Meçhul Sayı 9 - Cahit Zarifoğlu

Page 1

Sayı 9 Nisan 2015 Fiyat: 2 TL

meçhul Aylık Fikir - Sanat Fanzini

• “Kırlarda Çiçekler Artık Bensiz Açacak” • Zarif Yürek • “Ne Çok Acı Var...”


meçhul 3

15

Şiir

Mehmet Emin Katırcı

6

Zarif Yürek Esin Esma Paksoy

8

“Ne Çok Acı Var...” Duygu Görür

10

Şiir

Çiçek Bitimi Murat Kılıçaslan

11

Bir Varmış Bir Yokmuş Gizem Bulut

13

Fantastik Öykü

Özgürlük Kanadı - III Zeynep Ulusoy

içindekiler

“Kırlarda Çiçekler Artık Bensiz Açacak”

Aşırı Hız ve Dikkatsizlik

Mesut Ateş/gil

15

Şiir

İsyan

Lacivert

Öykü

16

Kar

Kübra Karademir

18

Sinema

Busem Soydeğer

Gezi

19

Bir Duvarın İki Yakası: Berlin

Eren Özkan

Felsefe/Teoloji

21

Elçi - I

Alihan Varkan

Kapak Görsel: Bilal Kurt Tasarım: Alihan Varkan


meçhul Mehmet Emin Katırcı

“KIRLARDA ÇİÇEKLER ARTIK BENSİZ AÇACAK” Viyana… “Yedi Güzel Adam” şiirinde “Dirlik sevinçtir - göç içimizedir.” diyen şair sözlerimizi tam anlamıyla desteklemektedir. İlkokulu Şanlıurfa’nın Siverek ilçesinde okuyan şair, ortaokulu Maraş’ta okumaya başlar. Sonradan Kara Lise olarak nam salacak olan Kahramanmaraş Lisesi, aslında bir şairler ve yazarlar topluluğunun doğduğu mekân olacaktır. Cahit Zarifoğlu aynı lisede Mehmet Akif İnan, Erdem Bayazıt, Rasim Özdenören ve Alâeddin Özdenören’le arkadaşlık hatta kardeşlik hukukuyla haşır neşir olmuştur. Sokaklarda Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Necip Fazıl, Ece Ayhan şiirleri okuyan, gün ışıyana kadar karşılıklı edebiyat sohbetleri yapan bu ekip içerisinde içine en kapanık, en suskun olan kişi tahmin edileceği üzere Cahit Zarifoğlu’ydu. Cahit o kadar durağan ve içine kapanıktır ki, bu durum okulda onun hakkında “aşk acısı çekiyor ondan böyle suskun” dedikodularına sebep olmaya başlamış, Cahit’in hastalıklı hali arkadaşları arasında da sürekli konuşulur hale gelmişti. Aslında Cahit bütün bir insanlıktan kaçma uğraşı içindedir. Bir bilge gibi sürekli sakin ve suskun olması bir süre sonra dostlarının onu “Aristo” olarak çağırmaya başlamasına neden olacaktır. Cahit artık “Aristo Cahit” olarak anılmaya başlamıştır Kara Lise’de. Tüm arkadaşları yazıp çizmesine ve bunları çeşitli sohbetlerde dillendirmelerine rağmen Cahit gene pasif bir tavır takınmakta, yazdıklarını dostlarıyla paylaşmaktan çekinmekteydi. Öyle ki Erdem Bayazıt bu durumla ilgili “Lisede gizli gizli şiirler yazardı, kimseye söylemezdi.” diyordu. Bu gizliliği aşikâr eden kişi ise Rasim Özdenören olur, Cahit’in bir şiirini İstanbul’a dönemin dergilerinden birine postalar. Sonucun ne olduğu, şiirin dergilerde yer alıp almadığı bilinmese de artık Cahit’in gizli gizli şiirler yazdığı mutlak şekilde bilinmektedir. Sanatın suları çekilmiş, şiir adasının kıyılarına yeni bir şair vurmuştur, Abdurrahman Cahit Zarifoğlu… İçine çok kapanık olan şair bu karakteristik özelliğini ilerleyen yıllarda bir nebze aşacak ve

Kafkaslardan göçen bir aile ile başlar her şey. Kısacık bir ömre upuzun acılar sermiştir doğacak olan kişi. Hüznün miladı olacaktır 1940 yılı, ancak henüz vakit vardır buna. Kafkaslardan Anadolu’ya göç eden Zarifzadeler Maraş’a yerleşmiş ve böylelikle şairler diyarı olarak tanımlayabileceğimiz Maraş yeryüzünün en zarif şairine gebe kalmıştır. Mahkeme reisi olan Niyazi Zarifoğlu, Maraş’ın önemli ailelerinden Evliyazadeler’in kızı Şerife Hanım’ı kendine eş olarak seçer. Aileler görüşür, kız istenir ve nikâh kıyılır. Bu evlilik Niyazi Bey’in üçüncü evliliğidir ve son evliliği de olmayacaktır. Bu evlilik 1938 yılında ilk filizini verir ve Cahit’in abisi Sait dünyaya gelir. Sait üçü erkek biri kız olan dört kardeşin en büyüğü olacaktır. Sait’in doğumuna şahitlik eden Maraş maalesef Cahit’in doğumuna şahit olmayacaktır, zira bu mutluluk Niyazi Bey’in işleri sebebiyle gitmek zorunda kaldığı Ankara’ya nasip olacak ve Abdurrahman Cahit Zarifoğlu 1940 yılında dünyaya gelecektir. Küçük bedenini pamuklu kumaşlara saran, onu hep yanında tutan annesi onun hayatının en önemli simgelerinden biri olacaktır. Çünkü Cahit bir bakıma babasız büyümüştür. Babasına karşı öfke duyan Cahit henüz çocuk yaşta abisini baba bilmiş, kendisinden sadece bir buçuk yaş büyük olan abisi Sait “Baba Sait” olarak anılmaya başlamıştır. Annesiyle geçimsiz bir hayat süren babası başka bir kadınla evlenmiş ve böylelikle babadan yoksunluk tüm hayatı boyunca iç çektiği bir kedere dönüşmüştür. Bu yüzdendir ki Cahit tüm ömrü boyunca çocuk kalmış, çocuklar gibi kırılgan bir kalbe sahip olmuştur. Babasız geçen hayat ona güçlü olmayı zorla öğretmiştir. Cahit annesine yük olmamak için yemek yapmış, kopan düğmelerini kendi dikmiştir. İçinde sürekli bir “göç”ü taşıyan şair, hayatının büyük çoğunluğunu bir sürgün gibi yaşamış, çocukluktan itibaren farklı farklı yerlerde hayatını devam ettirmiştir. Ankara’da doğum, Siverek’te ilkokul, Maraş’ta lise, Eskişehir’de uçuş okulu, İstanbul’da üniversite ve dahası Almanya, Paris, 3


meçhul

çok farklı aktivitelere katılacaktı. Evde kimse kalmayınca radyodan klasik batı müziği eserleri dinleyip küçücük bir odada ruhunu arayan şair, dostlarıyla buluştuğu demlerde ise çok ilginç bir şekilde güreş topluluğuna katılıp güreş tutardı. Yine bir güreş buluşmasında oradaki arkadaşları arasında en güçlü ve kalıplı olan Halil’le eşleşmişti. Rasim, Alâeddin, Erdem hepsi Halil’in Cahit’i ilk hamlede alaşağı edeceğini düşünüyordu. Ancak soyadı gibi zarif olan şair incelikli bir teknikle Halil’in sırtını yere getirmişti. Ve yıllar sonra bu hikâyeyi anlatan Alâeddin Özdenören “Cahit şiir gibi güreş tutardı.” diyerek dostunu güreş konusunda bir kez daha onurlandıracaktı. Cahit’in tek tutkusu güreş değildi, o hep bulutlarla dans etmek istedi. Kuşlarla birlikte uçmak, gökkuşağına doğru hareket etmek, sonsuz mavilikte süzülmek… Göğün eşsiz cazibesi onu Maraş’tan kaçmaya zorladı ve Cahit lise ikinci sınıfta ötesini düşünmeden bavulunu eline alarak Eskişehir’e doğru yol aldı. En büyük hayali olan “Pilotluk” gayesine ulaşmak istiyordu. O dönemler Türk Kuşu Derneği, başvuran adaylar arasından yetenekli olanları seçiyor ve ücretsiz olarak uçuş kursu veriyordu. Cahit artık bir planörün koltuğunda göklerin hâkimiymişçesine süzülebilecekti. Eğitim alıp uçak kullanabilir düzeye gelen Cahit son bir sağlık kontrolüne girer ve bu kontrol uçuş kariyerinin sonu olur. Kontrolde Cahit’in gözünde ve kulağında rahatsızlık olduğu bu yüzden de uçak kullanma ehliyeti alamayacağı anlaşılır. Cahit’in kanatları kırılmıştır… Kısa süren uçuş serüveni beraberinde birçok sorunu ve daha derin yalnızlıkları doğurur. Okuldan kaçış sınıf tekrarını beraberinde getirmiş, Cahit’in tam üç yılı böylelikle buhar olup gitmiştir. Cahit arkadaşlarından üç yıl sonra liseden mezun olabilmiş ve ne ilginçtir bu süreçte edebiyat dersinden tekrara düşmüştür. Daha sonradan edebiyat kitaplarına konu olan bir şair, edebiyat dersinden sınıfta kalmıştır. Maraş’ta kaldığı bu sürede dönemin

valisinin isteğiyle gazetecilik yapmış, çeşitli edebi faaliyetlerde bulunmuştur. Lisenin bitimiyle birlikte de İstanbul’a gelerek, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne yazılır. Cahit gene uslu durmayacaktır, insanlardan belki de kendinden kaçacaktır. Öyle ki üniversiteyi tam on yılda bitirebilir ve on yıl sonra diplomasına kavuşur. Üniversite onun için oldukça sıra dışı ve dingin bir süreç olacaktır. Yazın evine dönmeyen şair bir kayıkçının yanında ücretsiz çalışarak zaman öldürürken, bir başka yaz tatilinde ise otostopla Avrupa’yı gezmeye başlar. Bu gezinti daha sonra bir Volkswagen arabayla devam eder. Tam anlamıyla suskun adamın deli çağlarıdır. Gezdiği ve hayata başkaldırdığı bu süreçte çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar yazar, şiirler yayımlar. Diriliş, Büyük Doğu, Papirüs yazı yazdığı bu dergilerden sadece birkaçıdır. Bu sırada görülmemiş bir işe imza atar ve dönemin en önemli şairlerinden Cemal Süreya’ya bir mektup yazar. Cemal Süreya bu sırada Paris’tedir. Bu mektupta şöyle bir soru sorar sormaktadır Cahit, Cemal Süreya’ya: “İstanbul’a döndüğünüzde sizinle ev tutup birlikte oturabilir miyiz?”. Paris’te bunaltılı bir ruh haliyle yaşayan Cemal Süreya tanımadığı bu genç adamın mektubunun “ölçüsüz” olduğunu düşünerek cevap vermez. Ancak Zarifoğlu’yla daha sonradan tanışırlar ve Cemal Süreya onun şiirinden büyük bir övgüyle bahseder. Cemal Süreya’ya mektup yazan ve ancak yıllar sonra karşılık alabilen Cahit Zarifoğlu bu sırada sürekli olarak Sezai Karakoç ve Necip Fazıl’ın konuşmacı olduğu meclislerde bulunuyor, hocası niteliğindeki iki şairin davasını kendi davası olarak benimsiyordu. Sezai Karakoç’tan fazla Necip Fazıl ile birlikte olan Cahit yine bir gün Necip Fazıl’ın evinde bir sohbet meclisindedir. Herkes pür dikkat üstadı dinler ama yerinde duramayan Cahit ayağa kalkar ve evin içinde dolaşmaya başlar. Necip Fazıl’ın kitaplığına bakan, plaklarını karıştıran şair “Aristo”dan sonra ikinci lakabını Necip Fazıl’ın nüktedan sözleriyle 4


