M AY I S 2 0 1 5 / S a y ı : 3
Her zaman, her yerde, her şeyle ve herkesle müzik 36
BEYAZ PERDENİN SANSÜRLÜ BAŞYAPITLARI
48
KASR-I İSTANBUL
62
PEKİN GÜNLÜKLERİ
EDiTO FESTİVAL SEZONU BAŞLIYOR
Erdem Yaşar facebook.com/kulturadergi twitter.com/KulturaDergi
Türk müzik dinleyicileri için en zor dönemlerden birisi coachella ya da wacken gibi dünyanın en büyük festivallerinin kadrolarının açıklandığı dönemlerdir. Gezi olaylarından sonra birçok önemli grubun Türkiye’yi tur planlarına dahil etmemesiyle bu durum daha da üzücü bir hal almaya başlamıştı ki bu yaz için açıklanan festivallerle biraz yüzümüz güldü. Özellikle yeni ve alternatif festivallerin farklı lokasyonları tercih etmesiyle bu yaz biraz daha koşturmacalı geçecek gibi görünüyor. Müzik festivallerini bir kenara bırakacak olursak Türkiye’nin en büyük film festivallerinden birisinde ne yazık ki yine konuşulan konu sansür oldu ve tüm yarışmalarla birlikte kapanış töreni de iptal edildi. Sansür ile başı en çok derde giren ülkelerden birisi olarak biz de bu konudaki tepkimizi sinema tarihinin sansürlenmiş en önemli filmlerinden derlediğimiz bir dosya konusu ile göstermek istedik. Ayrıca geçmişe yaptığımız bu ufak yolculuk bize şunu da gösterdi ki birçok film er ya da geç önüne konan yasakları aşarak izleyicisine ulaşmayı bilmiştir. Üçüncü sayımızla birlikte bizi sevindiren iki gelişme yaşandı. Hatırlayacağınız üzere ilk sayımızda röportaj yaptığımız Tuna Akşen bizi kırmayarak gezdiği yerlerdeki yaşadığı deneyimleri gezi sayfalarımızda okurlarımızla paylaşmayı kabul etti. İlk yazısı olan Pekin Günlükleri’ni Tuna’nın eğlenceli anlatımıyla okumanızı kesinlikle tavsiye ediyorum. Bizi sevindiren bir diğer gelişme de dergimizi farklı dijital platformlarda yayınlayabilme ihtimalinin doğması oldu. İlk günden beri hep bizim ilgimizi çeken konuları bizim gibi düşünen okurlara ücretsiz bir şekilde ulaştırmayı hedeflemiştik, görünen o ki artık bunu farklı platformlar üzerinden daha çok kişiye ulaşacak şekilde yapabileceğiz. Kısa sürede böyle güzel bir algı ve bilinirliğe ulaşmamızda bizi her gün gayretlendiren ve desteğini devamlı hissettiğimiz tüm okurlarımıza teşekkürü borç biliriz.
Genel Yayın Yönetmeni: Erdem Yaşar Yazı İşleri Müdürü: Özgür Aydoğan
Görsel Yönetmen: Gülay Sağ
Editör: Hakan Karakullukçu, Emir Bozkurt, Emin Eren, Gülşan Karademir, Tuna Akşen
İletişim: info@kulturadergi.com bulten@kulturadergi.com
iÇiNDEKiLER MAYIS 2015
22
TEOMAN GELMEZ
Oyunculuğun yanında etrafındaki her şeyi enstrümana dönüştürebilen bir müzisyenle keyifli bir sohbet...
4
HABERLER ALTIN PALMİYE İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI
9
HABERLER FABER-CASTELL KİTAP OLDU
17
HABERLER BBC WORLDWIDE’DAN TÜRKİYE’YE YENİ KANAL
36
BEYAZ PERDENİN SANSÜRLÜ BAŞYAPITLARI İfade özgürlüğü ve sanatın en güzel örneklerini gördüğümüz sinema da kısa tarihi boyunca birçok kez otoritelerin kısıtlayıcı ve yasaklayıcı yaptırımlarına maruz kaldı.
20
HABERLER RICHARD AYOADE İSTANBUL’DA
22
RÖPORTAJ TEOMAN GELMEZ
36
DOSYA KONUSU BEYAZ PERDENİN SANSÜRLÜ BAŞYAPITLARI
48
DOSYA KONUSU KASR-I İSTANBUL
48
KASR-I İSTANBUL Osmanlı mimarisinin en gözde örnekleri saraylar ve onların yavruları olan, günümüzde birer turistik müze haline gelen köşkler, bizlere yüzlerce yıl öncesinin yaşam tarzından ipuçları veriyor.
58
DOSYA KONUSU ATIF YILMAZ
62
GEZİ PEKİN GÜNLÜKLERİ
68 72
KİTAP SİNEMA
KULTURA
3
ALTIN PALMİYE İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI Birincisi 1939 yılında düzenlenmesi planlanan ancak savaş sebebiyle ilk kez 1946 yılında gerçekleştirilebilen Cannes Film Festivali, 68. kez sinemanın en iyilerini seçmeye hazırlanıyor. Avrupa’nın en prestijli sinema ödülleri arasında gösterilen festivalde bu yıl da birçok film altın palmiye ve diğer ödüller için jürinin karşısına çıkacak. 13-24 Mayıs tarihleri arasında Fransa’nın güneyinde bulunan Cannes kentinde gerçekleştirilecek olan festivalin sunuculuğunu geçtiğimiz sene de Cannes’da gördüğümüz Lamber Wilson üstleniyor. 2014 yılında büyük ödül olan Altın Palmiye’yi Kış Uykusu filmiyle Nuri Bilge Ceylan’ın kazandığı festivalde bu yıl yarışacak olan filmler ve jüri üyeleri de açıklandı.
4
KULTURA
Adaylar açıklandı
11 gün sürecek olan ve sinema dünyasının yakından takip edeceği festivalde yarışacak filmler de Nisan ayı içerisinde açıklandı. 17 filmin Altın Palmiye ödülü için kıyasıya yarışacak festivalde kısa metraj dalında bir Türk yönetmen de yer alıyor. Festivalde Ziya Demirel de Salı adlı filmi ile kısa metraj kategorisinde yarışacak isimler arasında yer alıyor. Festivalin açılış filmi ise Emmanuelle Bercot’nun La Tete Haute filmi olarak duyuruldu. Böylelikle 1987 yılından itibaren ilk kez festivalin açılışı bir kadın yönetmenin filmi ile yapılacak. Nuri Bilge Ceylan, Kış Uykusu filmiyle 2014 yılında Altın Palmiye ödülüne layık görüldü.
Jüride Coen Kardeşler
68. Cannes Film Festivali’nin jüri başkanlığını bu yıl ilk kez iki kişi yönetecek. 1991 yılında Barton Fink filmiyle Cannes’da Altın Palmiye, 2013 yılında ise Inside Llewyn Davis filmleriyle Büyük Ödül’e layık görülen Joel ve Ethan Coen kardeşler, bu yıl jüriye başkanlık eden isimler olacak. Festival komitesi, yaptıkları açıklamada Fransız oyuncu Sophie Marceau, Kanadalı sinemacı Xavier Dolan, İngiliz oyuncu Sienna Miller, Meksikalı yönetmen Guillermo del Toro, İspanyol oyuncu Rossy de Palma, Malili şarkıcı Rokia Traore ile Amerikalı aktör Jake Gyllenhaal’ın da bu yıl jüride yer alan diğer isimler olacağını duyurdu.
Altın Palmiye adayı filmler ve yönetmenleri Sicario, Denis Villeneuve The Sea of Trees, Gus Van Sant Louder Than Bombs, Joachim Trier Youth, Paolo Sorrentino Saul Fia, Laszlo Nemes Mia Madre, Nanni Moretti Mon Roi, Maiwenn The Lobster, Yorgos Lanthimos Macbeth, Justin Kurzel Umimachi Diary, Hirokazu Kore-Eda Shan He Gu Ren, Jia Zhang-Ke Nie Yinniang, Hou Hsiao Hsien Carol, Todd Haynes Il Racconto Dei Racconti, Matteo Garrone Margurite et Julien, Valerie Donzelli La Loi du Marche, Stephane Brize, Dheepan, Jacques Audiard KULTURA
5
HİTLER BIYIKLI BİR GELİN NICOLE KIDMAN’LI OLARAK KURT COBAIN STRANGERLAND’IN FRAGMANI YAYINLANDI
‘Oz’,’Game of Thrones’, ‘True Detective’ gibi televizyonun en prestijli kabul edilen işlerine ev sahipliği yapan HBO, 1994 senesinin Nisan ayında hayatını kaybeden Nirvana grubunun efsanevi vokali Kurt Cobain’in hayat hikayesini, bugüne kadar duymadığımız şarkılar ve animasyonlar eşliğinde anlatan, belgesel ‘Montage of Heck’i 4 Mayıs tarihinde bekleyenleriyle buluşturuyor. Yönetmenliğini Brett Morgen’ın, yapımcılığını ise Kurt Cobain’in kızı Frances Bean Cobain’in yaptığı ve Cobain’in karanlık mizahının birer ürünü olan tabloları da görme şansını yakalayabileceğimiz belgeselden geçtiğimiz günlerde ilginç bir video geldi. Videoda vokalliğinin yanı sıra müzik tarihinin en önemli solak gitaristlerinden olan Kurt Cobain’i, Courtney Love bir hayran mektubunu okurken bir gelinliğin içinde ve Hitler bıyığıyla görüyoruz.
Başlarda baleye ilgi duymuş olsa da sonralarda tiyatroya ilgi duyup oyunculuğa yönelen, ilk film setiyle 1983 senesinde tanışmış ve ‘Eyes Wide Shut’, ‘Dogville’,’Cold Mountain’ gibi onlarca büyük ve önemli filmlerde başrolü üstlenen Oscar ödüllü Nicole Kidman yeni filmiyle adından söz ettirmeye devam ediyor. Kocasıyla birlikte, kaybolan iki çocuğunun peşine düşen bir annenin hikayesinin anlatıldığı, Nicole Kidman’ın yeni filmi ‘Strangerland’in fragmanı yayınlandı. Avustralya yapımı olan ve yönetmenliğini Kim Farrant’ın üstlendiği film ilk kez Sundance Film Festivalinde gösterilmiş ve otoriteler tarafından oldukça beğenilmişti. Film eleştirmenleri tarafından övgüler alan filmin vizyon tarihi henüz kesinleşmedi. ‘Strangerland’deki dramatik arayış mücadelesinde Kidman’a, Joseph Fiennes ve Hugo Weaving eşlik ediyor.
DEFTONES’UN SEKİZİNCİ ALBÜMÜ YOLDA 1988-1989 yılları arasında lise arkadaşı olan Stephen Carpenter, Frank Delgado, Chino Moreno, Chi Cheng, Abe Cunningham tarafından Sacramento’da kurulmuş olan, Grammy Ödüllü alternatif metal grubu Deftones yeni albümüyle geri dönüyor. 2012 yılında çıkmış olan ve Kio No Yokan’ın takipçisi olacak olan Deftones’un sekizinci albümü 25 Eylül’de grubun sevenleriyle buluşuyor. 90’lı yıllardaki numetal furyasının içinde adeta ışıldayan ve zamanın gerisinde kalmayarak, yenilenerek günümüzde de kalitesinden ödün vermeyen grup, Chino Moreno’nun açıklamasından yola çıkacak olursak, bu sefer oldukça deneysel ancak tam da olması gerektiği gibi bir işe imza atmış gibi görünüyor. Ayrıca albüm, 2013 senesinde hayatını kaybeden Chi Cheng’ten sonra yayınlanacak olan ilk albüm olma özelliğini de taşıyor.
6
KULTURA
EDITORS 6 ARALIK’TA İSTANBUL’DA 2002 yılında İngiltere, Stafford’da kurulmuş olan, ‘Bullets’, ‘Munich’, ‘All Sparks’, ‘Blood’ gibi şarkılarıyla bilinen Editors 6 Aralık tarihinde tekrar İstanbul’a geliyor. Geçtiğimiz ay yayınladıkları ‘No Harm’ isimli şarkılarıyla çıkacak olan yeni albümlerinden ağzımıza küçük bir miktar bal çalan grup, 27 Nisan 2015 tarihinde resmi Facebook sayfaları üzerinden turne tarihlerini açıkladı. Daha önceleri de birkaç kez İstanbul’da konser vermiş olan grup her defasında izleyicisini memnun etmeyi başarmıştı. 6 Aralık tarihinde İstanbul’da bir kez daha konser verecek olan Tom Smith ve arkadaşları bu sefer Volkswagen Arena’da sahne alacaklar. O tarihe kadar muhtemelen yeni albümlerini yayınlamış olacak olan grup, repertuarına çıkacak olan yeni albümlerindeki şarkılarını da ekleyerek, sevenlerine güzel vakit geçirtebilmeyi bir kez daha başaracaklar gibi görünüyor.
SIMPSONS’LARIN ÖKSÜZ KALDI
2012 yılında kolon kanseri olduğunu öğrenen, 1989 senesinde hayatımıza girerek, takip etmeyenlerin dahi bir şekilde bildiği ünlü Simpsonlar’ın (The Simpsons) yaratıcılarından Sam Simon hayatını kaybetti. Kanser olduğunu öğrendikten sonra doktorlarının sadece 3 ay ömür biçtiği Simon, bir röportajında “Birçok insanın aksine ben, kanseri başıma gelen en güzel şeylerden biri olarak görüyorum. Kanser bana, uğruna savaşacağım bir amaç ve diğer insanlarla tekrar iletişim kurabilmem için itici bir güç verdi.” diyerek hastalığından dolayı içine kapanmayarak, hayata daha çok sarıldığını ifade etmişti. Kanser olduğu haberini öğrendikten sonra işine de odaklanmayı ihmal etmeyen Simon, tüm olan bitenin öncesinde bir hayvan sever olarak PETA’yla da çalışmıştı. Bu yüzden 100 milyon dolarlık servetini hastalık haberinden sonra hayvanları korumak adına bağışlamıştı.
TIM BURTON GÖZÜNÜ DUMBO’YA DİKTİ
‘The Fox and the Hound’ için zamanında çizimler yapıp, yaptığı çizimlerin filmin gerektirdiği genel sevimlilik yapısına uymadığı için Disney tarafından reddedilen, ilk yönetmenlik deneyimini ’The Island of Doctor Agor’ isimli kısa filmle yapan ancak 1982 senesinde senaryosunu yalnızca kendisinin yazmış olduğu ‘Vincent’ ile isminden çok daha fazla söz ettirmeyi başaran sıra dışı yönetmen Tim Burton, bu sefer gözünü Dumbo’ya dikti. Yine bir Disney karakteri olan ve 1941 senesinde yaratılmış olan Dumbo’nun yeniden beyaz perdede görüneceğinin haberi tam 74 sene sonra geldi. ‘Edward Scissorhands’, ‘Beetlejuice’, ‘Corpse Bride’, ‘Alice in Wonderland’ gibi unutulmaz filmlere imza atmış olan 57 yaşındaki yönetmenin Dumbo’ya yeniden hayat verecek olmasının dışında başka bir bilgi ise henüz bulunmuyor.
KULTURA
7
KIRK HAMMETT’IN BÜYÜK HATASI Amerika’nın California eyaletinin Los Angeles şehrinde 1981 yılında Lars Ulrich ve James Hetfield tarafından kurulan dünyaca ünlü thrash metal grubu olan Metallica, 2003 senesinde vokal ve ritim gitarda James Hetfield, davulda Lars Ulrich, lead gitarda Kirk Hammett ve basgitarda Robert Trujillo şeklinde son olarak yeniden oluştu. Grubun uzun zamandır merakla beklenen yeni albümüyle ilgili olarak grup üyesi Kirk Hammett’in kendisinin yapmış olduğu bir hatayı itiraf etmesiyle bekleyişin daha da uzayacağının sinyallerini verdi. Hammett, The Jasta Show isimli bir podcast yayınına katılarak, 6 aydır yeni albüm için kaydettiği 250 gitar riff’inin bulunduğu cep telefonunu kaybettiğini açıkladı. Yedekleme yapmayı da ihmal ettiğini belirten Hammett, telefonunu kaybettikten sonra ki iki üç gün kendine gelememiş. Kaybolan riff’lerin yalnızca 7-8’inin hatırladığını söyleyen Hammett’in her şeye rağmen telefonunun tekrar bulunacağına dair umudu var.
POLAROID’DEN NOSTALJİK TEKNOLOJİ 2008 yılında üretimi durdurulan, henüz çok eskilerde kalmasa da artık tarih sayılabilecek, çektiğiniz anda baskı alabildiğimiz ve dünya üzerinde aynı baskıdan sadece bir tane elde edebildiğimiz, meşhur fotoğraf makinelerinden hatırlayacağınız Polaroid geçmişte kalmayı reddedip aynı zamanda da nostalji ruhunu öldürmemekte kararlı. Bu yüzden bugünün dijital teknolojisiyle nostaljiyi birleştirmek üzere yola çıkan Polaroid yeni ürünü Zip’i satışa çıkardı. Telefon ve bilgisayarınızdaki fotoğrafların çıktısını bir dakikadan daha kısa bir sürede Polaroid ebatlarında alan cihaz ufak boyutuyla kolaylıkla yanınızda taşımanıza da imkan sağlıyor. Zink baskı kağıtlarını ve boya kristallerini kullanarak fotoğraflarınızın çıktısını alan Polaroid’in bu yeni ürününe 130 ya da 180 dolarlık paketler halinde internet üzerinden satın alabilmek mümkün.
8
KULTURA
OYUNCAK MÜZESİ İNTERNETE DE KAPILARINI AÇTI
23 Nisan 2005’te ünlü şair/yazar Sunay Akın tarafından hayata geçirilip, içerisinde 1700’lü yıllardan günümüze kadar akılda kalmış, belli dönemlerde bir şekilde yer etmiş, sayıları beş bine yakın gözde oyuncağın örneklerinin bulunduğu, İstanbul’un Göztepe semtindeki Oyuncak Müzesi’ni artık bilgisayarınızın ekranından da gezmek mümkün. Google özellikle yurt dışındaki müzelerle ortaklıklar kurarak Street View özelliğinin içeriğini genişletiyor. Son olarak sokak sanatını da içerisine dahil ederek arşivini daha da güçlendiren Google Street View, ülkemizi de es geçmeyerek Oyuncak Müzesi’yle Masumiyet Müzesi’ni bünyesine kattı. Böylelikle Google Street View aracılığıyla ülkemizdeki müzelerimizi de internet üzerinden gezebilmemizin ilk adımı atılmış oldu.
FABER-CASTELL KİTAP OLDU
MAY THE 4TH BE WITH YOU The Game for Big Kids, kapılarını bu kez çok özel bir kostümlü parti için açıyor. The Game ve Cosplay Türkiye kalitesiyle düzenlenecek “May the 4th Be With You”, 4 Mayıs Pazartesi akşamı çeşitli video oyunları ve geceye özel kokteyl menüleriyle sizlere Star Wars coşkusunu dolu dolu yaşatacak. Party in the Game konseptinin üçüncü halkası olan “May The 4th Be With You”, Star Wars oyunları ve filmlerine eğlenceli bir saygı duruşu niteliğinde.
MUSICULT ‘15
Faber-Castell’in 250 yılı aşkın görkemli tarihi“Bir Kalem İmparatorluğu’nun Resimli Tarihi” kitabı ile okuyucuyla buluştu. Dünyaca ünlü kalem ve yazım gereçleri markası Faber-Castell’in öyküsü, babadan oğula devreden bir geleneğin tarihini anlatıyor. Her şey 1761 yılında, Kaspar Faber’in Nürnberg yakınlarındaki Stein’da açtığı kalem yapım atölyesiyle başlıyor. 21. yüzyıla geldiğimizde ise sekizinci kuşakla birlikte ilk günkü heyecanından hiçbir şey kaybetmeden sürüyor. Markanın bu özel tarihini satırbaşlarıyla anlatan kitap, FaberCastell ailesine ve markanın tarihine ait daha önce yayınlanmamış resimlerle değerli bir kaynak ve arşiv niteliği de taşıyor. 2013 yılında İngilizce ve Almanca olarak “Bir Kalem İmparatorluğu’nun Resimli Tarihi” kitabı, 254 yılı geride bırakan görkemli bir geçmişle birlikte Faber-Castell ile yazılan kalemin tarihini de gözler önüne seriyor. Bu eser, Nişantaşı’nda bulunan Magnolia Culture mağazasında yazı ve kalem tutkunlarının beğenisine sunulmaya başladı.
II. Müzik ve Kültür Çalışmaları Konferansı İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın ev sahipliğinde Doğu Akdeniz Akademik Araştırmalar Merkezi’nin (DAKAM) katkılarıyla 7-9 Mayıs tarihlerinde gerçekleştirilecek. Etnomüzikoloji dalında Fumio Koizumi ödülüne sahip tanınmış müzik teorisyeni Bruno Nettl davetli konuşmacı olarak “What Are the Great Discoveries of Your Field? On the Contributions of Ethnomusicology” başlıklı bir konuşma yapacak. “Study of Ethnomusicology : Thirty-one Issues and Concepts” kitabının yazarı olan Nettl, American Council of Learned Societies tarafından 2014 yılında Charles Homer Haskins Prize Lecturer adayı olarak gösterildi. Konferans programında iki konser de var. Kaval sanatçısı Batuhan aydın ve piyanist Nikolaus Grill’in 2012 yılında kurduğu Kapiko, Anadolu, Balkan ve Orta Avrupa müziklerini birleştirdikleri müzikleri ile yer alacaklar. Sonrasında Türk popu ile Amerikan soul müziğini bir araya getiren parçaları ile Dilan Çıtak sahne alacak.
KULTURA
9
DÜNYANIN EN KÜÇÜK KİTABI TÜYAP İZMİR’DE
SALT ARAŞTIRMA FONLARI’YLA DESTEKLENECEK PROJELER AÇIKLANDI
SALT Araştırma Fonları’yla bu yıl içerisinde desteklenecek olan projeler açıklandı. Başvuruların artması sebebiyle desteklenecek olan proje sayısı altıdan sekize çıkarken her proje 10 bin TL’lik fonlarla desteklenecek. SALT tarafından 2013’te verilmeye başlanan SALT Araştırma Fonları için bu sene yapılan 181 başvuru arasından seçilen projeler: -Beyza Boyacıoğlu, Zeki Müren: Örnek Yurttaş, İbne Paşa -Elvan Cobb, Rayların Etrafında Hayat: Batı Anadolu Demir Yolları Coğrafyasına Duygusal Bir Bakış -Baran Çağınlı, Sivilliğin Çöküşü, 90’ların Devlet Politikası ve Pratikleri Bağlamında Halk Olayları: Digor -Bilge Köse, Toplumsal Bellekte Bir Endüstri Mirası ve Bir ‘Anı Değeri’ Okuması: SEKA Sanayi Ağı -Salim Aykut Öztürk, Kurtuluş’ta Türkleşme, Kentsel Dönüşüm ve Mesken Biyografileri -Alaz Burak Şen, Türkiye Sinemasında Queer ve Film Müziği: Gazino Sahneleri, Bar Müzkleri ve Öteki -Eda Tarak, Habitat II’nin Öldürülen Köpekleri: İstanbul’da Yakın Tarihin İzini Sürmek -Ayşe Hilâl Uğurlu, Osmanlı İstanbul’unda Mîmâri Modernleşme, Toplumsal Yaşamın Dönüşümüne ve Selâtin Camileri
10
KULTURA
Dünyanın okunabilen en küçük, en hafif ve en pahalı kitabı, TÜYAP 20 İzmir Kitap Fuarı’nda Nisan ayında Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliği standından görücüye çıktı. 1.3 gram ağırlığındaki kitap, 1 gram altın fiyatına satışa sunuldu. Daha önceki rekorunu kıran aktivist şair Ümir Yaşar Işıkhan, kitabın sıradışı özellikleri ile koleksiyonerlerin ilgisini çekebileceğini dile getirirken kitabın boyutlarının 0.9x1.6 cm olduğunu vurguladı. Okunabilir, dünyanın en küçük kitaplarının 1986 yılında artan kağıt fiyatlarına karşı bir protesto niteliğinde olduğunu, ancak günümüzde bu eserin internette yaygınlaşan e-kitaba karşı kurguladığını dile getiren Işıkhan, kitapseverleri kitaba dokunmaya davet ettiğini ifade etti.
BU SERGİ ÖRÜMCEKLERİN Arjantinli sanatçı Tomás Saraceno, eşine zor rastlanan sergisiyle ziyaretçilerin takdirini topluyor. New York’ta düzenlenen sergideki sanat eserlerinin gerçek mimarları örümcekler, çünkü eserler de örümcek ağlarından oluşuyor. Tanya Bonakdar Sanat Galerisi’nde düzenlenen “Cosmic Jive” adlı sergi için örümcekler, küp şeklindeki şeffaf kutularda eserlerini meydana getirdiler. Görüntü efektleriyle desteklenerek sanatseverlerin beğenisine sunulan galeri, karanlık bir salonda gerçekleşiyor. Elektronik müzik efektleri ve ışığın odaklandığı örümcek ağları sayesinde uzay ve galaksi görünümü kazanan eserlerin oluşum sürecinde sanatçının düşük frekanslı sesleri kullanarak örümceklerin ağ yapma sürecini etkilediği açıklandı.
PULITZER ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU Dünyanın en prestijli ödülleri arasında gösterilen Pulitzer Ödülleri, 99. kez sahiplerini buldu. New York’taki Columbia Üniversitesi tarafından gazetecilik, edebiyat ve müzik gibi farklı kategorilerde verilen ödüller, Columbia Üniversitesi Gazetecilik Yüksek Lisans Enstitüsü’ndeki törenle sahiplerine takdim edildi. 3 ödül birden alan New York Times törene damgasını vururken Yılın Fotoğrafı ödülünü, Anadolu Ajansı’nın düzenlediği Istanbul Photo Awards’ta da birinciliğie layık görülen Daniel Berehulak, ebola salgını sırasında Liberya’da çektiği fotoğraf ile kazanmayı başardı. 18 üyelik bir kurul tarafından 21 dalda belirlenen ödüllerde bu yıl Bloomberg News de 25 yıllık tarihinde ilk Pulitzer ödülüne kavuşurken St. Louis Post fotoğraf servisi de Haber Fotoğrafçılığı dalında Ferguson’daki protestolar sırasında çekilen fotoğraflarla ödüle layık görüldü.
TİYATRO ELEŞTİRMENLERİ İYİ Kİ DOĞDUN ROMA! Dünyanın en eski şehirlerinden olan Roma, 21 Nisan BİRLİĞİ 2015 ÖDÜLLERİ gününde 2.768. doğumgününü kutladı. Romalı asker,
tarihçi ve yazar Varrone ve arkadaşı Lucio Taruzio’nun M.Ö. 21 Nisan 753 yılında şehri kurduğu astrolojik hesaplamalara dayanılarak belirlenmiş bir tarih. Roma ile özdeşleşmiş olan Circo Massimo hipodrom alanında kentin kuruluşunun canlandırılması ile başlayan kutlamalarda dönem kostümleri giyen 2 bin figüranın yürüyüşü ve çeşitli etkinlikleri ile ziyaretçilere görsel bir şölen sunuldu. Kolezyum’un önünde yer alan Imeriali Caddesi’nde son bulan yürüyüş ile şehrin tarihi geçmişi de anılmış oldu.
20 yılı aşkın süredir sahne alan Hollanda Kraliyet Tiyatrosu oyuncusu Nilgün Yerli’nin İstanbul’daki ilk gösterisi ile açılışı gerçekleştirilen Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB) 2015 Ödülleri, sunuculuğunu İstanbul Devlet Tiyatrosu oyuncusu Simay Küçük’ün yaptığı tören ile sahiplerine kavuştu. TEB Başkanı Ragıp Ertuğrul’un toplumun kültürel gelişimine katkı sağlama yönünde gayret sarf ettiklerini vurguladığı törende Friedrich Dürrenmatt’ın eseri olan 5. Frank oyunu, Yılın Oyunu ödülüne layık görüldü. Yılın Kadın Oyuncusu ödülünü Kalp Düğümü’ndeki performansıyla Melisa Sözen’in aldığı törende Yılın Erkek Oyuncusunu ödülünü ise Ormanlardan Hemen Önceki Gece oyunundaki tek kişilik performansıyla Rıza Kocaoğlu ve DOT Tiyatro’nun İki Kişilik Yaz oyunundaki rolüyle Tuğrul Tülek paylaştı. TEB 2015 Onur Ödülü ise Tomris İncer’e yazar Üstün Akmen tarafından Takdim edildi.
KULTURA
11
TÜRKİYE’NİN İLK MÜZE OTELİ Türkiyenin ilk müze oteli olan Museum Hotel, binlerce yıllık Kapadokya tarihini her bir köşesinde hissedebileceğiniz konumu ve alışılmışın dışındaki konseptiyle farklı bir konaklama alternatifi. Indigo Group altında faaliyet gösteren ve dış mekanları Nevşehir Müze’sine kayıtlı birçok antikalarla dekore edilen Museum Hotel, Göreme Vadisi, Aşk Vadisi, Güvercinlik Vadisi, Kızıl Vadi, Avanos ve Erciyes Dağı manzarasıyla misafirlerine görsel bir ziyafet sunuyor. Türkiye’nin tek Relais & Chateaux oteli olan Museum Hotel misafirlerine balon turu, at turu, sabah yürüyüşleri, sema gösterici ve cross golf etkinliklerine katılma imkanı sunuyor. Museum Hotel’in alakart restoranı olan Lil’a ise unutulmaya yüz tutmuş özel tatları, Kapadokya’ya özgü geleneksel lezzetleri ve Türk mutfağının en güzel örneklerini seçkin bir mutfak ve servis anlayışıyla misafirlerine sunuyor.
İETT’NİN NOSTALJİK OTOBÜSLERİNE TARİHİ ROTA
Türk filmlerinin birçok sahnesinde kullanılan, 1927’den 1992’ye kadar İstanbul caddelerinde hizmet veren “Büssing”, “Leyland”, “Renault-Scemia” marka nostaljik otobüsler sefere başladı. İETT tarafından tekrar aslına uygun imal edilen nostaljik otobüsler bugünden itibaren tarihi yarımadada Topkapı, Fatih, Eminönü, Beyazıt bölgelerinde hizmet vermeye başladı. İETT otobüslerinde kullanılan İstanbulkart’ın geçerli olduğu nostaljik otobüslerde dönemlerinin popüler şarkıları da çalacak. Tramvay şebekesine destek ve tramvay işletilemeyen akslarda alternatif taşımacılık yapmak üzere 1927’de Fransa’dan 4 Renault-Scemia otobüslerde ise 22 kişilik oturma düzeni bulunuyor. 28 kişilik kapasiteye sahip bu araçların üçü 21 Ekim 1927 sabahından itibaren 5 kuruşluk bilet ücreti karşılığında Beyazıt Meydanı-BakırcılarFuatpaşa-Mercan-Fincancılar-Sultanhamam-Eminönü Eski Postane hatlarında yer aldı.
12
KULTURA
TÜRKİYE’NİN EN İYİ B-BOY’U JESTER OLDU Dünyanın en büyük teke tek break dans yarışması Red Bull BC One’ın 2015 sezonunun startı verildi. Dünya çapında 70 kentte düzenlenecek “cypher”ların Türkiye ayağı bu sene ilk kez İzmir’de yapıldı. Toplam 132 dansçının katıldığı elemeler 28 Mart’ta Dance Floor Alsancak’ta yapıldı. Rakiplerini eleyen toplam 16 breakdansçı 29 Mart’ta Mimarlar Odası İzmir Şubesi İzmir Mimarlık Merkezi’nde final için hazırdı. Ankara ilinden Jester ve Adana ilinden Seko, seyircilerin tezahüratları arasında finalde karşı karşıya geldi. Jester, Red Bull BC One Turkey Cypher’ın galibi olarak 19 Eylül’de Tunus’da gerçekleşecek olan Ortadoğu Afrika finaline katılacak.
TARİHİN K HALİ
HABABAM SINIFI’NIN 40. YILI Türk sinema tarihinin efsane serileri arasında yer alan Hababam Sınıfı, ilk kez 1 Nisan 1975 günü izleyicilerle buluşmuştu. Rıfat Ilgaz’ın unutulmaz romanından uyarlanan, Ertem Eğilmez’in yönettiği, başrollerinde Kemal Sunal, Adile Naşit, Halit Akçatepe, Tarık Akan ve Münir Özkul gibi Türk sinemasının en önde gelen oyuncularının yer aldığı ilk Hababam Sınıfı filminin 40. yıldönümünü arama motoru Yandex de unutmadı ve bu güne özel olarak tasarladığı logo ile bu yıldönümünü kutladı. Yandex ayrıca Hababam Sınıfı ile ilgili birçok içeriğe de kullanıcıların bir tıklama ile erişmesine imkan verdi.
ONE İSTANBUL INSTAGRAM YARIŞMASI BAŞLADI Ressam Gülderen Depas’ın “Tarihin k Hali” sergisi, 15 Mayıs’a kadar The Marmara Pera’da sanatseverler ile buluşuyor. Depas, tarih boyunca güçlü ve farklı duruşları ile hafızalarımıza kazınan, ilkleri başararak öncü olan kadın portrelerinden oluşan yağlıboya sergisi ile toplumsal hafızamızı yenilemeyi hedefliyor. Aralarında Camille Claudel, Clara Zetkin, Duygu Asena, George Sand, Sabiha Sertel, Hannah Arendt, İsadora Duncan, Lou Andreas Salome, Marie Curie, Rosa Luxemburg, Simone de Beauvoir, Anais Nin, Reha İsvan, Türkan Saylan, Joan Baez, Vilma Espin, Halet Çambel, Rebecca Gomperts, Doris Lessing, Kathe Kollwitz, Brigitte Bardot, Sophia Loren, Lee Miller, Rosa Parks ve Mersedes Sosa gibi isimlere ait portrelerin bulunduğu sergi ile ilgili olarak Gülderen Depas, bu çalışmaları yaparken yola çıkış noktasını şöyle anlatıyor: “Yıllar önce bir kadın, “İyi ki tıp ve biyoloji var, sadece tarihe baksaydık kadınların varlığından haberimiz olmazdı” demiş. Bir şövalenin başında, mecliste, laboratuvarda çabalayan bir insanı zihnimizde canlandırdığımızda, gözlerimizin önüne gelen bir erkeğin görüntüsüdür. Oysa tarihi yapanlar, yönünü ve yolunu değiştirenler arasında pek çok kadın vardır.”
İstanbul Ticaret Odası; İstanbul Kongre ve Ziyaretçi Bürosu Başkanı İbrahim Çağlar ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Danışmanı Tülin Ersöz’ün katılımlarıyla yapılan açılışta,Instagram fenomeni ünlü fotoğraf sanatçısı Mustafa Seven’in paylaşımlarıyla başlayan yarışmaya ilgi büyüktü. Bir yıl sürecek yarışma boyunca instagram kullanıcılarının #oneistanbul ve #istanbul hashtag’i ile paylaşacakları İstanbul fotoğrafları arasından seçilecek fotoğraflardan ilk 3’e giren yarışmacılara,notebook, tablet bilgisayar ve cep telefonu hediyesi verilecek. Yarışma toplam 3’er aylık 4 dönemden oluşacak ve her dönem için farklı İstanbul temalarıyla devam edecek. Her dönem sonunda bir araya gelecek jüri üyeleri yaptıkları değerlendirme ile kazanan yarışmacıları belirleyecekler.
KULTURA
13
17. SIEMENS OPERA YARIŞMASI BAŞLIYOR
KADIN GÖZÜYLE HAYATTAN KARELER ’15
Anadolu Hayat Emeklilik’in bu yıl dokuzuncusunu düzenlediği ‘Kadın Gözüyle Hayattan Kareler fotoğraf yarışmasında dereceye girenler belli oldu. Fotoğraf tutkunu kadınları ‘Hayata Dair’ temasıyla buluşturan yarışmada birincilik Hilal Keskin’in oldu. Canan Çiçek’in ikinci, Emel Güley’in üçüncü olduğu yarışmada Ceyda Gümüştekin, Nurcan Sala ve Zeynep Seda Çakır da mansiyon ödülü aldı. Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu’nun öncülüğünde başvuruların bu yıl ilk defa dijital ortama taşındığı,1.418 yarışmacının 4.945 fotoğrafla katıldığı Kadın Gözüyle Hayattan Kareler, Türk kadınının sosyal, kültürel ve toplumsal gelişimine katkıda bulunmayı hedeflerken, kadınlara kendilerini ve hayata bakışlarını özgürce ifade edebilecekleri bir platform sunuyor. Yarışmada dereceye giren ve sergilenmeye değer bulunan 44 eser 7 Mayıs - 7 Haziran tarihleri arasında Tepe Nautilus AVM’de fotoğrafseverlerle buluşacak.
Türkiye’nin opera alanındaki ilk ulusal yarışması olan Siemens Opera Yarışması, bu yıl da perdelerini sanatseverler için açıyor. Profesyonel opera sanatçısı olsun olmasın, kendine güvenen her opera severin katılabileceği yarışmanın başvuruları 5 Haziran’a kadar devam edecek. Ön elemelerin 9 Haziran’da olacağı yarışmada, yarı final 10 Haziran’da, final ise 11 Haziran’da gerçekleştirilecek. Yarışma kapsamında dereceye girenler ise 12 Haziran Cuma günü düzenlenecek olan törende açıklanacak. Siemens Opera Yarışması’nda dereceye girenler, başarıları ile dünya sahnelerinde yer alma fırsatı yakalayacak olmanın yanında, çeşitli ödüller de kazanacak. 17. Siemens Opera Yarışması’nda Prof. Dr. Yekta Kara’nın başkanlığındaki jüride, Salzburg Devlet Operası Genel Müdürü Carl Philip von Maldeghem, Nürnberg Operası Genel Müdürü Peter Theiler ve Karlsruhe Operası Genel Müdürü Peter Spuhler yer alıyor.
ANKARA’NIN İLK ÖZEL ARKEOLOJİ VE SANAT MÜZESİ KAPILARINI AÇTI İşadamı ve sanatsever Yüksel Erimtan’ın 2000 parçalık koleksiyonunu gün ışığına çıkaran Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi, insanoğlunun yıllar içindeki sanatsal, bilimsel ve sosyal gelişimini, tabletler, sikkeler, mühürler, kemer, cımbız, ayna, cam gibi gündelik hayatın vazgeçilmez objeleri üzerinden anlatıyor. Ankara’nın tarihi Kale bölgesinde bulunan Erimtan Arkeoloji ve Sanat Müzesi’nde sergilenen koleksiyon M.Ö. 3000’li yıllara dayanan Eski Tunç Çağı ve Hitit ile başlayıp, Geç Roma ve Bizans uygarlıklarına kadar uzanan dönemin özgün nesnelerini barındırıyor. Müze, seçkin koleksiyonu, Roma dönemine ait “ziyafet sofrası” gibi canlandırmaları, süreli sergileri ve özgün mimarisiyle Ankara’nın kültür ve sanat hayatına yeni bir soluk getiriyor.
14
KULTURA
BABYLON ASMALIMESCİT’TE SON ALKIŞLAR Babylon doğduğu yer Asmalımescit’e 16 Mayıs’ta veda ediyor. Türkiye’nin en iyi canlı müzik mekanları arasında gösterilen Babylon, doğduğu evi Asmalımescit’e Mayıs ayında veda ediyor. Kurulduğu günden bu yana iyi müzik, samimi bir ortam ve daima kaliteli hizmet anlayışıyla sayısız uluslararası ve yerli müzisyeni sahnesine konuk eden Babylon, son kez soul ve rhtyhm’n blues’a getirdiği yenilikçi pop yaklaşımıyla dikkat çeken ve ender rastlanılan bir sese sahip Iyeoka’yı ağırlıyor. Babylon, yeni sezonda ahalisini haftanın her günü tüm gün boyunca vakit geçirilebilecek yeni kurgusu ve özgün bir programla yeni evi Babylon Bomonti’de karşılayacak.
THE TROUBADOURS İSTANBUL’DA İstanbulluları Fransız, Akdeniz ve Nice mutfağının eşsiz lezzetleri ile buluşturan La Petite Maison, 1415-16 Mayıs tarihlerinde dünyaca ünlü the Troubadours grubu ile İstanbul’daki b i r i n c i yılını kutluyor. Açıldığı günden beri misafirlerine şehrin en taze ve leziz yemeklerini sunan La Petite Maison İstanbul, şehirdeki ilk yılını Executive Chef Liam Smith-Laing ve ekibinin özenle hazırladığı doyumsuz lezzetler ve 3 gün boyunca akşam yemeklerinde konuklara eşlik edecek The Troubadours grubu ile kutluyor. Kendilerine has stilleri ve enerjileriyle ziyaret ettikleri her ülkede beğeni toplayan The Troubadours, 14-15-16 Mayıs tarihlerinde La Petite Maison misafirlerine, müzik ve eğlence dolu eşsiz bir deneyim yaşatacak.
KARAKÖY’DE 8 MEKAN 8 SANAT ESERİ İstanbul’un yükselen değerlerinden Karaköy’de 5-12 Mayıs tarihlerinde gerçekleşecek Red Bull Art Around, bahar aylarında semtin sokaklarını ve çeşitli mekanlarını çağdaş sanatla buluşturmaya hazırlanıyor. Projenin küratörlüğünü İstanbul sanat sahnesinin dikkat çekici isimleri Irmak Arkman ve Ceren Arkman üstleniyor. Arkman’ların projedeki hedefi, Karaköy’ü sanatla kucaklamak ve modern hayatın değişiminin ortasındaki semti genç sanatçılarla yeniden yorumlamak. Red Bull Art Around Karaköy’ün farklı noktalarında yer alacak farklı disiplinlerden çalışmalarla, her gün önünden geçilen alanlarda farklı algılar yaratmak ve gündelik rutinimiz kırmak istiyor. Red Bull Art Around’un açılış etkinliği 5 Mayıs’ta Wom’da konser ve DJ performansları ile gece boyunca devam edecek.
KULTURA
15
ZAMAN, ÇİÇEKLERLE DİLE GELİYOR Dünyanın en eski teknik üniversitelerinden olan İTÜ, sahip olduğu sayısız tarihi eşyayı çiçek tasarımıyla birleştirdiği benzersiz bir sergiye ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Sergi için İTÜ’nün fakültelerinden 1 yıl süren titiz bir çalışmayla, yaklaşık 200 eşya toplandı. Bu eşyalar arasından yapılan seçki ile 100’e yakın tarihi parça, çiçek tasarımı ile buluşturularak sergilenecek. “İTÜ’den Eski Eşyalarla Çiçek Tasarımı” sergisi, 14 Mayıs 2015’te İTÜ Rektörlük Sanat Galerisinde ziyarete açılacak. Sergide yer alacak eşyalar arasında; Türkiye’nin ilk televizyon yayınının yapıldığı İTÜ Tv’de kullanılan kamera, Türkiye’nin ilk üniversite radyosu olan ve bu yıl 70. yaşını kutlayan İTÜ Radyosunun ilk yayınlarında kullanılan mikrofon, İTÜ’de yapılan Türkiye’nin ilk süper bilgisayar gibi tarihi bugüne taşıyan çok önemli parçalar yer alacak. Eşyalarla bütünleşecek çiçek tasarımlarını ise bu alanın önemli temsilcileri arasında yer alan Tasarımcı Yunus Karma yapacak.
MİMARİ DEHANIN ŞAHESERLERİ SERGİSİ AÇILDI Yaratıcı dehasıyla klasik Osmanlı mimarisinde gerçekleştirdiği eşsiz yapıtlarını hem kültürümüze hem de dünya mimarlık mirasına kazandıran Mimar Sinan, MSGSÜ, Mimar Sinan Araştırma ve Uygulama Merkezi, MSGSÜ İç Mimarlık Bölümü ve Allevents ortaklığında düzenlenen “Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri” sergisi ile anılıyor. 31 Mayıs 2015 tarihine kadar İstanbul’daki MSGSÜ Tophane-i Amire KSM’de, ardından da Türkiye’nin ve dünyanın farklı kentlerinde organize edilecek olan “Sinan ve Mimari Dehanın Şaheserleri” sergisinin teknolojik uygulama tasarımları Awesome Broduction imzasını taşıyor. Sergi, Sinan’ın mimar, şehirci, mühendis ve örgütleyici büyük bir usta olma sürecindeki üstün mimari ve sanatsal dehasına zemin hazırlayan dönemin sosyal, kültürel ve mimari çehresini, Hassa Mimarlar Ocağı’ndaki takım çalışmasını ve eserlerinin yapım aşamalarını derinlemesine analiz ederek, dönemin hikayeleri ve öne çıkan karakterleri ile tüm ziyaretçileri etkisi altına alacak bir hayat öyküsü ortaya koyuyor.
16
KULTURA
DAVID GARRETT İLK KEZ TÜRKİYE’DE
Günümüzün, yaşayan en önemli keman virtüözlerinden David Garrett, IEG Live ve Piu Müzik işbirliğiyle Türkiye’de ilk kez konser verecek. 20 Mayıs 2015’te Haliç Kongre Merkezi’nde hayranlarıyla buluşacak genç sanatçı, dünya çapında ses getiren özgün kemanıyla İstanbullu müzik severleri büyüleyecek. Garrett, İstanbul sahnesinde seyircisine Johannes Brahms’ın “Thuner Sonate”, “Andante Tranquill” ve “Regenliedsonate” gibi klasiklerinin de yer aldığı doyumsuz bir keman resitali sunacak. Konserde Garrett’e, piyanosuyla Julien Quentin eşlik edecek. 2008 yılında “Flight of the Bumblebee” şarkısını 1 dakika 6,56 saniyede ( 1 saniyede 13 nota basarak) çaldığı performansıyla Guiness Rekorlar Kitabı’nda adı, “dünyanın en hızlı keman çalan insanı” olarak geçen Garrett, sevilen klasiklerle birlikte pek çok rock ve pop klasiğini kendi özgün tarzıyla yorumluyor.
BU SANAT YENİR
BBC WORLDWIDE’DAN TÜRKİYE’YE YENİ KANAL
BBC Worldwide, bugün yaptığı bir açıklamayla yeni tematik kanalı BBC EARTH’ün genişlemekte olan yayın ağına Türkiye’yi dahil edeceğini duyurdu. Kanal, Türkiye’deki yayın hayatına 14 Nisan 2015 tarihinde başladı. TTNet’in IPTV platformu Tivibu aracılığıyla, Türkçe yayın yapacak olan BBC EARTH, dünyanın önde gelen yapımcılarının imzasını taşıyan belgeselleri ile izleyicilere keşif ruhu eşliğinde nefes kesen bir deneyim vaat ediyor. Gezegenimizin farklı köşelerinden doğal hayata dair inanılması güç hikayeler anlatacak olan kanalda, minik canlıların ancak mikroskop altında incelenebilen yaşam öykülerinden uzayın sonsuz derinliklerine uzanan, hareketli ve heyecan verici gerçekler paylaşılacak.
Yemek ve sanat İstanbul’da buluşuyor. TURYİD (Turizm Restaurant Yatırımcıları ve İşletmecileri Derneği) üyesi 100 restoranın katılacağı yemeiçme ve sosyalleşme festivali Food Art Fest, Coca-Cola ana sponsorluğunda ve Unilever Food Solutions’un katkılarıyla 8-17 Mayıs tarihleri arasında düzenlenecek. İstanbul’un kültürel dokusu ile gastronomi zenginliklerini bir araya getirecek festival kapsamında, şehrin sokakları ve ünlü mekânları bu damak tadı şenliğine ev sahipliği yapacak. Avangart mönüleriyle Hollywood yıldızlarının mutfaktaki sihirbazı olarak anılan Tom Wolfe, ‘Bu Sanatı Yerim’ sloganıyla yola çıkan Food Art için İstanbul’a gelecek. Jennifer Lopez, Madonna, Angelina Jolie ve Brad Pitt gibi yıldızlara tablo gibi tabaklar sunan dahi şef, festival kapsamında farklı segmentteki restoranlar için 3’er course’tan oluşan, 3 farklı mönü hazırlayacak.
KIRMIZI LALE FİLM FESTİVALİ İÇİN GERİ SAYIM Kırmızı Lale Film Festivali 29 Mayıs - 6 Haziran 2015 tarihleri arasında Hollanda’nın Rotterdam, Amsterdam ve Eindhoven şehirlerinde sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Hollanda ve Türkiye’li sinemaseverlerini bir araya getirmeyi hedefleyen Hollanda Türkiye Kültür Vakfı tarafından düzenlenen bu yıl üçüncüsü düzenlenecek olan Kırmızı Lale Film Festivali bu yıl da en seçkin gösterimler ve sosyal etkinliklerle izleyiciyle buluşmaya hazırlanıyor. Ulusal ve uluslararası önemli sanatçı ve konuklar ile basın mensuplarına ev sahipliği yapacak festivalde İlksen Başarır’ın yönetmenliğini yaptığı Bir Varmış Bir Yokmuş açılış filmi olarak gösterilecek. Ustaya Saygı Ödülü’nün bu yıl ki sahibi Ferzan Özpetek, Masterclass etkinliğiyle 2 Haziran’da Amsterdam’da bulunan tarihi Tucinsky sinemasında sevenleriyle buluşacak. Katılımcılar usta yönetmenin Şahane Misafir, Serseri Mayınlar ve Karşı Pencere filmlerini izleme fırsatı bulacaklar.
KULTURA
17
UZAKTAN ÇOK YAKIN.. SERGİSİ BİLGİ ÜNİVERSİTESİ’NDE
İstanbul Bilgi Üniversitesi, 16 Nisan - 14 Mayıs 2015 tarihleri arasında, günümüzün sanatçılarının sosyal ve bireysel anlatıları ele alan eserlerinden oluşan “Uzaktan Çok Yakın…” adlı sosyo-bireysel anlatılar sergisine ev sahipliği yapıyor. Sergi; ekranlardan ve monitörlerden, kısaca bizden çok uzakta gibi izlenen ama bir o kadar da yanı başımızda, içimizde olan hayatları, olayları ve olguları konu edinen yapıtları izleyiciyle paylaşmayı amaçlıyor. Sergiyle; yaşamın uzağında olmayan, büyük anlatılardan çok mikro durumlara işaret eden ve toplumsal bağlarını kişisel bir kipte ortaya seren sanatçıların bir araya gelmesi hedefleniyor. Uzaktan Çok Yakın...” adlı sosyobireysel anlatılar sergisi, 14 Mayıs 2015 tarihine kadar santralistanbul Kampüsü ÇSM Galeri’de ücretsiz izlenebilir.
SPOTIFY REKORU WIZ KHALIFA’DA
Amerikalı ünlü rapçi Wiz Khalifa’nın Charlie Puth ile birlikte seslendirdiği “See You Again” adlı şarkı, bir hafta içinde 21,9 milyon dinlenme rekoruyla “Spotify Global Chart” listesinde 1 numaraya oturdu. Aralarında ABD, İngiltere, Almanya, İsveç, Hong Kong ve Singapur’un da bulunduğu 26 ülkede geçtiğimiz hafta en çok dinlenen şarkı ünvanını alan “See You Again”, sadece 13 Nisan’da 4,2 milyon kez dinlenerek bir gün içinde en çok dinlenen şarkı olma rekorunu da kırmış oldu.
18
KULTURA
İLHAM VEREN FİKİRLER VE HİKAYELER AYNI SAHNEDE
Gönüllü bir ekip tarafından organize edilen TEDxReset, 1718 Nisan tarihlerinde TİM Show Center’da gerçekleşti. Bu yıl da yoğun ilgi gören TEDxRESET 6. Yılında, fikirlerin doğuş anından hayata geçtiği döneme dek hangi aşamalardan geçtiğini, gerçekleştikten sonra da topluma nasıl fayda sağladığını ele aldı. İki gün boyunca teknoloji, mimari, bağımsız basın, dünyayı değiştirebilecek yeni tasarım anlayışları, çağdaş sanatın teknolojiyle iç içe geçtiği arakesitler, alternatif iş ve yaşam modelleri, sivil toplumun gücü, müzik ve eğlence “Fikirden Harekete” teması çerçevesinde sunuldu. Dünyanın en iyi 50 öğretmeninden biri seçilen Dilek Livaneli, Afrika’da bir yıl boyunca mirketlerin sosyal davranışlarını inceleyen Selin Ersoy, Dijital analist Damien Radcliffe, akademisyen Prof. Dr. Erhan Erkut, antropolog yazar Benjamin Dix, Khan Academy Türkçe Direktörü Alp Köksal, filozof yazar Cem Şen, akademisyen Yrd. Doç. Dr. Mehmet Karlı, Moda Tasarımcısı Hatice Gökçe, Kod Yazım Eğitmeni İskele 47 kurucularından Bager Akbay, Bilim Muhabiri Alexandre Goncalvez ve Türk Psikologlar Derneği Üyesi İbrahim Eke gibi farklı alanlardan öne çıkan isimler iki gün boyunca ‘zihin açıcı’ konuşmalar gerçekleştirdi. Ayyuka, Gaye Su Akyol, Barış için Müzik, Erdem Şimşek ve Lights in Babylon gibi farklı disiplinlerden bir çok müzik sanatçısı da hem hikâyeleri hem müzikleri ile sahneyi paylaştı.
NORVEÇ, FM RADYOLARA VEDA EDİYOR Yaklaşık 80 yıldır radyo yayıncılığında en yaygın olarak kullanılan FM frekans aralığı tarih oluyor. Radyolar ve dinleyicilerin dijital platformları tercih etmesi ile pabucu dama atılan FM frekansını dünya üzerinde kaldıran ilk ülke Norveç olacak. Yapılan açıklamaya göre 2017 yılından itibaren Norveç’te FM yayını yerini tamamen dijital platformlara bırakıyor. Halkın kullanım alışkanlıklarını araştıran bir anketin sonucuna bakarak bu kararı verdiklerini dile getiren Norveç Kültür Bakanlığı’nın bu kararını önümüzdeki yıllarda diğer birçok Avrupa ülkesi de uygulayacak gibi görünüyor.
TIME’A GÖRE EN ETKİLİ KANYE WEST
Dünyanın en prestijli dergileri arasında gösterilen Time, her yıl olduğu gibi bu yıl da en etkili isimleri seçti. Ancak bu yıl birinci sırayı alan isim, birçok tartışmanın da başlangıcı oldu .Tam olarak hangi özelliğiyle bu ödüle layık görüldüğü anlaşılamayan Kanye West, son yıllarda sıklıkla şarkılarındaki kullandığı vokal efektleri, sevgilisi Kim Kardashian ve ödül törenlerinde yaptığı aykırı hareketler ile anılıyordu. 100 kişilik listeye girmeyi başaran Tim Cook, Björk, Christopher Nolan, Haruki Murakami, Bradley Cooper gibi isimlerin Kanye West’in bu ilginç birinciliğiyle ilgili ne düşündüklerini merak etmemek pek mümkün değil.
CELEBRITY DEATHMATCH GERİ DÖNÜYOR Ünlüleri temsil eden kilden yapılmış karakterlerin ringde birbirine girdiği MTV’nin efsane animasyon serisi Celebtrity Deathmatch, 8 yıllık bir aradan sonra tekrar televizyona dönmeye hazırlanıyor. 1998 ve 2002 yılları arasında yayınlanan, daha sonra 2005 ve 2007 yılları arasında tekrar görünen programın yapımcılığını yine Eric Fogel üstlenecek ve program MTV2’de yayınlanacak. Şimdilik her ne kadar kesin tarihler verilmese de pilot bölümün yakında izleyicilerle buluşacağı dolaşan söylentiler arasında. Program yapımcılarının ringde birbirine kırdıracağı ünlü isim bulma konusunda çok sıkıntı çekmeyeceğini tahmin ediyoruz.
KULTURA
19
HUZURLARINIZDA GLASTONBURY 2015 KADROSU
Müzik tarihinin en köklü ve popüler müzik festivallerinden birisi olan Glastonbury, 2015 yılında da açıkladığı kadrosuyla son derece iddialı. Müzikal açıdan seçilen isimler tartışılmaya devam ederken birçok farklı türe hitap edebilecek olan isimlerin bir araya toplandığı da bir gerçek. Üçüncü headliner’ın henüz kim olduğu gizemini korusa da festivalin iki önemli headliner’ı Foo Fighters ve Kanye West olarak açıklandı. Festivalde sahneye çıkacak diğer isimler ise şöyle: Florence + The Machine, Jamie T, Alt-J, Patti Smith, Super Furry Animals, Jungle, The Chemical Brothers, Suede, The Vaccines, The Maccabees, Motorhead, Alabama Shakes, Paloma Faith, Mark Ronson, Run The Jewels, Future Islands, The Fall, Pharrell Williams, Franz Ferdinand & Sparks, La Roux, Fat White Family, Kate Tempest, Wolf Alice, Belle & Sebastian, Clean Bandit, Young Fathers, Peace, Enter Shikari, Spiritualized, Hot Chip, The Waterboys, FKA Twigs, Caribou, Ben Howard, Catfish and the Bottlemen, Mavis Staples, George Ezra, Courtney Barnett, Death Cab For Cutie, Father John Misty, Sharon Van Etten.
RICHARD AYOADE İSTANBUL’DA
The IT Crowd’daki Moss karakteriyle şöhreti yakalayan, kariyerine kamera arkasında devam etme kararı alan Richard Ayoade, Channel 4 için gerçekleştirdiği televizyon programı için İstanbul’daydı. Komedyan arkadaşı Adam Hills’le birlikte gerçekleştirdiği ve 48 saat süren yolculuğun son derece keyifli geçtiğini tahmin etmek pek zor değil. İkilinin İstanbul’da ne yaptığını merak ediyorsanız ortalama bir turistten çok da farklı olduğunu söylemek zor. İşkebe çorbası, vapur gezisi, rakı, Kapalı Çarşı’dan ibaret standart turist turunu tamamlayan ikilinin yollarının tekrar İstanbul’a düşmesini umuyoruz.
20
KULTURA
SPOTIFY UYUTAN ŞARKILARI BELİRLEDİ
Günlük yaşamın temposu içinde uykuyu düzene koyabilmek ve yeterli uyku alabilmek ciddi bir sıkıntı. Hele bir de geç saatlere kadar bilgisayarda bir şeyler izleyen ya da yattığınız yerde tabletinizle internette gezinmeyi sevenlerdenseniz. Spotify da bu sorunların farkına varmış olacak ki National Sleep Foundation (NSF, Ulusal Uyku Vakfı) ile birlikte yürüttükleri bir çalışma ile insanların uyumak için en çok tercih ettikleri şarkıları belirlemeyi başardılar. NSF, uyku için insanların yumuşak vokalleri tercih ettiğini dile getiriyor. 2.8 milyon uyku temalı playlist üzerinden yapılan çalışma sonucunda Spotify en çok uyku getiren 20 şarkıdan bir playlist oluşturmayı da ihmal etmemiş. İşte en çok uyku getiren 3 şarkı: Ed Sheeran – Thinking Out Loud Sam Smith – Stay With Me Ellie Goulding – Love Me Like You Do
AKIRA KUROSAWA MERCEK ALTINDA
FACEBOOK PAYLAŞIMLARI KİTAP OLUYOR
Facebook’un birçoğumuzun gündelik hayatının büyük bir kısmını kapladığı bir gerçek. Durum böyle olunca biz de Facebook’tan birçok paylaşım yapıyor ya da arkadaşlarımızla iletişim kurabiliyoruz. Paylaşım kültürünün odağında yer alan Facebook’taki son 1 yılınıza şöyle bir bakmak isterseniz artık son derece havalı bir alternatifiniz var. Pia Knoester’in bir projesi olan “365 Days in Print” web sitesi, size Facebook’taki son 1 yıllık paylaşımlarınızı basılı bir almanak halinde gönderebiliyor. Facebook’taki en çok beğeni alan paylaşımlarınızı baz alarak hazırlanan kitapta olmasını istediğiniz özellikleri de seçebiliyorsunuz. Bu almanaktan almak isterseniz ödemeniz gereken bedel 75 dolar, ancak bu paranın bir kısmının çocukların eğitim alabilmesi için mücadele eden Faso Vakfı’na gideceğini de hatırlatalım.
GÜNÜN EN MUTLU SAATİ
Sinema tarihinin önemli kilometre taşlarından birisi olarak gösterilen Japon yönetmen, sinematografik olarak sergilediği yenilikçi yaklaşımlarla anılmaya devam ediyor. Samuray okulunda öğrenim gören, bu yüzden de son derece disiplinli birisi olan ve samurayları filmlerinde sıkça kullanan Kurosawa, Hollywood’a da ilham vermiş isimlerin başında gelir. “Every Frame a Painting” projesi ile tanıdığımız Tony Zhou, Kurosawa’nın sinema dehasını yayınladığı yeni videoda mercek altına alıyor. Kurosawa’nın çekim tekniklerini uzman görüşleri eşliğinde izleyicilere sunan Zhou, sinema dünyasının efsanelerini irdelemeye devam ediyor.
Full time işi olanların en sık dile getirdiği şikayetlerin başında monotonluk ve her günün birbirinin aynısı olması geliyor. Şehir ve ofis hayatının sıkıcılığı göz önüne alındığında bu fikre katılmamak mümkün değil. University of California’dan Psikolog Esther Guillaume’nin yönettiği bir araştırma ile 20 ülkeden 5400’den fazla kişi, günün en mutlu saatinin kaç olduğunu tespit edebilmek için bu çalışmaya dahil oluyor. Sonuç ise son derece düşündürücü; insanların iş yerlerinden çıkmasından hemen sonrası, yani saat akşam 7. Bundaki en önemli faktörün de bu saatte insanların daha fazla sosyalleşebilmesi olduğu açıklandı.
KULTURA
21
Her zaman, her yerde, her şeyle ve herkesle müzik. Emir Bozkurt
Eray Evren
T.G.: TEOMAN GELMEZ E.B.: EMİR BOZKURT E.B.: İlk önce Teoman Gelmez’i bir tanıyalım. Şöyle bir genel hayat yolu… T.G.: 24.03.1976. İzmir, Karşıyaka doğumluyum. Bilmiyorum ki ne diyeyim? E.B.: Mesela müziğe, tiyatroya yönelmene neler sebep oldu? T.G.: Hiçbirini hatırlamıyorum açıkçası, şaka şaka. Ben kendimi bildim bileli hep sahnedeyim. Gerçekten 6 yaşımda falan çıktım sahneye. E.B.: Ne diye çıktın? T.G.: Şirinler’den biriydim. İlkokulda çocuk oyunlarında başladım. 6 yaşlarında abim beni Hürriyet Çocuk Kulübü’ne götürdü. Abimin arkadaşlarıydı üniversiteden. Oyuna
22
KULTURA
gittik, seyircilerin olduğu yerden izliyordum. Çok büyülendim. Abimin arkadaşlarını tanıyordum önceden ama o çocuk oyununu izlerken hiçbirini tanıyamadım. Hani Funda Abla, hani Tamer Abi, ben onları izlemeye gelmiştim? Meğerse karşımda oynuyorlar. Sonra abim beni kulise götürdü. Ben o kulise girdim ya, her şey orda başladı. Büyünün, illüzyonun arka tarafını görünce… Düşün, çocuksun ve illüzyonist birini izliyorsun ve seni atölyesine götürüyor. “Bak işte para elinde böyle yürür, kağıt oyunu aslında böyle bir şeydir” dediğinde vurulduğum nokta odur. Vurulduğum nokta o kulise girdiğim andı. Sonra bununla alakalı her
KULTURA
23
24
ortam beni hep çağırdı, hep içinde bulunmak istedim, hep atladım oralara. İlk, orta, lise, üniversite… Zaten üniversitede oyunculuk okudum. Hayatımda hep tiyatro vardı. Sonra, bir gün rüyama gitar çaldığım girdi. Hem de bizim mahalledeki bir abi var, onun evine girip çıkıyoruz. Onun da duvarında gitar vardı, o gitar girdi rüyama, onu çalıyordum. Ertesi gün gittiğimde dedim ki “Abi ben bu gitarı rüyamda gördüm, biraz bende dursun
gitar çalarlardı. Beni ona yönlendirdiler, “Bak Turgut Abin var git ona” diye. O da soba borusu imalatçısı. Ama adam İzmir’in en iyi gitar çalan adamı. İzmir’de öyle enteresan abiler vardır; mühendistir ama çok iyi caz gitarcısıdır, menemencidir ama bir taraftan çok iyi perküsyon çalar. E.B.: Peki gitardan vurmalı çalgılara geçişin nasıl oldu? T.G.: Şaka gibi oldu. Ben bu gitarı tabi sevdim. Artık liseye geçtik. Ben
mu?” derken, evde durdu ve her Türk genci gibi biz de gitarla başladık müzisyenliğe. E.B.: Üniversitede mi? T.G.: Yok, 15 yaşında falandım. O an çok iyiydi. Mandolinden biraz daha büyükçe bir gitar, kıpkırmızı eşarptan boynuna asmam için bir bağ. E.B.: Ve Akdeniz Akşamları tabii ki… T.G.: Daha oraya gelemiyoruz bir dakika. Alt tel falan, tek parmak tabii, beni benden aldı açıkçası. Sonra kuzenimin arkadaşı, Turgut Abi, onlar
o zamanlar basıyorum; la minör, sol majör, fa majör, mi majör, Akdeniz Akşamları’na geldim geleceğim yani. Lisedeki arkadaşlarımla beraber oturup gitar çalmalar. Lisenin karşısındaki kantinle anlaştık, okuldaki arkadaşları oraya çağırıp, girişte onlardan para alıp, içerde bir çay bedava diyip, biz onlara program yapmaya başladık. İlk lisede müzikten böyle para kazanmaya başladım. Sonra arkadaşlarımla beraber Karşıyaka’da belediyeye ait ilk pop grubunu kurduk. Adı da ‘Sis’.
KULTURA
E.B.: Belediyeye ait nasıl oluyor? T.G.: Belediye adı altında oluyorsun, belediye seni yan belediyelerin festivallerine gönderiyor. Karşıyaka o anlamda kendi içinde birçok şeyi halleden bir ilçedir. Mesela biz belediyenin pop grubuyduk, Karşıyaka her Cuma meydanda bize tesisatları kurardı, biz de orada gider konserler verirdik düzenli olarak. Karşıyaka’nın kendine ait tiyatro grupları, konser grupları, sinemaları, ayrıca devlet tiyatrosunun Karşıyaka Sahnesi, yani kısaca her şeyi vardı. O fanatiklik biraz da oradan gelir: “Niye İzmirli değilsiniz?” Abi her şey var bizde, hiç İzmir’e gitmezdik ki. Karşıyaka’da her şeyi çözerdik kendi içimizde. O zamanlarda Sis grubunda çalıyoruz. Vardır ya hani, bir davulcu bir basçı bulursun, geri kalan herkes gitar çalar. Biz dört gitar çalıyoruz, bir bas, bir davul, bir klavye… Herkes aynı anda la minör basıyor, sol majör basıyor (gülüşmeler). Biri dedi ki “Abi şimdi bu kadar gitar, herkes la minör basıyor, biraz zenginleştirsek, biri bir şeylere falan vursa.” Ben de “Aa tamam,” dedim, “Bongo falan yok mu bir deneyelim?” Sonra bana verdiler bongoyu. Ben bir de iyi ritim gitarcıydım, ritim duygum iyiymiş meğerse. Tabii küçüklükten gelen eğitim sistemine de bir dokunalım, çocuğun nasıl yöneleceğiyle ilgili keşiflerimiz olmadığı için, her şey bizde iman gücüyle. O yüzden bu kadar saçma sapan işlerde çalışan, ya da meslekleri okuyan, onu yapmayıp başka
KULTURA
25
başka işler yapan arkadaşlarımız var. Benim oyunculuk okuyan arkadaşım represant mesela (gülüşmeler). Neyse ben gayet vuruyorum bongoya, çok da güzel oldu. Arkadaşlar tabi hiç olmazsa dört gitardan biri azaldı bir renk geldi derdinde. Ama ben de böyle şeyler olduğunda çalışırım. Gitarda da öyle çok çalıştım, gitarın üzerinde uyuyakaldığımı bilirim. Annem gelir, hadi kalk yerine yat oğlum diye beni uyandırırdı. Annemle de bir gün röportaj yaptığınızda anlatır size (kahkahalar). Ben bayağı renklendiriyordum ortamı, sololara falan çıkmaya başladım. O zamanlar youtube falan olmadığı için şarkılardan kasetlerden dinleyerek çalışıyordum. Abilerimiz var Alsancak’ta çalan, onların yanına gidip, biraz yakınlaşıp iki hafta sonra yanlarında tef çalarak, bir yandan izleyerek falan girdim artık ritim dünyasına. Ben bu arada hala gitar çalıyorum, sevgilime evde tabi. E.B.: Bu arada, perküsyonla ilgili akademik bir çalışman mı olmuştu? T.G.: Perküsyonla ilgili hiçbir akademik çalışmam olmadı. Tamamen perküsyonla alakalı insanlarla vakit geçirdim, mesela yerel ustalara çıraklık ettim. Usta dediğim sadece enstrümanist değil, mahalle esnafından ağabeylerime, yaptıkları işlerden çıkardıkları seslerin nasıl ritime dönüştürüleceği üzerine ilk deneysel kurgularım ve güdülerim böyle gelişti. Kısacası akademik değil de deneysel çalıştım daha çok. Mesela kahvaltı dükkanı olan menemenci Naci Ağabeyim Türkiye’nin en iyi davulcularından birisiydi, yanına gittiğimde o menemen malzemelerini seri bir şekilde doğrarken çıkardığı seslere ritmik bir şekilde uyum sağlayarak ben de bongoma vururdum. Hatta vals, bossa nova gibi ritim kalıplarını orada öğrendim. Naci abimin oğlu Olcayto Üstün de şimdi Türkiye’nin en önemli genç davulcularından biridir. Benim akademik kariyerim
26
KULTURA
oyunculukla ilgili. “Alaylı müzisyen, mektepli oyuncu.” Kartvizitimde öyle yazıyor, vermedim mi sana kartvizitimi? (gülüşmeler) E.B.: Oyunculuk okumaya nasıl karar verdin? T.G.: Annem babam işçi oldukları için, okuyamamışlar ama şehire gelmişler çocukları okutmak için. Abim var bir tane, çok okur, kafası çok çalışır, işletme okudu, İngilizce çok iyi biliyor, zehir yani. Ben tam tembelim. Ona inat herhalde bilmiyorum. Liseyi 5 senede, ortaokulu 4 senede, üniversiteyi 10 senede bitirdim. Ama abim her şeyi okur bitirir. “Teoman sen de oku oğlum, bak abin de okudu.” Ne okuyacağım abi ben? Bu arada ben 18-19 yaşlarındayım, Can diye bir arkadaşımla barlarda çalıyoruz. O zamanlar şarkı söyleyebiliyorum. İki gitar yapıyoruz, bazen perküsyoncu arkadaşım geliyor bizle çalıyor, ciddi ciddi para kazanıyoruz. Yaşımız yetmiyordu barlara gitmeye, polis baskına gelince bizi saklıyorlardı. Neyse, “Ne okuyayım?” dedim, Ege Üniversitesi Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı var o zaman. Hiç de alakam yok musikiyle, oldukça bar müzisyeniyim ama Allah için iyi çalıyorum. Barda çaldığım arkadaşımla beraber gittik, bizi okula almadılar. “Eyvah,” dedim “Ne yapacağım ben? Ailem oku diyor, bari açıköğretime gireyim.” Derken açıköğretime
girdim, tekrar barlarda çalmaya devam ettim. Annem beğenmiyor, “Oğlum açık… bari bir üniversite okusaydın.” “Anne bu da üniversite” diyorum. “Yok yok sen bayağı üniversite oku.” Bari bir de tiyatroyu deneyeyim dedim, yıllardır var tiyatro hayatımda. Girdim ve tiyatroyu kazandım, müzisyen değil oyuncu olmam gerekiyormuş galiba. Beni aldılar üniversiteye, 1999’da Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra (gülüşmeler). İsmet Paşa ve ben oyunculuk sınavına girdik, Fahri Korutürk’ü almadılar şivesi var diye (kahkahalar).
E.B.: Oyunculukta başarılı olmakta çocukluktan gelen bu tutku mu önemlidir sence, yoksa bunun okulunu okumak ve tekniğini öğrenmek mi? T.G.: Tamamen tutku. Çocukluktan gelen bir sürü şeyle alakalı. Sadece okulunu okuyup, tekniğini öğrenmek yeterli değil. Çünkü günümüzde bu mesleği yapmak çok zor, her an bırakabilirsin. Ama içine öyle bir şey giriyor ki, ben şuradan zehirlendim: Oynama güdüm çok yüksekmiş benim, ben altı aylıkken konuşmaya, bir ay sonra yürümeye başlamışım. Böyle gerizekalı bir çocukmuşum. Ne yapacaklarını
bilememişler. Okula gideceğim diye tutturdum yaşım gelmeden. Mahkemelere götürülüyorum, yaşım büyütülüyor, okula kaydediliyorum sonra tekrar mahkemeyle yaşımı geri alıyorlar. İlkokulu benden iki üç yaş büyük adamlarla okudum ben. E.B.: Sonra kala kala arayı kapatmışsın ama (gülüşmeler). T.G.: Sistemi sevmiyorum ben, eğitim sistemini sevmiyormuşum ben aslında. Öyle bir alakam yokmuş. Daha manuel kafalar, daha insani haller… Belli motamot kalıplar, bu budur diye bir şey yok. Bak etrafına hayat böyle bir şey mi?
Lise yıllarında arkadaşlarımla beraber Karşıyaka’da belediyeye ait ilk pop grubunu kurduk.
KULTURA
27
Kurguladığım en ilginç enstrümanlardan birisi dijital klozet kapakları ve lavabolarla oluşturduğum bir düzenekti.
28
KULTURA
E.B.: Peki oyunculuk eğitiminde de bu söylediğin şeyler rahatsız edici oldu mu? T.G.: Tabi o yüzden ben hep başka şeyleri denemek istediğim için eğitim beni sevmedi. “Bak,” diyorlar, “müfredat var, bizim bunu okutmamız lazım.” İyi de yerim müfredatı affedersin. Bende müfredat böyle işlemiyor. Benim bunu bedenime, pratiğime aktarmam için belli bir evreye geçmem lazım, müfredatla benim bu sürecim uymuyor. O zaman sen bana 20 verip beni sınıfta mı bırakacaksın? Bırakırsan bırak ne yapayım? Çocukluktan şöyle zehirleniyorum ben: Benim annem babam böyle eğitimler almamış insanlar demin de söylediğim gibi. Ama oynama içgüdüleri o kadar yüksek ki? Rahmetli babam çok şakacı, oyunbaz bir adamdı, annem de öyle keza. Toprak insanları bunlar. Bakınız, geleneksel Türk tiyatrosu, ortaoyunu, köy seyirlikler falan… Çünkü köyde televizyon yok bir şey yok. Düğünler, cenazeler, kınalar, misafirlikler, bunların her biri oyun ve ritüel eşliğinde olurmuş. Bırak her şeyi, şarkı türkü söyleme var, türkü söyleyince kalkıp oynuyorsun. Bunun içerisine de “Nereye kadar türkü?” deyip birazcık da eğlencelikler, taklitler falan koyuyor adam. Düşünsene, köyün ortasında sen ben eşek kılığına giriyoruz. Biri de eşeği çeken adam oluyor, değirmene un öğütmeye gidiyoruz. Biri de değirmenci. Onunla arasındaki diyaloğu oynuyoruz, kahvede. Annem baban da o köylerin oyunbaz çocuklarıymış sonuçta. Bunu köyden alıp şehre adapte etmişler. E.B.: Ailenin etkisi var o zaman? T.G.: Olmaz mı? İlk mektep orası zaten. Bence oyunculuk mektebinin başlangıcı orası. Düşünsene, annem babam televizyon izliyorlar. Çay, çiğdem, çıt çıt çıt falan… Fabrikadan gelmişler. Ben de içerideyim, canım sıkılıyor, daha beş yaşındayım. Televizyondan anlamıyorum ki çizgi film yok bir şey yok, daha Adile Naşit bile çıkmamış. Gidiyorum babamın ceketini giyiyorum, zaten ayak bileğime
geliyor babamın ceketi, dedemin fötürü durur askıda hatırası olarak, onu takıp giriyorum içeri. “Oooo Yakup Efendi, iyi akşamlar,” diye bir giriyorum. Rahmetli babam ne yapıyor: “Ooo Şakir Efendi hoş geldin ya, buyur otur. Fadime kalk hemen çay koy, Şakir Amca gelmiş.” Hop, oyuna girdiler. Bana bu arada ailede Ayhan derler. Aile köylü grubu, abim de köylü grubunun üniversitede okumuş oğlu, “Kardeşime Teoman adını koyayım,” diyor. Onların lehçesinde dil dönmüyor, Teğmen, Tiğmin, Töymün falan oluyor. Kullanamadıkları için de babam “Madem çocuğa Ayhan diyelim,” diyor. Ayhan Işık ölmüş o dönemler. Ama nüfusa Teoman diye geçiyor, ailede Ayhan kalıyor. Neyse ben öyle giriyorum içeri Şakir Dede bilmem ne olarak. Hemen bana çay koyuluyor, televizyon kapatılıyor, benle oynamaya başlıyorlar. Ben anlatıyorum o gün neler gördüm neler yaptım diye. Ertesi gün annemin kıyafetlerini giyiyorum bu sefer. Başlıyoruz Fadime ile oynamaya. Zaten çocuksun, cinsiyet bilmiyorsun. Ben şunu derim zaten, oyunculukta dil, din, ırk, renk, cinsiyet olmaz, oyuncu şeffaf adamdır. Bugün Hitler’i oynarsın, yarın Atatürk’ü oynarsın, öbür gün travestiyi oynarsın. E.B.: Bayağı doğaçlama bir ortam varmış aile içinde. T.G.: Salonun ortasında ortaoyunu oynuyoruz abi resmen. Hala da devam ediyor bu. İzmir’e gittiğimizde sürüyor bu oyun. Annem 72 yaşında, ben 40 yaşındayım. Hala yaparız annemle, telefonda bile oynuyoruz. Bazen açıyorum şiveyle konuşuyorum, hemen eşlik ediyor. E.B.: Güzel sanatlar fakültesine girdiğin zaman, daha otomatik insanların içine daha manuel bir insan olarak giriyorsun, dikkat çekmişsindir ya da bir farkındalık yaratmışsındır diye düşünüyorum. T.G.: O halin seni daha homojen yaptığı için her yerle, herkesle daha girift
hale dönebiliyorsun, kendini evriltebiliyorsun, etrafında da evrilteceğin insanlar varsa onları da uygun bir dille değiştirebiliyorsun. E.B.: Daha bir dikkat çekmişsindir gibime geliyor. İlk etapta çok kabul edildiğini de düşünmüyorum açıkçası. T.G.: Hala öyleyim, hala yeteneklerimle hallediyorum orayı. Eskiden savaşırdım, hemen ateşlenirdim, panik atağı çok çabuk olabilecek, tezcanlı bir adamdım. Artık bunları yavaş yavaş öğreniyorum, hiçbir şey söylemeye gerek yok, yaptığın her şey gösteriyor ne olduğunu, nereden geldiğini, neler yapabileceğini. İlk başta insanları korkutsa da, sen de birazcık yumuşatırsan mevzuyu, her zaman her şey çok güzel olabilir. E.B.: Oyunculuk eğitiminden sonra yer aldığın sinema, tiyatro, diziler tatmin etti mi seni? T.G.: Edenler de oldu etmeyenler de. Sonuçta buralardan para kazandığım için, tatmin etmeyen işler de olabiliyor. Ama en çok tatmin eden projeler ustam dediğim Ahmet Mümtaz Taylan ile beraber olduğum işlerdi. Sadri Alışık Tiyatrosunda Keşanlı Ali Destanı’nı koyduk, dillere destan oldu. Bu projede ustamın asistanlığını yapmak benim için bir nevi yüksek lisans gibi bir şeydi. Tatmin etmeyen işlere gelince onları da yapıyorum elbette. Her birini aynı oyuncu ahlakı ve duruşumla taşımaya çalışıyorum. Popüler kültürün içindeyiz sonuçta, sevgilim Zeynep’le tek durduğumuz nokta şu ki, sistemin içinde ama sistemin istediği şekilde olmamak da bizim elimizde, zor olsa da. Yolculuğa ve mücadeleye devam… E.B.: Bunu nasıl sağlıyorsun? T.G.: Aslında mevzu tam olarak sistemin
içinde olup sisteme karşı bir şey yapabilmek. Yani kazandığımız her şeyi, sistemin tam karşısında kullanabilmek üzerine kurgulamaya çalışıyoruz, bunu daha tam başaramadık zaten. Başardığımız zaman daha anlamlı olacak. O zaman ne olacak? Ben küçük çocuklarla beraber, bir yerlerde bir şeyler çalıyor olacağım, onlarla tiyatro yapıyor olacağız, Zeynep de senarist olduğu için yazıyor olacak. Ben diziden kazandığımla ne yapacağım? Tiyatrodan zaten kazanamıyoruz, hobici gibi bakıyorlar bize. Belli standartlarımı bu şehirde karşılasam da bunları bir yere aktarmamız lazım, yoksa kafa yanar. Bizde hiç daha fazla kazanma hırsı olmadı. Her şeyin daha fazlasını kazansak hayatımızda ne değişir diye
düşünüyoruz, bir şey değişmiyor. Yine aynı yere takılıyor olacağız, yine aynı parayı harcayacağız, yine aynı insanlarla görüşeceğiz, hiçbir şey değişmeyecek. Şu var kafamızda: Seçilmiş çocuklar değil de, çocukların eğitmenlerini seçeceği bir sistemden bahsediyorum. Bırakalım da onlar karar versin zaten, neyi nasıl ve kimden öğrenmek istediğine. Bunu yapmak için bölüm başkanına, üniversitenin göbeğine kurulmuş bir muhasebeye ya da döner sermayeye ihtiyaçları yok ki insanların, en azından bizim yok. Koca koca insanlarız, biz bunu hallederiz.
KULTURA
29
E.B.: Türkiye’de eşi benzeri olmayan bir şey bu değil mi? T.G.: Tabii, böyle bir şey yok. Yurt dışında bunların hepsi ya da belli bir kısmı var olabilir. Tek hayal ettiğim şey bu eğitimleri alan çocuklar kendi eğitmenlerini
30
KULTURA
seçebilsin. Çok kıyak olmaz mı düşünsene? E.B.: Söylediğin projelerde hep çocuklara yönelik bir şeyler var. T.G.: Doğurmam gerekiyor herhalde, yaşım gelmiş (kahkahalar). E.B.: Çocukken gördüğün o illüzyonu diğer çocuklara yaşatmakla mı alakalı acaba? T.G.: Tamamen onunla alakalı. Şimdi ben senin nerene illüzyon yaratacağım affedersin? Seninle otururuz, profesyonelce konuşuruz, sonra beraber aktörlerin çalışma alanlarında beraber çalışırız. Bunu senden görmem bana tabii ki bir şey katar ama çocuktan görmem daha çok şey katar. O yüzden çocuk çok kıymetli. O etki-tepkiyi çok hızlı yakalıyorsun. O saf, en doğal haliyle, hiçbir kodlama olmadan “Hayır ya öyle değil.” diyebiliyor ya, o an seni dumura uğratıyor ya, orada bir şey var. E.B.: Çocuklarla ilgili olan projelerin
dışında, oyunculuk açısından kendine bir hedef ya da bir kariyer çizgisi belirledin mi? T.G.: Ebette kafamda bazı projeler, hayaller var. Bunlar sadece çocuklar üzerine kurulu değil. Çocuk işin başlangıç kısmı. E.B.: Sinema ya da diziden bir tanesinde çok iyi olmalıyım, o taraftan hayatımı idame ettiğim sürece hep daha iyi olmaya çalışmalıyım gibi. T.G.: Ben seviyorum, ikisini de çok seviyorum. Müzik yapmayı seviyorum, oynamayı çok seviyorum, kamera önünde olmayı, tiyatro sahnesini… Alkışlanmak ya da oranın illüzyonu çok hoşuma gidiyor. Orada Güvende hissediyorum kendimi. Her şeyi unutabiliyorum. Ev kiramı unutuyorum mesela, ev sahibini tek unuttuğum yer oralar (gülüşmeler). Her birinin benzer matematiği var; müzikte de var, oyunculukta da var. Zaten oyunculuğu da kamera önü oyunculuğu veya sahne oyunculuğu diye ayırmıyorum. E.B.: Bu üç alanda oyunculuğu çok kısa sürelerde yapmanın artısı, eksisi ya da zorluğu, kolaylığı var mıdır? Bir sene içinde hepsini oynuyorsun. Tiyatrodaki oyunculukla dizideki oyunculuğun çok farklı olması gerekir. T.G.: Teknik olarak farkı var sadece. Sonuçta hepsinin beslendiği bir merkez var, bir karargah var. Mesela şunu düşün: Perküsyoncusun ama bir yanda Latin aletleri var, bongo, tumba gibi, diğer yanda da doğu sazları var, darbuka falan. Hepsinde dört dörtlük çalıyorsun, ama teknikleri farklı. Hissiyat aynı aslında, sahnede
de, müzikte de… Sahnede artık seyirciye kıçını dönebiliyorsun. Eskiden öyle derdi hocalarımız, “seyirciye arkanı dönme” şimdi öyle bir şey yok. Gerekiyorsa dönersin. Artık daha doğal, daha normal… Olması gereken de buydu bence. Müziğe gelince, bana göre her şeyle de müzik yapabilirsin. Biz burada elimizdeki materyallerle de müzik yapabiliriz, illa gitar veya darbuka falan gerekmiyor. E.B.: O fikir ilk nasıl çıktı? T.G.: Vurmalı çalgılarda nasıl evrildiğimden bahsetmiştim. Üniversitede zaten hem barda çalıyordum, hem de okuyordum. Ankara’dan bir hocamız gelmişti, Osman Özkan diye, kulakları çınlasın. O bana, “Bir oyun koymak istiyorum, sen de ritim meraklısısın, sahnede alet edevatın olmadığı bir kafa düşün.” dedi. ‘Ben Anadolu’ diye bir oyun koyacağız, Yıldız Kenter tek başına oynuyordu. 7 kadının dönem dönem hikayelerini anlatıyor. “Ben bunda farklı farklı kadınları oynatacağım ama sahnenin bir tarafında da gene oyunculardan oluşan fakat profesyonel enstrüman kullanmayan, ses, efekt için etrafımızdaki var olan materyalleri kullanan oyuncu adamların bir orkestrasyon şeklinde oyuna dahil olduğunu düşün.” dedi. Allah tam benim kafam dedim. Üniversite ortamı en güzel laboratuvar ortamı, istediğin her şeyi yapabilirsin yeter ki inandır. 6-7 ay çalıştık biz o projeye ve ben oyuncu arkadaşlarımdan bir ritim grubu kurdum. Biri tahta çalıyor, biri plastik yemek kaşıklarından yükseltilere vuruyor, öbürü testiden yapılmış saksıya vuruyor, beriki cam materyallerden melodiler oluşturuyor… Ben arada darbukaydı vesaireydi, belkemiği olmak üzere onların ortasında kaldım. İnanılmaz bir şey çıkardık ortaya. İnsanlar oyunu izledikten sonra da tekrar tekrar geldiler bu kez sadece dinlemek için. Benim orada biraz kafam açıldı. İlk defa ritim aletiyle alakası olmayan insanlara bir şey
çaldırma fikri de orada çıktı. Sonra 2000 veya 2001 yılında yine üniversiteden bir arkadaşım “Sen ne güzel bir kafadasın, çalıyorsun, çaldırıyorsun, enteresan şeyler yapıyorsun. Benim İstanbul’da bir abim var, şirketlere projeler satıyor. Gel seni onunla tanıştıralım.” dedi. “Tamam,” dedim ben de. İstanbul’a geldim ve Ahmet Uçar ile tanıştım, dedi ki, “Coca-Cola benim müşterim, gel ona bir şeyler yapalım.” “Yapalım,” dedim. “Coca-Cola ürünlerinden enstrüman yapalım.” “Oğlum, kutu cola, plastik şişe?” dedi. “Sen ona bakma,” dedim, “Bana bir atölye ayarla.” Bana İstanbul’un en büyük reklam ajansının atölyesini verdiler, üç katlı bir yer. Altında ferforjeciler var, ahşapçılar, demirciler var, plottercılar var. Bunlar o zaman Turkcell’in falan binalarını giydiren adamlar. Dediler ki, “Al, ustalar burada, yetiştirecekleri işlerin dışında her istediğini yaparlar.” 1,5 ay o atölyeye girdim. Ben onlarca enstrüman yaptım, kapaklardan, kutu kolalardan, açma halkalarından, cam ve plastik şişelerden… Amerika’dan bana elle cam kola şişelerini dolduran aleti getirdiler, portakal sıkacağı gibi bir şeydi. Derdim küçük cam şişelerini farklı farklı doldurup tonlamak, birini az birini çok falan. Envai çeşit enstrüman yaptım. Hatta kola şişesi görüntüsünde bir akustik gitar yaptık arkadaşım Can Üçküçüker’le. “Tamam çok güzel ama bir de gurumuza danışalım,” dediler. “Kim?” diye sordum. “Okay Temiz” dediler. Benim elim ayağım titremeye başladı, Okay Temiz’in karşısına çıkıp yaptığım enstrümanları ona sunacağım. Aldı beni bir heyecan. Altunizade’de Coca Cola’nın karargahı var. Küçük Amerika, içine girdiğinde anlıyorsun. Orada ben tezgahı kurdum, Okay Temiz’i bekliyoruz. Birkaç ufak tefek üçkağıt yapayım dedim, çok sıradışı aletleri tezgahın altına koydum. Geldi Okay Baba, tanıştık. Teker teker baktı, çok güzel dedi. “Bir de şundan şöyle bir
şey yapsaydın,” dedikçe ben masanın altından “Bu mu ustacığım, şöyle bir şey mi?” diye diye aletleri teker teker çıkardım. Ben birkaç tane, mobil olarak taşıyabileceğin, üzerinde envai çeşit Coca Cola’nın ürünlerinin olduğu, aynı zamanda çalınabilen alet yaptım. Okay Temiz demez mi, “Çocuk on numara şeyler yapmış, artık ne yapacaksa salın gitsin.” Aldım icazeti oradan ben. Beş tane de İzmir’den, çalıştığım çocukluk arkadaşımla beraber bir buçuk ay yirmi bin kilometre Türkiye turnesi yaptık. E.B.: Kaç şehir? T.G.: 10-15 şehir falan gezdik galiba. Çok kıyak bir işti. Yani ben bu işe ilk olarak 2000’li yıllarda başladım ve sonra arkası geldi. Hayatımızın her yerinde olan, çoğunun da adını hatırlamadığım bir sürü markayla çalıştım. Sonra ben markaların ürünlerini enstrümana çevirmek, hem bu ürünleri pazarlamak, hem de aynı zamanda bu ürünleri üreten personelin verimliliğini artırmak üzerine çalıştım. Mesela bira markasıysa, bira şişelerinden fıçılarından enstrümanlar yapıp bunu çalışanlarına çaldırmak. Bankaysa direk bankanın ofisini çalışanına ve müşterisine çaldırmak, araba markasıysa arabanın envai çeşit aksamını alıp o arabayı üreten insanlara çaldırmak. Hiç profesyonel enstrüman yok ortamda. E.B.: Peki çaldığın en enteresan aletler neydi, nelerden yaptın? T.G.: 2006 yılında Eskişehir Belediyesi’nde çöp hizmetlileriyle çalıştım. Biz çöpçü diyoruz ya halk arasında, farklı materyallerle sokak temizleyen, süpürgeli olan çöpçülerle. Bir ay boyunca onlarla atölye yaptım. Onlarla yatıp kalktım, yemek yedim, onlarla işe çıktım, çöp topladık beraber. Çok yabancılaştım. Düşünsene, 2006 yılına kadar hep CEO’lar, yöneticiler, beyaz yakalılarla falan çalışıyorsun, sonra birden o abilerle çalışıyorsun. Tabi ben sıcak bir adamım, iletişim anlamında hiçbir sıkıntı yaşamadık. Sıradışı işlerden
KULTURA
31
Şirketler için yaptığım aktivitelerde bir CEO ya da genel müdür varsa onları aktivitenin içerisine almak için binbir takla atıyorum. biriydi, onlarla çalışmak beni başka bir basamağa yükseltti. Tabii ki çocuklar var bir tarafta. Çocuk bezi bile çaldım (gülüşmeler). İçecek tatlandırıcıları vardı mesela, onları evriltip bir şeyler yaptık. Eczacıbaşı’nın ürünleri var mesela. Onların bütün ürünlerini çaldık. Hah, en enteresanı şuydu, dijital klozet kapağı çaldım (gülüşmeler). Tuvalete gitmeden önce ısısını ayarladığın, taharet borusunun yönüyle oynadığın, kapağın yönünü ayarladığın, müzik yayını aldığın bir dijital klozet kapağı üretmişler. Bunu da lanse edecekler bölge bayilerine. Bir de “Bizim çok pahalı lavabolarımız var,” dediler. Üç bin lira dört bin liraya gümüşten, altın kaplamadan lavabolar falan var. “Çalacaksınız ama kırılmaz değil mi?” dediler. “Siz kırılmayanı varsa onu verin,” dedim, “Ben vuracağım çünkü bunlara.” (gülüşmeler) Bir buçuk tonluk, lavabolardan ve dijital
32
KULTURA
klozet kapağından bir enstrüman kurguladım. Dört tane müzisyenin ayakta çalabileceği büyüklükte. Yedi sekiz tane lavabo var üstünde. Hani davulda sağda zil vardır, vurduğun büyük zil, orada yuvarlak bir lavabo olduğunu düşün. Oturduğunda karşında altolar vardır mesela, burda lavabolar var. Trampetin yerinde dikdörtgen uzun lavabo var. Burda crash varsa orda yuvarlak bir lavabo var. Bunları Nişantaşı’nda en büyük mağazasında vura vura tonlarına baka baka seçiyorum. Bir enstrüman kuruyorsan o dizgiyi kafanda kurgulayıp ona cevap verecek doğru aletleri bir araya getirmen lazım. Çünkü sadece görsel değil yaptığımız iş, işitsele de cevap vermemiz lazım. Bu bir gürültü soundundan, artık dinlenebilir hale gelmeli. O yüzden seçtiğin aletler çok önemli. E.B.: Şirketin çalışanlarıyla yaptığın etkinlikle sokağa çıkıp çalmaya başladığınız etkinliklerden hangisi daha eğlenceli? Ya da gelen tepkilerde nasıl farklar var? T.G.: Yaptığım bütün işleri şirketlere satarken hep gerilla taktiğini öneriyorum. Birden pata küte çıkıp çalmak, doğru kitle de karşındaysa onlarla birlikte interaktif bir şeyler yapmak falan. O yüzden her zaman en güzeli gerilla taktiği oluyor. Sokaktasın düşünsene, ilk başta bir yabancılaşırsın ama karşında seni yönlendiren moderatör sıcak da bir adamsa, iş yapmak için orada değilse, gerçekten orada olmaktan keyif alıyorsa, hemen katılır sokaktaki insanlara. E.B.: Anadolu insanı bu konularda daha bir girişken gibi… T.G.: Tabi tabi, hemen çat pat küt girersin. Etrafımda teyzelerle falan çaldığımı bilirim. Bizde önyargı da çok kıymetlidir ya hani, gaza gelen bir toplumuz. Başörtülü diye… Yok öyle bir şey abi. Etrafımda bir sürü başörtülü teyzeyle çaldığımı da
biliyorum. Çünkü ben çocukluğumdan beri annemle çalıp oynuyorum zaten. O teyzelere ulaşmak benim için en kolay şey. Annem var çünkü aralarında (gülüşmeler). Ama şurada biraz zorlanıyorsun: Şirket çalışanlarına bir aktivite yapmak zorunluluğundan dolayı, o aktivitenin içerisinde de bir yönetici varsa onları o aktivitenin içerisine almak için binbir takla atarsın. Çünkü orada yönetici var, en önde oturuyor. Artık CEO mu genel müdür mü neyse. “Aman göze batmayalım, hemen yavşamayalım da müdür bir şey demesin.” Mesela fabrikada öyle değildir. Onlarla da pata küte girersin gene. Ama bizde ne oluyorsa, statü atlayınca hemen bir şeyler oluyor bize, bir sürü kabuk bağlıyoruz falan. Bunun aslında sosyolojik olarak temelinde yatan şeyler çok farklı. Bunlar bize batıdan gelen dayatmalar aslında. İnsan kaynakları tamam mecburiyetten yapıldı bizim ülkemizde. Neymiş, işçinin ürettiği ürüne karşı yabancılaşmayı ortadan kaldırmak ve işverenle diyaloğunu sağlamak adına bu etkinlikler yapılıyor. Avrupa’da böyle yapılmıyor, gerçekten amacına uygun yapılıyor. Ama bizde hazır olmadan, tepeden inme geldiği için çok saçma bir yere gidiyor. Yaptık mı yaptık. Batı menşe ili şirketler bunu pazarlarken bize diyor ki, “Sen çalışanının verimliliğini artırmak için bir sürü aktivite yapmak zorundasın, al sana bütçe, bu bütçeyi harcayacaksın.” Ciddi de bütçe, öyle böyle değil. Bunlarla ilgili benimle çalışan şirketler var. Kadının biri aramış çalıştığım şirketi, “Hemen bana bir aktivite satın,” diye. “Elimde para kaldı, harcamam lazım.” Yıl sonunda bunun raporunu verecek çünkü. Yönetici soracak sonra, “Sen bu parayı niye harcamadın? Ben sana bu iş için bu parayı verdim” Şimdi bu personel verimliliğine yarar mı yaramaz mı, sosyolojik anlamda? Verdik mi verdik, darbukalar çaldılar mı çaldılar, tamam.
E.B.: Darbukayı çalmak da vazife gibi oluyor o zaman adamlara. T.G.: Tabi tabi, ilk başta da sen bunun bir vazife olmadığını anlatıyorsun onlara. mesela diyorum ki, “Merhaba, birazdan eğleneceğiz, sizden tek isteğim lütfen saçmalayın. Hata yapmaktan kesinlikle korkmayın. Beraber hata yapacağız. Hata yapa yapa doğruyu öğrenen canlılardanım ben. Mesela soba sıcak ama benim dokunmam lazım. O el illa yanacak. O çocuk kafasını hiç kaybetmedim aslında. İnsanlar bu çocuk kafasını unutmuşlar, davranışlarını öğretilen ve dayatılan şekle evriltmişler. Ben bunu hiç değiştirmedim. Hala bu şekilde deneyerek yaşıyorum. Çünkü karargâh orası: Bebek kafası. Sonra sistemin, toplumun, mahallenin bana
yüklediği şey çok önemli değil ki. O benim bu sistem içerisinde yaşamam adına gerekli bilgiler. Ama benim o sistemin içerisinden daha fazla yaşamak istediğim yerler var. Çünkü kafam farklı çalışıyor, artık her şeyin sesi beni çağırıyor. Her gittiğim yerde, yolda yürürken, o bir hastalık gibi de görünebilir, her şeyin tonuna bakıyorum artık. Direğin, otobüs duraklarının, çünkü yarın bir gün bana lazım olabilir. Çöp tenekelerine vuruyorum yürürken. Konuşuyoruz mesela, ben masaya, kül tablasına vuruyorum ve o sesi beynime kaydediyorum. E.B.: Zor olmuyor mu peki? T.G.: Oluyor oluyor. E.B.: Bunu nasıl atlatıyorsun? T.G.: İçerek (gülüşmeler). Yok, en iyi bildiğim şeyleri yaparak yani gene
çalarak ve oynayarak atlatıyorum. E.B.: Peki senin için müzik dinlemek bir nevi iş gibi falan olabiliyor mu? T.G.: Yok, değil. Mesela oyunculukta da öyle. Sahneye çıkmak, kamera önüne geçmek bir iş gibi olsa da, o iş bittikten sonra benim de bir hayatım var kendime ait. Bu yüzden sahneden veya kamera önünden çıktığımda ben de normal hayatıma dönüyorum. Yani gayet keyifli müzik dinliyorum. (gülüşmeler) E.B.: Bir de şu var: Para kazanmak için toplumun dayattığı bir çok şeyi kabul edip ona uygun hareket etmek lazım, bir yandan da kendi yapmak istediğin şeyleri de deneyebilmek lazım. Bunların hepsine yetecek kadar zaman bulmak bile bir mesele.
KULTURA
33
T.G.: İşte o yüzden burada kazanıp öbür tarafa yatırım yapmak, kafamız bu. Bir taraftan da şu var, bunu aslında kendim de bir köyde, bir kasabada, ormanın içinde yaşayarak da yapabilirim. Ki yaşadım da ben, üç yıl ormanda yaşadım. Kestik biçtik, kestiklerimizi enstrüman yaptık, biçtiklerimizi yedik. O zaman da İstanbul’da dizilerde oynuyorum, Ezogelin’de yan karakter oynuyorum, 40 bölüm oynamışım. E.B.: Para kaygısını tamamen atacağın bir döneme gelirsen, o zaman için kurguladığın projeler var mı? T.G.: Ben şunu çok seviyorum:
34
KULTURA
Gerçekten muhabbet etmekten, yemek içmek ve üretmekten keyif aldığım insanlarla, yaşı kaç olursa olsun, vakit geçirip onlarla bir şeyler yapmak benim için çok kıymetli. Benim de var tabii ki yapmak istediğim şeyler. Mesela tek kişilik performanslar yapmak istiyorum. Aslında en büyük hayalim, sevgilimin yazdığı tek kişilik oyunlar oynamak. Bunun için gerçekten o özgürlüğe ulaşmamız gerekiyor. Bunu yapmak için hiçbir şekilde para kaygımın olmaması gerekiyor. Buradan bir gelir beklemememiz gerekiyor. Kendi hikâyelerimi oynamak
istiyorum. Müzik ve oyunculuğun bir arada olduğu oyunlar. Mesela 16 yaşında mafyanın dizime silah dayadığı hikâyesi… Vesikam var mesela benim. Sevgilim bana ‘Vesikalı Yarim’ der (gülüşmeler). 19 yaşında, para kazanabilecek yaştaydım. İzmir’de, Kordon’da çalabilmem için vesika almam gerekiyordu. Sadece seks işçilerine ve konsomatrislere verildiği zannedilir ama öyle değil. Barda çalışan herkese veriliyor. Hala var mı bilmiyorum ama mekânlarda çalışabilmek için belli bir sağlık kontrolünden geçmen lazım. İzmir’de
bu vesikayı almak için konsomatrisler, garsonlar ve müzisyenler bir sıraya girdik (gülüşmeler). Barda kim çalışırsa, garsonlar da dâhil herkes alıyor. E.B.: Peki neler dinlersin, neler izlersin? Var mı çok spesifik dinlediğin türler, izlediğin yönetmenler? T.G.: Artık çok esneğim o konuda. Eskiden siyahlar ve postallar giyinen, duruma, tarza, dinlediğin müziğe göre giyinen bir dönemden geliyoruz ya biz. Metalciler, asitçiler falan… Sonradan her şeyi dinlemeye ve izlemeye başladım. Önemli olan, onun seni yakalaması.
Kendini gerçekten ortaya koymuş bir şeyler varsa, müzikte ve sanatın her dalında, hatta sadece sanatta da değil, hayatın içinde benim için böyledir, önemli olan beni yakalaması. O yüzden, kendini verdiğin zaman, her şeyini koyduğun zaman yapılmış şeyler çok daha parlatıyor kendini. O yüzden artık ayrıştırmıyorum. E.B.: Sinemada? T.G.: Sinemada da öyle. Dinlerken de izlerken de mesleklerimi bir kenara bırakarak dinlemeye ve izlemeye çalışıyorum. Tabi çok da çılgın tüketici değilim, her şey izleyeyim falan değil
ama daha çok etnik şeyler dikkatimi çekiyor. Mesela Güney Kore, İran, Türk, Güney Amerika ve Avrupa sineması benim için çok dikkat çekici olabilirken Hollywood’a aynı mesafeden bakamıyorum. E.B.: Senin için oyunculuğunda ya da müzisyenliğinde en önde gelen kavram ya da unsur nedir? T.G.: Hah, işte beklediğim soru sonunda geldi (gülüşmeler). Yaptığım işlerde en çok tutunduğum yer, Samimiyet. Burası çok önemli, çok kıymetli gerçekten. Beni ayakta tutan, konu ne olursa olsun, aman sistemmiş, paraymış, bilmem neymiş; tek tutunduğum yer samimiyet. E.B.: Zaten işlerine de “Saçmalayacağız,” diye girmen de bundan kaynaklanıyor. Birbirine karşı saçmalayan insanlar bir yerden sonra samimiyeti de bulurlar herhalde. T.G.: Hemen buluyorsun işte. Çünkü saçmalama özgürlüğünü sana yaratıyorlarsa artık bil ki orada samimiyet vardır. Çünkü çok gördüm, atölyenin sonunda kalkıp Ankara havası oynayan CEO’ları. Samimiyet abi, gerçekten. Çünkü ben hayatta da oraya tutunuyorum, yaptığım işlerde de samimi olmalıyım ki gerçekçi olsun. Sloganım da şudur: Her zaman, her yerde, herkesle, her şeyle müzik. E.B.: Son olarak şu an dahil olduğun herhangi bir proje var mı? T.G.: Şu an oynadığımız oyundan bahsedeyim kısaca. Bu dönem, Çilekli Spagetti diye bir oyunda oynuyoruz, Zeynep’le beraber. Kaan Erkam’ın yazdığı, Nami Esatgil’in yönettiği ve bir vodvil komedisi. Çok eğlenceli bir oyun. Tüm okurları bekleriz. Bu arada bu keyifli röportaj için yayında ve yayımda emeği geçen size, ve dergi ekibinize çok teşekkür ediyorum. O zaman esen kalın…
KULTURA
35
Erdem
İfade özgürlüğü ve sanatın en güzel örneklerini gö otoritelerin kısıtlayıcı ve yasaklayıcı yaptırımlarına gündeme gelmesiyle ve ülkemizin sansür konusun alarak sinema dünyasında sansürün hışmına uğ 36
KULTURA
m Yaşar
ördüğümüz sinema da kısa tarihi boyunca birçok kez a maruz kaldı. Biz de sansürün son günlerde tekrar nda son derece kabarık bir karnesi olduğunu dikkate ğramış başyapıtların bir kısmını sizler için derledik.
İfade özgürlüğü, insanlık tarihiyle yaşıt bir kavram olsa da ne yazık ki bu süreç boyunca varlığını baskı ve saldırılara karşı koyarak sürdürmek zorunda kalmıştır. Bu durum ne yazık ki sanatta da benzer şekilde ilerlemiştir. Her ne kadar insanlık tarihinin gelişiminde güç ailelerden alınıp teorik olarak demokrasi ile birlikte karar mekanizmalarında halkın söz hakkına başvurulmuş olsa da gücü elinde bulunduran kesimlerin kendileri için sakıncalı gördükleri ifadeleri bastırmaya çalışma durumu şekil değiştirerek de olsa varlığını sürdürüyor. Sinematografinin de bir ifade biçimi ve dolayısıyla özgürlük olduğunu göz önüne alacak olursak bu özgürlüğün kısıtlanması ya da engellenmesi de bütün demokratik ülkelerde anayasaya aykırıdır. Ayrıca ifade özgürlüğünün bir parçası olan sanat özgürlüğüne müdahalede
38
KULTURA
bulunan kişilerin de devletin görevlendirdiği sansürcülerin sanat ya da sanat ahlakını göz önüne almadan karar verdikleri de bir gerçek. Sansürcü zihniyetler genellikle belirli bir toplumsal sınıfın belirlediği ölçütlere dayanarak ve yasaları göz ardı ederek kişisel inançlarına, alışkanlıklarına ya da görüşlerine aykırı düşen yapıtları bu zihniyetle yargılayarak halka buluşup buluşmamasına karar verirler. Bu bağlamda sansürcü, soyut bir varlığı, bir suç gerekçesiyle cezalandırmasıyla, ilk film olan Trenin Gara Girişi’ni izleyen seyircilerin lokomotifin kameraya yaklaşmasından panik olarak sinema koltuklarından kaçan seyircilerle aynı kefeye koyulabilir. Yönetmenlerin film yapabilme özgürlükleri olduğu gibi izleyicilerin de bir filmi izleme özgürlüğü bulunur. Bu sebeple bir filmin gösteriminin yasaklanması hem filmi yapan
ekibe karşı işlenen bir suç, hem de izleyicilerin özgürlüğüne vurulan bir darbe anlamını taşır. Bunun bir üst boyutu olan bir sanat eserini yok etmek ya da bütünlüğünü zedelemek de hem sanatçılara hem de toplumun kültür mirasına karşı yapılmış bir saldırı ve suçtur. Sinema tarihine bakıldığında sansürün en önemli iki sebebinin politika ve müstehcenlik olduğu ortaya çıkıyor. Ahlakı bozabileceği gerekçesiyle müstehcen ya da çıplaklık içeren filmlerin gösterimlerinin önlenebilmesi için birçok farklı denetleme mekanizmaları hayata geçirildi, ancak bu -denetleyiciler sadece çıplaklığa odaklandığı için genç beyinler için daha zararlı olabilecek birçok sahneyi görmeyerek sadece müstehcenliğe odaklanmıştır. Politik sansürler ise daha çok tepeden inme talimatlarla hayata geçirilmiştir.
TÜRK SİNEMASINDA SANSÜR Türkiye, ne yazık ki tarihi boyunca sansür ve kısıtlamalarla sıklıkla karşı karşıya kalmış bir ülkedir. Bu durum sinemada da pek farklı olmadı. Türkiye’de de dünyada olduğu gibi sinemada sansür, sinema ile neredeyse yaşıt diyebiliriz. Türkiye’de sansür ilk kez 1919 yılında yönetmenliğini Ahmet Fehim’in üstlendiği ve Malul Gaziler Cemiyeti adına yapılmış olan Mürebbiye filmi ile uygulanmış oldu. İstanbul’da ilk gösterimi yapılan film, işgal kuvvetleri kumandanı General Franchet D’Esperey tarafından sansürlenmiş ve Anadolu’da gösterimi yasaklandı. TBMM kurulduktan sonra Türkiye’de gösterime girecek olan filmler için özel hükümler konmuş, daha da ilginci sansür yetkisi her ildeki valiyi temsil eden yerel polis tarafından yürütülmüştü. 1932’de ise film sansürü merkezi bir teşkilata bağlanmış, bir yönetmelikle de yerli filmler için bir önsansür (senaryo sansürü) zorunluluğu getirildi. İstanbul’da kurulan sansür komisyonunun verdiği karara film yapımcısının itiraz etmesi durumunda Ankara’da oluşturulan ikinci kurul filmi tekrar inceleyerek nihai kararı veriyordu. Bu komisyonlar filmleri şu 4 öğeye göre değerlendiriyordu: • Din propagandası yapması, • Askerlik şerefini ihlal edici konular işleyen, • İçtimai terbiye, adaba, umumi emniyete ve intizama aykırı olan, • Ülkemiz aleyhine iftiralar içeren, filmlerin halka gösterimine izin verilmez. 1934 yılında o dönemin faşist İtalyan yönetiminin mevzuatından yararlanılarak hazırlanan yeni
yönetmelik ile filmlerin kontrolü iki ayrı kanuna göre düzenlendi. Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu ile Matbuat Umum Müdürlüğü Teşkilatına ve Vazifelerine Dair Kanun ile artık yurtdışından gelen filmlerle yerli filmleri denetleyecek iki ayrı mekanizma kurulmuş oldu. Böylelikle yabancı filmlerin gösterimi ve yerli filmlerin çekilmesi polis iznine bağlı oldu ve polis, film ve senaryoların denetleme işini ilgili makamlarla birlikte gerçekleştirme iznine sahip oldu. Nizamnamenin 7. maddesi uyarınca artık Merkez Kontrol Komisyonu, inceleme sırasında daha genişletilmiş olan şu hükümlere dayanarak incelemelerini gerçekleştiriyordu: • Herhangi bir devletin siyasi propagandasını yapan, • Herhangi bir ırk ve milleti tezyif (aşağılama) eden, • Dost devlet ve milletlerin hislerini rencide eden, • Din propagandası yapan, • Milli rejime aykırı olan siyasi, iktisadi ve içtimai ideoloji propagandası yapan, • Umumi terbiyeye, ahlaka ve milli duygularımıza mugayir (aykırı) bulunan, • Askerlik şeref ve haysiyetini kıran ve askerlik aleyhinde propaganda yapan, • Memleketin inzibat ve emniyeti bakımından zararlı olan, • Cürüm işlemeye tahrik eden, • İçinde Türkiye aleyhinde propaganda vasıtası olacak sahneler bulunan filmlerin çekimine müsaade edilmez.
karşılık olarak anayasa mahkemesi, sansürün anayasaya aykırı olmadığını öne sürerek bu konudaki son kararı vermiş oldu.1939’dan beri yürürlükte olan tüzüğün değişmesi ise 1977 yılında sinema kuruluşları ve aydınların girişimiyle oldu. Dönemin Başbakanı Bülen Ecevit ve Bakanlar Kurulunca kabul edilen yeni tüzükte, denetleme sırasında göz önünde bulundurulan esaslar dörde indirilerek şu hali aldı: • Anayasa ve demokratik hukuk devleti ilkelerini ya da anayasa güvencesi altında bulunan temel hak ve özgürlükleri tehlikeye sokacak veya saygınlığını yitirici etki yapan, • Türk devletinin ülkesi ve ulusal bütünlüğünü bozucu etki yapan, • Kamu düzenini veya ulusal güvenliği zedeleyici nitelik taşıyan, • Cinsel konuları genel ahlak ve adaba aykırı biçimde işleyen, filmlerin halka gösterilmesine izin verilemez. 1983 yılındaki tüzük değişikliği ile Film Denetleme Kurulu’na bir üst kurul eklenir ve çekimine ve gösterimine izin verilmeyecek esaslar 15’e çıkartılır. Hepsi öznel sayılabilecek bu esasların sayısı, uygulama açısından pek bir değişiklik getirmemiştir. 1987 yılında İçişleri Bakanlığı’nın yerini Kültür ve Turizm Bakanlığı devralarak sansür uygulamaları devam eder.
1961 yılına kadar devam eden bu sansür yönetmeliğinin değiştirilmesi için yapılan çeşitli girişimlere
KULTURA
39
The Kiss
Sinemadaki sansürün tarihçesinin sinema kadar eski olduğunu vurgulayan en önemli olay, Lumière Kardeşler’in 28 Aralık 1895 günü, sinemanın başlangıç tarihi olarak da kabul edilen Paris’teki Grand Cafe’de ilk kez halka açık olarak gösterilen ilk kısa metraj film olan The Kiss’in yasaklanmasıyla oldu. 30 saniyelik filmde sadece son derece kapalı giyinmiş bir erkek ile bir kadının öpüşmesi gösteriliyordu. Bu sahnenin nasıl bir sakıncası olduğunu anlamak pek mümkün değil. Sinemanın bu ilk adımı, gösteriminden bir sene sonra ABD’de sansürlenerek gösterimi yasaklanmıştı. İlginç olan ise birçok tiyatro oyununda bile rastlanabilecek olan bir öpüşme sahnesinin beyaz perdede bu kadar yakından gösterilmesinin tepki görmesiydi.
All Quiet On The Western Front
Eric Maria Remarque’ın yazdığın savaş karşıtı romanından uyarlanan ve yönetmenliğini Lewis Milestone’un üstlendiği film, 1929 yılında, sinemanın emekleme dönemleri olarak adlandırabileceğimiz bir dönemde vizyona girdi. Kitabın yayımlanmasından hemen sonra vizyona giren film, 1930 yıllarında En İyi Film ve En İyi
40
KULTURA
Yönetmen dallarında da Oscar ödülüne layık görüldü. Sesli ve sessiz olarak iki farklı versiyonu çekilen ve dünyanın birçok yerinde övgülerle karşılanan filme tepki Nazi Almanya’sından geldi. 1930 yılının Aralık ayında Almanya’da ilk kez gösterime giren filmde Propaganda Bakanı Goebbels, beraberindeki bir grup SA askeriyle sinemaya baskın yaptı. Daha sonra da filmin gösterildiği diğer salonlara fareler bırakılması ya da koku bombası atılması gibi ilginç yöntemler denenmesinin ardından Film Denetleme Bölümü, filmi Almanya’da tamamen yasakladı. Film, Almanya’dan sonra Avusturya ve Fransa’da da 1963 yılına kadar yasaklı olarak kaldı. ABD’de ise 1934 ve 1939 yılları arasında filmin bazı önemli sahneleri makaslanarak gösterime girebildi. En radikal uygulama ise Kore savaşı zamanında gerçekleştirildi ve kurguda ve seste yapılan değişiklikler neticesinde film, savaşı yücelten bir şekle sokularak orijinalinden tamamen saptırıldı.
The Great Dictator
Sinemanın ilk dönemlerinde çağ atlamasını sağlayan en önemli isimlerden olan Charlie Chaplin’in yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı The Great Dictator, birçoğumuzun hafızalarına Chaplin’in finalde yaptığı savaş ve faşizm karşıtı konuşma ile kazınmıştır. Ancak filmin çekildiği dönem itibariyle Chaplin’in bu başyapıtını ortaya çıkarması pek de kolay olmadı. Hitler’in Los Angeles konsolosu ve Nazi sempatizanları tarafından defalarca ölümle tehdit edilen Chaplin, henüz ABD ve İngiltere savaşa dahil olmadığı yıllarda filmin çekimini tamamladı ve 1940 yılında filmi vizyona sokmayı başardı. Ancak basın ve Nazi destekçileri tarafından ciddi bir karalama kampanyasına maruz kalan Chaplin’in bu filmi, Nazi korkusu sebebiyle birçok ülkede gösterimi yasaklandığı için o dönemde çok fazla izleyiciye ulaşamadı.
Citizen Kane
Orson Welles’in ABD’li medya devi William Randolph Hearst’in hayatını konu alan filmi Citizen Kane, sansür konusunda eşine zor rastlanan bir hikayeye sahip. Çünkü bu sefer sansürü uygulayan resmi bir kurum değil, filmin konu aldığı Hearst’in kendisi. Hearts önce bir milyon dolar karşılığında filmi satın alıp negatiflerini yakmak istedi, bunu başaramayınca da sinema salonu sahiplerine baskı uygulamaya başladı. Welles’i komünist eğilimli olmakla suçlayan ve hakkında ciddi bir karalama kampanyası başlatan Hearts, filmle ilgisi olanlar için FBI soruşturması açtırmayı bile başardı. Yapımcının filmi vizyona sokmaması üzerine Welles, sözleşmedeki maddeleri hatırlatınca yapımcı da tazminat ödemek zorunda kalmamak için 1941 yılında filmi vizyona soktu, ancak baskılar yüzünden çok az sinema salonu filmi göstermeyi kabul etti. Ekonomik açıdan filmin ciddi bir zarara uğramasına neden olan bu durum, Welles’in Hollywood’la olan ilişkilerine de ciddi bir şekilde darbe vurdu.
KULTURA
41
Lolita
Stanley Kubrick gibi radikal ve yenilikçi bir yönetmenin bu listede yer almaması düşünülemezdi. Diğer birçok filminin dışında Kubrick, Vladimir Nabokov’un kitabından uyarladığı Lolita filmi ile de sansüre maruz kalmış yönetmenler arasındaki yerini alıyor. Orta yaşlı bir adam ile henüz genç bir kadının arasındaki tutkuyu ve arzuları konu eden roman, 1944 yılında ABD’de
yayınevlerinin çekindiği kitaplar arasına girmişti. Paris adlı yayınevi tarafından satın alınan kitap Fransa’da 5 bin adet basıldığında kitabın ilk baskının kısa sürede bitmesi üzerine Fransa İçişleri Bakanlığı, kitabı yasakladı. Ancak bundan iki yıl sonra kitap ABD ve İngiltere’de yayımlandı. Filmin senaryosunu da Nabokov ile birlikte yazan Kubrick, baskı altındaki yapımcılara projeyi kabul ettiremediği için uzunca bir süre ilerleme kaydedemedi. Filmi İngiltere’de çekmeye karar veren Kubrick, burada da British Board Of Film Censors (İngiliz Film Sansürcüleri Yönetim Kurulu) ile masaya oturdu. İngiltere’de Lolita’nın yaşı 12’den 16’ya çıkarıldıktan ve romandaki cinsel birleşmeler sadece fısıltılara indirgendikten sonra film, 1962 yılında X derecesinde sınıflandırılarak onay alabildi. Kubrick, o yıllarda katıldığı bir söyleşide “Filmin daha erotik olmayışına doğal olarak hayıflanıyorum. Öykünün erotikliği kitapta çok önemli bir amaca hizmet ediyordu.” sözleriyle bu durum karşısındaki düşüncelerini dile getirir.
Basic Instinct Yönetmenliğini Paul Verhoeven’in üstlendiği Basic Instinct filmi için odağında cinsellik yer alan polisiye gerilim türünde bir film demek yanlış olmaz. Ancak alışılanın aksine eşcinselliği farklı bir açıdan ele almasıyla vizyona girdiği 1991 yılına kadar birçok eleştirinin odağında yer aldı. ABD’deki birçok eşcinsel dernekleri tarafından protesto edilen film, bu sayede gündemde kalmayı da başardı. 128 dakikalık filmin sadece 42 saniyesi makaslanarak izleyicilerle buluşan film, bir bakıma gelen tepkileri paraya dönüştürmesini de bildi diyebiliriz. Sadece ilk haftasında 15 milyon dolarlık bir gelir elde eden filmle ilgili akıllarda yönetmeni Verhoeven’in “Film yapmak politik olarak doğru insanı anlatmak değildir. Kötü bir karakter yoksa dram da yoktur mesela.” sözleri kaldı. Her ne kadar Verhoeven’in aynı konuşmasında dinle ilgili söyledikleri de bir hayli tepki almış olsa da filmin sansüre rağmen amacına ulaştığını söyleyebiliriz.
42
KULTURA
A Clockwork Orange
Kubrick’in sansür ile olan çatışmalarına daha önce de değinmiştik, ancak Kubrick, belki de kendi filminin gösterimini kısmen de olsa yasaklayan ilk ve tek yönetmen olarak sinema tarihine adını yazdırdı. Anthony Burgess’in romanından uyarlanan filmde Kubrick, şiddet dürtüsünün insan doğasının bir parçası olduğunu ve toplumun şiddetle olan ilişkisini irdeliyordu. Doğal olarak filmde şiddet içeren sahneler de yer alıyordu. 1970 yılında gösterime giren film, İngiltere’de izleyicilerle buluşamadı. Bunun sebebi ise filmin İngiltere’de sakıncalı bulunması ve bazı sahnelerinin makaslanmak istenmesiydi. Kubrick, bu noktada radikal bir karar vererek filminin makaslanmasındansa vizyona hiç girmemesini tercih etti ve film, Kubrick’in ölümüne kadar İngiltere’de gösterilemedi.
Ossessione
İtalya’nın faşist diktatörü de Nazi Almanyası’nda olduğu gibi sinemaya bir propaganda aracı olarak bakmış ve büyük yatırımlar yapmıştır. O dönemki Avrupa’nın en büyük ve çağdaş stüdyolarını kuran ve üniversitelerde sinemayı bir ders olarak işlemeye başlayan Mussolini, çekilen filmlere de çok ciddi kısıtlamalar getirdi. Luchino Visconti, ilk filmi olan Ossessione’yi 1942 yılında, Mussolini döneminde çekmeyi başardı. Filmdeki polis ve ruhban sınıfı eleştirileri üzerine filmin ahlaki açıdan sakıncalı olduğuna karar veren sansür kurumu, filmin gösterimini yasakladı. James M. Cain’in The Postman Always Rings Twice adlı eserinden uyarlanan film, Mussolini’nin yarısından fazlasının makaslanmasına karar vermesinden sonra ülkede gösterime girebildi.
KULTURA
43
Ultimo Tango a Parigi Yönetmenliğini Bernardo Bertolucci’nin üstlendiği Ultimo Tango a Parigi, cinsellik gibi birçok tabuyu filmin odağına taşımasıyla çekildiği dönemde ciddi tepkilere maruz kalmış bir film. Başrolünde Marlon Brando’nun oynadığı 1973 Fransız İtalyan ortak yapımı olan film, başta Vatikan olmak üzere muhafazakar ve gelenekçi kesim tarafından protesto edildi. İtalya’da gösterimi mahkeme kararıyla yasaklanan, ABD’de X kategorisinde gösterilme girebilen film, diğer birçok ülkede yasaklılar listesinde kaldı. Türkiye’de ise ilginç bir uygulama ile filmin bazı sahneleri makaslanarak film vizyona girebildi.
Salò o le 120 giornate di Sodoma Daha önce de birçok kez sansürle başı belaya girmiş olan Pier Paolo Pasolini’nin son filmi olan Salò o le 120 giornate di Sodoma da önceki filmleriyle benzer bir kaderi paylaştı. Marquis de Sade’ın yazmış olduğu kitaptan esinlenerek 1975 yılında yönetmen koltuğuna geçtiği filmde Pasolini, faşizm ile sadizm arasındaki bağı radikal ve çarpıcı bir şekilde izleyicilere sunmayı başardı. İtalyan mahkemeleri tarafından müstehcenlik, kutsal değerlere küfretme ve düzene tehdit olarak algılanan filmin gösterimi yasaklandı. Bu film ile dünya çapında bazı kesimlerden tepki toplayan Pasolini’nin dövülerek ve arabayla üzerinden geçilerek hayatının sonlandırılmasında bu filmin önemli rol oynadığı da bilinen bir başka gerçek.
44
KULTURA
Battleship Potemkin
Birçoklarına göre sinemanın önemli dönüm noktalarından birisi olan Battleship Potemkin, Sergei Eisenstein’ın sansürle karşılaştığı ilk filmi olma özelliğini de taşıyor. İlginç olan ise filmin Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels tarafından övgüyle karşılanmasından sonra Almanya’da gösterimi yasaklandı. Devrimci çizgisinden hiç sapmayan film, Almanya dışında aralarında Fransa’nın da bulunduğu diğer birçok ülkede daha yasaklanmıştır ve Fransa’da bu yasak 1952 yılına kadar devam etmiştir. Kısacası hem sinematografik olarak, hem de konusu itibariyle bu kadar yenilikçi olan ve 1925 yılında seyirciyle buluşan bu önemli film, birçok ülkede 20 yılı aşkın bir süre boyunca yasaklı filmler listesinde kalarak belki de farklı ülkelerde sinemanın gelişmesine önemli bir darbe vurulmuş oldu.
Ankara, Heart of Turkey Ankara, Heart of Turkey filmi, sansür tarihimizdeki en ilginç vakalardan birisidir dememiz çok da yanlış olmaz. Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle Türkiye’yi ziyaret eden Sovyet heyetiyle birlikte o dönem Ankara’ya gelen yönetmen Sergey Yutkeviç ve Lev Oskaroviç, Türkiye’den de bir heyetle çalışarak ve uzun çalışmalar sonucunda bu belgeseli tamamlamayı başardılar. 1934 yılında ilk kez gösterilen filmde Kurtuluş Savaşı ve Atatük devrimlerinin yanında Ankara’nın önemine vurgu yapılıyordu. Atatürk’ün de onayıyla gerçekleştirilmiş olan bu belgesel, ilginç bir şekilde 1970 yılında TRT’de gösterime gireceği gün gelen bir emir ile yasaklandı. İlerleyen dönemde ise filmin bir kısmı makaslanarak belgeselin sadece bir bölümü gösterilebildi.
KULTURA
45
Andrei Rublev
Dünya sinemasının en önemli isimleri arasında yer alan Andrey Tarkovski’nin yönetmen koltuğunda olduğu Andrei Rublev, dönemin Sovyet hükümeti ile arasında iplerin gerilmesine yol açan ilk filmiydi. Moskova’daki ilk gösteriminden sonra yasaklanan filmle ilgili olarak filmde Rusya’nın çarpıtılmış bir portresinin sunulmuş olduğu iddia edilse de yasaklamanın gerçek nedeninin dini içerik olması ve Tarkovski’nin kendisinden istenen değişikliklere boyun eğmemesi olduğu fikri yaygındır. Hükümetin engellemesi ile davet aldığı Cannes Uluslararası Film Festivali’ne gidemeyen film, Helsinki Uluslararası Film Festivali’nde birincilik ödülü almayı başarır. Film, 5 yıllık bir yasaklı süreçten sonra Sovyetlerde gösterime girdiğinde birçok kesimden tepki alır.
Mürebbiye
Mürebbiye, Türk sinemasında sansürün ilk kez gündeme geldiği film olarak biliniyor. Aynı zamanda tarihte benzerine zor rastlanan bir sansür örneğine de yine bu filmde rastlamak mümkün. Ahmet Fehim’in yönettiği ve 1919’da Malul Gaziler Cemiyeti’nin ilk konulu uzun metraj filmi olarak gösterime giren filmin, ilk gösteriminden sonra Fransız Orduları Kumandanı General Franchet D’Esper tarafından Anadolu’da gösterimi yasaklandı. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanından sinemaya uyarlanan filmin sansürlenmesindeki en önemli gerekçenin filmdeki Fransız çift Anjel ve sevgilisinin Paris’ten İstanbul’a kaçıyor olması ve Anjel’in otel odasında başka bir erkekle sevgilisine yakalanıyor olmasıydı. O dönemde Malul Gaziler Cemiyeti’nin bu filmi yapıtı seçmesi, istilacı kuvvetlere karşı sessiz bir direniş olarak nitelendirilmişti.
46
KULTURA
Karanlık Dünya Aşık Veysel’in Hayatı 1952 yılında ünlü halk ozanı Aşık Veysel’in hayatını konu alan ve senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazdığı film, sonraki yıllarda da defalarca sansür ile başı derde girecek olan yönetmen Metin Erksan’ın ilk filmi olma özelliğini taşıyor. Filmle ilgili araştırmalar ve filmin çekimleri için Aşık Veysel’in köyü olan Sivralan köyüne giden film ekibi, ilk olarak senaryo aşamasındayken yaptırımlarla karşılaştı. Aşık Veysel’in geçirdiği çiçek hastalığı sonucu görme yetisini yitirmiş olmasından yola çıkarak konulan Karanlık Dünya adı, sansür komisyonu tarafından Aşık Veysel’in Hayatı olarak değiştirildi. Filmin çekimleri sürdüğü dönemde de oyuncular Aclan Sayılgan ve Kemal Bekir’in komünist parti kurma suçundan tutuklanması üzerine filmin de gösterime girmesi yasaklanmış oldu. Yapımcının çabaları üzerine bazı sahneler çıkarılıp yenileri eklenerek filmin gösterime girebilmesi sağlandı. Her ne kadar Metin Erksan bu kararı yüzünden yapımcısıyla tartışmış olsa da sonuç değişmedi.
Umut
Türk sinema tarihinin en önemli isimleri arasında yer alan Yılmaz Güney de sansürle karşı karşıya kalmış isimler arasında yer alıyor. Türk sineması için önemli kilometre taşlarından birisi olarak kabul edilen Umut filmi, 1970 yılında Antalya Film Festivali’nde birincilik ödülü almasından kısa bir süre sonra Film Kontrol Komisyonu tarafından yasaklanmış, gösterilmesi ve hatta yurtdışına çıkarılmasının da sakıncalı olduğuna karar verilmişti. Yapımcı Abdurrahman Keskiner’in Danıştay’a açtığı dava sonucunda “Filmin senaryoya uygun bulunduğu, din propagandası yapmaktan çok, dini alet ederek gaipten haber vermek gibi sapmış bir din adamının canlandırıldığı, milli rejime aykırı herhangi bir siyasi, iktisadi ve içtimai ideoloji propagandası yapılmadığı, memleketin inzibat ve emniyeti bakımından zararlı bir yönü bulunmadığını açıkladı, ve film aklanmış oldu.
Sürü Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı, yönetmenliğini Zeki Ökten’in üstlendiği Sürü filmi, 1978’de vizyona girdiğinde alışılmışın dışındaki kurumlardan tepkiler aldı. Dönemin Dışişleri Bakanlığı, filmin, Türkiye’yi yurtdışına kötü tanıttığı gerekçesiyle yurtdışına gönderilmesi noktasında birçok engeller koymuştur. Ayrıca sosyalist ülkelerden birisinde Türk filmleri haftasında gösterilen filmden sonra rahatsız olan Türk büyükelçisi, Türkiye’ye film aleyhinde yazdığı bir raporu gönderdi. Dışişleri Bakanlığı’nın bütün çabalarına rağmen Sürü filmi kendi girişimleriyle birçok festivale katılıp ödüllerle dönmeyi başardı.
Yol
Senaryosunu Yılmaz Güney’in yazdığı Yol, sansürle olan mücadelesinden önce de birçok zorluğun üstesinden gelmeyi başaran bir film. Yılmaz Güney’in 1980 yılında tutuklu bulunduğu İmralı Adası cezaevinde Bayram adı ile kaleme aldığı senaryo, bir İsviçre firmasının yapımcılığını üstlenip yatırım yapmasıyla Erden Kıral’ın yönetmenliğinde 1981 yılında çekilmeye başlanır. Ancak çekimlerin başlamasından bir ay bile geçmeden Güney, Kıral’ın kendi direktiflerine uymamakta ısrar etmesiyle yönetmenle anlaşmazlığa düşer ve çekimler durur. Filmin adı Yol olarak değiştirildikten sonra Güney, filmin yönetmenliği için Şerif Gören ile anlaşır. 2 ay gibi kısa bir sürede çekilen filmin kurgusu için İsviçre’ye gitmek isteyen Şerif Gören’in yurtdışına çıkması engellenir. Sonrasında Güney cezaevinden firar ederek önce İsviçre’ye, ardından da Fransa’ya sığınır. Yol’un kurgusunu yapan Güney, filmin müzikleri için de Zülfü Livaneli ile anlaşır ancak Livaneli, filmin afişlerinde adını Sebastian Argol Kendal olarak yazdırır. Türkiye’yi küçük düşürdüğü gerekçesiyle yasaklanmış olan Yol, 1982 yılında Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü bir başka film ile paylaşır. 1983 yılında da Eleştirmenler Ödülü’ne layık görülen film, Türkiye’de 12 yıl boyunca gösterilemedi.
KULTURA
47
Osmanlı mimarisinin en gözde örnekleri saraylar ve onların yavruları olan, günümüzde birer turistik müze haline gelen köşkler, bizlere yüzlerce yıl öncesinin yaşam tarzından ipuçları veriyor. İstanbul’un tarihi dokusunu oluşturan bu binaları gezip, izlenimlerimizi sizlerle paylaşmak istedik.
Hakan Karakullukçu
İstanbul; Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere üç büyük imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir olması sebebiyle, Türkiye’nin en çok tarihi yapıya sahip şehirlerinden biri olma özelliğini taşıyor. Özellikle Osmanlı döneminden kalma birçok tarihi yapıyı içinde barından
48
KULTURA
İstanbul’da, gösteriş açısından en çok ilgi çeken binalardan birkaçı da şehrin dört bir yanına yayılmış olan köşkler ve kasırlar. Kimisi paşaların, hıdivlerin ikamet etmesi için, kimisi padişahların avlanırken konaklama ve dinlenmesi için inşa edilen ve küçük bir saraydan farklı olmayan bu ihtişamlı yapılar,
padişahların zevk ve sefaya ne kadar düşkün olduğunun da bir göstergesi. Halihazırda İstanbul’da bulunan 11 adet kasır, günümüzde cafe, restoran ve turistik gezi mekanı olarak kullanılıyor. Bu ayki sayımızda bu kasırlarda bir gezinti yapıp gözlemlerimizi sizlerle paylaşalım dedik.
HIDİV KASRI
Beykoz ilçesinin Çubuklu semtinde, en güzel boğaz manzaralarından birine sahip bir bölgede bulunan Hıdiv Kasrı, 1907 yılında Mısır’ın son hıdivi Abbas Hilmi Paşa tarafından yaptırıldı. Hıdiv Kasrı’nın ismini aldığı hıdiv lakabı, Osmanlı İmparatorluğu’nun Mısır valilerine verdiği unvandır. Mısır Valisi Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın, 19. yüzyılın sonlarında Mısır’daki İngiliz hakimiyetini sonlandırabilmek için Osmanlı’dan destek alabilmesi amacıyla uzun süre İstanbul’da kalması gerekti. Bunun üzerine Hıdiv, Beykoz sırtlarında bir kasır inşa ettirdi. İngilizler Mısır’ı işgal edince Hıdiv Abbas Hilmi Paşa’nın unvanı düşürüldü ve İsviçre’ye göç etti. Paşa’nın ailesi, kasrın İstanbul Belediyesi’ne devredildiği 1937 yılına kadar burada yaşamaya devam etti. İtalyan mimar Delfo Seminati’nin dönemin mimari modası “art-nouveau” süsleme üslubuyla inşa ettiği kasır, 1000
metrekarelik bir alan üzerine kurulu. Kasrın ana girişinin tam ortasında son derece gösterişli bir mermer çeşme yer alıyor. Bunun dışında çeşitli yerlerinde ufak tefek çeşmeler ve havuzlar da mevcut. Giriş holündeki tarihi asansör yine dikkat çekici bir detay olarak göze çarpmakta. Binanın giriş katında Mermer Salon, Konkav Salon, Kristal Salon ve Ahşap Salon olmak üzere dört adet büyük salon, birinci katta ise Hıdiv’in özel odası da dahil olmak üzere çok sayıda özel oda bulunmakta. Ayrıca kasrın Boğaz’ın boydan boya seyredilebileceği, asansörle çıkılabilen bir de yüksek kulesi mevcut. Günümüzde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı bir şirket olan Beltur tarafından kafeterya ve restoran olarak işletilen Hıdiv Kasrı, düğün, seminer ve toplantı gibi organizasyonlara da ev sahipliği yapıyor.
KULTURA
49
ADİLE SULTAN KASRI Türk sineması izleyicisinin aslında çok yakından tanıdığı, Hababam Sınıfı serisinin ilk filmlerinin çekildiği mekan olan Adile Sultan Kasrı, Üsküdar Koşuyolu’nda 354 dönüm arazi üzerine kurulu. Kasrın mimarı, mimari eğitimini Paris’te almış olan Niğoğos Amira Balyan’dır. Sultan Abdülmecit 1856’da satın aldığı konağı, kız kardeşi Adile Sultan’a yazlık olarak hediye etmek ister. Ancak onun bu isteğini kendisinden sonra tahta geçen kardeşi Sultan Abdülaziz gerçekleştirir. Sultan Abdülaziz, harabe durumda bulunan konağı yıktırarak yerine şimdiki küçük sarayı yaptırır. Osmanlı Hanedanı içerisinde divan sahibi tek kadın şair olan, fakir fukaraya yardımları ve eğitime destekleriyle de bilinen Adile Sultan, eşinin ve çocuklarının ölümü üzerine bu köşkte yaşamak istemez 1868 yılında burayı terkeder. Bundan 31 sene sonra da, 1899 yılında Adile Sultan ölmeden önce kasrı kız okulu olması için Milli Eğitim’e bağışlar. Bir süre Kandilli Kız
Lisesi olarak kullanılan bina 1986 yılında büyük bir yangın geçirince merhum işadamı Sakıp Sabancı tarafından restore ettirilir. Günümüzde restoran, toplantı, seminer, kokteyl ve sergi salonu olarak hizmet veren, Validebağı ismiyle de bilinen Adile Sultan Kasrı, 1975 yılında çekilen Hababam Sınıfı filmlerine de ev sahipliği yaptı. Kasır, 1991 yılından bu yana öğretmenevi olarak da hizmet vermektedir.
KÜÇÜKSU KASRI
Anadolu yakasının en güzel Boğaz manzarasına sahip mevkilerinden birinde, Beykoz-Üsküdar arasında Küçüksu semtinde bulunan kasrın arazisi, Osmanlı döneminde de cazibe merkezlerinden biriydi. “Kandil Bahçesi” olarak adlandırılan ve padişahın has bahçelerinden olan Küçüksu, bazı kaynaklarda “Bağçe-i Göksu” adıyla anılmaktadır. Sultan I. Mahmud döneminde, Divittar Mehmed Emin Paşa, padişahın Küçüksu civarını çok sevdiğini görünce deniz
50
KULTURA
kıyısına iki katlı ahşap bir saray inşa ettirir. Bu küçük saray, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerinde de onarılarak kullanılmaya devam eder. Sultan Abdülmecit dönemindeyse tamamen yıkılıp yerine bugünkü kâgir yapı inşa ettirilir. 1857 yılında yapımı tamamlanıp hizmete giren Küçüksu Kasrı’nın mimarı Adile Sultan Kasrı ve ve Ihlamur Kasrı’nın da mimarlığını yapmış olan Niğoğos Balyan’dır. Bina, 19. yüzyıl barok ve
rokoko karışımı bir üslupla inşa edilmiştir. Bodrumuyla birlikte üç katlı olan yapı, geleneksel Türk evi tipini yansıtır. Padişahın ava çıktığında konaklama amacıyla kullandığı kasırda eşya olarak yalnızca koltuklar ve sandalyeler göze çarpar. Kabartma süslerle bezeli binanın özellikle deniz cephesinde, bahçesindeki şadırvanlı havuzunda ve merdivenlerinde batı tarzında motifler kullanılmıştır. Odaların ve salonların dekorasyonunda, Viyana Operası dekoratörü Sechan görevlendirilmiştir. Kasırda Sultan Abdülaziz döneminde Galler Prensi Edward ve Eflak Boğdan Prensi I. Jean Alexander ağırlanmış, bina Cumhuriyet döneminde de bir süre devlet konuk evi olarak kullanılmıştır. Günümüzde müzesaray olarak yerli ve yabancı turistlere açık olan kasır, sanatta ve mimaride nereden nereye geldiğimizi görebilmek için Boğaz’ın kenarında ibret vesikası gibi duruyor.
IHLAMUR KASRI Beşiktaş ve Nişantaşı arasındaki Ihlamur Mesiresi’nde bulunan Ihlamur Kasrı, Abdülmecit tarafından buraya yaptırılan köşklerden biridir. Ihlamur Mesiresi, Sultan III. Ahmet döneminde tersane emini Hacı Hüseyin Ağa’ya ait bir bağ iken, “hasbahçe”ye dönüştürülmüş, I. Abdülhamit, III. Selim ve Sultan Abdülmecit dönemlerinde düzenlemeler yapılmıştır. 19. yüzyılın ortalarında Sultan Abdülmecit de buradaki bağ evine sık sık uğrar, önemli konuklarını burada ağırlardı. Sultan’ın ağırladığı misafirlerden biri olan Fransız şair Lamartine, ıhlamur vadisi ve çevresini hatıratında şöyle tasvir etmiş: “... Binanın karşısındaki bahçede güzel yemiş ağaçları ile bu vadiye ismini veren büyük ıhlamurlar vardı. Köşke çıkan üç basamaklı merdivenin önünde, yasemin dallarını aşamayan küçük bir fıskiye, tatlı bir şırıltı ile mermer havuza dökülüyordu. Ihlamur padişahın en sevdiği köşktür, burada dinlenir ve mütalaa eder...” 1849-1855 yılları arasındaysa padişah buradaki sade köşkü yıktırıp yerine Maiyet Köşkü ve Merasim Köşkü adı
verilen iki kasrı inşa ettirdi. Bu iki yapı kimi zaman “Ihlamur Kasrı” adıyla, kimi zaman da ferahlık, tazelik, neşe anlamlarına gelen “Nüzhetiye” adıyla anılmıştır. Yapıların mimarı yine meşhur Niğoğos Balyan’dır. Ihlamur Kasrı birçok padişahın gözde mekanlarından biri olmuş, sultanların sevdiklerini ağırladığı, dinlenmek için vakit geçirdiği bir yer haline gelmiştir. Pehlivan Sultan olarak bilinen Sultan Abdülaziz bu kasrın bahçesinde güreş müsabakaları düzenler, söylentilere göre Sultan V. Mehmed de bu bahçeden topladığı gülleri sevdiklerine hediye ederdi. Köşk, yazının başında da belirttiğimiz gibi iki ana kısımdan oluşmakta: Maiyet Köşkü ve Merasim Köşkü. Maiyet padişah ve çevresine verilen isimdir. Bu köşkte padişahın yakınları, çalışanları ve haremdeki kadınlar ikamet ederdi. Merasim Köşkü ise tören köşküdür.
Bu köşkte yabancı devlet adamları, sanatkarlar, şair ve yazarlar ağırlanır, padişah kendilerine özel ikramlarda bulunurdu. Maiyet Köşkü sade bir yapıya ve geleneksel bir görünüme sahiptir. Merasim Köşkü ise diğerine nazaran daha gösterişli bir görünüme sahip, barok tarzında süslemelerle ve oymalarla bezeli bir yapıdır. Tavanlarda manzara resimleri, Avrupa usulü mobilyalar ve kristal avizeleriyle çarpıcı bir dekorasyona sahiptir. Cumhuriyet döneminde uzun bir müddet mezbelelik bir halde kalan köşk ve çevresi, 1952 yılında ciddi bir restorasyonla turistlerin hizmetine açıldı. Merasim Köşkü Tanzimat Müzesi’ne, Maiyet Köşkü ise Tarihi Köşkler Müzesi’ne dönüştürüldü. Günümüzde köşkün bahçesinde kafeterya hizmeti de verilmektedir.
KULTURA
51
BEYKOZ KASRI olarak da adlandırıldı. 1845 yılında burada bir kasır inşa ettirmeye başlayan Kavalalı Mehmed Ali Paşa hayatını kaybedince, oğlu Said Paşa döneminde, 1854’te kasrın inşası tamamlandı. Sultan Abdülmecit’e hediye edilen kasır, padişahın veremden ölümü üzerine yerine tahta geçen Sultan Abdülaziz’e armağan edildi.
Beykoz’un Yalıköy semtinde, Hünkar İskelesi’nin güneyinde yer alan Beykoz Kasrı, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa tarafından 1845 yılında inşasına başlatılmış, paşanın ölümü üzerine oğlu Said Paşa tarafından tamamlanmış bir kasırdır. Kavalalı, kasrı Sultan Abdülmecit’e hediye etmek için yaptırmıştır. Mimarı Niğoğos Balyan ve Sarkis Balyan’dır. Beykoz Kasrı’nın bulunduğu arazi Bizans döneminde de imparatorlara ait bir dinlenme yeriydi. Fatih’in İstanbul’u fethinden sonra padişahların da ilgisini çeken bu korulukta bir tersane kuruldu ve arazi bundan dolayı “Tersane Hasbahçesi” adıyla anıldı. Arazide inşa edilen ilk yapı I. Ahmet dönemine rastlar. Zaman içerisinde padişahların yaptırdığı köşkler “Tersane Sarayı” olarak, 17. yüzyıldan sonra da “Aynalıkavak Sarayı”
Manolya, ıhlamur ve çam ağaçlarıyla kaplı, yaklaşık 200 dönümlük bir koruluk üzerine kurulu olan Beykoz Kasrı, Boğaziçi’ndeki ilk kâgir ve neoklasik üsluptaki yapıdır. Dikdörtgen şeklinde inşa edilen yapının dört köşesinde dikdörtgen şekilli balkonlar vardır. Dış cepheyi süsleyen özel işlenmiş ve şekillendirilmiş taşlarının İtalya’dan getirildiği belirtilen kasır iki katlı bir yapıdır ve çok yüksek, geniş tavanlara sahiptir. Kasrın bahçesinde duvarları istiridye kabuklarıyla kaplanmış bir de yapay mağara bulunmaktadır. 20. yüzyılın başlarında virane bir durumda olan kasır önceleri Darül Eytam, yani Çocuk Esirgeme Kurumu olarak kullanıldı. 1953 yılında ise Sağlık Bakanlığı tarafından onarılarak Beykoz Çocuk Göğüs Hastalıkları Hastanesi’ne çevrildi ve 1997 yılına kadar bu amaçla kullanılmaya devam etti. 1997 yılından sonra ise Milli Saraylar Daire Başkanlığı’na tahsis edildi ve müze olarak hizmete açıldı.
SİYAVUŞPAŞA KASRI 1571 yılında yapıldığı tahmin edilen ve mimarı kesin olarak bilinmese de yapı özellikleri sebebiyle Mimar sinan tarafından yapıldığı düşünülen Siyavuşpaşa Kasrı, İstanbul’un Bahçelievler semtindeki Milli Egemenlik Parkı içinde bulunuyor. Adını III. Murat döneminde sadrazamlık yapmış Siyavuş Paşa’dan alan ve büyük bir havuzun ortasına inşa edilen kasır, dikdörtgen yapısıyla, camiyi andıran kubbesi ve minaresiyle 16. yüzyıl Osmanlı mimarisinin geleneksel özelliklerini bünyesinde barındırıyor. Yakın zamana kadar Çocuk Kütüphanesi olarak kullanılan yapı, günümüzde madde bağımlıları ve evsizlerin konakladığı metruk bir mekan haline gelmiş durumda. 2005 yılında köşkü Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan devralan Bahçelievler Belediyesi
52
KULTURA
ise restorasyon projelerini yapmak için yetkili mercilere defalarca başvuru yapılmasına rağmen gerekli izinlerin verilmediğinden şikayetçi. Bir şekilde ilgisizlikten dolayı harap olan, duvarları sprey boyalarla tahrip edilmiş ve evsizlerin yaktığı ateşin dumanlarıyla kararmış olan köşk, göz önünde çürümeye devam ediyor.
AYNALIKAVAK KASRI
İstanbul’un Hasköy semtinde bulunan Aynalıkavak Kasrı, diğer bir adıyla Tersane Sarayı, Haliç’ten Okmeydanı’na doğru uzanan ve padişahların “Hasbahçe” olarak kullandığı ve “Tersane Bahçesi” olarak da bilinen çok büyük bir koruluk üzerine kuruludur. İstanbul’un fethinden önce de bu koruluk Bizans imparatorlarına ait bir bahçe olduğu düşünülmekte. Fatih Sultan Mehmet de çok sevdiği bu Hasbahçe’ye sık sık uğrar, Otağ-ı hümayun’u kurdurur ve ok atışları yaptırırdı. Fatih döneminde bu bölgeye inşası başlanan tersane, Yavuz ve Kanuni dönemlerinde tamamlanarak genişletildi. Böylece bölge “Tersane
Bahçesi” olarak da anılmaya başladı. Tersane Bahçesi’ndeki ilk yapılanmanın Fatih dönemine dek uzadığı düşünülse de, kesin olarak bilinen ilk bina Sultan I. Ahmed döneminde, 1614 yılında inşa edilmiştir. Padişahların dönem dönem yaptırdığı kasırlarla gelişen bu yapılar topluluğu zamanla “Tersane Sarayı”, daha sonra da “Aynalıkavak Sarayı” olarak da adlandırıldı. Sultan IV. Mehmed döneminde çıkan yangında sarayın çok büyük bir bölümü yandı. Sultan III. Ahmed ise günümüze kadar gelmiş olan Aynalıkavak Kasrı’nı inşa ettirdi. Kasır, Sultan II. Mahmud döneminde Kirkor Balyan’a restore ettirildi, III. Selim zamanında ise büyük bir onarım görerek bugünkü
görünümünü kazandı. Büyük çoğunluğu 19. yüzyıldan kalma olan günümüzdeki saraylar ve köşklerin arasında erken dönemlerden bugünlere gelmiş tek yapı olan Aynalıkavak Kasrı, batılı motifleriyle göze çarpan diğer tarihi yapıların arasında geleneksel görünümüyle dikkat çekiyor. Aynalıkavak adı, koruluktaki kavak ağaçlarından ve Venediklilerin Sultan III. Ahmed’e hediye ettiği aynalardan gelmekte. Bir verandadan girilen kasrın girişindeki geniş salonun köşelerinde ipek döşemeli divanlar, bir duvarında mavi zemin üzerine altın yaldızlı harflerle yazılan III. Selim’e ait bir şiir yer alıyor. Çok süslü klasik Osmanlı tipi bezemelerle zenginleştirilmiş olan Divanhane ve Arz Odası olarak bilinen bölümlerde ayrıca III. Selim tuğralarıyla süslenmiş barok ve rokoko tarzı motifler de o dönemin beğeni tarzını yansıtıyor. Yine köşkün her yanında bulunan sedirler, avizeler, kandiller ve mobilyalar, yapının geleneksel havasını tamamlıyor. Lale Devri’nde birçok eğlenceye ve 1784 yılında Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya arasında imzalanan Aynalıkavak Antlaşması’na ev sahipliği yapan, Osmanlı Hanedanının ülkeden sürüldüğü tarihlere kadar saray erkânının yaşamaya devam ettiği, Osmanlı klasik mimarisinin en ilginç yapılarından biri olan Aynalıkavak Kasrı, 1975 yılında Milli Saraylar’a devredildikten sonra, 1984 yılında müze-saray olarak ziyarete açıldı. Kasrın zemin katında, Sultan III. Selim’in besteci kişiliğine de bir atıf olarak geleneksel Türk musikisi çalgıları sergileniyor. Kasrın bahçesinde ise genellikle yaz aylarında kafeterya hizmeti ve Klasik Türk Musikisi konserleri verilmeye devam ediyor.
KULTURA
53
SEPETÇİLER KASRI: 1591 yılında Sultan III. Murad tarafından yapımına başlanan, 1643 yılında Sultan İbrahim tarafından tamamlanan, Sarayburnu’ndaki Bizans sularının kalıntıları üzerine Mimar Davut Ağa’ya yaptırılan Sepetçiler Kasrı, Topkapı Sarayı’nın dış bahçesinde ve kıyı bölgelerinde kalan yapılardan bugüne kadar ayakta kalan tek yapıdır. 1739’da I. Mahmud tarafından restore ettirilen yapının iskelesinin, padişahlara ait kayıkların bağlandığı ve padişahların donanmanın sefere gidişini ve dönüşünü izledikleri bir yer olduğu da bilinir. Kasrın Sepetçiler adını alması ile ilgili iki tane söylenti mevcut. Bunlardan birine göre, Edirne Sarayı’nda yükseltilen bazı yapılara Sepetçi adı verildiğinden, bu yapıya da Sepetçi denmiş. Diğer rivayete göre ise, Sultan İbrahim bu kasrın arkasındaki sepetçi esnafını koruyup kollamış, buradaki eski köşkü tamir ettirip yeniden yaptırmaya karar verdiğinde de sepetçi ve hasırcı esnafının yardımlarını görmüş. Kasır yapıldıktan sonra da sepetçi esnafı burada çalışmaya devam etmiş ve bu yüzden kasra Sepetçiler Kasrı adı verilmiş. Tarihi boyunca iki büyük restorasyon ve sayısız onarım geçiren Sepetçiler Kasrı, bu onarımlar sırasında hiçbir şekilde mimarisinden ödün vermemiştir. Kasra deniz tarafından bakıldığında küçük minaresi ve kubbesiyle
54
KULTURA
ilginç bir ibadethane görünümü vermekte. Kara tarafındaki cepheden bakıldığında ise heybetli ve görkemli merdivenleri dikkat çekiyor. Kasrın inşaatında kullanılan kırmızı mermerler Darıca ve Rusçuk’tan, çinileri İznik’ten, demir aksamı ve çivileri ise Samaköy ve Selanik’ten getirilmiş. Kasır 1. Dünya Savaşı esnasında bir süre ecza deposu olarak kullanıldı. 1955 yılında sahil yolu açılırken istimlak edilecek duruma gelmiş ancak yapının tarihi özelliği sebebiyle vazgeçildi. 1980 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü kasırda kapsamlı bir restorasyona gitti ve bina bir süre de Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nün Uluslararası Basın Merkezi olarak kullanıldı. 1998’de Eminönü Hizmet Vakfı kasrı yeniden restore ettirdi. 2010 yılında İstanbul Avrupa Kültür Başkenti Ofisi olarak kullanılan kasır, 2011 yılında Türkiye Yeşilay Cemiyeti’ne tahsis edildi. Günümüzde hala Yeşilay Genel Merkezi olarak kullanılan Sepetçiler Kasrı, aynı zamanda restoran ve bar hizmeti de vermeye ve çeşitli organizasyonlara ev sahipliği yapmaya devam ediyor.
TOPHANE KASRI
Diğer adı Mecidiye Kasrı olan Tophane Kasrı, İstanbul’un Avrupa yakasında, Tophane Meydanı’nda bulunuyor. 1851’de Sultan Abdülmecid döneminde, Tophane Müşiri Halil Paşa’nın denetiminde, İngiltere Elçiliği’nin yapımı için İstanbul’a gelen İngiliz mimar William James Smith tarafından inşa edilmiştir. Kasrın mimarı her ne kadar Türk olmasa da yapı diğer Osmanlı köşkleriyle mimari açıdan birçok benzerli taşımakta. Tophane Kasrı, padişahların Tophane’de bulunan askeri kurumları ziyaretinde ve İstanbul’a deniz yoluyla gelen yabancı devlet büyüklerinin karşılanması ve ağırlanması esnasında sıkça kullanılırdı. Sultan Abdülmecid Rus Çarı’nın kardeşi Konstantin’i burada ağırladı, OsmanlıYunan Savaşı’nı sonlandıran 1897 Uluslararası İstanbul Konferansı burada yapıldı, Lozan Antlaşması’ndan sonra Uluslararası Boğazlar Komisyonu burada toplandı. Tüm bunların yanısıra 2. Dünya Savaşı sonrası Sıkıyönetim Mahkemeleri de yine Tophane Kasrı’nda kuruldu. Tophane Kasrı, denize paralel, dikdörtgen planlı ve iki katlı kâgir bir yapıdır. Neoklasik tarzda barok motiflerle bezenmiş olan yapının doğu ve batı cephesindeki dışarıya taşan çıkmaları yapıya hareketli ve zengin bir görünüm kazandırmıştır. Binanın hemen hemen tüm pencereleri yuvarlak kemerli olarak tasarlanmış ve üst kat pencerelerinin kemerlerinin arasındaki madalyonlara
fiyonklar eklenmiş. Bütün pencerelerin aralarında bulunan bitkisel motifli panolar, tarihi köşke gösteriş katmış. KaraköyBeşiktaş arasındaki caddenin genişletme çalışmaları esnasında kasrın batı cephesinde bulunan Top Arabacıları Kışlası yıkılmış, doğu cephesine günümüzde de varlığını sürdüren liman binaları inşa edilmiş ve böylece Tophane Kasrı’nın denizle olan bağlantıları kesilmiş. Yolun da yükselmesi nedeniyle yaklaşık 1.5 metre aşağıda kalan ve etrafı kontrolsüz büyüyen ağaçlarla kaplanan kasır, bugün yanından geçenler tarafından pek farkedilmeyecek bir vaziyette duruyor. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi tarafından kullanılan Tophane Kasrı, diğer tarihi köşkler gibi ciddi bir restorasyonla müze olarak turistlerin hizmetine açılmayı bekliyor.
ŞALE KASRI
Yıldız Sarayı bünyesindeki en görkemli yapılardan biri olan Şale Kasrı adını, Fransızca “dağ evi” anlamına gelen “chalet” sözcüğünden almaktadır. Yüksek duvarlarla çevrili olan köşk, farklı tarihlerde birbirine yapışık olarak inşa edilen üç binadan meydana geliyor. Birinci bölümü 1880 tarihinde yapılan köşkün ikinci bölümü 1889’da meşhur Ermeni mimar Sarkis Balyan tarafından, Merasim Köşkü olarak da bilinen üçüncü
bölümü ise 1898’de İtalyan mimar D’Aranco tarafından yapılmış. Sonradan eklenen iki bölüm, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in İstanbul ziyaretlerinde konaklaması için inşa edilmiş ve bu özelliğinden dolayı Şale Köşkü “devlet konukevi” niteliği kazanmıştır. Şale Köşkü, diğer 19. yüzyıl yapıları gibi ahşap-kâgir bir yapıdır ve bodrumu dahil üç katlı olarak inşa edilmiştir. Yedi adet kapısı bulunan köşkün üst katına D’Aranco tarafından yapılmış bir adet mermer merdiven ve iki adet de ahşap merdivenle çıkılmaktadır. Şale Kasrı 4 adet görkemli salonu ve 60 adet odasıyla köşkten çok küçük bir saray olarak da adlandırılabilir. Büyük Salon, tavanında rokoko usulü bezemelerle, altın varaklı çerçevelere sahip manzara resimleriyle kaplı, renkli kristallerle süslenmiş büyük bir avizesi olan görkemli bir salon. Sedefli Salon, diğer adıyla Yemek Salonu, adını Çırağan Sarayı’ndan getirilen sedef kakmalı kapılardan alıyor. Bu salonun
mobilyaları, sultan Abdülhamid tarafından saray bünyesindeki Tamirhâne-i Hümâyûn’da yapılmış. Salonda Hereke damgalı 4.90x7.35 metre boyutlarında bir de halı mevcut. Piyanolu Salon’da ise yine 5.30x7.90 metre boyutlarında çiçeklerle bezeli gösterişli bir halı yerleri süslüyor. Köşkün en büyük salonu olan Tören Salonu’nun boyutları 30x15 metre ve bu odadaki Hereke halısı, 406 m² boyutunda rekor büyüklükte yekpare bir halı ziyaretçilerin ağzını açık bırakıyor. Tavanındaki altın yaldızlı panoları ve büyük boyutlu aynalarıyla dikkat çeken salon, Sultan Abdülhamid’in muayede törenlerine de ev sahipliği yapmış. Cumhuriyet döneminde Mario Serra adındaki İtalyan bir işletmeciye kiralanarak lüks bir kumarhane olarak işletilen kasır, 1930 yılında Milli Saraylar Daire Başkanlığı’na tahsis edilmiş. Günümüzde de müze-saray olarak ziyarete açılan kasrın bahçesinde ulusal ve uluslararası resepsiyonlar düzenlenmekte. KULTURA
55
MASLAK KASIRLAR Beşiktaş’tan Sarıyer’e giden Büyükdere Caddesi üzerinde, sağ tarafta, Haznedar Çiftliği içinde bulunan Maslak Kasırları, Kasr-ı Hümayun, Mabeyn-i Hümayun, Paşalar Dairesi, Çadır Köşkü ve limonluktan oluşur. Buradaki ilk yapılanmalar, II. Mahmut döneminde başlar. Sultan II. Abdülhamid’in veliaht olduğu zamanlarda dinlenme ve av köşkü olarak kullandığı binaların yapım tarihi hakkında kesin bir bilgi bulunmamakla birlikte, büyük çoğunluğunun Sultan Abdülaziz döneminde yapıldığı bilinmekte. Sultan II. Abdülhamid’e veliahtlığında tahsis edilen köşk, V. Murad’ın tahttan indirilmesinden sonra Abdülhamid’in tahta çağırılmasına tanık olmuş. Sultan V. Mehmed Reşat da bu köşke zaman zaman uğrayarak istirahat etmiş. Boğaz’ın Karadeniz’e açılan noktasını görebilen bir konuma sahip olan Maslak Kasırları, Osmanlı son dönem mimarisi ve süsleme tekniklerini en güzel yansıtan yapılardan biridir. Ana yapı olan Kasr-ı Hümayun eğimli araziye iki kat inşa edilmiş kâgir bir yapıdır. Girişteki merdivenler, sütunlar sütunların üzerindeki balkon barok mimari üslubunda inşa edilmiş. Sultan Abdülhamid’in çalışma ve yatak odalarının da bulunduğu köşkün tavanlarında natürmortlar ve doğa fotoğrafları
56
KULTURA
bulunmakta. Kapıların üzerine Sultan Abdülhamid’in adının başharfleri olan A.H. harflerinin işlendiği görülüyor. Kasr-ı Hümayun’un kuzeybatısındaki Çadır Köşkü, sekizgen planlı bir yapıya sahip. İki katlı, yapının etrafını 360 derece dolanan bir balkona sahip, iki odalı bir köşktür.Girişinde bir ocak bulunan odanın üst katındaki tek odaya çift yönlü, demir parmaklıklı, mermer bir merdivenden çıkılmaktadır. Mabeyn-i Hümayun, Sultan Abdülhamid’in özel dairesi olan küçük, tek katlı kâgir bir yapıdır. Buradan ulaşılan Limonluk’ta çok değerli bitkiler, kamelyalar, fern ağaçları ve bir sera bulunmaktadır. Kasırların korunmasıyla görevli olan personelin ikamet ettiği yapı olan Paşalar Dairesi, tek katlı inşa edilmiş, içerisinde bir külhan ve hamamın da bulunduğu kâgir bir yapıdır. Günümüzde Kasr-ı Hümâyun bir müze-saray olarak ziyarete açık durumda. Mabeyn-i Hümâyun, Çadır Köşkü ve Limonluk ise kafeterya olarak hizmet veriyor.
Mabeyn-i Hümayun
Kasr-ı Hümayun
Çadır Köşkü
Paşalar Dairesi
KULTURA
57
58
KULTURA
Kamerasının odağından kadınları ve onların toplum içinde yaşadıkları sorunları ayırmayan, Türk sineması’nın en uzun soluklu ve en yenilikçi yönetmenlerinden birisi olan Atıf Yılmaz, beyaz perdenin ikonları arasında yer alıyor. Biz de ölümünün 9. yıldönümünde Atıf Yılmaz’ı hazırladığımız biyografi yazısı ile anmak istedik. Erdem Yaşar
Beyaz perdede karşımıza çıkan çok az isim Türk sinemasının 100 yıllık macerasında Atıf Yılmaz kadar çok kilometre taşında yer alabilmeyi başarmıştır. Çalıştığı birçok projede Türk sinemasında yeni yıldızların da parlamasını sağlamış olan Yılmaz, birçok farklı türde filme imza atarak yenilikçi yönünü kariyeri boyunca korumaya çalıştı. Belki de bu yüzdendir ki hayatı boyunca hiç günlük tutmamış ya da çektiği filmlerin kayıtlarını evinde bulundurmamıştır. Kariyerine 110’dan fazla yönetmenliğini yaptığı, 40’a yakın senaryosunu yazdığı film sığdırmayı başaran ve günümüzde adına her yıl düzenlenen bir kısa film yarışması bulunan Yılmaz, yaşamı boyunca Yeşilçam’ın en sevilen isimleri arasında yer almaya devam ediyor. 80 yıllık yaşamına yüzden fazla film sığdırmayı başaran Yılmaz, 2006 yılının 5 Mayıs gününde aramızdan
ayrıldı. Geride yüzlerce filmin yanında kendi kaleme aldığı ve sinemayla dolu geçek ömrünü kağıda naklettiği “Hayallerim, Aşkım ve Ben” ve “Bir Sinemacının Anıları” kitaplarını topluma miras olarak bıraktı.
SiNEMA ÖNCESi
Tam adı Atıf Yılmaz Batıbeki olan Türk sinemasının önemli ismi 9 Aralık 1925 günü Mersin’de dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini bu şehirde tamamladıktan sonra üniversite öğrenimi için İstanbul’a taşındı. İlk olarak istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenim görmeye başlayan Yılmaz, daha sonra Güzel Sanatlar Akademisi’ne geçerek resim bölümünden mezun oldu. Öğrencilik hayatının bitmesinden sonra bir süre film eleştirmenliği, afiş tasarımı ve senarist olarak çalışan Yılmaz, bu yıllarda ileride yapacağı mesleğin
temellerini de sağlamlaştırmaya başlamıştı. İlk kez film setine asistan olarak adım atan Yılmaz, Semih Evin’in asistanlığını yaptı.
KAMERA ARKASINDA BiR HAYAT
Asistanlık yaparak dahil olduğu setlerde o dönem tiyatro kökenli sinemacıların yoğun olduğu bir ortamda kısa sürede kamera arkasındaki yerini almayı başarıyor Atıf Yılmaz. İlk filmi olan Kanlı Feryat için 1951 yılında kamera arkasına geçtiğinde henüz sadece 26 yaşında olan genç yönetmen, Orhan Günşiray ile birlikte Yerli Film adında bir prodüksiyon firması kurarak çalışmalarına hız veriyor. Türk sinemasının gelişmesinde büyük rolü olan Yılmaz, aynı zamanda sinema dernekleri ve sendikalarda da aktif bir şekilde görev aldıktan sonra 1980
KULTURA
59
‘sinemayı’ derim, o küser. Gerçekten kendimi en iyi, en doğru ifade edebildiğim, tam demek zor, ama en çok tatmine ulaştığım ilişkim, sinemayla olan ilişkimdir diyebilirim.” sözleriyle dile getiriyor.
yılında Yerli Film’in kapanmasının ardından Ömer Kavur ve Yavuz Özkan ile birlikte ADAF’ı kurmaya karar veriyor. Bu şirket de dağıldıktan sonra kendi adına bir yapım şirketi kurmayı tercih etti. Türk sinemasında en uzun süre aktif çalışma hayatını sürdüren yönetmenlerden birisi olan Yılmaz, 1999 yılında çektiği Eylül Fırtınası filminden sonra kariyerinde ilk defa uzunca bir süre sayılabilecek olan 5 yıllık bir ara verdi ve 2004 yılında da son filmi olan Eğreti Gelin’in yönetmenliğini yaptı. Üretkenliğini çok çalışkan olmasına bağlayan Atıf Yılmaz, bu 50 yılı aşkın süreçte Türkan Şoray, Şener Şen, Kemal Sunal, Hülya Koçyiğit, Müjde Ar ve Yılmaz Güney gibi birçok önemli isimle çalışarak sinemamızın en önemli eserlerinden birçoğuna imzasını attı. Kendisi, sinemaya duyduğu tutkuyu, “Eşim Deniz (Türkali) sık sık sorar, ‘En çok hangimizi seviyorsun? Beni mi, sinemayı mı?’ diye. Ben hep
60
KULTURA
Özellikle 60’lı yılların ikinci yarısı ve 70’li yıllar boyunca birçok en iyi film ve en iyi yönetmen ödülüne layık görülen Yılmaz, bu süreçte de birçok farklı türde eserler ortaya koymaktan çekinmemiştir. Türk sinemasının dönemsel popüler türlerine hem yön veren hem de bu dönemlere sadık kalan Yılmaz, toplumsal gerçekçilik öğesini birçok filminde kullanmasıyla bu yönüyle filmlerinde de Türk toplumuna mercek tutmuştur.
ATIF YILMAZ VE KADINLAR
Atıf Yılmaz ile kadınlar arasındaki bağ, filmlerine de yansıdığı için görebilmek çok zor değil. Hayatı boyunca 3 evlilik yapmış olan deneyimli yönetmen, yakın çevresinde de kadınlara olan yakınlığı ile bilinirdi. Türkiye’deki birçok yönetmenin aksine kadın figürünü filmin merkezine yerleştiren ve bu karakterin toplum ile arasındaki çatışmayı filmin ana unsuru olarak beyaz perdeye yansıtmayı seven Atıf yılmaz, bu konu ile ilgili olarak bir söyleşide, “Bugün türkiye’de kadın sorunu benim için önemli bir sorun. Yani kadınların kişilik kazanması, toplumdaki yerlerini belirmeye çalışmaları, Türkiye’de kadın nedir, erkekle durumu, eşitliği, eşitsizliği falan beni ilgilendiriyor. Türkiye’de gerçekte kadın sorununun varlığına inanıyorum ve filmlerimde de bunu vermek istiyorum. Filmlerimin içinde olan kadınların hepsi birer kimlik arayışı içinde olan kadınlardır.” ifadeleriyle bu konuya duyduğu önemi dile getiriyor. Atıf Yılmaz’ın filmlerindeki kadın öğesi, toplumsal yapı ile doğrudan etkileşim içerisindedir. Bu yönüyle Atıf Yılmaz sineması, toplumsal gerçekçi yönleriyle dönemindeki diğer filmlerden ayrılmaya başlamıştı. Türk toplumu konusunda net fikirlere sahip olan Yılmaz, bu konuyla ilgili “İnsan ilişkileri açısından acemi bir toplum Türk toplumu. Erkekler için de, kadınlar için de durum aynı. Bence kadınlar daha kişilikli. Kişilikli oldukları için de daha ilginçler. Hem ikinci sınıf vatandaş sayılıp hem kişilikli olunca da daha da dram kişisi olabiliyorlar sanatçı için. Kadınlar daha ilginç yaşayabiliyorlar, daha sert değişim gösterebiliyorlar.” ifadeleriyle, filmlerindeki kadın figürünün kökenine dair önemli ipuçları veriyor.
Ödüller
1965 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Yönetmen Ödülü, Keşanlı Ali Destanı 1965 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi 2. Film Ödülü, Keşanlı Ali Destanı 1966 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi 2. Film Ödülü, Toprağın Kanı 1966 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi 3. Film Ödülü, Muradın Türküsü 1968 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi 3. Film Ödülü,
Ölüm Tarlası 1972 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi 1. Film Ödülü, Zulüm 1972 Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Yönetmen Ödülü, Zulüm 1976 13. Antalya Film Şenliği, En İyi Yönetmen, Deli Yusuf 1978 15. Antalya Film Şenliği, En İyi Yönetmen, Selvi Boylum Al Yazmalım 1984 21. Antalya Film Şenliği, En İyi Film, Bir Yudum Sevgi 1985 4. Uluslararası İstanbul
Sinema Günleri, En İyi Türk Filmi, Bir Yudum Sevgi 1986 23. Antalya Film Şenliği, En İyi Film, Aaahh Belinda, En İyi 3. Film, Adı Vasfiye En İyi Yönetmen, Aaahh Belinda 1986 5. Uluslararası İstanbul Sinema Günleri, En İyi Türk Filmi, Adı Vasfiye 1987 24. Antalya Film Şenliği, En İyi 3. Film, Hayallerim, Aşkım Ve Sen 1959 Gazeteciler Cemiyeti Türk Film Festivali, En Başarılı Rejisör, Bu Vatanın Çocukları 1991 10. Uluslararası İstanbul Film Festivali, Onur Ödülü 1991 Valensiya Film Festivali, En İyi Film, Berdel 1992 6. Altın Koza Film Festivali, En İyi 2. Film, Berdel 1996 33. Antalya Film Şenliği, Yaşam Boyu Onur Ödülü
KULTURA
61
Uzakdoğu kültürünü iliklerinize kadar hissedebileceğiniz, hareketli ve bir o kadar da canlı bir kent Pekin. Birçok tarihi anıtı ve modern yaşamın kolaylıklarını bir arada sunmasıyla da uzakdoğuda görülmesi gereken lokasyonların başında geliyor. Tuna Akşen
Pekin, Çin Halk Cumhuriyeti’nin başkenti. Dünyanın bir ucu dedikleri kadar var. Öncelikle belirtmek gerekir ki, pasaport ve vize posedürü oldukça rahat. Aracı firma kullandığım için de olabilir tabi ama en nihayetinde bir Schengen kadar ızdıraplı değil. Bunu kocaman bir artı olarak yazdım bile hanesine. Teknoloji sağolsun yedi saatlik bir uçuştan sonra varıyorsunuz dünyanın diğer ucuna. Tabi saat dilimlerinin tersine doğru gittiğiniz için afallamanız olası, en azından bende durum buydu. Tabi eğer yolculuklarda fosur fosur uyuyanlardansanız çok etkilemeyecektir sizi. Havaalanında bagajlarınızı alın, otele check-in yapın ve kendinizi dışarı atın. Allah Allah... Niye buranın İstanbul’dan bir farkı yok? Markalar aynı, mekanlar aynı, kıyafetler bile aynı. Tamam her şey yolunda merak etmeyin, şimdi otellerin bulunduğu çevreden uzaklaşıp Pekin’in içinde kaybolma zamanı. Zaten kaybolmadan keşfedemezsiniz ki...
‘‘Birçok çinli gencin kolay hitap edebilmeniz için orijinal Çince isminin dışında bir de batılı ismi var.’’ 64
KULTURA
İki alternatifiniz var, maceracı ruhunuza göre bir harita alıp metroya dalabilirsiniz. Ya da ilk gördüğünüz taksiye atabilirsiniz kendinizi. Evet, doğru duydunuz, taksiye atlayın, zira çok ucuz. Bizim memleketle karşılaştırdığınızda çok komik kalıyor taksi ücretleri. Yarım saatlik yol gidip 5 TL civarı bir ücret ödemek insanda garip duygular uyandırmıyor değil. İletişim oldukça basit, Çin’li gençler sular seller gibi İngilizce konuşuyor. Hatta orijinal (Çince) isimleri dışında kolay hitap edebilmeniz için bir de batılı isimleri var. Yani binlerce Edward, binlerce Susan’a denk gelebilirsiniz. Şimdi su-şi-yan tarzı seslenmek hakikaten zor, Susan hatta Suzan iyidir. Esnafa ise sadece gideceğiniz yeri söylemeniz yeterli, yaşlılar bile işaret, vücut diliyle yardımcı oluyor. Gençler kolunuzdan tutup götürüyor zaten. Pekin’de bir de meşhur gece pazarları vardır, her türlü otun böceğin satıldığı. Damak lezzetinize göre löp löp götürebileceğiniz tezgahlar. Oldukça meşhur olduğundan, oteldeki resepsiyon ya da taksiden öğrenip
direkt gidebilirsiniz. Türlü türlü solucan, irili ufaklı böcekler, çekirgeler. Bir noktadan sonra alışıp, “acaba bizim kokoreç sevdamıza ne derlerdi” diye düşünmeye başladığım doğrudur. En nihayetinde tavsiyem yemeyip yanında yatmanız yönünde, hani ilk geceden yoldan çıkmaya gerek yok. O ağır kokuya kendinizi alıştırın, farklı bir kültürün kokusunu çok da abartmadan içinize çekip yolunuza devam edin. Günaydınlar efendim, Pekin’deki ilk gününüz hayırlı olsun. Midesi hassas biriyseniz, kahvaltıdan mutlaka cebinize bir şeyler atın. Hayat kurtaran bu tavsiye için teşekkürlerinizi şimdiden kabul ediyorum. Eğer bir turla gittiyseniz 3-4 günlük planınızda mutlaka Çin Seddi, Tiananmen Meydanı, Yasak Şehir ve Cennet Tapınağı olacaktır. Eğer kafanıza esip gittiyseniz, yine planlarınıza dahil edin derim. Zira alışveriş, hayvanat bahçesinde panda peşinde koşma gibi aksiyonları her zaman yapabilirsiniz. Hadi başlayalım...
ÇİN SEDDİ The Great Wall of China diyor dünya buna. Hakikaten görkemli, uzun ve kocaman. Zaten bir bölümü turist ziyaretine açık. Tamamını yürümeye çalışmak günler alabilir, bunu tepelerinden birine çıktığınızda anlayacaksınız. Dağları takip eden devasa bir duvar ve ucu bucağı yok gerçekten. Teleferikle yükseliyorsunuz ve yerden yükseldikçe işin aslı kafanıza dank ediyor. Yüz binlerce kişinin işgücü olarak dahil olduğu bir yapıdan bahsediyoruz. Bugünün teknolojisiyle bile yapımı yıllar sürecek bir yapı. Tabii bu yapının kendisi yapılırken amacı turist ağırlamak değil, savunma yapmaktı. O yüzden siz yine erzağınızı hazırda tutun açlık ve susama ihtimaline karşı.
Bolca fotoğraf çekeceğinize eminim, hakkınızdır. Ama mutlaka on dakikanızı ayırıp efsane manzaranın tadını çıkarın. İnsanlık tarihinin en heybetli yapılarından birinin üzerindesiniz, bunu hissedin sonuna kadar. Bir de küçük not; basamaklar sizi zorlayacaktır. Günümüzdekilere göre iki kat yükseklikleri var. Garip değil mi, Çinlileri ufacık bilirdik biz, nasıl tırmanıyor bu çılgınlar? İşte bunu merak edip sorduğumda, surlarda atlarla gezdiklerini öğrendim. Hakikaten çıkılır mı oğlum o kadar basamak? O nöbet geçmez, o şafak bitmez yeminle...
TIANANMEN MEYDANI Hani meşhur bir fotoğraf vardır. Dört tankın önünde duran bir çocuk. Onlara kafa tutan duruşuyla 1989 olaylarında ölümsüzleşmiştir. Hatırlayamadınız mı? Street Fighter oynadıysanız Chun-Li’nin falan dövüştüğü yer diyeyim o zaman, hatta arkada Mao’nun portresi durur kocaman. Hah işte orası, burası. Aynı anda 1 milyon kişinin sığdığı söyleniyor. Orasını bilemem ama onbinlerce kişiyi rahat aldığına şahidim. Zaten adı üzerinde: meydan, vaktinde Hanedanların meydanıymış zaten. Yasak Şehir’e giriş de buradan oluyor. Hanedanlıkları ve tarihi temsil eden devasa sütunların yanısıra, Mao için bir mozole (en azından ben oradayken vardı) mevcut. Gidip saygılarınızı sunabilir ya da nefretinizi kusabilirsiniz. Komünizme nereden baktığınıza bağlı. Selfie çeken bolca genç kız ve erkek mevcut, pek yabancılık çekmeden memleket havasını burada da aldınız, hadi iyisiniz. KULTURA
65
YASAK ŞEHİR Eğer daha eski tarihi arıyorsanız; yani Çin kültürünün kalbini, doğru yerdesiniz. Zira son 5 asrı içeren ve Çin tarihinde sağlam yeri olan Ming Hanedanlığı’nın evi, imparatorluk sarayındasınız. Burada görevlilerden detaylı bilgileri zaten alacaksınız, ama şunu belirtmek gerekir ki, avlularıyla, bahçesiyle, meydanlarıyla inanılmaz büyüklükte. Hatta yanılmıyorsam dünyanın en büyük sarayı, bu tarihi iyice hatmedin. Hani memlekete döndüğünüzde, anlatacak hikayeleriniz buradan çıkabilir. Bana ilginç gelen, sarayın bütün cephelerinin güneye dönük olmasıydı. Görevli arkadaş -Edward’dı bizimkisi- o dönemdeki akıncı saldırılarının hep kuzeyden gelmesi yüzünden, adamlar kuzeyi uğursuz saydı, illallah etti ve yönünü güneye dönecek şekilde inşa ettiler demişti. Günahı onun boynuna, ben size iletmiş olayım.
CENNET TAPINAĞI
Adının hakkını veriyor burası. Tamam şekilli, güzel tapınak da... Girer girmez sabah sporu yapan, Güneş’i selamlayan Çinli teyzeleri görünce hakikaten cennet tribine giriyorsunuz. Yeşillerin içinde tarihi bir tapınak, dikine bir kubbe özünde. Aslında buraya anlamını katan mekan mı, yoksa oraya gelip
66
KULTURA
gelenekleri yaşatan insanlar mı bilemedim. Çalgılar, geceyi gündüzü selamlayanlar, üç tel sakalını uzatıp türlü şekil veren dedeler, topaç oynayan bebeler. Acaip bir kafa var buranın doğasında. Doğa demişken zaten konumu çok güzel, bir de hediyelik dükkanlarda çay var. Alın bence, yeni tatlar lazım.
YEMEKLER, ÜSTÜNE BİR DE ÇAY
“Ben illa çubukla yiyeceğim” demeyin, ben zorladım, üç gün aç kaldım.’’
Çay demişken, Çinlilerin çay anlayışı bizden oldukça farklı aslında. Hani bizde keyiftir, muhabbettir, kıtlanır, hararet alır. Bu arkadaşlarda su niyetine gidiyor. Sokakta pet şişeden çay içenlere rastlamanız oldukça normal. Gelelim yemeklere... Bu noktada hangi yolu takip edeceğiniz size kalmış. Otelin sundukları ya da fast food zincirleriyle beslenebilir ya da kendinizi akışa bırakabilirsiniz. İki kritik nokta var yalnız.
Mor renkli bir yumurtayı -yumurta olduğuna inandırdım kendimi, evet- yemenin başka yolu yok. O yumurta ye-ne-cek !
1- Asla gaza gelip “ben illa çubukla yiyeceğim” demeyin. Turist olduğunuzu biliyor çatal kaşığı koyuyorlar önünüze, zorlamayın. Ben zorladım üç gün aç kaldım. Dördüncü günde çubuk olayını çözünce yedi tas tavuk pirinç yemişim. Mide fesadı geçiriyordum. 2- Yemeğin şekline bakıp burun kıvırmayın. Madem bir yola girdiniz, icabında kapatın gözünüzü “Ya Allah” deyip yutun.
ESNAFIN EN YAMANI PEKİN’DE Gündelik hayata dönersek, asla ama asla yanınızda işin piri olmadan pazarlık yapmayın. Kabaca özetleyeyim: Biblo alacaksınız, pazarlık şöyle yürüyor. Esnaf hesap makinesine 100 yazıyor, siz 50. Aman Allah’ım sanki hakaret ettiniz, ayılıp bayılmalar teyzemde. En son 70’te el sıkışıyorsunuz. Tebrikler kazığın dik âlâsını yediniz. Olması gereken senaryo ise şöyle : Satıcı teyzem 100 çekti, 10 dediniz. Teyzem bayıldı 80 yazdı, siz 10 dediniz yine. Teyzem felç geçirirken 50 yazdı, siz 10’da ısrar ettiniz. Teyzem “Allah belanı versin” bakışıyla 10 liranızı alıp bibloyu verdi.
İşte şimdi başardınız, tebrikler! Bir nevi pazarlığı 10 katından başlatma hastalığı var yerel ensafın, aman dikkat. Pekin’de hayatta kalma rehberini tamamlamış bulunmaktasınız. Unutmayın; bilet fiyatlarını saymazsak, ucuz ve keyifli bir ülkedesiniz. Tadını çıkarın, uzak doğu kültürünü, doğayı, insanları tanıyın. Fırsatınız olursa parayı basıp günübirlik Şangay ya da Hong Kong’a bile uğrayabilirsiniz. O bütçeye bakar yalnız, tuzlu olabilir. Görüşmek üzere, esen kalın.
KULTURA
67
Gömülü Dev Kazuo Ishiguro Nagasaki doğumlu, İngiliz vatandaşı Japon yazar Ishiguro’nun Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan beşinci kitabı olan ‘Gömülü Dev’, 1500 yıl öncesinin Britanya’sında kayıp oğullarını arayan yaşlı çift Axl ve Beatrice’in zorlu yolculuk öyküsünü anlatıyor. Yazar, daha önceki eserlerinde de olduğu gibi bu romanında da hafızanın bastırılması, geçmişle yüzleşme temalarını bu romanında da ele alıyor, ancak bu kez bireysel değil toplumsal hafızanın geçmişteki kültürüyle yüzleşmek yerine unutmayı tercih etmesine değiniyor. New York Times yazarı Alexandra Alter’in, “George R.R. Martin ve Tolkien’in topraklarında geçiyor” diyerek bahsettiği roman, ünlü çevirmen Roza Hakmen’in çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları’ndan yayımlandı.
Kayıtsızlık Şenliği Milan Kundera Can yayınlarından çıkan ‘Kayıtsızlık Şenliği’, Milan Kundera’nın 2003 yılında yayımlanan ‘Bilmemek’inden sonra beklenmeyen bir anda çıkan yeni romanı. Kaybolan annesiyle konuşan Alain’in, işsiz bir oyuncu olan Caliban’in, hayali bir kukla oyunu yazmak olan Charles’ın, narsisist bir kişilik olan D’Ardelo’nun ve mutluluğun peşinde koşan Ramon’un, beş arkadaşın hikayesi ‘Kayıtsızlık Şenliği’. Yazar kendi evreniyle karakterlerin evrenini, hayalle gerçeği, şimdiki zamanla tarihi geçmişi birbirine katarak bambaşka bir gerçekliği önümüze seriyor.
Zamanın Kızı Josephine Tey Polisiye Yazarları Birliği tarafından tüm zamanların en iyi polisiye kitabı seçilen ‘Zamanın Kızı’, tempolu ve zekice işlenmiş kurgusuyla bize tarihin, yaşanan gerçeklere göre değil de iktidarın gerçeklerine göre yazıldığını anlatan bir eser. İpuçlarının, kanıtların az olduğu, tanıkların hepsinin artık ölü olduğu, hatta katilin bile birkaç yüzyıl önce ölmüş olduğu bir vakayı anlatan ‘Zamanın Kızı’, Josephine Tey tarafından ustaca kotarılmış bir roman. ‘Zamanın Kızı’ ülkemizde April Yayıncılık tarafından okuyucularla buluşturuluyor.
68
KULTURA
Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu Selim İleri 1874-1980 yılları arasında yayımlanmış, tabiri caizse ince elenip sık dokunarak ortaya çıkarılmış 229 seçkin eseri içerisinde barındıran Selim İleri’nin ‘Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nun samimiyeti ve kalitesi ile öne çıkıyor. Yazar, 1980 sonrası edebiyatımızla ilgili fikirlerini şu sözleriyle belirtiyor: “Çok fazla eşim, dostum ve onlarla gönül bağım var. Bazı kitaplarını sevmediğim halde kendi kendimi kandırıp acaba yazar mıyım endişesi taşıyorum.” Edebiyatımızdaki ilk denemelerden yakın döneme kadar yazarın seçtiği eserlerdeki üslup çeşitliliğinden, romanlarımızdaki tarihi gelişime, inceliklerine kadar ulaşabileceğimiz eşsiz bir kaynak.
Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler Sinan Canan Sinan Canan’ın 15 yıldan fazla zamandır yazıp, anlattığı konuların özetini ve ana fikirlerini içeren ‘Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler’, kendi içerisinde “Bize dair”, “Bilime ve İnanca dair” ve “Kaos’a dair” olmak üzere üç ana bölüme ayrılmış. Kitabın büyük bir kısmını genç okuyuculara yönelik bir şekilde kaleme almış olan yazar, fikirlerin birçoğunun kendi deyimiyle “tohum” niteliği taşıyan görüşler olduğunu belirtiyor. ‘Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler’ için yazarın daha önce yayımlamış olduğu “Fraktal Düşünceler” adlı kitabının daha genişletilmiş ve tekrar elden geçirilmiş bir hali diyebiliriz. Tuti Kitap’tan çıkan ‘Kimsenin Bilemeyeceği Şeyler’ ilk kitaba göre 10 civarında yeni başlık daha eklenerek okuyucusuyla buluşuyor.
Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikayesi Ertuğrul Özkök Ertuğrul Özkök ‘Tuhaf’ isimli kitabıyla çıkmış olduğu yola ‘Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikayesi’ isimli yeni kitabıyla devam ediyor. İlk kitap ‘Tuhaf’ta yüzleştiğimiz ikilemle ‘Tuhaf Bir Çocuğun Fevkalade Hikayesi’nde tekrar yüzleşiyoruz. “Tuhaf olan kimdir? Biz mi, yoksa öteki mi?”. Ka Kitap’tan çıkmış olan eser dokuz yaşındaki bir çocuğun seri katile dönüşünü, çocuğun dünyasındaki perdeleri aralayarak anlatıyor. Yazar, hayatın bilindik sürecine zıt yönden bakarak, hayatın değil de ölümün nerede bittiğini bulmaya odaklanırken bunu bize yalnız kalmış bir çocuğun hüzünlü üslubuyla aktarıyor.
KULTURA
69
Hayatımızdaki Psikopatlar Jessica Fellowes, Kerry Daynes Hayatımızın her tarafını psikopatlar sarmış durumda. Belki patronunuz, belki de asistanınız. Çocuğunuzun, sevgilinizin ya da en güvendiğiniz dostunuzun ağzınızı açık bırakacak şekilde sizi şaşırtacak bir tutum sergilemesi gibi örnekleri çoğaltabileceğimiz durumlarda etrafınızdaki psikopatları teşhis etmenize yardımcı olacak olan ‘Hayatımızdaki Psikopatlar’ NTV yayınları tarafından yayımlanmış. Hayatımızdaki psikopatların erkek ya da kadın, zengin ya da fakir olabileceğini ancak, psikopatların tek ortak özelliğinin toplulukları dahi etkileyebilecek yığınla duygusal anormallik ve antisosyal davranışlar sergilemek olduğunu söyleyen kitabın yazarları ise Jessica Fellowes ve Kerry Daynes.
Hikâye Peşinde Koşan Padişah N. Ahmet Özalp Ülkemizde 1925 yılından bu yana hiç yayımlanmamış olan eser aslında ağırlıklı olarak birçok kez Bollywood sinemasına ilham kaynağı oldu. Ahmet Özalp’in günümüz Türkçesine çevirisiyle yapılan bu baskı yani Hâtem-i Tâî Hikâyeleri dünya genelinde halen güncelliğini sürdürebilen, biçimleri değişse de sürekli yeniden üretilen bir klasik olarak kabul görmekte. Hikâyeler on üçüncü yüzyılda geçmektedir. Basra Padişahı Hâtem-i Tâî’nin, bir hikâyeyi öğrenebilmek adına, bulunduğu noktadan üç ay sürecek mesafede gidilecek yolu olan Rey şehrine yaptığı yolculukla başlar. Ancak bu hikâyeyi öğrenebilmek için bu yolculuk yeterli olmayacaktır. Padişah aynı mesafede beş ayrı şehre daha gitmek zorunda kalacaktır. Böylelikle üç yılı aşkın bir serüven kademe kademe en sonunda bir romana dönüşür.
Kara Kitap 25 Yaşında Orhan Pamuk Yazarlığa 1974 yılında başlayan Nobel Ödüllü yazar Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı 25 yaşında. 1992 yılında Ömer Kavur’un yönettiği ‘Gizli Yüz’ isimli filmin senaryosuna, içinden bir bölümüyle esin kaynağı olan “Kara Kitap” yayımlanışının 25. Yılında özel bir baskıyla yeniden okuyucusuyla buluşuyor. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış olan eser içerisinde romanın yanı sıra Orhan Pamuk’un büyük bölümü hiçbir yerde yayımlanmamış el yazması sayfaları, çizimleri, ilk baskısına son anda ekleyip çıkardığı paragraflar, cümleler ile kitabın bilmecelerini gün yüzüne çıkaran yazı ve karalamalarını da içerisinde barındırıyor. Galip kaybolan karısı Rüya’yı bir gün İstanbul’da aramaya başlar. Hayranlık beslediği yakın akrabası Celal de bu arayışta kendisine yardım edecektir. Galip’in kaybolan karısını aramasına okur olarak eşlik ederken aynı zamanda farklı insanları ve mekânlarıyla İstanbul’a bir başka tarafından bakarak şahitlik edeceğiz.
70
KULTURA
Barbarın Kahkahası Sema Kaygusuz Hiçbir trajedinin kişisel olmadığını, sirayet edip zamanla bulaştığı her şeyin kokusunu ve rengini değiştirdiğini anlatan 1972 doğumlu yazar Sema Kaygusuz’un Barbarın Kahkahası adlı romanı Metis Yayınları’ndan çıkmış bir eser. Bir motelde dinlenme anının hiç beklenmeyen bir zamanda ve kötü şekilde kesilmesi moteldeki insanlar arasında hesaplaşmalara, gerginliklere, bugüne kadar ses çıkarılmamış olan acıların gün yüzüne çıkmasına sebep olur. Tüm bunlar yaşanırken bir ergenin el yordamıyla, hoyrat ve fütursuzca erkekliğe ilk adımı atma çabaları da eklenir. Üslubu artık okurları tarafından rahatlıkla tanınan yazar, Barbarın Kahkahası’nda gerilimi sonuna kadar sürdürmeyi başarıyor.
Brezilyalı Kanarya Alper Gencer Otuzlarına gelmiş, futbolu tam da hayatlarının orta yerine koymuş olan etnik ve kültürel bakımdan birbirinden farklı sekiz kişiden oluşan bir halı saha takımının, bir edebiyat öğretmeni olan Bayram Hoca ile tanıştıklarında hayata dair bakış açılarını sorgulamalarının hikayesi. Bir futbol hikayesi. Bu takımın bir araya gelmesine neden olan ise hem karakteri hem de harikulade oyun tarzıyla efsaneleşmiş, eski Fenerbahçeli, Brezilyalı futbolcu Alex De Souza. Alper Gencer’in bu samimi ve bizi bizimle yüzleştiren eseri Tuti Kitap’tan çıkmış.
Obsesif Chevy Stevens 32 yaşında bir emlakçı olan Annie O’Sullivan o gün bir ev satmak, annesiyle yapmış olduğu son tartışmayı unutmak ve erkek arkadaşıyla olan akşamki randevusuna zamanında gidebilmek istiyordu. O gün satmak istediği evi gezen fazla müşteri olmasa da son anda evi gezmeye gelen bir müşteri sayesinde kendini şanslı hissetti. Annie çok uzaklardaki bir dağ kulübesine bir yıldan daha fazla bir süre alıkonulmak üzere kaçırılışını bir psikiyatriste anlatma kararı alır. Kararı doğrultusunda seanslar süren ziyaretler başlar. Bu seanslar sayesinde yavaş yavaş hayatındaki eksik parçalar yerine oturmaya başlar ve vakayı üstlenen bir dedektifle bulduğu bir ipucu sayesinde korkunç sürprizle yüzleşir. Yayınlandığı ülkelerde önemli övgüler alan Chevy Stevens’ın Obsesif’i ülkemizde Koridor Yayıncılık tarafından yayımlandı.
KULTURA
71
Avengers: Age of Ultron (Yenilmezler: Ultron Çağı) Bu yılın en çok merakla beklenen filmlerinden biri olan Avengers: Age of Ultron Mayıs ayının ilk haftasında izleyicisiyle buluşuyor. Barışı sağlayabilmek adına bekletilen bir sistemi yeniden başlatmak isteyen Iron Man için işler hiç de umduğu gibi ilerlemez. Böylelikle Avengers ekibi tekrar bir araya gelir. Ünlü aktör James Spader ise bu devam filminde insanlığı yok etmeyi hedeflemiş olan Ultron’a sesiyle hayat veriyor. 250 milyon dolarlık devasa bütçesiyle izleyicisine bugüne kadarki en aksiyonlu dakikaları yaşatacağını iddia eden filmin yönetmen koltuğunda ise ilk filmde olduğu gibi yine Joss Whedon oturuyor.
The Salt of the Earth (Toprağın Tuzu) Uzun yıllar boyunca insanlığın yaşadığı ve şahit olduğu önemli olayları fotoğraflayarak, belgeleyip ölümsüzleştiren fotoğrafçı Sebastião Salgado, bakir diyebileceğimiz toprakların, yani Vrangel Adası, Batı Papua ve Brezilya’nın Panatanal bölgesi gibi yerlerin keşfini yaparak çekimlerini sürdürür. Bu sıra dışı yolcuğu için ekibine oğlunu da dahil eden Salgado yolculuğuna The Salt of the Earth’le bizi de davet ediyor.
Posthumous (Aşkı Bulunca) Ölmüş olduğuna dair iddiaların gündeme düştüğü sanatçı Liam Price ortaya çıkarak bu iddiaları yalanlamak istemez. Bunun sebebi yaşadığının bilindiği dönemlerde ilgi görmeyen eserlerinin satışları bir anda patlamasıdır. Bu durumu sürdürebilmek için, Liam Price yeni hayatına erkek kardeşinin kimliğine bürünerek devam eder. İntihar eden ressam hikayesi gazeteci McKenzie için harika bir haber malzemesidir ve McKenzie ünlü ressamın kardeşi sandığı Price’la iletişime geçer. Price, McKenzie’den çok etkilenir ancak ikilinin ortada aşmaları gereken büyük bir yalan vardır.
72
KULTURA
Toz Ruhu Arabesk müzik sevdalısı Metin hayatını gündelikçilik yaparak kazanmaktadır. Hayranlık beslediği arabesk müzik için besteler yapan Metin’in yeğeni Ümit askerlik tayini için İstanbul’a gelir ve Metin’i ziyaret eder. Her ne kadar bu ziyaret de Metin’in hayatında bir duraksamaya sebep olsa da Metin’i asıl alt üst eden çalıştığı yerdeki diğer gündelikçi Neslihan’ın eve gelmesi olacaktır. Sonrasında ise küçük dünyasında mutlu olan Metin hiç beklemediği bir teklif alır. Bir televizyon programı onu konuk olarak çağırmaktadır.
Inherent Vice (Gizli Kusur) Özel dedektif Doc Sportello’nun hikayesi 1980’lerin sonu Los Angeles’ında geçiyor. Doc Sportello’nun uzun süredir görmediği kız arkadaşı kaybolmuştur ve kendisinden davayı çözmesi istenmiştir. İşi kabul eden Sportello dava sürecinde ilerledikçe işlerin daha karmaşık bir hal aldığını fark eder ve artık bu gizemli olayın çözülmesi odaklanılması gereken hedef olmaktan çıkar. Thomas Pynchon’ın romanından uyarlanan filmin hem senaristi hem de yönetmen koltuğunda oturan isim ise “There Will Be Blood”dan hatırlayabileceğimiz Paul Thomas Anderson.
Soma 301 Geçtiğimiz yıl büyük bir faciayla sonuçlanan Soma’daki maden kazasını beyaz perdeye taşıyan Soma 301’in senaristliğinin yanı sıra yönetmenliğini de Ahmet Faik Akıncı üstleniyor. Filmin oyuncu kadrosunda ise Turan Ustabaş, Hümeyra Şare, Burcu Küçük ve Metin Yüksel gibi isimler yer alıyor.
KULTURA
73
Terkedilmiş Organ mafyasının pençesine düşmüş Suriyeli bir ailenin yaşadıklarından yola çıkan film daha sonrasında birbirinden apayrı karakterleri olan 9 farklı kişinin sanatoryumda kesişen hayatlarını ve yasadışı bir operasyonu konu alıyor. Filmin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini üstlenen Korhan Uğur’un 2. uzun metraj sinema filmi olan Terkedilmiş, bize yönetmenin 2009’da çektiği Öldür Beni’den bu yana ilk kez ve bir kez daha yönetmenin gözünden bir hikayeye tanık olma şansı tanıyor.
Mad Max: Fury Road (Çılgın Max: Öfkeli Yollar) İlk filmi 1979’da çekilmiş olan ve kült haline gelen Mad Max serisi, 4. Film Mad Max: Fury Road ile çok uzun bir aradan sonra sevenleriyle buluşuyor. Mad Max serisiyle post-apokaliptik türünün yaratıcısı olarak kabul edilen yönetmen George Miller’ı 30 yıl aradan sonra tekrar Mad Max’in yönetmen koltuğunda görürken, filmin başrollerinde ise Tom Hardy ve Charlize Theron yer alıyor.
Tomorrowland Konusu hakkında çok fazla bilgi sunulmayan Tomorrowland’in fragmanını izlediğimizde, filmin bilim-kurguyla fantastik öğeleri harmanlamış ve aksiyonuyla da seyircisini fazlasıyla mutlu edecek gibi görünen bir yapım olduğu izlenimini alıyoruz. Filmin oyuncu kadrosunda George Clooney ve House dizisinden hatırlayacağımız Hugh Laurie bulunuyor. Filmin yönetmeliğini ise Brad Bird üstleniyor.
74
KULTURA
It Follows (Peşimdeki Şeytan) Sıradan bir hayat geçiren Jay arkadaşıyla bir gün şehrin dışında bir harabeye gider ve bir müddet sonra kendini bayılmış bir şekilde yerde bulur. Bu olaydan sonra kendisinin takip edildiğini fark eden Jay, arkadaşlarıyla birlik olur ve kim, kimler ya da neler tarafından takip edildiğini bulmaya çalışır. Bu ürkütücü filmin Cannes Film Festivali’nde övgüyle karşılandığını da belirtelim.
Hayalet Dayı Ozan ve Caner uzun uğraşlar sonucu kelepir bir ev bulur ve yerleşirler. Kısa süre sonra evde yalnız olmadıklarını fark ederler. Arafta kaldığı için onlarla beraber aynı evde ikamet eden hayalete evde kendi huzurlarını da bulabilmek için yardım etmeye karar verirler. Yönetmenliğini Ali Yorgancıoğlu’nun yaptığı filmin oyuncu kadrosunda ise Settar Tanrıöğen, Caner Özyurtlu ve Ozan Özcan gibi isimler yer alıyor.
Aloft 64. Berlin Uluslararası Film Festivali’nde Altın Ayı Ödülü’ne aday gösterilen ve prömiyeri Berlinale’de yapılan Aloft, ünlü bir sanatçı olan Nana’yla 20 yıl önce terk etmek zorunda olduğu oğlunun kesişen hayatlarını konu alıyor. Filmin başrolünü ünlü aktris Jennifer Connelly, senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen isim ise Claudia Llosa üstleniyor.
KULTURA
75