Merhaba değerli Kalemsiz Dergi okurları, yeni bir sayıyla daha sizlerle birlikteyiz. Bu sayımızda da sizlere iyi bir şeyler göstermek adına çok emek verdik. Dilerim yeni sayımızı sizler de çok beğenirsiniz. Ayrıca, beğenilerinizi içinizde tutmayın. Paylaşmak en büyük sosyal eylemdir günümüzde. Bu eylemle dergimizin büyümesine siz de katkı sağlayabilirsiniz. Kalemsiz Dergi bildiğiniz üzere sadece internet üzerinden yayın yapan bir dergi. Bu anlamda arkasında çok güçlü bir sosyal medya gücüne sahip durumda. Facebook, Twitter ve Google Plus gibi sosyal medya platformlarından bize ulaşabilirsiniz. Aynı zamanda dergimizde yazmak isteyen ‘kalemsiz adaylar’ da bize e.kurt@kalemsizdergi.com adresinden ulaşabilirler. Siz de kaleminize güveniyorsanız, Kalemsiz Dergi ailesinde yer alabilirsiniz. Gelelim yeni sayımızda sizleri nelerin beklediğine. ‘Shi’ Burak Serinpınar’ın kaleminden seyre devam etmekte. Çiçeği Burnundalar ile hayata bambaşka açılardan bakıyor ve bir nebze daha umutla bakıyoruz ufka. Mehmet Akif ’in bugün artık bir çok kişi tarafından bilinen ‘dönemin gizli mabedi’ : Siraceddin Dergahı ile ilgi çok güzel bir yazı daha sizleri bekliyor. Hayatın kendi akışında neleri fark edebiliyoruz ? Daha doğrusu farkındalık olgusundan haberdar mıyız ? Onur Bilgin Kenger sizler için yazdı : Farkındalık. Bir
seyyahız şu alemde, dolanıp duruyoruz yalnız bir şekilde. ‘Bir Seyyah Yalnızlığı’ vardır hepimizde diyor Yiğit Karadavut. ‘Fırtınam’ ve ‘Tek Çare’ şiirleri Tolga Arslan’ın kaleminden gönüllerimize köprüler kuruyor. Bu ay vizyona giren filmler Kalemsiz Dergi’de. Bu ayki kapak konumuz hepinizin dikkatini biraz daha fazla çekecektir: İstanbul’un Fethi. Her yıl mayıs ayında kutlanıyor, üzerine filmler çekiliyor ve kitaplar yazılıyor. Peki hala eksik kalan bilgilerimiz olamaz mı? Bu ay bir de bizden dinleyin fethi. Sözde Ermeni Soykırımı yıllardır başımızı ağrıtan bir konu maalesef. Peki nedir işin aslı? Yoksa haklı olduğumuz yönleri savunamıyor muyuz? Bir olguyu savunmak için önce bilmek gerekir…Son olarak mayıs ayında annelerimizi unutmak olmazdı tabii ki. Bizlerin en değerli varlığı annelerimize sonsuz teşekkürler. Kalemsiz Dergi iki aylık bir süre içerisinde ikinci yılını tamamlamış olacak. İlk günlerde kimse Kalemsiz Dergi’yi bilmiyor ve tanımıyordu. Lakin bugün Kalemsiz Dergi, ülkemizde birçok kişi tarafından biliniyor, tanınıyor ve okunuyor. Bu başarının gelmesindeki en büyük pay siz değerli okuyucularımızda. Sizler bize inanmasaydınız, bizler bugünleri göremezdik. Sizler bize inanmaya devam edin. Desteklerinizi eksik etmeyin. Bu sayede Kalemsiz Dergi çok daha iyi günlere yine sizlerle ulaşacaktır. Ve unutmayın Kalemsiz olmak ve Kalemsiz okumak bir ayrıcalıktır. Yeni sayılarda görüşmek üzere. Esen kalın…
Edebiyat->
Nihayet denizi gördüğünde fotoğraf makinesini boynuna astı. Çevreye iyice bakındıktan sonra deniz kenarına yaklaştı ve dolmuşta bulduğu o sayfayı okuduğundan bu yana balıklara ikinci kez bu denli yaklaştı. Fotoğraf makinesini rastgele kaldırdı, rastgele... ‘’Biz balıklar neden sessiz kalırız, aslında neden susmayı sizlerden iyi biliriz biliyor musun?’’ Umut ettiği bir şeyler olmaksızın hareket eder miydi insan? Kamerasını ne diye suya doğrultmuştu o zaman? Ne düşünüyordu? Bir balığın ona poz vermesini mi? Hem de suyun yüzeyine doğru! Çekeceği yetmiş kare pozu burası için kurgulamıştı, fotoğraf makinesi bir olta olacaktı! Önce yemini objektife dolayacak sonra gökyüzüne doğru sallayacaktı... Hesaplarına bakılırsa güneş dönene kadar yetmiş kare poza ulaşabilecekti. Toplamda yüz elliye yakın çekimden, istediği durumda olan yetmiş pozu yakalayabilecekti. Kamera gökyüzüne doğru yükselecek, suya dalacak, içeridekileri selamlayacak, su yüzüne doğru yüzecek ve yeniden karaya dönecekti. Gelişi güzel resimler çekecekti öncelikle. Bunu yaparken basit bazı yöntemler kullanacaktı; optik yaklaştırmalar, diyafram oyunları, kadraj bozmaları, gren dereceleri... Aklına yer etmiş bir kağıt parçasına kendince yapacağı bir gönderme içindi bütün bunlar... Ne de olsa insanlar tornadan çıkma gibi aynı değildi, bu resimlere bakanların her biri ayrı şeyler görecekti. Belki de bu sebeple yaptığı şeylerde demek istediklerini üstüne basarak göstermezdi, burada da öyle olacaktı... Çekimlerdeki son pozu yoldan geçen bir çocuğa çektirmek istemişti, şu henüz kimsenin hayır demediği ve kendi uydurduğu usulle... Bir kaç şey
anlattıktan sonra kamerayı oralardan geçen bir çocuğa bırakacaktı. Neler olacağını merak ediyordu. Kamerası ucundaki yemle yukarı doğru yükselmiş, belli bir eğimle suya düşmüş, ağırlığınca derinlere inmiş, bazı balıkları yakalamış ve yeniden suyun yüzüne çıkmış etrafı seyrediyordu. Şimdiyse onu makarasından sarıp karaya çıkaracak çocuk oltanın başına geçmişti... Ensesine kadar sarı saçları olan büyük gözlü bir çocuktu. Annesinin elini bırakıp suya yaklaşmıştı. Bunu fırsat olarak gördüğünde neler olacağını bilmeden çocuğa yaklaşmıştı. Ona sadece bir kaç küçük şey anlattı, anlayacağı dilden bir resim çekmesini istedi. Çok konuşkan bir çocuktu; geleli henüz beş dakika olmamasına rağmen soruları, bu sürenin üç katıyla seyrediyordu. ‘’Bu olta mı, bu fotoğraf makinesi mi, bu amcaların balıkları mı bitmiş, bu amca güneşten mi böyle eskimiş?’’ Böyle bir çocuğun yanında bittiğini gördüğünde söylenmişti; ‘’Esrarengiz bir olayım, meçhulüm…’’ Fotoğraf makinesini minik elleriyle sıkıca tutup ne yapması gerektiğini bilen bir tavırla elini uzatmasını istedi. ‘’Benim boyuma kadar gel,’’ dedi. ‘’Elini böyle yap.’’ Ellerini fotoğraf makinesinin objektifinden çıkıyormuş gibi yere paralel uzatmasını istiyordu. Kamerayı vermeden anlattığı bir kaç şeyi bu kadar doğru anlamış olmasına şaşırıyordu; kollarını oltanın kamışı olarak göstermeye çalışıyordu! Oysa neler olacağını anlatırken neredeyse dinlememişti, gözü sürekli başka şeylerle meşguldü, elleri durmak bilmiyordu. ‘’Parmaklarını da uzat, hıh tamam.’’ Hava giderek kararıyordu ve bu son poz olacaktı. Tedirgin değildi, sadece merak ediyordu. Bir yandan çektiği diğer fotoğrafları düşünüyordu, eve vardığında onlarla ilgilenmeliydi, başka yapacak neler vardı? Zihni bu garip meşgalelere takılmıştı. Gözleri, kendini iyice gösteren Ay’a dalmışken kulağından içeri tadını bildiği bir ağrı sokuldu. ‘’Bir adım daha gel,’’ Ellerini fotoğraf makinesine sıkıca dolamış gözünü yapıştırdığı vizörden ayırmadan sesleniyordu; “Bir adım daha gel,’’ Dediğini yaparken birilerinin o anda neler yaşadığını bildiğini düşündü. Kendini bu şekilde sakinleştirmek istiyordu çünkü bu çok tanıdık bir rüyanın bir başka hatırlatıcısıydı. Tamamen hortlamasından nedense çekiniyordu. Garip bir sesle çocuğa; ‘’Tamam,’’ dedi, ‘’böyle mi?’’ Deklanşöre basmasıyla göğsünde bekleyen ağrının yok olacağına odaklandı. Fakat çocuk ikinci hamlesini fotoğraf makinesine yapışık dudaklarını oynatarak yaptı; Devam edebilir… “Hayııır, Ay’a yere doğru!’’
BURAK SERİNPINAR b.serinpinar@kalemsizdergi.com
ÇÜRÜK KOZAYA ESİRSİN KELEBEĞİM Sabahın kör ışıkları dar sokak aralarından sızıp penceremi okşamaya başlıyor. İniltili uykusuzluğum ve tepe derimi kirli, sivri tırnakları ile kazıdığını hissettiğim ağır baş ağrımın hışmına uğrayıp bertaraf olmuş yatağımdan kalkıyorum. Allah’ım, böyle uyandığım sabahlarda duvarlar benle cenk etmek istercesine kılıç kuşanıp üzerime saldırıyorlar sanki! Üzerimi giyinip kendimi doğanın kucağına salıyorum. Anneannemin arkamdan bağırışlarını, kulağımda kulaklık vardı bahanesi ile duymazlığa veriyorum şimdilik. Bu bazen çok iyi geliyor; duymamak! Güneş iyiden iyiye kestirmiş gözüne çatıların turuncu kiremitlerini. Hatta bir leylek de o kiremitlerin yüzü suyuna iyice bir nasipleniyor göğün prensesinin gülüşünden. Gagasını takırdatarak kanatlarının altında ne var ne yoksa temizliyor güneş banyosunda. Doğanın uyumu, ah… Sanırım tek uyumsuz biziz şu alemde. İnsanın yokluğunda ne de güzel işliyor uyum. Seviyorum şu köyü be! Şehrin debdebesi, dumdumasından arındırıyor ruhumu. Derken bir ağaç beliriyor önümde, daha önce hiç fark
etmediğim. Allah’ım! Derin bir nefes dolduruyorum ciğerlerime. Bu ağaç tarih kokuyor! Yer yer kıvrılmış, sert kabuklarının yaşlı insan yüzünü andırdığı haşmetli gövdesinden dallarına doğru süzülüyorum… Her bir yaprağı, tatlı tatlı esen meltem rüzgarı ile ayrı bir senfoni fısıldıyor kulağıma. Doğa-insan iletişimine çocukluğumdan beri inanmışımdır; şimdi de öyle… Sanki yüz yaşını aşkın, ama ilk defa kendi gölgesinden ve çevredeki mahlukattan başkasıyla karşılaşan bir insanmış edasıyla yavaş yavaş yaklaşıyorum ağaca; korkak, yabani bir tavşana yaklaşır gibi… Dibine varmamla birlikte sırt çantamı önüme açıp alelacele saçıp döküyorum içindekileri. Müthiş bir zevktir insandan uzak, yaprak hışırtıları, kuş mırıltıları ve yaprak aralarından” ben buradayım” diyen ışıl ışıl güneş damlaları eşliğinde bacaklarımı uzatıp ağaçla ruh ruha verip kitap okumak. İşte bu tamamen benim alemim! Keşke dünyayı da istediğim gibi yapabilsem birkaç dokunuşla. İnsanoğlu! Geliştikçe ilkelleşiyor medeniyet beşiğinde. Ne çirkin bir yaratığa dönüştük bu beşikte biz; insanın sevesi gelmiyor. Kitabın satırları üzerinde gezinti
yaparken bir sürü düşünce tozu takılıyor aklımın saç tellerine. Keşke bir zaman makinesi bulsaydım! Dünyanın seyrini değiştirmek pahasına da olsa atlardım içine. Hep merak dürtümü tahrik etmiştir yüzyıllar öncesinin sisli perde arkasında kilitli kalmış insanlığın çocukluk dönemleri. İlkel dönemde çağdaş mıydık? Yoksa insanlık çağdaş dünyada sadece bir palyaço ustalığı ile yüzünü gözünü boyayan tek dişli bir canavar mı hala? Tüm bunlar kafamda aşılması imkansız Kaf Dağları yaratırken bir “şıngırtı” ile irkiliyorum. Kitabımı usulca bırakıp sesin geldiği yere doğru yürüyorum. Heybetli bir ağacın altında kırmızı, sarı, krem çizgilerinin boydan boya uzandığı siyah bir örtü içinde, dizlerini karnına çekip kollarını bacaklarında kavuşturmuş bir kız… Gözyaşlarının silikleştirdiği simsiyah gözleri ile bakmakta bana. Soruyorum: - Kimsin sen? Niye ağlıyorsun? - Nova, ismim Nova. - Nova, niye korkuyorsun benden, büzülme karşımda böyle. Oturabilir miyim? - … Hı hı! - Neden ağlıyorsun sen? Ne işin var burada? Bu kıyafetin de ne? Neden ağlıyorsun sorum onun yüzünü kızartmış olacak ki bir çocuk edası ile sürekli savuşturuyor bu sorumu. - Biz hep böyle giyiniriz. Ama sen? Asıl sen niye böyle giyindin? Ne kadar garip giysilerin var. - Nasıl yani? Dememle birlikte etrafıma baktım. Ama burası bir çöl! Ben daha az önce ağaç dibinde oturuyordum. Hatta
o da ağaç dibinde oturuyordu. Arkama baktığımda az önceki yerlerden eser yoktu. Her yer bucaksız bir çöl ortasına özensizce serpiştirilmiş çadırlarla doluydu. Derme çatma, kremsi, hasır çadırlar… - Burası neresi? Dedim . - Burası Mağrib. Gindan kabilesiyiz biz, dedi şaşkınlıkla. - Ama ben… Şimdi şuradan… Ağaçların olduğu… Evimden… Yani, nasıl? Gözyaşlarını, gülücük oturan yüzünden silerken hala beni inceliyordu. Saatim çok dikkatini çekmiş olmalı. Çıkardım: - Al, senin olsun. Dedim - Bu ne ki, ne işe yarar? - Saat bu bilmiyor musun? Zamanı gösterir. Gülücükleri kocaman oldu bir anda. - Biz güneşin hareketlerine göre anlarız zamanı. Bak, şimdi güneş kuzey yönünde ve… O,böyle ince zarif parmağını gökyüzüne dikip bir şeyler anlatırken ben düşüncelere dalıyorum hayretle. Sanırım hayalim gerçek olmuştu; ama nasıl? - Anladın mı? Diye gülerek soruyor bana. - Hı hı, evet. Dedim afallayarak. Duymamıştım oysa ne anlattığını. O sırada kalkıp bir çadıra girdi, aynı hızla çıktı ve yanıma geldi. - Deve! Diye çığırdım birden boş bulunup. - Evet. Dedi. Elinde bir tas vardı. Biz bunlarla seyahat ediyoruz bilmiyor musun? - Al, sana yemek getirdim, diye ekledi
- Bu ne? - Salyangoz. Lezzetlidir. - Salyangoz? - Evet, burada ancak bunlardan bolca bulabiliyoruz. - Peki şunlar nedir? Ayak bileğindeki deri, demir karışımı halkalar dikkatimi çekmişti. Sanırım duyduğum şıngırtı sesi buydu, evet! - Bunlar… - Ee? - Şey, bu bana sahip olan erkek tarafından armağandır. - Eşin tarafından mı? - O ne demek? - Nasıl? Yani kocan mı takıyor bunları, evli olduğun adam? Bakışları oldukça anlamsızlaşmıştı; ancak anlamsızlığın ardında gizlenmiş bir utanç ve acı vardı. - Anlamıyorum; ama biz evlenmeyiz. - Peki niye bu kadar çoklar? Bu soruyu sorduğum an pişmanlığım tüm ruhumu tokatlamıştı. Ağlıyordu… İğrenerek tuttuğu apaçık belli olan demir halkaları parmak uçlarına iliştirdi. - Bunların her biri bizimle birlikte olan erkeğimiz tarafından bize takılır. Çokluğu aslında gurur kaynağıdır. Bu o kadının erkeklerimiz tarafından ne kadar sevildiğini gösterir. Ama ben… - Dur, ağlama! Algılayamıyorum. Yani siz, erkeklerin… Cümlelerim sanki görünmez keskin bir bıçak tarafından sürekli kesilip atılıyordu. Tüm kelimeler boğazımda bir düğüm yaratıyor,
biri diğerini siliyor, cümlelerim hep yarım kalıyordu. - Evet aslında öyle, dedi. Biz erkeklerin, paçavrası, kölesiyiz. Bileğindeki halkaların bedenine değil belki ama ruhuna ağır geldiği çok barizdi. - Burada her kadın mı… - Evet. Hepsi, her yerde böyle. - Peki çocuk? - Hamile kaldığında, çocuk doğduktan üç ay sonra onu alıp halkanın sahibi her erkek bir meydanda toplanırlar. Çocuk kime benziyorsa onun babası odur. - Sizin haklarınız yok mu hiç? - Hak? - Neyse boş ver. Bak, istemezsen buna mecbur değilsin. Kötü bir şey söylemişim gibi irkilerek toparlandı yanımda. - Olmaz, öldürürler beni! O erkek, varlığımızı ona borçluyuz biz. Taşlayarak öldürürler, deveye bağlarlar; annem bile yapar bunu! Annen bile mi? Diye içimden geçirirken “niye merak ettiysem asırlar öncesini? İnsanlardan daha çok nefret etmek için mi?” diye homurdandım kendime. O ara yalpalaya yalpalaya beyaz fistanlı bir adamın cüsseli bedeni ile kumları yara yara bana geliyor olduğunu fark ediyorum: - Yürü! - Nereye? - Kadın! Kalk! - Git, dedi Nova. Öleceksin, lütfen! Kolum, iri parmakları altında zonkluyor. Bir çadıra fırlatıyor beni. Tıpkı işe yaramaz bir çuvalı fırlatır gibi…Yüzü toz gübür içinde bir
adam, elinde bir halka ile bana doğru gelirken ister istemez ayak bileğime takıldı gözüm: - Yo, git! Ben size ait değilim! Ben bu devirde… Derken tepemin acısı ile kendime geldiğimde ağacın altında kafama bir kuş tarafından fırlatılan bir ceviz tanesinin yanında buldum kendimi. Sahi, az önce açıp sesini kıstığım el radyom ne diyor böyle, daha rüyamın etkisini atlatamamışken… - Bugün Arap ülkeleri yine şaşkınlık verici bir olaya şahit oldu. Beş yaşında bir kız çocuğu babası tarafından tecavüze uğradı. Baba, dört ay hapis istemiyle yargılanırken kız idama mahkum edildi. Kafamı iki yana sallayıp kucağımda yaprakları karışmış halde olan kitabı yere fırlatırken bu olaya hiç şaşırmamıştım aslında. Cevap veremeyeceğini bildiğim halde soruyorum ağaca: - İnsanlık… Hiç değişmeyecek değil mi?...
Kübra Gülmez
k.gulmez@kalemsizdergi.com
Melek Ece YAPAREL m.yaparel@kalemsizdergi.com
Çiçeği Burnundalar Her ne kadar göremesek ya da görmek istemesekte ülkemizin son zamanlarda zor günler yaşamakta olduğunu inkar etmeye kalkarsak bu çaba boşuna olacaktır. Gelin, klavyelerimizi birleştirip ülkemize zarar verme ihtimali olan konulardan birisini içselleştirip kendi üslubumuzca ona değinmeye çalışalım. Ne dersiniz ? Kahveler ve dingin gözler hazırsa başlayalım.
TÜKETİM ÇILGINLIĞI NEDİR ?
Biz insanlar koskoca evrende yalnız değiliz ve şüphesiz ki bizi diğer canlılardan ayıran tek özellik : Düşünebilmek. Geçim zorluğunun olduğu, giderin gelirden epeyce fazlalaştığı, kısacası kemerleri sıkmayı gerektiren her yer, her durum ve her zaman dilimi artık varlığı yokluğundan en uzak mertebe. İşte tam bu noktada karşımıza TÜKETİM ÇILGINLIĞI kavramı çıkıyor. “Ayranımız yok içmeye, atla gideriz çeşmeye.” = Tüketim Çılgınlığı.
ÇILGILIĞIN ÜZERİMİZDEKİ ETKİSİ VE ÇÖZÜM YOLLARI
Sevgili Okurlar ! Yazılan, çizilen, üretilen her şey bir ihtiyaçtan doğar. Ve bizler bunları tükettikçe ülkemizin insanlarını destekleyerek ayakta kalmalarını/kalmamızı sağlamış oluruz. En son ne zaman yerli malı bir meyve yediniz ya da elinizdeki telefonun, üstünüzdeki kıyafetin parasını ödesenizde aslında size ait olmadığını hiç düşündünüz mü ?
Gümrük kapılarının AB’ye girmeden açılmış olması Türkiye’yi görünürde yabancı ancak aynı zamanda ucuz ve topluma refah katıcı mallar cennetine çevirmiştir. Ancak kendimize iyilik yaptığımızı düşünürken unuttuğumuz ve yanlışa düştüğümüz kısım özelleştirmeyle zarara uğrayan kuruluşların satılacak her şeyi daha ucuza satacağını ve daha kalitesiz mallar satın alacağımızı, rekabet gücünün artacağını düşünmektir. Oysa elimizde kalan tek şey günlük yemeğimiz, çocuğumuzun elinde iki günde paralanacak oyuncak ve borcu ödenmeden en güzel günde cart diye ortasından binlerce parçaya ayrılacak kıyafetler, elimizden gidense artık cabası tek atımlık tohumlar olan artık verimsizleşmiş, ekilmeyen, kaderi nadas topraklar... Taksit taksit hayatımızın tüm ihtiyaçlarını sözde bölmemize yarayan kredi kartları bile yurt dışında yapılıyor. Sizden dershane taksidi, kredi kartı borcu bulunmayan tek bir insan evladı göstermenizi rica ediyorum. İşçisinden çiftçisine kadar herkes samanı, gübreyi bile yurt dışından alacak kadar fiyakalı, bir o kadar da dışı sizi içi bizi yakarcasına borç içinde. Her ne zaman aynaya baksam, bir sürü yabancı marka, ve ardından başımın üstünde kocaman balonlar içinde; babaların çalıştığı, kimsenin kimseye vakit ayıramadığı, sadece ve sadece para için, yeni çıkan her şeye sahip olabilmek için çalıştığı bir dünya görüyorum. Sizce bizi bu hale getiren şey her ferdin elinde son model cep telefonları olmaması mı, yoksa birisi doğuda haberleşmeden bir haberken batıda ötekinin son çıkan her çamuru kendisine sürüyerek ışıldadığını sanması mı ? Hala bizi Türk yapan değerlerden birisi olan el becerisine sahibiz. Öyleyse neden kendi kendimize imal edebileceğimiz şeyleri kendimiz yapmıyoruz ? Ya da niçin çocuklarımıza pahalı hediyeler almak yerine onlara kendi başlarına bir şeyler yapmayı öğretmiyoruz ? Yeni gelen nesil yaratıcılığını kaybederse kim tekrar toprağı ekmeyi akıl edecek ya da kim cesaretli olacak pahalı markalara direnmeye ?
TERAPİ 20....ler için : Bu sayıda sizden dediklerim hakkında düşünmenizi ve etrafınızdaki yerli malı olan kullandığınız ya da el yapımınız olan şeylerin resimlerini çekip bana yollamanızı istiyorum. Bakalım yerli malı kullanmaya ne kadar özen gösteriyoruz ? :) “İyi de reklam, kötü de reklam Aklımıza hakim olursak, sonumuz yaman.”
YAŞAMAKTAN ÇOK ÖTE Öyle bir zaman gelecek ki; bugün doğru olarak gördüğümüz birçok şeyin, yanlış olduğunu söyleyecekler bize ve biz doğrularımızı korumanın, ne kadar önemli bir şey olduğunu o zaman anlayacağız. Galileo gibi ispat etmek için çabalayacağız fakat kimse bizi umursamayacak. Hatta üstelersek birde deli damgasını vuracaklar anlımıza. Öyle bir dönem gelecek ki; geleceğe dair hiçbir şeyi umursamaz olacağız. “Büyüyünce ne olacaksın.” Gibi sorular sorulmayacak artık çocuklarımıza ve onlarında büyümeye hevesleri olmayacak artık. Oysa her çocuk büyümeyi ister, sokakta büyük ağabeylerini örnek alıp onlar gibi yürümeye, konuşmaya çalışırlar. Çocukluğumda halı saha maçlarına giderdi mahalleden ağabeylerimiz. Bizlerse toprak sahalarda yüzümüz, gözümüz toz içinde gelirdik evlerimize. Halı saha maçına gidecek kadar büyüdüğümde, büyüdüm demiştim kendi kendime. Öyle bir hayat gelecek ki; ağlamayacak insanlar birileri öldüğünde. Hatta “Kurtuldu bu dünyadan diye sevinecekler.” Yarınlarını, umutlarını, çocukluklarını
gömecekler toprağa. Oturup saatlerce sokaklar izlenecek ve ölüme bir anlam bulunmaya çalışılacak. Öyle bir güvensizlik gelecek ki; aşklar sadece masallarda kalacak. Kaldı ki o döneme çok uzak sayılmayız. Sevip sırtınızı yasladığınız birisi, sizi ilk hançerleyen insan olacak. Öyle bir, iki kişi değil! Kime güvenirseniz güvenin bu böyle olacak. İşte bu dediğiniz insan, hayatınızı alt üst edecek. Ama korkmayın öyle bir dönemde olacağız ki, belki de bütün bunlar umurunuzda bile olmayacak. Öyle bir gün gelecek ki; gece olmasın diye dualar edeceğiz. Sokaklar güvenilmez insanlarla dolacak ve kimse bunlara dur diyemeyecek. Sokağınızın köşesinde merdivenlerde oturan dedikoducu teyze, orda oturup dedikodu malzemesi bulamayacak. Aslında bu iyimi, kötümü bende karar veremedim. Öyle bir esnaf olacak ki; dükkânının önünden geçerken, selamınızı almayacak ve bakmayacak yüzünüze. Her zaman gittiğiniz kuaförde, o beklediğiniz muhabbetler olmayacak artık. Her zaman gittiğiniz terzi “Sen bana bırak be kardeşim.” Demeyecek. Köşedeki bakkala uğrayamayacaksınız bile zaten; çünkü her yeri marketler saracak.
Öyle bir arkadaşlık olacak ki; Oturup bir rakı masasında, “Bu gece benim gecem.” Diye şarkılar söyleyemeyeceksiniz. Futbol muhabbeti döndüğünde “Ne olacak lan bu Fenerin hali.” Sorusu gelmeyecek artık. Sabaha kadar süren sohbetler, bütün bunları takip eden çaylar, kahveler içilmeyecek. Okeye dördüncü hiçbir zaman aramayacaksınız; çünkü önce diğer iki kişiyi bulmanız gerekecek. Öyle bir yaşam gelecek ki; herkes için, hayatta ki en önemli şey para olacak. İnsanlar para için karakterlerini satacak ve kimse sizin okuduğunuz okulları önemsemeyecek. “Ben dört yıl mühendislik okudum sonra yüksek lisans yaptım, master yaptım, doktora yaptım.” bunlar anlamını yitirecek. Paran var mı? Yemişim okulunu. Öyle bir barış gelecek ki; ne barışı diyeceksiniz. Dünyanın her yerini, üstüne basa basa söylüyorum her yerini savaşlar saracak. Açlık olacak, çatışmalar olacak ve dünyanın her köşesinde insanlar ölecek. Savaş çığlıkları uzun yıllar kulaklarınızdan gitmeyecek ve siz ise sadece oturup seyredeceksiniz. Savaşın ortasında ölen çocukları izleyeceksiniz ama
zaten ölmek sizin döneminizde rutin bir şey olacağı için çok da şaşırmayacaksınız. Gökyüzünde kuşlar yerine, savaş uçakları yer alacak. O karmaşada gökyüzünde bir uçurtma arayabilirsiniz… Olmaz ama olurda görürseniz, tebessüm etmeyi ihmal etmemelisiniz. Öyle bir dünya olacak ki; olumlu olan ne varsa, sayısı azınlıkta olacak ve o karmaşada kimse malum azınlığın farkında bile olmayacak. Yüzünüze baka baka yalan söyleyen insanlar, arkanızdan iş çeviren arkadaşlar, sokaklarda çocuk seslerinin olmadığı günler ve insanların sevgisiz yaşadığı bir hayat. Kızmayın bana ne kadar olumsuz düşünüyorsun diyerek,gördüklerimden yola çıkarak, hissettiklerimi söylüyorum sadece. Ne olur! Bütün bunları benden başka kimse hissetmesin. Öyle bir zaman gelecek ki; Yalvarırım gelmesin!
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
ve şimdi çoktan bitmiş bir şeye baş Kadının intihar mektubu: "Ve ben hala tercümanlık yapıyorum kalbimdeki yabancıya." Güneş diye bir şey varmış, duyuyorum ara sıra. Bana çok uzakmış. Saçmaymış. Karalanmalıymış bu satırlar. Oysaki karalanmamak üzere kurmuştum ben sana kendimi. İçine sıkıştığım kum saatinden sana akıyordum. Şimdi durdum. Yakıştı mı bize bu? Bana yakıştı mı sensizlik? Yanarken gülmek için gidiyorum. Seni sevdim.aGeçmiş zaman eki değil orda ki seni sevdim. Zaman orda durdu benim için. Seni sevdiğim anda yaşıyorum ben. Yaşadığım her an o anda anlam buluyor. Zamanı öldürdüm sırf hep o anda kalabilmek için. Biliyorum saçma bu yazdıklarım, ama biliyorum okuyacaksın. Ve şimdi çoktan bitmiş bir şeye başlamanın tam zamanı: seni sevdim. Hoşça kal . Senin, E..
Esra Aktürk
e.akturk@kalemsizdergi.com
şlamanın tam zamanı: seni sevdim. Adamın intihar notu: Ben bu çölde Kurup kum saatimi sensizliğe Ki güvenmem teknolojiye Hain akrep an gelir sokar yelkovanı Saçmaydı! Güvendiğim için dağları. Nerde kalmıştım? Ha ben bu saatte Yok lan çölde Ayarlayıp kumumu sana Kanamıştım kana kana Saçmaydı! Basitti bazen, yalnızdı. İyelik ekimi kaybetti(m) Sustum sonra. Hep sustum. En istikrarlı ölme yöntemimdin. Hoş gittin. Gördüğün gibi estetik değilim. Edebi bir intihar mektubu bile yazamıyorum. Demek ki cidden ölümü hak ediyorum. Yokluğunla cebelleşmektense peşinden geliyorum. Peki sen çoktan ölmüşken ben bu mektubumsu şeyi kime yazıyorum.. -ki bunu bile beceremiyorum-biraz daha öncesine gitBir kadın intihar ederken bir adam bundan haberi olmadan nasıl uyuyabilir? Hayat niçin filmlerdeki gibi değildir? Vesaire vesaire. Kafanızı daha fazla şişirmeyeceğim. Sağlığınıza... Ve şimdi çoktan bitmiş bir şeye başlamanın tam zamanı. Hayat gibi. Zamanın yokluğunu kavradığım anın tam ortasında. Geçiyorum. Kısa kırık cümleler, devrik-kırık. Hoş geldim!
SİRÂCEDDİN MAHALLESİNDE BİR EV Orta Anadolu’nun bozkırlarına kurulmuş; eteklerinde tarihlerin yazıldığı, gölgesinde yüzlerce yıllık medeniyetlerin hüküm sürdüğü, Anadolu’nun milli mücadele kokan şehri… Cumhuriyet Caddesinden geçerken mütevâzi bir o kadar gururlu bir şekilde göründü Eski Meclis. Şehre bakarken penceremden giren rüzgâr beni Ankara’yı Ankara yapan; o kandil ışığında, harita başında geçen uykusuz gecelere, kâh omzunda süngüyle kâh elinde mürekkeple mücadele edilen o yıllara götürdü. Şehrin hürriyet, milliyet kokan caddelerinde gezmeye devam ettim. Eski Anadolu evlerinin olduğu küçük mahalleye geldiğimde beni, günlük hayatın telaşını kenardan seyreden ancak göğe doğru uzanan uzun gövdesinin oluşturduğu gölgeyle varlığını hatırlatan saat kulesi karşıladı. Etrafını güvercinlerin sardığı kulenin yanında aradan geçilen küçük bir sokak fark ettim. Ayaklarım kendiliğinden girdi bu yola. Caddenin sonunda yükselen çam ağaçlarının çevrelediği, tek katlı, şirince, ahşap pervazlı eski bir konak göründü. Önünde “İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Evi” yazılıydı. Tahta kapısını yavaşça açışımla etrafımdaki insanlar kayboldu aniden. Basamakları çıktım bir bir. Mehmet Akif duvarlara sıra sıra asılmış çerçevelerden çıkmış; “Âsım”a*, bana, gözlerimin içine bakıyordu adeta. Yemek odasında cemiyetten arkadaşlarıyla harbin son durumunu konuşuyorlar, boğazlarından bir lokma geçmiyordu. Oturma odasında, başından fesini çıkarmış, elleriyle alnını ovuşturarak hüzün ve endişeyle pencereden Sirâceddin Mahallesinin sokaklarına bakıyordu. Bir diğer tarafta gözlerinden dökülen yaşların ıslattığı samur kağıtlara: “…Asırlar var ki aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım Tesellîden nasibim yok, hazân ağlar baharımda; Bugün bir hânümânsız(evsiz) serseriyim öz diyarımda…”**
dizelerini yazıyordu. Öbür yanda kurumadan kullanmaya çalıştığı mürekkebiyle kâğıt yoksunluğundan duvarlara ince ince işliyordu: “…Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı…” mısralarını. Gelen öksürük sesleri üzerine biraz ilerleyip yatak odasına gelince; yorganın altında, hastalıktan sararmış solmuş benzi, zayıf düşmüş bedeni, yarı kapalı gözleri, ellerini başının arkasına almış, dayanmış bir şekilde görünce “İstiklal Marşı Şairi”ni, tutamadım gözyaşlarımı. Yanaklarımdan süzülürken yaşlar: “Hudâ bilir ki dayanmaz, taş olsa bir sîne, O gözlerinde dönen sağnağın dökülmesine. Hayır! Yakar beni derdimle âşina çıkman, Bırak; ben ağlayayım sen çekil de karşımdan. Bela mı kaldı dünya evinde görmediğim? Bırak, şu yaşları, hiç yoksa görmeden gideyim.” *** Beyitleri okundu, Mehmet Akif ’in gözlerinden. Güçlükle çıktım odadan. Tırabzanlara tutunarak indim tahta basamaklardan. Titreyen ellerimle kapıyı yavaşça açarak çıktım. Saat beşi vuruyordu. Dönüş yolunda Eski Meclisten yükselen ay yıldızlı bayrağın arkasında gökyüzü kızıla bürünmüştü. Bir hilal uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyordu. *Âsım, M. Akif ’in, şiirlerinde hayal ettiği gençliğin sembol ismidir. Memleketi, içinde bulunduğu zor durumdan kurtaracak ve onu geleceğe taşıyacak bir neslin örnek tipi olarak tasvir edilir. **M. Akif Ersoy, Gölgeler, Bülbül Şiiri, 7 Mayıs 1921 ***M. Akif Ersoy, Gölgeler, San’atkâr, 22 Ağustos 1933
Ayşe Bengisu Akdağ
a.akdag@kalemsizdergi.com
FARKINDALIK Geçmiş ve geleceğe dair düşüncelerini, şuan yaşadığın vakitte aktarmayıp yaşadığın duygu nehridir. Bu duygu; nehrin de zemine kenetlenmiş, kök salmış kayalıklara çarpmasının ardından gökyüzüne süzülen su parçacıklarını, damlalarını an ve an izleyebilmek, görebilmektir. Sabahın ilk ışıklarında yatağından kalktığın gibi işe koyulmak can sıkıcı bir duygu olgusu mu var? Biraz sakinleşmelisin bence, çevrene bak, odandaki kirli yerleri temiz yerleri bir göz gezdir. Kim olduğunu hatırla önce. Bugünün sana neler getireceğini düşünme, senin bugüne ne vereceğini düşün. Neler yapacağını elbette ki planların arasında zihnini arasında yer etmişsindir çoktan, lakin söylediğim şey biraz daha vurdum duymaz tavırlı gibi davran. Mutluluğunun anahtarını arayanlar ‘FARKINDALIK’ durumunu düşünüp gözden geçirsinler… Farkındalıkta, düşünce ve duygular, reddedilmemekte, yargılanmamakta, bastırılmaya ya da onlardan kaçınılmaya çalışılmamaktadır. Olumlu ya da olumsuz bütün anlık yaşantılar kabullenilmekte ve serbest bırakılmaktadır. Böylece endişe, üzüntü, kaygı, öfke gibi olumsuz yaşantılara karşı tolerans kapasitesi de artmaktadır. Farkındalık; psikoterapi içerisinde otuz yıla yakın bir süredir, düşünce, duygu ve beden duyumlarına belli bir şekilde odaklanmayı amaçlayan bir psikoterapi yöntemi olarak kullanılmaktadır. Bu psikoterapi yönteminin depresyon, panik atak, fobi, obsesyon, stres gibi rahatsızlıklarda etkili olduğu araştırmalarda gösterilmiştir. Yaşamınızı şimdiki anda yaşayın, geçmişle geleceğin ortasında bir yerlerde daha da huzurlu bir yaşam bulabileceğiniz aşikâr. Lakin bunları bulabileceğinin kanıtı yok, ve daha da üzüleceğinize garanti verebilirim. Geçmiş ve geleceğin ortasında huzurun yanında elbette birden fazla üzüntü, utanç, keder ve kahır olabilir. Bunlara rastlamakta mümkün olduğunu öne sürersek
sizce ne kadar daha mutlu bir yaşama ulaşmış olabilirsiniz ki? Geçmişte veya gelecekte yaşamak, yaşadığımız anı ıskalamak, birçoğumuzun yaptığı bir hatadır. Güzel bir manzara karşısında otururken mutlu oluruz. Ama bu manzaraya bakarken, ertesi gün olacakları veya geçen hafta olanları düşünürsek mutluluk kaybolur. Kaybolan mutluluğun ardından, birçok kez yaptığımız hatanın esiri oluruz. Bu hata geçmiş ve gelecekleri sıkıntıları düşünmemize, çözmemiz gereken sorunları ele almamıza dönüşür. Haliyle buda bizi üzüntüye dönüşür, siteme kadar gidebilir. Yaşanılan şeylerin güzelliği, komikliği, hoşnut kaldığın şeylerin değerleri, sözler, kişilikler, yüzler hepsi kaybolabilir. Yada ilk günkü gibi yaşatabilirsin onları. Bunlar elbette ki bizim elimizde. Farkındalığın temelini iyi kavramak önemli. Çayını yudumlarken, aklına bir şey getirme, düşünme, sadece çayını içmeye odaklan. Çay kaşığının sesini dinle, kokusunu duy. Bırak çayın sıcaklığı elini yaksın. İşte o zaman farkına varmak için bir sebebin olur, çay bile seni uyarır. O anı yaşayın o anı hissedin. Geçmişindeki sıkıntıları düşünmeyi sonraya bırak, zaten geçmişinde de o anı yaşamış olsaydın sıkıntın olmayacaktı. Her yeni doğan güneş, yeni bir fırsattır. O gün içinde yaşadığın kötü durumları batan güneşin ardından çıkan, Karanlığın efendisi Ay’a bırak. Yatağına rahat gir ve rahat uyu. Kral olmak kolay iş mi sanıyorsun ? Her gece yatağına korkuyla girip korkuyla kalkarsın. Çünkü bir kral kendisinden başka herkesi düşünmek zorunda, hala kralların yüksektekilerin mutlu olduğunu huzurlu olduğunu mu düşünüyorsunuz. Öyleyse kendinize bakın. Çok saltanatı olanın kaybedeceği çok şey olur. Bu yüzden korkuyla savrulur. Farkındalık II’ ye yelken açalım hep birlikte Selametle.
ONUR BİLGİN KENGER …SÜRREALİST YAZAR…
AŞK Bazı şeyler vardır hayatımızda, aslında büyük bir çoğunluğunu oluşturan ama görünürde bir santim bile yer kaplamayan. Anlatmaya çalışsak da hep bir noktanın eksik kalacağı şeyler: biraz acı, biraz tatlı ,biraz güzel,biraz çirkin…Hem dilin bütün kurallarını alt üst eden, hem de normal kabul edilen bütün davranışları yok sayan.Bütün bu kuralsızlıklardan da vazgeçilmez bir yasa çıkaran: eninde sonunda inanmayanların bile yolundan asla çıkamayacağı bu yasaya herkes uyar. Aşaka’dan gelir aşk. Aşaka, sarmaşık demektir, bu bitkinin büyüyebilmesi için bir ağaca sarılması gerekir. Sarmaşık, ağaca sarıldıkça güçlenir ,başlangıçta güçlü gibi duran, kökleri derinde olan o ağaç yavaş yavaş güç kaybeder.Çünkü sarmaşığın büyümesinin,insanları hayran bırakan canlı yeşilinin sebebi ağacın suyudur.Sarmaşık ağaç sayesinde günden güne güzelleşip büyüdükçe ağaç git gide daha da güç kaybeder,halden düşer yavaş yavaş sararmaya solmaya başlar içten.En sonunda kurur ve yok olur. Aşk bu kadar acıtıcı yok edici de olsa ne sarmaşık ağaçsız olabilir ne de ağaç sarmaşığa hayat vermeden rahat edebilir. Aşkı kutsal sayanları ne ağacın hali çevirebilmiş yolundan ne bülbülün kanını içen o nazik vücuduna battıkça onu perişan eden gülün acımasız dikenleri. Ne Mecnun olmaktan vazgeçebilmişiz ne de Leyla. Nasıl vazgeçilsin ki acısının bile mutlu etmeye yettiği bu eşsiz duygudan. Kötü olan bir şeyden sonuçlar çıkarılır oysa. Ben de öyle olmayayım diye uzak durulur.Ama uzak durmak şöyle dursun:tam tersine sonuçları bile bile bu çile yoluna çıkılmak için canlar verilmiş.Aşk yolunda yarışılmış,türküler yakılmış giden dönmeyen ceylan gözlü sevgililere kan tükürmeye başlamış yüreğini aşkın yaktığı tazecik bedenler. Ama vazgeçilen kendi canları ruhları olmuş. Sevdadan vazgeçmek ayıpların en büyüğü olmuş. Genç kızlar nakışa dökmüş gönüllerini ince
ince işlemişler her bir oyayı.Ozanlarımız, sazlarının tellerine söyletmişler gönül seslerini.Her bir tel ayrı bir ahın dumanını yükseltmiş göklere.Anadolu’nun dağı taşı eşlik etmiş, sevdalı sazlara. Yazılmış çizilmiş, büyük aşk destanları anlatılır durulur olmuş, ışıldayan gözlerden akan yaşlar, eşlik etmiş çoğu kez çileli aşıkların hikayelerine. Ama ne yardan vazgeçilmiş ne de bin yıllık kanunun bir tek harfi değişmiş. Kim yazmış,kim okumuş bilinmez, ama iki üç günlük değil de bir ömür boyu bir yürek için ömrünü feda edecek, bu yiğit savaşçılar için, savaş meydanından hiç vazgeçilmemiş.Kimi gökteki yıldızlar kadar uzak saymış sevgiliyi, kimi küçük bir çocuğun sabırla nazlı nazlı büyütülmesi gibi gözünün içine bakarak yeşertmiş yüreğini.Onlarca yıl arayıp da bulmazken, trafik kazası gibi aniden çarpılmış nedensiz ,zamansız.Kimi de yağmurda sırılsıklam olacağını bile bile şemsiyesini bile açmamış. Aşk, sözlüklerde iki kelimenin anlatacağı kadar basit olmayı hiçbir zaman kabul etmez. Birini bir sürü neden olduğu için seviyorsak aşkın varlığından yine söz edilemez. Hayallerimizin kahramanından çok farklıdır bazen, beyaz atlı bir prens beklerden yıllarca, hesapsızca bir çocuk saflığıyla kurbağaya da kayabilir kalbimiz. Hiç bir mantık kuralı bunu engelleyemez en başta da kendimiz. Dünde vardı bugün de var ve yarında olacak , çocukların en yaramazı ama en tatlısı aşk.Ona karşılıklar aramak, açıklamaya çalışmak işte bu yüzden boşuna çünkü onlarca kitap da okusak,tez de yazsak bu bilmece yaşamadan asla çözülemeyecek.
Pınar Çaylak
p.caylak@kalemsizdergi.com
Yaşanmış
Bir AŞK
Burak Karakaya
“Onu sevgilisiyle barıştırmaya çalışacak kadar sevdim. “ Sedat Kaya
Bir söz vardır ya. Çok kullanırız ama az kişi etkisinde kalmıştır. “Şuramda bir acı, var. “ Acıyı en derinlerde hissetmiştim .Kalbim, yanmalar ve sızlamalarla dost olmuştu. Yüzüme bakamadığım halde ne olduğunu, nasıl olduğunu biliyordum. Çünkü,durumumu kalbimde yaşıyordum zaten. Bu halde eve gidemezdim elbette. Hemen bir bahane uydurmalıydım.Sağlam bir bahane... Biraz vakit geçmesini bekledim. Yeteri kadar vakit geçince evi aradım. ”Bu gece Tugay’da kalmamın” evde sorun olup olmayacağını sordum. Çok sık ev dışına çıkan biri olmadığımdan izin vermişlerdi. O gece direkt olarak Tugay’a gitmedim. Kadıköy, sakinleşmeye başlamıştı. Saat,gece yarısını geçmişti bile. Artık Tugay’larda da kalamazdım. O saatte kapılarına dikilip “Sizde kalabilir miyim?” demek kadar ürkütücü, gereğinden fazla samimi ve bir o kadar da saygısız bir hareket, olamazdı. Barlar Sokağı, beni bekliyordu. 60’ların sineması gibi kokan sokaklardan geçerken, bir an kendimi “Aşk kokulu şehir” Paris’te gibi hissetmiştim. Sabah bir otelde uyandım, sözleri hala kafamdan çıkmıyordu. Bir problemim daha vardı. babamlar ekstreleri incelerse.Kredi kartından çekilmiş 60 Liralık otel parasını göreceklerdi. Bir kılıf uydurmanın farz olduğunu düşünmeye başlamıştım.Günler geceler birbirini kovalamış ve ben artık daha makul düşünmeye başlamıştım.Bir gün babamı bilgisayar başında ekstreleri kontrol ederken gördüm.O sırada bir ekrana bakıyor bir de arama geçmişine bakıyordu.Sonunda kapattı telefonu.Beni yüzlemedi.Kötü bir şeyler yapmayacağımdan o kadar emindi ki.Hayalet gibi gidiyor,geri geliyordum.Utanıyordum utanmasına ama para etmiyordu.”Hani aşk’a inanmazdın sen?” diye kendime soruyordum içimden.Hep neşeliydim ya fark ediliyordu acılı olduğum, hem de ne acılı…Matematikte sessiz ve sakince
oturuyor,derse katılmıyordum.Edebiyat hocam da ilk defa bana “Sus konuşma!” dememişti bir derste.Fark edildi tabi.Matematikçimiz fark etmişti durumu.” Ne oldu? Neden hep uyudun derste?” diye soru yağmuruna tutmuştu beni. Ben, herkes’e yok bir şey demekten çok yorulmuştum.Anlatacak gücü bulamıyordum.Bir tek o anlıyordu beni.Tugay... “Her şey, o kadar acıtıyordu ki beni,canımı.İnsanlar ölürüm diyordu ve ben dalga geçiyordum ya...” Hayat,intikamını çok kötü almıştı benden. Günlerden cumaydı.İstiklal marşımızı okumuş eve dağılıyorduk.Herkes çok mutluydu.Tabi,kolay mı iki gün tatil vardı.Eve giderken 3 kişi kesti önümü Tugay,Atilla ve Ogün...Atilla,söze girdi,”Ne bu halin?” ,”Yakışıyor mu sana” dedi.Biz de seni bir şey sanırdık.Ogün,”Ben,seni güçlü bilirdim arkadaş.Eğer böyle devam edeceksen,uğrama bir daha semtimize “dedi.Öğrenen,öğrendi her şeyi artık gizlenecek bir şey yoktu.Zaten artık gizlemekte istemiyordum ve söyledim:Olan oldu,biten bitti.”Bitmedi” diye söze girdi Tugay;Hiç bir şey, bitmedi.Çok sevinmiştim be.”İnsanın böyle dostları olsun,1000 kız feda olsun” dedim içimden.İnsan gerçek anlamda çok mutlu oluyor. Sevmek,sevilmek… bunlar çok güzel duygular.O gün Bostancıda bir fast food restoran’a gittik. Konuştuk konuşabileceğimiz kadar.O konu hakkında neler yapabilirdik,neler yapmalıydık... Bu konuları enine boyuna tartıştık ve bir karara vardık;404 404,eski bir taktiktir.Yapışacaksın kızın yakasına.O,kovdukça sen gideceksin.O,kaçtıkça sen kovalayacaksın.Gurur yapmayacaksın.Aşıksın be! Gururu mu var? O günden sonra “Sedat”
olan adım “Yapışkan Sedat” olarak değiştirilse bile...Bir gün tenefüste önünü kestim.”Lütfen dinle beni,lütfen” dedim.o da “Bu konuda konuşulacak bir şey yok” dedi.Çok katıydı.İnsafsızdı. onu hem öpmek hem de öldürmek istiyordum. Aşk ve nefreti aynı anda yaşıyordum.Yaşatıyordu.”Bu kadar duygusuz bir kız olabilir mi? Ben ne dengesiz bir insanım? Hay benim aşkıma da bana da... En sevilmeyecek insanı sevmişim” içimden saydırıyordum kendime.Saydırıyordum ki ne saydırma.Aşk acısı mı denir,yoksa kalp kırgınlığımı ? Hepsi, bir sebepti elbette. Gene bir gün okul çıkışında bunu yakaladım “Karşılaştığımız ilk günü hatırlıyor musun?” diye soruverdim.O, “Yani?” dedi ve meraklı bir bakış attı.”O gün ilk defa Fenerbahçe’nin galibiyetine üzülmedim” dedim ama hala çözülecek gibi değildi.”Bana ne?” dedi.”Benim için dünyanın en kötü durumudur,Fenerbahçe galibiyeti.” dedim.”Üzülseydin o zaman bundan bana ne dedi?” kendi halime üzüldüğümü söyleyip ayrıldım. Lise 3’tük o zaman ve sömestr,yeni bitmişti.2.dönem başlamış ve benim hırsım yerindeydi.Ne yapıp edip ikna edecektim.Ama kötü haberler gelmeye başlamıştı bile.Üst sınıftan Batuhanlar vardır ya,gene yakmıştı başımızı. Artık bir sevgilisi vardı ve ben de kendime yakıştıramazdım başkasının kız arkadaşına salça olmayı.Gittim sınıfına.Biraz konuşmamızın mümkün olup olmayacağını sordum.O da olur dedi. Açıkçası şaşırmıştım konuşmayı hemen kabul ettiği için.”Artık peşini bırakıyorum.Ben aradan çekiliyorum ama bir arkadaş olarak hep buradayım” dedim.Teşekkür etti.Kuru bir teşekkür... Yazık ki bana artık sevdiği kızın sırdaşı olmayı kabul etmiştim aynı Tugay gibi.Artık sadece bir arkadaş olarak sevebilirdim onu.Bakabilirdim yüzüne ama saygıyla.Gözlerinin ateşiyle şiir yaza-
mazdım.Bakamazdım onun güzel yüzüne aşkla. Hayat, mucizelerle doludur.Bazen bir felaket sizin için bir müjdenin habercisi olabilir.O felaketlerden biri de benim başıma geldi.Aradan uzunca bir süre geçmiş artık onu kafamdan çıkarmış olduğumu kabul etti tamamen Elif.Beni aradı.Bu sevgilisiyle mi ne tartışmış.Sevgilisi bundan ayrılmış:Hüngür hüngür ağlıyor.Kapattı ben de ağladım.Düşündüm taşındım Tugay’ı aradım.”Tugay,sende Elif ’in sevgilisinin telefonu var mı?” dedim.”Var ama ne yapacaksın” dedi. Korktu tabi,arayıp söveceğimden şüphelendi. Ama ben ona Elif ’i aramasını ve konuşmasını söyledim.Bu sırada ben de oğlanı aradım. “ Ben ,Doktor Mehmet Türkeli.Elif Kargıç’ın telefonundan sizin numaranızı buldum.”Kaza geçirmiş,sizin adınızı sayıklıyor.” dedim.Bana verdiği cevap hala aklımda.”Gebersin” Aklımca filmlerdeki gibi sevgilisi kaza geçirmiş birinin tüm kavgalardan vazgeçeceğini düşünmüştüm.Hayat,filmlerden o kadar uzak ki.Bütün gece herifi aradım.Cevap vermiyordu artık.Telefonunu tamamen kapatmıştı.Onu düşünmeye başladım.”Bunun için mi reddetmişti beni?” Gerçekten kaza geçirse,ziyarete gitmeyecek biri için mi? Çok acımasızca yükleniyordum ona.Onun bana acımadığı gibi...Günler,haftalar geçti derken Mayısı bulmuştuk.Artık okulunda sonlarına yaklaşıyorduk.Ben bir meyhanedeydim. Yalnız başıma,Kadıköy’de...Baygınlıkla ayıklık arasında bir yerde...Eve nasıl gidecektim? Tugaylara hiç gidemezdim.Çaresizce yine otelde kalacaktım.Tam hesabı ödeyecekken,bir el hissettim omzumda.Onun eliydi bu.İnce,zarif ve bir o kadar da sıcak...O gelmişti.”Niye geldin” dedim.Neden buradasın? O, “Sus! Tugay, her şeyi anlattı.” dedi. Tam bir hayvanmış o pislik.
Hâl-i lâl Uyumsuz çarşaflarım izin vermiyor ayrılmama yatağımdan. Uyumak ne güzel geliyor güne başlamak gerekirken; gün geceden ayrılıp gündüze sığınırken. Çarşaflarım bile çekiliyor aradan, sorumlulukların gücü ağır basınca uykudan; kalkıyoruz düşüncelerimle hep birlikte yataktan. Gözüm takılıyor her göğe baktığımda seyir halindeki bulutlara. Yine bulutsuzluk özlemi sarıyor etrafımı ayrılırken şehirden. Gürültülü, stresli, hayatın akışına yetişmek için çok çaba sarf edilen şehirden. Ben giderken ağlayacak gibiydi ama tuttu kendini gözden uzaklaşırken. Halbuki önceki gün, gitme der gibi, öyle güzeldi ki masmavi çehresi. Seni dinlediğim şarkılar artık o kadar iyi anlatmıyorlar sanki, boş verilmiş anılar gibi; rengin parlak mordan soluk maviye dönüyor yelkovan ile akrebin yarışında. Bir köprü var yolun kenarında, çıplak kavak ağaçlarıyla çevrilmiş iki tarafı. Etrafın tenhalığı insanın içinde bir yerlere sığınma isteği uyandırıyor. Muavin ne içmek istediğimi soruyor o sırada. Sade kahve istediğimde şaşırıp tekrar soruyor. O an aklıma geliyor kafeteryalardaki kahve menüleri; kimsenin aslında ne olduğunu anlamadığı yabancı isimler, kat kat renklerden oluşan içeceklerin sergilendiği resimler, ‘gösteriş’ kelimesinin sözlük
karşılığı olmalarının bedeli olan yüksek fiyatlar. Doğduğum kasabadaki çay bahçesinin tek yapraklı menüsündeki samimiyeti aramaktan vazgeçemiyorum; kahvenin ılık rüzgar ve deniz kokusu eşliğinde servis edilmesinden duyduğum hazzı bulamıyorum hiçbir zaman. Birbiriyle iletişim kurmadan beraber yolculuk yapan bir otobüs insan. Bulunduğu ortamı her zaman yetersiz bulan, yetinmek için ise bir çaba sarf etmeyen bir sürü insan. Denizleri görüp de aşmaya cesaret edemeyenlerin soyundan gelmiş gibiler, bizse meraklı kaşifler olarak kilisenin gazabına uğrayanlardanız. Ama onlar vazgeçmiş olsaydı, karanlık çağlardan çıkabilir miydik? Yolculuk yaparken gördüğümüz renkli kayaların hangi element olduğunu düşünecek kadar boş vaktimiz vardır. Yazmak için de bolca vaktimiz vardır. Ama niye kalemi alınca susar kelimeler? Ne zamandır elektrik direğine yuva yapmış bir pelikan, ya da bir su birikintisinde yüzen iribaşlar görmedim. Çimenler. Çimenleri özlüyorum. Çıplak ayaklarımı bastığım, karıncalar tırmanana kadar. En son ne zaman huzuru hissetmiştim? Şu sıralar çok fazla şeyi sorguluyorum, bazen öyle derinlere dalıyorum ki çıkmak günlerimi alıyor. Boğulmadan yüzmeye başlamak lazım. Çaba göstermek
Canan Topçu
c.topcu@kalemsizdergi.com lazım. Evet çaba. Yaşamak için de değil aslında bu çabalar, herkes birbirini parçalayarak yoluna devam edebileceğini sanıyor. Peki niye düşünmüyorlar bir dakika; değil arkalarına önlerine bile bakmıyorlar ki çoğu zaman. Neden yoruyoruz birbirimizi. Neden aslımıza, doğaya dönmüyoruz ki? Hayatımızı kolaylaştıracağına inanıp toplumu kurmuşuz. Oraya, yolculuğumuzu zorlaştıracak kapanlar düzenlemiş; etrafımızı dev binalarla çevirip kapanı çalıştırmışız. Kapan kapanmış: düşüncelerimiz engellenmiş, eylemlerimiz sınırlandırılmış, hislerimiz kısıtlanmış, küçük dünyalarımızın çizgileri belirlenmiş. Sistemin içinde yer almanın tek yolu sisteme boyun eğmek olmuş. Elimizde avucumuzda bir tek insanlığımız kalmış; onu da hırslarımız uğruna kör etmiş, görememişiz olan biteni. Sokakta bir evsiz varsa başka bir insanın hayatı bu sebeple güzelleşiyor olmuş sonunda, bazıları ihtiyaçlarına ulaşamıyorsa eğer; birileri ihtiyacından fazlasına sahip diyeymiş meğer. Açgözlülük, bencillik, hırs melekeleri sarmış etrafımızı. Anlamaya çalışmak yerine kabul edip yadsımışız tüm olanları. Ömrümüz kısalmış böylece, yeni hastalıklar doğmuş stresle, kendi kendimizi kapattığımız duvarlar arasında sıkışıp kalmışız öylece. Sorgulamaz olmuşuz hiçbir şeyi, farkımız kalmamış sandalyeden bile.
Aslında keyifle olmasa da boş vermiş bir yürüyüşle devam ettiğimi hissediyordum yola; etrafa bakmayıp düşüncelere dalarak çoğu zaman. Ama artık düşünceler öyle ağır öyle derin gelmeye başladı ki, yola devam edebilmek çok zor olabiliyor ara sıra. Samimiyetsiz herkesi hayatımdan çıkartmak istiyorum mesela, yapamamaktan ellerim bağlanmış gibi hissediyorum. Görmezden geleyim diyince gözlerim bağlanıyor; ama zihnim tam tersi istikamette hep devam ediyor. Düşündükçe bazı şeyleri içimi bir burukluk sarıyor. Bir de koltuğun açısını ayarlayan kolu yolun sonuna doğru keşfettiğim için üzülüyorum. Uykusuz geçen uzun yolculuk; neredeyse bitiyor. Otobüsten indiğimde gökyüzüne bakmak için başımı kaldırıyorum. Ama aşmam gereken engeller var; yapay güzellikleriyle öylece dikilen binalar, kendimi kısıtlanmış hissetmeme sebep oluyorlar. Rahatça hareket edebileceğim bir alan yerine sistemli ve izlemek zorunda olduğum bir yol var. Kalabalığı delerek, birilerine çarpmayı önemsemeden hızlı adımlarla ilerliyorum; değiştiremeyeceğim çok şey var.
Hak’etmek
Neydi hak etmek? Adaletin bir vurgusu muydu? Yoksa insanlığın; Nefsini inançlama bütünü mü? Ya kötülüğe razı olmaktı hak etmek, Ya iyiliğe maruz kalmaktı, Ya meleği duyumsamaktı şeytandan habersiz, Ya şeytana avuç açmaktı, meleksiz, Ya bir kadındı ömründen artık zamanını ayıran, Ya bir dosttu ömrünün üstüne üstüne. Sonrasında bile zaman koyan, Kimi bir yalanla yaşar bir gafil boyu, Kimine tek doğru yetmez. Birine bir gül hayattır, Birine bahçalar yetmez. Belki de doyumsuzluktu hak etmek, Belki de elinde bile olmayanlarla yetinmekti. Hak etmek dedikleri sevmek olsaydı keşke! Yirmi dokuz harfe duyduğun aşk kadar eşit, İsminin baş harfi kadar tek Ama bir noktalı virgül kadar da anlamlı. Sonrası hep bir söz, Sonrası hep, gözlerinden biraz olsun alıntı… Hak etmek dedikleri değseydi keşke! Beyazı bu denli kirletmeye olan meylimize, Karaya çalan göz_mavi gecelerde…
Hak etmek dedikleri değseydi keşke! Çirkine küfretmeye olan iştahımıza, Güzelin saçlarını okşadığımız zevk-ü sefa gecelerde. Hak etmek dedikleri değseydi keşke! Kötüyü alaşa etmeye, İyinin kıymetini bildiğimiz alkollü gecelerde. Ama zamanın koynuna aldığı hayat, Adı kadar kadınsı dağıtmıştı hakkı, Biz hüzün boğan kadınları hak etmiştik gözümüzde. Ömrümüzün bu raddesine dek… Biz hüzne boğan dostlukları hak etmiştik dilimizde, Geleceğimizin çalınmış yalanlarına dek. Biz hak’ etmiştik aslında sahiden herkesi, Her şeyi Biz aslında hak’ etmiştik bunları’ Hepsi bu. Hak etmek dedikleri sevmek olsaydı keşke! Yirmi dokuz harfe duyduğun aşk kadar eşit, İsminin baş harfi kadar tek Ama bir noktalı virgül kadar da anlamlı. Sonrası hep bir söz, Sonrası hep, gözlerinden biraz olsun alıntı.
Volkan Altınbaş
v.altinbas@kalemsizdergi.com
BİR SEYYAH YALNIZLIĞI Seyyah olmakta karar kılmışım Bilmediğim yerlere gitmeye hazırlanmışım Varmışım okyanuslar ardında ıssız bir adaya Robinson’u bulamamışım , Cuma’yı da... Üstelik yanıma 3 şey almayı unutmuşum Tez açmışım yüreğimdeki patlamaya hazır muslukları Tokluğum için serenat yapmışım hindistan cevizi ağaçlarına , Adını hiç bilmediğim balıklara... Yıldızlara bakmışım içimdeki melankoliyle ; Van Gogh’un aklına bir manzara akın etmiş Mozart’ın kulaklarına bir kuş konmuş , şakımış hiç durmadan Yalnızlığı sıyırmışım tenimden Alacaklıları savurmuşum gölgemden Elma şekersiz kalmışım Sevgisiz , meyvesiz... Üstüne üstlük kalemsiz kalmışım , kağıtsız En çokta şiirsiz kalmışım... Geceye dolamışım boğazımı Isınmak memleketimde kalmış Sessizliğe salmışım kalbimin sevda ırmağını Sessizlik , muradına varmış Aşklanmış sessizlik Gönlü pervaneleşmiş Çok sesli bir korosu varmış adanın Çok sesli bahtsızlığı... Yalınayak yürürmüş denizde martılar Kaplumbağalar koşuştururmuş kumsalda Ben izlermişim onları Onlar beni görmezmiş... Akrep , bir gemi gibi demir atarmış zamanın denizine Vakit , ama kalırmış Vakit , ağlarmış... Çünkü vakit , koşamazmış yeni yeni anılara Kimse gelmezmiş bu ıssız adada oynanan doğa manzaralı açık hava sinemasına... Ve ben utangaçlığımı yar’in dudaklarında bırakmışım , Sarhoşluğumu talan olmuş şarap mahzenlerinde unutmuşum Bir tek özlem kalmış yanımda O da aklımın ellerinde ; Aklım ha bıraktı onu ha bırakacakmış...
Ah! Keşke tutabilseymişim güçlüce demişim ; Halat çekme yarışmalarındaki o kalınca ipi Kazanabilseymişim buraya gelmezden önce bir armağan : Bir yemek , bir çul... Ah! keşke başarabilseymişim yaşamayı ; Ve elvedanın konukluğunu reddedilseymişim Merhaba sesini insanlara duyuruveren dilim lal olmasaymış Kazandıklarımla varabilseymişim bu ıssız adaya Kaybettiklerimle gelmeseymişim... Hızlı hızlı koşan bulutların içine koymuşum türkümü ‘ Gidin memleketime ‘ demişim Güvercin görmüşüm ; ama mektup yazacak kağıt , kalem görmemişim Aşk görmemişim bu yalnızlığın içinde Meşk etmemişim hiçbir insan yüreğiyle Derdin kaba etine dokunmuş ellerim Ebemkuşağından renkler seçmişim ferahlık olsun içime diye Güneş veda edene dek onu yanımda hissetmişim Yakamoz’u tutmak istemişim ; Ona sıkı sıkı sarılmak... Aslında ben yaşamayı becerememişim Bir de yalnızlıktan şikayet etmişim Kalkıp taaa nerelere gitmişim... Kendimden kaçmak istemişim de Kimsenin kendinden kaçamayacağını bilememişim Herkes gibi ben de kendime yalan söylemişim ‘ Kimse kendinden vazgeçemezmiş ‘ Yalın bir az’lık istemişim ; ama hata etmişim... Dönüyorum... Bekle beni Memleketim... ! Bekle beni yalansız ‘’Geleceğim’’...!
Yiğit Karadavut
y.karadavut@kalemsizdergi.com
GÜLMEK SANA ÇOK YAKIŞIYOR Biliyorum şimdi Everest'in zirvesinden dünyayı izliyorsun Ve sezinliyorum ki Ağrının yüksek rakımlı yamaçlarında Nuh'u arıyorsun Gemiyi buluyorsun da Nuh'un zayiliği sineni burkuyor... Halkın arasına giriyorsun , köhne yalnızlıkları kucaklıyorsun Skolastik düşünceye maruz kalmış insanoğullarını düşünüyorsun Ezilmişlikleri yaşıyorsun zaman makinesiyle gidip eski çağlara... Martin Luther'i selamlıyorsun insanların önünde Zafer kutluyorsun mazide çoluklu çocuklu ailelerle birlikte... Mahatma Gandhi'ye kırmızı halı seriyorsun ; Gandhi sana eliyle naçizane böyle bir şeye gerek yok işareti yapıyor Fidel Castro'ya silah arkadaşlığı yapıyorsun dağlarda Pablo Esbobar'ı saklıyorsun izbe bir mahzenin ışıksız ıssızlığında Atalarını ziyaret etmeyi unutmuyorsun ; Ellerindeki kılıçlardan , silahlardan ürküyorsun Yapmayın ! bırakın o silahları ; Barıştan geçer mutluluğun , huzurun efsunu diyorsun Oradayken , yani mazinin yanı başındayken Eski Aşklara... Eski Aşıklara sevinç gözyaşlarıyla bakıyorsun Dev sevdalar kucağına alıyor seni Güneş'in saçlarını okşarmış gibi hissediyorsun kendini Gurur , titrek bir nağme fısıldıyor kulaklarına İrkiliyorsun ve Gülümsüyorsun... Biliyorum şimdi Niagara'nın hırçın sularında sergüzeşte tutuşmuşsun Ve hissediyorum ki Mısırda bir piramitte mumyaların sırrını çözmeye çalışıyorsun sorgulayan yanın nirvanasına ulaşıyor Bilgeliğindeki asalet Picasso'nun tablosunda bir manzara olarak ölümsüzleşiyor Kayıp ilanları asılmasın diye duvarlara dışarı çıkıyorsun Çünkü karanlıktan korkuyorsun
Işıksızlık yaralıyor özgün adımlarını Mezapotamya'da pinekliyorsun bir süre Medeniyeti ilk orada tadıyor dilin Sonraki durağın Anadolu oluyor kuşkusuz... Önüne geçip gözlerini kapatıyorum titreyen ellerimle , Savaşı görmesin diye gözlerin... Aşklar yitiyor savaşlarda ' Yapmayın ' diyorsun , yapmayın ! Eski Yunan medeniyetinin sembolü olmuş zeytin dallarını aramaya koyuluyorsun Ayaklarının altı nasır oluncaya dek... Buluyorsun... Saçlarına takıyorsun zeytin dallarını Saçlarına sevgi katıyorsun Saçlarından aşk yansıyor denizin üstüne Başarıyorsun Gülümsüyorsun... Biliyorum yine bir yardımseverlik denizi yaratıyorsun bir yerlerde İnsanlığın üzerine bir yağmur gibi serpiyorsun o denizin tuzlu sularını Yeniyorsun faşizmi Yeniyorsun... Barış bayrağının renkleri gözlerinin rengi oluveriyor bir anda Gafletin sönmeyen mumu sönüyor yarattığın denizin sularıyla Dudakların , elem çiçeklerine büyü yapıyor Papatyalar bitiyor yeryüzünde adım attığın her toprakta... Mamafih ; Sen göğ'e yükseliyorsun Melek kanatlarını takıyorsun omuzlarına Kendini bize gösteriyor ve gülümsüyorsun Sen gülümsedikçe biz masumlaşıyoruz...
Yiğit Karadavut
y.karadavut@kalemsizdergi.com
FIRTINAM
Bir birine çarpmadan düşen harflerle, yıkandığım oluyor; yok gürültülü ve ağlak yağışlı günlerde. O vakit, berrak kelimeler akıyor çeşmelerimden, gürül, gürül… Kimi zaman taşkınlara sebebiyet veriyor, içimde biriken, bulanık cümlelerim. Serin şiirlere atıyorum kendimi, uçsuz bucaksız… Üstelik dalabildiğine derin ve bakabildiğine karanlık. Adam boyunu aşan kafiyelerle boğuşuyorum kimi zaman; güvertesine çıktığım, sen bandıralı düşlerde. Sığınabileceğim sakin bir liman sanıyorum, hayalimde beliren dipsiz gözlerini. Halbuki o anda kalıveriyorum; ömrümü ters düz eden fırtınanın tamda merkezinde.
TEK ÇARE
Saki bardağı doldurma boş yere Faydasız balık olsam şişelerde Gözümdeki fer olmuşsa zifiri Özüm aydınlatmaya yar tek çare Tabip kalemin oynatma boş yere Yok sızıma yazılacak reçete Damardaki kan olmuşsa zemheri Yüreği ısıtmaya yar tek çare Tolgam karalar bağlama boş yere Mecbursun geldiğin gibi gitmeye İnsanoğlu ezeldendir seferi Dünya refakatine yar tek çare
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
K端lt端r & Sanat ->
Bu ay karşınıza James’ın tavsiyesi ile çıkmak istedim. Müziksiz bir hayat düşünülemez. Hayatın ritmik ve ahenkli yanı içerisinde bizi duygulardan duygulara götüren bu kavram çoğu kişi için vazgeçilmezdir. Eğer ruh halime göre, aradığım müziği bulamıyorum dersen fizy-mood’dan farklı bir şey ararsan farklı mod: dark, energetic, positive, calm o anki ruh halinize göre seçebileceğiniz kimi zaman yıllar önce dinlediğiniz bir şarkı ile karşılaşabilir kimi zamanda farklı tarzları dinlerken bulabilirsiniz kendinizi. Bir anda Pink Martin dinlerken bir hareketinizle Led Zeppelin dinleyebilirsiniz. Önyargılı davranmayın bir bakarsınız müzik kültürünüz bile değişir. Ben ne aradığımı biliyorum dersen de kanallardan seçimini yapabilirsin. Ellili yıllar, altmışlar, yetmişler ya da ikibinler hangi dönemi dinlemek istersen onu seçme imkanı sunmanın yanında, 18 farklı müzik türünden sevdiklerinizi işaretleyip kendi
http://musicovery.com tam sana göre. Orijinal olarak aktarmak istediğim dört
kanalınızı oluşturabilirsiniz. Her kulağa hitap eden birçok müziği içinde barındıran Musicovery; birçok kişi için müzik kutusu görevini üstlenmiş. İtiraf ediyorum yaklaşık üç saattir dinliyorum. Android uygulaması da var dememe gerek yoktur her halde artık ben susayım müzik konuşsun daha fazla ayrıntıya ulaşmak için;
http://musicovery.com
Azda olsa dünyanın sesini kısıp müzik dinlemek istersen gel bir tıkla derim, kulağında hoş bir müzik dönerken Kalemsiz Dergi’ye de göz atmayı unutma ..
Merve Aygün
m.aygun@kalemsizdergi.com
Mayıs Ayında Vizyona Girecek Olan Filmler VizyonER
• • • • • • •
Muhalif Başkan Pas ve Kemik (De rouille et d’os) Iron Man 3 (3D) Çılgın Doğumgünü Hızlı ve Öfkeli 6 Hangover 3: Felekten Bir Gece Doğan Kahramanlar 3D Sevgili sinemaseverler, bu ayki sayımızda siz değerli okurlarımız için seçtiğimiz filmleri sunmak istiyoruz. Mayıs ayı yine dopdolu, birbirinden güzel filmlerle sizleri beyaz perdeye çağırıyor.
İlker Deniz Devrim
d.devrim@kalemsizdergi.com
Muhalif Başkan
Vizyona giriş tarihi: 03 Mayıs 2013 Yönetmen: Yüksel Torun Oyuncular: Ferhan Şensoy, Yusuf Atala, Dost Elver, Ali Yaylı Tür: Komedi Ülke/Ülkeler: Türkiye Yapım: 2012 Konu: Kahramanımız Zafer’in belediye başkanı olduğu kasabada, göç almış yürümüştür. Kasabanın nüfusu neredeyse yarı yarıya inince, Zafer beldesini kurtarmak için pek çok yola başvurur. Ancak başvurduğu her çözüm yöntemi eski rakibi Cengiz’in oyunlarına kurban gider. Zafer, danışmanı Özkan’ın ısrarını kıramaz ve kasabanın tanıtılması için festival düzenlemeyi kabul eder. Diğer cephedeyse Cengiz ve yardımcısı Raci bu girişimin de önünü kesmek için planlarını hızlandırırlar. Fakat tam da bugünlerde iki rakibin çocukları arasında babalarının haberi olmadan büyük bir aşk yaşanmaktadır. Ozan ile Meltem’in sevgisi babalarının husumetini yenebilecek midir? Filmin başrolünde Ferhan Şensoy yer alırken kendisine kadroda Yusuf Atala, Dost Elver, Ali Yaylı, Serkan Kuru, Türkan Kılıç, Meltem Parlak, Cansel Kula, Ferdi Atuner, Ali Uyandıran ve Nizamettin Şimşek gibi isimler eşlik ediyor. Filmin yönetmeni ise ilk uzun metrajlı işine imza atan Yüksel Torun.
Pas ve Kemik (De rouille et d’os)
Vizyona giriş tarihi: 03 Mayıs 2013 Oyuncular: Marion Cotillard, Matthias Schoenaerts, Armand Verdure, Celine Sallette, Corrinne Masiero Tür: Dram, Romantizm Süre: 115 dk
Yapım: 2012 Konu: Katil balina eğitmeni olan Stephanie ile 5 yaşındaki oğlunu kaybettikten sonra kimsesiz, evsiz ve parasız kalan Ali’nin yolları bir gece kulübünde çıkan kavga sonrası tesadüfen kesişir. Aslında tamamen ayrı dünyların insanı olan Stephanie ve Ali’ye kader bir oyun daha oynar. Ulaşılmaz gibi görünen Stephanie akvaryumdaki bir kaza sonucu kötürüm kalır ve Ali ömrünün geri kalanını Stephanie’nin mutlu olmasına adar. Fransız yönetmen Jacques Audiard’ın, Craig Davidson’ın kısa hikâyesinden Thomas Bidegain ile beraber uyarladığı ve yönetmenliğini üstlendiği filmin başrollerini ise Marion Cotillard (Cesaretin Var mı Aşka) ve Matthias Schoenaerts paylaşıyor.
Iron Man 3 (3D)
Vizyona giriş tarihi: 03 Mayıs 2013 Yönetmen: Shane Black Oyuncular: Rober Downey Jr., Gwyneth Paltrow, Don Cheadle, Guy Pearce, Rebeccca Hall, Stephanie Szostak, James Badge Dale, Jon Favreau ve Ben Kingsley Tür: Aksiyon, Macera Yapım: 2013 Konu: Milyarder iş adamı, kahraman ve mucit Tony Stark, bu sefer gücü ondan daha fazla, hatta sınırsız bir düşmanla karşı karşıya kalıyor. Üstelik bu düşman, o çok sinirlendirecek bir hamle yaparak özel hayatını yok ediyor. Stark şimdi bu olayların kahramanı araştıracağı zorlu bir mücadeleye giriyor. Fakat en yakınlarını korumak için zekâsının ve cesaretinin yanı sıra içgüdülerine de ihtiyacı var. Stark’ın bu savaşında kafasında dönüp duran soru ise belki de tüm olayların en can alıcı yanı: Adam mıdır kıyafeti kıyafet yapan, yoksa kıyafet midir adamı adam yapan? Yarattığı alaycı
karakterle hayran kitlesini geliştiren Robert Downey Jr.’ı dördüncü kez Tony Stark olarak izleyeceğimiz filmin yönetmenliğini ise Shane Black üstleniyor.
Çılgın Doğumgünü
Vizyona giriş tarihi: 17 Mayıs 2013 Yönetmen: Jon Lucas, Scott Moore Oyuncular: Skylar Astin, Miles Teller, Sarah Wright, Justin Chon, Jonathan Keltz, Francois Chau, Daniel Booko, Bonnie Bentley Tür: Komedi Yapım: 2013 Konu: Jeff her zaman yapması gerekeni yapan çalışkan bir üniversite öğrencisidir. Fakat arkadaşları Casey ve Miller 21.yaşgünü için onu ziyarete gelince herşey değişir. Jeff Chang, hayatını değiştirmek için yapmak istediği herşeyi yapmaya başlar, hem de ertesi sabah onun için çok önemli bir işi olmasına rağmen… Herşey tek bir birayla başlar. Hangover’ın yazarlarından yeni bir sarhoş komedisi olan filmin yönetmenliğini Jon Lucas ve Scott Moore yapıyor.
Hızlı ve Öfkeli 6
Vizyon giriş tarihi: 24 Mayıs 2013 Yönetmen: Justin Lin Oyuncular: Vin Diesel, Paul Walker, Dwayne Johnson, Luke Evans, Michelle Rodriquez, Gina Carano, Jordana Brewster, Gal Gadot Tür: Aksiyon, Gerilim Yapım: 2013 Konu: Dom ve Brian’ın Rio soygunu oldukça kilit bir isimin çetesini çökertip, ekibe 100 milyon dolar kazandırdığından beri, paraya para demeyen kahramanlarımız dünyanın tadını çıkartıyordu. Fakat bir yandan da eve dönmek ve kaçmadan, saklanmadan yaşamak arzusu içlerini kemiriyordu. Ne kadar ço paraları olsa da, aileden ve yuvadan uzak hayat bir süre sonra zor gelir. Bu arada Hobbs dünyada 12 ülkeye yayılmış bir suç
organizasyonu araştırmaya başlar. Bu örgüt her biri birer ölüm makinesi olan paralı askerlerden oluşmaktadır. Ve örgütün ikinci lideriyse Dom’un öldüğünü sandığı eski aşkı Letty’den başkası değildir! Adamlarla kapışmanın tek yolu onları kendi seviyelerine yani sokaklara çekmektir. Hobbs, Dom’a takımını Londra’da yeniden toplamasını teklif eder, karşılığındaysa haklarındaki tüm dava dosyaları ve suçlamalar düşürülüp eve geri dönmeyi, ailelerine kavuşmayı vaat eder. Vin Diesel ve Paul Walker’ın sinema tarihine soygun ve araba kovalamacası olarak geçen ünlü serisinin son halkası olan film, bu sefer İspanya’da ve İngiltere’de çekildi. Yapımın yönetmenliğini ise seride yapımcı kimliği ile de yer alan Justin Lin üstlenirken, senaryo Chris Morgan’a ait.
Hangover 3: Felekten Bir Gece
Vizyona giriş tarihi: 31 Mayıs 2013 Yönetmen: Todd Philips Oyuncular: Bradley Cooper, Zach Galifianakis, Ed Helms, Ken Jeong Tür: Komedi Yapım: 2013 Konu: Bu sefer düğün yok. Bekârlığa veda partisi yok. Ters gidebilecek ne olabilir ki? Ancak Kurt Sürüsü yollara düştüğünde tüm bahisler kapanır. Bradley Cooper, Ed Helms, Zach Galifianakis ve Justin Bartha’yı: Phil, Stu, Alan ve Doug rollerinde tekrar biraraya getiriyor. Ken Jeong, Heather Graham, Jeffrey Tambor, Gillian Vigman, Sasha Barrese ve Jamie Chung da takıma geri dönüyorlar. John Goodman ise ilk kez bu bölümde takıma katılıyor. Dünya çapında rekorlar kırarak fenomene dönüşen serinin üçüncü ve son bölümünde yine Todd Philips, Craig Mazin ile birlikte yazdığı senaryonun yönetmeni.
Fikir & Yorum & G端ncel ->
II. MEHMED
30 Mart 1432. Dünya tarihine altın harflerle kazınan bir ismin, doğum tarihi. 30.03.1432 tarihinde sabaha karşı Edirne’de dünyaya geldi, Şehzade Mehmed. Babası II. Murat, annesi Hüma Hatundur. Hüma hatun doğum sırasında çok sancılar çekmiş ama kolay mı böylesine yiğit bir evlat dünyaya getirmek? Şehzadeliği döneminde hep atalarının izinden gitti Mehmed. Yıllar boyu onlarca kuşatmaya rağmen fethedilemeyen Konstantinopolis’i fethetmek, ulaşılması imkânsız olan yerlere ulaşmak ve hep en tepeye tırmanmak onun karakteristik yapısıydı. Henüz on bir yaşındaydı Manisa / Saruhan sancakbeyi oldu. Küçük yaşta eğitimlere tabii tutuldu ki bu bir şehzade için çok önemliydi. Çok zeki, her şeyi anlayabilen, en zor düşünceleri bile çabuk kavrayabilen bir çocuktu Mehmed. Zeki olduğu kadar hırçın bir yapısı da vardı ve bu yapısı eğitiminde zorluklara neden oldu. Hocalarıyla çok sık tartışan fakat onlara son derece saygı duyan bir şehzadeydi. Bunun üzerine babası, disipliniyle meşhur olan Molla Gürâni’yi görevlendirdi, Şehzade II. Mehmed için. Rivayete göre II. Murat, Mehmed eğer bir terbiyesizlik yaparsa, dövmesi için bir değnek vermişti Molla Gürâni’ye. Bunu öğrenen şehzade Mehmed, eğitiminin önemini kavramış ve daha fazla ciddiye almıştır.
İLK TAHTA ÇIKIŞI 1444 yılında babasının tahttan çekilmesi üzerine, Osmanlı imparatorluğunun 7. Padişahı olarak tahta çıkmıştı. Henüz on iki yaşında padişah olan Mehmed, birçok sorunla karşılaştı. Bunlardan en büyüğü ise otorite sorunuydu. Orduda bu kadar genç bir şehzadenin tahta çıkması sorunlara yol açmış ama Mehmed bunların üstesinden gelmeyi başarmıştı. Varna savaşında başarı yakalamakta zorlanmış ve babasına o tarihi mektubu şu sözlerle aktarmıştı. “Baba, eğer ki padişah sen isen ordunun başına geç, eğer padişah ben isem sana emrediyorum gel ve ordularının başına geç.”
1446 yılında Mehmed’in birinci hedefi ve hayali olan Konstantinopolis’in fethini planlaması ve bunun için harekete geçmesi, başta sadrazam Halil Paşa olmak üzere, birkaç veziri daha rahatsız etmiş ve Halil Paşa’nın çağrısıyla II. Murat yeniden tahta dönme kararı almıştır. Halk ise farklı düşünmeye başlamış, II. Mehmed’i beceriksiz, taht varisi olma kapasitesinden uzak ve korkak bir şehzade olarak nitelendirilmiştir.
İKİNCİ TAHTA ÇIKIŞI Takvimler 1451 yılının Şubat ayını gösteriyordu. Belki de Mehmed için en zor ve kara günlerden biriydi. Manisa’ya Edirne’den bir ulak gönderilmiş ve getirdiği haberde II. Murat’ın ölüm haberi vardı. Mehmed düşünceli bir şekilde elini anlına götürmüş, saatlerce oturduğu yerden kalkmadan yapacaklarını gözden geçirmekteydi. Kimsenin beklemediği bir anda ayağa kalkıp, “Devlet hizmet bekler. Beni seven ardımdan gelsin.” diyerek Edirne’ye doğru, tahta çıkmak üzere yola koyulmuştur. Tahta ikinci kez çıkan Sultan Mehmed, halkın gözünde yetersiz görünüyordu. Onu yetersiz gören sadece kendi halkı değildi, aynı zamanda Bizanslılarda büyük sevinç içindeydi. Bizanslılar, Karaman beyliklerini kışkırtarak bir iç isyan başlattı Anadolu’da. Bunun üzerine Sultan Mehmed, 1451 yılında İç Anadolu’ya geçti ve bu isyanı bastırdı. İlk seferinden zaferle dönmesi, halk arasında Mehmed’e karşı inanç tazelenmesine ve aynı zamanda askerinde güvenini fazlasıyla kazanmasına sebep olmuştu. Bizanslılar isyanın bastırılmasını beklemiyorlardı. Onlara göre bir savaş çıkacak, ciddi kayıplar verilecek ve Osmanlı uzun süre kendini toparlayamayacaktı. Şehzade Orhan Bizanslıların elindeydi. Osmanlı İmparatorluğu Konstantin’e, Orhan’ın taht üzerinde hak iddia etmemesi için ve hayatta kalması için, yıllık belli bir miktar tahsisat ödüyordu. Fakat son zamanlarda bu tahsisata sık sık zam yapılır olmuştu ve ödenmediği takdirde Orhan’ı tahta çıkması için Edirne’ye saraya göndereceklerini söylüyorlardı. Şehzade Orhan, beşinci Osmanlı padişahı I. Mehmed’in ağabeyi olan Emir Süleyman’ın torunuydu. Emir Süleyman Fetret devri padişahlarındandı ve taht mücadelesini kardeşlerine
kaybetmişti. Orhan bu nedenle taht üzerinde hak iddia etmiş, ayaklanmalar çıkarmış, başarılı olamayınca kelle korkusuyla Bizans’a sığınmıştı. Konstantin, Mehmed’in genç ve tecrübesiz olmasından faydalanmak istiyordu ve bunun için çok fazla baskı yapar olmuştu. Durmadı Mehmed, sürekli çalıştı, fikirler aldı, aldığı fikirleri geliştirdi, gecelerce uyumadı planlar hazırladı ve kimsenin beklemediği bir anda büyük emrini verdi. “Hazırlıklara başlayın! Sefere çıkıyoruz !” Bu onun kendine has bir duruşuydu. Sır olarak aldığı her şeyi sadece kendi bilir, başka kimseye güvenmezdi. Ani kararlar veriyormuş gibi dursa da, aslında her kararını uzun uzun düşünür öyle açıklardı.
FETHE HAZIRLIK
Sultan Mehmed, savaşın ne kadar zor geçeceğini biliyordu. Daha önce defalarca kuşatılmış olmasına rağmen, bir türlü ele geçirilemeyen bu Tanrı’nın şaheseri toprakları fethetmenin kolay olmayacağının, oda farkındaydı. Fakat herkesten daha çok inanmış, daha çok çalışmış ve eşsiz bir
kudrete sahipti. Onu ayrıcalıklı kılan en büyük etken şüphesiz zekâsıydı. Ataları yıllarca topraklarını genişletmiş ve en ferah dönemlerinden birinde Osmanlı İmparatorluğu’nun sancağını sultan Mehmed’e teslim etmişlerdi. Konstantinopolis ilk defa Ebu Eyyüb el-Ensari tarafından, 668 yılında kuşatılmış fakat fethi ona nasip olmamıştır. Tarih boyunca (kesin kaynaklara) göre yirmi bir kez kuşatılmış fakat sonuç elde edilememiştir. Savaş öncesi çok zorlu bir dönemden geçilmekteydi. Çünkü Sultan Mehmed’e inanan kişi sayısı oldukça azdı. Dirayetli bir padişah olmasına rağmen çoğu zaman, etki altında kaldığı da olmuştur. Sultan Mehmed, kuşatmanın olumlu sonuçlanması için, Bizans yanlısı ülkelerin, yardım yollarını kesmesi gerektiğini biliyordu. O dönemde en büyük yardım deniz yoluyla gelmekteydi, bu yüzden deniz yollarının kapanması gerekiyordu. Atası Yıldırım Bayezid’in yaptırdığı, Anadolu Hisarı’nın karşısına bir hisar daha yapılmasını emretti. Fakat hisar yapılmaya başlandığı andan itibaren, bunun savaş
anlamı taşıyacağını en aptal hükümdarlar bile anlayabilirdi. Vezirleri, Sultan Mehmed’e bunu anlatmaya çalıştılar, Mehmed ise “Emrimi yerine getirin kararım kesindir.” Diyerek Rumeli Hisarı inşaatını başlattı. Hisarın yapımına başlandığı yer boğazın en dar kısmıydı. Yardım getiren gemilerin, Anadolu ve Rumeli hisarlarından yapılacak top atışlarıyla batırılması hedefleniyordu. Hisarın yapımına başlandığı sırada, XI. Konstantin tarafından gelen bir haberde, hisar inşaatının durdurulması bildiriliyordu. Sultan Mehmed ise cevabını şu sözlerle veriyordu. “Benim topraklarımda ne yapılıp, ne yapılamayacağına ancak ben karar veririm.” Bu sözler açıkça savaşın başlayacağına dair bir işaretti. Konstantinopolis cephesi hemen Papa’ya bir mektup yazdı. Mektupta Ortodoks kilisesinin, Roma’ya olan bağlılığını bildiriliyordu. Bu sayede batının desteğini alarak, Osmanlı donanmasını geri püskürtmek niyetindeydi ancak sonuç alamadı. Konstantin, şehrin surlarına güveniyordu. Surların toplam uzunluğu 22 kilometre ve yüksekliği 25 metreye kadar çıkmaktaydı. Yıllar boyu türlü kuşatmalara sahne olan bu şehrin surları, her türlü saldırıya rağmen ayakta kalmış ve yıkılamamıştı. Konstantinopolis halkıda aynı fikirdeydi ve surların içinde güvende olduklarından son derece eminlerdi. Fakat unuttukları bir şey daha vardı! Karşılarında ki Sultan Mehmed Han’dı. Rumeli Hisarı, 90 gün gibi mucize bir sürede tamamlandı ve savaşa hazır hale getirildi.
AKŞEMSEDDİN’İN SAVAŞA ETKİSİ
Akşemseddin, II. Murad tarafından, şehzade Mehmed’e hocalık yapması için tayin edilmişti. Konstantinopolis’e yapılacak olan seferde, Mehmed’e tavsiyelerde bulunmuş ve destek olmuştur. Sultan Mehmed’e peygamber tarafından müjdelenen padişahın kendisi olduğunu söylemiş ve bundan son derece emin olduğunu da her fırsatta dile getirmiştir. Akşemseddin, bizzat kendisi savaşa katılmış ve öğrencileri de onu yalnız bırakmamışlardır.
XI.KONSTANTİN’İN ÇABASI
Konstantin, Ortodoks ve Katolik kiliselerinin birleşmesi için yoğun çaba harcıyordu. Duruma uygun olması açısından, Ayasofya’da Katolik inancına bağlı bir ayin düzenlendi fakat halk bunu kabullenmedi. Daha iyi anlamanız için biraz daha açacak olursak; Alevilerin, Hanefi inancına göre yaşamaya zorlanması gibi bir şeydi bu. Bunun sonucunda halk, “Latin serpuşu görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederiz.” Diyerek bir isyan başlattı. Konstantin’in çabası, papa tarafından, göz boyama usulü bir yardımı da beraberinde getirmişti. Bu yardım, sadece görüntü denebilecek kadar azdı. 3 kadırga ve 200 asker gibi komik bir rakam gönderilmişti. İspanyollar ve Cenevizlilerde yardımlarda bulunmuşlardı, bu yardımlar papaya nispeten daha hatırı sayılır yardımlardı. Konstantin’in, deniz yollarında en büyük kozu ise Haliç’e çekilen dev zincirdi.
İLK HAREKÂT
1453 yılının Şubat ayında, Edirne’den toplar yola çıkarıldı. Öylesine büyük ve ihtişamlı bir ordu geliyordu ki, böylesine kudretli bir orduyu karşısında görenlerin, sorgusuzca teslim olması şaşılacak bir durum değildi. Karaca Paşa, güzergâhı üzerindeki Silivri, Ayastefanos ve Vize kalelerini kuşattı. Bir yandan Konstantinopolis üzerine yürünürken, diğer yandan yol üstünde ne varsa kuşatma altına alınıyordu. Sultan Mehmed, haber göndererek eyalet ve sancakları da savaşa çağırdı. Ordu gün geçtikçe büyüyor, gün geçtikçe güçleniyordu. 5 Nisan sabahı Sultan Mehmed’in komutasında ki 200.000 askerli ordu Konstantinopolis’e doğru yola çıktı. Zağanos Paşa Beyoğlu’nu fethedip o bölgeye hâkim oldu. Maltepe civarında, 9000 kadar asker konuşlandırıldı. Sultan Mehmed, Konstantinopolis sınırlarında olan Haliç’te, askerleriyle beraberdi. Zaferden son derece emindi. Beyaz atının üstünde, ileride İstanbul olarak adlandırılacak olan mükemmel şehri izliyordu.
BÜYÜK KUŞATMA
Savaşa başlamak için her şey hazırdı. Askerler, toplar ne gerekiyorsa hazırdı. Her şeyi bir kenara bırakın, sanki o gün gökyüzü bile bir başka hazırlanmıştı güne. Belki kimsenin canı yanmadan şehri teslim ederler düşüncesiyle, Sultan Mehmed Han bir elçi gönderdi Bizans kralı Konstantin’e, Hani “Bırak be
oğlum halkına eziyet etme.” Dercesine. Ret cevabı üzerine 6 Nisan 1453’te kuşatma başlatıldı büyük Konstantinopolis kalesine. Osmanlı ordusu, şehri hem karadan, hem denizden kuşatma altına aldı. Toplar surlarda gedikler açıyor fakat yeterli olmuyordu. Açılan gedikleri kapatmak Bizanslılar için çok kolay bir hâl almaya başlamıştı. Saldırılar sonuç vermiyor ve şans bir türlü Osmanlı’nın yüzüne gülmüyordu. Bütün bu olumsuzluklar yetmez gibi; yardım için gelen Ceneviz ve Venedik gemileri de denizde üstünlük sağlamış ve Haliç’e gerilen dev zincir, Osmanlı ordusunun ilerlemesine engel olmayı başarmıştı. Günler, geceler bu şekilde geçiyordu. Her sabah kuşatma sürüyor, fakat Konstantinopolis nazlı bir kız gibi öyle kolay kolay teslim olmuyordu. Asker inancını yitirmiş, padişah düşünceli bir şekilde kimseyle konuşmuyordu. Nasıl düşünmesin! Onlarca asker, onlarca yiğit; top, tüfek ne var, ne yoksa her şey oradaydı. Bir şehir daha ne kadar direnebilir, daha ne yapabilirdi.
GEMİLERİN KARADAN YÜRÜTÜLMESİ
Osmanlıların daha önce 4 kez kuşattığı bu eşsiz toprakların surlarını hiç kimse aşamadı. Peygamberin işaret ettiği o mükemmel komutan olmak için, ne gerekiyorsa yapmaya hazırdı Sultan Mehmed Han. Genç bir padişahtı… Evet! Henüz 21 yaşındaydı ama tutkuluydu. Vazgeçmeye hiç niyeti yoktu, hatta vazgeçmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu. Genç yaşına rağmen dirayetli ve azimliydi. Korkusuz, cesur ve hırslıydı. Yeni fikirlere açık biriydi. Zekâsı onda yeni bir fikir uyandırmıştı! Haliç’i geçmedikçe fethin mümkün olamayacağını anlamıştı. Gemileri ne yapıp, ne edip Haliç’e indirilmesi gerektiğini, paşalarına bildirmiş ve karadan yürütme planını anlatmıştı. Paşalardan bazıları haklı olarak bunu imkânsız olarak nitelendirdi. Mehmed ise şu cevapla onlara karşılık veriyordu. “İmkânın sınırını görmek için, imkânsızı denemek lazım.” 22 Mayıs’ta Dolmabahçe’den Beyoğlu’na kadar geniş bir yol yapıldı. Dev kızaklar döşenerek hayvan yağlarıyla beslendi. Öküzlerin çektiği ve binlerce insanın dengelediği 72 adet gemi, sadece bir gecede karadan yürütülerek Haliç’e indirildi. Dünya tarihinde bir ilk yaşanıyordu ve Bizanslılar şaşkınlık içerisindeydi. Nasıl şaşırmasınlar? Uyuyorsunuz, kalktığınızda ise böyle bir manzara karşınızda. Haliç’e bakıyorsunuz zincir yerinde duruyor, akıl alacak iş değil. Sultan Mehmed inançlı bir şekilde şehri izliyordu. ”Ey Konstantiniyye! Ya sen beni alacaksın, ya ben seni!”
SON BÜYÜK KUŞATMA Bizans İmparatoru Konstantin elçiler göndererek, kuşatma kaldırıldığı takdirde istenilen miktarda vergi vermeye razı olduğunu, gelinen noktaya kadar bütün toprakları Osmanlı mülküne bırakacağını ve Sultan Mehmed’in isteği doğrultusunda belirtilen yere sorgusuz, sualsiz gidebileceğini bildirdi. Askerin inancı yerine gelmişti. Ordu içerisinde adeta fetih sevinci yaşanıyordu. Böyle bir yazının bence anlamı şuydu; “Biz zaten bittik, gelin tüy dikin.” Tabi Sultan Mehmed Han, teoride benim gibi düşünse de, şu cümlelerle elçiyi geri gönderdi. “Efendinize söyleyin, direnmekten vazgeçip şehri bir an evvel teslim etsin. Eğer teslim ederse Mora’nın hâkimiyetini kendisine vereceğiz. Şayet teslim etmez ise o vakit zorla gireceğiz! Biz Sultan Murat Han oğlu Mehmed han olarak peygamberin müjdesinin peşindeyiz.” 28 Mayıs gecesi Ordu’yu topladı Sultan Mehmed ve çeşitli kaynaklarda yer alan şu cümleleri söyledi askerlerine. “Şehir benimdir, lakin tutsakları ve ganimetleri sizlere bağışlıyorum. Ülkemin sancakları pek çoktur. Konstantiniyye surlarına çıkacak yiğite en zengin, en güzel şehirlerin beyliğini vereceğim ve hayal edemeyeceği kadar çok ihsana boğacağım.” Bu onun orduyu motive etmek amaçlı yaptığı son konuşmasıdır. 29 Mayıs sabahı bütün ordu aynı anda namaza durdu. Bu ya onların son namazı olacaktı ya da bir sonraki namazı Ayasofya’da kılacaklardı. Sultan Mehmed Han dâhil herkes bunun farkındaydı. Namaz sonrasında, Sultan Mehmed Han beyaz atına bindi ön saflara doğru geldi ve topların ateşlenmesi emrini verdi. Bütün bu topların dışında Sultan Mehmed’in çok güzel bir sürprizi vardı. Bizanslıların sınır dışı ettiği, Macar asıllı olan Urban adında bir top döküm ustası; 680 kg ağırlığında, 1200 metre menzilli bu dev topu yapmayı başarmıştı. Şahi top adı verilen bu silah, aslında Edirne’de yapılmış, kuşatmanın başlarında getirilmiş ama çeşitli arızalardan dolayı
kullanılamamıştı. Her şeyin kusursuzca çalışması gerekiyordu artık. Allah! Allah! Sesleriyle ordu harekete geçti. 200.000 askerli dev ordu naralar atarak, yüce peygamberin işaret ettiği askerler olmak için Konstantinopolis üzerine saldırıyordu. Onları motive eden şüphesiz, peygamberin; “Konstantiniyye, bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden asker ne güzel asker, onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır.” sözleriydi. Kızgın yağlar, surlara tırmanmak isteyen Osmanlı askerlerinin üstlerine boşaltılıyordu ve Rum ateşi üzerlerine kara bulut gibi çöküyordu. Şahi top ateşlendi, etrafta insanları sağır edecek bir gürültü koptu. Ses o kadar fazlaydı ki; Bizans askerlerinin bile dikkatini dağıtmayı başarmıştı. Şahi topun açtığı gedik kapatılacak türden değildi. O gedikten içeri sızan Osmanlı ordusu, nihayet Konstantinopolis’e girmeyi başarmış ve fethi gerçekleştirmişti. Tam 53 gün boyunca yılmadan, yıkılmadan, azimle Konstantinopolis üzerine saldırılmış, her defasında başarısız olunmuştu. Biriken stres artık yerini huzura bırakmış ve Sultan Mehmed Han, Topkapı’dan şehre girip ve Fatih ünvanını almıştı. Fatih Sultan Mehmed, savaş kuralları gereği, ganimet ve yağmalama hakkına sahip olan yeniçerileri mağdur etmeden, gerekli ödemelerle bu haklarını iptal etti. Halka dönerek herkesin dinini özgürce yaşayabileceğini söyledi ve onları baskı altına sokmadı. Bu yüzden bir çağı kapatıp başka bir çağı açtığı belirtilir. Bizans İmparatoru Konstantin’e ne olduğuyla ilgili net bir bilgi yoktur. Kimi kaynaklara göre ölmüş, kimi kaynaklara göre ise bir gemiyle Roma’ya kaçmıştır. Şehzade Orhan ise intihar ederek hayatına son vermiştir.
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
S繹zde Ermeni Soyk覺r覺m覺
Semih R. Cabalar
s.cabalar@kalemsizdergi.com
Değerli Kalemsiz Dergi Okuyucuları, Sizlerle buluştuğum üçüncü sayıda, devamlı surette milletimize açıkça atılan bir iftira olan ve sürekli olarak milletimizin düşmanları tarafından hem ulusal hem de uluslar arası alanda gündeme getirilen çok önemli bir sorundan: Ermeni Meselesinden ve Sözde Ermeni Soykırımından bahsetmeye çalışacağım. Öncelikle şurası çok iyi bilinmelidir ki, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde yaşayan halka din, dil, mezhep ve kültür ayırmaksızın eşit muamele göstermiştir. Osmanlı Arşivleri şöyle üstün körü incelenip, mahalli kayıtlara bakıldığında bu çok net bir biçimde görülecektir. İmparatorluk içerisinde yaşayan Gayri Müslim unsurlar içerisinde Ermeniler her zaman farklı bir konumda olmuşlardır. Çünkü Ermeniler, sosyal hayat içerisinde her daim Osmanlı Türklerine yakın olmuşlardır. Ermeniler, inanış itibariyle birbirlerinden bile farklı düşüncelerde olup, farklı mezheplere inanıyorlardı belki ama sosyo-kültürel ve içtimai açıdan her zaman Osmanlı Türklerine yakınlık göstermekteydiler. Yemek kültürlerinden tutun da, edebiyatlarına kadar; Türk adet ve folklorundan izler taşımaktaydılar. Bir çok batılı araştırmacı yukarıda saydığım etkenlerden dolayı Ermenilere, ''Hıristiyan Türkler'' demişlerdir. Osmanlılar ise, Türk Milletine olan bağlılıklarından dolayı ve kendilerinden ayrı görmedikleri için Ermenilere Millet-i Sadıka demiştir. Şahsi Kanaatim şudur ki yaşanan malum süreç yüzyıllar geçse de bize aynı oyunun oynandığının açık göstergesidir. Aynı toprağın hamuruyla yoğrulmuş, aynı acıları, sevinci ve üzüntüyü yaşayan insanlar, birbirine düşürülmüştür. Bugün de okyanus ötesinden iç savaş senaryoları organize edenler, dün Ermenileri kışkırtanlarla aynıdır. Maalesef yüzyıllar geçse de aynı zihniyet bize aynı oyunu oynamaktadır. Ermeniler, 19.yüzyıldan itibaren Büyük Devletler tarafından ortaya konan büyük oyunun piyonu olmuştur. 93 Harbi hadisede bir dönüm noktası teşkil eder; çünkü 93 Harbinde, Ermeniler Türk Ordusuna karşı Rusların yanında savaşmıştır. Savaş sonunda Rusların zorla imzalattığı Yeşilköy Antlaşmasının 16.Maddesi Ermenilere Islahat yapılmasını öngörmektedir. İşte bu kerteden sonra Ruslar, Ermeni Meselesini siyasi bir gündem olarak başlatmıştır.Bu durum İngiltere'nin de harekete geçmesine neden olur. Doğu Anadolu'da Ermeni merkezli oynanan oyunu fark eden İngilizler, Ruslara karşı aman vermemek için Ermenilerin hamisi olmak ister. 1878 Yılında imzalanan Berlin Antlaşmasının 61.Maddesinde de Osmanlı'nın Ermeniler lehine ıslahat yapması istenir.
( Aynı anlaşmada Kürtler ve Çerkezler lehine de imtiyaz istenmektedir ! ) Kısacası Berlin Antlaşması ile mesele Uluslar Arası bir boyut kazanmıştır.Bu tarihten itibaren Ermeniler İngilizler, Fransızlar, Ruslar hatta İtalyanlar tarafından maksatlı bir biçimde kullanılmış, oynanan oyuna alet olmuştur. Misyonerlik faaliyetleriyle Osmanlı Coğrafyası içerisinde kültürel farklılıklar derinleştirilmeye çalışılırken, Kilisenin de büyük etkisiyle Hınçak Ve Taşnak Teşkilatları 1880'li yılların başından 1910'lu yıllara kadar 40 isyan çıkartmıştır. Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğunun her vilayetinde yaşamaktaydılar. Ama bugün bizi soykırımla itham edenlerin iddia ettiği gibi, asla devlet kuracak hüviyette bir sayıya ulaşmamışlardır. Anadolu Coğrafyasında; Erzurum, Bitlis, Harput, Diyarbakır, Erzincan gibi illerimizde Ermeni Nüfusu ancak yüzde otuz dokuza ulaşmaktadır. Batı Anadolu ve Rumeli'de ise Ermeni sayısının çok az olduğu görülecektir. Dolayısıyla katliam olmadığı gibi, ortaya atılan rakamlar da gülünçtür ve yukarıda da söylemeye çalıştığım gibi ayrı bir devlet kuracak statüde değildir.Dış güçlerin desteği ile Vilayet-i Sitte adı verilen Doğu Anadolu'daki Altı İlimizde(Erzurum, Van, Bitlis, Sivas, Diyarbakır, Harput) karışıklıklar çıkartılmış, Türk nüfusu katledilmiş, Osmanlı Devleti'nin zor zamanlarında bundan yararlanılarak halka büyük acılar yaşatılmıştır. Dış güçlerin oyununu göremeyen Ermeniler, ayrı bir devlet kurmak sevdasıyla, insanımıza büyük acılar yaşatmıştır. Birinci Dünya Savaşı devam ederken ve savaş bittikten sonra yapılan gizli anlaşmalar da çok mühimdir. Ermeniler, büyük güç odağı devletler ile anlaşmalar yapmış; savaş esnasında cephe gerisindeki insanımıza büyük zararlar vermiş; canına,malına, namusuna kastetmiştir. Tüm bunlar dönemin belge ve kayıtlarında ayrıntılarıyla mevcuttur. Esas katliam yapanlar Dış güçlerin desteklediği Ermeniler iken, Batılılar yaptıkları büyük propaganda ve yarattıkları bilgi kirliliği ile gerçekle ilgisi olmayan rakamlar ortaya atmışlardır. 1915'li yıllarda 200 bin Ermeni'nin sürgün edilerek öldüğü iddiaları sık sık basında yer bulmuş, bu iddialar sonraki yıllarda 1 Buçuk Milyona, 2 Milyona daha sonraları yetmemiş olacak ki 3 Milyona yükseltilmiştir.(New York Times , 1915 Yılında çıkan bir sayısında 1 Buçuk Milyon Ermeni Katledildi haberini yaparken, aynı yıl ki başka bir nüshasında 500 bin Ermeni'nin açlıktan helak olduğunu iddia etmiştir.) Bu rakamlar afaki rakamlar olup, gerçekle ilgisi yoktur. Objektif olmayan bu iddiaların açıklaması esasen son derece basittir. Osmanlı Devleti'nin nüfus
kayıtlarını tutma konusunda ne kadar hassas olduğu hatırlanacak olursa, sadece o dönemden kalma ve bugünde arşivlerde yer alan(pek çoğu açılmayan-açılması istenmeyen !) tapu kayıtlarına, nüfus sayımlarına bakılacak olursa Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde 1.300.000 Ermeni yaşamaktadır. Yani 1 Buçuk Milyon Ermeni'nin öldürülmesi mümkün değildir. Osmanlı Hükümeti'nin talimatıyla 1905 yılında bir nüfus sayımı planlaması başlatılmış ve bu sayım 1914 yılında bitmiştir. (Nüfus sayım tablosunu detaylı olarak incelemek isteyen okurlarımız Prof. Dr. İlker Alp'in Ermeni İddialarının Tarihsel Geçersizliği İsimli Makalesine göz gezdirebilirler)Bu nüfus sayımı tehcirden hemen önce olması bakımından çok önemlidir ve bu sayımda 1914 yılı itibariyle Osmanlı Devleti sınırlarında Ermeni Nüfusunun 1.294.851 olduğu ortaya konmuştur. İddiaların ve rakamların doğru olmadığı görmek isteyenler için ortadadır. Bugün büyük devlet olarak arkasına Amerika'yı alarak iftira ve taleplerine devam eden Ermeniler, 1915 yılında çıkartılan tehcir kanununun nedeninin bilinçli bir şekilde Ermenileri Anadolu'dan atmak olduğunu ve Türklerin, Ermenileri kasıtlı olarak yok ettiğini iddia ederler. Bu son derece yanlıştır. Çünkü Büyük Ermenistan hayali gören Ermeniler, Birinci Dünya Savaşı'nda özellikle Ruslar ve İngilizlerle işbirliğine gitmişlerdir. 1915'li yıllara bakıldığında Osmanlı için en büyük tehditlerden birisinin Doğudaki Rus taarruzu ve Ermeni isyanları olduğu görülecektir. İsyanlar son kertede iyice şiddetlenmiş ve 3-4 Nisan 1915 günü Van merkezli olarak büyümüştür. Van'da çıkan isyan dönüm noktasıdır. Sadece Van'da 40 Binden fazla vatandaşımız katledilmiştir. 80 Bin vatandaşımız da yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalmıştır ( Ayrıntılı bilgi sahibi olmak isteyen okurlarımız, Prof. Dr Yusuf Halaçoğlu'nun yayınladığı makaleleri inceleyebilir) Sadece bu bölgede de değil, Bursa, Erzurum, Sivas, Trabzon, Ankara gibi bölgelerde yaşayan Ermeniler de isyan etmiş, taşkınlıklar çıkartmışlardır. Van aynı yıl içerisinde; Anadolu'da isyanlar büyürken, Rus ve Ermenilerin ortak saldırısıyla tamamen işgal edilir. Burada Ermeniler bir hükümet kurmuş ve Van'dan sonra çok kısa zamanda Bitlis ve Malazgirt Bölgesini de ele geçirmiştir. Böylece Ruslar amacına ulaşmış oluyor ve Osmanlı Devleti tehcir kararını çıkartıyordu. Osmanlı Devleti, vatandaşlarının meşru müdafaa hakkını kullanmış ve fesat çıkartan Ermeni Teşkilatlanmasına dur demek için 24 Nisan 1915'te tehcir
kararı çıkartılmıştır. Osmanlı Devleti Ermenilerin ellerindeki silahları da bırakmasını istemiştir. Yani Osmanlı, ancak dokuz ay sonra bütün saldırı ve katliamlara rağmen meşru müdafaa hakkını kullanmıştır. Emperyalist güçlerin teşvik ve yönlendirmeleri ile Ermeniler, tehcir kararını bir soykırım olarak kabul etmişler ve bu bilgi kirliliği gülünç tezlerle desteklenmeye çalışılmıştır. Bu tezlere itibar etmeyenler Soykırım İnkar Yasası Kanunları ile para hatta hapis cezalarına çarptırılmışlardır.Osmanlı Devleti, dokuz aylık her türlü zorbalık ve vahşet karşısında hukuki haklarını muhafaza etmiştir ve bugün gelinen nokta da maalesef 24 Nisan günü Soykırım günü olarak anılmaktadır. Değerli okuyucularımız, sizleri daha fazla ayrıntıya boğmadan şunları söylemek isterim ki, Ermeni Soykırımının iddiası bile bu millete atılan en ağır iftiradır. Türk Milleti, tarihinin hiç bir döneminde masum ve savunmasız insanlara dokunmamış, mazlumun ve ezilenin yanında yer almıştır. Henüz ortaya attıkları iddiaların rakamları hususunda bile doğru bilgiler veremeyen Ermeniler, bugün de Büyük Ermenistan hayalleri ile tehciri soykırım gibi göstermekte, büyük oyunun kuklası olmaya devam etmektedir. Dış güçleri arkasına alan Başta Ermeni Patrikhanesi olmak üzere ortaya çok afaki ve gülünç rakamlar atmakta; ve bunun üzerinden adeta hikaye yazar gibi tarih yazmaktadır. Wilson Prensipleriyle Anadolu'dan toprak talep eden zihniyet, bugün de Ağrı Dağı Hayalleri görmektedir. Gelinen nokta da, tarihçilerden çok siyasilerin konuşması, bu işlerin ve tartışmaların işin ehillerine bırakılmaması, arşivlerin bir türlü açılmaması oldukça manidardır. Her zaman söylemeye çalıştığım gibi sahne ve oyun aynıdır. Oyuncular değişmektedir. Maalesef yıllardır acaba bu yıl Amerikan Başkanı soykırım ifadesi kullanacak mı diye beklemekten başka hiç bir şey yapmayan zihniyet, bugün gelinen noktada gerçek düşmanın kim olduğunu görememektedir. Terör,bu toprakların tarihiyle eştir belki ama unutmamalıyız ki Asala Terör Örgütü bitirildiği vakit topraklarımızda başka bir örgüt kurulmuştur ve bugün o örgütün içinde hatırı sayılır miktarda Ermeni yer almaktadır. Mevzu, topraklarımızdan pay alabilme, bizi geldiğimiz yere-Orta Asya'ya göndermek mevzusudur. Bir dahaki sayıda görüşmek dileğiyle.
Anneler Günü Özge Özgüner
o.ozguner@kalemsizdergi.com
Her yılın mayıs ayının ikinci pazar günü Anneler Günü olarak bilinir. Yeryüzünde kaç kişi ayakları olan ama yürüyemeyen, elleri olan fakat kullanamayan, konuşamayan, altına yapan ve geceleri en tatlı uykunuzu ağlayarak bölen birine bakmak ister? Düşününce oldukça zor gelen bu işleri hiçbir karşılık beklemeden, severek yapan "anneler" tabi ki. Daha gözlerimizi açtığımız ilk anda başlar onlara olan bağlılığımız. Babanın araya mesafe koymasına rağmen "O" yıkar bütün mesafeleri. Bizlerde bu durumdan mutluluk duyar ve sürekli onlara hediye verme çabasına gireriz. Hatta onlara ilk hediyemizi konuşmayı söktüğümüz zaman veririz. Birçoğumuzun öğrendiği ilk kelime "anne"dir çünkü. Bu hediyemizi çok duygusal bulur ve sevinçten ağlarlar üstelik. Aslında anneler sürekli ağlarlar mutluluktan. Okula başladığınız ilk gün, mezun olduğunuzda, iyi bir işe girdiğinizde, evlendiğinizde, çocuğunuz olduğunda vs. bu böyle uzar gider... Dünyada annenin yerini de, anne sevgisinin yerini de dolduracak hiçbir şey yoktur.Bir çok anne gördüm, hepsinin tek ortak özelliği vardı o da evlatlarına olan koşulsuz sevgileriydi. Yoksul anneler gördüm... Saatlerce bir şey yemediği halde "Tokum ben!" deyip tabağındakileri çocuğunun önüne koyan... Çocuk yetiştirmenin yanı sıra, yoksulluk ve çaresizlikle de başa çıkmaya çalışan o eli öpülesi anneleri. Çocuğunun okuması için bütün varlığını ortaya koyan anneler gördüm... Evin geçimini sağlamak için temizliğe giden, işçilik yapan, tarlada çalışan anneleri. Hem anne hem baba olan anneleri gördüm...
Besleyip büyüttüğü oğlunu askere yollarken arkasından "Vatan sağ olsun!" diyen anneleri gördüm.. Oğlunun mezarı başında hıçkırıklarla gözyaşı döken anneler gördüm... Kanlı üniforması geçer gözünün önünden ve "Şehitler ölmez" diye biten cümleler gelir bir bir aklına. İşte o an fedakar ve yiğit anne "Vatan sağ olsun!" der yine içinden... Sıkar dişini. Nice anneler gördüm huzur evinde... Yalnızlık ve terk edilmişliğin koynunda. Anneler gördüm bayram günü hiç çalmayacak telefona bakan. Ama olur ya belki arar diye gün boyu o telefonun başından ayrılmayan. Anneler gördüm pencerenin önünde evladının dönüşünü bekleyen. Hiç dönmeyeceğini bile bile umudunu bir an bile yitirmeyen. Anneler gördüm evladını sırtında taşıyarak okula/hastaneye götüren. Anne çocuğunu her zaman düşünen olmuştur, sadece anneler gününde hatırlansa da. İhmal ettiğimiz önemli şeylerden biride ailelerimizdir. Anneler gününde onları ziyaret eder, hediyelerimizi verir ve biraz tatlı sohbet edip ayrılırız yanlarından. Ama bunun bir başka boyutu daha var elbette. Anneleri hayatta olmayanlar... Bence bu konuyu en baştan ele alalım. An gelir her şeyinizde yanınızda olan anneniz artık sonsuza uğurlanmış ve bir başınıza kalmışsınızdır. Bu acıyı yaşamadım aslında, insanın annesini kaybetmesi nasıl bir duygu bilmiyorum. Ancak annem kadar kıymetli olan ve beni büyüten ananemi kaybettiğimde ne denli bir acı olduğunu az çok anladım. Ben en büyük hayranıydım ananemin, hala da hayranıyım aslında. Her neyse... Siz
daha onlara "seni çok seviyorum" diyemeden ayrılırlar aranızdan. Ama büyük çoğunluğu bu cümleyi kurabilme cesaretini göstermiştir. Ben ve benim gibi bu cümleyi kuramayanlara hitaben yazıyorum bu satırları. ve ölüm anı... Çevrenizde onlarca insan vardır, hepsi farklı farklı şeyler konuşur ve size bir şeyler anlatmaya çalışırlar ancak siz hiçbirini duymazsınız. Duyduğunuz tek şey kalp atışlarınızdır. Aradan zaman geçer ve annenizin eksikliğini günden güne daha fazla hissetmeye başlarsınız. Hayat her zaman olduğundan daha fazla yormaya başlar sizi. Keşke yanımda olsaydı, o zaman hayat bu kadar yormazdı dersiniz. Bazen çocukluğunuz gelir aklınıza. Sizinle ilgilenişi, beraber geçirdiğiniz hoş vakitleri anımsarsınız ve yüzünüze acı dolu bir gülümseme yerleşiverir. Sonra çok özlersiniz, mezarlığa O'nu ziyarete gider toprağına dokunup, sanki sizi duyuyormuş gibi konuşup, dertleşirsiniz. Hayattayken söyleyemediklerinizi orada anlatırsınız. "Ben aslında seni çok seviyorum ama bunu dile getiremedim..." Ve pişmanlıklar... İşte o an bir kaç damla gözyaşı akar. Zamanında onunla yeterince ilgilenemediğiniz için. Bunları niye yazdığıma gelince, sizlere şunu anlatmak istedim. Giden geri dönmüyor, hayatta bir tek zaman durmuyor ve zaman ilerlerken ölüm yaklaşıyor. Yarın çok geç olmadan bugünden başlayın annenizi sevip, ilgi göstermeye, onlarla iyi vakit geçirmeye. Ve iyi dilekte bulunma vakti... Geçen yazımda olduğu gibi ilk olarak Annemin, daha sonra tüm annelerin bu güzel gününü kutluyorum. Sağlıklı, huzurlu ve sevdiklerinizle birlikte uzun seneler geçirmeniz dileğimle...
k d
Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi