sokakta oturduğumuz arkadaşım Murat ile kutlarken, yüzümüzdeki mutluluğu görmenizi isterdim.
Eve geldiğimizde bunun diyetini ödemiştim. "Zaten seni göremiyorum bir de telefonlarıma mı bakmıyorsun artık?" deyip kapatmıştı yüzüme Beliz. Temmuz sonu Bostancı’ya dönmüştüm. Ama artık ayrılık vaktiydi. Olmuyordu, gitmiyordu. Aşka inanmasam da artık daha ılıman baktığımın kanıtı, "Siz nasıl bu ilişkiyi bu kadardır götürüyorsunuz?" diye sorduğum adamlar bana kısa ve net bir cevap veriyordu; Aşk...Ben, "hadi canım" diyerek cevap versem de artık elimde destekleyici hiçbir tecrübe olmadığından tıkanıp kalıyordum. Okulun başlamasına on beş gün kalmıştı. Bağdat Caddesi’nde ilerliyorduk. Tugay, Fenerbahçe’yi desteklerdi. Maçlara sık giderdi ve çok fanatikti. Aynı benim gibi...Hep tartışırdık onunla "Fenerbahçe mi, Beşiktaş mı ?" diye. Çok boş tartışmalardı. Artık iki bekardık ve konuşmalarımız, ya futbolla ya da politikayla ilgiliydi. O gün Caddebostan’daki bir restorantın içindeydik. Sıra bekliyorduk ve kızın biri, geldi, önümüze geçti. Tugay, kıza "Hop hop! Biz ,burada eşek başı mıyız?” diyerek son derece haklı ama çok da kaba bir şekilde çıkıştı. Dobraydı Tugay. Ama bu denli dobra olmak da, iyi değildi. Kız, dönüp baktığında ,Tugay,"aaa Eliiif " dedi. Elif, bizim yan sınıftaydı. Ben çok samimi değildim ama Tugay ile çok yakın arkadaştılar. Kızd ile erkeğin kanka olacağına o an inanmıştım. Hakikaten oluyormuş. Okulda gördüğüm tekdüze kıyafetlerle son derece sıradan bir görüntü çizen Elif, dışarıda o kadar farklıydı ki. Ve Tugay'a isminden dolayı sıkça yapılan espriyi yaptı. Ona kendisine ettiği söze kızmadığını ama başka bir kıza böyle derse, çantayı kafasına yiyebileceğini söyledi. Haklıydı da.
Konuşma tarzıyla hiç uyuşmayan bir güzelliğe sahipti. Restoranttan ayrıldıktan sonra. Daha önce karşılaştığımız arkadaşları hakkında hiç sormadığım kadar soru sormuştum Tugay'a. O da doğal olarak" istersen sana ayarlayayım" dedi. Aslında "Evet" derdim ama açıkça söylemek gerekirse aracı yoluyla kurulan ilişkileri çok banel bulduğumdan dolayı "Hayır" dedim. Ama ne bileyim içim de ısınmıştı kıza. Kadıköy'e vardığımızda, stadyum hıncahınç doluydu. Cüzdanı kollayarak girdik Şükrü Saraçoğlu’na. Maça hiç bakmadım bile Fenerbahçe, İstanbul Büyükşehir Belediyespor'u 2-0 yenmişti. Maçtan sonra suskunluğumdan Tugay, "Fenerbahçe yendiği için yüzün düştü değil mi?" dedi. Aslında normal bir günde olsa elbette doğru olurdu. Hatta fazlasıyla Fenerbahçe'ye verip veriştirirdim. Ama o gün sadece tebrik etmiştim. Çünkü o gün Fenerbahçe veya Beşiktaş hakkında konuşmak istemiyordum. Ertesi gün okula gittiğimde Tugay'ın her dışarı çıkışında "nereye gidiyorsun?" diye sormuştum. Çünkü o eğer gene yan sınıfa gidiyorsa "Ben de gidebilmek istiyordum". Yalnız gidemezdim. Garip olurdu. Bugüne kadar hiç gitmemiş biri olarak nasıl giderdim? Sonunda beşinci derste kız sınıfımıza geldi. İlk defa bana da hal hatır sordu. Ben de iyi olduğumu söyleyip onu sordum, O, iyi olduğunu söyledi. Günler, geçti. Sınav haftası, bitti Ama değişmeyen tek şey, Elif idi. Sonunda Tugay’la bu konuyu konuştum. O da "Açılsana o zaman. Onun sevgilisi, yok." dedi. Ben de bundan cesaret alıp onu Kadıköy’de her zaman gittiğimiz bir kafeye çağırdım. Kabul etti. Havalara uçmuştum. Bunu Tugay’la paylaştığımda o da çok memnun olmuştu ve sürekli Elif 'in
ne kadar iyi bir insan olduğundan bahsediyordu. Ben neden bu kadar seviniyordum? O zaman bunn fark etmemiştim bile. Ama şimdi biliyorum. "Aklım inanmasa bile kalbim inanmaya başlamıştı aşka".... Hani çok sevenlerin bir sorunu vardır ya; "Ya kabul etmezse? O zaman tamamıyla kaybederim." İşte bu sorular benim beynimi tamamıyla meşgul ediyordu. Hatta bir keresinde Elif Kargıç yazmıştım sınav kağıdına. Son anda kağıdı teslim ederken görmüş hocadan düzeltmek için zor izin almıştım. O cevap ekleyeceğim sanmış ama sonra kenardan görüp, "Çok seviyorsun herhalde" demişti. "Ben de " Aman hocam aramızda kalsın" dediğimde, hoca, "Tabi tabi Elif, iyi kızdır" demişti. Sürekli olarak Elif ’in övülmesi de sinirimi bozuyordu. Sanki millet işi gücü bırakmış bizi izliyordu. O gün karar verdim. Mektup yazıp verecektim. Aşağıya indik. Şık giyinmiş bir şekilde(her zamankinin aksine) gitmiştim mekana. Moda'ya doğru yürüyordum. Kadıköy'ün aşk kokan o sokaklarından geçerken, itiraf etmiştim; “Aşk, güzel şey.” Buluştuk. O, bana arkadaşlarından bahsetti. Ben de onu sabırla ve hayranlıkla dinlemiştim. Kısa yorumlarla konuşmasını desteklemiştim. En güzel özelliği hasta bir Beşiktaş taraftarı olmasıydı. Gece çok güzel geçiyordu. İki saat sürmüş biraz Kadıköy'e inip gezmiştik. Ayrılırken sonunda çıkmıştı ağzımdan sihirli sözler, ellerini Tutarak "Seni seviyorum. Hem de çok" demiştim. O yeşil gözlerini fazlasıyla açıp bana o sözü söylemişti çaresizlik içinde; "Ama ben başkasından hoşlanıyorum Sedat!"
Anılara doydun mu bilmiyorum Sen boşver yine de “an” beni şimdi İtiraf et kendine sen de o kızdığın eleştirdiğin kişiliklerdeki izlerini Büyük vaatler verip kasmışsın kendini, saçma Yorulmuş düşlerimiz Düşmüş bir bir Ve kendinden milyonlarca yol uzaktasın şimdi Dön hadi daha uzaklaşmadan bencilliği yıkıp sorgula kendini Korkma Sadece zaman ve kulakların işitecek temkinli düşüncelerini Haydi! Yol yakınken dön ve sorgula düşlerini Seni bekliyorlar bir bir Akan zamana bırak onları kasmadan Yok et yıkıcı özlemlerini Kavgacı hayatımıza sarıl bir daha itirafsız, inkârsız, inatsız ve yalansız Bak mevsimler de ısındı haydi, üşenme Bencilik yoktu hani lügatımızda Hadi ısıt mevsimlerini yeşersin düşüncelerin Çöz ruhunun kelepçelerini Söz sana nefes alamadığın soğuk, karanlık her mevsimi çiçekli baharlara dönüştüreceğim Tüm dallarımı yeşertip seni yüreğinden öpeceğim Seni her rengin tonunu taşıyan dağlarımda bugünden daha çok seveceğim Haydi! Bencil olma bana Ölmüş derimizi yüzüp, yorulmuş yüreğimizi diriltelim Doğruyu da haktan dilenelim lütfen haydi Koşarcasına gelip uçurtmamızı tamamlar mısın? Kucaklar gibi sarılır mısın düşlerimize yeniden Ben vazgeçmedim Dağlara özlemimi Dağlara beklentimi Dağlara sevgimi Dağlara yarınları anlatacağım yarın Adres vermeyecektim sana aslında ama tutsak hislerime saygımdan tutamadım kendimi Hatırlamak üzere yum şimdi gözlerini Biliyorum tek başıma ıslanırken bile bile neden yürütmek istediğini Sana olan ihtiyacım bitsin istemedin ki Vazgeçmek gerekirmiş bu düşünceden
DENİZ A
AYGÜLER
Ben vazgeçtim işte Yarın bir umut daha uçuracağım Bir zincir daha kıracağım En mahrem, en sert kurallarımı, duygularımı yıkacağım Beni halden hale sokan rüzgâra savura savura anlatacağım işte Dedim ya dağlara sevgimi Dağlara beklentimi Dağlara özlemimi anlatacağım Sen de geç kalma artık, haydi çık Her şeyimi sana bağışladım Duymak istediklerin yolda, beklentilerini, kucaklayacağın hislerimizi, ruhunu al da çık Ettiğin yeminleri sakın unutma onları bir bir kalbine koy da çık Bana değil sana hayatını bahşetmiş Tanrı’na saygından haydi çık Şarabımıza, ekmeğimize saygından çık Haydi, bir karanlık tufanı daha gelmeden bir enkaza dönüşmeden yüreğim haydi çık Ben çıkıyorum şimdi Haydi, aç kalmış köpekler havlamadan Yoluna çelme takan arkadaşların uykudan uyanmadan Yüreğim dağılmadan haydi sen de çık Bir bozuk radyo gibiyim şimdi Onun gibi tekliyor yüreğim, düşüncelerim eski Sabah bir uyanıyorum haberler başlıyor ardından bir şarkıyla gıcırdıyor yüreğim talan oluyor frekanslar kayboluyor sesim, soluğum da gidiyor Hiç kimse duymuyor Dedim ya bozuk radyo gibi ara sıra nefes alıyor yüreğim Biliyorum senin ki kat ve kat rahat şimdi Bak işte sürüyor yaşam diyorsun Sürmüyor Başkaları yemeye başladı aşkımın kaymağını şimdi Başkaları savaşıyor Başkaları kazanıyor ya da ölüyor İçlerinden biri demir zincirlerimizi hislerinle kırıp bu sesi bize duyurmadan sakın ölme diyor Şimdi yine vazgeçiyorum yarın yola çıkmaktan Yeni bir yol almaktan yine vazgeçiyorum Vazgeçtim Gitti…
AŞK-I MUHASEBE
Gönlümde akrep hiç beslemedim. Sevgimi, sevdamı, bol keseden dağıttım. Eli açıktı yüreğimin, her daim. Fukaralığından korkmadım, dar gelirli bahtımın! Taksitli aşklar mıydı beni peşin ödemeye zorlayan, yoksa faizimi ağır geldi içimde saklamanın?
PARADOKS
Mutlu olabilirdim, sana aşık olmasaydım. Seri katil olabilirdim, kendimden başlamasaydım
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
ÖZLEDİM DE... Özlem ayyuka çıkar da, gururdandır elin varmaz aramaya. Bahar gelir gelmesine de, Hep bir güze çalar onsuz geldiğinde. Aslında yüzmeyi iyi bilirsin de, fotoğrafta bile temkinli bakarsın gözlerine. Gülmüşlüğün vardır elbette, anılarında bir yerlerde saklanan. Üstelik yapayalnızsındır, kene gibi gezdirdiğin sızıyı adamdan saymazsan. Ve ilk günkü gibi yalaz’dır aşkın! Evet ilk günkü gibidir de, dumanını saklarsın. Herkes söndü bilir de, içten, içten yanarsın… Aslında kanarsın bir gülüşüne de, geri dönüşü yokmuş gibi yaparsın. Hatta yoktur bekli de, Sen yinede onu sevmeye, kanamazsın!
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
Doğmuşum bu gün. Anam, Eli kanlı bir nûr bıraktı dünyaya. Ağlamışım, Ağlamam kinimden değilmiş; Kininden dünyanın, eli kanlı mazluma. Yaşayacakmışım tahta bir sandalda. Kim çekecekti küreğimi ? Kim dolduracaktı yüreğimi ? Gelirdi elbet eli kanlı bir nûr daha Yardım bulunurdu elbet. Acı feryadıma. Doğmuşum bu gün. Vardığım ilk limanda Üzerime üzerime geldi dalgalar. Sezar’ı vururda arkadan bir dünyalı Durur mu sırt çevirdiğim dostlar. Söyle yâ Rab: Yaradan böyle mi tokatlar. Doğmuşum bu gün. Vakit nisanı gösteriri takvim kağıdında, İsmim Yusuf olmuş, Kulağıma okunan ezanla. Dur. Söyleme pîrim! Yakışır mı hayatım YUSUF un şanına. Doğmuşum bu gün . Yüklediler boynuma erzağımı. Dayanmaz ki ayalarım Derman kalmaz ki bedenimde Bu amaçsız yolculukta. Anam sen söyle: Nasıl atarsın beni amansız diyarlara! Doğmuşum bu gün. Ölüm, bir kulaç daha yaklaştı , Azrail, bir çizik daha çekti duvara. Fermanım bu günden yazılmış, Yollanmış, Eli kanlı bir nûra.