meçhul

alacaktır. Cahit’in evin içinde dolaştığını ve kitapları karıştırdığını gören Necip Fazıl ona şunları söyler: “Yahu burada muhteşem bir konser varken sen notalarla meşgulsün artist.” “Artist” söylemi Nuri Pakdil tarafından da daha sonra tekrar dile getirilecek, Nuri Pakdil “Yedi güzel adam içerisinde en artist mizaçlı kişi Cahit Zarifoğlu’ydu.” diyecektir. Sonradan tahmin edilmeyecek derecede uçarı olan bu genç şair artık sanatının meyvesini verir ve ilk şiir kitabı olan İşaret Çocukları’nı baskıya yollar. Ancak bu kitap ekonomik anlamda onun çöküşü olacaktır. Tüm parasını İşaret Çocukları için harcayan şair maalesef bu meyvenin tadına bakamaz. Zira çok az kısmını dağıtabildiği kitabının büyük bir kısmını aracı olan bir arkadaşının dayısının yazıhanesine bırakmıştır. Emaneten bıraktığı kitapları birkaç ay boyunca almayan şair, bir süre sonra kitaplarının işgüzar dayı tarafından ısınmak için yakıldığını öğrenir. Genç şairin tüm sanatı bir sobanın içinde küle dönüşmüştür… Tüm olumsuzluklara rağmen yılmayan şair yazmaya devam eder. Kitaplarını sırasıyla çıkarır, gazetelerde yazılar yazar, okur mektuplarına cevap verir. Mavera dergisine gelen mektuplara cevap veren şair, mektuplara öyle samimi cevaplar verir ki, derginin sonunda yer alan okurlara yanıtlar derginin en arkadan başlanarak okunmasına sebep olur. İçinde sürekli yalnızlığı ve kimsesizliği taşıyan şair Necip Fazıl’ın müdahalesi ile bu yalnızlıktan kopar ve artık hayatı bambaşka bir seyre giyer. Üstat ona münasip bir eş bulmuştur. Bu eş üstadın hocası Abdülhakim Arvasi’nin soyundan Berat Hanım’dır. Necip Fazıl’la birlikte Van’a yalnız bir kalple giden Cahit, bu yolculuktan dolu bir kalple dönecek, kıyılacak nikâhta Cahit’in şahidi Necip Fazıl olacaktır. Berat Hanım böylelikle derin yalnızlık yarasına basılan tatlı bir pınar olacaktır. Bu evlilik üçü kız biri erkek dört evlatla şenlenecek, dünyada en sevdiği varlıklar

olan çocuklara, kendi çocuklarına kavuşacaktır. Berat Hanım, sobalı bir evde dört çocukla. Çok zengin değildirler, bir odada toplanan aile, yazılarını çocuk sesleri ve çay karıştırılırken çıkan sesler eşliğinde yazan bir baba, yorgun bir anne. Cahit farkındadır eşinin yorgunluğunun ve af diler ondan, gene en zarif şekilde… “Ey Berat hanım dersen ki / “Bu ne zalim adam / Halimi bilmez halden anlamaz / Küçük bir şeyi mesele yapar” / -Ne büyük yalan- / Doğrusu var hakkın / N’etsem n’apsam / Kollarını bilezik / Boynunu kordon / Ayağını hal hal donatsam / Yine hakkın kalır” Ve mutluluk bölünür doktorlarından gelen acı bir haberle. Cahit pankreas kanseridir. Elem dağları kurulmuştur gene tüm sevdiklerinin kalbinde. Günden güne erir, bir süre sonra yataklar olur meskeni şairin veya cehennemi. Sık sık dostları gelir ziyarete, onlara durumunun kötü olduğunu belli etmek istemez. Cahit, Rasim Özdenören’den fıkra anlatmasını ister, çocuklara gülümser. Yine ölümün yaklaşmasının verdiği hüzünle ona refakat eden Erdem Bayazıt’ın elinden tutar bir gün. “Erdem” der “Kırlarda çiçekler artık bensiz açacak.”. Hastalığı gittikçe ilerler şairin, acılar içinde uyumakta olduğu yatakta aniden uyanır, bu sefer ona refakat eden Rasim Özdenören’dir. “Rasim” der “Bir rüya gördüm, Necip Fazıl bana yirmi beş yıl sonra burada buluşacağız dedi.”. Cahit yanlış duymuştur rüyasındaki zamanı, Rasim Özdenören’in anlattığına göre yirmi beş yıl sonra değil, yaklaşık yirmi beş gün sonra vefat eder şair. Tanrı ona bir mesaj vermiştir hocası olarak gördüğü kişinin diliyle. Ve tüm tabiat 7 Haziran 1987 günü büyük bir kedere boğulur. Çünkü artık kırlarda çiçekler Cahitsiz açacaktır… Kaynaklar • Yaşamak / Bütün Şiirler / Menziller ve Cahit Zarifoğlu temalı beş belgeselden yararlanılmıştır. • Cemal Süreya - Günler 5


meçhul Esin Esma Paksoy

ZARİF YÜREK En mühim olayları olanca basitliğimizle anlattığımız, var olmanın, yaratılmış olmanın müthişliğini bir kenara atıp sık kullandığımız bir kelimedir tesadüf. Tesadüf der geçer gideriz küçük bir baş hareketiyle selam verir gibi… Tesadüf der bütün bir iradeyi yok sayarız farkına varmadan. Oysa hayatta tesadüf diye bir şey yoktur, hayatta tevafuk vardır. Eğildiler kulağına adını fısıldadılar. Tesadüf olamayacak kadar güzeldi adının baş harfleri, tesadüf olamayacak kadar güzeldi ACZ’iyetin. Tevafuk bu ya adının baş harf harfleri ACZ oluyordu, kaderin yokuşlu yolları ACZ’den geçiyordu. Bir kabulleniş vardı ACZ’iyetinde, yine en güzel sen açıklıyordun nedenini:

oldukların dahi vardı. Kadim dostun Erdem Beyazıt ne demişti sahi: “Bizim çocuklarımız bizden çok ona yakındı.” Görebildiğin, konuşup masallarını anlatabildiğin her çocuk ruhundaki hicrana merhem olurdu. Lâkin her çocuk güneşli günlere açamıyordu masum gözlerini. Kilometrelerce ötede küçücük ellerini siper olarak kullananlar vardı. Senin masallarından yoksundular belki ama en güzel şiirler yine onlara armağan edildi. Çocukların kırılacak her bir kaburga kemiği ruhunda bir çentiğe gebeydi. “Gül kokuları çocukların kaburga kırıklarından geliyor...” Tabiki vardı her sonucun bir nedeni. Bu çocuk sevgisinin, masalların bir hikmeti… Çocuklara duyulan bu karşılıksız sevginin sebebi kendi çocukluğundan kalma bir hikâyeydi.

“Hayat bir boş rüyaymış / Geçen ibadetler özürlü / Eski günahlar dipdiri / Seçkin bir kimse değilim / İsmimin baş harflerinde kimliğim / Bağışlanmamı dilerim”

“Babam canımı çökertiyor / Hep aynı tarlanın önünde”

Soyadının yüzü kızarırdı tevazun karşısında. Bir insanın zamana yayılan başarısına karşın zamanla yayılmayan mütevazılığı vardı tüm tavırlarında. Kul olmanın gerekliliklerini bilirdin ve yaşardın tüm kalbinle. Ah senin o zarif kalbin. Kapısından içeri adım attın mı şaşırır kalır insan, karar veremez gezmeye hangi odadan başlayacağına. Lakin hangi odaya göz atılsa birkaç oyuncak çarpar göze. Çocuk kalmış yanların dağılmıştır yine. Kimse toplamaya yeltenmez, kimse de bu dağınıklıktan şikâyetçi değildir üstelik. Aksine bu durumdan büyük mutluluk duyan küçük dostlara sahiptin. E kolay mıydı onların “Cahit Amca”sı olmak? Kolay mıydı çocuklara aşk ile bakmak?

Baba… Babası canını çökertmişti annesinden ayrılıp başka bir kadını zevce yaparak. İstediği, beklediği, hak ettiğini düşündüğü sevgiyi ömrünün sonuna kadar göstermedi babası. Mektuplarında, şiirlerinde, masallarında babasından yana tek bir sevgi sözcüğü yoktu Cahit’in. Sevgisiz bir çocukluk ve yalnızlık… Tek zanlı ise babasıydı. “Ne korkunç birikimdi çocukluğum” dedirtendi. Yalnızlık aynalarına baktığında gördüğü suret babasıydı. “...ah şu yalnızlık / kemik gibi / ne yana dönsen batar” Babadan hatıra kalan bu yalnızlık şiirlerinin başköşesine kuruldu. En güzel şiirlerini silkeledik mi yalnızlık tozları uçuşurdu etrafa. Sayısız savaşlara girişti, en derin yaraları gördü, en derin sularda yüzdü. Yoruldu, herkesten ve her şeyden yoruldu. “Sevmek de yorulur” dedi birkaç gün önce, sonra “Sevmekten yorulmaktayım” dedi.

