Ben gelmedim dava için Benim işim sevgi için Dostun evi gönüllerdir Gönüller yapmaya geldim Yunus Emre
Kalemsiz Dergi olarak iki yılı aşkın süredir her ay yeni bir sayıyla sizlerin karşısına çıkıyoruz. Bugüne kadar hep sizden destek gördük. Kimi zaman olumlu kimi zaman olumlu eleştirileriniz ile yolumuzu aydınlattınız. Dilerim ki bu desteğiniz artarak devam edecek. Kalemsiz Dergi’de gerek yönetim alanında gerek ise yazar kadrosu alanında yenilikler göreceğiz yakın bir zamanda. Tüm departmanlarımıza yeni isimler dahil edeceğiz. Yazar kadromuza yapacağımız takviyeler ile çok daha güçlü bir hale geleceğiz. Kalemsiz Ailesi her geçen gün büyümeye devam edecek. Bu yenilikler sayesinde Kalemsiz Dergi yeni bir ruh kazanacak. Üçüncü yılımıza doğru çok daha sağlam adımlarla ilerleyeceğiz. Edebiyat, her zaman yeni ve özgün eserlerle beslenir. Bu özgün eserlerle geleceğe doğru yürür. Bu özgünlük edebiyatın her alanında geçerlidir. Romanlar, hikayeler, şiirler, kitaplar ve dergiler özgün eserler olmalıdır. Tabii ki derleme eserler edebiyatın içerisinde vardır. Ancak herkes bu eserlerin ‘derleme’ olduğunu bilmektedir. Ne yazık ki bugün edebiyat dünyasında ‘taklitçilik’ had safhadadır. Eğer ki yeni bir şeyler ortaya koyan birileri varsa, bu fikri ve yeniliği taklit eden hatta çalan bir güruh da var ne yazık ki. Ancak bizler biliyoruz ki yeni bir eseri ve fikri ortaya koyanları tarih asla unutmayacaktır. Taklit edenler ve çalanlar ise hem tarih önünde hesap vereceklerdir hem de zamanla unutulup gideceklerdir. Dilerim, Kalemsiz
Dergi gönüllerinizdeki o müstesna yerini her daim korur. Her Kalemsiz Dergi’yi hatırladığınızda yüzünüzde bir tebessüm oluşur. Söze Yunus Emre ile başladık, O’nun hikayesi ile bitirelim. Yunus Emre yıllarca hocası Taptuk Emre’nin yanında ilim öğrenmiştir, eğitim görmüştür. Ancak, kendisi dünyayı merak etmektedir. Tüm derdi dünyayı gezmektir. Bir gün artık dayanamayacak seviyeye gelir bu isteği ve hocasına da haber vermeden o meşhur dünya gezisine çıkar. Sonrasında uzun zaman geçer. Yunus Emre isteğine kavuşmuş ve gezisini tamamlamıştır. Ancak hocasını üzdüğünü düşünmektedir. Vicdanı rahat değildir. Gezinin ardından doğruca hocası Taptuk Emre’nin dergahına koşar. Hocanın eşi ile karşılaşır önce: “Ana, ben yolculuğumu tamamladım. Lakin, içim rahat etmedi. Giderken hocamın iznini almadım. Acaba bana kızgın mıdır, beni hatırlıyor mudur?. Ana önce düşünür, sonra: “Oğul, hocan artık çok yaşlandı. Gözleri görmez oldu. Hele sen bir şu eşiğe uzan. Değneği ile dürtünce bu kim diye sorarsa, Yunus derim. Hangi Yunus, derse sen sessizce gidersin. Ana ile Yunus Emre anlaşmışlar. Yunus Emre eşiğe yatmış, Taptuk Emre eşiğe gelince “ Hanım kim bu?” demiş. Eşi biraz da çekinerek “Yunuuss” demiş. Taptuk Emre de “Bizim Yunus mu?” diye karşılık vermiş. Dileriz biz de dergi olarak yıllar sonra sizin tarafınızda “Bizim Kalemsiz” olarak anılırız. Herkes bu kıssadan kendine düşen payı alsın. Yeni sayılarda görüşmek üzere. Esen kalın…
Edebiyat->
Her gün oynadığı rolünü yine hakkıyla oynamak zorundaydı. Gülümsemek insanları eğlendirmek onun bu tiyatroda ki kutsal göreviydi. Hayat ona bir sorumluluk yüklemişti ve komedyen olmuştu. Kalktı ayağa her zaman keyifle baktığı boy aynasına doğru yürüdü. Yüzü solgundu, beti benzi atmıştı. “Bu halde nasıl sahneye çıkarım.” Dedi kendi kendine. İki aydır aynı tiyatro oyunu üzerinde çalışıyordu. Senaryonun yazılması tam 2 yıl sürmüştü. Kendisi hem başrol oyuncu, hem de senarist görevini üstleniyordu. Oynadığı oyun ise; eşcinsel bir insanın hayatını konu alan, absürt komedi türünde bir eserdi. Bir erkek olarak her gece o sahnede, hiç olmadığı birini oynamak zorundaydı. Gerçi mesleğini seven biriydi ve bu ona hiç zor gelmiyordu, ta ki bugüne kadar. Makyaj masasının önüne geldi, fondöteni eline alıp iki, üç dakika kadar baktı. Yaşının 42 olmasından ötürü, yüzünde belirli, belirsiz çizgileri olan biriydi. 1,79 boyunda, esmer tenli, pek de yakışıklı sayılmayacak bir adamdı. Hayat zaman içerisinde onu çok yormuş ve birçok kez dibe vurmasını sağlamıştı. Yüzünde parlayan bölgelere biraz fondöten sürdü. Bir bayandan daha titiz bir şekilde makyaj yaptığına şüphe yoktu. Ekip arkadaşları arasında “İçinde mi vardı be usta.” Gibi cümlelerle alay konusu bile olmuştu. Arkadan gelen bir sesle istemsizce irkildi.
-“Başın sağ olsun Murat.” Dedi Funda. -Dostlar sağ olsun -Nasıl oldu? -Şimdi sırası değil, sonra konuşuruz. Funda, Murat’ın konuyu geçiştirdiğini ve konuşmak istemediğini anlamıştı ve üstelemedi. İki gündür kimseyle konuşmuyordu. Sadece akşamları sahile inip, birkaç bira içerek eve dönüyordu. Funda, Murat’ın arkasında bulunan koltukta oturmuş bir sigara yakmak üzereydi. Yakma! Dedi Murat. Yakma ve çık odadan. Funda, Murat’ın bu kadar sinirli olmasını anlayışla karşılıyordu. Odadan tam çıkmak üzereyken, “Murat” dedi Funda. Murat dinliyorum dercesine kaşlarını kaldırdı. Eğer bir şeye ihtiyacın olursa ben hep yanındayım. Murat gözlerini kapatarak “Teşekkür ederim.” Dedi. Aynaya baktı tekrar “Neden bu kadar şey beni buluyor.” derken gözyaşlarını tutamıyordu. Yeni sürdüğü rimel gözyaşlarıyla birlikte, kapkara damlalar halinde masanın üstüne dökülüyordu. Eliyle gözyaşlarını yarım yamalak silerek, ayağa kalktı. Kostümünü giymek için dolaba doğru yürüdü. Pembe bir mini etek ve siyah bir bluz çıkardı dolaptan, üstünü değiştirdi. Makyajını yenileyip koltuğa oturdu. İki yüz kişilik kapasitesi olan tiyatro salonu, bu gece tam anlamıyla doluydu. Kulis hareketliydi… Zaten gösterinin başlamasına
bir buçuk saat kala hep hareketli olurdu. Her gelen “Başın sağ olsun.” Cümlesini Murat’tan esirgemiyordu. Hakan girdi kulise… 1,85 boyunda, mavi gözlü, hafif kumral tenli 38 yaşında, yakışıklı ve yılların onda bıraktığı etkiyle karizmatik görünen biriydi. Kulise girdiğinde ekipte ki bütün kızlar ondan gözünü alamıyordu ve aynı zamanda Murat’ın da en yakın arkadaşıydı. -Sahneye çıkabilecek misin dostum? -Çıkarım sorun yok. -Oynamak zorunda değilsin, Alper’i ararım o gelip oynar. -Çıkarım Hakan uzatma! -Halâ anlatmayacak mısın nasıl olduğunu? -Anlatırsam eğer bu gece oynayamam. Dedi Murat. İnsanların haklarını yıllardır savunan birisiydi Murat. Hayatını iki şey üzerine kurmuştu; birisi oyunculuk, diğeri ise insanların eşitliği. Bu yüzden eşcinseller hakkında bir tiyatro oyunu yazıp, onların hayatlarında yaşadıkları zorlukları, komedi türünde halka anlatmak istemişti. Sahneden gelen anonsu duydu. “Başlıyoruz.” Dedi Hakan’a dönerek. Sahneye alkışlar eşliğinde çıktı ve rolünü oynamaya başladı. Her ne olursa olsun, her neyi kaybetmiş olursa olsun bu onun göreviydi, insanları eğlendirmeliydi. İçinin kan ağlamasına rağmen sahnede ki rolünü hiç bozmamalıydı. Bir dünya vardı ve o dünyanın içinde başka bir dünya kurmuştu kendine. Sahne onun kendini unutma biçimiydi. Hiç olmadığı biri gibi davranıp, bir eşcinsel gibi düşünüp, onu anlamak, o role girmek zorun-
daydı. Oyun bitince, kendisine yöneltilen alkışları duymuyordu bile, oysa ne kadar çok severdi bu sesi. Bütün ekip bir araya gelerek, el ele o meşhur tiyatrocu selamını verdi ve perde kapandı. Herkes hazırlanıp paydos etmek üzereydi. Hakan gitmek üzere olan Murat’ı kolundan yakaladı. “Anlat artık, içinde tuttukça kendini hırpalıyorsun. Karın nasıl öldü?” Murat gözünden akan yaşları gizlemeye çalışıyordu. Başını öne eğdi “Onu bir eşcinsel öldürdü.” Devam edecek….
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
Bayram Şekeri Hep ayazda üşüyen;ayağında yeni ayakkabıları, üzerinde yeni eşyaları olmayan; aç biilaç gezen yoksul çocukların yürek burkan yaşam mücadeleleri canlanır bayram hikayeleri denince insanların zihninde. Yoksulluk vardır, kimsesizlik vardır ama hiç yok olmayan bir umut, bir vefa vardır aynı zamanda. Düne kadar benim de öyleydi zihnimde zuhur eden bayramlık hikayeler, ibretlik öyküler; ancak ne zaman ki sokağın ücra bir köşesinde yıkık briket yığınının yanına sinmiş ağlayan o şirin küçüğümü görene kadar… Bugün illa akrabalara gidilecek diye tutturan annemin velvelesinden kendimi zar zor kurtarıp kapıdan dışarı zor atıldım. Son anda elime geçirdiğim çantamı da kaptığım gibi arkadaşlarla sözleştiğimiz mekana gitmek için yollara düştüm.Savaşı kazanmış olmamın keyfiyle ellerimi elbisemin ön ceplerine sokuşturup ıslık çalarak ilerliyordum ki tiz, silik bir hıçkırık sesi takıldı kulağıma, dudağımdaki ıslık sesimin aralıklarından süzülüp. Tekdüze bir melodi ile çaldığım ıslığıma kesik soluk araları ekleyerek sağıma soluma bakınıyordum ki üzerinde yeşil, tüllü, boncuklu, şirin mi şirin elbisesi; ayağında rugan ayakkabıları, bukle bukle sarı saçları olan mini mini bir kız çocuğu takıldı gözüme. Beş altı yaşlarında var
yok. Yanına çömelip sorunu ne diye anlamaya çalıştım ama bu onu daha da üzmüş olacak ki daha bir keskinleşti az önceki silik hıçkırık sesleri. Ne? dedim ufaklık. Sorunun ne? Kayboldun mu, hasta mısın, biri bir şey mi yaptı ? Seni polis amcalara götürüp anneni babanı bulmamı ister misin dediysem de yanıtsız kaldı tüm sorularım. Bir şişe suyu karşı büfeden kaptığım gibi koştum yanına. Ona suyu içirirken bir yandan da zihnimden birtakım sorular geçiyordu. Gariban mahalleydi bizim oturduğumuz yer. Yani, bu çocuğu da ilk kez görmüştüm buralarda doğrusu. Hoş, çevreme ne kadar dikkatle baktığım da tartışılır ya neyse. Karşıma çıkarlarsa onlarca tanımadığım çocuk vardır mahallemde. Ama bu kadar fiyakalı giydirilmiş, konuşma adabı iyiden iyiye yerleşmiş bir çocuğa da pek rastlanmaz bizim buralarda. Neyse ki bizim ufaklık beni zihnimde dönüp dolaşan bu sorularla yalnız başıma bırakmayıp kendini ifşa etti sonunda. Bizim birkaç sokak uzağımızda, ön cepheden bakıldığında İstanbul’un enfes noktalarından birini oluşturan, böylelikle bizim gecekonduların önünü kapatıp İstanbul’un ayıbını örten(!) sosyete yalılarından bir işadamının çocuğuymuş bu bayram şekeri. Yahu dedim, senin yerinde olmayı isteyen ne
çocuklar var sen biliyor musun küçüğüm? Bak, şu çevrendeki arkadaşlarının çoğu üzerine giysi bile alamadı bayramlık. Hem annen baban nasıl telaş etmiştir şimdi. Sen niye böyle davranıyorsun. Hadi gel evine götüreyim seni dedim. Edasına bakıldığında büyümüş de küçülmüş olduğu apaçık ortada olan küçüğüm aslında benden çok büyük olduğunu kanıtladı iki sözü ile. “Ama abla bak onlara” dedi, küçük parmağını sokakta ailesi ile dolaşan yaşıtlarına çevirerek, “bak hepsi akrabalarına gidiyorlar. Televizyonda da hep öyle gösterilmez mi? Bayramda herkes birbirine gider. Biz bayramda hiçbir yere gitmiyoruz, hiç kimse de bize gelmiyor. Her gün olduğu gibi önce bale öğretmenim geliyor, ardından da Fransızca öğretmenim. Bugün de kimse gelmedi bize. Bizim hiç kimsemiz yok ki. Annem ve babamın da yüzü asık hep. Sanırım onlar da bu duruma üzülüyorlar benim gibi” dedi. “Benim hiç akrabam yok mu, onlar gibi gideceğim yerler yok mu?” Dediğinde kocaman bir şamarı yedim suratımın ortasına sanki. Ben daha az önce annemin teyzesine gideceğiz diye ooo yedi kuşak ötesi, ne gerek var deyip koca bayramı ne gelsinler ne gideyim zihniyeti ile geçirmeye niyetli biriydim. Küçücük kız çocuğunun bayram ne demek farkında olması beni yerin bin bir kat
dibine soktu o an. Yazıklar olsun bana ki kimsesizliğin, yoksulluğun asıl çalacak kapının, yüzüne gülümseyecek insanının olmaması olduğunu şu yerden bitme, dünkü çocuk kadar idrak etmemiştim ben. Oturdum, bir bayram günü küçüklüğüme, küçücüklüğüme ağladım küçüğümle. Sonra oturdum yazdım utanmadan bu bir bayram hikayesidir diye. Yazdım ki kendini kimsesiz bilenler kimsesiz olmadığını, kendini kimselerin kimsesi görenler de asıl kimsesiz olabileceğini bir düşünsün diye… ( Sevgili Kalemsizler,Bayram selamdır, birliktir, diriliktir. Bu bayram biraz daha farkındalıkla bakın çevrenize, kendinize, sahip olduklarınıza, değerlerinize. Bayramınız kutlu olsun. Sevdiklerinizle birlikte “şeker tadında” geçireceğiniz nice bayramlara )
Kübra Gülmez
k.gulmez@kalemsizdergi.com
On ikisinde annesini kaybeden, ardından babası sürgün edilen bir öksüz; Galatasaray Lisesi’ni birincilikle bitirmiş zeki bir öğrenci; inanç buhranlarıyla çırpınan bir kul; hayatının merkezine oğlunu koyup ona şiirler yazan, şiirlerinde ondan inancı ve imanı yok etmesini isteyen ve sonunda tahsili için gönderdiği İskoçya’dan Protestan olarak dönen ardından da Amerika’da bir Hıristiyan papazı olan evladının, yokluğuyla acısıyla yalnız yaşamış bir baba ve inzivaya çekildiği “Aşiyan”ında 19 Ağustos 1915 sabahında hayata tek başına veda etmiş, yazmak için yaşamış bir şair: Mehmed Tevfik Fikret. Şiir denemeleri, yarışmalarla aldığı birincilikleri ile adını duyuran Fikret kısa zaman sonra 1895’te arkadaşları Mehmet Rauf ve Halit Ziya ile birlikte Beyoğlu’nun arka sokaklarında küçücük bir matbaanın kepenklerini açacaktı. Anlaşmazlıklar, kırılmalar, sansürlemeler ve kapatılmalarla kısa sürecek olan Servet-i Fünun döneminde Fikret şairliğinin zirvesine ulaşacaktı. Süslü, sanatlı, hayatın gerçeklerinden uzak şiirlerinin yerini zamanla ülkesine, milletinin acılarına duyarlı, gençliğe seslenen mısralar alacaktı. Ne var
ki bu tavır onu gitgide hırçınlığa, karamsarlığa düşürecek, iç buhranlarını sükûnete kavuşturamadan inancını kaybedecekti. Bu kin ve öfke yeri gelecek “Bir Anlık Gecikme” şiirinde: “…Dursaydı bir dakikacık (bu hep) geçen zaman, Ya da o durmasaydı o tâlihsiz taç, Kanlarla bir cinâyete pek benzeyen bu iş Bir iyilik olurdu, benzeri yüzyıllarca geçmemiş...” diyerek Padişaha yapılan suikast bir anlık gecikmeyle gerçekleşemediği için Fikret’i üzecek, bunu düzenleyen Ermeni çetelerine ise “Ey şanlı avcı” diye seslenerek alkış tutacaktı.. Yeri gelecek ruhuna çöken sis çok sevdiği İstanbul’una en ağır küfürleri söyletecek, ıstırap ve tahammülsüzlük içindeki nidaları mısralardan taşacaktı: “…Ey işitilmek korkusuyla kilitlenmiş ağızlar. Ey nefret edilen, hakîr görülen milli gayret! Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasi mahkûm ..Örtün, evet, ey felaket sahnesi... Örtün artık ey şehir; Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!” Git gide yükselen her bir “ey” Fikret tarafından şiddetle çarpılır adeta insanın yüzüne. Padişahı devirip yerine geçen İttihatçılar ise Fikret’in
Aşiyan’ın Yalnızlığı umutlarını iyice söndürecek, bir istibdadı indirip kendi istibdadını getiren İttihatçılara şairin tepkisi gecikmeyecekti: “Hala tarafiyyet, hasabiyyet, nesebiyyet; Hala: ‘Bu senindir, bu benim!’ kavgası; Hala gazap altında hakikatle hamiyyet... Hep dünkü terennüm, sayıdan, saygıdan yoksun; Son nağmesi yalnız: Yaşasın sevgili millet!” Fikret bu karamsarlığın yanında umudu Haluk’un nezdinde gençlikte, akılda, bilimde görecek öğütler verecekti: “Ferda”da, “Promete”de, “Haluk’un Amentüsü”nde… Sivrilen görüşleriyle yalnızlaşan Fikret’in en büyük edebi ve fikri düşmanı ise Mehmed Akif olacaktı. “Şimdi Allah’a söver, Sonra biraz pul para ver Hiç utanmaz Protestanlara zangoçluk eder.” Diyen Akif ’e Fikret “ Buyuruluyor ki” diyerek Akif ’in mısralarını söyledikten sonra devam eder: “Ben utanmam, yüzüm ak, alnım açıktır Sen utan yaptığın işten be alık Değil Allah’a ama doğrusu Sana sövmek hoş olurdu azıcık
Edebim mani olur yoksa Sövemem, gelmez elimden kabalık.” Diyerek cevap verecek, iki büyük şairin bitmeyecek olan bu mücadelesi Osmanlı gazetelerini uzun süre meşgul edecekti. Yaşama, ülkesine, yönetime, dostlarına küskün bir şekilde hayata veda eden Fikret son zamanlarında: “…Bütün boşluk; zemin boş, asuman boş, kalp ve vicdan boş, Tutunmak isterim, bir nokta yok hasarlı hayatımda İnanmak, işte nûrâni bir ulu yol o kabir gurbetinde…” Mısralarıyla “İnanmak İhtiyacı” şiirini yazacaktı. Arkasından onu yerenler cenaze namazının bile kılınmamasını isteyecekler ama cenazesi Eyüp’ten kalkacaktı. Buna rağmen ancak 30-40 kişinin katıldığı törende tabutunu sırtlayansa tanıdık bir isim olacaktı: Mehmed Akif Ersoy… Fikret kendi tanımıyla “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir şair” olarak gelmiş; Aşiyan’ın yalnızlığında sessizce veda etmiştir.