YUSUF KAYA
Kutla beni sevdam . Asi sevdan Boyun eğdi yalnızlığıma. Kapıldı, gitti hüznümün seline. Toz tuttu , Aşkı içine kapattığım yüreğim. Unutuldu, Şiir yazdığım Kahve gözlerin. Kutla beni sevdam. Ahir zamanlara bıraktım mayıs akşamlarını, Tek başıma yaşıyorum sevmeyi, Yetim bir çocuğa sattım Sana çalan şarkıları. Bekleme ! Ziyaret etmem seni Eyyübün sabrına gömdüm Damarlarımda ki tüm hisleri . Kutal beni sevdam. Nöbet geçiriyor dudaklarım Belki de bundandır Seni hatırlatan yağmurlarım. Kutla beni sevdam. Kalktı 3 vapuru Yolcu ettim seni zihnimdeki limandan. Deryalarda hayalime uğrarsan, Satın alırsan gideceğin diyardan Bir tutam sevda Yükle mühürlü kalbine Derman olursun Yüreği sevda kokan bir yiğide. Kutla beni sevdam. İnfazını verdim kalemime, Düşmez artık bir damla bir mürekkep Sen kokan kağıdıma. Kutla beni sevdam, Kutla ki Can çekişsin Sana dair tüm ümitlerim.
YUSUF KAYA
Konuştukça Batıyor Güneş Kelimelerin avuçları ısıttığı bir akşam, Seslerin sana erdiği sonrası hep tan, Sen benim gözlerimde öylece tarif-i meçhul bir armağan… Esnası, Biz konuştukça, batıyordu güneş.
Yastık kılıfı cesaretler sığınır ellerime. Kurtuluş’un korkuları savurur bizi. Her umut takastır gerçekliğine… Esnası; Biz konuştukça, batıyor güneş.
Yastık kılıfı cesaretler sığınır ellerime. Kurtuluş’un korkuları savurur bizi. Her umut takastır gerçekliğine… Esnası; Biz konuştukça, batıyor güneş.
Yüzüme vuruyor her kahırda rüzgar, seni; Ve asılı kalır kulaklara sözler, Sustukça içime işler kapat bu fasıl… Yoksa yine, Biz konuştukça, batacak güneş.
Yüzüme vuruyor her kahırda rüzgar, seni; Ve asılı kalır kulaklara sözler, Sustukça içime işler kapat bu fasıl… Yoksa yine, Biz konuştukça, batacak güneş. Olmazsa olmayacak iki dudağın, Olmazsa olmayacak bu dalga bu yangın. Kalbim, ben yandım Her dakika aslen. Biz konuştukça batar güneş. Küllerim döküldü yere, Döküldükçe savruldu mısralar yüzüne. Sen anlayamadın, Konuştukça batıyordu güneş. Kelimelerin avuçları ısıttığı bir akşam, Seslerin sana erdiği sonrası hep tan, Sen benim gözlerimde öylece tarif-i meçhul bir armağan… Esnası, Biz konuştukça, batıyordu güneş.
Olmazsa olmayacak iki dudağın, Olmazsa olmayacak bu dalga bu yangın. Kalbim, ben yandım Her dakika aslen. Biz konuştukça batar güneş. Küllerim döküldü yere, Döküldükçe savruldu mısralar yüzüne. Sen anlayamadın, Konuştukça batıyordu güneş.
Volkan Altınbaş
v.altinbas@kalemsizdergi.com
K端lt端r & Sanat ->
1.Öncelikle bize biraz kendinizden bahsetmenizi istiyoruz İlker Bey. Nerelisiniz, müzik sektörüne giriş yapmanız nasıl oldu ?
Ankara doğumluyum. Bir gün kardeşim elinde gitarla eve girdi ve o harika şeylerin başlangıcı oldu. Hayat ve müzik birleşti... Yıllar geçtikçe ve profesyonel anlamda müzik yapmaya başlayınca müzik sektörü diye tabir edilen şeye girdim.
2. İnsanlara hitap etmek, beğenilerini kazanmak ve sanata ilgilerini sabit tutma eylemlerinin isimleri dahi kulağa zor geliyor. Bunu değerlendirirsek sizce yaptığınız işin size göre zor kısımları nelerdir ? Müziği iş olarak görmek beni ürkütüyor. Çünkü, iş denildiği zaman zorunluluk gibi algılıyorum. Ya da diğer taraftan bakarsak ben işini seven şanslı bir insanım. Tabi ki zor kısımları var. Küçük paralarla yapılan bir „iş değil malesef. Albüm çıkartmak, klip hazırlamak v.s. hepsi büyük paralarla yapılan şeyler. Bunun karşılığını aldığınız zaman ki mutluluk bunu karşılıyor diyebilirim.
3. Geçtiğimiz günlerde çıkardığınız "Bizim Odamız" isimli albüm dinleyicileriniz tarafından her geçen gün daha da çok beğenilmekte. Peki bundan sonra dinleyicilerinizi mutlu etmek adına gerçekleştirmeyi planladığınız projeleriniz var mı ? İlk albümüm olmasıyla birlikte tepkiler gerçekten çok güzel. İlk klip yayınlanalı birkaç ay oldu ama çok zaman geçirmeden yeni bir klip çekilecek. Umarım bu klipte en az Bizim Odamız şarkısının klibi kadar sevilecektir. Bu albümde en az üç şarkıyı kliplendirmek istiyorum. Daha sonrasonda yeni bir albüm ya da yeni bir single. Boş durmak yok
4. Sizin idol olarak gördüğünüz, örnek aldığınız bir isim var mı ?
İdol olarak gördüğüm kimse yok ama çok saygı duyduğum ve severek dinlediğim birçok isim var. Birkaçını söylemek gerekirse, Cem Karaca, Barış Manço, MFÖ, Bülent Ortaçgil, İlhan İrem.
5. Türkiye'deki müzik piyasası hakkında düşünceleriniz nelerdir ? Sizce Türkiye'de en çok dinlenmeyi tercih edilen müzik türü hangisidir, neden ? Tabi ki pop müzik en çok dinleniliyor. Çok iyi yapanlarn da var, gerçekten çok kötü yapıp piyasada olanlar da var. Sözleri kolay şarkılar,
küçük ve akılda kalıcı melodiler. Tercih meselesi tabi ki. Bizim insanımız bunlardan hoşlanıyor. Tabi ki bunu bilen müzik firmaları da bunun üzerine oynuyor. Farklı şeyler sunmaktan korkuyorlar. Bence hata burada başlıyor...
6. İnsanların hayalleri ve hedefleri vardır. Sizin müzik hayatınızda varmak istediğiniz nokta ve hayaliniz nedir?
Kendi bestelerimle, kendi tavrım ve karakterimle yavaş ama emin adımlarla ilerleme taraftarıyım ve bunu şimdiye kadar başardım. Böyle de gideceğine eminim. Hedef olarak bir şey görmüyorum. Ben kendimden emin ilerledikçe her şey çok daha iyi olacaktır.
7. İlk klibinizi “Bizim Odamız” adlı şarkınıza çekerken neler hissettiniz? Bu şarkıyı seçmenizin nedeni nedir ? „Bizim Odamız“ şarkısı yıllardır internette dolaşıyor. Artık profesyonel bir kayıt ve klibi hak etmişti
8.Şarkı Sözlerini yazarken nelerden esinleniyorsunuz ?
Sadece kendi aşklarımdan, hislerimden ve duygularımdan yola çıkmıyorum. Başka hayatlar için olan şarkılarım da var. Şarkı sözünün ve müziğinin nerede geleceği hiç belli olmuyor. Otobüste gizli gizli telefona ses kaydettiğim olmuştur
9."Bizim Odamız" Albümünde Şarkıların ortaya çıkışı nasıldır ? Bir Hikayesi var mıdır ?
Albüm olarak tüm şarkılar birbirinden ayrı. Konsept bir albüm değil. Her şarkının kendine ait hikayesi var. Albümde birçok hikaye anlatılıyor.
10. Albümün tek akustik şarkısı olan Denizkızı'na Badem grubunun solisti M.KEMAL ÖZTÜRK ile başarılı bir düette imza attınız, ileride düet yapmayı hayal ettiğiniz bir sanatçı var mı? Mustafa’yla dostluğumuz albüm kayıdında başladı. Gerçekten çok güzel sesi ve yüreği olan bir kişilik. Deniz Kızı şarkısını da çok güzel yorumladı. Ses rengini beğendiğim çok insan var ama ileriye dönük düet yapmak istediğim birileri yok şimdilik. Şarkı ortaya çıktıktan sonra şarkının ruhuna göre mutlaka birileri olur. Güzel düetler insanı gerçekten çok güzel bir atmosfere sokuyor.
11. Ülkemizde üzülerek dile getiriyoruz ki korsan gerçeği var, ilk albümünüz çıktı bu konudaki düşünceleriniz nedir? Artık yasal olarak dijital platformlar olmasına karşın hala insanlar hırsızlık yapmanın peşinde. İnternetten çok küçük ücretlerle şarkıyı indirebiliyoruz. Sevdiğimiz sanatçılar için bu değer az bile. Ben yeni bir albüm aldığımda arşiv olarak saklıyorum. Telefonumda dinlemek içinde TtnetMüzik, Itunes v.s. gibi yerlerden şarkıları satın alıyorum.
12.Son olarak eklemek, hayranlarınıza iletmek istediğiniz bir şey var mı ?
Hayranlarımla zaman bulduğum kadar iletişim halindeyim. Sosyal platform ve web sitemden beni takip edebilirler. Kalemsiz Dergi olarak size teşekkür eder ve başarılarınızın devamını dileriz. Teşekkürler.
SANSÜR
Bazen hiçbir filmi izlememek, hiç televizyonu açmamak, hiçbir haberi okumamak hiç ses işitmemek sadece gökyüzünün saflığını, dinginliğini izleyip, nidasını işitmek istersiniz ya güvercinlerin işte öyle bir zamanda yazar mısın? Bir şeyler sen de dediler bana… Yazmak, güçtür aslında… Çünkü çocukluğumdan beri sanatını hakkıyla icra eden yazarların, çizerin hep dillerine, yüreklerine kilit vurulduğunu birçok kez de kalemlerinin kırıldığını duydum, hatta kendi ailemde yaşadım. Çektiğim kısa filmlerde, yazdığım şiirlerde burada yazarken bile istem dışı bir oto sansür uyguluyorum kendime ki bunu cümlelerimde hangi kelimeyi kullansam? Hangi konudan başlasam? Sorularının başımı ağrıtmasından hissediyorum. İnsanların kendi içlerine kapanıp sanallaştığı, dış baskılardan, bakışlardan korkup kendi kabuklarına çekildiği ve kendi zihinlerinde kurduğu dünyada yaşadığı bir bilgi çağındayız. O bilgi çağının neresindeyiz? Ne düşünüyoruz? Ne kadar sorguluyoruz? Ne kadarını yansıtabiliyoruz? Nasıl olması gerektiğini kaçımız düşünüyor. ? Hepimizin “ya” lı cümlelerle yaşadığı muhakkaktır. Ya söylersem? Ya yazarsam? Ya çizersem? Ya yanlış anlaşılırsam diye kendi beynimizi kemiriyoruz. Öyle bir hale geliyoruz ki elimiz kolumuz tutmuyor, ruhumuzu öldürüyoruz gereksiz kaygılarla yok olup gidiyoruz bu isteniyor bizden… Hatta ilkokulda bize “haydi çocuklar çiçek olun” iletisini göndermediler mi sürekli. Hepimiz çiçek olmadık mı kollarımızı kavuşturup susmadık mı? Ne oldu? Yedi yaşında sustuk hala susuyoruz sanki konuşan anında karafatmaya dönüşecekmiş gibi. Ama tahmin edemedikleri bir şey vardı biz evde Kafka’nın Dönüşüm’ünü okuyorduk ve bunlar hep politikaydı sonradan öğrendik...
Düşüncelerimizi özgür bırakıp, geleceğe miras bırakmak yerine düşünceyi bastırarak, kelimeleri eleyip sığ olanları seçerek kimi kelimeleri yok edip, yoklarmış gibi davranarak kendi kalemimizi kemirerek, kendimize ve harfle işkence ederek yazıp çiziyoruz. İşte hepimiz bunu yapıyoruz. En büyük mirasın dil olduğunu unutuyoruz. Sansürle her şeyi yok edip talan ediyoruz. Bırakın ruhumuzu özgür bırakalım önce siz bırakın… Anlayın aslında basın özgürlüğünü, şiiri, resmi, senaryoyu kırpıp kelimelerin, imgelerin, renklerin, çeşitliliğin ömrünü mahkûm ederken kendi ruhunuzu kendi torunlarınızın ruhunu kırpıyorsunuz… Her geçen gün duyduğum sansürlere bir yenisinin eklenmiş olması acı verdi ve kendi kendimi kısıtlayışımı daha iyi anladım. Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri olan Edip Cansever’den bahsediyorum. Bu sefer sansür onun “ masa da masaymış ha” şiirineydi. Edebi bir eserin sansürlenmesi içler acısı bir durum çünkü dil toplumu yansıtır dil geleceğe bir mirastır ve bu eser yıllar sonra süpürülüp kırpılıyorsa sorgulanacak şeyler vardır. Sanat süpürülerek değil saygı çevresinde korunup geleceğe özü bozulmadan bırakılmalıdır ki geliştirebilelim, yok edip süpürürsek tektipleşip karanlığın koynunda ölümü miras bırakırız çocuklarımıza... Cansever’in dizeleriyle bitirmek istiyorum.
