meçhul Mehmet Emin Katırcı
meçhul Babaya Hasret Bİr Ömür :
Eren Aysan Söyleşİsİ Behçet Aysan’ın kızı şair, yazar ve dramaturg olan Eren Aysan bugüne kadar kaleme aldığı çeşitli eserlerle birçok ödüle layık görülmüş ve edebiyat dünyasında adından sıkça söz ettirmiştir. “Vesikalık Fotoğraf” adlı eseriyle şiir dalında aldığı Cemal Süreya Şiir Ödülü ve son olarak “Gece Uyurken” adlı eseriyle aldığı “Yunus Nadi Ödülleri En İyi Roman Ödülü” sanatçının her iki sanat dalında da etkinliğini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Kendisine sorduğumuz Behçet Aysan’la ilgili soruları büyük bir içtenlikle cevaplayan ve desteğini bizden esirgemeyen Eren Aysan’a bir kez daha teşekkür ederiz. O halde söyleşimize başlıyoruz… Mehmet Emin Katırcı: İlk olarak anneniz ve babanız arasındaki aşkı sormak istiyorum. Ahmet Say’ın aktardığına göre babanız annenize olan aşkını “kuşum o benim, kuşumdur o benim.” diye anlatırmış. Bize nasıl tanıştıklarını, nasıl evlendiklerini ve gözlemlediğiniz kadarıyla aralarındaki derin aşkı biraz anlatır mısınız? Eren Aysan: Annemle babam üniversite öğrencisi o zamanlar… Babam Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde, annemse Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Türk Dili Bölümü’nde öğrenimlerini sürdürüyorlar. Bir akşam tiyatroda, ortak bir arkadaşları aracılığıyla tanışıyorlar. Sonra babam tek kelimeyle annemin peşine düşüyor. Her gün soluğu Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde alıyor. Siyasal hareketin içinde olduğundan, arkadaşları önce okulun önünde nöbet tuttuğunu sanıyor. Düşünsenize, biri yirmi bir, diğeri ise on dokuz yaşında… Neredeyse birlikte büyüdüklerini rahatlıkla söyleyebiliriz. Önce aşk, sonra uzun yıllar
boyunca süren bir dostluk... Birlikte pek çok sıkıntıyı omuzlayarak taşımışlar. Babamın cezaevi günlerini, sonrasında okuldan uzaklaştırılmasını, geri dönmesini de içine alarak söylüyorum, büyük bir mücadelenin içinden geliyorlar. Bu nedenle temeli sağlam bir evlilikleri oldu hep. M: Babanız koyu bir Selda Alkor hayranıymış, bunun dışında babanızın “en sevdikleri” diyebileceğimiz diğer zevkleri nelerdi? Örneğin en sevdiği türkücü, en sevdiği film, en sevdiği yabancı oyuncu, en sevdiği yemek, en sevdiği şair, en sevdiği yazar vb. Kısacası Behçet Aysan’ın “en sevdikleri” nelerdi? E: Aslında onun Selda Alkor hayranı olduğunu bir dostu kaleme alınca öğrendim, ben de. Babam bir mübadil çocuğuydu. Bu nedenle Yunan müziğine bayılırdı. Evden sürekli rembetiko havaları yayılırdı mahalleye.Theodorakis’ten Manos Loizos’a kadar geniş yelpazedeki pek çok ismi ekleyebilirim sık dinlediği müzisyenler listesine. Leonard Cohen’i babam sayesinde tanıdım ve pek sevdim. Özellikle, “First We Take Manhattan” en sevdiği şarkılardan biriydi. Tom Waits’i de atlamamak gerekir. Eğer Tolga Abi (Çandar) eve gelip Ege türküsü söylerse, keyfi yerinde olurdu. Şiir okumaya, şiirle ilgilenmeye yeni başladığım dönemde, öncelikli olarak okumam için verdiği yedi şairden söz etmem yerinde olur sanırım. Daha sonra bu isimlerin kendi şiirinin de yapısını oluşturduğunu kavradım: Aragon, Neruda, Lorca, Rafael Alberti, Jose Marti, Yannis Ritsos ve Mevlana. Ardından da İranlı kadın şair Furuğ Ferruhzad’ın kitabını
tutuşturmuştu elime. İyi bir okur olduğu için hangi romancılara öncelik verdiğini bilmiyorum. Ama Kazancakis’in “El Greko’ya Mektuplar”ının ayrı bir anlamı vardı kalbinde. Gençlik yıllarının en büyük aktörünün Marlon Brando olduğunu, dolayısıyla da en sevdiği filmin “Rıhtımlar Üzerinde” olduğunu da biliyorum. Jack Nicholson ise çok sevdiği bir oyuncuydu. Elbette, bunlar ilk aklıma gelenler. M: Bilgi edindiğimiz kitaplarda ağırlıklı olarak babanızın tok, bir diğer tabirle “davudi” sesine vurgu yapılıyor sık sık. Bir diğer önemli husus ise sert bir mizaca sahip olduğu kanısı. Babanız sert biri miydi veya öyle mi görünürdü? Size karşı tutumu nasıldı? E: Sorunuzun tam tersine babam son derece naif bir adamdı. Dürüsttü, yola çıkılacak kişiydi ama sonda söyleyeceğini en başta söylediği için tartışmaya balıklama dalardı. Yumuşacıktı, bir anda sertleşirdi. Haksızlığa asla tahammül edemezdi. Mazlumun yanındaydı. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde hastaneye kan revan cezaevinden getirilen bir kızcağızın durumuna sinirlendiği için yanındaki jandarmayı tokatlamış, bu nedenle soruşturma geçirmişti. Bir süre İzmit’e sürgün edildi. Aynı zamanda bir psikiyatrist olduğu için büyüme çağında genç bir kız yetiştirmenin ne olduğunu iyi biliyordu. Baba – kız çok iyi anlaşırdık. M: Sanatçı bir babaya sahip olmak, sanatçıların yer aldığı bir sofraya oturmayı
veya çay sohbetinde bulunmayı beraberinde getiriyor. Evinize sık sık gelen veya sizin evlerine sık sık gittiğiniz sanatçılar kimlerdi? Onlar arasında en iyi anlaştığınız ismi öğrenebilir miyiz? E: Ankara, 12 Eylül’den sonra adeta sanatçı göçü verdi. Cezaevinden, sürgünden kurtulanlar ya 1402’lik oldular ya da işsiz kaldılar. Yaşamak için pek çok kişi İstanbul’a gitti. Bu isimlerin büyük çoğunluğuyla babamın büyük göçten sonra dostluğu devam etti: Özdemir İnce, Haydar Ergülen, Ercan Kesal, Cemal Süreya bir çırpıda sayabildiğim adlar. Ama Kafka gibi kendini bir taşrada yaşıyormuşcasına mahkum görenler, Ankara yazgısına sevdalı olanlar ayrılamadılar başkentten. Kendi kuşağıyla hep iyi ilişkisini sürdürdü: Ahmet Erhan, Akif Kurtuluş, Adnan Azar gibi… Kendinden önceki kuşakla da hep iyi anlaşmıştır: Ahmet Say, Ahmet Telli, Cahit Külebi, Vüs’at O. Bener, Orhan Asena… Bana gelince yukarda saydığım isimlere karşı hep özel bir sevgim olmuştur ama Ahmet Say’ı biraz daha ayırırım. M: Hazırlamış olduğunuz Bir Eflatun Ölüm (Behçet Aysan Kitabı) eserinde Abdullah Nefes’in kaleme aldığı anılarda, Abdullah Nefes “Biten Bir Aşkın Şiiri”ni üç kişi oturup şiiri saatlerce nasıl çözümlediğinizden bahsediyor. O geceyi bir de sizden dinleyebilir miyiz? Babanızın elinden çıkmış bir şiiri çözümlemek nasıl bir histi? E: Bir gün Abdullah Nefes elinde bir şiirle geldi evimize. Yazının babama ait olup olmadığını sordu. Elindeki babamın yazısıydı ama bir dostun defterine gecenin bir yarısı adeta “doktor” yazısıyla yazılmış