“Aşk çocuklar parlayınca görülen ışıklardır” Çocuklara en iyi cilayı senin masalların atardı hiç şüphesiz. ACZ dolu şiirlerinle yarışırdı çocuklara anlattığın masallar. İçindeki çocuğun en masum yaramazlığıydı. Babalarından daha yakın 6


meçhul

Ümitsizlik, yorgunluk tarafından çevrelenmiş bir adaydı. Dört tarafında acı suları dans ediyordu. Kalbindeki çocukla ruhundaki dede savaştaydı adeta. Biri öğüt verirken diğeri sokağa çıkıp oynamak istiyor, biri ağaca tırmanmak istese diğeri ağrılarından dem vuruyordu.

mutfakta yemek oldun beni mi beklersin, camda kuş oldun bana mı şakırsın? Ey saadet hoş geldin, hoş geldin..! “Asmalarda güneş ve çocuklarımız / Çardakta ıslak ve ekşi uyur / Bacın bazlama yağlasın sahanda / Mutluyuz tüm dünyaya duyurulur”

“Ve gözüm eşyamda değil / Yoruldum maddeden”

Çocuk kalbi kendi evlatlarının ayak sesleriyle irkildi. Büyümenin vakti mi, yoksa onlarla eğlenmeli mi? İsimleri, eğitimleri düşünülmeli. 4 güzel evlat bahşedildi. Şimdi, tam da bugün bayram ilan edilmeli. Çocuklarına olan sevgisi anlatılmaya değerdi daha fazla zaman geçirebilseydi… Hayatta tesadüf diye bir şey yoktur tevafuk vardır. Tesadüf yaşamı basitleştirdiğimiz gerçeğidir. Oysa tevafuk hakiki gerçeği hatırlatır. Yoksa ACZ’in en büyük çocuğu Betül’ün, henüz 10 yaşındayken vefat etmesini sadece tesadüf mü açıklayabilir? Çocuk sevgisini, çocuk kalbini bu kadar iyi muhafaza eden birinin, çocuklarına doymadan göçmesi sadece tesadüf mü? Baba ilgisi görmeden büyüyen bir çocuk ve baba özlemi çekerek yetişecek çocuklar… Yoo yoo tek başına tesadüf tüm bu yükün altından kalkamaz. Daha büyük bir güç gerekli, içine yaratanı alan, kaderin, hayrın ve şerrin tek bir kişi tarafından geldiğini kabullenen bir kelime lazım tam da şimdi…

Öze kavuşan, gerçeği gören herkes gibi uzaktı maddelere. Bir kâğıt parçasının satın aldığı dünya ile uyuşmuyordu. Hayatın sınav olduğunu bilirdi, bu sınavda en büyük yanlış dünya nimetlerine verilen değerdi. Kalbi idarelik aşklar için tasarlanmamıştı. Zor ve çetin olmalıydı aşk onun için. Tıpkı hayatı gibi… Kalemi kınından çıkarıp yazacaksa şiirlerini, tehlikeli olmalıydı yoksa kolay aşklara her köşe rastlanırdı. Cenk demekti aşk onun için ve kaybedecekse değmeliydi… “Sevdiğim / Önce kemir bu tel örgüleri gövdemden / Geç derimin altındaki tehlikeleri / Yürek kızgın bir kuma devrilmeden / Yokla beni” Ve şairi tastamam edecek bir bayram sevinci, önce tel örgüleri gövdesinden kemiren bir sevgili. Hayatın götürdüklerine şükredilecek bir nimet. Bir kova kapıp şuralardan yıkamalı ayağını ılık bir suyla, soğuğa değmemeli elleri ve yorgunluk nedir bilmemeli bedeni. Bir baktı mı anlaşılmalı beğenip beğenmediği, bir baktı mı solan çiçekler dirilmeli.

Tam da şimdi tevafuk deme zamanı. Hayatın rastlantısal bir oyun olmadığını bilip, tesadüfü rafa kaldırma zamanı. Silkeleyin üzeri tozlanmış birçok kelimeyi ve altında yatan hazineyi keşfedin. ACZ’iyetimi mazur görün bu kadarını anlatabildi kalemim. Sizlere Zarifoğlu şiiriyle selam ederim:

“Çiçektozu üstümüz başımız / Bak sen geldin” Ey saadet sen şimdiye kadar kimle dans ederdin? Neden hep görmezden geldin beni? Bak güller açıyor kaldırımlarda, duymuyor musun bahar türküsü tutturmuş dilim? Ey saadet sen şimdiye kadar neredeydin? Bir gülüş gördüm ki aralandı bulutlar, selamını aldım güneşin. Ey saadet sen

“Evet, hatırladım Küçük basit şeyler Yetiyor kederlenmeye Ya mutluluğa” 7


meçhul Duygu Görür

“NE ÇOK ACI VAR...” “... Düşman mahalleye gelmemiştik. ... Birden içimizden dayak yemiş olan çocuk, ilerideki bir gurubu gösterdi. “İşte onlar” diye bağırdı. … Bizimkilerin durakladıklarını, hemen mi bir süre sonra mı ters yüz edip kaçtıklarını fark etmedim bile. Küçükleri bile benden iri olan bir grup çocuğun içine daldım. Bir iki tanesine vurdum. Düşmanlık yoktu içimde, içlerinden biri tahta bıçaklı kolumu tutmaya çalışıyordu. Başardı. Biraz daha iri biri, … elini enseme atınca kuvvetinin büyüklüğünden dizlerim çabucak bükülüverdi. Ona hiç zahmet vermemişti beni yere indirmek. … Gelirken bir savaşçı gibi gelmiştim. Dönerken bir yenik değildim, küçük bir filozof olmuştum. Çocuklar beni karşıladılar. Ama ben eve yürüdüm. Ne olurdu, beni görünce, konuşturmak için arkamdan gelmeselerdi, bir köşede toplu olarak dursalardı ve bana mahalleye gelmiş bir yabancıymışım gibi baksalardı.”

Bir orman kuruluyordu Afgan topraklarında, her ağaç kendi kanını taşıyordu köküne, kan kokmaktaydı ağaçların dalları. Mezar taşları, Afgan topraklarının yeşermeyen ağaçları… “Fidan gibi Demir yapılı çocuklar şehit fideliği” Üzgündü Cahit, zarif kalbini incitmişlerdi. Çocuklar ölmekteydi Afganistan’da, fidan boylu yiğitlerin alnı secdeye değil bir kurşun yarasıyla toprağa değiyordu. Üzgündü Cahit, kalbi Bedr’i tekrar yaşıyordu, sıkılan her kurşunda Hamza gibi sinesinden vuruluyordu. Bir ülke düşüyordu. Afganistan yanıyordu ve onunla birlikte de Cahit’in yüreği. Kravatlı adamlar gene yapmıştı yapacağını, gül bahçeleri talan edilmişti… “Şimdi üzgünüz arkadaş Yolumuza çıkmayın üzgünüz…”

Böyle başlıyordu ilk kavga, bir haksızlığa başkaldırı. Onu terk eden dostları için tek başına çocuk kalbiyle savaşıyordu. Ne öncesinde, ne de sonrasında durmuyordu kalbi, hak için, adalet için atıyordu. Onun mağlubiyeti bir galibiyeti doğuruyor, küçük çocuk bir anda kocaman bir filozof oluyordu. Kim bir çocuğun kalbinden daha güçlü olabilirdi?

Ve daha ne kadar acı göreceksin ey Filistin, ne kadar vuracaklar seni çocuklarından? İnfilak etmeliydi Cahit’in kalbi, onca acı varken nasıl yaşanabilirdi? Çocuklar ölürken hiç gülünebilir miydi? Filistin vuruluyordu her gün, duvarlara resimler kurşunlarla çiziliyordu, kan sızıyordu kalbinden Filistin’in. En çok Cahit’i acıtıyordu bu kan, onu boğuyordu, doluyordu tâ gırtlağına kadar. Bir anne için cehennemdir ölen yavrusunun teninin sıcaklığı, annelerdir hep taşırlar dev yüreklerinde küçük tabutları. Ve yanar Filistin, düğümlenir minarelerin boğazında ezan.

Çocuk yaşta kalbine yerleşen dava şuuru tüm ömrü boyunca tek dayanağı olacaktı. Zarif kalbi binlerce Müslüman yürek için atıyordu ve sesleniyordu tüm kalbi olanlara:“Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız”. Kimi an Sezai Karakoç oluyordu, Polonyalı ve Cezayirli kardeşlerinin yanında ağlıyordu Afganistan’a, bazen Cemal Süreya oluyordu yanıyordu Afrika’nın kardeşi Hama’ya, sonra Nâzım Hikmet oluyordu Japon çocukları değildi bu sefer ölen, çocuk kanı sızıyordu aziz Filistin’in yüreğinden. Ve en ötede Beyrut… Bil ki sen bir şairin kalbinde hançersin, ey Beyrut!

“Filistin sen işine bak kar toprağını Yoğur gazabını yaradanın” Kavgaya davet eder Zarifoğlu, yürek kavgasına. Bir taş al ve at diye haykırır, çünkü mazlum kanı akmaktadır. Beyaz keten örtülü sofralarda bölüşülür insan etleri ve petrol. Biri yudumlarken içkisini, bir öteki kanına girer binlerce yetimin. 8


meçhul

“Sarıklar kan oldu Ak sakal kan oldu Demek bitmedi Kerbela Hama Kerbelası dehrin”

Çizilir haritaların yürekleri, bin parça edilir. Çünkü bilinir kan akmaz haritalardan. Cahit’in ruhudur kanayan. “Doğuyor çocuklar Türkiye’de Cezair’de Kenya’da Eskimolar ülkesinde … Şurada bir savaş var kan akıyor Şurada. İki kere müslüman kan”

Ömrünün tamamı acılar içerisinde geçen şair kendi dertlerinin yanına bir de insanlık dertlerini eklemiş, zulüm altında ezilen mazlumların yanında atan bir kalp olmayı kendine şiar edinmiştir. Gönlü, o güzel beldelere eşsiz şiirler dökmek isterken maalesef kaleminden acı, keder ve elemden başkası dökülememiştir. Yazdığı bir çift mısrada “Bir şair olmak isterdim / İslam haritasında” diyerek bir kez daha naifliğini gösteren şair, tüm benliğini inancı uğrunda harcamıştır. Dünyadan tek istediği minik ağızların tatlı bir gülümsemeyle kıvrılması, çocuk bedenlerinin kefenlere değil, kır çiçeklerine sarınmasıdır. Ama olamamıştır, şairin şiirleri tazeliğini ve katlanan acısını günümüzde hala en acı şekilde korumaktadır. Fas’tan Mısır’a, Güney Amerika’dan Endonezya’ya, Çin’den Kafkaslara kısacası tüm bir yer küre kana bulanmaya devam etmektedir. Çocuklar öldürülmekte, oyuncakları kırılmaktadır. Ve bizler de kederli şairin sözleriyle içimizden sessizce haykırmaktayız: “ne çok acı var.”

Ardından Beyrut’un hüznü oturur içine şairin, bombalar yakmıştır küçücük ağızları, henüz şeker bile yiyememiş olan. Kâğıt gibi kavrulmuş elleri, gözleri ve yürekleri. Ağlamak, ağlamak yeter mi Beyrut’a, çocuk kanı damlıyor toprağa. Kavrulur şair, bizler şaşarız nasıl dayanılır bunca acıya. Acı kokar Cahit’in mısraları öfke dolu bir acı. Böylelikle ağlamaya başlar şiir, kendi kendini kanatmaya… “Yanakları saçları gözleri yanmış, Zehirli gaz bombaları Yılan gibi sokmuş yalamış gövdelerini Ağızları küçücük dilleri yanmış Bütün Beyrut sapsarı kalmış Sanki ağlamak imkansız Başları Paletlerle ezilmiş babaları, Yahudi doğramış analarını, Binlerce çocuk topların betonların altında” Kalsın, gülmek yakışmaz bundan sonra yüzümüze. Yirmi beş bin can yitmiştir Hama’da, yirmi beş bin can çökmüştür Cahit’in yüreğine. Hama artık bir kentin değil, bir zulmün adıdır. Sokakları mazlum cesetleri kaplamıştır Hama’da, iki kere Müslüman kanı akmıştır gene. Hama yeryüzündeki cehennemi kurmuştur içine, Cahit de yanmıştır bu ateşe…

(Mossad tarafından 1987’de Londra’da öldürülen Filistinli karikatürist Naci El Ali’nin Hanzala’sı tüm karikatürlerde sırtı dönük olarak çizilmiştir. Çünkü on yaşındaki Hanzala tüm insanlıktan utanmaktadır ve zulüm altındaki Araplar özgürlüklerine kavuşana kadar insanlığa yüzünü dönmeyecektir.)

9


meçhul Murat Kılıçaslan

ÇİÇEK BİTİMİ Gün’e Bilmem kaç kere, kaç köşe başında, Lacivert bir kedi kuyruğunda, çay ocaklarının buğulanmış camekânlarında, Sövülen sehpanın umulmadık çıkıntısında, yanan 5.35’lik Kadıköy vapurunda, Sabahın damakta sallanan süzme yeşili vaktinde, Aşiyan’ın tepeleme kozalak yuvarlanan yokuşunda kururken narçiçekleri, Adamın biri, bir güzelliğe otuz yedinci kere âşık oldu. Kuş yutmuş gibi konuşan pileli kız, Ne şu trafik ışıklarının telaşı, ne şu can çekişen yosun, Ne rengi atan kunduram, ne ağzına kadar yitmiş tekne, Nerede karıncaların yuvasını bozduğumuz salkım saçak ellerin? Okuduğumuz iki üç mısra dua niyetine, biri Atlıkarıncaya biri Süleyman Efendiye, Ürktüğümüz sonumuz iki adım, bir merdiven ötede. Yeşil bir parka ve sırılsıklam kaşkolumuz, katil şu yağmur. Nasıl da kaçıyor, yok bir gökyüzüne. Yalan olsa kâfi, örtüyoruz bir şairin ceketiyle kapanmaz tabutları. Seyrek, ne benim saçlarım kadar, ne senin iki dişinin arası, Yol diyorum yol, seyrek, kırmızı iki kaldırım taşı. Kendini bilmeyen bir otomobil yavşağı, basar da geçer, Çiçek açarız beyaz bir durağın iki kişilik kucağında. Yediğimiz kalır cebimizde, tüylü tüylü kestane. Kapısını kırarda girerim içeri, üzüm bağlarının. Sivas’ta yiten bir yiğidin mısraları ile örerim saçlarını. Bilmem hangi şehrin martısı gelir de kıskanır, densiz avuçlarımı?

10


meçhul Gizem Bulut

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ Uykuyla Uyanıklık Arasında… Uykuyla uyanıklık arasında gelip geçen bir hayat yaşıyoruz her birimiz ayrı ayrı. Ve uzakta durup, bir mesafeden hayatımıza bakmaktan aciz geçiriyoruz zamanımızı. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi yaşıyoruz.

kaybedeceği koca bir hayat var ama bunu sanki hiç bilmiyormuş gibi adım atıyoruz. Herkes bilmiyormuş gibi yapıyor ama adım gibi eminim herkes her şeyi biliyor. Bildiğimizi unuttuğumuz her anda bir yerlerde bildiğimizi hatırlatacak şeyler oluyor. Ağlayamıyoruz bile. Her şeye gülmek için yaratılmışız sanıyoruz. Hiçbir şeyin değişmeyeceğini sanan aptal yaratıklar olup çıkıyoruz yetişkinliğimizde. Oysa her şey anında değişebilir, yerle bir olabilir. Hiçbir şeye doğru dürüst bakmadan girip çıktığımız hayatları sorgulamaktan uzak duruyoruz. Kendi hayatımız da buna dâhil…

“Bir varmış bir yokmuş’’ diye başlayıp biten bir hayata ait olduğumuzun ne zaman farkına varırsak, işte o zaman gerçekten yaşamaya başlıyoruz. Kaybettiğimiz zamanın, geç kaldığımız hayatların ayırdında olmak insanın temel gereksinimi olmasına rağmen, cinsellik ve üreme haricinde her şeye kayıtsız kalarak olduğumuz yerde sayıyoruz. Bir Varmış Bir Yokmuş… Doğduğumuz zaman belli bir yarıçapın içinde var olma çabası göstererek zamana aitliğimize teslim olarak başlıyoruz hayata. Büyüdükçe hayatımıza giren insan sayısı artıyor ve onların varlıklarıyla devam ediyoruz bu sefer yolumuza. Bu yolda ilerlerken maddi manevi her şeyin varlığı ile tutunuyoruz nefes alıp vermeye ve kaybetmek ne zaman ki kapımızı çalıyor, o vakit yok olmanın anlamına tanık oluyoruz.

Hep bir gitmek arzusu içine giriyoruz sonra… Gitmek… Şehirden gitmek, içinde olduğumuz hayattan gitmek, dâhil olduğumuz hayatlardan gitmek, aşkımızdan gitmek, ailemizi bırakıp gitmek… Her şeyin mümkün olduğunu söylediğinde yüreğimiz, her şeyin geçici olduğunu söylemekte de geç kalmıyor… Sonra gitmekten vazgeçiyoruz… Unutuyoruz… Ve hatırlamamak oyununu oynamaya başlıyoruz yeniden… Ölümleri, kıyımları, adaletsizliği, aşkları, gözyaşlarını ve diğer bütün kayıpları…

Hep bir şeyler var olsun diye çabalamak için uğraşan bir canlı türü olduğumuzdan, doktor olduğumuzda insan var olsun diye, mühendis olduğumuzda evler var olsun diye, aşçı olduğumuzda yemekler var olsun diye ve sanatçı olduğumuzda ise umut var olsun diye uğraşıp duruyoruz. Hiçbir şeyi kaybetmeye tahammülümüz yok.

Her akşam yastığa başımızı koyduğumuzda aynı şeyler geliyor aklımıza. Aynı şeyleri anımsamak sorun değil tabi ama aynı şeylerin her zaman aynı duyguları hissettirmesi rahatsız etmiyor mu bizi? Bir süre sonra kendimize acımaya başlıyoruz ve ölüm dürtüsü hayatımıza giriyor… Tam da bu anda anlıyoruz… Yok olmanın dayanılmaz gerçekliğini…

Kaybetmeye alışık olmayan insanoğlu ilk darbeyi yediğinde ne oluyor dersiniz? İlk kaybedişin hemen sonrasında elimizde var olan her şeyi kaybetme riskimiz olduğunu anlıyoruz ve bu sefer de onları kaybetmemek için yaşamaya devam ediyoruz. Oysa sonunda hepimizin

Ne çok konuştuğumuzu hatırlıyoruz yaşamak için planlar yaparken… Sonra gece yarılarında kurduğumuz hayalleri düşünüyoruz… Meğer her şey anlamsız ve ince bir ipliğin ucundaymış diyoruz… Bütün bunları anlamamız için ille de kayıp yaşamayı bekliyoruz. İlle bir ölüm 11


meçhul

gerçekleşecek ki o zaman bu boktan hayatın bize hiçbir şey vaat etmediğini ve hatta elimizdeki her şeyi bir anda geri alabileceğini anlayalım…

eden, hırsızlık yapan, darp eden, gasp eden insanların başına gelmiyordu da bu içine ettiğimin kanseri; neden hiç kimseye bir zararı olmayan hatta yararı olan insanların başına geliyordu?

O çok sevdiğimiz yaşanmışlıklarımız elimizden gittiğinde, var olmamanın bize bıraktığı yalnızlığımızla tanışıyoruz… Yalnızlık… Sokakta, evde, iş yerinde ya da kendi içimizde duyduğumuz yalnızlık… Ne garip değil mi? Bu sefer de yalnızlığımıza bağlanmaya ve onun varlığını sürdürmeye çabalıyoruz. Sanki şimdi de o hiç gitmeyecekmiş gibi…

Sizin gibi ben de cevabını bulamadım… Eğer bütün bunları yapan bir gücün varlığına inansaydım, onu mutlaka aşağı indirirdim; bu adaletsizliği çözdürmek için. Ama yok… Geçen şu zaman… Boş ya da dolu geçirdiğimiz şu zaman… Şu yirmi dört saatlik günlerin ardı ardına biriktiği koca bir hayatı oluşturan zaman… Her şeyin sorumlusu o aslında… Eğer zaman ‘’var olmasaydı’’ hiçbir hastalık ilerleyemez, hiçbir hayat sonlanmazdı. Bunu düşünmek bile büyük bencillik evet ama benim bahsettiğim sonsuz yaşam değil, belki de adaletsizliği çözmeye çalışırken bilinç akışımın kalemime döküldüğü küçük bir zaman dilimi yalnızca… Bağışlayın…

Aynı yanılgıların yaşam tarzımıza dönüşmesine izin veriyoruz… İnsanoğlu ne saçma bir yaratık! Ait olmadığı tüm gerçekliği kabul ediyor da ait olduklarının farkına varmaktan aciz yaşayıp ölüyor! Ölüme Dair… Birkaç gün önce çok sevdiğim bir yol arkadaşımın babasının kanser olduğunu öğrendim. Hatta arkadaşımın kendisi de yeni öğrenmişti. Yıkılmış, ne diyeceğini bilmiyordu. Ben de ne diyeceğimi bilemedim. Sanırım hiçbir zaman da ne diyeceğimi bilemeyeceğim… Kanser son seviyeden bir önceki seviyedeymiş. Ben bu güzel insanı, yani yol arkadaşımın babasını hayatım boyunca yalnızca bir kez gördüm. Çok güzel bir gülümsemeye sahip, saygı değer, yakışıklı ve ince ruhlu bir adamdı. Hayatımdaki hiç kimsenin başına geleceğini düşünmediğim bu lanet hastalık onun başına gelmişti…

Şu birkaç sayfalık kelimeler yığınında anlattıklarım sizin de hayatınızda yeni bir alan açıyorsa ne mutlu bana… Sonlanması kaçınılmaz olan bir yazının son kelimelerinden sevgiyle ve saygıyla… Dostlukla…