Ne çıkar siz bizi anlamasanız da Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da…
Deniz Aygüler
Pınar Çaylak
Toplumuzda anlayış nasıl ise filmlerde de oynanan senaryolar en az o kadar güzelmiş bir zamanlar. Tıpkı büyüklerimizden dinlediğimiz masallar kadar saf, sonunda hep iyilerin kazandığı, ne kadar acı çekilirse çekilsin sonunda aşıkların kazandığı o sıcacık buram buram biz kokan Yeşilçam esintileri. İşte bizim toplumumuz, anlayışımız, örfümüz böyleymiş diyebileceğimiz filmler.Ancak her zaman böyle olmamış. Özellikle Dallas’ın seksenli dönemlerde tek kanal olan TRT’de yayınlanmasıyla bütün bu anlayış da değişmiş. Dallas’ın olduğu akşamlar sokaklar boşalmış ve insanlar artık daha rahat hayat, daha zengin olma düşüncesinin iyi olduğuna inandırmaya başlamış kendini. Kötü diye gördüklerine ‘Ceyar’ demeyi en büyük hakaret saymış insanlar. Dallas, bir dizi olmaktan öte toplumun değiştirilmeye çalışılan değer yargılarını yıkmada en büyük adım olmuş. O güne kadar insanların ulu orta konuşmaktan çekindikleri şeyleri milyonlarca insan televizyonda izlemiş. Yapılacak etkinlikler sınırlı, baskılı bir dönem ve olan tek kanal TRT yani insanların tek eğlenebileceği, başını belaya sokmadan gerçekleştirebilecekleri tek eğlence sayılabilecek olan şey televizyon. Ve ne tuhaftır ki, savunduğu, idealize etmeye çalıştığı fikirlerle böylesine örfüne bağlı, aile kavramın bu derece güçlü değer bulduğu topluma acımasızca empoze edilen, bu topluma tamamıyla ters bir dizi, bu tek kanalın en önemli filmi. Aslında buna sadece bir film demekle bu Dallas kavramını çok hafife almış oluruz. Bu diziden sonra toplumdaki bu anlayış değişikliğini ve Dallascılık furyasını görmemek de mümkün değil çünkü. Toplumdaki bu kötü anlayış değişikliği, yasak ilişki merakı ve birbirini arkasından vurma heyecanını salan bu film, bir toplumu tek başına uçurumun kenarına getirip bırakmaya yetmiş. Önemli olanın rahat yaşamak olduğu, aldatmanın aşkın bir gereğiymiş gibi masumca gösterilmeye çalışıldığı, zevklerinin kölesi olan insanların nasıl zenginlik içinde yüzdüğünü gösterip böylece ahlak
anlayışının yok sayıldığı bir toplum düzeninin idealize edilmiş bir toplum algısı yaratılmaya çalışıldığı bir sistem gerçekten de emellerine ulaşmıştır. Daha sonraki filmler de bu izi takip etmiş ve halkın değimiyle toplum hayatı ve filmlerdeki aşklar gerçek birer Dallas’a dönüşmüştür. Televizyonlardan izlenen ve ilk dönemlerde bazı insanların utançtan yüzlerini çevirdiği sahneler bu gün hayatımızın olmazsa olmaz parçaları gerçekleri haline gelmiştir. Hele hele ki günümüz dizilerinin senaryolarına bakacak olursak boynuzun kulağı gerçekten geçtiğini açıkça göreceğiz. Dallas toplumuzun bir ahlak çöküntüsü içinde bulunmasının ilk ve en sert adımıdır ve bugün ki anlayışımıza, yaşam şeklimize bakılırsa bu adım gerçek emeline ulaşmıştır. Dönüp şöyle bir çevremize bakalım ya da en basiti elimizdeki kumandadan rastgele bir kanal açalım. Dallas’ı çoktan yaya bırakacak ve orada Ceyar’ın bile dikkat ettiği aile müessesesinin bu gün nasıl kangren olduğunu açıkça tekrar görebiliriz. Ne dersiniz Dallas’ın hakkı Dallas’ a değil mi, bu kadar emek takdire değer doğrusu. Ancak bugün o dönemin insanlarına sorduğumuzda Ceyar aslında iyi bir insanmış ve Dallas ahlakça o kadar kötü bir derecede değilmiş, günümüz dizileriyle karşılaştırdığımızda bu da çok doğru ama ilk adımı atmaya cesaret ettikten sonra durmak mümkün müdür? Bu dizi yeni kadrosuyla yakın zamanda tekrar hayata geçirilmek istendi. Ancak televizyon ve dizi piyasasına bakılacak olursa bu projenin iki üç bölüm sonra suya düşeceği de kesindir. O dönem için böyle bir toplumda ilk olan bir dizinin yarattığı büyük etkiye çok da şaşırmamak lazım, ancak bugün insanlar bu şehvet dolu yasakları kutsal kılan dizi senaryolarına o kadar alıştı ki gayet sıradan hatta hafif bile kalır artık Dallas . Bir de bu tarz dizilerde ülkemizin en güzel, en genç, en yakışıklı oyuncularının oynadığın da hatırlarsak bu sonucun gerçekleşmesi de kaçınılmazdır. Dallas’tan öncesi biz, Dallas’tan sonrası kim tanımak gerçekten güç.
Ludwig Van Beethoven
Beethoven tam adı ile Ludwig Van Beethoven. Hayatını, bestelerini, kişiliğini anlatmaya sığdıramayacağımız, eşsiz müzisyen. 1770 yılında, Almanya’nın Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinin güneyindeki, Ren Nehri’nin her iki yakasına kurulan Bonn kentinde dünyaya geldi. İleride müziğin filozofu lakabını alacak ve muhteşem bir müzisyen olacaktı. Sekiz engelli çocuğu olan bir ailenin, dokuzuncu çocuğuydu. Babası alkolik bir müzisyendi. İlk müzik eğitimini babasından alan Beethoven, bu eğitim sırasında babasının çok sert ve katı kurallı davranışlarına maruz kalmıştı. Henüz dört yaşındayken piyanoyla tanıştı. Babası ondaki yeteneği çabuk fark etti ve para getirmesi için onu zorlayıp, sekiz yaşındayken ilk konserini vermesini sağladı. Böylece efsanevi müzisyen olmanın ilk temellerini atmaya başladı Beethoven. Eğitim hayatı da pek parlak değildi üstelik. Nitekim ünlü fizikçi Albert Einstein’dan bildiğimiz hikâyenin bir benzeri Beethoven’ın başından da geçmiştir. Bestecilik derslerini aldığı Albrechtsberger; “Beethoven pek bir şey öğrenemedi, bundan sonra da öğreneceğini zannetmiyorum. Besteci olarak ben, onda en ufak bir ışık göremiyorum” demiştir. Diğer eğitimciler de Albrechtsberger ile aynı fikirdeydi. Beethoven ise onu eğitenlerin göremediğini görüyor, onların hayal edemediği yerlere ulaşmayı hedefliyordu. Beethoven büyük bir Mozart hayranıydı. 1787 yılında en büyük hayali olan Mozart ile çalışma umuduyla Viyana’ya gitti. Kısa bir süre Mozart’la çalışma fırsatı yakaladı. Mozart dostlarıyla bir sohbeti sırasında; ”Bu çocuğa dikkatle bakın, bir gün gelecek, bütün dünya ondan bahsedecek” demiştir. Mozart, karşısındaki dehanın etkisiyle kendini büyülenmiş gibi hissediyordu. Karşısındaki kişi, bir müzisyen kimliğinin çok ötelerindeydi.
Mozart’la ilk tanıştıkları anıda çok ilginçtir. Mozart Beethoven’ı huzuruna kabul edip müzik yeteneğini test etmek istedi. İskemleye oturan Beethoven Bach’ın bir konçertosunu çalıyordu, heyecandan parmaklarının katılaştığını fark etti ve konçertoyu yarıda kesti. Üzgün bir şekilde Mozart’a, dönerek “Kötü çaldığımın farkındayım. Lütfen, bana güvenin. Bana bir parça verin sizin için çalayım” diye yalvardı. Mozart gülümser bir tavırla, piyanoya yaklaştı “Bu melodi, son operam Don Juan’ın bir parçasıdır bunu dene“ dedi. Beethoven parçayı, bir usta gibi çalıyordu ve kendini müzikle adeta bütünleştiriyordu. Parçanın sonunda Mozart ona doğru eğilerek “Sen adeta şeytanın oğlusun. Sana bütün bildiklerimi öğreteceğim” demiş ve Beethoven’ı öğrencisi olarak kabul etmiştir. Bir çok önemli isimle tanışma şansı oldu ve annesinin hastalığı üzerine, Bonn kentine geri dönmek zorunda kaldı. Bonn kentinde geçirdiği süre zarfında Mozart’ın ölüm haberini aldı ve 4 yıl boyunca saray orkestrasında viyola çaldı. Beethoven, kendisini halkın sanatçısı olarak görüyordu ve bu düşünce onun saray orkestrasından soğumasına neden oldu. 1792 yılında Bonn kentine bir gezi için giden, klasik müziğin usta ismi Joseph Haydn, Beethoven’da ki yeteneği fark etti ve Viyana’ya davet etti. Viyana’ya tamamen yerleşme kararı alan Beethoven kısa sürede piyanist kimliğini ön plana çıkarmayı başardı. 1796 yılında, hiç birimizin başına gelmesini istemeyeceğimiz bir şey geldi Beethoven’ın başına. Henüz 26 yaşındaydı ve sağırlık belirtileri başladı. 1798 yılında bu belirtiler ilerledi ve kimseyle karşılıklı iletişim kuramaz hale geldi. Karşısında ki insanlar, bir defter aracılığıyla ne söylediklerini yazıyor, Beethoven’da konuşarak karşılığını veriyordu. Bu süre içinde bir kez intihara kalkıştı.
İlham bir sanatçının en önemli kaynağıdır. Her sanatçı gibi Beethoven’da kendi besteleri için rahatlamak zorundaydı. Güneş doğmadan uyanır, öğle saatlerine kadar vaktini piyano başında çalışarak geçirir, rahatlamak için sık sık yürüyüşe çıkar doğayı izlerdi. Bu onun kendini rahatlatma biçimi ve doğaya duyduğu sevgiyi notalara dökme şekliydi. Bilindiği kadarıyla, hayatı boyunca dört kişiyi sevdi; ama hiç evlenmedi. Sağırlığı arttıktan sonra sinirli bir kişiliğe sahip olmaya başladı ve bu sinirli yapısı günden güne arttı. Bir süre sonra sanatçı kimliğinin yanı sıra ikinci bir takma ismi oldu, çevre halkı tarafından canavar diye adlandırılmaya başlandı. En önemli eseri, ünlü 9. Senfoni’siydi ve en önemli bestelerini sağır olduktan sonra yaptı. Hayatı boyunca bir keman konçertosu, beş piyano konçertosu, on yedi yaylı sazlar dörtlüsü, otuz iki piyano sonatı, dokuz senfoni ve on keman sonatı besteledi. Her eseri üzerinde uzun uzun çalışırdı ve bu yüzden bestelerini uzun bir sürede çıkarırdı. 1827 yılının 26 Mart gecesi, odası şimşek ışığıyla aydınlandı, sağ elini havaya kaldırdı ve hemen arkasından hayata gözlerini yumdu. Elini neden havaya kaldırdığı bilinmiyor fakat doktorlar bunun ışığa karşı bir tepki olduğu görüşünde.
EN ÖNEMLİ ESERLERİ: 9. Senfoni’nin ve Kahramanlık Senfonisi diye adlandırılan 3. Senfoni’nin elyazması notaları, en bilinen eserleridir. Senfoniler: 3. Senfoni, 5. Senfoni, 6. Senfoni, 7. Senfoni, 9. Senfoni. Konçertolar: piyano konçertoları, 3., 4. ve keman konçertosu. Oda müziği: Keman ve piyano sonatları ilkbahar ve Kreutzer; 3 numaralı viyolonsel ve piyano sonatı; Arşidük Triosu; yaylı çalgılar için 4 ve 11 numaralı dörtlüler. Piyano sonatları: 8 numaralı, Patetik; 14 numaralı, Ay Işığı; 18 numaralı; 23 numaralı, Appassionata.