Ayşe Bengisu Akdağ
a.akdag@kalemsizdergi.com
İntikam Sokağı aydınlatan direk lambası evin beyaz panjurlarını da aydınlatıyordu. Hava öyle soğuktu ki insanların yanakları kıpkırmızı olmuştu. Kalabalık caddeler, elleri soğuktan üşürken sımsıkı tuttuğu kutudan insanlara mendil satmaya çalışan çocuklar ve dükkanların hemen yanında duran çöp kutularının içinden karton ya da kağıt toplamaya çalışan insanların o soğukta bile nasıl ter akıttıkları alınlarını sıvazladıklarında anlaşılıyordu. Yolları kazmaya çalışan işçiler “Yakıcı güneş bile bu soğuk havadan daha iyiydi” diyorlardı içlerini çekerek. Serin bir yağmur çiselemeye başlamıştı. Titrek ışıklı sokak lambaları sis içinde iyice soluk görünüyorlardı. Otobüs durağında araba beklerken titreyenler havanın soğuk olduğundan montlarına sarılıyorlardı. Aklındaki düşüncelerle meşgul olan kadın hiç fark etmeden atkısını yere düşürmüştü. Arkasından bir ses “Hanımefendi atkınız ağacın dibine düştü” diye bağırdı. Kulağına gelen sesi duyan kadın arkasına dönüp karşısında duran adama bakarak “Teşekkür ederim fark etmemişim” dedikten sonra içi tıklım tıklım dolu olan otobüse bindi. Ayakta durmaktan yorulan yaşlılar da suratlarını asarak rahat bir tavır takınan gençlere öfkeyle “Şimdi ki gençler çok saygısız” diye
söyleniyorlardı. Camdan dışarıya bakan genç duyduğu bu sözlere aldırış etmeden ineceği durağa kadar dışarıyı seyretmeye devam etti. Trafik iğne atsan yere düşmeyecek kadar sıkışık, şoför durduğu her duraktan yolcu alarak yol boyunca ilerlemeye çalışıyordu. İçerisinin havasız denecek kadar kötü bir kokusu vardı. Sol tarafta oturan bey amca üsteki camı biraz iterek içeriye temiz havanın girmesini sağlamıştı. Otobüste konuşulanlar da dikkat çekiciydi. Az önce camı açan bey amca şimdi hararetlice dudaklarındaki tükürükleri etrafa saçarak “Geçen akşam televizyonda izlediğim bir haberde dehşete uğradım.” Dedikten sonra yanındaki gence sert bir ses tonuyla, “Hayvan adamın teki daha altı yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz etmiş” dedi yüzünü ekşiterek. Genç konuşmayı dinledikten hemen sonra “Sadece o mu? Sekiz-on yaşında olan çocukları uyuşturucunun kölesi haline getirip onların bağımlı olmalarını sağlıyorlar o da yetmezmiş gibi bir de bu çocukların üzerinden kendilerine yeni kurbanlar arayıp bu zehirli maddeleri onlara sattırmaya çalışıyorlar” diyor, böylece konuşma uzadıkça uzuyordu. Kalabalığın arasındaki el düğmeye ulaşmaya çalıştı. Basılan düğmeden sonra araba ani bir fren
yaptı. Ayakta duranların bazıları paniğe kapıldıkları için otobüsten indiler. İnenlerin arasında atkısını yere düşüren kadın da vardı. Yürürken sislerin arasında kayboluyor, sadece sokakta birkaç genç grubun çaldığı mandolin sesleri duyuluyordu. Elini çantasının içine daldırdı ve bir müddet karıştırdıktan sonra nihayet anahtarı bulmuştu. Kapıyı bir eliyle kendine doğru çekerken diğer eliyle de anahtarı çevirdi. İçeriye adımını atar atmaz üzerindeki yorgunluğu fark etti. Şu an tek yapmak istediği şey uyumaktı. Midesinden gelen o gurul gurul tuhaf seslere kulak vermişti. Buzdolabını açtığında bomboş bir görüntüyle karşılaştı. Uykusuzluktan kan çanağına dönen gözleri pencerenin köşesindeki raflara konan ekmek sepetini aramıştı. Sepeti bulup içindeki bayatlamış bir kaç dilim ekmeği yedi. Sonra odasına zar zor gidip elbiselerini çıkarmadan kendini yatağa bıraktı. Ertesi gün uyandığında camdan dışarıya baktı. Evlerin çatıları, ağaçlar ve direk kablolarının üzerleri bembeyaz olmuştu. Perdeleri camın en köşesine kadar çekti. Dışarıdaki manzaraya bakarak “Adete yine bütün insanları kristalleriyle büyülemiştir” diye düşündü. Ardından kahvaltı hazırlamak için mutfağa doğru yöneldi. Buzdolabında hiç yiyecek olmadığını hatırladı. Üzerini
değiştirmeden kapının yanındaki portmantodan montunu alıp giydi. Kapıyı arkasından örterek yavaşça merdivenleri inmeye başladı. Ahşap merdivenler gıcırdıyor ve sanki acıyla inliyorlardı. Birkaç defa durup bekledi. Hayır, her yer sessizdi. Sadece kendi ayak sesleri vardı. Her yeri kaplayan o sessiz beyazlığın içinde yürüyordu. Markete girip bir tane ekmek ve bir kaç çeşit kahvaltılık aldıktan sonra eve doğru gitmeye koyuldu. Elleri poşetlerle dolu olmasına rağmen takır tukur eden buzların üstünde yürümeyi başarıyordu. Soğuktan donan burnu pancar gibi kızarmıştı. Sulanan gözleri de gökyüzüne doğru daldı. Ocak ayı Sibirya soğuklarıyla birlikte gelirdi. Babasının verdiği parayla hızlıca koşarak bakkalın yolunu tutardı. Bir yandan ellerini cebinde ısıtmaya çalışırken diğer yandan da bir sürü çikolata çeşitleri bulunan raflarla ilgilenirdi. Elinde ki çikolatayı bitirdikten sonra da arkadaşlarıyla kar topu oynayarak çok eğlenirdi. Gözünün içine küçük bir kar tanesi girince irkilerek daldığı gökyüzünden ayrılma vaktinin geldiğini fark etti. Montunun cebinden çıkardığı anahtarla evin kapısını açmaya çalışırken elleri buz kesmişti. Ayakkabılarını çıkarttıktan sonra mutfaktaki boğuk havayı solumamak için pencereyi açarak odanın sirkülasyonunu sağladı. Tezgahın üzerine koyduğu poşetlere yaklaşarak “Ne kadar da fazla
alışveriş yapmışım” diye düşündükten sonra poşetlerin içinde olan meyve ve sebzeleri buzdolabının gözlerine teker teker yerleştirmeye başlamıştı. Dolaptan çay kavanozunu alıp demliğe iki yemek kaşığı çay koydu. Ocağın ateşi hararetle yanarken bakır tepsinin içine zeytin, peynir, söğüş ve birkaç çeşit de reçel koyuverdi. Çekmeceden çay bardağını çıkarırken koyu kırmızı düşüncelere dalmıştı. Geçmişine sımsıkı sarılan bu yüzdende bugününü yaşayamayan Feride çocukluğunda yaşadığı ruhsal bir travma onun bütün hayallerini yıkmıştı. O adamın nefesleri ve elleri gözlerinin önünden gitmiyordu. Eğer o gün yaşayacaklarını önceden kestirebilseydi belki de zamana dokunup tüm yaşadıklarının önüne geçebilirdi. Bir anda dışarıdaki adamın pişkin pişkin gülüşleri kulaklarında yankılandı. Çayı demledikten sonra kahvaltısını yapmaya başlamıştı. Kışın geldiği bacalardan çıkan dumanla anlaşılırken yapraklarında ağaçların dallarını terk etmesinden anlaşılıyordu. Genç kadın tozlu oturma odasında, içeri dolan keskin gün ışığına sırtı dönük oturmuştu. İskemle her hareketinde gıcırdarken televizyondaki sabah programlarını çeviriyor, bir yandan da bardağındaki çayı yudumluyordu. Dinlenmek için kanepeye uzandı. Gözlerini kapattı ve geçmişini düşünmeye başladı. Sonbaharın tatlı esintisi kendini göstermeye başlıyordu. Sokağın köşesindeki terk edilmiş evde, olanları anlamaya çalıştı. Mahallenin en ihtiyarı olan emin dedeye giderek bugün kimsenin yaşamadığı o evin mazisini sorduktan sonra olan biteni anladı. Feride doğmadan önce annesi ile
babası bu evde yaşamışlar. Babası geç saatlerde eve gelir, annesi de beyime sofra kuracağım diye didinip dururmuş. Sabahın köründe uyanır uyanmaz ağzına bir lokma koymadan ilk önce çamaşırları elinde yıkayıp sonrada evi silip süpürürmüş. Ömrü boyunca çocuklarına göğüs gererek onların hep mutlu olmasını istemiş. Feride’nin bir de kız kardeşi varmış ama o 18 yaşını doldurur doldurmaz babalarının işkencelerine dayanamayıp biriyle kaçıp gitmiş. Belirsizlik dayanılmazdı. Korkunç rüzgarlar kendisini bir uçurumun kapkaranlık ve sivri kıyısına doğru hızla sürüklerken zamanın kurşun ayaklarıyla ağır ağır sürünmekte olduğunu hissediyordu. Bir an sessizlik oldu. Odaya akşam karanlığı çökmüştü. Gölgeler gümüş ayaklarıyla bahçeden sessizce içeri sokuldular. Eşyaların üstüne solgun renkler abandı. Gözlerini aralayıp şimşeklerin cama vuran ışıklarına bakıyordu. Uzandığı yerden kalkıp kendine gelmeye çalıştı. Masaya vuran lamba ışığında yaktığı sigara dumanı etrafa yayılıyordu. Önünde duran kağıtları incelemeye koyulmuştu. İş arkadaşlarından ne ses ne de seda vardı. Bugünlerde keyifsizdi. Uzun zamanda beri de dışarıya çıkıp kendisine vakit ayıramıyordu. İçini çekti ve rafların birinden eline kitap alarak aklından geçenleri unutmaya çalıştı. Dirseğini masaya dayayıp çenesinin bir kısmını da eliyle kapatmıştı. Bir süre düşündükten sonra yarın İstanbul’a gitmeye karar verdi. Şu son zamanlarda deniz otobüsü şirketleri de epey yaygın ve bilindik bir yolculuk aracıydı. Vitrinden kredi kartını alıp bilgisayarını açtı ve yarın için dört seferden
birini seçti. Odasına gidip giysi dolabının kapağını açtıktan sonra giysilerini özenle katlayıp bavulunun içine yerleştiriyordu. Geceleri komidinin üzerinde duran kitabını da koyup yanlardaki iki fermuarı çekerek bavulu kapattı. Geç olmadan yatmaya karar vermişti. Feride, bazen canını sıkan şeyleri bir kenara bırakıp hayallere dalmayı seviyordu. Onun zekası ile duyguları her zaman uyum içindeydi. İnsanları olduğu gibi kabul etmesi ruhunun olgunluğunu açığa çıkarıyordu. Kitap okumayı ve yalnız kalmayı seven bir yapıya sahip olduğu için de kendisini çok şanslı olarak görüyordu. Odanın lambasını kapattı ve gözlerini tavana doğru dikti. Kalbinin karanlık bir oyukta öldürmesine çarptığını duydu. İçinden “Her insanın iki yüzü vardır, gece ve gündüzden farksız” diye geçirdikten sonra göz bebekleri yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı.Gün ışığı parlak yaprakların üzerinden kayıyordu. Çimenlerde beyaz papatyalar ürkek ve titrekti. Alarmın sesi bir süre kulaklarını tırmaladı. Bundan ötürü yüzünde aniden sıkıntılı bir ifade belirdi. Yatağından kalkıp kuşların cıvıltılarını duyabilmek için camı açtı. Gün ışığı içeride bir müddet kaldıktan sonra kayboldu. Üstünü giyip evde unuttuğu bir şey var mı? diye kontrol ettikten sonra yola çıkmıştı. Nihayet artık gezecekti. Hep hayallerini büyüleyen bazen de “Keşke o herkesi kendine hipnotize eden şehirde yaşasaydım” diyordu. Son iki üç dakika kala feribot terminaline yetişebilmişti. Oradaki görevliye adını soyadını söyleyip koltuk numarasını aldıktan sonra iskeleye girdi.
Derin derin iç çektiği ağzından çıkan dumandan anlaşılıyordu. Feribotun içine girer girmez koltuk numarasını aramaya koyuldu. Sonunda bulmuştu. Cam kenarını da sevmişti. Yanında kimse oturmuyordu ama daha yolcular biniyordu. Çok yakınından gürültüler geliyordu. Yanına biri oturmuştu. Ayıp olur diye de yolcunun yüzüne bakmaktan çekiniyordu. Ve dayanamayıp bakınca karşılaştığı yüzde ona doğru bakmaktaydı. Evet, çok hoş biçimli kırmızı dudakları, açık mavi gözleri, altın sarısı kıvırcık saçlarıyla gerçekten olağanüstü yakışıklıydı. Yüzünde onu görenlere güven telkin eden bir şey vardı. Gençliğin bütün tutkulu ve saf yanları kadar, bütün samimiliği dahi yüzünde aşikardı. Feride’nin soluk bakışlarında bir kıvılcım parıldadı. Gözleri sevinçten parlıyor, beyaz dişleri gülen dudakları arasında ışıldıyordu. Adam sert mizaçlı ve çabuk sinirlenen bir yapıya sahip gibi gözüküyordu. Feride başını denize doğru çevirdi. Uzun süren sıkıcı bir sessizlik oldu. Adam sakin ve parlak gözleriyle ona bakarak “Merhaba hanımefendi beni hatırlatınız mı acaba” diyerek sessizliği bozdu. Bunu bekliyormuş gibi hemen “Evet, siz geçen akşam şu atkımı bana veren o beyefendisiniz” dedi Feride gülümseyerek. “Hatırladığınıza sevindim.” diye karşılık verdi mavi gözlerini hayretle açarak. Ardından “Eğer rahatsız etmeyeceksem adınızı öğrenebilir miyim?” diye ekledi. Genç kadın bir zaman cevap vermedi; sadece manzaraya bakarak durdu “Feride. Ya sizin?”diye sordu en sonunda.
“Benim de Teoman” dedi genç adam gözlerini yere mıhlayarak. Kapakları birer kelebek kanadı gibi çırpınan bu gözler, biraz aşağı sarkarak titreyen dudak ve bu bir çiçek kadar taze yüz Feride’ye müthiş bir hüzün verdi. Göğsü daralıyordu. Dudaklarını ısırarak camdan dışarıya baktı. Teoman bir felsefeci gibi “Hayat büyük bir hayal kırıklığından ibaret” diyerek sevinçli gözlerle ona bakmıştı. Onun alınacağı sözler söylemekten kaçınıyor gibiydi. Feride oldukça üzgün ve endişeli gözlerle ona bakarak dudaklarını ısırdı ve gözleri bir kaç süre için kedere büründü. “Evet, hayatta bazen insan kaybettiği en kötü alışkanlıklarını bile özlüyor. Belki de en çok onları özlüyor. Onlar bir insanın kişiliğinin en önemli parçasıdır, deyip kitap okumayı sever misiniz?” dedi yavaşça. “Tabii ki de kitap okumayı çok severim çünkü insana en çok kitap yakışıyor ve mürekkebin kuruduğu yerde kan akıyor. Ayrıca kendim de bir yazarım. Gece olduğunda elime kağıdımı kalemimi alıp hayallerimi yazarım.” Dedi ve yarı kapalı gözleriyle tekrar düşüncelere daldı. Feride şaşırarak “Yazarlar her zaman hayatımın bir parçasıdır. Ben de gazeteciyim. Kitaplarla ve kalemlerle haşır neşirim. Bu aralar çok sıkıldığım için İstanbul’a gitmeye karar verdim.” “Hmm...Bende Galata’da oturuyorum. Doğruyu söylemek gerekirse İstanbul’un kalabalığı ve gürültüsü içinde insan kendini bile kaybediyor. Hatta bazen kitapevine gidip geldikten sonra sarhoş gibi oluyorum. İçinde kaybolduğum ve unutulduğum tek şehir sanırım.” Dedikten sonra feribot o küçük iskeleye yaklaşmıştı. Feride bu adamı kendisine çok yakın
bularak ona güvenmeyi tercih etmişti. Feribottan birlikte indiler. Teoman’ın evi de hemen iki-üç sokak ötedeydi. Yıldızsız gökyüzünün ortasında koca bir dolunay gümüş bir tepsi gibi pırıl-pırıl duruyordu. O sırada bardaktan boşanırcasına yağmur yağmaya başladı. Kısa bir süre içinde yerde çamurlu sular oluştu. Feride’nin ağzına yağmur damlaları dolmuştu. Yağan yağmur yüzünden dalgalanan siyah saçları yüzüne boynuna ve omuzlarına yapışmıştı. Tepeden tırnağa sırılsıklam olduğu içinde elbisesi vücuduna yapışmıştı. Tıpkı kocaman bir taşın uçurumdan aşağıya düştükten sonra yarattığı gibi bir sessizlik çöküyordu. Teoman İçinin derinliklerindeki, daha önce kimsenin değmediği gizli tellere dokunmuştu. Şimdi o tellerin titreştiğini ve acayip bir biçimde, nabız gibi zonkladığını hissediyordu. Tek kelime bile konuşmadan yolun sonuna kadar yürüdüler ve eve geldikleri zamanda Teoman lambayı açmadan alçak bir sesle “Galata’ya hoşgeldiniz sayın yolcumuz” deyip gülmeye başladı. Feride’nin sırtındaki leylak renkli hırkası kıvrılmıştı onu düzelttikten sonra biraz loş olan antreye girdi. Yüzünde garip bir pişmanlık ifadesiyle “Hoşbulduk sevgili yazarım” diye karşılık verdi. Lambayı açtıktan sonra Feride yaygarayı basıp “Bu ne demek oluyor” diye Kanepenin üzerinde uyuyan yabancı bir kadının çıplak görüntüsünü şiddetle karşılamıştı. İş için Bursa’ya giden Teoman kapıyı kapattığını düşünerek evden dışarıya çıkmıştı ama ne yazık ki kapı açık kalmıştı. Kadın soluk soluğa yaşadıklarını ağlayarak heyecanla anlatmaya başladı. “Dünden beri peşimde bir kaç adamın beni takip
ettiğini fark ettim. Kaçmaya çalışırken telefonumu düşürmüşüm bu yüzden de hiç bir yakınımı arayamadım. İlk bulduğum binaya girmem gerekti ve bu apartmanın kapısını açık görünce aceleyle hemen içeriye girdim. Kaçarken o telaşla dışarıdaki kapının demirine takıldım ve elbisem yırtıldı. Zaten kanepeye oturunca da uykum gelmişti, diyip onun anlattıklarından dolayı gözleri fal taşı gibi açılan iki şaşkından özür diledi. Teoman kaşlarını çatarak kadına kısa bir bakış atarak -”Tanrı misafiri olarak bu gece seni evimde misafir edebilirim. Gördüğün gibi benim de bir kız arkadaşım var. Şimdi bize biraz kendini tanıtıp ne iş yaptığını ve nerden geldiğini söyler misin?” diye devam etti. Feride bu sert mizaçlı adamın kendisine şimdiden alışmış gibi bir havası vardı. Kadın çekinerek ayağa kalktı ve Feride’nin kendisine uzattığı giysileri mutfağın yanındaki odaya giderek orada giydi. İkisi de hayret dolu bakışlar içinde birbirlerine bakıyorlardı. Kısık bir ses tonuyla “Bu kadın, ya başımıza bir iş açarsa ne olacak?” dedi Teoman soğuk bir sesle. “İlk önce ben konuşayım. Arkasına takılan kişilerin kimler olduğu hakkında tahmin yürütmesini sağlayıp sonrada polisi arayalım” dedi Feride, sesinde garip bir kederle. Ayağa kalkıp pencereye doğru giderek “Hayır polise haber vermemeliyiz bence. Bunu kendimiz de halledebiliriz.” Teoman böyle dedikten sonra, zarif gümüş bir kutudan ateş alarak, sanki bir cümlede hayatı özetlemişçesine memnun bir edayla sigarasını içmeye başladı. O sırada kadın odadan çıkmıştı. Genç kadına ve yavaş bir
ses tonuyla “Acaba sizinle biraz konuşabilir miyiz? dedi. Güven sağlayacak bir gülümsemeyle Feride bu ricayı olumlu karşılamıştı. Birlikte odaya geçtiklerinde kadife bir koltuğun üzerine oturdular. Kadın başını eğerek kederli bir sesle “Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim.” deyip “Böyle olmasını istemezdim” diye devam etti. Feride göğüs geçirdi ve bir sigara yaktı “Bunu kim yapabilir?” diye söylendi. Teoman da düşünceli bir tavırla şarabını yudumlayarak camdan dışarıyı seyretmeye koyulmuştu. Kapının önünde iki veya üç tane iri kalıplı ve uzun boylu adamlar bekliyordu. Hiç kimseye bir şey söylemeden evin dış kapısını aralayıp sessizce dışarı çıkmıştı. Adamlara portmantodan aldığı elindeki o siyah poşeti uzatıp bir takım kaş göz işareti yaptı. Poşeti alan adam ve diğerleri de camları siyah olan arabaya binip gittiler. Feride dışarıdan gelen Teoman’ı karşısında görünce aniden konuşmaya ihtiyaç duyduğunu hissetti “Burada değil miydin sen?” diye sordu. Endişeli bir ses tonuyla “Az önce kapı vuruldu. Açmak için otomatiğe bastım ama çalışmadı. Ben de inip açayım dedim” Feride başını sallayarak kadının o kadar da umutsuz bir vaka olmadığını anlatmaya çalıştı. Burası zeytin yeşili renkte meşeden lambri ile kaplı, yüksek bölmelerde ayrılmış, duvarlarında krem renkli süslemeleri olan kendine mahsus bir tarzda döşenmiş güzel bir evdi. Tavanı kabarık alçıyla sıvalı olduğundan ara sıra bu alçı tozları, uzun püsküllü, ipek İran halısı üzerine düşerdi. Şöminenin üstünde Çin işi birkaç mavi vazo ve laleler bulunuyordu. Genç adam
kendi kendine bir şeyler mırıldandı ve iri parmaklarıyla pencere camına tıklatmaya başladı. Düşünceleri çok karışmıştı. Her şey rastlantı ya da tesadüf sonucu olamazdı. Mutlaka mantıklı bir nedeni veya bilinmeyen bir sebeple Feride’yi evine getirmiş olabilirdi. Aklındaki düşüncelerden bir an sıyrılmak isteyip mutfağa doğru yöneldi. Galiba biraz karnı acıkmıştı. Salondaki kadınların ikisine de “Ne yemek istersiniz” diye sorduğunda birbirlerine bakarak gülümsediler. Havayı iyice karanlık bastırmıştı. Feride polisi aramayı düşünüyordu. Bu kanepenin üzerinde uyuyup kalan masum ve çaresiz kadını nereye kadar saklayabileceklerdi? Biri mutlaka bir gün kapılarına gelip bu kadını soracaktı. Odanın içinde aşağı yukarı dudaklarını ısırarak yürüyordu. Teoman’a söylemeyi düşünmüştü ama o da hemen yemeğini yedikten sonra telaşla dışarıya çıkmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Fakat ne olursa olsun polisi aramalıydı. Eline telefonu aldı ve üç haneli o numarayı çevirdi. Yorgunluktan uyuyup kalan kadının hafiften gözleri aralanıyordu. Feride polis bey der demez kadın ani bir hareketle ayağa kalkarak telefonu “İmdat” diye bağıran Feride’nin elinden almaya çalıştı. Fazla direnmeye gücü yetmemişti. Bu olanlara bir türlü anlam veremiyordu. Sevdiği adamın evindeki birinci gününü zaten hep tedirgin geçirmişti. Üstelik bir de başına bu gelince iyice şaşkına döndü. Ona oynadıkları oyunun ikisine de ne pahasına olursa olsun çok kötü bir bedelle ödetecekti. Gözleri yaşla doldu, ellerini iki yana bıraktı ve kendisini koltuğa atarak dua eder gibi başını yastıklara göm-
dü. Bir süre sonra Feride başını yastıklardan kaldırarak dolgun yüzü ve yaşla dolmuş gözleriyle kadına baktı. Soluk soluğa kalmış ve dudakları susuzluktan çatlamaya başlamıştı. Yanı başında oturan kadına “Su verin” diye jest hareketlerini kullanıyordu. Mutfağa giderken bile gözlerini Feride’den ayırmıyordu. Kapıdan içeriye Teoman’ın girdiğini görünce çığlık atmaya çalıştı fakat ağzı bir tülbentle bağlandığı için ne yazık ki sadece gözlerinden akan yaşlarla çığlıklarını anlatmaya çalıştı. İçinden “Ah benim taş kafam hiç bilmediğin birinin evine gidersen “ işte böyle olur” diye düşündü. Teoman olanları çözdükten sonra kabaca gülümseyip “Duygu sanırım artık her şeyi bana aşık olan bu kadına anlatmalıyız.” Dedi. Suyu içirmek için açılan Feride’nin ağzı “Sana güvenerek nasıl bir hata yaptığımı anladım. Şimdi söyleyin benim duygularımdan ne istiyorsunuz? Yoksa benim acı çekmem sizi mutlu mu ediyor ha? Hadi söylesenize.” Diye bağırdı. Teoman öfkelenerek “Şimdi bizim istediğimizi yaparsan seni serbest bırakırız. Eğer bizi dinlemeyip yanlış işler yaparsan ölürsün” deyip kıza bir kaç sene önceki beraberliğini anlatmaya başladı. “Senin arkadaşın Eylül’le bizim uzun bir ilişkimiz oldu. Ve bir gün Eylül benim gizli dosyalarımı karıştırıp onları kendi çalıştığı gazetecilik ajansında yayımlamış ben de bu olayı ertesi gün gazetelerde manşet manşet okudum. Tabi önce çok sinirlenip onu hemen bulduğum yerde öldürmek istedim. Çünkü; o benim yazarlık hayatımı bitirdi. Teoman konuşurken kendini frenleyemiyor, daha çok hararetle konuşmasını sürdürüyordu. Aslında
her insan intikamını almak için bu tür oyunları oynamaya eğilimlidir. Bunlardan biri de Teoman’dı. “Eylül’le çok yakın ilişkiler kurup onun gizli yazılarını bulmanı istiyorum. Geriye kalan da sadece bana getirmek” deyip başını önüne eğerek sustu. Feride kendini rehine alan Teoman’ın önüne bir seçenek sunmayı düşündü. “Seni gerçekten buradan çıktıktan sonra hayal kırıklığına uğratmayacağıma söz veriyorum. Bence Eylül’den intikam almak için ne benden bir şey iste ne de sen uğraş. Senin şimdi yaşadığın duyguları anlıyorum. Çünkü; onların daha fazlasını ben de yaşadım. İki sene önce ki sevgilim beni en yakın kız arkadaşımla aldatınca çok kızmıştım kendime, neden ben bu adamı sevdim diye ama sonra hayatta karşılaştığım insanların hareketlerine bakarak ona göre davranmayı öğrendim. Sen de benim gibi geçmişi intikam alarak unutacağını sanıyorsun ama çok yanılıyorsun.” Diyerek kararı Teoman’a bıraktı. Mutfağa doğru yönelen kadın dolapların birinin kapağını açarak eline bir bardak alıp su sebilinin önünde durdu. Herkes şimdi suskunları oynuyordu. Derin düşüncelere dalmıştı Feride. Duygularının kendine oynadığı bu dehşet verici olay onun yeterince aklını başına getirmişe benziyordu. Ruhundaki çalkantıları tamir edebilmek için Teoman’ı seçmesiyle başladı her şey. Arkadaşının bu adama böylesine tuzak kurması kaçınılmaz gerçeklerden bir tanesiydi. Bir insan yüzünden işin, ailen, insanlarla olan ilişkilerin birden elinden kayıp gidiyorsa bunu durdurmaya engel bile
olamazsın. Masanın üstünde duran sigarayı alırken “Galiba sen kazandın” diye fısıldadı. Bunu duyan Feride’nin yüzü güldü. Gözleri parlıyordu. Sanki her şey kendi istediği gibi gitmişti. Fakat eksik bir yapbozun bulmacası kadar önemli olan bir şey daha vardı. O da Feride’nin hala Teoman’a aşık olmasıydı. Büyük bir hatanın eşiğinden dönen Teoman, gözleriyle onu sevdiğini söyleyen bu kadına gerçekten aşık mıydı? Yoksa intikamını almak istediği için onu yine aracı olarak bu işlere alet etmeyi mi düşünüyordu. Feride sert bir bakışla “Benim galiba artık bu şehirden gitme vaktim geldi.” dedikten sonra yerinden kalkarak hole doğru yürüdü. Parmakları kapının kulpuna değecekti ki Duygu üzgün bir sesle “Özür dilerim senden, böyle olmamalıydı” dedi. Feride başını eğerek kapıyı açtı. Belki de Teoman’ın “kal lütfen” demesini bekliyordu. Son kez ikisinin de yüzlerine baktıktan sonra gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Kapıya vardığında, sanki bir şey söyleyecekmiş gibi bir an duraksadı. Sonra içini çekti ve çıkıp gitti.
Yağmur Kuzu
y.kuzu@kalemsizdergi.com
Uykusuz Şehir Sıcak, rüzgarsız bir gece var Haliç’te. Saat sabaha karşı ama kent uykusuz, dört bir yanı ışıklar sarmış rengarenk. Kız kulesinin gözlerinden uyku akıyor, mahmur bakışları durgun suya yansımış. Açık hava sineması tadında izliyorum İstanbul’u. Bir sen yoksun anlayacağın. Her şey güzel bu gece. Belki dönersin diye, bir umutla bütün İstanbul el ele vermiş. Bütün güzellikler bir peri masalını oluşturmuş yokluğunda. Karşı kıyı ne kadar da uzakmış, yeni fark ettim. Vapura binmek istedim günün en sakin saatinde. Ama ona bile cesaret edemedim. Galata beni izledi korkak adımlar atarken, Haliç arkamdan güldü vazgeçtiğimde. Güvercinler bile attığım yeme gelmediler bugün. Bir temmuz günü dışlandım en sevdiğim semtte. Yine de gidemedim bütün gün, sensiz çıktım Galata’nın karşısına. Haliç’e karşı gözyaşı döktüm... Arnavut kaldırımlarda eve dönmek zor geliyor yine. Hele, seni her gün bıraktığım
duraktan geçerken ürkek adımlarını arıyor gözlerim. Alışkanlık ya, sabah geçerken inmeye kalktım aniden. Sonra usulca geri döndüm tramvayıma, kabullendim... Artık yoktun bu şehirde, şehir sessiz. Senin döneceğin günü bekliyor martılar, sahildeki bank seni bekliyor. Vapurlar bile selamsız geçiyor Eminönü’nden. Ben seni bekliyorum bir temmuz sabahı, İstanbul seni bekliyor...
İlker Ardıç
ilker.ardic@kalemsizdergi.com
Seveduruyorum Düşüncelerin sonu geldiğinde hep başa dönüşlerimden birindeyim yine.. Hayat. sorgulamaktan bıkmadıkça gözümün içine baka baka biten. Benliğim, her gün her gidişinde biraz daha azalan. Azalarak sana kalan, dona kalan ellerimde sana sunduğum. Bağlanmanın deli saçması bir tehdit olduğunu düşünürken özgürlüğüme, çekip gidebilmenin bıraktığı boşluğu özlerken, yöneldim sana en savunmasız duygularımla. Nedendir savunmasız bırakışım, teslimiyete duyduğum meraktan mı, deneme isteğinden mi? Üstelik “deneme! yanılma!” derken kendime her sessiz telkinde.. Aşklar üzerine uzun nutuklar çekip yıllarca yüzeyde tuttuğum bu mayın şimdi ağır ağır yüreğime batıyor. Gittikçe daha derine doğru. Korkularından arınmak gerek derim hep, şimdi koca bir korku üstüme üstüme gelirken pohpohlayıp büyütüyorum mazoşistçe. Yokluğundan korkmuyorum hep, çünkü hep var olacaksın ben varlığı inkar edeceğim noktaya gelene dek. Ama ya o noktaya bir adım kaldıysa? İlerlemeye karar verdiğimde çıktığım her basamağı kırdım, geri dönüşüm olmasın diye. Artık geride koca bir uçurum. Sensizlik ölüm. Sana yürüyorum ağır aksak adımlarımla, önünü almaksızın önünde dikiliyorum, seviyo-
rum dercesine bakıyorum cesurane. İğrençşahane geçmişimi gömdüm aklımdan kopardığım basamakların altına. Cesurluk konusunda kimseye pabuç bırakmayan ben şimdi ürkekliğiyle yüzleşiyor. Varlığının yetmediği anlarda kendine sarılıyor küçük bir çocuğun oyuncağına sarıldığı gibi. Sıcağına alışmamalıyım diyorum hala, ben gitmek için yaratıldım, o kimsenin beni tanımadığı şehirlerden birinde, esrarengiz havalarla dikilmeyi hayatın karşısına. Hiç incinmemiş, hiç kanamamış rolünü üstlendiğim yeni senaryoma alışmaya. Alışkın olduğum tanışma sahneleri değişti uzun zaman önce. “Nasılsın? dendiğinde “eksik.” diyemem gidersem yeni senaryomda. Yaratıcılığımı konuşturmalıyım gidersem, hayalperestliğim tekrar uyanmalı, sonla yüzleştiğimde “elveda” dedirtebilmek için bana. Omzumu pışpışlayacak bir ben kalmalı içimde seni o kadar sevmemiş olan. Tüm alevlerin içinde bir yanımı senden soğutmaya çalışmalarım hep o yüzden. Giderse korkusu.. Benlerden birini giyinmeliyim, seni sevmemiş olan, benim kadar. Unutmak kolay olsun diye.
Büyüdüm, o yüzden daha az yağıyor
belki yağmurlar, o yüzden her yağdığında seller akıyor içime belki birikmişliğimden. Şimdi kelimeler anlamını yitiriyor gün geçtikçe, gülümsemene aşık olmam bundandır belki, hep aşık kalacak olmam. Gülümsemeni anlatabilecek bir söz yok eskiyebilecek. Belki de bu yüzden, dile getirilememişliğiyle anlamını koruyor hala. Her pürüzde biraz daha yitirdim umudumu. Kaçmak daha kolaydı, kalmayı seçtim o yüzden, bilirsin mazoşistliğimi.. Zoru sevmem kolaylaştırdım varlığına olan tutkumu ifade etmeyi. Bölünmüşlük her kavgada biraz daha bağırdı varlığını, burda’lığını. Ben bölünerek çoğalmayı seçtim. Çoğaldım öyle çok çoğaldım ki sığmıyorum şimdi satırlara, aklımın uçurumundan düştüm, her düştüğümde biraz daha küçüldüm, düşünmedikçe sorunlar da küçüldü. En ücra köşeme sakladım hepsini. Küçüklüğümü aldım en tenha yerine saklandım sinsice. Bulup çıkarama diye. Evet itiraf ediyorum, saklandım senden, korktum görmeni beni benden, buradan her şey gri ve tonları, senin renkli dünyanı karamsarlığa boyamak istemedim. Burada havalar hep bulutlu, güneşinin önüne geçmek istemedim,
sustum, sustukça büyüdüm, büyüdükçe küçülmeye çalıştım, sığmazdım ki bu kadar büyükken içine, almazdın ki bu kadar yükü kalbine. Büyüdükçe sıkıştırdım aklımı kendimce. Sabit kalmam imkansızdı, ama sensiz kalmamın yanında lafı bile olmazdı. Çifti tekleştirme çabası içine girdim bir ara, sonra ayrıyken daha güzel olduğunu fark ettim kişiliklerimizin. 2 yarımın asla 1 bütün etmediği dünyayla yüzleştim. Mücadelenin anlamsızlığını anladığında hak vereceksin bana, belki yıllar sonra. Ben şimdi öyle duruyorum. Seveduruyorum sana. Sonunu düşünmemeye çalışıyorum ki acımayayım şimdiden, belki diyorum hala, belki.. Belki bitmez her güzel şey gibi. O kadar güzel olmasa mı acaba diyorum, engel olamıyorum. Ben seveduruyorum seni. Tüm pürüzlerden arın, kendine gel, seni orda bekliyorum...
Esra Aktürk
e.akturk@kalemsizdergi.com
Bir Kadını Anlamak Bir kadını anlamak zordur çoğu zaman. Bir kadın fırtınalarda açık bir denizde karaya vurmamaya çalışan bir gemi gibidir, bütün herkes kaçsa bile o fırtınada o dümeni bırakacak son kişidir bir liman arar kendisine sadece. Gün doğduğunda uçsuz bucaksız denizlerde yorulmadan devam eder yoluna. Bir adam bir kadını anlamaz. Çünkü o kadının nerelerden geldiğini ne gemiler yaktığını ne fırtınalara göğüs gerdiğini bilemez bilmez. O sadece sonrasına bakar sonra ne olacağına bunca şeye aldırış etmeden dinlenmesine izin vermeden kendi gemisine alıp kendi fırtınalarına da boyun eğmesini ister bencilce. İstediğini almadan vazgeçmez. Ve kadın mı? Bir kadın sadece tek bir gülüşe kanabilir tek bir buseye tek bir merhabaya… Bir kadını anlamak korkutucudur aslında. Korkutur çünkü fazla ayrıntı vardır. Erkeğin alamadığı kadar çok fazla düşünür, ama inanın bir kadın ne kadar düşünürse düşünsün yapacağı iki şey vardır sonunda; ya terketmek ya da affetmek… Dedim ya tek bir merhaba ya da tek bir elveda ile. Çok kadın tanıdım çevremde ve erkekleri de bu kadınlardan tanıdım işte. Çünkü bu kadınların içinde ölü ya da diri mutlaka bir adam vardı. Anlatıp durdular senelerce bende dinledim büyük bir zevkle.
Bazılarına yardımcı olabilirken bazılarıyla beraber bende şaşırdım anlayamadım bir şey diyemedim sustum konuşamadım. Ama hepsinden çıkardığım tek bir sonuç varsa bütün o gözyaşları, verilmemiş mektuplar(hala var),atılmamış mesajlar, içinde kalmış sözler büyütüyor bir kadının aşkını. Bir erkek dinleyebilseydi, bir kadın diyeceklerini deyip yine giderdi elbette. Biten bir aşk arkasından konuşulmazdı başkalarıyla ve ben hep o kadınları o erkeklerin yerine dinledim çoğu zaman. Bir kadını anlamak! Bir hikaye gibidir zaman zaman sıkılıp bırakılan zaman zamanda hiç bitmesini istenilmeyen bir hikaye. Her okunuşunda farklı sonlara gebe bir hikaye. Bir kadını anlamak hikayeleri sevmek gibi okuduğunu anlamak gibi Altı çizilmiş cümlelerim var benim de hikayemde ne kadar baştan okunsa da değişmeyecek notlarım var köşesine sıkıştırılmış her kadın gibi. Kedime benzettiğim kadınlar var hayatımda bide benzemek istediklerim. Ne istediğini anladığım kadınlar var yanında ne istediklerini bilmeyen adamlar. Kısacası; ”Bir kadını anlamak; onun çayı şekersiz içtiğini bildiğinden şekerleri alıp kendi çayına karıştırmak gibi bir şey”
Sonay Karakaya
BUDAYIN BEDENİMİ
Saçlarım ah, yazmaların belime uzanan yazgısı. Her telinde ayrı titreşim, Bir mevsimin sonsuz döngüsüyle, En fazla bir uçurtmanın yere salınan uçları.
Saçlarım dolanırken otların hüzünlü yanlarına, Ansızın ve nasıl bir inatla üstüme konar güneş. Çürür içim- taşın yosununa yaptığı gibiDurur kalırım öyle gittikçe azalan yeşilliğimle. Duyun saçlarımı kendine kapanırken sırtım Dediler, zaman saçlarından çekip gitti Ve tarihin kirli aynasından Susup boşluğa uzanan sesler eşliğinde Bir söğüdün kuru dallarıdır artık saçlarım, Ah, budayın bedenimi!
MERYEM COŞKUNCA
GİTMEK Öyle, Sıradan, Öylesine ıslak Tüm yargılarımdan, Ve tüm çelişkilerimden uzak Ufka dalarken gözlerim Koskoca bir yıl geçti saçlarımdan. İki ranzanın bir araya gelip Susturamadığı yalan ne ise Her gece aklıma gelen Ve alınlarımdan düşen harfler O’dur… Son olmayacak bu, Sen olmayacak mesela Gitmek dedikleri yine Anlamsızlaşacak… Sonundan başlayarak ince seslerin Mırıldanarak duyulmasın diye En uzun ve en uzak, kelimesidir gitmek. Bir kurşun kelam yalnızlığından kalan Sahici bir yaşam sıkıştırılırken denizlere Anlarsın o zaman Ne kısa kelimesidir sayfaların, gitmek.
Hem bu kadar kısa Hem bu kadar uzun Hem bu kadar uzak Asla ama alışkın olmayacak Acı dedikleri Bekledikçe Üreyen bir asalak Sevmek dedikleri Geciktikçe Gitmek kadar Uzun Hem kısa Ve uzak… Asla ama yürekler, alışkın olmayacak…
Volkan Altınbaş
Denizin Türküsü serden geçmez yere basmaz idim bir garip aşuk idim dere kenarında maşukuma erdim avare salınır iken geceleyin ısıtırdın lavantalarını bilirim arar idim kimya-i saadeti gözlerindir avuçlarından içtiğim kimya-i saadetti denizine serptiğim gözlerindir k’ana k’ana içtiğim gizli bahçeni torenyalar süslerdi ıslatırdın güzlerinin şafağında bilirim kıyıya son kulaç serinliğinde ve bahtiyarlığında alaşağı seninle ıssız limanlar görgüsü sürünsün kumdan kalemize dünyama bürünmüş kokun alnıma çekilmiş tanırın iki kat sürgüsü ver elini çabuk, serelim ipe seyir defterini yorgun kaptanın mührü denizin türküsünde kavrulan yaza yana yakıla fersah fersah örttüğüm denizler idin eteğinden savrulan yaldızlı taşım idin yana yakıla dalgalanan bana anam misali sırtımda taşıdığım
hayat beyhude eser iken çocukluğum misali yolda tanıştığım denizler akrep kesmiş düşüme ararım tozlu yollarda deli divane akıllanmam gayrı ben bu sevdaya düşeli canım cananı çöllere sorar iken candan bir gülüştün heybemde ... yaradanı sevdim, senden ötürü! ... parlatırsın günü hakikatinle ben geceyi okşarım gül takılı, ipek boyalı rüzgarınla sar ellerin saçlarımda gözlerimiz tanrı kutsanmışlığında denizin türküsünü fısılda ezele bizim türkümüzü!! yana yakıla yana yakıla... Hamiş: Eski denize türküsünü söyledim. Bir bakıştan yaratıldı bu şiir.
EŞREF YENER
Ben
Ben mirasyedi gencin,nankör bakışları, Geniş cüsseli adamların,menfaat alkışları, Aynı yola çıktıklarımın geride kalışları, Ben tecavüze uğrayan kızın haykırışları... Ben dilenci çocuğun kesik avuçlarında kir, Torpille yerleşilmiş makamda ki sır, Bak bu yola çıktığım yemyeşil kır, Ben el kadar çocukların cesaret yarışları... Ben ,terör elinde askeri vuran silah, Gencecik çocuğu toprağa gömen siyah, Dağı,taşı ve beni yaratan tek ilah, Ben silahları susturan o sahte barışları... Ben şehit anasının kızgın sözleri, Vatan sağ olsun diyenlerin ıslak yüzleri, Bir bir yıksalar da tepeden düzleri, Ben o şehit gençlerin ölüme can atışları.... Ben bütün bu olanların sebebi,failler, Sırıtan dudakları,gözleri kör cahiller, Beklese de beni yolun sonunda ölümler, Ben onurlu insanımın saygıyla anışları...
OĞUZCAN KIYMIK
NASİHAT Korku ecele faydasız Ömür hiç geçer mi yarsız Nasıl kalmıyorsan susuz Aşka inan kalma onsuz
AŞK
Ağzın yanar lal olursun Başın döner del olursun Gözün görmez kör olursun Zorla güzellik olmuyor arkadaş, Aşka inan kalma onsuz sevdaya şah çekemezsin. Duygular aşka dönüşsün istiyorKimi arar hiç bulamaz san, Kimi bulur kıymet bilmez yitirmeden karşıya geçirmelisin. Kimi farkına varamaz Aşka inan kalma onsuz Mavisi değişir göğün Bal tadında her bir öğün Tatmadıysan durma dövün Aşka inan kalma onsuz Biri delmiş yüce dağı Biri geçmiş çorak çölü Ey sevmemiş insan dölü Aşka inan kalma onsuz Tolga madem çok bilirsin Neden aşktan çekinirsin Sana varmaz nasihatin Aşka inan kalma onsuz
TOLGA ARSLAN
t.arslan@kalemsizdergi.com
SAMURAY KILIÇLI SEVGİLİ
Samuray kılıcını savurdun gömleğimin düğmelerine. Her şey böyle başladı. Aklımın kalbinle ilintisini çözmek için yaptın bunu belki. Belki çağırmak için beni masallarındaki güzel ülkelere ; oradaki eşsiz bir uçurum manzarasında intihar izletmeye... Belki de sadakat okyanuslarındaki ihanet gemisinde pineklemek için seninle. Ya da biliyordum sen klasik yaşam formlarının düşmanıydın. Gelenekle popülaritenin arafındaydın. Güneş görmekten müşteki, karanlık görmeye meyilliydin. Geleneksel bir ön yargının susmaktan usanmış dudakları, birinci sınıf bir işçinin isyan modeli, ve yangın yeri bir mecranın ellerindeki titrekliktin. Vivaldi’nin çığlığıydı içindeki efsun, Van Gogh’un en önemli tablosu , yahut Jack London’un efsane Martin Eden’i... Garip bir telaşın eylemsizliği… Selvi boylu bir ağacın rüzgarsızlığı… Muhkem bir hayalin sıra dışılığı... Tüm bunlar seni tanımlayacak bir şairin dayanağıydı ,malzemesiydi. Çünkü senin niteliğin,niceliğinin nirvanasıydı. Çünkü senin et tarafının altında bir hikaye vardı. O hikayede ben olmalıydım. Bu olmalıydı...! Çünkü sen samuray kılıcını savurmuştun gömleğimin düğmelerine Gömleğim açılacaktı; ve tenim yansıyacaktı gözlerine. Tenimin coğrafyasında bir soluk , tenimin coğrafyasında bir umut vardı : Belki Hakkari’de ,belki Aydın’da ,belki de Kastamonu’daydı... Tenimi bir kitap sayfası açar gibi açacaktın kendine. Müşterekliğimizi görecektin. Avuçlarına düşecekti sonra damlalar. Elvedalarla değil,merhabalarla karşılayacaktın her seferinde beni. Bir jiletle işaretleyecektin yüzümden:
Taksimde bile karşılaşacaktık Çin’in en işlek caddesinde bir bank’a oturup ağlaşacaktık. Çünkü sen samuray kılıcını savuşturmuştun gömleğimin düğmelerine. Dokundun; gömleğimin düğmelerinin ellerine… Biz seninle karanlık bir kış’ın soğuğu muyduk? Karanlık bir kış’ın bulutluluğu mu? Ya da Sicilyalı bir kiralık katil miydik birbirimizi arayan? Ortalıkta bombalar , ortalıkta vahşetler , ortalıkta insancıklar vardı. Dünya savaşıyordu birbiriyle. Biz vicdan-i red hakkımızı kullandık. Genel seferberlikten kurtulduk. Çünkü sen samuray kılıcını savurmuştun yüreğime. Yüreğimle yüreğin savaşırken Dünya savaşına katılamazdık; bu imkan dahilinde değildi. Bizim savaşımız kendimizleydi. Hadi koru kaleni ! Askersizsin biliyorum. Üstelik cephanesiz… Elindeki tek silahın ‘’samuray kılıcın’’ Temas ettiği yer gönlüm… Gönlüm , suları kan revan olmuş bir Venedik… Gönlüm , feth edilmiş bir İstanbul... Gönlüm , sevişmek istiyor gönlünle; senin de istediğin gibi… Samuray kılıcını savurmuştun gömleğimin düğmelerine. Vuslat ,böyle başlamıştı. Feragat , aşılanmıştı damarlarımın en hayati yerine. Bir bıçak yarası gibi kazınmıştım gözlerimdeki korkunun derinliklerine. Bir bıçak yarası gibi kalacaktın ellerimde. Çünkü sen samuray kılıcını savurmuştun gömleğimin düğmelerine. Gömleğim yere düşecekti. Ve günah,gözler önüne serilecekti…
Yiğit Karadavut
y.karadavut@kalemsizdergi.com
MEZOPOTAMYA
Mezopotamya kokarken saçlarım küllenmeye hazırlanmış gözlerim sensizliğinde en güzel sen de doğmuyor mu güneş en fazla sen de ısınmıyor mu yürek gözlerim de bundandır hiç batmayan sıcak güneş ve hep ipektir tenim yemyeşil kokunda dedim ya gözlerimde batmaz güneş anlat Mezopotamya anlat aşkların en güzelini anlat sende ki yüreğimi efsanelerini anlat, yılanların boy gösterip zarar vermediği sıcak gecelerini yarasaların bitmek bilmeyen coşkusunu anlat yıldızların sevdamıza şahitliğini yaza giriyoruz senin kadar çorak değil henüz yüreğim bilirsin sararmıyor benim yeşilim anlat Mezopotamya, yanımdasın şimdi ağlama Mezopotamya gün gelir yeşerir yine rengin endişelenme, bir gün hepten barış kokacak yüreğin unutma gözlerimde taşıyorum seni ağlama saçlarım bile sen kokuyor şimdi anlat bana yıldızlı bir gecede bir kez daha kadim tarihini ben hiç bıkmadan dinlerim seni yak ateşi, anlat Babil Kralı’nın buralara nasıl yerleştiğini söndür ruhumdaki rüzgârın deli esişini yak ateşi ısıtalım yüreğimizi ey hümanizmin yeşil denizinde var olmuş Mezo-
potamya anlat bana sende ki beni. hala rengârenk mi gökyüzünde uçurtmalar kirazların aşk tadında mı üzümleri sıktılar mı, şıralar tatlandı mı? hazır mı şaraplar mahzenlere içirsene bu gece bana gökyüzünde özledim kaybolmayı sen de susma anlat Mezopotamya senleyim ben saçlarıma yıldızlardan taç yapsana bu gece fırtınalı bir denizin rengi kana bulanmış zaman tükendikçe hasretin artmış sende doğup burada büyümek yormuş boş ver sen anlat Mezopotamya sararmış aşkları nasıl yeşerttiğini Fırat’ın sakinliğini Hasankeyf ’in endişesini yüreğim bu sıralar öyle gibi sular altında kalırsam, göremezse gözlerim, sana dokunamazsam uzat ellerini Mezopotamya çek kendine beni ayağıma gümüş halhalı sen taktın sen çıkar dar geliyor şimdi yaşadıkça seni uçuyorum Zınnar’da bir peri gibi Mezopotamya gözlerim, barışı son damlasına kadar içtim rahat ol Mezopotamya tıpkı kucaklarken ki gibi medeniyetleri haykır doğmamış ruhlara barışı, kardeşliği ben de senin gibi herkese açtım yüreğimi
düşünmedim çirkeflerin gelmişini, geçmişini senin gibi açtım yüreğimi ayırt etmeden namerdin beni yok edişini sen öğrettin sen anlat Mezopotamya sende ki beni anlat karlı sevdamın sıcak dağlarında ki çiçeklerimin masumiyetini anlat herkese bizi tükenmelere direnişimizi, dağlarımızda ki kardelenleri hatırlar mısın bilmem sen yağmura hasret bir yürekken yağmur oldum sana değişmedim ki ben yokluğunda durmadan yağıyorum gökyüzünden hala ve sendeyim, senleyim, aldığım her nefes, yürüdüğüm her yol gördüğüm her rüya hala sana çıkıyor sen umudu en güzel şekilde öğrettin bana talan olmuş koca kentlerde kirlenmiş dostlukların kaderini çizdim sayende ölmüşleri dirilttim, yokları var ettim, umudu öğrettim ben bunları sen de öğrendim Mezopotamya ve hatta düşmanlarımı bile senin gibi sevmeye yemin ettim anlat susma Mezopotamya sende ki beni gönder taklacı güvercinlerle en güzel dileklerini kucaklıyorum barış kokan yemyeşil denizini
yıldızlı gecelerini sap sarı başaklarını saçıma takardım küçükken, sarılığı da almışım senden rüzgâr esti sen kokuyor saçlarım salınıyor nazlı nazlı sarılığında başakların anlat Mezopotamya susma kucaklaştır bu gece beni tanrılarınla hatırlat şarap içerken Babil Kralı’nın sevdasını bana Zin’i boş ver anlatma Mem’le türbelerini gördüm rüyamda yitik sevgilerin kıyametlerini unut sen de hatırlama kurumuş toprağın sanki sıcaktan, korkma bak şimşekler çakıyor gözlerimde ıslatabilmek seni dindiriyor özlemimi ıslanmıştır dudakların yağıyorum Mezopotamya gözlerimle..
DENİZ AYGÜLER
K端lt端r & Sanat ->
Ahmet İmançer Röportajı Özgün Kabacaoğlu
Ahmet Hoca ( İmançer) , hoca diyorum çünkü İzmir’de fotoğrafçılık denilince ilk akla gelen isimlerdendir kendisi. Yıllardır sürdürdüğü Ege Üniversitesi’nd ki akademik kariyerinin yanı sıra onlarca kişisel fotoğraf sergisi ve karma sergi ile sayısız jüri üyeliğiyle de bizlerin fotoğrafa daha fazla merak duymasını sağlamış bir sanatçıdır. İlk defa kendisini dinleme olanağı bulduğum bir seminerinde siyaset iletişimi alanında nesnel açıklamalarda bulunmuş fotoğrafın siyaset haberlerindeki kullanımı ile ilgili bizleri bilgilendirmişti. Fotoğrafçılık alanında biraz olsun kendisine yaklaşabilmek ümidiyle… Bu söyleşi imkânını bana tanıdığı için kendisine teşekkür ederim.
Sürekli vakıf üniversiteleri açılıyor. Bir yandan açık ve uzaktan eğitim olanakları artıyor. Bir akademisyen olarak nasıl görüyorsunuz. Türkiye’de ki yüksek öğretim yapısını?
Yeni vakıf üniversitelerinin açılmasını olumlu buluyorum. Zira öğrencilerden ve ailelerinden de bu yönde bir talep gelmekte.
Dolayısıyla, talebin olduğu yerde arzın olmasını çok doğal görüyorum. Belirli bir ücret ile okunduğu için de oluşacak rekabet sayesinde uluslar arası standartları tutturabilenler ayakta kalacaktır. Açık ve uzaktan eğitim imkânlarının artması da çok yerinde. Sürekli ülkemizin gelişmişlik derecesinden şikâyet ediyoruz.
Eğitim gelişmişlik seviyemizi arttıracak en güçlü araçtır. Bireylerin eğitim – öğretim kaynaklarına ulaşım yollarını çeşitlendirmek de bu sebeple oldukça yerinde bir uygulamadır. Kaliteye gelirsek daha alacağımız çok yol var. Özellikle ilköğretimden itibaren bireysel yeteneklerine göre çocuklar takip edilmeli. Mesleki eğitim kesinlikle önemsenmeli. Ara elemanda yetiştirilebilmeliyiz fakat bu ara elemanlara da iş imkânları sağlanmalı. Yoksa cazip olmaz. Kısacası eğitimimizde ekonomimiz ile doğru orantılı gelişecektir.
Birazda sanattan bahsedelim. İzmir’de fotoğraf sanatı denildiğinde akla gelen ilk isimlerden birisiniz.
Fotoğrafçılık ile ilk tanışmam çocukluğum döneminde yaşadığım Elazığ’da oldu. Ortaokul çağında Fotostil adlı bir fotoğraf stüdyosunun sahibi olan Hüseyin Abi’nin yanında çıraklığı başladım. Daha sonra hobim olan fotoğrafçılık, mesleğim haline geldi. İlk defa üniversite birinci sınıfta İzmir İnciraltı’nda bir sergi açtım. Balıkçılar adını vermiştim. Sonrasında da devamı geldi. Sayısız karma sergide fotoğraflarım ile yer aldım. 26 kişisel sergi gerçekleştirdim. Yüzün üzerinde ulusal ve uluslararası fotoğraf yarışmasında jüri üyeliği yaptım.
Elazığ’da büyüdüğünüzü söylediniz. Ne zaman İzmir’e geldiniz?
Elazığ’da doğdum ve büyüdüm. İlk ve ortaöğretimimi Elazığ’da tamamladım. Ardından Üniversite için İzmir yollarına düştüm. Ege Üniversitesi’nde eğitim hayatıma devam ettim.
Ege Üniversitesi’nde ne kadar zamandır görev yapıyorsunuz? Neler yaşadınız? Hangi görevler bulundunuz?
Yaklaşık otuz üç yıldır akademisyenim. Acı tatlı çok hatırlarım var haliyle. Yardımcı Doçentim. Tabi ki hemen sorarlar bunca yılda neden yardımcı doçent kalmış diye… Ben fotoğrafı sanat olarak önemsiyorum. Akademik olarak unvan atlamakla zaman geçirmek yerine sivil toplum ve sanatsal çalışmalara daha fazla ağırlık verdim. Tamamen kişisel bir tercihti. Bu arada da üniversitede önemli görevlerde bulundum. Altı yıl dekan yardımcılığı ve on sekiz yıl fotoğrafçılık ve grafik anabilim dalı başkanlığı görevlerini yürüttüm. Üniversitede fotoğraf stüdyoları ve laboratuarları kurduk.
Akademik hayat dışında da başta İzmir Sanat Bienal olmak üzere çeşitli organizasyonlarda görevlisiniz. Biraz bahsedebilir misiniz çalışmalarınızdan?
İzmir Sanat Bienali’nde jüri üyesi ve sanat danışmanıydım. Aynı şekilde Ege Art’ta da fotoğrafçılık alanında sanat yönetmenliği görevini sürdürmekteyim. İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin düzenlediği sergilerde de yerlerinin belirlenmesi ve oluşturulmasında görev yapan danışma kurulun fotoğrafçılık konusunda ki üyesiyim. Ayrıca EFSA(Ege Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği) başkanlığını yürütüyorum. Geçtiğimiz günlerde Gezi olayları ile bağlantılı olarak gerçekleşen, İzmir’de ki protestoları içeren “Diren Türkiye” adlı bir fotoğraf çalışmasının gösterimini gerçekleştirmiştik. Bu çalışmalarımın yanında medya sektörüne de danışmanlık vermekteyim. Özellikle siyasilerin medyadaki fotoğraflarının kullanımı konusunda danışmanlık çalışmalarımı yürütüyorum.
Siyasilerin medyadaki fotoğraflarının kullanımını biraz açabilir misiniz? Pek tabi… Özetle, bir fotoğrafın dik veya yatay olması başta olmak üzere çekim açısı, kişinin mimiklerine odaklanması gibi etkenler verilecek mesajı etkiler. Örneğin fotoğraf yataysa, fotoğraftaki kişinin portresi dışında ki çevreyi de dikkat alanımıza alırız. Dik bir fotoğrafta ise daha fazla o kişiye odaklanır gözler. Üstüne sert bir mimikte yakalandığında, dik bir fotoğrafla o siyasetçi sinirli bir adam olarak gösterilebilir. Pek tabi ki bunun terside mümkündür.
İdeolojik bakışına göre siyasetçinin medya sektöründe çalışan tarafından kritik an farklılaşacaktır.
Yıllardır İzmir’de yaşayan bir akademisyensiniz. Siyasi iletişimin de bir tarafıyla ilgilisiniz. EXPO 2020 sürecimiz ve kazanma şansımız hakkında neler düşünüyorsunuz? İzmir’in şansını çok fazla görüyorum. Özellikle sağlık teması çok yerinde oldu. Burada kilit rol hükümete düşüyor. Zira Afrika’dan alınacak oylar mühim. Şayet delegeler ikna edilirse EXPO oylamasında kazanan taraf biz oluruz.
İzmir’in genel durumu hakkında neler düşünüyorsunuz?
İzmir muhteşem bir şehir. Yaşaması rahat fakat gittikçe emekli şehri gibi oluyor. İmar planı yetersiz. İzmir’e birçok rol biçilebilir ama markamızı ortaya çıkarmak için bunu şehrin de istemesi lazım. İvedilikle kent içi ulaşım problemi çözülmeli. Otogar’a metronun gitmediği bir şehirde yaşıyoruz. Çevre ilçelere ulaşım sıkıntılı. Düşünün metro inşaatı yıllardır bitmiyor. Artık bir şekilde bu sorunlar çözülmeli.
Markanın oluşmasını, şehrinde istemesi lazım dediniz. Tam olarak neyi kastediyorsunuz?
Şehirde ticaret orta düzeyde dönüyor. Zenginleşen sermayedarlar hemen İstanbul’a kaçıyor. Eğer ki İzmir gelişecek ve güçlenecekse bu biraz da İzmirli iş
adamlarının istemesiyle mümkün olacak. Hükümetin göstereceği bir yolda, belediyenin de etkin şekilde yer alacağı bir plan dâhilinde işadamlarının yapacakları yatırımlarla, kentsel ekonomi büyüyecek ve şehir markamız oluşmaya başlayacaktır.
Amatör fotoğrafçılara neler tavsiye edersiniz? Nereden başlamalılar?
Birincisi, fotoğrafta bakmak değil görmek önemlidir. Herkes bir manzaraya bakar ama oradaki bir şeyleri görmek fotoğrafçılık gerektirir, sonrası teknik detaylardır. Teknik detay ise fotoğraf makinesini tanımakla başlar. Günümüzdeki makineler o kadar gelişmiş durumda ki photoshop programlarını kullanmaya bile gerek kalmamaktadır. Eğer ki makineyi iyi kavrar ve görmeyi öğrenebilirse birisi, fotoğrafçılığa en önemli adımı atmış demektir. Sonraki aşamalar çok fotoğraf çekerek aşılır. En iyi fotoğrafçı, makinesini yanından ayırmayandır. Bu arada da ya bir kurs ya da internetten, kitaplardan ayrıntılı bilgilere ulaşılabilir. Kişinin öğrenme şekline bağlı olarak bu süreç farklılaşır. Kimisi kendisi çalışarak kitaptan öğrenir, kimisi ise kurslarda usta eğiticilerden (eğitmen sertifikasına sahip fotoğraf sanatçıları) ders alır.
Son olarak Ege Üniversitesi televizyon kanalında sunduğunuz ve yapımcılığını üstendiğiniz ”Deklanşör” hakkında bilgi verebilir misiniz. Youtube’dan izlenebiliyor mu?
Evet, Youtube’dan bulunabilir eski yayınlar. Programda teknik olarak bilgi vermek yerine işin kültürünü işlemeye çalışıyoruz. Örneğin bir programımızda fotoğraf makinelerinin tarihi hakkında konuşuyoruz. Bir başka programda medya fotoğrafçılığı konuşabiliyoruz. Düğün fotoğrafçılığı, sualtı fotoğrafçılığı, stüdyo fotoğrafçılığı vb. alanlarda o konunun uzmanlarını ekranlarda izleyiciyle buluşturuyoruz. Bizi izlemek isteyenler Ege Üniversitenin internet sitesi aracılığıyla televizyon yayınına ulaşabilirler…
Sevgili Kalemsiz Dergi okuyucuları; Bu sayımızdan itibaren her ay sizlerle beraber bir grubu tanımaya çalışacağız. İyi okumalar... Her metal müzik dinleyicisinin 12-13 yaşlarında mutlaka dinlemiş olduğunu düşündüğüm İngiliz metal grubudur. Steve Harris, onca yıldır grupta yaşanan kopmalara, kavgalara ve ayrılmalara rağmen grubu ayakta tutmayı başarmış üstün insan... İsmini ortaçağda kullanılan işkence aletinden (Demir Bakire) alan grubu kısaca tanımaya çalışalım. Iron Maiden, 1975 yılında grubun basçısı Steve Harris tarafından kurulmuş bir heavy metal grubudur. Çeşitli kadro değişikliğinin ardından 1978'de Steve Harris (Bas gitar), Dave Murray (Gitar), Doug Sampson (Davul) ve Paul Di´Anno (Vokal) olarak çekirdek kadroyu oluşturmuşlardır. Bu dönemde gençleri peşinden sürükleyen punk'a bir dur demek için ortaya çıkan "New Wave Of British Heavy Metal" yani "İngiliz Heavy Metali´nin Yeni Dalgası" akımına öncülük
etmelerinin yanı sıra bir çok başarılı gruba da örnek olmuştur. Sadece yaptıkları müzikle değil özel yaşantılarıyla, uyuşturucuya hayır demeleriyle de bir çok insana örnek olmuş nadir gruplardan biridir. Iron Maiden bir efsanedir ve öyle kalacaktır... Kendi adını taşıyan ilk albümleri olan "Iron Maiden"ı 1980 yılında çıkarmış ancak dünya çapında şöhrete erişmelerini sağlayan "The Number of the Beast" albümü olmuştur. Grup 1980'ler boyunca ardı ardına çıkardıkları albümlerle büyük başarı kazanmıştır. 1982 yılında gruba katılmış olan Bruce Dickinson , 1993 yılında ayrılmış ve yerine Blaze Bayley gelse de grup hayranları Bruce'un eksikliğini hissetmiştir. Özelliklede Blaze, Bruce'un söylediği bazı parçalarda zorlanması hayranlarını hayal kırıklığına uğratmıştır. Blaze çok mu kötüydü? Hayır tam tersine Blaze döneminde de efsane olmuş parçalar vardır. Sadece Blaze gruba adapte olamamıştı hepsi bu. Dickin-
son'ın gidişiyle grubun albüm satışları belirgin şekilde düşmüş ve 1989 yılında gruptan ayrılan gitarist Adrian Smith ve Dickinson 1999 yılında tekrar kadroya dahil olmuşlardır. Grup hiçbir zaman tarzını bozmamış ve müziğin dışına çıkıp kuru gürültü yapmamıştır. Birçok duyguyu Iron Maiden dinleyerek yaşayabilirsiniz. Dinlerken "işte müzik böyle bir şey" diyebileceğiniz şarkıları vardır ve mutlu eder insanı. Günümüze kadar 15 albüm çıkardılar ve her albümleri şahanedir bana göre. Tabi Somewhere in Time ile Killers albümlerinin yeri bambaşkadır bende. Coverlarının yapılmaması gereken ender gruplardan biridir. Çünkü onların yorumlarının üzerine yenisini yapmak, yorumlamak oldukça zordur. Demem o ki Iron Maiden parçaları pek covera müsait değil. Şarkıları dışında insanı cezbeden bir kapak tasarımları vardır. Son derece başarılı ve yaratıcı tasarımlardır. İncelemenizi öneririm.
GRUBUN LOGOSU
Grubun logosunu Steve Harris çizmiştir. 16 yaşında okulu bıraktıktan sonra 18 ay teknik resim stajyerliği yapan Harris grubun ilk günlerinden itibaren Iron Maiden’ın konser afişlerini kendisi hazırlamıştır. Bugün hâlen kullanılmakta olan logoyu da Harris 1979’da çizmişti. Logoda kullanılan harf karakterleri grupla ilgili birçok müzik albümü, kitap ve grubun eski veya hâlâ aktif olan üyelerinin
diğer müzik çalışmalarında da kullanılmıştır. Albüm kapaklarında kullanılan Eddie isimli logo Steve Harris tarafından başka bir punk grubu için çizilmiş olan Eddie karakteri görülerek tasarlanmıştır. Bu adamların bu kadar sevilmesinin ve saygı duyulmasının en önemli yanı sanırım melodi zenginliğidir. Dönemin çoğu grubu tek düze riffler üzerine şarkılar yazarken, Iron Maiden’ın hemen hemen her şarkısında -belki de şarkının insanı sıkmaya başlayacağı andaorijinal bir melodiye, geçişe rastlarsınız. Ne dört nala çalma, ne de sürekli düşük tempo şarkılar yazma yanlışına düşmüşlerdir. Son zamanlarda müzik endüstrisini elinde tutan müzik kanallarının, modern zamanın kendini bulamamış müziğini insanlara aşılamasıyla Amerika başta olmak üzere birçok ülkede Iron Maiden efsanesinin önünü tıkamaya başlamıştır. Fakat Iron Maiden hayranlığı geçici bir moda olmak yerine, yaşam tarzına bürünmesinden dolayı sadık dinleyici kitlesini korumakta ve yeni albüm veya yeni projelere enerjisini korumaktadır. Heavy-Metal’in simge grubu Iron Maiden bunca yıl sonra yaşlı ve olgun bir grup olarak kariyerine devam ediyor. Başka bir deyişle Eddie hala yaşıyor…
BAK BAKALIM!
Iron Maiden, Live After Death ile dünyada uzun metrajlı konser videosunu çıkaran ilk grup oldu. World Slavery Tour’da 100.000 mili aşan Iron Maiden, tur boyunca 7,778 otel odası kullanıldı, 6,932 gitar teli eskitti, 3,760 baget parçaladı, 3,008 penayı kırdı, 50,000’in üzerinde bira, 30,000’in üstünde soft içki, 6,000 süt şişesi, 2,500 portakal suyu tüketti. Bruce Dickinson, Samson’la beraberken bir konserde çığlık attı ve mekandaki bir camın çatlamasına sebep oldu. Bu olaydan sonra hayranları ona “air raid siren” (uçak sireni) lakabını yakıştırdı. Piece of Mind’da Trooper ile Still Life arasında Nicko’nun tersten çalan bir konuşması vardır. Nicko orada aslında şunu demektedir. “ What ho said the t’ing with the three ‘bonce’, do not meddle with things you don’t understand”. Bu Number of Beast’ten dolayı onlara satanist damgası vuran yobazlara karşı söylenmiş bir laftır. Nicko gruba girdiğinde Clive’in ayrıldığı açıklanmamıştı, o yüzden Nicko grupla beraber çaldığı ilk televizyon programında Eddie maskesi taktı. Maiden’la dostluğu eskiye dayanan Nicko, ayrıca “The Number of The Beast” klibindeki şeytanlardan biriydi. Bir zamanlar Almanya’da yaşayan Bruce Dickinson o sıralarda büyük bir eskrimci olarak tanınıyordu. Afraid to Shoot Strangers şarkısının ortasındaki hızlı kısım Maiden üyelerinin hepsinin sevdiği bir grubun müziğini andırıyor fakat bu grubun ismi açıklanmıyor. Dinleyicilerin bulmasını istemişlerdir. Clive Burr, Iron Maiden’dan ayrıldıktan sonra Alcatrazz, Trust, Gogmagog, Desparado ve Praying Mantis’te çaldı. Burr, 2001 yılında Multiple Sclerorsis sinir hastalığına yakalandı. Iron Maiden, bu hastalık ve Burr’ü iyileştirmek amacıyla üç konser verdi, bununla kalmayıp Burr MS Vakfı’nı kurdular. Iron maiden’in ilk iki albümünde söyleyen çılgın solist Paul Di’Anno gruptan ayrıldıktan sonra Müslüman oldu. Eşinin ona Kuran’ı Kerim vermesinden sonra kitabı okuyan ve ondan çok etkilenen Paul, daha sonraki röportajlarında hiçbir zaman tam anlamıyla Müslüman olmadığını, zira içki içmeye devam ettiğini ancak İslâm’ın bazı felsefelerini uygulayarak daha iyi bir insan olmaya çalıştığını söylemiştir. Nicko eski Megadeth basçısı Dave Ellefson ve eski Anthrax gitaristi Dan Spitz ile bir grup kurdu. Akıbeti belli olmayan ve sadece tek şarkı kaydeden grubun vokalisti ise -inanılmaz ama gerçekVanilla Ice’dı! The Trooper-Rusların 1854-56 yılları arasında Türk, Fransız ve İngilizlere karşı yaptığı ve her ülkenin ordularının büyük kayıplar verdiği Kırım Savaşı’nı konu alan bir şarkıdır. The Number Of The Beast albümünün kayıtları devam ederken grubun prodüktörü Martin Birch trafik kazası geçirdi ve arabasındaki hasar tamı tamına 666 pound çıktı. 2008 yılında yayınladıkları ‘Live After Death’ DVD’si ve 2008 yılında çıktıkları Somewhere Back in Time’ turnesiyle kendi Boeing 757 uçaklarında Bruce Dickinson’ın kaptan pilotluğunda 45 günde 81 bin kilometre yol yaparak 40 farklı ülkede toplamda 2 milyondan fazla seyirciye ulaştı ve bu turne, satış rekorları kıracak ‘Flight 666’ DVD’sine dönüştü.
STÜDYO ALBÜMLERİ
Iron Maiden (1980) Killers (1981) The Number of the Beast (1982) Piece of Mind (1983) Powerslave (1984) Somewhere in Time (1986) Seventh Son of a Seventh Son (1988) No Prayer for the Dying (1990) Fear of the Dark (1992) The X Factor (1995) Virtual XI (1998) Brave New World (2000) Dance of Death (2003) A Matter of Life and Death (2006) The Final Frontier (2010)
Üyeler
Steve Harris - bas gitarlar, klavyeler, geri vokaller (1975-bugün) Dave Murray - gitarlar (1976-1977, 1977-bugün) Adrian Smith - gitarlar, geri vokaller (1980-1990, 1999-bugün) Bruce Dickinson - vokaller, ek gitarlar (1981-1993, 1999-bugün) Nicko McBrain - davullar, vurmalılar (1982-bugün) Janick Gers - gitarlar (1990-bugün) Michael Kenney - klavye (1986-bugün) Eski Üyeler Paul Day - vokaller (1975-1976) Dennis Wilcock - vokaller (1976-1978) Doug Sampson - davullar, vurmalılar (1977–1979) Paul Di’Anno - vokaller (1978–1981) Clive Burr - davullar, vurmalılar (1979–1982) Dennis Stratton - gitarlar, geri vokaller (1979–1980) Blaze Bayley - vokaller (1994–1999) Thunderstick - davullar, vurmalılar (1977) Paul Todd - gitar (1979) Tony Parsons - gitar (1979) Paul Cairns - gitar (1979) Tonny Moore - klavye (1977) Terry Wapram - gitar (1977-1978) Bob Sawyer - gitar (1977) Dave Sullivan - gitar (1975-1976) Terry Rance - gitar (1975-1976) Ron “Rebel” Matthews - davullar, vurmalılar (1975-1977)
Özge Özgüner
o.ozguner@kalemsizdergi.com
Demet demet çiçekler ile başlayalım istedim bu diziye. Her ay Kalemsiz Dergi’de yeni bir hikaye ile yeni serüvenlere….
kararmaya başladığından, umudunu yitirip evin yolunu tutmuş. Eve geldiğinde gelininin odasından sesler geldiğini duyup kapıya yanaştığında ise içeride bir erkek ol“Kırmızı gül demet demet” duğunu anlar. Anadolu Anası tabi, naBu güzel türkümüzün hikayesi yürek musunu kirli bırakır mı, içeriden tüfeği yakıyor; aldığı gibi odaya dalmış ve yorgana Zamanında Ali diye bir oğlan var- doğru başlamış ateş etmeye. Ortalık mış. Bu delikanlı gönlünü bir güzele kan gölüne dönmüştür, derken yorgan kaptırmış. Velhasıl, evlenmişler. Ama sıyrılıverir ve anası, ne ile karşılaştığını henüz evliliklerinin kırkı çıkmadan sa- anlayamaz; iki yıldır askerde olan oğlu vaş patlak vermiş ve Ali’yi de çağırmış- Ali ve ona gözü gibi bakan gelini yataklar askere. Ali sevdiğini, anasıyla bera- tadırlar. ber bırakıp gitmiş askere. Ali’nin savaşa gitmesinden epey bir süre geçmiş ve Meğer, anası istasyonda beklerken gököye haber gelmiş. Habere göre savaş rememiştir Ali’yi. Ali’de koştura koştura bitmiş ve Ali’nin köye geleceği tarih bel- gelmiştir ve sevdiğini yalnız bulunca li olmuştu. Bunu duyan Ali’nin anası ve dayanamamıştır. Bu olaydan sonra ana, eşi başlamışlardı hazırlığa. Derken artık az olan aklını da yitirip yollara düşer; Ali’nin geleceği güne uyanmışlardı. dudaklarında bir türkü, kırmızı gül Ali’nin anası gelinine “ben istasyona gi- demet demet. dip Ali’yi bekleyeyim, sen de hazırlıkları tamamla” diyerek sabahın kör saatinde koyulmuş istasyon yoluna. Bir tren gelir, bir diğeri gider olmuş ancak anası m.abakus@kalemsizdergi.com hiçbir trende Ali’yi görememiş. Hava da
Mert Abakuş
Fikir & Yorum & G端ncel ->
Fatih Sultan Mehmet
SEMİH CABALAR
Değerli Kalemsiz Dergi Okuyucuları, Bugüne kadar Kalemsiz Dergi’de sizlere ulaştığım beş yazımda, sizlere daha çok yakın tarihimize dair olayları aktarmaya çalıştım. Bu sayıda biraz değişiklik yapmaya karar verdim ve dilim döndüğünce Fatih Sultan Mehmet’i anlatmaya çalışacağım. Osmanlı İmparatorluğu denince hemen herkesin aklına Sultan olarak Fatih Sultan Mehmet gelmekte ve özellikle bu konuda son yıllarda popüler kültüre hitap eden bir çok kitap yazılmakta, filmler çekilmekte. Herkes tarihin bir köşesinden tutup, anladığı kadar anlatmaya çalışıyor Sultan Mehmet’i. Maalesef yine tarih yazıcılığında yaptığımız yanlış nüksediyor ve herkes siyasi görüşü çerçevesinde Sultan Mehmet’i anlatıyor. Bir kısım yazarlar Sultan Mehmet’i sadece ve sadece savaşçı bir hükümdar gözüyle ele alarak büyük bir yanlışa düşüyor ve aslında Sultan Mehmet üzerinden bir yerlere mesaj vermek durumunda hissediyor kendisini. Bir kısım yazarlar ise;ki onlar geçmişle bağımızı tamamen koparmak isteyenler, onlar da iftiraya varacak yazılarıyla Osmanlı Dönemi’nin en görkemli padişahlarından birisini, belki de birincisini karalama yolunu seçiyor. Sultan Mehmet’in gizlice Hıristiyan olduğu, hatta eşcinsel olduğuna kadar varan yazılar ne yazık ki kaleme alınıyor. Bu gurupta maalesef siyasi gözlüklerini çıkartmadan, tarihi anlattığını zannediyor ve iki bin yıllık tarihimizi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan başlatmak hatasına düşüyor.Ben bu
iki üsluptan da uzak durarak kısaca Fatih’in fetih politikasına değineceğim ve arkasından size çok ortaya çıkartılmayan yönleriyle Divan Şairi Avni’yi, Avrupalıların gözündeki ismiyle Grand Turco’yu (Büyük Türk) ve Bizans İmparatorluğu’nun son Kayzeri Fatih’i, yine bilime verdiği değer bakımından Fethin Babası Fatih Sultan Mehmet’i, anlatmaya çalışacağım... Tarihi süreç boyunca bir çok filozof tarihsel olaylar üzerine kafa yorarken, tarih yapan faktörlerden belki de en önemlisinin liderler olduğunu düşünmüşlerdir. Hegel buna en iyi örneklerden birisidir. Ona göre, tarihin itici gücü belli nitelikleri olan ‘’Büyük Adamlar’’dır. Ona göre lider, toplumların itici gücüdür ve olmazsa olmazıdır. Hegel’e göre, büyük kahramanlar: çağın gereklerini bilirler,toplumların isteklerine karşılık vermeyi arzu ederler ve bunları gerçekleştirmek adına kendilerini ortaya atarlar. Yine Weber bu düşüncesini Karizmatik Lider deyimi ile anlatır. Ona göre karizmatik lider: Herhangi bir kimsenin olağanüstü yeteneği olarak algılanmalıdır.Karizmatik otoritede de, halk lidere onun mucizesine ve yapabileceklerine inandığı için itaat eder. Weber, karizmatik liderler etrafında toplanan halkların fantezi peşinde koşan değil aksine ileri derecede benlikleriyle toplumu ileri noktalara taşıyan bireyler olduğunu anlatmıştır. Ünlü düşünür Toynbee de bu düşünceleri desteklemiştir. Ona göre lider, sosyal ve siyasi birtakım çevrelere meydan okur ve etrafında geniş
kitleler toplar. İnsan çevresindeki olaylara meydan okumak ister ve ortaya atılan kişi lider vasıflı kişidir.İşte bu düşünürlerin tarif ettiği gibi bir karakter yapısına sahip olan Sultan Mehmet, sadece büyük bir hükümran, büyük bir asker değil. Aynı zamanda aşkı dizelere yansıtan büyük bir şair, büyük bir düşünür, bilimsel çalışmaları yakından takip eden bir aydın ve hayal edilemeyecek hayaller kuran büyük bir liderdir. Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki, Türkler karakterleri gereği devamlı surette akın yapan bir millettir ve bu göçebe kültürün bir gereğidir. İşte İslamiyet’teki gaza ve cihat anlayışı ile bunu birleştiren Türkler, özellikle Selçuklu İmparatorluğu döneminde 11.Yüzyıldan itibaren Maveraünnehir ve Horasan bölgelerinden çıkarak Anadolu’ya akınlar yapmaya başlamıştır. Devlet silsilesi devam etmiş, Kızıl Elma İnancını, Türkiye Selçukluları Osmanlı İmparatorluğunun doğuşuna kadar devam ettirmiştir. Esasında Osmanlı Devleti, daha Yıldırım Bayezid döneminde beylikten devlete geçiş yapıp, imparatorluk olabilecekken, devlet yönetimindeki birtakım yanlışlar yüzünden bu gerçekleştirilememiş ve meşhur Ankara Savaşı yenilgisiyle Fetret Devri başlamıştır. Bundan sonra gelen Çelebi Mehmet ve II.Murat dönemlerinde devlet dünyanın o günkü durumunun bize bahşettiği imparatorluk olma adımlarını atamamıştır.
İkinci Murat döneminin incelenmesi gereken en önemli sorunlarından birisi de Uç beyleri ve saraydaki devşirmeler arasında hasıl olan rekabettir. Devşirme vezirlerin kritik görevlere getirilmesinden rahatsız olan uç beyleri ve özellikle Çandarlı Ailesi(Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda rol oynamış çok mühim bir Türkmen Sülalesidir. Devlete, birçok devlet adamı yetiştirip hizmet etmişlerdir) II.Murat’a daha barışçıl bir politika izlenmesi konusunda baskı yapmakta. Daha sonra Sultan Mehmet’in vezirleri olacak devşirme geleneğinden gelen Saruca, Zağanos gibi paşalar ise aktif bir fetih politikası izlemekten yanadır. Yine uç beyleri bundan rahatsız olmuşlardır çünkü savaş esnasında onlara yeteri kadar görev düşmediğini düşünmektedirler. Netice itibariyle, Sultan Murat bu sorunlardan bunalmış ve büyük oğlu Alaaddin’in ölümünün üzerinde yarattığı ağır tesirler yüzünden saltanatından feragat ederek tahtı küçük oğlu II.Mehmet’e bırakmıştır. Değerli okurlar, yukarıda bunları anlatmamın en önemli sebebi şudur: Fatih Sultan Mehmet, çok önemli bir lider olarak, çok önemli bir dönemde devletin başına geçmiştir. Dünya’nın durumu tam da Osmanlı’nın lehineyken on iki yaşında tahta çıkar. Yine de kendisi iki kez tahtan indirilecektir. Birincisi 1444 Varna Savaşı’nda Çandarlı Halil’in isteğiyle olacak ve babası II.Murat ordunun başına geçerek
yeniden Sultan olacaktır. Savaşın sonunda II.Murat, tekrar oğluna hükümranlığı bırakmıştır ancak Çandarlı Kara Halil, asker üzerindeki gücünü kullanarak Edirne’de bir isyan tertip etmiş ve bunu bahane ettirerek, II.Murat’ı ikinci kez tahta çıkartmış ve bir başka değişle Sultan Mehmet ikinci kez tahtından olmuştur. (Fatih, daha sonra bunun intikamını alacaktır. İstanbul’un fethinden sonra Çandarlı Halil Paşa idam ettirilir) En nihayetinde babasının 1451 yılında ölmesiyle Fatih Osmanlı tahtına bu kez arkasında bir tehdit olmadan oturacaktır. Sultan Mehmet, ilk iş olarak Çandarlı’nın kadrolarını tasfiye eder ancak onu görevden uzaklaştıramaz çünkü kendisi asker üzerinde nüfuz sahibidir. Yine onun hükümranlığında barışa dayalı politikalar bir kenara bırakılacak ve Zağanos, Saruca, Şehabeddin Paşalar devlet yönetiminde etkili olacaktır. Osmanlı’yı bir imparatorluk haline getirmek gayesinde olan Sultan Mehmet, barışçıl politikalarla ancak devletin küçüleceğini ve sonunda yok olacağını düşünmektedir. Prof. Dr Halil İnalcık’ta yaptığı araştırmalarda İstanbul’un fethinin gerçekleşmemesi halinde devletin beylik olarak kalacağı ve esas Fetret Devrinin İstanbul’un alınmasıyla son bulduğunu ortaya koymuştur. Değerli Okuyucular, bu yazımda sizlere uzun uzun İstanbul’un fethinden ve diğer fetihlerden bahsetmeyeceğimi söylemiştim. Zaten yazılan kitap ve ortaya konan
başka eserlerde bu detayları son zamanlarda sık sık görüyoruz. Ben daha çok Fatih’in şahsiyetini anlatmak arzusunda olduğumdan İstanbul’un fethi mevzusuna fazla girmiyorum. Ancak bu mevzuda İstanbul’un fethinde kullanılan büyük toplar Fatih’i anlamamız açısından çok mühimdir. Rivayet odur ki, Fatih daha şehzadelik yıllarında, Bizans’ın surlarını yıkabilecek toplar üzerinde geceler boyunca çalışmış ve o dönemin şartlarında mühendislik harikası olan güdümlü topları ve onların mekanizmasını kendisi ortaya koymuştur. Bu doğrultudan bakacak olursak Fatih’in ne denli büyük bir bilim insanı olduğu da ortadadır. Şehzadelik yıllarından itibaren tek düşüncesi İstanbul’un alınmasıdır ve bu yolda bütün zekası ve ilmini ortaya koyar. Zaten, İstanbul’un fetih esnasında kendi çizdiği haritalarda tek tek topların yerleştirileceği yerleri göstermiş ve yeniçerilere manevralar sağlayacak fikirler ortaya koymuştur. Yine her zaman anlatılan meşhur bir hikayede gemilerin karadan yürütülme hadisesidir ki Fatih Sultan Mehmet, savaşın en karanlık anında hayal gücünü ortaya koyarak, zeki bir liderin neler yapması gerektiğini ortaya koymuştur. Aslında Sultan Mehmet ve askerlerinin dünya tarihini değiştiren büyük adımını anlamak için Peygamberimiz Hz. Muhammed’in hadisini de unutmamak gerek. Peygamberimiz, asırlar öncesinden:’’ İstanbul elbet bir gün fet-
hedilecektir. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onun askerleri ne güzel askerlerdir’’ diyerek fethi müjdelerken, aslında dünyanın o günkü şartları ve Fatih’in genel karakteristik yapısı bu güzel kaderin ve yazının Osmanlı İmparatorluğu ve Sultan Mehmet’e nasip olacağını müjdelemekteydi. Fatih Sultan Mehmet İstanbul alındıktan sonra şehrin Osmanlı’ya yakışır bir başkent olmasını istemiştir. Bu yüzden fetihten sonra şehrin yağmalanmasını ve yakıp-yıkılmasını yasaklamış, doğal dokunun muhafazasını ve sanat eserlerinin heder olmamasını istemiştir. Şehir alındıktan sonra da mahalli bir sisteme göre teşkilatlandırılmış, yollar üzerine çeşmeler ve sebiller yaptırılmıştır. Yine sübyan mektepler ve taş mektepler de bu dönemde ilk defa yapılmıştır. Buradan şunu anlıyoruz ki Fatih Sultan Mehmet, sanatsal değerlere çok büyük önem vermiş, fethettiği şehri yakıp-yıkmak yerine insanlarıyla beraber korumak adına önemli çalışmalar yaptırmıştır. Bu dönemde kurdurulan medreseler de çok mühimdir. Fatih Camisinin çevresinde Sahn-ı Seman medresesi kurulmuştur. Günümüzün üniversitesi konumunda olan bu yapılarda astroloji ve matematik eğitimi verilmiştir. Tıbbiye bölümünde görev yapan doktorlar ise zorunlu olarak günde iki defa hastaları muayene etmek zorundaydılar. Bu dönemde hasta ve darda
olan kimselere hiç bir ayrım yapılmaksızın yardım edilmiştir. Fatih, izlediği cesur dış politika anlayışı sayesinde, İstanbul’un alınmasını çok iyi değerlendirmiş ve Karadeniz’de de Osmanlı’nın birliğini tesis ederek, Cenevizlilere göz açtırmamıştır. Aynı dönemde Fatih’in Mora, Boğdan, Eflak, Sırbistan, Arnavutluk, Bosna ve Hersek topraklarında giriştiği fetih hareketleri onun Osmanlı Sınırlarını Tuna Nehri’nin de ilerisine taşıyıp, Bizans imparatorluğunun da varisliğinden yararlanarak Avrupa’yı ele geçirmek istediği net bir biçimde ortadadır.Yine İtalyanlara karşı da çok mühim başarılar elde edilmiş ve İtalyan Şehir devletleri her zaman baskı altında tutularak, bir siyasi birlik altında toplanmaları engellenmiştir. Burada Venedikliler ile yapılan mücadeleler başarıya ulaşmıştır ve Venedik uzun bir süre denizlerdeki hakimiyetini yitirmiştir. Bu durum bölgenin bütün ekonomik nüfus alanlarının da Osmanlı’nın eline geçtiğinin göstergesidir. Fatih Batı’ya karşı böyle bir dış politika izlerken, Akkoyunlu Devleti’nin Lideri Uzun Hasan’a karşı çekingen davranmıştır. Genel politikasının bu olması, Türk Devletine zarar vermemek istemesiyle açıklanabilir. Fatih, geçmişi iyi değerlendiren bir hükümdar olduğu için Yıldırım Bayezid’in Timur karşısında düştüğü durumlara düşmek istememiştir. Zaten Akkoyunlu Devletine karşı kazanılan Otluk Beli Sava-
şı’ndan sonra Uzun Hasan’ın takip edilmemesi de bunun büyük göstergesidir. Fatih düşünce yapısı itibariyle hedefini hem Batı olarak belirlemiş ve doğudaki sınırların Fırat’ta kalmasını yeterli görmüştür. Nitekim Anadolu’nun siyasi birliği tamamen Kanuni Sultan Süleyman Dönemi’nde sağlanacaktır. Fatih Sultan Mehmet, daha önceki atalarının kanunları ile kendi kanunlarını birleştirerek ilk Osmanlı Kanunnamesini oluşturmuştur. Sınırlarını çok genişlettiği devletin bir imparatorluk olduğunun en önemli göstergesi olan bu kanunname, askeri, siyasi, mali ve eğitim gibi konularda önemli bir kanun kitabı olmuştur. Sultan Mehmet yukarıda da değinmeye çalıştığım gibi çok kültürlü bir hükümdardır. Yalnızca bilimsel meselelerde değil, edebi konularda da kendisini geliştirmiştir. Arapça ve Farsça’ya çok iyi hakim olan Fatih Sultan Mehmet, İtalyanca, Yunanca,Latince ve Slavca’yı da çok iyi bilmektedir. İstanbul’un fethinden sonra zengin bir kütüphane oluşturan Sultan Mehmet yanında devamlı katipler bulunduruyor ve eserleri tercüme ettiriyordu. Kendisi Mitoloji ve felsefe ile de ilgilenmiş Homeros’un meşhur İlyada Destanı’nın kopyasını hazırlatmıştır. Sultan Mehmet, hangi din veya milletten olursa olsun alimlere büyük önem vermiş ve her zaman himayesi altına almıştır. Örneğin önemli bir tarih yazıcısı olan Kri-
tovulos ve alim bir zat olan Yorgi Amiruki gibi Rumları himayesi altına almıştır. Yine önemli bir bilim insanı olan Ali Kuşçu’yu da yanında bulundurmuştur. Devrinin çok önünde bir çağdaş düşüncede olan Fatih, resme de çok meraklı olduğundan İtalyan Ressam Bellini’ye resmini yaptırmıştır. Fatih Sultan Mehmet ulema sınıfını da teşkilatlandırarak alimlere verdiği önemi ortaya koymuştur. Sultan, ülkenin aydın sınıfını kurum haline getirerek onlara daha rahat bir çalışma sahası yaratmıştır. Kısacası Fatih döneminde ulema sınıfı dendiğinde ilim ve edebiyat akla gelmekteydi. Fatih Sultan Mehmet, yukarıda da belirttiğim gibi Avni mahlasıyla mükemmel şiirler yazmış ve adeta bir divan şairiymişçesine, sultanlığından sıyrılarak mükemmel beyitler ortaya koymuştur. Bu beyitlerini çok iyi Farsça ve Arapça bilmesine rağmen Türkçe kaleme almıştır. Sizlere bu beyitlerden birkaç örnek vermek istiyorum:
Her zaman aşıklara varmakdürür canana güç Arzı hal etmek gedalar hazreti sultana güç Saltanat tacına baş eğmez kabul etmez serir Sana bir can kuldur özge sultandır gönül Kanun yapıcı, alim, şair, büyük komutan, Sultan Mehmet Han 1481 yılında vefat etmiştir. Vefat ettiği dönemde Osmanlı’nın siyasi durumuna bakmak önemlidir. Sultan Mehmet, bu yıllarda İtalya ve Rodos üzerinde büyük baskı kurmakta ve Roma’yı almaya yönelik çalışmalar yapmaktaydı. Fatih’in önemli bir özelliği de nereye sefer düzenleyeceğini son ana kadar söylememesidir. O yüzden son seferinin Roma üzerine mi, Memluk üzerine mi olduğu noktasında tartışmalar vardır. Yine de Roma üzerine olması daha mantıklıdır çünkü bu dönemde Fatih’in donanması Otranto’ya çıkarma yapmış bulunmaktadır. Fatih ordusuyla sefer için Gebze yakınlarındaki Hünkar Çayırı mevkisine geldiğinde hasta olması sebebiyle buraya geldiğinde acılarına daha fazla dayanamamış ve vefat etmiştir. Bu bölgeye gelmeden önce Fatih’e acılarını hafifletmek için ilaçlar verilmesi zehirlendiği iddialarını da bugün de beraberinde getirmektedir. Yahudi olan doktoru Yakup Paşa’nın, Papa ve Venedikliler adına Sultan Mehmet’i zehirlediği yönünde iddialar mevcuttur. İddiaları sağlam bir temele dayandırmakta mümkündür çünkü Sultan Mehmet eğer Roma seferini gerçekleştirebilseydi belki de tüm Hıristiyanlık Dünyası ve Avrupa tehlikeye girecek,Osmanlı dünyada tek güç olarak var olacaktı. Bu büyük Türk Hükümdarı öldükten sonra
Aşık Paşazade ölüm şeklini şöyle anlatır: Tabibler şerbeti kim verdi hana, O han içti şarabı kana kana. Ciğerini doğradı şerbet o hanın, Hemen dem zari etti yana yana. Dedi niçin bana kıydı tabibler, Boyadılar ciğeri kana kana. İsabet etmedi tabib şarabı, Timarları kamu vardı ziyana. Tabibler bana çok taksirlik etti, Budur doğru kavil düşme gümana.
Su Gibi Sessiz Olun Çin, Uygur Türklerini “KATLEDIYOR”
Uluğ Türkistan’ın doğu bölümünü oluşturan topraklar üzerinde bugün Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı Şincan-Uygur Özerk Bölgesi bulunmaktadır. Diğer adıyla Doğu Türkistan Özerk Türk Cumhuriyeti’dir. Doğu Türkistan’ın kuzeybatısında Kazakistan, kuzeyinde Altay Cumhuriyeti, kuzey-
olması normal bir sonuçtur. Ancak Çin atasözünün de dediği gibi “Su gibi sessiz ol” politikasını ustaca uygulayan Çin, bu çoğunluğu zaman içinde uyguladığı insanlık dışı nüfus ve siyasi politikalarla, dünyanın gözü önünde yaptığı katliamlarla yok etmeye çalışmıştı ve yapılan nüfus sayım-
doğusundan Moğolistan, doğusundan Çin, güneyinde Çin’e bağlı Tibet Özerk Bölgesi, Güneybatısından Keşmir ve Pakistan, batısından Tacikistan ve Kırgızistan ile çevrilir. Yüzölçümü ile ise Kazakistan’dan sonra Doğu Türkistan Türk Dünyası’nın ikinci büyük ülkesidir. Ülke de farklı kökenli milletler yaşamaktadır ancak ağırlık Uygur Türklerindedir. Ülkenin asıl sahipleri zaten Uygur Türkleri’dir . Nüfus yoğunluğun da bu yönde
larında, araştırmalarda da bu politikasında ne derece başarılı olduğu açık bir şekilde gözler önüne serilmiştir. Çin yönetimi 1950’li yıllarda, nüfusunun %75-80’i Uygur Türkü olan Doğu Türkistan’da 1995 yılına gelindiğinde bu oranı%45’e düşürmeyi başarmıştır. 1989 tarihinde küçük bir kasabada tam olarak bir yılda yapılan kürtaj sayısı iki yüz elliyi aşarak çocuklar öldürülmüştür. Her on beş dakika da bir tren ile binlerce genç kızların
hepsi Çinliler tarafından götürülerek , aile planlama yapma diye uzaklaştırılmış ve birçoğu öldürülmüştür. Kültür eğitim alanında Türkçe on binlerce Uygur kitabı yasaklanmıştır ve yakılmıştır. Temmuz 2009’da Doğu Türkistan’ın Ürümçi şehrinde gerçekleşen yürüyüşe on bin Uygur Türk’ü katılmıştır. Yürüyüş çok kanlı bastırılmış yürüyüşe katılan bin elli yedi Uygur Türk’ü öldürülmüştür, iki bin Uygur Türk’ü tutuklanmıştır. Dünya Af Örgütü başta olmak üzere bir çok kurum ve kuruluşun kabul ettiği bu soykırıma herkes sessiz kalmaktadır. Dünyada yaşanan bir çok şey gerçek dışı, hayallerin ürünü, çoğu kez göründüğü kadar masum olmayan eli kanlı devletlerin pis bir politikası olabilir. Ancak yaşanan hiçbir soykırım, ölüm ve binlerce mezar hayali olamaz. Zulüm her yerde zulümdür. Tuhaf olansa Müslümanları her yerde savunan ,gözyaşları döken insanların bu gerçekler karşısında tek kelime etmekten aciz olmasıdır. Uygur Türkleri daha mı az Müslüman ki bu muamele reva görülüyor ve başkalarına ardına kadar açılan kapılar Uygur Türkü oldukları için mi sonuna kadar kapatılıyor bu kadar sessiz kalabilen büyüklere sormak lazım. Her şeyden önce insan olduğumuzu hatırlarsak belki susmak bu kadar kolay zulüm karşısında boyun eğmeği bu kadar
çok alışkanlık haline getirmiş olmayı meziyet etmeyiz kendimize. Bize gözlerimizi sıkı sıkıya kapatıyoruz diye orada hala çocuklar ölüyor, hala dillerini rahat rahat konuşamıyorlar,ibadet yerlerinde insanlar savunmasızca vuruluyor ve şiddete maruz kalan çocuklar ağızlarında şeker yerine kan kusuyor.Küçücük yürekler uçurtmalarla göklere uzanacak umutlar yerine kendilerini küçük mü yoksa büyük mü kurşunla öldüreceklerini soruyor annelerine. Bir zamanlar ilim merkezi olan,dünyayı titreten imparatorlukların beşiği olan ata yurdu kan ağlıyor, perişan, sadece biraz nefes almak istiyor televizyonlarda bangır bangır bağırılan insan haklarından en temeli olanını yani sadece yaşama hakkını istiyorlar. Katliam ne Filistin’dekinden daha az nede Suriye’deki insanlık ayıplarından daha aşağıda tek fark televizyonu her açtığımızda oradaki olaylarla ilgili sayısız haber görürken tek bir akşam bile Doğu Türkistan’ın adını bile duymuyor oluşumuz. Ama biz biliyoruz susturulan feryatları en derinimizden hissediyoruz… Katliamlara da bu katliamlara sessiz kalışlara da artık yetsin diyoruz su sessizliği bozulsun!
Pınar Çaylak
p.caylak@kalemsizdergi.com
Öncelikle Oyun Çeviri’yi ve sizi tanıyalım.
Öz kurmuştu. Onun sözleri ile başlamak istiyorum: “ OyunCeviri.com sitesi 2009 yılında Türk’e Türkçe oyun oynatmak amacıyla kuruldu.” İlk başlarda 5 çevirmen Ben Erdi Eliaçık. 1990 Ankara dotarafından desteklenen ekip, bu amaca ğumluyum. 1999-2009 aralığında Azerbaycan Bakü’de yaşadım. 2009 senesinden hizmet etmek isteyen gönüllü arkadaşlarımızın katılımlarıyla şu anda 44 çevirmenin, beri Kocaeli’de üniversite öğrencisiyim. 2011 senesinde seslendirmen olarak Oyun 30 seslendirmenin üzerinde. Türkiye’deki Çeviri ailesine katıldım ve seslendirme ha- oyun severler için, oyunları anlaşılır bir hale yatım başladı. 2012 senesinde Muhabbet getirebilir ve bu sayede orijinal oyun alımını artırıp, oluşacak Türkiye pazarında firmaÇeviri ile radyo sunuculuğuna adım attım. ların dikkatini çekip, tüm oyunların Türkçe 2013 senesi itibari ile de bu güzel ekibin olmasını sağlayabilirsek, ne mutlu bize. yöneticiliğini devraldım. Milat olarak adlandırabileceğiniz Ekibimiz ise, tamamen gönüllü kişilerden oluşmakta. Genç bir yaş ortalaen büyük projeniz nedir? masına sahibiz. Hepimizin tek çatı altında Bu sorunun cevabı hiç şüphesiz ki toplayan şey ise oyunlar. Pek çoğunun bu “Call Of Duty: Modern Warfare 3” projesidir. oyunları oynayarak geçirdiği boş zamanla- Türkiye’de ilk defa, tamamen gönüllü bir rını, ekibimiz Türkçeye çevirerek geçiriyor- ekip tarafından, bağımsız bir şekilde prolar. Bu sayede bizler zevk aldığımız bir şey fesyonel derecede bir seslendirme yapıldı. yaparken, takipçilerimiz de eğlencelerini Elbette her şey kurduğum bu cümle kadar daha da artırma imkânına ulaşıyorlar. 2009 kolay olmadı. Başlangıcından beri anlatayılından bu yana 3’ü resmi olmak üzere yım sizlere. 2011 yılının sonlarında Modern 70’in üzerinde oyunu Türkçeye kazandırdık. Warfare 3 artık Türkçe olacak duyurusu ya“Oyunlar Artık Türkçe!” diye başlanan bu pıldı. Ben ise ekibe yeni katılmıştım fakat macerada, “Tüm oyunlar Türkçe” hedefimi- gördüm ki çok büyük bir hevesle başlanılan ze doğru ilerliyoruz. projede daha başlangıç aşaması için dahi gerekli şeyler yoktu. Dublaj ekibi 3 kişiden Oyun Çeviri nedir? Ve neden kurulmuştur? Nasıl gelişmiş ve bugünlere oluşuyordu, benim gelmemle 4 oldu. Oyunda seslendirilmesi gereken 147 karakter gelmiştir? olduğunu düşünürsek, daha başlangıç bile Bu oluşumu 2009 senesinde Ömer denilemeyecek bir seviyedeydi. Projenin
duyurusu çok erken yapılmıştı ne yazık ki. Fakat başvurular gelmeye devam ediyordu. Ekibe kısa zaman içinde pek çok kişi katıldı ama profesyonel kalitede bir çalışma ortaya çıkartmak için kesinlikle yetersizdik. Kendimizi geliştirmemiz gerekiyordu ve fragmanlar ile, oyun tanıtım videoları ile bu deneyimi kazanmaya başladık. Ardından ekip büyüdü.
“Call Of Duty: Modern Warfare 3” Projesi 2011 yılında başladı dediniz. Sizce biraz gecikmedi mi?
Evet! Gecikmeler yaşandığına üzülerek katılıyorum. Ama büyük
projelerde aksaklıklar mutlaka oluyor. Proje Yöneticisi Ferhat Domurcuk ile birlikte stüdyoya gidildi, stüdyoda seslendirmeler yapıldı fakat halen 70 yan karakterin sesi eksikti. 10 kişinin sesinin farklı karakterlerde duyulmasını istemedik. Aynı sese sahip onlarca farklı karakter ile oynamaktan zevk almazdınız sanırım. Ekipte 14 seslendirmen bile yokken nasıl yapacaktık soruları kendiliğinden zaman içinde cevaplandı. Geçen diğer aylarda ve Burak Şentürk isimli tiyatro oyuncusu Captain Price rolünü üstlendi. Ferhat Domurcuk güzel işler başarıyordu. Stüdyo kayıtları bitti niha-
yetinde ve montaj aşaması için sesleri beklemeye başladık. Hakan Topaloğlu ve ben ekipte olduğumuz zaman içinde montajı öğrenmiştik ve biz yapacaktık ama stüdyodan ses kayıtlarını almamız tam 4 ay sürdü. Olmayınca olmuyor işte. Neyse, sesleri aldık ve montaja başladık fakat sonra onlarca yan karakterin seslendirilmediğini gördük. Tam olarak 3.502 tane ses dosyası ile uğraşmaya başladık ve yaptığımız işlemler gereğince bu ses dosyalarını toplamda en az 3 kez dinlemek zorunda kaldık. 10.506 ses dosyası gördük ve dinledik ses tahtasında. Olmayan sesleri tekrar aldık. Size şöyle anlatayım: Ben montaj işleminin sonuna
geldiğimde, ses dalgalarından kelimeleri çözecek seviyeye gelmiştim. Gündelik yaşantıları olan insanlarız, dolayısıyla yetişemediğimiz yerler olabiliyor. Örneğin ben öğrenciyim, çalışan ve okuyan arkadaşlarımız var ekipte. Sağolsunlar yeri geliyor gecelerini gündüzlerine katıp, Türk halkına hizmet olsun diye bedelsiz bir şekilde çalışıyorlar. Sanırım Kalemsiz Dergi’nin de amacı bizimkiyle aynı, tamamen gönüllü çalışarak, insanlara güzel işler sunuyorsunuz. O yüzden tebrik ediyorum sizleri.
Şu ana kadar kaç adet yamayla Türk halkına hizmet verdiniz?
Şu ana kadar 3’ü resmi olmak
üzere, 80’in üzerindeki çalışmamızı, aziz Türk milleti ile buluşturmanın haklı gururunu yaşıyoruz.
Resmi yama derken bu konuyu biraz açar mısınız?
Bizler oyunlar çıktıktan sonra Türkçeleştirme yapıyoruz. Yani mevcut dil dosyaları üzerinde düzenlemeler yapıyoruz. Bunun dışında, dünya oyun piyasasında, duyurulan oyunların firmalarına da dil dosyalarını göndermeleri durumunda, ücretsiz çevirebileceğimizi bildiriyoruz. Fakat birçok firma bunu kabul etmese de, bunun yanında istisna olarak kabul edenlerde olabiliyor. Yani aslında bu başvuruyu yaparken amacımız, dünya ile aynı anda, Türkçe dilinde oyunun yayınlanması. Örneğin: dünyaca ünlü “The Witcher 2: Assassins of Kings” oyununun resmi çevirisi bize ait. Ayrıca yine sektörde önemli yeri olan “Rochard” oyunuyla “Deponia 3” oyunu, yapımcı firmaların yardımı ve bizim sayemizde dünya ile aynı anda Türkçe olarak çıktı.
Ekibin bu kadar büyümesini neye bağlıyorsunuz?
Ekip içinde gerçekten bir aile ortamı var. Mesela şuanda yanımda çevirmenlerimizden Barış Emre Yılmaz bulunmakta. Kendisi Antalya’dan geldi.
Bu akşam için Ankara’da bir iftar organizasyonu yaptık ve ekip içinden, farklı illerden gelecek olan arkadaşlarımız ile bu akşamı beraber geçireceğiz. Gerek ekip içinde yaptığımız konuşmalar olsun, gerek buluşmalarımızdakiler, hepsi samimi ve gerçekler. Sanırım bu güzellik bir şekilde dışarıya da yansıyor ve insanlar bu güzel ailenin bir parçası olmak istiyor.
Takipçilerinizle ne gibi sorunlar yaşıyorsunuz? Takipçilerimizle yaşadığımız bir sorun yok aslında. Hepsi değil fakat bir bölümü ile yaşadığımız tek sorun sabırsızlıkları. Bazı kişilerin de emeğe olan saygısızlığı var, fakat bu kişileri takipçimiz olarak addetmiyoruz.
Kaç kişilik bir ekipsiniz?
44 Çevirmen ve 32 Seslendirmenin yanı sıra 3 Editör, 3 Webmaster, 14 Radyo Sunucusu, “Yeni Çevirmen”, Moderatör, Grafiker, Programcı gibi ekiplerimizde görev alan pek çok arkadaşımız bulunmakta. Toplamda 117 kişilik güzel ve dev bir aileyiz.
Oyun Çeviri’nin gelecekte asıl hedefleri nelerdir? Mottomuzda belirttiğimiz gibi: Tüm oyunları Türkçeleştirmek. Onun dışında; Türkiye’ye oyun konusunda,
dünyanın dil desteğiyle yaklaşmasını sağlamak. Biz istiyoruz ki artık bize iş düşmesin. Burada konu Türk halkının aldığı hizmettir, bizler sadece birer aracıyız. Eğer her oyun Türkçe dil desteğiyle gelirse, biz ekip olarak dağılalım hiç problem değil.
Son olarak sizleri takip edenlere ve Kalemsiz Dergi okurlarına söylemek istediğiniz bir şey var mı? Öncelikle kendi takipçilerimize bir mesajımız var. Bizler gönüllü insanlarız. Dolayısıyla gönüllü insanlara ihtiyacımız var. Türkçeyi destekleyin. Orijinal oyun alın, aldırtın. Güzel işler yapan kişilere destek olun. Ekibimize katılın. “bas-
vuru.oyunceviri.com” adresinden hem çevirmen, hem seslendirmen olmak için başvuruda bulunabilirsiniz. Kalemsiz Dergi ekibine Oyun Çeviri olarak çok teşekkür ediyoruz. Alışılagelmiş dergi anlayışının dışında bir farklılıkla, okuyucularına iyi işler sunuyorlar. Ülkemizin insanlarının istedikleri zaman neler başarabildiğini, ne yeteneklere sahip olduğunu görebiliyoruz. Başarılarınızın devamını dileriz.
Evren Özgüner
e.ozguner@kalemsizdergi.com
Hakan AbakuĹ&#x; ile RĂśportaj
Öncelikle Röportajımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bize biraz kendini tanıtır mısın? Adım Nazım Hakan ABAKUŞ Mardin doğumluyum. Mardin Artuklu Üniversitesi’nde Ön lisans mezunuyum. Bu Sene hedefim Spor Akademisi okumak, milli sporcu olmanın yararlarını kullanarak. Atıcılık sporu hakkında biraz bilgi verir misin ? Atıcılık sporunun birden çok kategorileri var trap-skeet, havalı silahlar tabanca-tüfek , ateşli silahlar tabanca tüfek , 300m tüfek ... Benim yarıştığım kategoriler ateşli tüfek ve havalı tüfek. Atıcılık zor bir spor mu? Bir atıcılık sporcusu olarak atıcılık sporunun zor olduğunu söyleyebilirim ama herkes ben olsam vururum falan diyor kolaysa atıcılığa faydalı olun diyorum buyurun yarışalım diyorum. Bu sporu yapmak için ne gibi kriterlere sahip olmak gerekiyor? Bu sporu yapabilmek için öncelikle dikkat, soğukkanlılık , dayanıklılık, nefes diyafram güçlülüğü ve göz hassasiyeti önemli olması gereken unsurlar. Atıcılık sporunun tehlikeli yanları var mı ? Her sporun kendine has tehlikeleri vardır. Atıcılık sporunda da silahla
yapılacak herhangi bir hata ölüme veya sakatlığa yol açabiliyor. AMA ATICILIKTA EN ÖNEMLİ KURAL GÜVENLİK Bu spora olan merakınız nerden gelmektedir ? Bu spora 2009 yılında başladım. Bir arkadaş aracılığıyla gidip antrenmanları izledim çok beğendim ve hoşuma gidince yapma kararı aldım. Tabii bunu yapabileceğime inanıyordum. 2009 yılından beri bu sporla ilgileniyorsunuz ve bu süre zarfında Atıcılık sporunu Türkiye’de ki konumu sizce nasıl ? Atıcılık Türkiye’de Her geçen yıl bir üst seviyeye çıkıyor bunun temel sebebi her gün tanınması. Bu sene Gençler Avrupa Şampiyonası için Hırvatistan’a gittiniz ve ilk yirmiye girerek Türkiye için bir rekor kırdın. Biraz bize bahseder misin o anları ? Öncellikle hedef dereceydi kamp hazırlık sürecinde de bunu gösteriyordum. Yarışma heyecanı derken ilk üç dereceyi dört puanla kaçırdım ama boş dönmedim bir başarı ve Türkiye rekorumu tescilledim. Daha önce olan rekorumu eski rekor 587, yeni rekor 615.3. Geçen senede İtalyanın Bologna kentinde yapılan Avrupa Şampiyonası’nda mücadele ettin o an ki ruh halin nasıldı ? Biraz bahseder misin ? Tabi milli takıma ilk seçildiğim yıl
doğal olarak heyecan vardı. Deneyim ve tecrübe yaşadığımı düşünüyorum. Bu başarıları neye borçlusun? Bu başarımı saatlerce usanmadan çalıştığım antrenman ve sistemli çalışmaya yani kendime borçluyum. Büyük şehirlerde büyük imkânlar olduğu bir gerçek. Mardin’de bu sporu yapmak için şartlar nasıl? Tabi küçük şehirlerde imkanlar küçük oluyor bizim olduğu kadarıyla yaptığımız dereceler var düşünün ki bir elimizden tutan olsa imkanlar olsa daha neler olurdu. Antalya müsabakasında takım halinde Türkiye rekoru kırdık. Mardin Margenç Spor Kulübü olarak bu sayede sayın Mardin Valisi Turhan Ayvaz ve Gençlik Spor İl Müdürümüz Mustafa Kuzu Başbakanın Mardin ziyaretinde bizden bahsederek yanına çıkartıp hediye verip başarıların devamını diledi ve rekorlar ile başarı sözü istedi bizden sayın Başbakan. Ateşli müsabakasında ise takım halinde üç pozisyonda takım rekoru kırdık. Yat müsabakasında da takım rekoru kırdık. Benim ferdi olarak kırdığım rekor Diyarbakır’ da mart ayında 587 puanla kırdığım rekor. Bunu Hırvatistan’da yapılan yat müsabakasında 615.3 puanla diğer rekorumun üstüne çıktım ve başarımı devam ettirdim.
Bu spora ailem iyi olduğum için bu sporu yapabildiğimi gördükleri için hepsi arkamdalar ve beni destekliyorlar. Amatör spor olduğu için fazla ilgi görmemiş olabilir Türkiye’de ama hedefimiz Türkiye’de bu sporu büyütmek ve bunu ancak Avrupa’da ve dünyada dereceler elde ederek gösterebiliriz. Atıcılık sizin için ne anlam ifade ediyor? Atıcılık benim için kendimi iyi hissettirdiği için ve sabretmeyi öğrettiği için çok şey ifade ediyor Atıcılık sporu ile Milli Takım’a katıldınız. Sizin için nasıl bir duygu peki ? Atıcılıkta milli takıma 2012 yılında seçildiğimi duyunca çok sevindim ve bunu başarılar ile milli takımda kalıcı olmayı garantiledim. Bunun her zaman üstüne koymak için gayret ettim. Aileler bu spora çocuklarını yönlendirmiyorlar pek. Sizce bu durum doğru bir yaklaşım mı? Ailelerin bu spora yönlendirmeme sebepleri adam vurma, öldürme gibi yanlarını düşündükleri için yönlendirmiyor olabilirler. Halbuki bu spor atadan gelme bir spor ,bu spor sabretmeyi öğretiyor bence. Son olarak bu tür sporlarla ilgilenen kişilere söyleyeceğin bir şey var mı ? Hani amaç bu sporu Türkiye’de
daha yaygın bir şekilde sürdürmek onun için meraklılar veya yapabilecek kişileri atıcılık sporuna yönlendirmek..
Kalemsiz Dergi olarak Başarılarının devamı Dileriz… Bende Sizlere Teşekkür Ederim..
k d
Web : www.kalemsizdergi.com | Twitter : Twitter.com/KalemsizDergi | Facebook : Facebook.com/KalemsizDergi