Öğrendiğim an aslında bunun her birimizin başına gelebilecek olan boktan bir durum olduğunu anlamıştım… Peki nedendi? Neden olur olmadık insanlarda böylesine kötü bir hastalık ortaya çıkıyordu? Bu adaletsizlik nedendi? İnsanları öldüren, çocukları aç bırakan, tecavüz 12


meçhul Zeynep Ulusoy

ÖZGÜRLÜK KANADI - III Bristlav’ın içi içini kemiriyordu. Hayatında yaptığı en zor şey yoldaşını o küflü iğrenç yerin altında bırakmak olmuştu. Kanatlarını açıp uçtuğunda Trolyan’ın gerçek bir özgürlük için nasıl da heveslendiğini görmüştü. Ona gökyüzünü değil bir mahzeni vaat ettiğini anladığında yoldaşının yüzündeki ihanete uğramışlık ifadesini gözünün önünden atamıyordu. Peki doğruyu söylese ona kim yardım ederdi ki? Ejderhaların saygın lideri olabilirdi ama insanların içinde uzun süre yaşayan ejderhalar git gide ölümlülere benzemeye başlamıştı. Daha bencil, 70 yıla sığan bir ömürleri varmış gibi bencil, olmuşlardı. Trolyan’ın öyle olup olmadığını da bilemezdi. Yumurtaları değil kendi canını düşünebilirdi. Zaten sürgünleri de böyle bir ejderhanın bencilliğiyle başlamamış mıydı? Nefretle burnundan duman çıkardı. Eaken’i hatırlamak bile midesini bulandırıyordu. Onu öldürdüğü için zerre kadar pişman değildi. Hayır, bunu sadece kendine mâl edemezdi. Trolyan’la beraber yapmışlardı –ihanet ettiği Trolyan’la. Güvenebileceği başka biri olsa onu feda ederdi ama devam etmek için kendisinden başka birini kurban etmeye ihtiyacı vardı. Ona attığı kazığı vicdanından silmek biraz daha zaman alacaktı. Yanında taşıyamadığı kanadı güvenli olduğunu inandığı başka bir yere bırakıp su ejderleriyle konuşmaya gitti. Tuzlu suyun içine dalıp ejderha formuna geçti. Okyanusun derinliğine indikçe etraf kararıyordu ama onun için sorun değildi, her şartta görüşü iyiydi. Sonunda mağaraların kapısına ulaştı. Denizin dibinde 50 metre boyunda iki büyük kapı. Üzerlerinde antik ejderha mühürleri vardı. Meraklı gözlerden uzak dünya dertlerinden habersiz şekilde en güvenli yaşayabilen deniz ejderhalarıydı. Bristlav onlar için seviniyordu. Ejderhaların, hangi ırktan olduğu fark etmez, nesillerini güvenle devam ettirmeleri kendisi için önemliydi. Su altındaki kapılara kuyruğunu dokundurdu. Suyun altında bir gong sesi yankılandı. Kendisini

daha suya ilk daldığı anda fark ettiklerine emindi. Sorun değil, daha büyük bir amaç için kapıda beklemeye değer diye düşündü. Suyun altına girdiği an yalan olmazdı, hislerini, nabzının attığını her şeyi sezebilirlerdi. Onu anlamak için beklettiklerine emindi. Nihayet kapı aralandı. Ardına kadar açılsa onu tamamen kabul ettikleri anlamına gelirdi fakat sadece biraz aralanmıştı. Derdini söyle ve defol demenin kibar yoluydu. Beklide seneler içinde gelenekler değişmişti tek kişi geçsin diye aralamışlardı. İçeri girdi. Muazzam yapı göz kamaştırıyordu. Su kanallarından şelaleler yapmışlardı. Ejder tünekleri, sualtı mağaraları ve yıldırım kuleleri vardı. Etraf ıssızdı. Sualtı ejderhaları sessizliği severdi ama mağara adamı gibi yaşamaktan nefret ederlerdi. Kendilerince lüksleri vardı. Bristlav en azından kendilerini koruyabildiklerine seviniyordu. Barışçıllardı yine de buna aldanmamak gerekirdi. Dilerlerse amansız olabilirlerdi. En son yavrularından bazıları dışarı çıkıp insanlar onları katlettiğinde dünyayı tsunamilerle cezalandırmış dev dalgalarla balıkçı sahillerini yerle yeksan etmişlerdi. Bristlav öylece durdu. Birinin kendisine yol göstermesini beklemek öylece durmaktan daha mantıklıydı. Ne kadar barışçıl olurlarsa olsunlar karşısındakiler ejderhaydı ve teamüllere uyması gerekliydi. Yukarıda bir yerde şimşek çaktı ve ses duyuldu: bu taraftan. İtaat edip yukarı yöneldi. Taş sütunları geçip yosunların kapladığı tüneğin karşısında durdu. Karşısında yıldırımın sahibi Fevanord vardı, su altı ejderhalarının muhafızı. Yıllardır savaşmasa da hala çevik olan pulları beyazdan maviye çalıyordu. Gözlerinin çizgisi beyaz etrafı da maviydi. Bir insan bu suretle tanışma talihsizliğine düşerse muhtemelen korkudan ölürdü. “Buraya Livandrik ile konuşmaya geldim” dedi lafı uzatmadan. 13


meçhul

“Biliyor ve seni bekliyor, takip et.” Fevanord’un sesi bir ejder muhafızından beklendiği gibi derin, tok ve tepkisizdi. Güvende olduğunun ve tuzağa çekilmediğinin garantisi olarak sualtı ejderhaları her zaman kendileri önden giderdi. Demek gerçek ejderhalar gibi misafir ağırlamayı hatırlayan birileri vardı. Onlar için sevinirken aklına Trolyan’ı getirmemeye çalıştı. Ejderha figürlü taş sütunlar aşağıda kalmıştı. Merdivenli avluya yaklaşırken etraflarında balıklar ve su altı canlıları özgürce geziyordu. Resiflerde yaşayan soyu tükenmekte olan ne varsa burada koruma altındaydı. Livandrik onları merdivenlerin başında karşıladı. Yeşil ve kum sarısıydı. Gözlerinin rengi değişkendi. Akvaryumu yansıtıyordu sanki. Resiflerden çıkan balıkların yansıması, denize dökülen bir atık, yanlışlıkla patlayan bir petrol varili… Dünya’daki tüm suyla bağlantılı yerleri görebilirdi. Zaten buraya geliş sebebi de buydu. “Bristlav, derdin yüreğinden büyük.” Selam yok mu? Kabul görmesi bunun hoş bir kabul olacağı anlamına gelmiyordu. “Derdimin bir çaresi varsa o da sizde olmalı. Yumurtalar için uygun bir kanal açıp onları taşımama yardım edecek misiniz? Yollar güvenli hale gelmeli, sadece bizim değil tüm ırkların yumurtaları korunmalı.” “Ne pahasına?” İşte mesele buydu. Her şeye sahip olan birileri neden iyilik yaparken pazarlıkçı olurdu ki? Su altında yaşamaları fark etmiyordu, Livandrik’in ırkı da insanların arasında yaşayan ejderhalar kadar insan olmuştu. “Talebin ne? Ben bizi korumaya çalışırken elde ettiğin kardan mutlu olacak mısın?” “Yaşlılık seni duygusallaştırmış, insan gibi düşünüyorsun.” “Gerçekler, ne senin ne benim vaktim var kalp kırmadan konuşmaya.” “Kalp… iddialı bir kelime oldu, insanların verdiği kadar zarar vermezsin sudan kalbimize,

biz sualtı ejderhalarıyız.” Bristlav vakit kazanmaya çalıştı. Düzgün cevap vermezse her şeyi kaybederdi. “Hepimiz onların verdiği zarardan kurtulmak istiyoruz. Zarar verdikleri sadece sizin sularınız değil, tüm yerküre.” “Bu da bizi tekrar isteğine getiriyor, buna tek başıma karar veremem, bilge bir lider halkının da onayını almalı, oluru varsa olur, yoksa başka bir çaresi bulunur.” “Anlıyorum, son cevabınız buysa bir dahaki görüşmeye kadar bu vaatle yanınızdan ayrılıyorum.” “Git öyleyse.” Fevanord’un mızrağını ensesinde hissetti yine. Dönmek için arkasını döndüğünde ekledi “Trolyan’ı rahat ettirmek için yapabileceğiniz bir şey varsa yapmanızı isterim.” “Olduğu yerde ona ne fayda?” “Eğer mümkünse, isteğim şahsi, bedelini her şey yoluna girince ödeyeceğim.” “Bu uzun bir süre.” “Neyse ki ömrümüz de öyle.” Çıkışa giderken resifin balıkları önlerinden geçti. Yabancı ejderhanın varlığı onları rahatsız etmişti. Bristlav korkmasınlar diye bekledi. Kapı açılmıştı ve su akıntı yapıyordu. Birkaç yaprak suyun içinden akıp okyanus sularına doğru gitti. Fevanord bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama Bristlav ona beklentiyle bakınca kendini tuttu. Kapılar kapanınca Bristlav gemiye kadar bir ejderha ne kadar hızlı yüzebilirse o kadar hızlı yüzdü. Kamarasına çıktığında avucunda sıkı sıkı tuttuğu yaprakları düzeltti, damarlarındaki yıldırımlara özenle bakıp onları cam kutuya koydu. Kapılardan suyla beraber çıkan yapraklar aslında daha büyük bir hizmetin parçasıydılar. Fevanord’a minnettardı.

14


meçhul

“bu şiiri sadece sana yazmak akılsızlık olur aslında
 bir ayçiçeğinin taşınması gibi başka güneşlere
 “geride kalıp hayatı oyalayan biri olsa
 ben yazmasam, sen gitmesen, biz düşmesek”
 olmasa keşke yerçekimi, en çok itaat ettiğimiz yasa. oysa biz istikbal yakardık hele hava güzelse
 dünyayı ihmal eder başka mevzular açardık
 en az beş yıl tecrübeli yalnızlıklar üzerine 
 halk tipi suratlarımız vardı, şaşkın ve âşık
 bir çiçeğe temsil hakkı vermişiz diye. şüphesiz böylesi hepimiz için daha iyiydi
 daha kahverengi ve daha derin,
 aleyhine gelişen bir hayata itiraz eder gibi
 insanın aklına şark illerini getiren masumiyetin. ama gelememiştir henüz hatasından dönenler 
 öyleyse aşırı hız ve dikkatsizlik hep bana çarpsın
 beklemekten muhacir olmuş karşıt görüşlü trenler
 çünkü şairler hayırsız oğullarıdır hayatın.”

Hey! Kanımı kaynatan isyan. Nasıl da taşırıyorsun beni delice. Tanklar yürüyor şimdi yüreğimden hazır kıt´a! Mangalar boyu sevda erleriHey! Ruhumu bulandıran isyan. Nasıl da çağlıyorsun içimde. Buharlı lokomotifler yürüyor mısralarımda, sıcak raylarda intihar gönüllüleri. Harlıyor makinist yüreğimin ateşini.

Aşırı Hız ve Dikkatsizlik Mesut Ateş/gil

İsyan Lacivert

Hey! Güneşi tutuşturan isyan! Ne de güzel ısıtıyorsun geceyi.

15


meçhul Kübra Karademir

KAR Kendisi için ayrılmış küçük bir çapta ve aynı zamanda kendi etrafında dönüp duruyordu, müzik çalmaya başladığında…

gün daha da kanadığını görmezden geliyordu çoğu kez. Hüznün kendisini, hüznün sahibinden çok sevdiğini anladığından, ne kaybolan cümlelere müdahale ediyordu, ne de acı eşiğini perde perde arttıran bestelere… Ancak her şeyde olduğu gibi acının da bir haddi vardı. Kusursuz olması için çırpındığı, sonradan okuduğunda onu dehşete düşüren bir satırla fark etmişti, bu aşışı:

Nasıl ve nereden düştüğünü bilmediği bu küçük alan, çok uzun zamandır ruh ikametinin gizli adresi olmuştu. Görünmeyen, yoğun sertlikte bir rüzgâra karşı amansız bir savaş verirken bulmuştu kendini burada. Muhtemelen kaybettiği savaşın karşılığında topraklarının tamamına yakınını vermek zorunda kalmıştı ve aynı savaşın bedeliydi, bu darlıkta yaşamak. Sorgulamıyordu.

“Şiirken, şair olmanın derdine düşecek kadar…” Korkusu telaşına, telaşı yorgunluğuna karışmıştı artık balerinin. Rüzgârın esişlerine dayanamayacak kadar zayıf düşmüştü, ince bedeni. Sınıra geldiğini böylesine geç ve dehşetle anlamasına rağmen, içinde dik duruşundan hiçbir şey kaybetmemiş bir gelincik de vardı. Dansa devam etmenin sinyallerini veriyordu, gelincik. Yine de onu dinlemedi, bıraktı kendini… Ufacık bir esintiyle kımıldadı ve rüzgâr şiddetini arttırınca da iyice savruldu… Yapraklarla beraber rüzgârın kollarında savrulup duran, oradan oraya çarpan bir gövdeydi artık, kendi hâlindeki küçük balerin…

Yine de burayı çok sevmiş ve kısa zamanda alışmıştı. Savaşın gereksiz olduğunu sonradan fark etse de, bu sonucun dışındaki bir başka ihtimalin mümkün olmadığını bilmek, onu teselli ediyordu. Müziğin başlamasıyla birlikte dansı da başlıyordu; her seferinde daha derinden çalıyordu notalar… Bununla beraber, dönüşleri de bir öncekinden daha buruk, daha kırılgan oluyordu hep... Notalara başka notalar, gizli satırlar ekliyordu turunu her tamamladığında… Gizliliğinden memnun, tenha cümleleri kalabalık anlamlarla dolduruyordu… Beklentisiz satırlar uzuyordu bazen, hikâyelere dönüşüyordu… Küçücük bir alana, koca bir dünya sığdırmıştı. Duyduğu her notaya farklı hikâyeler yazdıracak kadar devasa ve sonsuz bir müziğin ortasında, onu buraya savuran rüzgârdan çok uzakta sandıklı satırlar besteliyordu... Bestelerinin sesi kısıktı ve dikkat çekmeyecek kadar sesi çıkıyordu, sessizliğin… Küçük, hüzünlü bir müzik kutusunun içinde, küçük, kendi hâlinde bir balerin…

*** Rüzgâr, dönen yaprakların arasında yabancı bir cisim olduğunu fark edene dek, kayıtsız şiddetini sürdürdü. Uçuk pembe, yıpranmış bir kutuydu, gördüğü şey. Daha yakından baktığında onun bir müzik kutusu olduğunu fark etti ve eline aldı. Yavaşça çevirme koluna dokundu. Aynı anda, ortada duran balerin, hüzünlü bir şarkı eşliğinde kalkıp dönmeye başladı… Sözleri ilk duyduğunda şaşıran rüzgâr, yine de pek oralı olmadan devam etti çevirmeye. Bu sefer satırlar döküldü ortaya… O, kolu kayıtsızca çevirmeye devam ettikçe utançtan yüzü kızarıyordu satırların, ancak öylesine hızlı çeviriyordu ki bunu fark etmiyordu bile… Balerin artık durması için hayret eşliğinde yalvarırken, merakından türlü

*** İlk dönüşünün üzerinden kaç farklı dönüş geçtiğini hatırlayamayacak kadar çok nota bestelemişti artık. Yazdığı satırların ucunu göremez olana dek ne yorgunluğunun, ne de bu denli telâşının farkındaydı. Satırların her geçen 16


meçhul

taleplerde bulunarak çevirmeye devam ediyordu rüzgâr. Okunması kastıyla yazılmamış satırlar belki de tamamlanmadan, hızla birinden diğerine geçiyordu elinde. İstemleri bizzat geçtiği notaların içinde gizliyken, ne yazık, yetinmiyordu… Ciddiyet düzeyi ve liyakat şüphesinin esintileri, incitiyordu balerini... Okyanusun derinliklerinden çıkıp gelen manalar, yüzeysel zamanın anlayışsızlığında buhar olup havaya karışıyordu… Nihayetinde, aradığını bulamamış olmanın verdiği sıkkınlık ve kayıtsızlıkla savurup attı müzik kutusunu…

Bir ara güçlükle gözlerini açtı ve kirpiklerinin arasından, etrafa saçılmış puslu harf yığınını gördü. Yığınının içinde daha az yaralı olanlar bir araya geldi gözlerinin önünde. Buruk bir çağrışımla, dansı sırasında öğrendiği şairlerin dizelerinden birini fısıldadı gözlerine bu harf yığını: “Üstü kalsın.” Utançla gönül rahatlığının bir arada yaşanabiliyor olmasına şaşırırken, yüzünden eksik etmediği o buruk tebessümle kapattı gözlerini. Fonda acı vardı, ama rengi gittikçe açılıyordu. Rüzgârın esişine dair hatıralar acısını arttırmaya değil, azaltmaya yarıyordu artık; aynı rüzgârın devasalığına dairki hayal kırıklarının yüreğine batıyor olmasına rağmen, üstelik… Acı, inşa edilen yakıştırmaların yıkılmasıyla hissedilemez olmuştu artık.

Müzik kutusu parçalandı ve içindeki her şeyi etrafa savurdu. Rüzgâr bu kez hiç beklemediği yerden, umulmadık bir şiddetle esmişti. Zemine çarpıp tuz buz olmuş bestelerden sızan çığlıkların sesine dayanamadı kar küreleri… Hepsi aniden, aynı anda patladı ve gökyüzüne dağılan kar taneleri yer çekimine yenik düşüp balerinin üzerini kapladı…

Gerisi yorgun, sakin ve rahat bir karanlık…

“İnsan, en güvendiği dağın karıyla üşürmüş meğer, en çok” diye iç geçirdi balerin. Öğrendiklerinin yanında öğrenmedikleri de vardı; öğrenecekti. Beklememek, yakıştırmamaya engel değildi ki… Çarpmanın etkisinden gelen, kan tadında bir acı dağıldı ağzında. Canı yandı. Bu acıdan nasıl kurtulacağını bulmak umuduyla etrafına bakındı. Karanlığın içindeki solgun ışık huzmelerinde inkârın yansımalarını gördü. Düşünmeden reddetti. Korkusundan tokat yiyip kibrinden uyandığı günden beri inkârı sevmezdi. İnkâr etmeyecekti. Yası tutulmayan acıların dinmeyeceğini bilecek kadar çok ölüm gömmüştü yüreğine. Kar taneleri arasında donmayı beklerken, bunu düşünüyordu.

17


meçhul Busem Soydeğer

SİNEMA

On bir ayın sultanı İstanbul Film Festivali yine geldi çattı. Biletlerin 28 Martta satışa çıkacağı (ve festival başlayana kadar indirimli satılacağı) festival, 4-19 nisan arası şehri şenlendirecek. Meçhul için bu ay klasik vizyon önerisi yazmak yerine, festivalin 200’ün üzerindeki film seçkisinin içinden bana ayrılan sayfanın aldığı kadar filmle bir öneri yazısı hazırlamak istedim. Festival kataloğunu didik didik etmenizi şiddetle tavsiye eder, şimdiden keyifli seyirler dilerim.

Taxi/Taksi

Citizenfour

Phoneix/Yüzündeki Sır

Berlinale’de bu sene Altın Ayı ile ödülledirilen film, İran sinemasının en önemli yönetmenlerinden biri olan ve önceki filmlerinde İran’i eleştirdiği için şu anda hapis cezasını çeken Cafer Penahi’nin çektiği gizli bir film. Filmde, Tahran’da bir taksiciyi canlandıran Penahi’nin yolcularla girdiği diyaloglar sayesinde İran ve İran halkının durumu ile ilgili anlatmak istediklerini öğreniyoruz.

Yakın geçmişte gizli NSA belgelerini medyaya açıklayarak ortalığı birbirine katan ve halen Rusya’da sığınmacı olarak bulunan Edward Snowden ile ilgili mükemmel bir belgesel. Gazeteci Laura Poitras ve Glenn Greenwald, Edward Snowden’la Hong Kong’da bir otelde buluşuyor ve Snowden NSA’in özel hayatın gizliliğini hukuk dışı yollarla ihlal ettiğini kanıtlayan gizli belgeleri gazetecilere teslim ediyor.

Alman sinemasının son yıllarda çıkardığı en başarılı yönetmenlerden biri olan Christian Petzold’un bu filminde de -öncekilerde olduğu gibi- Nina Hoss başrolü üstleniyor. Savaş sırasında toplama kampında yüzü tanınmaz hale gelen bir kadının estetik ameliyat olduktan sonra kim olduğunu anlamayan kocasıyla yakınlaşma çabasını anlatan film, devam eden şaşırtıcı olayların ardından bambaşka bir yöne sapıyor.

Bunları da atlamayın;

Tanrılarla Konuşmalar/Words with Gods

Fanusta Yaşayanlar (Life in a Fishbowl) Çılgın Kalabalıktan Uzak (Far from the Madding Crowd) Itsi Bitsi Baba Beni Yakalasana (Catch Me Daddy) Doğada Tek Başına (Mot Naturen) Hayal Ülkesi (Jauja) Krala Mektup (Brev till kongen) Kuş İnsanlar (Bird People)

Değişik inanç ve coğrafyalardan dokuz yönetmenin bir araya geldiği ve her yönetmenin kendisine yakın olan inanç üzerinden hikayelerini anlattığı film, islamdan, budizm ve ateizme kadar geniş bir yelpaze ve seyir keyfine sahip. Yönetmenler arasında Guillermo Arriaga, Emir Kusturica, Bahman Ghobadi gibi isimler bulunuyor.

18


meçhul Eren Özkan

BİR DUVARIN İKİ YAKASI: BERLİN Bir çok kültürü bir arada barındıran, bizim işçi kardeşlerimizin ikinci memleketi olmasının yanısıra Almanya’nın başkenti olan, II.Dünya Savaşında ve Soğuk Savaş döneminde Dünya’nın gözünün üzerinde olduğu, şu an ise hala canlılığını, güzelliğini ve çekiciliğini korumayı başaran ve kimi çevrelerce Batı Avrupa nın bile başkenti sayabilecek değerde bir şehirdir Berlin.

Museum, Bode Musem, Alte Nationale Galerie, Neues Museum olmak üzere 5 tane müzeyi barındırmaktadır. 1999 yılında UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine giren ve koruma altına alınan bu bölge Prusya Kralı Frederik William IV. bu bölgeyi sanat ve bilime adamasıyla gelişip günümüze kadar gelmiştir. Altes Museum bölgedeki en eski müze olup Yunan-Roma medeniyetlerinin objeleri sergilenirken, Neues Museum da ise Mısır-Etrusca medeniyetlerine ait arkeolojik nesneler sergilenmektedir. Kraliçe Nefertiti’ye ait olan büst en çok ilgi çeken objedir demek yanlış olmaz. Bode Museum da ise Eski Bizans döneminden başlayarak 1800’lere kadar tarihlenen nesnelerin sergilendiği görülmektedir. Bergama Müzesi ise bu müzeler arasında en ünlü ve en çok ziyaretçi çeken kısımdır. BergamaTürkiye den çıkartılıp Avrupa’ya izinsiz getirilen objelerin bu müzede sergilendiğini görmek insanı farklı bir şekilde etkilemekte. Ayrıca Müzede İslam Kültürüne ait değerli objelerin sergilendiği büyük bir bölümde bulunmakta ve tüm bunların yer aldığı Müzeler Adasına giriş ücreti 18 Euro.

Şehir Merkezine Nasıl Ulaşılır? Tegel havalimanından çıkışta 109,TXL,X9 otobüs hatlarıyla, Schönefeld havalimanından ise S42,S45,S9 metro hatları ile sağlanmaktadır. Belirtmekte fayda var Berlinde Sbahn ve Ubahn olmak üzere iki metro hattı var. Tren ile şehir merkezine ulaşım ise trenlerin ana istasyonu Berlin Hauptbahnhofdan S5, S7, S75 ve U55 ile 15 dakika sürmekte. Otobüsle ulaşım, otobüs ana istasyonu Messe Nord/ICC denilen yerden S41,S42,S45,S46 metro hatları ile sağlanmaktadır. Görülecek Yerler Alexanderplatz Şehrin meydanı denilebilir, adı dönemin Rus imparatoru Alexander I. şehire ziyareti anısına verilmiş. Meydanda Avrupa’nın en yüksek kulesi Berlin Tv Kulesi’ni (Fernsehturm) görmek mümkün, yukarıdan Berlin ayaklarınızın altında diyebiliriz, kuleyi ziyaret 13 Euro, ayrıca meydanda diğer önemli şehirlerde (İstanbul gibi) saatin kaç olduğunu gösteren Dünya Saati bulunmakta.

Berlin Katedrali Katedral görünümünü 1905 yılında Mimar Julius Raschdorff neo-barok tarzında yaptığı plana borçludur, II. Dünya Savaşı döneminde çeşitli hasarlara maruz kalsa da savaş sonrasında yapılan tadilatla modern görünümüne kavuşmuştur. Katedral kubbesi ve içindeki mimari incelikleriyle turistlerin yoğun ilgi gösterdiği alanların başında gelmektedir. Katedrale giriş 7 Euro, Pazar günleri ise ayin olduğundan dolayı ücretsiz girebilirsiniz. Berlin Katedrali ve Müzeler Adasını bitirdikten sonra önündeki caddeden Unter den Linden caddesine ulaşmak mümkün “Ihlamurlar Altında” olarak Türkçeye çevrilen cadde restoranlara, mağazalara, büyükelçiliklere ve müzelere ev sahipliği yapmakta.

Müzeler Adası Alexanderplatzdan bu alana Karl-Liebknecht caddesini kullanarak ulaşabilirsiniz, Spree kanalı üzerine yapılmış köprüyü geçtikten sonra Müzeler Adasına ve Berlin Katedraline ulaşabilir, isterseniz köprünün altından kalkan teknelerle yaklaşık 10-15 Euro bedel ile kanal turu yapabilirsiniz. Müzeler adası birbirini kesen iki kanalın arasında kalan yarımada şeklindeki bir bölgeye kurulmuş ve Pergamon Museum, Altes

Brandenburger Tor 18. yüzyılda Prusya Kralı Frederick William 19


meçhul

II’nin emri ile neo klassik tarzda dikilen, zafer takı olarak da adlandırılan, sadece Berlin’in değil Almanya’nın da en ünlü simgelerinden biri olan yapıtın tepesinde quadriga heykeli antik Roma döneminden simgesel bir alıntıdır. 1806’da Napolyon’un Prusya’yı yenmesi üzerine bu heykeli geçidin tepesinden söktürüp Paris’e götürmesi ilginç bir anekdottur. Brandenburger Tor’un altından geçtiğinizde karşınıza Str.des 17.Juni caddesi gelmektedir bu caddenin sonu sizi Zafer Takına götürürken caddenin sol tarafında hatırı sayılır büyüklükteki Tiergarten yer alır, sağ tarafında ise 1945’ten sonra yapılmış tankları ile bizleri karşılayan Sovyet Anıtı bulunmaktadır. Berlin tarihi olarak ilginç bir yerdir. Öyle ki kentte Nazileri yendikleri için Sovyetleri öven birkaç anıt barındırırken, aynı zamanda Soğuk Savaş bitiminden itibaren Gorbachev hariç diğer bütün Sovyet liderlerine diktatör, baskıcı diyen anıtlarla bezenmiştir.

çalışmaları sonucu kısmi eğlence, alışveriş, kültür organizasyonlarının yapıldığı bir yer halini almıştır. Buradaki ünlü Sony Center in çatısı özellikle akşam saatlerinde renk renk ışıklandırması ile görülmeye değerdir. Brandenburger geçidinden geçtikten sonra sol tarafınızda kalan meydana ulaşmak için Ebertstr Caddesi kullanılmaktadır ve cadde üzerinde yürürken sol tarafınızda kalan, Naziler tarafından katledilen Yahudilerin anısına büyük bir alana yayılan irili ufaklı sütunlardan oluşan bir anıt vardır. Checkpoint Charlie Soğuk Savaşın önemli geçit noktalarından biridir, günümüzde hala bir tarafta Sovyet diğer tarafta Amerikan sektörünü görmek Savaşın gerçek yüzünü hissetmenizi sağlıyor. Kontrol noktasında yaklaşık 10 Euro bedel ile Amerikan bayrağı taşıyan asker kostümlü kişiler isterseniz ülkeye girişte pasaportunuza Doğu Almanya mührünü basıp, fotoğraf çektirmeniz için orada sizleri karşılıyorlar. Ayrıca Checkpoint Charlie Müzesi bölgenin tarihini öğrenmek isteyenler için bir fırsat olup giriş ücreti yetişkin 12, öğrenci 9 Euro’dur.

Almanya Meclis Binası(Reichstag) 1882 yılında yapılan yarışmayı kazanan Paul Wallot binanın mimari çizimini yapmış ve yapımı 1894’e kadar sürmüştür. Açıldığından beri hizmet veren bina 1933 yılında söylentilere göre Hollandalı bir komünist olan Marinus van der Lubbe tarafından yakılmıştır, hala tartışmalı olan olay kimilerine göre Nazilerin Komünist Partiyi yasaklamak adına yaptığı bir plandır. II. Dünya Savaşı’nda çok büyük hasara uğrayan bina, Soğuk Savaş döneminde ise Batı Berlin sınırları içinde yer almasına rağmen casusluk olayları yüzünden Meclis binası işlevi olarak kullanılamadı. 1991 yılında Berlin’in yeniden başkent olmasıyla Meclis binası olan Reichstag’ın kubbesi mimari açıdan en dikkat çeken özelliği olup camdan yapılan kubbe Alman siyasetinin hesap verebilirlik ve şeffaflığını temsil etmektedir. Giriş ücretsizdir.

Berlin Duvarı Soğuk Savaş günlerini anlamak adına en büyük simgelerinden biri olan ve bugünlerde turistik bir biçimde sergilenen duvar grafiti sanatçıları ve çeşitli ressamlar tarafından tam bir tuvale dönüştürülmüştür. Almanya’da görülmesi gereken yerlerin başında gelir. Ulaşımı S5 S7 S75 ve U1 hatları ile Warschauerstr durağında inilerek gerçekleştirilebilir. Berlin anlatılmakla bitirilemeyecek büyüklükte bir şehir ve yukarıda saydığımız yerlerin haricinde Kayzer Wilhelm Kilisesi, Berlin Hayvanat Bahçesi de görülmeye değerdir. Bu yazıda farkında olmadan sürç-i lisan ettiysek affola, önümüzdeki ay başka bir gezi yazısında karşınızda olmak dileğiyle. Hoşçakalın…

Potsdamer Platz Berlin’in ana yolların kesişim noktasıdır. Meydan Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren inşa 20


meçhul Alihan Varkan

ELÇİ - I Ağaç, başkaydı. Bambaşka. Ağaca yaklaştılar…

fazla ki, bu; bizi duyduğumuz her şeyi inanmaya sevk ediyor ve aklımıza takılan soruları sormak korkulası bir hâl alıyor. Çok duygusal yaklaşıyoruz konuya. Hâlbuki İbrahim hiç çekinmemişti. Farkındaydı soruların ne kadar değerli olduğunun, gerçeğe ancak böyle yaklaşabileceğinin. Gözü, Rabbini arıyordu.

“Şeytan, onları oradan kaydırıp bulundukları yerden çıkarttı. Nihayet, ‘Birbirinize düşman olarak inin. Yeryüzünde belirli bir süre kalıp yaşayacaksınız,’ dedik. Adem, Rabb’inden kelimeler aldı. Bunun üzerine onun tevbesini kabul etti. O, tevbeleri kabul eden ve merhameti geniş olandır.” (2:36,37)

“Gece onun üzerini örtünce, bir yıldız gördü. ‘Bu benim Rabbim.’ dedi. Fakat kaybolunca, ‘Kaybolup gidenleri sevmem.’ dedi. Ay’ı doğarken görünce: ‘Benim Rabbim bu.’ dedi. Fakat kaybolunca: ‘Eğer Rabbim beni hidayete erdirmezse, mutlaka dalâletteki kavimden olurum.’ dedi. Güneşi doğarken görünce: ‘Bu benim Rabbim, bu daha büyük.’ dedi. Fakat kaybolup gidince: ‘Ey kavmim ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım.’ dedi. Muhakkak ki ben, hanif olarak yüzümü, yeri ve gökleri yaratan Allah’ın Zat’ına döndürdüm. Ve ben, ortak koşanlardan değilim.” (6:76-79)

Her şey bir hatayla mı başladı? Yoksa hata yapmak, bizim ilk dersimiz miydi? Peygamberler, elçiler… Çocukluktan beri hikâyelerini dinlediğimiz bu adamlar, bize ne kadar yakınlar? Dedikleri kadar heybetli mi hepsi? Korkusuzlar mı? Uyumazlar mı arkadaş, yemek yemezler mi? Hiç hata yapmazlar mı mesela? Ya da şu mucizeler, süper güçlerini her zaman kullanabiliyorlar mı? Peki, âşık olmadılar mı hiç?

Elçi olduktan sonra da tavrı aynıydı İbrahim’in. Ölümü merak ediyordu, dirilişi öğrenmek istiyordu mesela. Dayanamadı, sordu:

Ne kadar insan bu adamlar? Öyle anlattılar ki onları, büyülendik. Yeteneklerini görünce onlar gibi olmak istedik. Kim ölüleri diriltmek istemez ki? Hayvanlarla konuşmak ya da denizi yarmak mesela, gökten sofra indirmek ya da şifa dağıtmak sağa sola? Ancak pek mümkün gözükmüyor bunları becerebilmemiz. Nihayetinde bunlar seçilmiş, ödüllendirilmiş adamlar. Öyle değil mi? Bir bakıma süper kahramanlar. Biz kimiz ki? Yoldan çıkmaya meyilli, sıradan insanlar... Birileri gelip dürtmeli ki bizi, yola gelelim değil mi?

“İbrahim ‘Rabbim, göster bana, nasıl diriltiyorsun ölüleri?’ dedi. ‘İnanmadın mı?’ diye sordu. ‘İnandım,’ dedi, ‘ancak kalbimin tatmin olması için...’” (2:260) Kısacası tatmin olmak istiyordu İbrahim. Tanrıyla konuştuğu halde, aklına takılanı sorabiliyordu ferasetle. Emin olmadan feda edilir mi evlatlar, ölüme atılır mı canlar? Uzak durduğu, halkını da uzaklaştırmaya çabaladığı putlara takılıyordu: “Sonra, tanrılarına yöneldi ve ‘Bir şey yemez misiniz?’ dedi. ‘Ne o, konuşmuyor musunuz?’” (37:91-92)

Değil. Şimdi öze gelelim biraz. İlginç bir giriş oldu farkındayım, hatta bir kısmınız kızmış olabilir bana. Benim de kızdığım çok insan var. Elçileri; ömürlerini putları yıkmaya adamış o güzel adamları putlaştıranlara kızıyorum mesela. Çok yazık değil mi? Pek çoğu bunu iyi niyetle ya da bilmeden yapıyor, öyle inanıyorum. Ancak beni çok sevip benim en nefret ettiğim şeyi iyi niyetle yapsanız ne fayda? Dini konulardaki hassasiyetimiz öyle

Anlatmaya çabaladığı bir şey vardı elbette. Ama zeki bir adamdı İbrahim. Derdini mizahi bir yolla anlatabilirdi: “Allah’a yemin olsun, siz gittikten sonra mutlaka sizin putlarınıza karşı bir plan yapacağım. Sonra onları 21


meçhul

paramparça etti, büyük olanı hariç. Umulur ki böylece onlar, ona dönerler. Dediler: ‘Bizim ilâhlarımıza bunu kim yaptı? Muhakkak ki o, gerçekten zalimlerdendir.’ ‘İbrahim denen gencin, onları diline doladığını işittik.’ ‘Öyleyse onu, insanların gözü önüne getirin! Tanık olsunlar.’ ‘Ey İbrahim! Bizim ilâhlarımıza bunu sen mi yaptın?’ Dedi: ‘Hayır, o işi işte şu büyükleri yaptı. Onlara sorun, eğer konuşurlarsa!’” (21:58-63)

durumlara sokmuştu. Bir erkek için karşı koyulması güç bir teklifle gelmişti ona.

Çekinmeyin, gülümseyin. Onlar da güldüler, ağladılar, kızdılar, bağırdılar… Yakup Peygamber çekmişti mesela, iyi bilirdi evlat acısını. Yusuf daha küçücük bir çocuktu, evinden koparılıp uzaklara gittiğinde. Zaman geçtikçe de özlem artacaktı. Kederliydi Yakup, baba yüreği işte…

“…Yûsuf: ‘Allah’a sığınırım, Rabbim beni güzel bir barınağa kavuşturmuştur. Zalimler iflah olmaz.’ dedi. Yemin olsun, kadın onu arzulamıştı. Eğer Rabbinin işaretini görmeseydi, o da onu arzulamıştı. Biz böylece ondan, kötülüğü ve fuhşu uzak tutuyorduk. Çünkü o, bizim samimi, seçkin kullarımızdandı.” (12:23,24)

“Onlardan yüz çevirdi ve: ‘Vah, yazık oldu Yusuf ’a!’ dedi. Üzüntüden gözlerine ak düştü, acısını içine gömdü. Dediler ki: ‘Vallahi, Yusuf ’u anmaya devam edersen ya hasta düşeceksin veya öleceksin.’ Dedi ki: ‘Ben, içimi doldurup taşan özlemimi, kederimi Allah’a arz ederim. Ve Allah’ın yardımıyla sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim. Oğullarım, gidin, Yusuf ’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. İnkârcılardan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.’’” (12:8487)

Musa Peygamber kısa bir zaman için halkından ayrıldığında, halkı eski adetlerine geri dönmüştü gafletle. Süs eşyalarından bir put yaptılar ve tapmaya başladılar. Bu olay, bir elçi için yaşayabileceği en büyük talihsizliklerden biri olsa gerek. Mesajı iletebilmek için canlarını ortaya koyuyorlar ancak ufak bir boşlukta tüm uğraşları boşa gidiyor. Bu her zaman böyle değildi tabi lâkin bildiğiniz üzere, İsrailoğulları ani kararları seven, değişik bir toplum. Dolayısıyla süs eşyalarından yaptıkları puta tapma hadisesi kısa bir süre sonra ‘pişmanlığa’ dönüştü. Peki, kötü haber Musa’ya ulaşınca tepkisi ne oldu?

“Yûsuf ’un, evinde kaldığı kadın, onun nefsinden gönlünü tatmin etmek istedi. Kapıları kilitledi, ‘Hadi gel!’ dedi…” Yusuf da arzulamıştı kadını, bir erkekti neticede. Ancak hatırlaması gerekeni hatırladı, işareti aldı ve kaçtı.

Yusuf ’un da zorlandığı anlar çoktu tabi, kimsesi kalmamıştı sonuçta. Hele bir güzelliği vardı ki başa bela. Kadınların karşısına çıktığında dillerinin tutulmasına sebep olacak kadar bela.

“Buyurdu: ‘Halkını, senden sonra sınadık. Samiri onları saptırdı.’” (20:85)

“Kadın onların oyunlarını işitince, onlara haber gönderdi. Kendilerine, yaslanarak yiyebilecekleri bir sofra hazırladı ve her birine bir bıçak verdi. Yûsuf ’a: ‘Karşılarına çık.’ dedi. Nihayet Yûsuf ’u görünce onu öylesine yücelttiler ki, kendilerinin ellerini kestiler. Şöyle dediler: ‘Aman Allah’ım! Bu bir insan değil; asil bir melek bu!’” (12:31)

Hayal kırıklığına uğraşmıştı Musa, kızmıştı. Aklından pek çok şey geçiyordu belli ki. Mesajı iyice anlatamamış mıydı? Görevini hakkıyla yerine getirememiş miydi? Yoksa suç, bütünüyle halkında mıydı? Yola çıktı. “Musa, kızgın ve üzgün bir halde kavmine döndüğünde şöyle dedi: ‘Benden sonra arkamdan ne kötü şeyler

İşte bu sofrayı hazırlayan kadın, Yusuf ’u zor 22


meçhul

yaptınız! Rabbinizin emrini bekleyemediniz mi?’ Levhaları yere attı…”

belki de tüm bunlar gelecekte yaşayacakları için geçmesi gereken bir eğitimdi. Çünkü öldürülme korkusuyla tek başına kaçan bu adam, yıllar sonra, öldürülme korkusuyla yaşayan birçok insanı peşine takıp denizden geçecekti. Halkını ardına alıp ilerleyecek olan elçi, Allah kendisiyle ilk defa konuştuğunda nasıl da heyecanlanmıştı kim bilir?

Bu gerginlik, üzerinde Tanrı’nın buyrukları yazan levhaları yere attırıyor elçiye. Garip gelebilir, lâkin dikkatli bakıldığında asıl olanın, halkın terk ettiği o mesaj olduğu; yani levhada, kâğıtta, kemikte, yaprakta yazan ‘o şey’ olduğu anlaşılacaktır. Mesajı terk edip onun yazıldığı şeyi kutsallaştırmak, ‘sevimli’ gibi görünen bir ihanet değil midir aslında mesaja karşı? Hem de mesaj, çoğunlukla bu gereksiz kutsalları eleştiriyorken… Konuya dönelim. Güzelce paketlenip, çakılan beton çivileriyle duvara asılan kitapta, olay şöyle devam ediyor:

“Musa, o süreyi bitirip ailesiyle birlikte yola çıkınca Tur’un yamacında bir ateş gördü ve ailesine, ‘Burada durun, ben bir ateş gördüm. Belki size ondan bir haber veya bir ateş koru getiririm de onunla ısınırsınız,’ dedi. Ateşin yanına varınca, bereketli yerdeki vadinin sağ yanında bulunan bir ağaçtan şöyle seslenildi: ‘Musa, Ben evrenlerin Rabbi Allah’ım.’” (28:29,30)

“Levhaları yere attı, kardeşinin başını tuttu, kendisine doğru çekiyordu. Kardeşi dedi ki: ‘Ey annem oğlu! Bu topluluk beni horlayıp hırpaladı. Nerdeyse canımı alıyorlardı. Bir de sen düşmanları bana güldürme. Beni şu zalim toplulukla bir tutma.’” (7:150)

Ben burayı okurken bile heyecanlanıyorum. Elçinin aklından geçenleri bir düşünsenize; Allah sizinle konuşuyor! Sahneye bakar mısınız? Hepimiz tanık olmak isterdik sanıyorum. Devamı daha da heyecanlı:

Bu gergin ortamı bırakıp zamanı biraz daha geri saralım. Gençliğinde -henüz elçi değilken- kazara, yanlış bir iş yapmıştı Musa. Birini öldürmüştü.

“’Asanı at.’ Onu bir yılan gibi titreşir görünce, ardına bile bakmadan dönüp kaçtı…”

“Halkının habersiz olduğu bir sırada kente girdi. Orada iki adam buldu, dövüşüyorlardı. Biri, Musa’nın halkından, diğeri de düşmanlarındandı. Kendi halkından olan, düşmanından olana karşı Musa’dan yardım istedi. Musa da onun düşmanına yumruk vurup öldürdü. ‘Bu yaptığım, şeytanın amellerindendir. İnsanı saptıran açık bir düşmandır o,’ dedi. ‘Rabbim, kendime zulmettim, beni affet’ diye yakardı da Allah onu affetti. Çünkü O çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. ‘Rabbim, bana lütfettiğin nimete yemin ederim ki, bir daha suçlulara asla arka çıkmayacağım,’ dedi.” (28:15-17)

Ne kadar insani bir duygu değil mi? Korkudan kaçıyor haliyle. Hepimiz kaçardık. Allah, sakinleştiriyor kulunu:

Bu olaydan sonra ondan yardım isteyen adama oldukça kızmıştı Musa. Nihayetinde istemeden de olsa bir adamın ölümüne sebep olmuştu ve şimdi şehrin ileri gelenleri tarafından öldürülmek isteniyordu. Kaçmak zorunda kaldı. Bilemiyoruz;

“Arkadaşınız bir mecnun değildir.” (81:22)

“…‘Musa dön. Korkma, sen güvencedesin.’ (28:31) Musa’yı bir abi, bir arkadaş gibi görerek anlamaya çalışın yaşadıklarını. ‘Arkadaş’ kelimesine özellikle vurgu yapıyorum. Çünkü anlatmaya çalıştığım şey de bu. Allah, Muhammed Peygamberin arkadaşımız olduğunu söylüyor mesela:

Ar-ka-da-şı-nız… Yazının devamı, gelecek Meçhul’de. 23


Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar oynasınlar türküler söyliyerek yıldızların arasında dünyayı çocuklara verelim kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi hiç değilse bir günlüğüne doysunlar bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı çocuklar dünyayı alacak elimizden ölümsüz ağaçlar dikecekler Nazım Hikmet

mechuldergi@gmail.com www.facebook.com/mechuldergi www.twitter.com/mechulfanzin www.instagram.com/mechuldergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.