PİYANO
Beethoven, Bach, Chopin, Yan Tiersen, Keith Jarrett gibi daha birçok isimle sevdiğimiz piyanoyu, sizde çalmak ve duygularınızı notalarla dile getirmek istiyorsanız bu ayki yazım sizler için geliyor. Bu yazıyı yazma nedenim ise; okulda ayda en az bir kere Leilac ile yolumuzun düştüğü sanat tasarım fakültesinin piyanolarıdır. Piyano fiyatlarından haberiniz vardır ama bu fiyatlar sizin sanatınızı artık engel değil ya da evinizde piyano için yer yok diye de üzülmeyin çünkü artık http://www. virtualpiano.net/ var. Menü bölümünden piyanonuzun rengini değiştirebilir, hangi tuşun hangi harfe karşılık geldiğini öğrenebilir, hazır olan notalar ile istediğinizi çalabilirsiniz. The Godfather, Bad Romance-Lady Gaga, Imagine-John Lennon ve bir klasik olan happy birthday to you gibi birçok parçanın notaları harf olarak çıkarılmış kolaylıkla çalınabilir, çaldığınız şarkıyı aynı zamanda kaydedip sonrada dinleyebilirsiniz. Bu özelliklere sahip bir piyanoyu zaman kaybetmeden denemelisiniz. Shift tuşu ile harfleri büyütüp farklı seslerde elde edebilirsiniz. Bu piyanoda neler yapabileceğinize dair bir video; Carly Rae Jepsen - Call Me Maybe http://www.youtube.com/watch?v=37051jkwU7U Kim bilir belki de içinizde bir piyanist saklıdır. Not : Yok ben Piyano sevmem dersen de belki bu ilgini çeker. http://www.virtualdrumming.com/
Merve Aygün
m.aygun@kalemsizdergi.com
Kurt Cobain.. Mükemmeliyetin insan vücudunda can bulmuş hali.. Yaptıklarında samimi olan, kimseyi kandırmaya çalışmayan ve işte bu yüzden çok sevilen bir adamdı Kurt. Doksanlı yıllarda yapılan müziğin “Nirvana”sı.. Courtney Love’ın ölü eşi.. Frances Bean’ın babası... Arkasında gözü yaşlı binlerce hayran bırakan Nirvana’nın Frontman’ı.. Müzisyenler ve dinleyiciler tarafından bu kadar sevilmesinin sebebi sadece mükemmel sesinin ve insanı kendisine hayran bırakacak bir dış görünüşünün olmasından kaynaklanmıyor elbette. Ölümünün 19. yılını doldurduğumuz bugünlerde müzik piyasasına baktığımda Kurt Cobain’in müziklerindeki gibi bir samimiyet bulamıyorum ve hala onun gibi çığlık atabilen bir vokalistin olmadığını görüyorum. O, müzik dünyasına sadeliği getirdi. Kurt giderken bize üç şeyi miras bıraktı: Samimiyet, gösterişsizlik ve müzik kalitesi... İçindeki nefretin gerçekliğini ve dünyaya olan öfkesini göstermek adına yırtılan boğazdaki samimiyet ve milyonların hatta milyarların izlediği bir müzik kanalına sıradan hırkasıyla çıkacak kadar gösterişsizlik...Onun bu tavırları müziği değiştirdi. Müzikten anlamayan ama onu her fırsatta eleştirmekten çekinmeyenlere göre o gitar çalmayı bilmeyen ve bu yüzden müziği değiştiremeyeceğini dile getirdiler. Hayır! Kurt Cobain çok iyi bildiği ve bize hayatın glam rocktaki kadar görkemli olmadığını gösterebildiği, hayatın aydınlık kısımlarının yanı sıra karanlık taraflarını da gösterdiği için müzikte yeni bir çağ açtı.. Bu müzikte bir devrimdi. Fakat bu devrimin içinde akan tek kan Kurt Cobain’inkiydi... Tüm yaşantım boyunca ister çok yakınımda olsun, ister uzağımda olsun hiç fark etmez ama, bir daha asla hiçbir adamın beni bu kadar etkileyebileceğini düşünmemekteyim. Ölümünün üzerinden değil on dokuz yıl, elli dokuz yıl bile geçse hala aynı sevgi ve aynı acı dolu gülümseme ile anmaya devam edeceğim. Aklımda hep o en çekici tavırları, çatallı sesi, dağınık sarı saçları, buz mavisi ve ıslak bakan gözleri kalacak elbette! Eşsiz bir portreydi Kurt Cobain’in çünkü. Keşke “Came as you are”da dediğin gibi silahlar olmasaydı, bugün ölümünü değil de 46.doğum gününü kutluyor olacaktık. Kafamda her canlandırmaya çalıştığımda onu o halde, kafası dağılmış, o güzel gözleri yok olmuş, altın sarı saçları kanla beraber her yere saçılmış biçimde hayatı sorgulamaya, kendimden uzaklaşmaya hatta insanlığımdan hafif hafif tiksinmeye başlıyorum. Ölüm... Bu dünyada her şey öylesine gerçek ve sebeplidir ki... Sebepsiz hiçbir şey yoktur. Anlamsız ve sıradan şeyler yoktur. Bu sıradan ve anlamsızlığı keşfettiğiniz anda Kurt Cobain’in müziği çıkar
Kurt
Özge
o.ozguner@
t Cobain
e Özgüner
@kalemsizdergi.com
ortaya. Bugüne kadar yaptığınız onlarca anlamlı şey bambaşka bir boyut kazanır. Gittiğiniz her yerde “Death to birth” çalar. Arkadaşlarınız bir şeylerle uğraşırken kulağınızda “Smells like teen spirit” çalarken onları izlersiniz. Artık hemen hemen herkesten farklı bir bakış açısına sahip olmuşsunuz ve çocukluk yıllarında kaybettiğiniz sihirli dünyanıza tekrar kavuşmuşsunuzdur. 5 Nisan 1994 yılından beri bitmek bilmeyen olay... İntihar mı? Cinayet mi? Hatta bir dönem öyle bir hal aldı ki müziğinden çok ölümüyle gündeme gelmeye başladı. Evet o uyuşturucu bağımlısıydı ve defalarca bundan kurtulmak için tedavi gördü. Fakat hepsi hüsranla sonuçlandı. Belkide bu kadar eleştirilmesinin nedeni buydu. Ölümündeki gizemlerle ilgilenmek yerine bize miras bıraktığı ve üzerinden elli altmış yıl geçse bile dinlemekten bıkmayacağımız şarkılarını dinleyerek onu anmamız daha uygun olacaktır. Bunu kaç kez dile getirdiğimi bilmiyorum ama bu yazımda da buna değinmek istiyorum. Kurt Cobain tam bir deliydi.. Her konserinde fazla coşmaktan dolayı en az bir gitar parçalamayı gelenek haline getirmişti ve konserde hayranlarıyla arasına girmeye çalışan korumasının kafasına gitarıyla vurmuştur.. Hakkında okuduğum şeylerden biride bir şarkı yaptıktan sonra ondan hemen sıkılıp yeni şeyler yapmak istemesiydi. İlk singleları olan “Love buzz” u radyoda ilk dinlediği anda çok heyecanlanmış ve kısa bir süre sonra yeni şeyler yapmak istemiş. Çok kısa zamanda bu kadar iz bırakmasının sebeplerinden biri de buydu. Kurt’ün kendi işleriyle ilgili sahip olduğu tatminsizlikler... Bu olayları çoğu bilmez.. Neden peki? Müziği ve sahne performansıyla ilgilenmek yerine, intihar(!) özgürlüğüne saygı duyulması gereken Seattle-Aberdeen’li grunge müzisyeni eleştirmeyi seçtik... O harika bir müzisyendi. Dünyanın en iyi elli şarkı listesinde bir çok şarkısı bulunmaktadır. In utero ve Nevermind albümlerinin ölümsüz yaratıcısı her ne kadar aramızdan ayrılmış olsa da müzik severlerin ve benim en hayran olduğum kişilerden biri olarak kalacak. Aramızdan ayrılışının yıl dönümünde saygı ve özlemle anıyoruz... Huzur içinde uyu.
UNUTULMUŞ BİR MÜZİK TÜRÜ ; KANTO
değil , aynı zamanda bu müzik ile yapılan daha doğrusu yapılması farz olan dansında adıdır. Zira kantonun temel özelliklerinden biri dans edilerek söyleniyor olmasıdır. Aynı zamanda hızlı ritmi , komik sözleri ve sadece kadınlar tarafından icra ediliyor oluşu da kantonun diğer belirgin özelliklerinden birkaçı… Kantoda her zaman bir karakter vardır ve bu karakter şarkıda yer alan sözleri bir aforizmalar dizimi olarak değil de sanki kendi başından geçen bir anıyı anlatır gibi söylemektedir. Şarkı sözleri her zaman eğlenceli unsurlar barındırır. Hızlı ritim eşliğinde bir o yana bir bu yana savrulup ‘’ohh’’ , ‘’ammaan’’ nidaları eşliğinde , edep yerleri o zamanın insanını tahrik edebilecek ölçüde açık bir şekilde bu şarkıyı söyleyenlerde hep kadın sanatçılar olmuştur.
Uzun zaman öncesinde hayatımızda çokça yer etmiş , şimdi ise birkaç kırıntısı Ayrıca çeşitli kaynaklarda bu müzik ile hayatımızda var olmaya devam eden bir , pop müziğin ülkemizdeki temeli olarak müzik türü ; Kanto… görülmektedir. Baksanıza nasıl olmasın ? Oynak ritim , komik sözler , karşı cinsi ** tahrik edici bir giyim tarzı ve tüm bunların 1870’li yıllarda İstanbul’da yani dolayısıyla dans edilerek ortaya konulması… Türkiye’de hakim olan ağır tempolu saray müziğinden sıkılan halk , ‘’tuluat’’ adı veri** len doğaçlama tiyatrolarında perde aralaÜlkemizde ortaya çıkığı ilk yıllarda bu rında söylenen bir müzik türü olarak ortaya sanatı azınlık kadınları icra etmiştir. Çünkü çıkarmıştır kantoyu. o yıllarda Müslüman kadınların şarkı söylemesi yasaktı. Ta ki 1969 yılına kadar… Aslında kanto sadece bir müzik türünün
Bu yıllarda Nurhan Damcıoğlu isimli tiyatrocu , bir diğer tiyatrocu olan Mücap Ofluoğlu’nun destekleriyle kanto söyleyen ilk Müslüman kadın olarak sahnelerde yer aldı. O da, ta ki yaşlanana kadar. Şuan 71 yaşında olan Nurhan Damcıoğlu emekli hayatı yaşarken , bizler Huysuz Virjin takma adıyla bildiğimiz Seyfi Dursunoğlu’nu görmekteyiz artık. Gerçi Huysuz Virjin’in yaptığı bir müzik türünü icra etmekten çok , şova dönük olsa da yinede günümüzde kanto konusunda örnek vereceğimiz bir isimdir kendisi. ** Ramazan aylarında birkaç eski toprak dayı tarafından ‘’Ahh o eski ramazanlar , ah o eski ramazanlardaki kantolar’’ diye anılmakla yetinip , artık insanlarca pekte aranmayan bu müzik türü ve beraberindeki bu dansa günümüzde ; sırf izleyici üzerinde ‘’sevimli’’ ve ‘’nostaljik’’ bir hava yaratma maksadıyla birkaç dizide ve klipte rastlarız , o kadar. Yani bir nevi , yok olmuştur. Her ne kadar yok olmuş bir gösteri sanatı olsa da kanto iyi yada kötü geçmişimizde bir yer edinmiştir. Bize de düşen ; sevmesek de , görmesek de o köy bizim köyümüzdür demek… Bir başka sayıda , bir başka konuda görüşmek üzere. Kalın sağlıcakla…
Özkan Yılmaz
o.yilmaz@kalemsizdergi.com
Merve Altun
m.altun@kalemsizdergi.com Kütüphanede kitapları karıştırırken Sibel Öz’ün ‘Serçeler Ölürse’ adlı kitabı geldi avuçlarıma. Kitabın arka kapaktaki açıklamasına şöyle bir göz gezdirdim; “Öyküleriyle birçok ödül kazanmış olan Sibel Öz, Notabene yayınlarında çıkan ‘Kıyıya vuran Dalgalar – F tipi öyküler’ isimli öykü kitabını da derlemişti. Öykülerini bir araya topladığı ikinci kitabı olan Serçeler Ölürse de okuyacağınız 11 öykü uzun yılların birikimini ustalıyla yansıtıyor. ” yazısını okuduktan sonra kitabı okumaya karar verdim. Kitabın 3 öyküsünü (Vildan ,Bahçesiz , Küf Beyaz) ele alacağım. Sibel Öz okuyucuyu kelimelerin dünyasında farklı bir yolculuğa çıkartıyor. Kimi zaman
“Lena”yla bir dağ köyünde yalnız yaşayan bir adamın evine davetsiz misafir oluyor, kimi zaman Vildan’la şehrin keşmekeşinde kayboluyorsunuz. Her bir öykü, okuru içine çekip kitabi bir an önce bitirme duygusuyla dolduruyor. Genel olarak kitabın; Sade, sıcak bir dili var, kişileri sıradan insanlar ve öyküler su gibi akıp gidiyor, nasıl olduğunu anlamadan kitabın sonuna geliverdim… Özel bir birey olan insanla toplumsal bir varlık olan insan arasındaki çözülmez bağı kuruyor. Öykü kişileri, bilinmez bir yerden kucağımıza atılmış gibi durmuyor; hepsinin hangi mahallede, nasıl bir evde ve nasıl bir toplumsal ortamda yaşadığı arka plandaki detaylarla gözümüzün önünde canlanıyor. “Vildan” adlı öyküsündeki, kocasını erkenden
kaybeden ve oğluna dört elle “yapışan” annesinin yollarını tıkadığı adamda çaresiz kadınları ve çocuklarını yaratan bir dünyayı görüyoruz mesela. Ne adamı ne de annesini yargılayan, sadece bir ana-oğul ilişkisine yakından bakan, tespit eden bir kamera bu: “Artık gidemeyecek olduğumu anladığımda, annemin gidebileceğim bütün yolları toplayıp sandığına kilitlediğini de anladım… Annem, dünyadan vazgeçmiş, bana geçirmişti tırnaklarını.” Ama anne öldüğünde, üzülür adam, onunla bir, okur da anlar anneyi, anlar ve affeder. “Bahçesiz” Küçük bahçesinde çiçek ve sebze yetiştiren annesiyle yolları ayrılan genç kadında modernleşmenin ve kentleşmenin kopardığı bağları, yalnızlaşan ve yabancılaşan insanı görürüz: “Bunların hiçbirini bilmiyordu Pelin. Ne adlarını biliyordu çiçeklerin, ne de ilgisini çekmişlerdi hayatının herhangi bir döneminde. (…) Kendini iyi hissetmiyordu, beklenmedik bir acı, çığ gibi etkisini giderek artırarak her şeyi içine almış, kendisiyle birlikte sürükleyip götürmüştü hayatını da. Anlamsızlık içini üşütüyor, elleri ayakları buz kesiyordu. Yenik ve kimsesiz hissediyordu kendini. Ancak anneleri öldüğünde insanların gerçekten büyüdüğünü ve ‘Şimdi ne olacak?’ dediklerini anlıyordu.” ”Küf Beyaz” Diyalog yokluğuna rağmen insanı saran sarmalayan monologlarla akıp gitmiş sözcükler.F tipi hapishaneler ,hücreler… ve tabi bitmeyen işkence. Tek kişilik hücrelerde akıl sağlığını korumaya çalışan tutsaklar. Yazar slogan yazmıyor ama okuyucu sloganları işitiyor , şahsen ben işittim. Bu da aslında yazarın bir başarısı.diğer öykülerde aynı ustalıkla işlenmiş”.
Son sözü, eline, yüreğine sağlık diyerek
Sibel Öz’e bırakıyorum ve onun “Küf Beyazı” adlı öyküsünden çok hoşuma giden iki alıntıyla bitiriyorum: “(…)Kuş otunun cılız yapraklarını okşarken, hayatı hapishanenin bu kör hücresine getirebilen yeşilin gücünü düşünüyordu. Hayatın tomurcuklandığı her şey kat be kat güçlüydü ölümden. Hayat hep direniyordu, vazgeçmiyor, en küçük fırsatı bile değerlendiriyordu yeşillenmek için. (…) Artık saatler yok. Çünkü ışık yok. Gece mi, gündüz mü belli değil. Genzinde yağmurun kokusu, ağzında kan… ‘Hücre’ dedikleri yer, süngerli hücre. Penceresiz, ışıksız, içeride hiçbir şey yok. ‘Çıplak insan olduğunu en iyi hissettiren yer’ diye yazmıştı başka bir hücrede kalan arkadaşı. (…) Süngerli hücrenin kanunda bir tanımı yok. (…) ‘Süngerli hücre’, beynin sünger gibi oluncaya kadar tutulmak istendiğin yer. Bir türlü uyuyamadığın ve uyanamadığın, zamanı yitirdiğin, hani köşeden bir fare beliriverse can dostunu görmüş gibi sevineceğin, bir örümcekle saatlerce oynayabileceğin ama lanet olsun senden ve senden başka hiçbir şeyin olmadığı ufacık sonsuz bir karanlık… Duvarlar, başını vurarak, belki de kendini çarpa çarpa öldürmeyesin diye, tümüyle süngerle kaplanmış. Süngerli hücre… Sünger gibi karanlığı ve rutubeti çekiyor tüm gözeneklerim. Sanki deniz altın-dayım, bir okyanus dibinde, ışığın olmadığı… Süngerle yıkardı annem halıları. Süngerden beyinler… Sünger sararlardı askı olarak kullandıkları kalasa, omuzlarımızda ve kollarımızda işkence izleri kalma-sın diye. Şimdiki çocuklar bilir mi yaşadıklarımızı? Ya sen Sünger Bop?” Küçük bir not: İncelememi istediğiniz kitapları m.altun@kalemsizdergi.com adresine mail atabilirsiniz, iyi okumalar dilerim…
Nisan Ayında Vizyona Girecek Olan Filmler VizyonER
Merhabalar Sevgili Kalemsiz Dergi Okurları, Nisan ayı içerisinde bizleri birbirinden güzel filmler bekliyor. Tek yapmanız gereken arkanıza yaslanmak ve sizin için derlediğimiz filmlerden dilediğinizi seçmek. Şimdiden iyi seyirler.. StreetDance 2 Vizyona giriş tarihi: 5 Nisan 2013 Yönetmen: Max Giwa, Dania Pasquini Oyuncular: Falk Hentschel, Sofia Boutella, George Sampson devamı... Tür: Dram , Müzik , Romantik Ülke: İngiltere , Almanya Konu: Sokak dansçısı Ash, Invincible adlı güçlü ve bir o kadar da kibirli dans ekibi tarafından yenilip, kendisini aşağılanmış hissedince dünyanın dört bir tarafından en iyi sokak dansçılarını bir araya getirip yeni bir dans turnuvası düzenlemek için harekete geçer. Birçok dans stlinin birleştiği bu organizasyonda kahramanımız güzel bir salsa dansçısına aşık olur. Yönetmenliğini Max Giwa ve Dania Pasquini’nin beraber üstlendiği filmin genç yıldız kadrosunda George Sampson, Sofia Boutella ve Falk Hentschel gibi isimler yer alıyor.
Sıcak Bedenler (Warm Bodies) Vizyona giriş tarihi: 05 Nisan 2013 Yönetmen: Jonathan Levine Oyuncular: Nicholas Hoult, Teresa Palmer, Analeigh Tipton, Rob Corddry, Dave Franco, John Malkovich, Cory Hardrict, Jonathan Dubsky Tür: Komedi, Korku, Romantik Ülke: ABD Yapım: 2013 Konu: Salgından etkilenmiş zombie bir ‘bir delikanlı’ kendisini yok etmeye gelen Julie’ye bir anda vurulur. Onu ısırıp beslenmesi gerekirken aşık olmuştur, zira kaybettiği insani özellikleri teker teker ve yavaş yavaş yerine gelmeye başlar. Julie’ye hissettiği aşk kalbinin yeniden atmasını sağlarken, adını ve nasıl öldüğünü dahi hatırlamayan karakterimiz hislerini geri kazandıkça ‘iyileşir’; üstelik bu iyileşme etkisi salgından etkilendiğine inanılan diğer zombileri de olumlu yönde etkileyecektir… Tabii insanlığın geri kalanını inandırabilirlerse! Başrollerde Nicholas Hoult ve Teresa Palmer’ı seyrettiğimiz filmin oyuncu kadrosunda John Malkovich, Dave Franco ve Rob Corddry gibi isimler yer alıyor. Genç yazar Isaac Marion’un Türkçe’yede Sıcak Bedenler olarak çevrilen aynı romanından uyarlanan filmin senaristliğini ve yönetmenliğini ise Jonathan Levine üstleniyor.
Aşk Şimdi (Now is good) Vizyona giriş tarihi: 05 Nisan 2013 Yönetmen: Ol Parker Oyuncular: Dakota Fanning, Jeremy Irvine, Paddy Considine, Olivia Williams Tür: Dram Ülke: İngiltere Yapım: 2012 Konu: Tessa, lösemi hastalığına yakalanmış, gördüğü dört yıllık kemoterapi tedavisinin ardından doktorlar tarafından iyileşmeyeceği yönünde teşhis konulmuş gencecik bir kadındır. Ölümü kabullenen çaresiz Tessa son günlerini hastanede tedavi olarak ya da acı çekerek geçirmeyi istemez. Bu süreci sevdikleriyle birlikte olabileceği hayat dolu anlarla değerlendirmeye karar veren genç kadın ölmeden önce yapmak istediklerini sıraladığı bir liste hazırlamaya koyulur. Bir Gevrek, Bir Boyoz, İki de Kumru Vizyona giriş tarihi: 12 Nisan 2013 Yönetmen: Osman Dikiciler Oyuncular: Ogün Kaptanoğlu, Selçuk Uluergüven, Selen Seyven devamı... Tür: Dram , Romantik Ülke: Türkiye Konu: Tan 9 sene önce yaşadığı bir gönül kırgınlığı sonrası İzmir’i bir daha geri dönmeyi düşünmeyerek terk etmiştir. Çok yakın bir arkadaşının vefat haberini aldıktan sonra istemeye istemeye İzmir’in yolunu tutar. Selanikli Alexi Hristo ise 55 yıl önce bu güzel kentten göç etmiştir. Sevgili eşini yakın zamanda kaybeden Hristo, onun son dileğini gerçekleştirmek için karısının küllerini İzmir’e götürmek üzere yola çıkar. İkisi de farklı öykülerle bu şehre bağlı olan iki adamın yolu, bindikleri uçakta kesişecektir. Hristo son görevini yerine getirmek ve geçmişiyle yüzleşmek için kente gelir ama peşine hiç de hesapta olmayan ve onun yurt özlemini çok yanlış yorumlamış iki fırsatçı hazine avcısı takılacaktır... Filmin senaristliğini ve yönetmenliğini Osman Dikiciler üstlenirken, kadroda Hristo’yu canlandıran Bülent Arın’ın yanı sıra Ogün Kaptanoğlu, Selen Seyven, Melih Ekener, Somer Karvan, Selçuk Uluergüven
gibi isimler yer alıyor... Oblivion Vizyona giriş tarihi: 12 Nisan 2013 Yönetmen: Joseph Kosinski Oyuncular: Tom Cruise, Olga Kurylenko, Morgan Freeman devamı... Tür: Aksiyon , Macera , Bilimkurgu Ülke: ABD Konu: Askeri bir yönetim biri Jack adında deneyimli bir askeri, insanoğlunun bir zamanlar “Dünya” diye adlandırdığı terk edilmiş bir gezegene keşif için yollar. İnsanlığın büyük yok oluştan önce nasıl koşullarda yaşadığını araştırmakla dahası yaşayan her hangi bir canlı olup olmadığını bulmakla görevlidir. İnsanlığın bir zamanlar yuvası olan Dünya gezegeni birtakım uzaylı canlılar tarafından işgal edilmiştir ve gezegende hala varlıklarını sürdürmektedirler. Jack tüm bunları araştırmakla görevliyken, karşısına hiç beklenmediği sürprizler de çıkacaktır... Tron filmi ile tanıdığımız yönetmen Joseph Kosinski’nin yönettiği film, yönetmenin kendi çizgi romanından sinemaya uyarlandı. Kıyamet sonrası bir kurguya sahip olan filmin kadrosunda Tom Cruise’un yanı sıra Olga Kurylenko, Andrea Riseborough, Nicolaj Coster-Waldau, Melissa Leo ve Morgan Freeman yer alıyor... Yabancı Vizyona giriş tarihi: 19 Nisan 2013 Yönetmen: Filiz Alpgezmen Oyuncular: Sezin Akbaşoğulları, Caner Cindoruk, Serkan Keskin, Selen Uçer, Xavier Clion, Enginay Gültekin, Güzide Balcı, Hüseyin Özay Tür: Dram Ülke: Türkiye Yapım: 2011 Konu: 1980 darbesi sonrası yurt dışına mecburen iltica eden bir anne-babanın kızı olan Özgür, Paris’te doğup büyümüş ve arada geçen 30 yıl boyunca Türkiye’yi ve İstanbul’u hiç görmemiş tanımamıştır. Annesi zaten o küçükken ölen Özgür’ü babası büyütmüştür fakat o da vefat eder. Ölüm haberiyle yıkılan Özgür, babasından kalan bir mektubu bulunca çok etkilenir ve onun son arzusunu, ülkesine gömülme isteğini yerine getirmek için İstanbul yollarına düşer. Ama Türkiye’de hiç de hazırlıklı olmadığı sürprizlerle karşılaşacaktır. Zira babasını defnedebilmesi için T.C. nüfus cüzdanı şarttır. Ama babası ilticayla gittiğinden dolayı vatandaşlıktan uzun zaman önce çıkartılmıştır. Özgür bir başına olduğu bu topraklarda yardım almak için annesinin akrabalarına ulaşır. Ona destek olsalar da onlar da bürokrasiye karşı çaresiz kalırlar. Bu arada tanıştığı Ferhat vazgeçmemesi için Özgür’e destek olur, tüm olası yolları zorlar. Babasının akrabalarına ulaşması için Özgür’e yardımcı olur…
Kötü Ruh (Evil Dead) Vizyona giriş tarihi: 19 Nisan 2013 Yönetmen: Fede Alvarez Oyuncular: Jane Levy, Jessica Lucas, Shiloh Fernandez, Lou Taylor Pucci, Elizabeth Blackmore Tür: Gerilim, Korku Ülke: ABD Yapım: 2013 Konu: Beş yakın arkadaş, madde bağımlılığı olan yakın bir arkadaşlarına yardımcı olabilmek için hafta sonunu Tennessee ormanlarında geçirmeye karar verirler ve buraya vardıklarında ürkütücü ormanın tehlikelerinden korunmak için bir kulübede konaklarlar. Ancak bu sırada ortaya çıkan ‘Ölüm Kitabı’ isimli bir kitap ve ardından yaşananlar tatili kâbusa çevirmek için fazlasıyla yeterli olacaktır. Filmin başrollerinde Jane Levy, Shiloh Fernandez ve Jessica Lucas oynuyor. Uruguaylı yönetmen Fede Alvarez tarafından yönetilen film, 1981 yapımı korku türünün kült yapıtlarından biri olan ‘The Evil Dead’in yeniden uyarlanmış hali. Suç Ortağı (Stolen) Vizyona giriş tarihi: 19 Nisan 2013 Yönetmen: Simon West Oyuncular: Nicolas Cage, Malin Akerman, Josh Lucas devamı... Tür: Gerilim , Aksiyon Ülke: ABD Konu: Will Montgomery hapishaneden yeni tahliye olmuş eski bir hırsızdır. 10 milyon dolarlık bir soygun gerçekleştirmiş ama yakalanmıştır. Soyduğu kokain kaçakçısı mafya ise şimdi uğradıkları zarara karşılık kızını kaçırmıştır. Adamların istediği parayı bulması içinse sadece 12 saati vardır. Sevgilisi ile New York’ta bu kadar çok parayı bulmanın yollarını arayan Will’in tek çaresi, özgürlüğünü tehlikeye atıp, eski hırsızlık deneyiminden yararlanmaktır. Yönetmenliğini Simon West’in üstlendiği yapımın senaryosu David Guggenheim’a ait. Filmin başrolünde Nicolas Cage yer alırken, kadroda kendisine Malin Akerman, Josh Lucas, Danny Huston ve Malin Akerman eşlik ediyor.