meçhul Mehmet Emin Katırcı
meçhul Babaya Hasret Bİr Ömür :
Eren Aysan Söyleşİsİ bir şiir eskiziydi. Birkaç saat şiiri çözmek için uğraştık. Keyifli bir serüvendi. Şiiri, toplu şiirlerin yer aldığı “Düello”ya koymadık ama bir edebiyat dergisinde yayımlandı. M: Babanızın sıra dışı yanları var mıydı, size veya çevresindekilere ilginç gelen yönleri nelerdi? Bunun yanında “bunu böyle yapmasına hayrandım” dediğiniz özelliği neydi? E: Babam renkli bir kişilikti ama bunu güçlendiren dostluklarıydı sanırım. Her kesimden çok değişik, hatta akla gelmeyecek kişilerle özel bir ilişkisi vardı. Bu kadar güçlü bağları oluşturabilmek için güvenilir bir kişi olmak gerekiyor sanırım. Belki de geçmişte daha önyargısız, samimi ve çıkarsız ilişkiler kurabiliyordu insanlar. Kim bilir? M: Biraz da kıymetli annenizi tanımak isteriz. Nasıl bir kadındı biraz bahseder misiniz? Zevkleri, bakışları, genel olarak kişiliği nasıldı? E: Annem bir dilbilimciydi, dilimize katkısı büyüktü. Pek çok sözlük çalışması vardı: İlkokul Sözlüğü, Türkiye’de Kadın ve Erkek Adları Sözlüğü, Kısaltmalar Sözlüğü Sanatçıların evlilikleri zordur. Annemin de incinmeye açık yanı vardı. Ama aklıyla sorunların bir biçimde üstesinden gelirdi. M: Hepsinin sizin için ayrı önem taşıdığını biliyoruz ancak, babanızın şiirleri arasında “benim için yeri çok ayrıdır” dediğiniz bir şiir var mıdır/ hangisidir? E: Babam dinletilerde kitabını tesadüfen açar ve hangi şiir çıkarsa onu okurdu. Yani yazdıklarını ayırmazdı diğerinden… Ben de
ayıramıyorum şiirlerini… Ama “Deniz Feneri” kitabını çok severim. M: Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden mezunsunuz. Dramaturg olarak görev aldığınız Devlet Tiyarotları’nda 2006 yılında askerlik meselesi sebebiyle başınızdan tabiri caizse “trajıkomik” bir olay geçmiş. İsminiz kaynaklı erkek sanılmanız ve sonrasında yaşanan gelişmeler… Olay tam olarak nasıl gelişti ve bu süreçte başınızdan neler geçti? E: Evet, aradan epey zaman geçti. Davayı kazandım ve döndüm çalıştığım Devlet Tiyatroları’na. Şimdi geçmiş günleri zaman kaybı olarak görüyorum yalnızca. Aslında son derece basit olan bir süreç karmakarışık durumlara evrildi. Ne yazık ki yaşadığımız hukuk garabetleri ülkemizde siyasi davalarla sınırlı değil. Bunlar, bu tarz davalar, ülkemizde hepimizin, bütün yurttaşların yaşadığı büyük sorunlar... Açıkcası pek çok kamu davasında da hukuki olarak benzer sıkıntılar yaşanıyor. Ceza davaları, idari davalar, hatta vergi davaları ile ilgili büyük sorunlar nedeniyle herkesin tek kelimeyle sıtkı sıyrılmış durumda... Yalnız siyasi davalar değil, farklı alanlardaki davalarla da kamu hukukuna, bir vatandaşa verilen değere, insan olmanın erdemlerine defalarca zarar verildiğine yine birinci elden tanık oldum. Bunlar ne yazık ki komik değil, yaşayan birey için sıkıntılı bir süreç. M: Tiyatronun yanında bir de şairlik yönünüz var. Şiirlerinizde genel bir isyan hali ve keder göze çarpmakta. Bunun yanında geleneksel şiirlerde rastlamadığımız “FM, bill-board, şol” gibi kelimeleri şiirinizde görebiliyoruz
. “FM” gibi güncel bir tabiri bir şiirinizde, Yunus Emre’de sıkça rastladığımız “Şol” deyimini bir başka şiirinizde görüyoruz. Şiirinizdeki bu farklı üslup özellikle yapılan bir şey mi yoksa kendiliğinden gelişen bir durum mu? E: Şiir yazdığımı söylemeye zorlanan, hatta kendi yazdıklarıma utangaç bakan biriyim ben.. Dolayısıyla, “benim şiirim” diye bir söylem karşısında zorlanıyorum. Umarım bu duygumu ürettiğim her disiplin için ileride de sürdürürüm. Öte yandan şiire vurulmamın altında kendimi denetim altına alma güdüsü olduğunu hissedebiliyorum. Zor zamanlarda nefes almamı sağlayan bir olgu oldu: Yazmak... Kendimle ilgili konuşurken sıkılan biriyim... İsterim ki, Metin Altıok’un bir dizesi olsun yazdıklarımız: “Ben diyorsam bilin ki o sizsiniz...” Ayrıca şiirden uzaklaştığım bir dönemdeyim. Geçtiğimiz günlerde bir romanım okurla buluştu: Gece Uyurken ( Can Yayınları, 2014) Dolayısıyla kurmacanın daha fazla esiri olduğum bir sürecin içinden geçiyorum. M: Behçet Aysan’la başladık Behçet Aysan’la bitirmek isteriz. Bize babanızla yaşadığınız ve hiç unutamam dediğiniz birkaç anıdan bahseder misiniz? E: Ne acı ki, 2 Temmuz 1993 tarihinin öncesi, bir de sonrası var. Öncesinde gece gündüz evde, muayenehanesinde çalışan bir baba... Şiir üzerinde derinlemesine çalışan bir baba... Düşünen bir baba… Ardından ailesini şımartan bir baba var. Bir de televizyon ekranında ölümünü izlemeye mahkum edildiğim bir baba var, bütün bunların karşısında… Yanıt, kuşkusuz çok acı, ikisi de benim babam. Kısıtlı zamanın
içine sinmiş, ömür boyu silinmeyen anılarım var. İstanbul’a gidişlerimiz. Babamın sıcacık sesinin kulaklarımdan silinmediği ve aslında hep havada asılı durduğu anlar… Karne aldığımda beni kucaklamasının özlemi var, azalmayan. Gece geç saatlere kadar uzayan sohbetlerimiz. Kabulleniş duygusu sonra peşi sıra gelen. Yirmi iki yıl çok uzun bir zaman. Bir cinayetin, katliamın “eskimesi”ne yetecek kadar bir zaman. Bir ailenin yaşamı, eşini, kardeşini, babasını öldürenlerin ortaya çıkarılmasını istemekle mi geçer? Bunu ummakla, bunun için devlet katında, hukuk katında derin ve uzun bir mücadeleyle mi geçer? Ne yazık ki öyle… Bu da yaşadığımız ülkenin bir gerçeği… Kısa Soru ve Cevaplar: M: En sevdiğiniz yerli yazar? E: Üç Kemal ( Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir), Bilge Karasu, Vüs’at O. Bener M: En sevdiğiniz yerli şair? E: Nazım Hikmet, Ahmet Muhip Dranas, Turgut Uyar, Edip Cansever, Melih Cevdet Anday, Ahmet Erhan M: En sevdiğiniz yabancı yazar? E: Dostoyesvki, Cortazar, Calvino, Dino Buzzati M: En sevdiğiniz yabancı şair? E: Seferis, Lorca, Eluard, Rene Char, Furuğ Ferruzad M: Herkes bu kitabı okumalı dediğiniz kitap? E: Cortazar - Seksek, Calvino - Varolmayan Şövalye, Dino Buzzati - Tatar Çölü, Emil Ajar - Onca Yoksulluk Varken, Paul Auster Yanılsamalar Kitabı, Bilge Karasu - Gece