Teksas Katliamı (Texas Chainsaw 3D) Vizyona giriş tarihi: 19 Nisan 2013 Yönetmen: John Luessenhop Oyuncular: Alexandra Daddario, Dan Yeager, Trey Songz devamı... Tür: Korku Ülke: ABD Konu: 1974 yılında, Texas’ta küçük bir kasabada yaşayan genç Sally, kenti yerle bir eden ve arkadaşlarını öldüren Sawyer çetesinden kurtulabilmeyi başarır. Bu olaydan uzun yıllar sonra, hiç tanımadığı büyük annesinin kendisine bir malikaneyi miras bıraktığını öğrenen Heather Miller, evi görmek üzere arkadaşlarıyla birlikte bir yolculuğa çıkar. Heather arkadaşları Nikki, Ryan ve Kenny ile yoldan aldıkları otostopçu Darryl ile birlikte malikaneye varınca, oldukça zevkli ve zengince döşenmiş bir evle karşılaşırlar. Heather mirası ancak satmama koşuşuyla devralabilecektir ve büyükannesi yazdığı bir mektuptaki talimatlara uymak zorundadır. Ev tüm ihtişamına karşılık terk edilmiş gibidir ancak rutubetli bodrum katında var olmaya devam eden dehşet tüm diriliğiyle onları beklemektedir... John Luessenhop tarafından yönetilen Texas Chainsaw Massacre 3D, The Texas Chainsaw Massacre geleneğini sürdüren altıncı film olurken, 1974 yılında çekilen orijinal filmin sonrasında yaşananları konu alıyor. Filmin oyuncu kadrosu ise Alexandra Daddario, Dan Yeager, Trey Songz, Scott Eastwood, James MacDonald ve John Dugan gibi genç isimlerden oluşuyor. Büyük Umutlar (Great Expectations) Vizyona giriş tarihi: 26 Nisan 2013 Yönetmen: Mike Newell Oyuncular: Jeremy Irvine, Ralph Fiennes, Helena Bonham Carter devamı... Tür: Dramatik komedi Ülke: İngiltere Konu: Pip’in hikâyesini anlatıyor. Bir yetimin birdenbire nereden geldiğini bilmediği bir yardımla beyefendiye dönüşüşünün hikâyesi. Pip bu yardımın Miss Havisham adı verilen nişanlısı onu terk ettiğinden beri malikânesinden çıkmayan kadın tarafından yapıldığına inanıyor. Charles Dickens’ın ünlü romanından uyarlanan hikâyede başrolleri Helena Bonham Carter, Ralph Fiennes ve Jeremy Irvine oynuyor. Filmin yönetmenliğini ise Mike Newell yapmış.
Güncel & Fikir & Araştırma ->
I. Dünya Savaşı ve İttihat Terakki Üzerine Değerli Kalemsiz Dergi Okuyucuları, Geçtiğimiz sayıda, sizlere ulaştığım ilk yazımda 18 Mart Çanakkale Zaferi’mizden bahsetmiştim. Bu sayımızda da konunun tarihsel sürece paralel olması açısından, Birinci Dünya Savaşı ve İttihat Terakki üzerine bir değerlendirme yapacağım.
İmparatorluğu ile mücadele etmiş; Almanya daha sonra Fransa ve Rusya ile anlaşmasına rağmen Fransa ile mücadelesine devam etmiştir. Fransa’dan Alsas Loren Bölgesinin alınması, Fransa’ya ciddi zarar vermiş, bu dönemde Almanya güçlenirken, Fransa ve İngiltere güç dengesinde aşağılarda kalmıştır. Netice itibariyle
1915 Yılı, dünya tarihinin en kanlı, en acılı savaşlarından birisine sahne olmuştur. Bu umumi harbi anlamak için Avrupalı devletlerin birbiriyle olan mücadelesinin perde arkasına, imparatorlar ligine bakmak çok mühimdir. 1800’lü yılların sonundan itibaren Bismark, Alman Birliği’ni sağlamış ve Almanya güçlenmeye başlamıştı. Yine bu dönemde imparatorluk kavramı yavaş yavaş demode oluyor, milliyetçilik akımı giderek yükseliyordu. Bugünkü Almanya’nın temellerini atan Bismark, Fransa ve Avusturya Macaristan
tüm bunların sonucunda Avrupa kaçınılmaz sona, Birinci Cihan Harbi’ne sürüklenmiştir. İttihat ve Terakki, bu mevzulara siyasi ve ideolojik gözlükleriyle bakan çevreler tarafından Alman yanlısı ve hatta Alman hayranı olmakla suçlanmaktadır; ki bu konuya böyle bakmak son derece yanlıştır. Öncelikle şu bilinmelidir ki Osmanlı, İttihat Terakki iktidara gelmeden önce Almanya ile güçlü ilişkiler kurmaya başlamıştır.
Örneğin; Hicaz Demir Yolu’nun yapımında Almanya’dan güçlü bir şekilde destek alınması meseleyi açıklayan önemli örneklerden birisidir ve bu hadiseler II.Abdülhamit döneminde yaşanmıştır. Yani mevzuyu değerlendirirken, mutlaka şunu görmek gerekir ki İttihat Terakki iktidara gelmeden önce, II.Abdülhamit Almanya ile güçlü ittifaklar kurmuştur. Yine İttihat Terakki’nin eleştirildiği noktalardan bir tanesi de savaşa Almanya’nın yanında girilmesidir. Ancak şunu da göz ardı etmemek gerekir ki, Osmanlı Devleti, savaşın ayak sesleri duyulmaya başladığında önce İngilizlere, sonra da Fransızlara savaşa beraber girme teklifinde bulunmuş, bu istek reddedildiği gibi, Türk diplomatları günlerce bu iki ülkede kimseyle görüştürülmeden bekletilmiş ve adeta Osmanlı ile alay edilmiştir. İttihat Terakki’nin Almanya’nın yanında savaşa girmek durumunda kaldığı aşikardır. Hem Almanya’nın hem de Osmanlı Devleti’nin planı savaşı geniş bir zemin ve geniş bir zamana yayarak bitirmektir. Yine Almanlar, İngilizlerin İslam ülkelerindeki sömürgelerini ayaklandırıp, bu ayaklanma sonucu İngilizleri yenmeyi planlamışlardır. O dönemde İngilizler biz İslam’ın lideriyiz demektedirler; çünkü İngilizlerin himayesinde milyonlarca sömürge İslam toplumu yaşamaktadır. Hal böyleyken Almanya’nın da planı akla yatkındır; lakin hesaplayamadıkları, bu İslam devletlerinin milliyetçilik etkisiyle Osmanlı’ya karşı ayaklandırılmalarıdır. Yani Almanya’da, Osmanlı’da İslam birliğini ve Halifelik Makamını gerektiği gibi kullanma şansına ulaşamaz. Şurası açıktır ki İttihat Terakki Hükümeti büyük yanlışlar yapmıştır. Savaşta büyük strateji hataları olmuştur;ancak yanlış ile hainliği birbi-
rinden ayırmak son derece önemlidir. Maalesef bu mevzular gündeme geldiğinde, bir taraf II.Abdülhamit’i, diğer tarafta İttihat Terakki’yi savunmakta,meselelere ideolojik gözlüklerle yaklaşılmaktadır. Geçen yazımda, Cihan Harbi’nin Çanakkale Cephesi’nden bahsetmiştim; şimdi de konumuzdan kopmadan diğer cephelere İttihat Terakki üzerinden değinmek istiyorum. Birinci Cihan Harbi’nde, milletimiz kahramanca şehit olmuş, milyonlarca insanımız büyük felaketler yaşamışlardır. Bu savaş öyle bir savaştır ki oluk oluk kan aktığı gibi, oluk oluk mürekkepte akar, bu coğrafyada; çünkü Türkiye, çok sayıda aydınını, öğrencisini, ufku açık, geleceği parlak insanını şehit vermiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda, özellikle Çanakkale Cephesi’nde bunu görmekteyiz. Kafkas Harekatı, şüphesiz ki çok büyük önem arz eder. Yine bu harekatta, Enver Paşa’ya, Sarıkamış’ta yaşanan büyük ‘’facia’’ yüzünden yüklenilmektedir. Şüphesiz ki savaşta yapılan strateji hataları mevcuttur; ancak yapılan yorumlar ve ortaya atılan rakamlar mesnetsizdir. Öncelikle bu cephe, Osmanlı ve özellikle Almanya’nın savaşı daha geniş bir zemin ve zamana yaymak düşüncesinden hareketle önemlidir. Enver Paşa ve ekibi, yazlık giysiler ile orduyu savaşa yolladıkları iddiasıyla suçlanır;ancak unutulmamalıdır ki, kışlık giysiler ve mühimmat ile dolu olan gemimiz, Karadeniz’de Ruslar tarafından batırılmış ve bu yüzden orduya gerekli yardım sağlanamamıştır. Sonraki süreçte de harekat durdurulamayacağından durum askerlerden, morallerini yüksek tutmak gayesiyle saklanmıştır. Yine Allahu Ekber Dağları’nda 90.000 askerimizin, tek bir kurşun dahi atmadan şehit olduğu söylenir. Rakam
abartılıdır; Türk Tarih Kurumu arşivlerde yaptığı çalışmalarda rakamın ancak 25.000 ile 27.000 dolaylarında olduğunu açıklamıştır. Tabi ki bu sayının da bizler için büyük bir acı, büyük bir başarısızlık olduğu ortadadır ama 90.000 sayısı gerçeklerden uzaktır. Bu sayı maksatlı olarak ortaya atılmaktadır. Enver Paşa’nın Turan Hayali tasvip ederiz, etmeyiz; severiz sevmeyiz, yanlışlarla dolu olsa da önemli ve milleti bir arada tutacak bir hayaldir. Unutmayalım ki, milletleri birbirine bağlayan ortak hedefleri ve hayalleridir. Maalesef, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Enver Paşa ve ekibine karşı bilinçli bir propaganda yürütülmüştür. Aslında verilen mesaj şudur: Ey Türk Milleti, hayal kurmayın, eğer kurarsanız sonunuz Enver Paşa ve askerleri gibi olur ! Maalesef, Birinci Dünya Savaşı’na ideolojik olarak bakma hastalığı, Çanakkale’de olduğu gibi Kafkas Coğrafyası’nda da karşımıza çıkar. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti daha kurulmadan, Enver Paşa ve ekibinin Anadolu’ya sokulmamasında bunun büyük rolü bulunur. Milli Mücadeleyi gerçekleştirecek kadro, özellikle Birinci Mecliste, çok sayıda ‘’Enverci’’ ve İttihatçı olduğundan dolayı buna sıcak bakmaz. Bunun nedeni olarak Enver Paşa’nın Atatürk’ü sevmemesi de gösterilmektedir.(Bu konuyla ilgili önemli bir yazım ile ileriki sayılarda karşınızda olacağım.) Yine de unutulmamalıdır ki Atatürk’ü hiç sevmeyen Enver Paşa, Türkiye’den ayrılırken, benden sonraki mücadelenin temsilcisi Mustafa Kemal olacaktır demiştir. Tüm bunların sonucunda özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında İttihat ve Terakki oluşumuna karşı resmi tarih anlayışında abartılar ve başarıları göz ardı etmeler yaşanmıştır.(Burada Mustafa Kemal’i suçlamak doğru değildir, unutulmamalıdır ki
özellikle 1930’lu yıllardan sonra Cumhuriyetimize kraldan çok kralcı olanlar zarar vermiştir.) Kafkasya ve Çanakkale Cepheleri’ni hayalsiz kalmamak için çok iyi değerlendirmemiz gerekmektedir. Yine maalesef, resmi tarih anlayışının göz ardı ettiği başarılardan birisi de Kuttül Amare’de yaşanmıştır. Fahrettin Paşa, Medine Müdafaası’nda, askerleriyle beraber çok büyük bir mücadele vermiş, askerleriyle aç kalmış, yeri geldiğinde yiyecek ekmek kalmadığında, fetva vererek, askerin moralini yüksek tutmak adına çekirgenin sağlıklı ve yararlı bir hayvan olduğundan bahsetmiş ve askerleriyle beraber çekirge yemiştir. Yine burada İngiliz Casus Lawrence tarafından askerlerimize akla hayale gelmeye-
cek işkenceler yapılmış, Lawrence emrindekilere; Türkler çok zengin, karınlarında altın var diyerek, Mehmetçiği diri diri öldürterek, karınlarında altın aratmıştır. Fahrettin Paşa’nın bu onurlu mücadelesi taktir edilmelidir. Buradaki kahramanca mücadelenin yok sayılması da maalesef Fahrettin Paşa’nın Enver Paşa’nın amcası olmasıdır. Birinci Dünya Savaşı, Versay sisteminin devreye girmesiyle son bulmuştur. Yukarıda da bahsettiğim üzere, Bismark’ın Fransa’dan Alsas Loren’i alışının intikamı alınmış ve Fransızlar Alsas Loren Bölgesi’ni ele geçirmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı’nı, sona erdirenler İkinci Dünya Savaşı’nı başlatan taraf olmuştur; çünkü Almanya güçlendikten sonra,müttefikleriyle beraber; Hitler yönetiminde intikam alma isteğiyle dünyayı ikinci bir cihan harbine sürüklemiştir. Sonuç olarak, şunu söylemek isterim ki, Birinci Dünya Savaşı’nda milletimizin insanları yanarak ve donarak can vermiş, büyük bir felaket yaşamıştır. İnsanımız Medine’de yanmış, Kafkas Cephesi’nde donmuştur. Şehitlerimizin aziz hatırası için, meselelere ideolojik gözlüklerle bakmadan, iki tarafın da hatalarını görerek bakmak gerekir. Söz gelimi, II.Abdülhamit sadece Kızıl Sultan ya da sadece Ulu Hakan olarak görülmemelidir. Tarihte siyah ve beyaz yoktur. Çoğu kez griler vardır. Son olarak bu yazımı Medine Müdaafası’ndan küçük bir anekdot ile bitirmek istiyorum: Bu savaş öyle bir savaştır ki, İslam’ın doğduğu coğrafyanın insanları emperyalistler ile iş birliği yaparken, bizim askerimiz, ezan sesinin susmaması için, bayrağın yere düşmemesi için Medine topraklarında da kahramanca savaşmıştır. Hicaz Demir Yolu, bu cephe esnasında tamir edilip, açıldığı vakit, silah ve mühimmat taşınırken, askerimiz Kabe’nin etrafından geçen trenin sesi, Peygamberimizin aziz hatırasına saygısızlık eder
düşüncesiyle, kir pas içindeki üniformalarını çıkartıp, trenin tekerlerine bağlamıştır. O askerlerin giyecek başka bir tane bile üniforması bulunmamaktadır. Saygılarımla...
Semih R. Cabalar
s.cabalar@kalemsizdergi.com
. ABRAHAM LINCOLN
K端bra G端lmez
k.gulmez@kalemsizdergi.com
“ (...)Eğer yapabilirsen; ona kitapların mucizelerini öğret. Fakat ona; gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini tanıyabileceği zamanlar da tanı. Okulda hata yapmanın, hile yapmaktan daha onurlu olduğunu öğret ona. Ona kendi fikirlerine inanmasını öğret, herkes ona yanluş olduğunu söylediğinde dahi... (...)” Tam da oğlunun öğretmenine yazdığı mektuptaki bu satırları gibiydi onun hayatı. Dipten tepeye yükselişin sembolü, kitapların emzirip azmin büyüttüğü bir liderlik hikayesinin baş kahramanıydı o; Abraham Lincoln... Birçoğumuzun baş edemediği, bir süre sonra yılgınlıklarımızla sonuçlanan sorunlara, engellere bambaşka bir hikaye ile tarihe geçirir adını. Hayatının ilk dönemleri yoksulluk kucağında geçmişti oysa. Marangoz ve çiftçilikle uğraşan Thomas- Nancy Lincoln çiftinin oğlu olarak 12 Şubat 1809’da Kentucky eyaletinde dünyaya gelmiş ve 21 yaşına kadar babası gibi tarlalarda çalışarak, yoksullukla savaşarak göstermişti ilk direnişini. Ekonomik sebeplerle 1-2 yıl devam edebildiği okulundan başkalarının tarlalarında veya ayak işlerinde çalışıp 25 cent kazanmak uğruna vazgeçirilmişti. Refah bir yaşantıda, aristokrat bir ailede yetişmemişti hasıl-ı kelam. Ne var ki, onun gelecek yıllardaki başarısının temelini oluşturan azmi ve yılmak nedir bilmeyen kişiliği sayesinde asla vazgeçmemişti okumaktan, gelişmekten ve geliştirmek düşüncesinden. Zeminini süpürdüğü ahırların saman yığınları arasında, doğduğu kulübenin ışıksız köşelerinde kendi imkanları ile sarılmıştı kurtuluşu olduğunu bildiği kitaplara. Babasını seyrederken tek bir düşünce belirmişti aklında: Babası gibi çiftçi-belki köle belki ırgat... Adı her neyse-, başkalarının boyunduruğu altında yaşayan biri olmak istemeyişi... Hayatını ölümlerin şekillendirdiği Lincoln, henüz 8-10 yaşlarında iken, “ benim hayatımda okuduğum en güzel kitap hangisidir diye sorarsanız söyleyeyim;
annemdir” dediği annesini yitirmiş; 21 yaşında ailesinin yanından ayrılıp Sangamon Nehri’nde feribotta çalışmaya başlamıştır, düşük ücretle... Mississippi’den New Orleans’a mal taşırken ilk defa tanık olduğu köle pazarındaki manzara, gelecekte
yapacaklarını ve yapmak istediklerini netleştirmişti kafasında; belki yine annesinin bir sözü sayesinde: “Herkes hür olana kadar hepimiz köleyiz”. Bu sahneden sonra sürekli dikkatini celbeden, siyahilere karşı tutum ve davranışlar onun köleliğe ve sınıfsal ayrılıklara muhalif görüşlerini pekiştirmişti. Bu süre zarfında tanıdıklarından ve arkadaşlarından sık sık kitap alıp her şartta okumaya gayret eden Lincoln, siyasete de derin bir ilgi duymaya başlamıştı. Bu ilgisinin yanı sıra kıvrak bir zeka ve kurnazlığa da sahip oluşu ile hedefine ulaşmış ve 1832’de İlli-
nois’te Liberal Parti üyesi olarak siyasi kariyerine başlamıştı. Daha sonra Kara Şahin Savaşı boyunca İllinois milis kuvvetler için kaptanlık yapmış ve belki geleceğine yapacağı en güzel yatırım olan popülariteyi savaşta gösterdiği faaliyetler aracılığı ile de
kısa sürede yakalamıştı. 1834’te William Blackstone’un “Commentaries on the Laws of England” adlı hukuk sistemini yorumladığı kitabını okuyunca hukuka merak sarmış ve siyasete ara vererek hukuk eğitimi almaya başlamış, kısa sürede başarılı ve tanınmış bir avukat olmayı başarmıştır. 1842’de Mary Todd ile evlenmiş ve dört çocuğu olmuş; ancak üçü çeşitli sebeplerle küçük yaşlarda ölmüştür. Kalan tek oğlu Robert ise Harvard Koleji’nde eğitim görmüştür. Yapmak istediklerini hukukta tam olarak gerçekleştiremeyeceğine karar vermiş
olacak ki tekrar siyasete dönmüş, 1841’de Whig Partisi’ne girmiş, 1847’de de Birleşik Devletler Temsilciler Meclisi’ne seçilmiştir. 1856’da Cumhuriyetçi Parti’nin kurulması ile senato seçimlerinde Stephen Douglas’a karşı adaylığını koyan Lincoln tüm seçimlerde kaybetse de yaptığı konuşma, sarf ettiği sözler ve yapmayı planladığı değişikliklerle belirli bir kesimin onayını almayı başarmıştı. 1860’ta Birleşik Devletler başkanlık seçimlerinde oyların çoğunluğunu alarak nihayet varmayı arzuladığı noktaya gelerek Amerika’nın 16. Başkanı olmuştur. Ancak ne var ki onun kölelik ve savaş aleyhtarı söylemleri, güneyde tarıma ve dolayısıyla köleliğe dayalı ekonomi ile geçim süren eyaletlerin işine yaramamıştı ve Amerika’da iç savaş(eyaletler arası savaş) patlak vermişti. 1861’den 1865’e kadar süren iç savaş, Amerika’yı parçalanmanın eşiğine kadar getirmiş; ancak Lincoln’ün savaş stratejisi ve etkili söylevleri ile bu başarılamamıştı. Savaş Kuzey’in galibiyeti ile sonuçlanırken Lincoln bu savaş esnasında yaptığı Kurtuluş Beyannamesi ve Gettysburg Konuşması ile adını tarihin silinmeyecek köşelerine bir kez daha iliştirmiştir(Gettysburg konuşması bugün Amerika . 14 Nisan 1865’te eşi ile gittiği Ford Tiyatrosu’nda güneyli konfedere devletler casusu olan aktör John Wilkes Booth tarafından başından vurularak öldürülmüştür. Dört yıllık başkanlığında ABD’nin bütünlüğü için uğraşmış ve gelişmek için önce iç sorunları aşmak gerektiğine inanarak siyahilere ve beyazlara eşitlik sağlamayı amaçlamıştır. Anayasa değişikliği ve giriştiği savaşlar sonucu köleliği kaldırmış ve köle siyahilere de özgürlük getirmeyi başarmıştır. Lincoln, dipten nasıl en zirveye tırmanarak varılır onun bize en canlı örneğidir. Belki onu Lincoln yapan da azminin yanında insanlara verdiği değer ve insanlığa duyduğu inançtır. “(...)Ona nazik davran ama onu kucaklama. Çünkü, ancak ateş çeliği saflaştırır. Bırak sabırsız olacak kadar cesaretine sahip olsun, bırak cesur olacak kadar sabrı olsun. Ona her zaman kendisine karşı derin bir inanç taşımasını öğret. Böylece insanlığa karşı da derin bir inanç taşıyacaktır. (...)”
MICROSOFT NASIL ORTAYA ÇIKTI? Microsoft, ABD merkezli bir yazılım ve bilişim şirketidir. Bu alanda en büyük firmalardan biri olarak gösterilir. Dünyanın %75’ i kişisel bilgisayarların da, Microsoft’ un yapmış olduğu işletim sistemi olan Windows’u kullanmaktadır. Microsoft 1975 yılında ABD’nin Washington eyaletinde ki Seattle kentinde, iki öğrenci tarafından ortaya çıktı. Bu iki öğrencinin adı Bill Gates ve Paul Allen’di. Vizyonlarındaki ana mantık, her evde kişisel bir bilgisayar olmasıydı. Bill Gates, Populer Electronics dergisinde, Altair8800 adında bir bilgisayar sisteminin tanıtımını okumuştu. Ardından bu bilgisayarın mimarı olan, Micro Instrumentation and Telemetry Systems ile bağlantı kurdu ve BASIC yazılım dilini geliştirdiklerini anlattı. MITS görüşmek istediklerini belirtti. Toplantı yapıldı ve tanıtımın sonunda MITS şirketi Bill Gates ve Paul Allen’dan BASIC yazılım dilini satın aldı. Bill Gates, Harvard’da ki eğitimini yarıda bırakıp, New Mexico eyaletinde Microsoft’u kurdu. İlk uluslararası şube, teknoloji ülkesi olarak bilinen Japonya’da açıldı ve şirket merkezi 1979 yılında Bellevue şehrine taşındı. WINDOWS’UN DOĞUŞU 1983 yılında gerek Microsoft adına gerekse dünya teknolojisi adına, çok önemli gelişmeler oldu. Kişisel Bilgisayarlar için geliştirilen bir işletim sistemi, IBM marka bilgisayarlarda kullanılması için, MS-DOS sistemi üzerinden çalışan bir arayüzü (GUI) ortaya çıkardı. GUI, Mac OS’tan sonra ortaya çıkan ilk arayüz yöneticisi olma özelliğini elinde bulunduruyor. Windows’un ilk sürümü 1.0 sürümüdür. 1985’te yapılan bu sürüm, halk tarafından kullanışlı bulunmadığı için yeteri kadar satış başarısı yakalayamadı. Çalışmaları devam ettiren Microsoft, ikinci sürüm için çok uzun süre beklemedi. İki yıl sonra, içinde Word, Excel gibi ofis programları bulunan 2.0 sürümü piyasaya sürüldü ve daha fazla satılması sağlandı. MİCROSOFT’UN ENGELLENEMEZ YÜKSELİŞİ Çok önemli atılımlar yapan ve sürekli kendini geliştiren Microsoft, işletim sistemi olarak her zaman Apple’dan daha fazla satış rakamına ulaşmıştır. Bunun nedeni hem global bir işletim sistemi yapması hem de halkın maddi durumuna uygun olarak satış fiyatı belirlemesi önemli bir etken oldu. Microsoft’un dönüm noktası 1990 yılında Windows 3.0 sürümüyle oldu. Bu sürümde önemli olan nokta, gerçek bellekler sayesinde MS-DOS yazılımlarına nispeten, çoklu kullanım yapma imkânı sunmasıydı. MS-DOS’ta ikinci bir internet sayfası açmanız mümkün değildi. Başka bir işlem yapabil-
meniz için mevcut işlemi kapatmanız gerekiyordu. 3.0 ise bu sorunu ortadan komple kaldırdı. Satış rakamları artınca firmaların klişe olarak yaptığı bir şey vardır. Arada bir iş dünyası tarafından çerez olarak adlandırılanı yaparlar ve alakasız bir sürüm çıkartırlar. Microsoft’ta bunu sık sık yapan uygulayan bir firma oldu. Milleti boş bırakmamak adına yaptıklarını düşündüğüm, Windows 3.1 NT serisini 1993’te piyasaya sürdüler. Eski sürümle aralarında ufak yenilikler vardı. Bazı hatalar düzeltilmiş ve 32-bit disk erişimi getirilmişti. MİCROSOFT DEVRİMİ Bu başlığa Microsoft Devrimi diyorum; çünkü 1995 yılında ve Windows 95 piyasaya sürüldü. Windows ortaya çıktığından beri en büyük satış miktarını gerçekleştirdi. Arayüz neredeyse komple değişti. 255 karakter dosya isimleri, internet Explorer, başlat düğmesi, masaüstü kullanım kolaylığı bu sürümle beraber geldi. 1998 yılında, Windows 98 çıkartıldı bir önceki sürüm gibi Windows98’de oldukça iyi bir satış başarısına imza attı. Çok uzun süreler geçmeden yeni sürümler çıkıyor ve hepsi bir diğerinden daha gelişmiş oluyordu. 17 Şubat 2000 tarihinde, Windows 2000 piyasaya sürüldü. Bu sürümde; DirectX, WDM, Active Desktop, NTFS 3.0 işletim sistemine entegre edildi. Microsoft yine bir çerez peşindeydi ve sadece 6 ay sonra Windows ME çıkarıldı ve yine satılamadı. WİNDOWS XP XP sürümünü ayrı bir başlık altında değerlendirmek gerek. Yıl rakamlarına takıntısı olan Microsoft bu durumu kendi de farketmiş olacak ki, NT ve MS-DOS tabanlarını birleştirdi. 2001 Yılında Windows’u XP adında yayınladı. Mavi renk yoğunluğunda bir tema eklenerek farklı bir görünüme kavuşturuldu ve beş yıl boyunca başka işletim sistemi çıkarmadı. Bu alanda kendi rekorunu kıran Microsoft, XP’yi uzun süre piyasada tuttu ve en çok kullanılan işletim sistemi olmasını sağladı. İlk başlarda ciddi güvenlik zaafı olan bu işletim sistemi, üç farklı servis paketiyle desteklendi. Bu kadar sık işletim sistemi çıkaran bir şirket, peki neden beş yıl bekledi? Şahsi görüşüm; Artık bir şeylerin değişmesi gerekiyordu. Çerez yayınlarda istediği başarıyı yakalayamadığı için ciddi atılımlar yapmak istedi. Uzun süre bekleyip, yoğun çalışmalar sonucunda en kaliteli ürünü piyasaya sunmak istediler.
Xbox 360 Piyasada rakipsiz kalması Microsoft’u başka alanlara da yöneltti. 27 Kasım 2005’de, Xbox 360, Yedinci jenerasyon oyun konsolu olarak piyasaya çıkartıldı. Türkiye’de satışı ise 8 Kasım 2012 yılında başladı. Yeni nesil oyun konsolu olarak adlandırılanların ilki olan Xbox 360’ın satışlarında, deyim yerindeyse patlama yaşandı . 2000 dolar gibi, oyun konsolları için astronomik sayılabilecek bir rakamla, karaborsa piyasasında yer buldu. Xbox 360’da en büyük rakibi Playstation 3 gibi, PC tabanlı bir sisteme sahiptir. Yüksek grafik kalitesine sahip olan bu konsol, 2009’da IGN tarafından, gelmiş geçmiş en iyi 25 konsol arasından 6. Olarak seçmiştir. 5 YIL ARADAN SONRA… Microsoft farklı alanlara yönelmesinin yanı sıra, İşletim sistemi çalışmalarına da yavaş yavaş devam ediyordu. 2007 Yılında Vista piyasaya sürüldü. Bu sürüm çok sayıda yeniliği beraberinde getirdi. Yeni tema Windows Aero, Ebeveyn kontrolü, hızlı arama menüsü, 3B hızlı uygulama geçişi, ürün anahtarı olmadan yükleyebilme, Windows media player yeni sürüm, İnternet explorer yeni sürüm ve daha buna benzer bir çok yenilik. Güvenlik ve geliştirme süreci 1,5 yıl sürdü bunun sonucunda iki adet servis paketi çıkarıldı. Vista, eski birçok oyun ve programları desteklemediği için çok fazla tartışmaya yol açtı. Bu sürüm için en çok tartışmaya maruz kalan sürüm diyebiliriz. Vista’ya henüz, yeni yeni alışmaya başlamışken, Microsoft yine şaşırtmadı ve 2009 yılında Windows 7’yi biz kullanıcılarına sundu. Belirttiğim gibi, Microsoft tarafından Vista’nın gelişim süreci 1,5 yılda tamamlandı. Bunu göz önünde bulundurursak, kullanıcılarına ortalama 6 aylık bir kullanım imkânı sundu. Herkes öyle bir odaklanmıştı ki Vista’ya, Windows 7 sönük kaldı. Final sürümü çıkınca beklediği ilgiyi gördü ve Vista’yla aralarında sadece hız ve tema farklılığı olduğu gözlerden kaçmadı. WINDOWS PHONE. Farklı atılımlardan bahsetmiştik. Telefon sektörün de son zamanlarda ki işletim sistemi furyası hepimizin malumu. Microsoft Phone’da bu yüzden geliştirildi. Barcelona’da düzenlenen Dünya mobil kongresi 2010 etkinliğinde Microsoft’da yer aldı ve resmi olarak Windows Phone tanıtıldı. 11 Ekim 2010 tarihinde CEO Steve Ballmer, HTC, Samsung, LG ve Dell firmaları tarafından üretilen Windows 7 işletim sistemli, akıllı telefonları tanıttı. Windows phone uygulamaları için oluşturulan, Windows Phone Marketplace
35 ülkede yayınlandı. 20 Haziran 2012 yılında yeni nesil işletim sistemi olan Windows Phone 8 duyuruldu. Windows phone 8’de tabi ki yenilikler geldi. HD çözünürlük kalitesi eklendi bunun yanı sıra çok çekirdekli işlemci desteği sunuldu. SKYPE VE MİCROSOFT Microsoft’un yazılımlara olan ilgisi hep bilinir. Bunun en büyük örneği MSN yazılımıdır. Hepimizin Hotmail adresi mutlaka olmuştur. İş dünyasında sizden daha iyi birileri çıkarsa ve maddi gücünüz varsa o firmayı satın alırsınız, rakibinizi bitirmenin en iyi yolu budur. Microsoft bunu en iyi uygulayan şirketlerden birisi. Skype, internet üzerinden ücretsiz telefon görüşmesi yapılmasını sağlayan bir yazılımdır. VoIP adında bir teknoloji kullanılmaktadır. Bu programdan en çok kâr eden firma eBay olmuştur. 2005 yılında 2,6 milyar dolara satın aldıkları Skype yazılımını, 10 Mayıs 2011 yılında Microsoft’a 8,5 milyar dolara satıp tarihi bir kâr elde etmişlerdir. Bu süreçten sonra MSN’de ki yaşanan düşüşü göz önünde bulunduran Microsoft, Hotmail hesaplarını 2013 yılı itibariyle Skype’a bağlayarak 300 milyon kullanıcıyı bu yazılıma yönlendirmeye başladı. 13 yıl boyunca kullanıcılarına hizmet veren MSN, bundan sonra Skype üzerinden hizmet vermeye devam edecek. GÜNÜMÜZDE MİCROSOFT Gelişen büyüyen ve dev bir firma haline gelen Microsoft, günümüzde varlığını her sektörde hissettirmektedir. Yazılımdan, işletim sistemine. Telefondan, oyun sektörüne kadar birçok alanda faaliyet göstermektedir. Windows 8, geliştirildi ve 26 Ekim 2012 tarihinde piyasaya sürüldü. Görünümü itibariyle Windows Phone’a benzetilmektedir. Bu sürümde bir takım değişiklikler yapıldı. Başlat menüsü tamamen kaldırıldı yerine kullanıcıların istedikleri programları ekleyebileceği bir sistem ana sayfası oluşturuldu. Xbox’la aynı tasarımdadır ve kolayca entegrasyonu sağlanabilir. Windows Phone piyasada kolayca yayıldı ve kendine yer edindi fakat Apple bu alanda ki liderlik vasfını hala sürdürmeye devam ediyor. Microsof ’un günümüzde ki değeri 255 milyar dolar civarında. Gerek mobil, gerek oyun, gerekse PC platformlarında birçok firmaya göre, öncü konumunu devam ettirmektedir. Son zamanlarda ürettiği her şeyin, PC ile kolayca entegre edilmesi bir bütün olma çabası içerisinde olduklarının bir göstergesidir.
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
Evren Ă–zgĂźner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
APPLE NASIL KURULDU? Apple, bir garajda Steve Jobs ve Stephan Wozniak tarafından kuruldu ve kısa süre içinde dünya çapında global bir şirket haline gelip Apple INC. kimliğine kavuştu. Steve Jobs ve Stephan Wozniak atari için oyun projesi üstünde, bir şirket adına beraber çalışma şansı yakalamışlardı. Bir toplantı sırasında Steve Jobs yeni model bir bilgisayar geliştirdiği konusunu Wozniak’a açmış, bunun üzerine Wozniak şirket kurup bunun satışını yapmayı önermişti. Yalnız bir sorun vardı! Beraber şirket kurmak isteyen bu iki hayalperest adamın cebinde hiç paraları yoktu. Para bulmak için Steve Jobs Volkswagen marka arabasını satıp 1000 dolar gibi bir para elde etti. Wozniak ise hesap makinesini satıp 400 dolar gelir sağladı. Gece gündüz çalışıldı, birçok zorluklarla karşılaşıldı. Yapmış oldukları ilk APPLE–I‘ ı 600 dolar fiyat üzerinden sattılar. APPLE NASIL GELİŞTİ? Dönemin bilgisayarları ortalama bir oda büyüklüğündeydi. Steve Jobs bilgisayarların küçültülüp kişiselleştirilebileceği düşüncesindeydi. APPLE ismini koymalarında ki asıl neden ise rehberlerde ATARİ isminden önce gelecek olmasıdır. 1 Nisan 1976’da APPLE COMPUTER ismiyle firmalarını kurup ilk bilgisayar projeleri olan APPLE-I’ ın seri üretimine geçme kararı aldılar. Bu kararın ardından bir kişi dükkânında satmak için 50 adet siparişte bulunmuş, Steve Jobs ve Wozniak kâr, zarar hesaplaması yaparak tanesini 666,66 dolardan satmıştır. APPLE-I’dan toplam iki yüz adet satan Steve Jobs ve Stephan Wozniak ikinci projeleri için çoktan hazırlardı. APPLE II 1977 yılında duyuruldu ve tanıtıldı. Günümüze bakıldığında çok fazla değişiklik içermeyen bu model, o günkü şartlar göz önünde bulundurulduğunda devrim niteliğindeydi. Yeni model eskisiyle kıyaslandığında, görsel bir farklılık sunuyordu. Farklı bir klavye, renkli monitör ve güç kaynağı içermekteydi. APPLE II halktan daha çok basın mensupları tarafından ilgi gördü ve bu da tanıtılmasında büyük rol oynadı. 1980 yılında APPLE piyasada çok ucuz fiyatlara satılmaya başlandı ve halk bilgisayar kullanımında daha etkin olmaya başladı. Bu yoğun satıştan faydalanmak isteyen Jobs, APPLE III’ ü piyasaya sürdü fakat bu model bir önceki kadar talep görmedi. 1983 yılına kadar da başka model üretilmedi. APPLE büyümeye devam ediyordu, bu yüzden yönetim kadrosunun güçlenmesi gerekliydi. Steve Jobs ceo olarak Pepsi Cola’nın yöneticisi John Scully’i düşünüyordu. İkna etme çabaları uzun sürdü ve en sonunda ikna edip APPLE’ın başına ceo olarak gelmesini sağladı. APPLE artık daha güçlüydü. Aynı yıl en iyi modeli olan APPLE Lisa modelini piyasaya sürdü; ama istediği
ticari başarıyı elde edemedi. Bunun üzerine bir devrim yapılması gerektiğini firma yetkilileri anlamıştı. 1984 yılında Macintosh bilgisayarını çıkarıp, ticari anlamda ilk ciddi başarısına ulaştı. Bu devrim APPLE-I serisinin sonunu getirdi ve sonraki bütün modellerde APPLE MAC ismiyle piyasaya sunuldu. APPLE’DA İLK PARÇALANMA Her firmanın gelişme sürecinde çatlaklar görülür. Bu çatlamalar artık rutin hale dönüşür ve işten çıkanlar, çıkarılanlar, rotasyonlar firmanın geleceğine yön vermeye başlar. Yıl 1985’i gösterdiğinde, APPLE hızla gelişen bir şirket haline geldi ve Amerika’da en çok talep gören firma oldu. Steve Jobs’un hırslı yapısı, toplantı sırasında bir tartışmaya yol açtı ve yönetim kurulu kararıyla John Scully tarafından Steve Jobs kendi kurduğu firmadan kovuldu. Bundan sonra farklı bir süreç başladı. APPLE işletim sistemi olarak kullanacağı MAC OS’ yi tanıttı. Aynı yıl içinde ürettikleri Macintosh 128k modelinde MAC OS işletim sistemi kullanıldı. O süreden sonra bir müddet, bilgisayar gelişiminden daha çok MAC OS gelişimine önem verildi. PEKİ STEVE JOBS NE OLDU ? Steve Jobs, APPLE’ dan kovulduktan sonra NeXT Computer’ ı kurdu. NeXT bilgisayarlarda yine APPLE Lisa modelleri gibi çok gelişmişti fakat hiçbir zaman halk tarafından tercih edilebilir konumuna gelemedi. Bilim dünyası ise aksine NeXT bilgisayarları çok beğendi ve kullandı. Sistemsel olarak çok iyi olduğu için günümüz bilgisayarlarına çok etki etti ve APPLE şirketi 1996 yılında NeXT’i 429 milyon dolara satın aldı. Steve Jobs yeniden APPLE’ a gelmişti. İKİNCİ STEVE JOBS DÖNEMİ. Steve Jobs artık daha dikkatliydi. 1 yıl içinde APPLE’ ın ceo’ su olarak görev yapmaya başladı. Bu süreçten sonra APPLE için her şey daha hızlı ilerledi. NeXT’ in birçok teknolojisi APPLE’ da kullanılmaya başlandı. iMac piyasaya sunuldu ve inanılmaz satış rakamlarına ulaşıldı. Tasarımcılarda boş durmuyordu ve sürekli olarak yeni çıkacak modellerin üzerinde titizlikle çalışıyorlardı. Artık bilgisayar dışına çıkma zamanı gelmişti ve şirketin ismi APPLE INC. olarak değiştirildi. Farklı sektörlere geçiş yapılması isteniyordu. İPod piyasaya sunuldu ve arkasından iTunes online çevrimiçi müzik mağazası hizmete girdi. Telefon sektöründe de lider olan APPLE, iPhone ürününü piyasaya sürdü. Steve Jobs, 25 Ağustos 2011 tarihinde sağlık sorunları nedeniyle ceo’ luk görevinden ayrıldı ve yerine Tim Cook geçti. Apple şu anda 600 milyar dolar değerinde dev bir şirket konumundadır. Amerika’nın en çabuk gelişen ve en zengin şirketlerinden biri olarak kabul edilir.
k d
Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi