Say覺 11 Haziran 2015 Fiyat: 2 TL
me癟hul Ayl覺k Fikir - Sanat Fanzini
meçhul 3
Fantastik Öykü
Esin Esma Paksoy
6
Dişlenmiş Bir Elmadır Yüreğimiz Duygu Görür
8
“Gökyüzünden Habersiz...” Mehmet Emin Katırcı
12
Şiir
On yedinin şiiri. Murat Kılıçaslan
13
Balkon Gizem Bulut
Tiyatro
içindekiler
“Suratımda Her Suç Bir Ayrı İmza...”
16
Özgürlük Kanadı - IV Zeynep Ulusoy
19
Sinema Busem Soydeğer
Öykü
20
Sabun Kışı Dilay Özdemir
Gezi
22
Tuna Nehri’nin İncisi: Budapeşte Eren Özkan
Kapak Çizim: Ayşe Şirin Tasarım: Alihan Varkan
meçhul Esin Esma Paksoy
“SURATIMDA HER SUÇ BİR AYRI İMZA…” “Tam 78 yıl öncesi… İkinci Abdülhamit devrinin İstanbul’u... Motor hırıltısından, fren gıcırtısından, (klakson) dırıltısından, (egzoz) gümbürtüsünden henüz kimselerin haberi yok… Sokaklarda kire (tek atlı, iki tekerlekli) veya konak arabalarının atlarından çıkan nal sesleri… Bir de yokuşlarda 4, düzlüklerde 2 kadananın çektiği atlı tramvaylar…”
torun, en kayrılan torun... Yaptığı bütün yaramazlıklardan dedesinin kürkü altında korunan, “Eyvah babasına benzeyecek!” dedirtecek kadar yaramaz, 5 yaşında okuma yazma öğrenecek kadar zeki çocuk: Necip Fazıl Kısakürek… Yürümeye başladıktan hemen sonra müthiş yaramazlıklarının sonu gelmeyen bu çocuğun başından geçen bir olay var ki izi hayatının sonuna kendisine refakatçi. İstanbul’a getirilen ilk otomobillerden birinin sahibi elbette babası… “İki yaşımda mıyım, üç yaşımda mıyım bilemiyorum, ortada kimsenin bulunmadığı bir an arabaya yaklaşıp tekerleği çevirmeye başlıyorum. Lastiğin üstünde pünez başları gibi küçük demir pullar bulunan tekerlek alnıma çarpıyor ve ben kanlar içinde yere seriliyorum.” Olayın ardından Mehmet Hilmi Efendi derhal yollatır arabayı. Kaymak zannedip kireç yemeler, denize düşüp boğulma tehlikesi atlatmalar daha neler neler… Lakin hep aynı sona bağlanıyor olaylar: Necip’in suçu yok toruna bakmayı bilmiyor koskoca konak halkı! Bir çocuğun başından geçebilecek tüm hastalıklara gebe kalıyor Necip Fazıl. En büyük yadigârı sirkeli bez kokusu. Çocukluk bahsi açıldı mı yahut aklına düştü mü aynı keskin koku burnunun ucunu sızlatıyor. Çemberlitaş’ta bulunan konakta en büyük ilgi cici annenin öteberileri. Kendisine cici anne denmesine anca razı gelen ise Mehmet Hilmi Efendi’nin zevcesi, Necip Fazıl’ın babaannesi... Necip’in yaramazlıklarından kurtulmanın çaresini büyü yapmakta bulan cici anne. Öyle bir büyü ki bir kere yapıldı mı hayatın sonuna kadar tesir edenlerden. Yığar Necip’in önüne bir sepet dolusu romanı… Sabahlara kadar okuma alışkanlığını bu dönemde kazanır şair fakat çocuk yaşı bu romanların altından kalkamaz. “Ve ben ağlıyordum.
1904 yılı sonbaharı… 26 Mayıs… Çocuğunun dünyaya gelişini haber vermek üzere yola koyulan dörtnala tek atlı bir araba… Görenler şaşkın, geçtiği her köşede aynı sözler mırıldanmakta : “Deli Fazıl işte…” Şairin hayatımın sonuna kadar toplasan bir gün konuşmamışımdır dediği babası. Deli Fazıl olarak anılmasındaki baş mimar Mehmet Hilmi Efendi’nin en kıymetli evladı... İki kızın ardından bahşedilmiş bir oğul, soyun devam edeceğinin müjdecisi. Tüm bu nedenlerden ötürü adını Deli Fazıl’a çıkartacak kadar şımartılan oğul… Sakinleştirmenin yolunu evlendirmekte bulan bir konak halkı ve gelin arama, bulma telaşı… Ailenin telaşesi doğal çünkü Deli Fazıl’ın ünü o kadar yayılmış ki kimse kızını vermeye razı gelmemekte. Çare, aracı bulunarak fakir bir gelin istemek. İtibar sahibi bu aileye kızlarını vermekten başka çareciği yoktur elbet onların… Hizmetçilerden bir rütbe yukarıda, tüm konak halkı arasında en altlarda yer alan bu kadın yeni veliahdın biricik annesinden başkası değil hiç şüphesiz. Deli Fazıl’ın kullandığı arabaya binecek kadar sevinense dönemin önemli şahsiyetlerinden biri: Mehmet Hilmi Efendi. Nihayet en büyük arzusu gerçekleşmiş ve erkek torunu dünyaya gelmiştir. Herkes tarafından dayanamaz ölür denilen, zayıf, çelimsiz bir çocuk, soyun devamı anlamına gelen bir çocuk: Necip Fazıl Kısakürek… Şımartılmış bir babanın daha fazla şımartılarak yetiştirilen oğlu: Necip Fazıl Kısakürek. Büyüklerin yemek masasında başköşede, çocuklarınkinde başköşede… En sevilen 3
meçhul
Sebebini bilmeden, ne istediğimi bilmeden… Bu hallerim gözden kaçmamış olacak ki, bir aralık kitaplarıma el koydular: ‘Artık okumak yasak!’ ” Okumak yasaklanır yasaklanmaz Necip’in yaramazlıkları başa sarar. Tabii ki en büyük şikâyetçi cici anne! Yeni bir çözüm bulunur, madem okuma yazma biliyor artık okula gönderilmeli. Okula yazıl – okuldan ayrıl dönemi… Çok kısa bir mahalle mektebinin ardından Gedikpaşa taraflarındaki Fransız mektebi. Üzerinden çok geçmeden ayrılıp Amerikan koleji. Derken Büyükdere’de Emin Efendi Mahalle Mektebi, Rehber-i İttihat… Okulu sevmemek okuldan ayrılmak için bir neden bulur hep Necip, istemediği yerde barınmasına göz yummaz dedesi.. Seferberlik dönemi… Çanakkale savaşında bozguna uğrarsa askerler payitahta da gelebilecek düşman askerleri. Cici anne telaşlı derhal konak terk edilmeli… “Gidiyoruz. Onlar araba ben at sırtında…” Köyün ilk mektebine veriliyor Necip, aldığı tasdiknamelerle son sınıfta nihayet. Uzun sürmüyor köy macerası gerisin geri İstanbul’a dönülüyor. Ve bir çınarın yıkılışına şahit oluyor tüm şehir. Tüm şehir görüyor görmesine lakin ateş düştüğü yeri yakıyor yine. Ateş şimdi konakta, ateş şimdi Necip’in kalbinde… “Evin direği” Mehmet Hilmi Efendi öldü. “Öldü. Büyükbabam öldü. Olanca desteğim, koruyucum, kürkünün içinde barındırıcım, sema, toprak, güneş, dünya, Allah, Peygamber, bütün bir kainat öğreticim, Büyükbabam… Öldü…” Ve Nihayet Bahriye Mektebi… Şairin “Ne oldumsa bu mektepte oldum.” dediği okul. İmtihanlarla ve muayenelerden sonra duvara asılı kazananlar listesinde adını gördüğü okul. “Abdülbaki Fazıl oğlu Ahmet Necip” Sınıfın bir numaralı haşarısı Necip Fazıl… Okulda hocalara yapılan türlü numaraların altından başını uzatan Necip Fazıl. “Sigaraya 13 yaşımda Bahriye Mektebinde başladım. Bulunmasının en zor ve cezasının en ağır olduğu yerde.” Mektepte Necip diyen yok şair aşağı şair yukarı.
“Nihal” isimli tek nüshalık bir dergi çıkarıyor. Rakibi iki sınıf ilerideki Nazım Hikmet’in tek nüshalık dergisi. Tasavvufla ilk teması yine bu okulda gerçekleşir. Edebiyat hocası Aşki Beyin yol göstermesiyle. Tarih muallimi: Yahya Kemal… “Sonradan dostu olduğum ve her mısra ve kelimeme dikkat eder olduğunu gördüğüm Yahya Kemal, muhakkak ki, eşyanın dış yüzüne müstesna bir zevk ve (estetik) gözlüğüyle bakmış, fakat ileriye geçememiş, bütün küçüklükler ve aşağılıklardan arınmış, fakat büyük ‘ulvi’ye yükselememiş, has ekmek yerine pasta kreması yoğurmuş ve ondan ibaret kalmış, kütük ve nakşı, birbirine mezcedememiş, çileli tecritten yoksun, sadece (plastik) bir idrak…” Ve bahriyeye veda vakti, elbette Necip Fazıl üslubuyla… “Ben son sınıf talebesiyim, mektepten gına getirmiş durumundayım ve bir kolayını bulup Bahriyeden ayrıldıktan sonra Üniversiteyeo zaman ismi Darülfünungirmek düşüncesindeyim. ‘Kolay’ kendi kendisine geldi. Son sınıf imtihanlarını kazanıp mektebi bitirmişken tahsil müddetine 1 sene daha ilave ettiler. Ben de ilave sınıf imtihanlarında, üzerine ‘Bilmiyorum!’ yazarak kağıdımı boş teslim ettim. Kaydımı sildiler ve: “Serbestsin” dediler.” Şairin arzusu gerçekleşir, yaşamında Darülfünun Edebiyat Medresesi, Felsefe şubesi açılır. “Üniversitede, aradığım hoca tipinin ne maddi, ne manevi çehresini bulabilmiştim. Yakın temasım sadece Şekip Hocayla. Onun Zeynep Hanım konağına çok yakın ahşap evine gidiyor, gece yarısına kadar süren sohbetlerin baş (tenor)luk işini bizzat kendim idare ediyor, konuştukça konuşuluyor ve; o ve hanımının beni hayranlıkla dinlediklerine şahit oluyordum.” Şair bu mektepte Ahmet Kutsi Tecer ve Ahmet Hamdi Tanpınar ile tanışıyor. Sadece edebiyata ilgi duyan beylerle tanışmaktan zevk almıyor hiç şüphesiz. Üniversitede sayısı bir hayli az olan kızları yangın kulesine çıkarıp “İşte metropolis!” diye kendilerine İstanbul’u göstermekten de büyük haz duyuyor. 4
meçhul
Sene 1942. Hükümet lise ve Darülfünun mezunlarını Avrupa’da tahsile göndermekte. İlk giden kafilede tam 20 yaşında bir genç. “Sırtında Mahmutpaşa taraflarından alınmış spor bir elbise, elinde basit bir iki çamaşırdan ve Yenice paketlerinden başka bir şey olmayan küçücük bir çanta, cebinde de aziz dostu şair Ahmet Kutsi(Tecer) vasıtasıyla son dakikada sarraflara çevirttiği birkaç yüz frank…” Gidenler arasında Suad Hayri(Ürgüplü), Vildan Aşır ve Burhan Ümit, Cemil Sena, Namdar Rahmi-Naci… 1924-1925 Tarihleri arasında şair Paris’te. “Çilelerin en can yakıcısıyla hayat sürdüğü Paris!” Necip Fazıl’ı bugünkü anlamıyla Necip Fazıl yapan yegâne yerdir belki de. Çileye, kedere, ete doymamış bir insan ne kadar samimi şekilde yönelebilir O’nun yoluna. Tertemiz olabilmek için önce tüm pisliği görmüş olmak gerek ki hiçbir pislik bir daha cezbedemesin onu. Paris’te kendisini sarıp sarmalayan bir illet: kumar. “Bütün bir mevsim, Paris’te gündüz ışığını görmedim. Paris’te gündüz nasıldır; haberim olmadı. Gün doğarken yatıyor, gecenin başlangıcında da hafakanlarla yatağımdan fırlayıp kulübe koşuyordum.” Bir gün kendisini görmek isteyen bir müfettiş olduğu haberini alır. Gündüz olmasına karşın kalkıp yanına gider. Metro parasını Burhan’dan alarak… “-Vekalet, sürdüğünüz hayat bakımından tahsisatınızı kesiyor, işte son aylığınız ve memlekete dönüş paranız!” “Genç şair, babasının ölüm haberini aldığı halde mirasına konmuş olmaktan mesut bir hissiz.” Cebinde bin frank, bilmem kaçıncı kez geçtiği yollarda başka başka hislerle belki de hissiz kulübün yolunu tuttu. Tek yapabildiği hiç tanımadığı bir yabancıya bin frankını kaptırmak. “Gözleri kaldırımlarda, “Kaldırımlar” şiirini içinde biriktire biriktire saatlerce, yayan, oteline gitti.” “Allah’ım beni kendi kendimden kurtar.” Arkadaşları arasından dönüş bileti için para toplanır. İlk durağı Marsilya’dır. Orada üç gün kalacak, ardından vapur ile dönüş yolu.
“Şeytanın kulağına kadar eğilmiş, fısıldadığını işitir gibi; -İnsan bu hale gelince mutlaka kumarda kazanır. Senin şu anki şartlarına göre şansın büyük! Ne yap, yap bir çare ara! Şans böyle anları gözler.” Kendi deyimiyle ‘hasta kumarbaz’ gidebilecek bir kulüp ve kaybedilecek para bulur. Bu defa sonuç pahalıya patlar: Onu yurduna döndürecek paralar meçhul… Türk konsolosluğuna gider ve imzalı bir makbuzla bin frank cebinde. “O da gitti, o da kumar vergisine yatırıldı ve üçüncü geceyi mahut otelde geçirdikten sonra vapur…” Dönüş yolunda altın tepside sunulan bir hediye: “O zaman, dünyayı birbirine katan bir hadise… Bütün neşir vasıtaları bu işle, bu Mısır saray entrikası ile meşgul ve prensi kimin ve nasıl kaçırdığı, nereye götürdüğü, ne halde olduğu meçhul… Hatta meşhur (Tayms) gazetesi prensi bulacak, yerini haber verecek ve röportajı yapacak ilk gazeteciye 1000 İngiliz lirası vereceğini ilan etmiş…” Necip prens ile aynı vapurda. Bir aralık yolunu bulup röportaj yapan şair Babıali yollarında. (Tayms)ın bin sterlininden habersiz, vakit gazetesinden karşılık olarak 25 Türk Lirası ve gazetede muhabirlik… Daha sonra banka, başka şehirler, farklı farklı yaşamlara tanıklıklar… Görüp görülebilecek her şeyi görmek, duyup duyulabilecek her şeyi duymak, koklamak. “Haddini aşan her şey zıddına döner.” Diyor şair. Haddini aşan bir dünya yaşamından sonra zıddına dönmek, en doğruyu görmek. Yaşadığı maddi hayatı herkes bir nebze anlatabilir. Dokunabilir hayatına kıyısından, köşesinden… Fakat hadise manevi yaşama geldi mi, kalemim bile irkilir şairin başından geçenlerden. İyisi mi geri kalanı Necip Fazıl’ın kaleminden dinlemeli. Haddi aşmanıza gerek kalmadan, en doğruyu görmeniz ve Necip Fazıl’ı Necip Fazıl’dan dinlemeniz dileğiyle… Kaynakça • O ve Ben / Bâbıâli / Kafa Kağıdı / Çile / Hikâyelerim - Necip Fazıl Kısakürek 5
meçhul Duygu Görür
DİŞLENMİŞ BİR ELMADIR YÜREĞİMİZ “O, annesine eş, konağın mazlum tipini beş sene yaşattı ve ağabeyinin bulduğu ve hattâ bazen zalimliğe kadar götürdüğü itibara eremedi.” 2
Beş yaşında minicik bir kız. Titrek bacakları, solmuş benzi ve ışığını kaybetmiş gözleriyle tarihin görüp görebileceği en büyük hüznü ve kederi resmetmekte. Öyle bir keder ki bu, bir damlası düşse güneşe, ışık değil acı saçar güneş. Öyle bir keder ki bu “gamdan dağlar” kurar şairin dediği gibi. Selma’dır o minik kız çocuğunun adı, gözleri vardır abisi tarafından tasvir edilmiş, o gözler ki abisinin ruhunda yepyeni yaralar dermiş.
Selma, çölde serap, buza kazınmış yazı. Selma, elbiselere sinen şeker kokusu. Selma, bir sabun köpüğünün ömrü. Selma, bir bulut yumuşaklığı… Mahzundur Selma, yitiktir bir o kadar. Her zaman, oturduğu ancak henüz kendine yakışır şekilde yaşayamadığı koca konağın bir köşesine sinmekte ve hayallere dalmaktadır, çocukça hayallere. Abisi her daim en şık kıyafetler içersindedir, ancak kendisi hüzünden ötesini giyinmemiştir hiç. Yaşına göre büyük biçmiştir Tanrı hüzünlerini. Abisi giyinir, o izler uzaktan uzağa. Abisine tüm sofralar açıktır ancak ona sadece ucuz sofralar serilir. Beş yaşındadır Selma, beş yaşında bir kız çocuğu. Bir suçu da budur onun, minik oluşunun yanında.
“Gözler, gözler… Selma’nın gözleri… Gözler, içinde ya merhamet, ya nefretin ışıldadığı bir kandildir yahut tevekkül veya şüphenin tüttüğü… Bazen de ve çok defa sönük ve bomboş… Selma’nın gözleriyse, merhametle tevekkülün renklerini elâ bir bal damlasında toplamış, acıyan ve razı olan mâna yatağı…” 1 Eşsiz ve bir o kadar sıradan olan gözleriyle abisinin kalbinde görülmemiş hüzünlere neden olan minik Selma’ya değer veren tek kişi annesidir. Ancak mizacı itibariyle inanılmaz derecede yumuşak olan annesi de onu ev ahalisi içerisindekilere karşı savunamamaktadır. Minik Selma tüm sessizliği ve durgunluğuyla bir nehirdir, nehirlerin en güzeli. Baba sevgisinden bir hayli uzak olan Selma’nın babasıyla bir ilişkisi olup olmadığı da muğlâklık noktasında en üst sınırları zorlamaktadır. Babası yerinde durmayan, ne kadar fena iş varsa bulaşan biridir. Yani beş yaşındaki minik Selma, baba sevgisini hiç tadamamıştır ve tatmayacaktır da. Gözlerini açtığı yıllar dolayısıyla kız çocuğu olmanın verdiği dezavantajların tümüne maruz kalan minik, Selma mahkeme reisi olan büyükbabasından da en ufak ilgiyi görememektedir. Çok hastadır, ancak sevgi denen büyük okyanusun tek bir damlasından dahi nasiplenememektedir. Tüm ilgi evin erkek çocuğunda, yani Selma’nın abisindedir. Selma bir gölgedir, abisinin gölgesinde kalan bir gölge. 1/2/3
“Ağabeyine yeni elbiseler ve papuçlar alındığı zaman, boynu bükük, uzaktan bakar ve hiç ses çıkarmaz. Ayaklarında (bebe) iskarpinleri ve sırtında satrançlı palto… Ona, sanki öleceği biliniyormuş gibi bu ömür yeterlidir. Zira kız çocuktur ve büyükbabamın kıymet bareminde kız çocukların değeri düşüktür. Annem de, halalarım gibi hakkını zorla almak tabiatında yırtıcı bir insan olmadığı için, kızı adına mücadele gücünde değil… Hem büyüklerle başköşede yemeğe oturan, hem küçükler ve bazen çapkınca kadın hizmetçiler sofrasına tenezzül gösteren ben neredeyim, besleme tavırlı Selma nerede?” 3 Selma miniciktir, minik olduğu kadar da büyük. O denli büyüktür ki abisinin en büyük pişmanlığı olur, en büyük hüznü, en büyük vicdan azabı. Abisi küçük yaşlarda farkına bile varmadığı kız kardeşini, ileri yaşlarında hayatının merkezine koyar. Bu pişmanlık dişlenmiş bir elmadan geçer. Bu elma ki vicdan müessesini sığdırabilmiştir içine. Bu elma ki Selma’nın masumluğudur,
Kafa Kağıdı (syf:81) – Necip Fazıl Kısakürek
6
meçhul
içtenliğidir. Bu dişlenmiş elma insanlığın ve şairin ruhudur. Dişlenmiş bir elmadan geçer insanlık ve anlatmaya devam eder yeryüzünün en pişman abisi, dişlenmiş bir elmanın ne muazzam acılar yaratabileceğini.
Ölmüştür Selma, duvar dipleri öksüz kalmıştır, gölgeler sonra, artık bulamayacaklardır onu. Ölmüştür Selma, iskarpinler kaçacak yer aramıştır, hele satrançlı palto duvarda bir yara gibi açılmıştır. Selma ölmüştür, dişsiz kalmıştır, kanamıştır tüm elmalar. Selma ölmüştür, yırtılmıştır annesinin kalbi, verem olur daha sonra bu tarifsiz acıdan Selma’nın annesi. Selma ölmüştür, abisi Necip Fazıl Kısakürek bir başına kalmıştır, kardeşlerin en masumu ve zarifi yoktur artık… Selma beyaz gelin tülleriyle süslenmiş kendi kadar minik bir tabut içinde çıkar o hep silik yaşadığı konağın içinden. Omuzlar üzerinde minicik bir beden görülmemiş derecede ağırlaşır. Omuzlar ölü değil hüzün taşır, Selma’nın tarifsiz hüznünü. Selma artık hep beş yaşındadır, hiç büyüyemeyecektir. Ölmüştür minik Selma…
“Selma’ya ait bir hatıram sonra sonra beni yakacak hale geldi: Büyük babamdan kıpkızıl bir lira çeyreği kopardığım bir gün, onu Selma’ya göstermiştim. Yavrucağın elinde ısırılmış, mini mini dişlerinin izini taşıyan bir elma vardı. Lira çeyreği o kadar hoşuna gitmişti ki, o ebediyen mahzun, yahut hüzün ebediyetiyle dolu gözlerini bana dikmişti de: - Ağabey, demişti: bu elmayı sana vereyim de o parayı bana ver! Biraz ısırdım ama ziyanı yok, değil mi? Pırıltılı lira çeyreğini vermiş, fakat elmayı da almak gibi bir gaflete düşmüştüm. Sonra sonra dövündüğümü hatırlıyorum. - Ah, niçin lira çeyreğini verdim de, hafifçe ısırılmış elmayı kendinde bırakmadım? Niçin “O da senin olsun!” diyemedim. Hayatımın ilk büyük vicdan azabı budur.” 4
“Kız kardeşim Selma öldü. Annem, ikinci kattaki salon - sofada, orta yerdeki sedirin üstünde, yüzünü tırnaklariyle gererek çığlık çığlık ağlamakta... Yanında onu sükûnete getirmeğe çalışan, mahzun tavırlı iki erkek... Dayılarım... Üstünde beyaz gelin tülleri uçuşan küçücük tabut, konağın selâmlık kapısından çıkıyor...” 5
Dişlenen her elmada kardeşini arayan şair, kız kardeşinin diş izlerini taşıyan o elmayı neden saklamadığını sorar hep kendi kendine, ama bir türlü cevabını bulamaz bunun. Küçük Selma’nın diş izleri sonsuza kadar kaybolmuştur artık. Bu kayboluş elmanın şair tarafından yenmesiyle ilgili bir kayboluş değildir. Selma hep beş yaşında kalacaktır artık. Ve duvar dibine bir gölgecik olarak da sinemeyecektir. Bebe iskarpinleri Selma’nın ayaklarını ısıtamamakla kahrolacaktır, hep beş yaşında olacaktır Selma… Satrançlı palto değildir, kefendir artık minik Selma’nın narin bedenini saran. Selma ölmüştür, yıkılmıştır gam dağları. Ölüm kelimesinin en ağır olduğu an bir çocuğun adıyla anıldığı andır. Bu çocuk Selma’dır. 4/5
O ve Ben (syf:34-33) - Necip Fazıl Kısakürek
7
meçhul Mehmet Emin Katırcı
“GÖKYÜZÜNDEN HABERSİZ...” -İsterseniz beni polise teslim edin! Sizi asla bırakmam! -Ne istiyorsunuz? -Para! -Çekiniz elinizi yakamdan!.. -Çekmem! Para! -Akşama doğru konsolosluğa gelin de görüşelim: Konsoloslukta bir makbuz, imza ve 1000 frank…”
Konaklardan izbelere, kumarhanelerden içki masalarına, esrar partilerinden gündüzünü görmediği şehirlere doğru seyreden bir hayat. Yalanlar, isyanlar, acılar ve virane odalarda çekilen ıstıraplar. Yakasına yapıştığı konsoloslar, edebiyat dünyasından dostlara atılan tokatlar, sabaha karşı içine dolan hüzünler. Necip Fazıl Kısakürek, tam otuz yıl boyunca ensesinin örsünde demirden bir balyozu hissediyor ve yaşadığı çevrenin en doğal getirisi olarak kendini salonların, eğlencelerin, yeşil çuhalı masaların kollarına bırakıyordu.
Kumar yalnız onun meftun olduğu bir bela değildir, bu hastalığa yakalanan bir diğer isim soyadını değiştirerek sonradan Nurullah Ataç olacak olan dönemin Nurullah Atâ’sıdır. Birçoğumuzun günceleriyle bildiği Nurullah Ataç tavlada kaybettiği oyunun sonlarında yüzünde Necip Fazıl’ın elinin sıcaklığını hissedecek ve bulundukları batakhane bir tokat sesiyle çınlayacaktır.
Kağıtların verdiği haz benzersizdi, hiçbir kadın bu kadar etkili bir tene, bu denli benzersiz bir dokuya sahip değildi. Kumar “kubur faresi hayat” olarak tasvir ettiği hayatın en vazgeçilmez ve benzersiz meşgalesiydi. Onu düşünceden ve vehimlerden uzaklaştıran bu illet o kadar önemliydi ki onsuz bir hayat yaşamaya değmeyecek bir hayattı.
“Nurullah Atâ, dört bir kaybetmek üzere olduğu tavlayı çat diye kapattı, ayağa kalktı ve saçları dimdik, haykırdı: -Namusunuz varsa bana bir tokat vurun! Profesyonel kumarbaz usûlca yerinden kalkıp kapının yolunu tutarken Genç Şair mırıldandı: -Borçlu olduğun parayı ben vereyim de tokadı ben patlatayım! Seni, nefsine hakaret ettirmek hastası (Dostoyevski) mukallidi, seni!.. Nurullah Atâ: -Sende insan tokatlayacak erkeklik ne gezer, “Örümcek Ağı” şairi! -Çat!.. Genç Şairin beş parmağı Nurullah Atâ’nın tombul yanaklarında… Siyah bağa kenarlı gözlüğü de uçup gitmiş…”
“Herkes benim kumarı kumar için oynadığımı sanıyor. … Halbuki ben kumarı, düşünmemek için oynuyorum. Ruhuma üşüşen sabit fikirlerin, beyin zarımı yırtan vehimlerin biricik ilâcı olarak onu buldum. Kumar oynayamayacak hâle geldiğim gün intihar etmekten başka çarem kalmayacaktır.” Kumar illeti bambaşka bir boyuttu, bunun için cinayet işlemeyi bile göze alabilecek olan şair Paris’te öğrenciyken Türk konsolosunun yakasına yapışacak ve ondan para isteyecekti. Sıradan biri olmayan bu adamdan aldığı parayla yurda dönüş bileti almak yerine iskambil kağıtlarının suni sıcaklığını satın alacak, Paris’te yaşadığı sefaleti daha da katlayacaktı.
Necip Fazıl’ın tokatlarından nasibini alan tek kişi Nurullah Ataç değildi. Namık İsmail’in müdür olarak görev aldığı Genç Sanatlar Akademisi’nin verdiği baloya Necip Fazıl ve Peyami Safa birlikte katılmışlardı. Bu sıralarda Peyami Safa henüz muhafazakar bir yapıya bürünmemiş, sürekli olarak kullandığı kokaine rengi hasebiyle “Beyza Hanım” diyecek kadar uçuk, bel kıvırtışına hayran olduğu için her gece dansöz izlemeye gidecek
“Aralarında silindir şapkalı, dolama ipek kravatlı, göğsü dürbünlü, bizim konsolos cenapları!.. Parmaklığa koştu. Konsolos tam önünde… Elini uzattı ve konsolosu omuz başından kavradı. Konsolos dehşetle: - Siz misiniz?.. Ne yapıyorsunuz?.. Yabancılardan çekinmiyor musunuz? 8
meçhul
kadar kadın düşkünü dönemlerini yaşamaktaydı. Aynı baloda bulunan Ahmet Haşim’in ikilinin yanına gelmesiyle birlikte başlayan olaylar tüm balo salonunda soğuk rüzgarlar estirecekti. Peyami Safa’ya olmadık sözler, edilmedik hakaretler bırakmayan Ahmet Haşim, bu durum karşısında daha fazla sessiz kalamayan Necip Fazıl’ın yüzüne sağlı-sollu attığı tokatlarla adeta şoke olmuştu. Bütün misafirlerin buz kesmesine ve akabinde ortalığın karışmasına neden olan bu tokat hadisesinin yaşandığı balo salonu, edebiyat tarihinin en sıra dışı durumlarından birine böylelikle şahit oluyordu. Birkaç gün sonra barışan Peyami Safa ve Ahmet Haşim’i kol kola Babıâli’de gören şair bu durumdan büyük bir üzüntü duyacaktı. Kendisinden yaş olarak çok büyük olan bir şairi tokatlamış, ancak Peyami Safa’nın buna değmeyeceğini bir kez daha idrak etmişti. Şair yaşanan feci hadiseden sonra Ahmet Haşim’le bir daha hiç konuşmamış ve Ahmet Haşim’in ölüm haberini aldıktan sonra büyük bir üzüntü duymuştu. Ahmet Haşim her ne kadar büyük tartışmalar yaşamış olsa da Necip Fazıl’ın şiirini büyük bir beğeniyle takip ederdi. Ahmet Haşim, şairin “Benim de yerim bu el oldu yâhu / Gençlik bahçesinde sel oldu yâhu” mısralarının yer aldığı “Kitabe” adlı şiiri için “Çocuk bu sesi nerden buldun sen?” diyordu.
nefes çekti ve Âbidin’e teslim etti. Âbidin onu alıp sevgilisinin halini ve huyunu bilen bir ihtisas edasiyle çekerken Genç Şair’de bir hal... Başı dönüyor! Feci!.. Başının gerçekten dönüp dönmediğini anlamak için, salonun Maçka caddesine bakan penceresini açtı. Aman, ne görüyor? Cadde apartmanın beşinci kat penceresiyle bir hizada değil mi? İsterse ayağını atabilir ve caddeye çıkabilir... Üsküdar tarafına baktı. Üsküdar odanın içinde ve ışıkları, altında bulunduğu eğik bir kiraz dalının meyveleri kadar yakın... Elini uzatsa toplayabilir. Artık o, kendisinde değil, hayâlinin zaman ve mekân tanımaz füzesinde... - Deli mi oluyorum yoksa?... Ancak bu kadar düşünebildi ve şeytan suratlı Âbidin kıs kıs gülerken kendisini kanapeye zor attı ve beyninin motorunu durdurmayı becerebildi.”
Edebiyat çevresinin başı sadece kumarla dertte değildi. Bir diğer büyük sorun olan esrar ve kokain özellikle Garipçiler için ayrı önem taşıyordu. Özellikle Abidin Dino’nun evinde toplanan Oktay Rifat, Melih Cevdet gibi isimler birlikte esrar partileri veriyor, Abidin Dino eline aldığı bir esrar yaprağını okşayarak kendinden geçiyordu. Bu esrar partilerinin birinden Necip Fazıl’da nasibini alacak, balkondan baktığı cadde balkonla aynı hizaya gelecekti.
“Urgan soyadıma gelince, onu kendim isteyerek aldım. On sekiz yaşını geçtiğim ve bekâr olduğuma göre, istediğim soyadını alabilirdim. (Böyle güzel özgürlükler vardı Mustafa Kemal döneminde.) Bizim aile aşırı bireyci olduğundan, herkes ayrı ayrı soyadları aldı. Örneğin, teyzemin iki oğlu, anne baba bir kardeş olmalarına karşın, aynı soyadını almaya yanaşmadılar. Annemle dayım da değişik soyadları seçtiler. Şimdi şu Urgan soyadını bana kimin önerdiğini söyleyince, küçük bir şok geçireceksiniz: Necip Fazıl Kısakürek! Evet, iyi bir şair ve yetenekli bir oyun yazarı bildiğiniz, henüz dinciliğe soyunmamış olan, bizim arkadaş grubundan Necip Fazıl Kısakürek! ‘Çalışkan’, ‘Erdemli’, ‘Ulugönüllü’ gibi manevi anlamlar taşıyan bir soyadı değil, içinde
Şairin çok samimi olduğu bir diğer isim de hepimizin İngilizce çevirileri ve özellikle Thomas More hayranlığıyla bildiği Mina Urgandır. Falih Rıfkı Atay’ın üvey kızı olan Mina Urgan aynı zamanda Necip Fazıl’la kapı komşusuydu. Bu dostluk her ne kadar ilerleyen yıllarda devamlılığını yitirse de Mina Urgan Necip Fazıl sayesinde Mina “Urgan” olabilecekti.
“- Hiç olmazsa sen de hayatında bir nefesçik olsun, çek!.. Genç Şair dayanamadı, sigarayı alıp birkaç 9
meçhul
çok sevdiğim U harfi bulunan bir nesne adı istiyordum. Necip Fazıl, ‘Urgan’ı seç” dedi. ’Urgan da ne demek?’ diye sorduğumda, Anadolu’da ip anlamına geldiğini açıkladı ve kahkahalar atarak, ‘solculuğundan ötürü günün birinde nasıl olsa asılacağın için, bu soyadı sana ayrıca uygun’ diye ekledi.”
“Necip Fazıl oldukça kısa boylu, gövdesine göre bacakları fazlasıyla kısa, hiç de yakışıklı sayılamayacak bir adamdı. Gel-gelelim, kendisini bir âfet, bir erkek güzeli sayardı her nedense. Ben, on dört yaşlarındayken, Necip Fazıl’ın üstündeki gömleğe göz koymuş; bu güzel mavi gömleği, benim eski bir gömleğimle değiş tokuş etmesini önermiştim. Hiç de cimri olmadığından, buna hemen razı olmuştu. “Ama ben gömleğimi çıkartırken, sen odada bulunmamalısın” dedi. “Neden bulunmayacakmışım ki? Pantolonunu çıkartmıyorsun, sadece gömleğini çıkartıyorsun” diye karşı koyduğumda, yaptığı açıklamayı hâlâ gülerek anımsarım: Benim yaşımda bir kız çocuğunun, böylesine güzel bir erkek torsosu* (Necip Fazıl’ın sevdiği sözcüklerden biriydi “torso”; ikide birde torsosunu överdi) görmesi doğru değilmiş. Çünkü onun torsosunu bir görürsem, ömrüm boyunca bu güzellikte bir torsonun özlemiyle yanıp tutuşacakmışım. Bunu hiçbir başka erkekte bulamayacağımdan ötürü de, hiç kimseye âşık olamayacakmışım, cinsel hayatım kayacakmış.”
Necip Fazıl Mina Urga’ın evine çok fazla giderdi. Bu gidişlerin bir sebebi de Mina Urgan’ın yazdığına göre, Necip Fazıl’ın Urgan’ın annesinin yakın arkadaşlarından birine âşık olmasından kaynaklıydı. Bu gidişler o kadar sıklaşmıştı ki Falih Rıfkı Atay artık bu durumdan şikayet eder hale gelmişti. Mina Urgan o ilginç anıyı şöyle anlatıyordu: “… Necip Fazıl’ın yüzsüz bir yanı vardı. Başkalarının evinde kendi evindeymiş gibi davranırdı. Üvey babam Falih Rıfkı Atay, “günün birinde bir de bakacağım ki, bu herif benim pijamalarımı giymiş, yatağımda yatıyor” demişti. Nitekim, buna benzer bir durum oldu: Bir Cumartesi öğleyin yatılı okuldan dönünce, Necip Fazıl’ı yatağıma uzanmış buldum. Benim kırmızı sabahlığımı giymişti. Kıllı bacakları ortadaydı. Necip Fazıl ile hiç de terbiyeli bir kız çocuğu gibi davranmadığım için, “ulan, bu ne hal?” dedim. Kılı kıpırdamadan, pişkin pişkin açıkladı: Tepebaşı Şehir Tiyatrosu’nda, çok beğenilen bir oyunu oynanıyormuş. Temsilden sonra, onu alkışlamak için sahneye çağırıyorlarmış. Paçaları çamurlu ütüsüz bir pantolonla seyircilere gösteremezmiş kendini. Onun için, fırçalanmak ve ütülenmek üzere, pantolonu çıkartıp bizim Rum hizmetçiye vermiş. Bu ve buna benzer başka davranışları yüzsüzlüktü elbette. Ne var ki, Necip Fazıl’ı çok sevimli ve eğlendirici bulduğumuzdan, onun bu şımarıklıklarını hep hoş görürdük.
“Beylerbeyi tepelerinde eski bir konakta, kalabalık bir aydın grubuna verdiği şölen, bu gösteriş merakının en eğlenceli örneğidir. O güne değin Beyoğlu’nda kıytırık Rum’ pansiyonlarında oturan Necip Fazıl, bizleri o konağın zemin katına davet etti. Şatafatlı mobilyalar arasında, inanılmaz bir lüks içinde bulduk kendimizi. Hiç unutmam, büyükçe güzel bir akvaryum bile vardı salonda. Gösterişli yemek takımlarıyla süslü, pahalı ve lezzetli yiyeceklerle dolu bir büfe hazırlanmıştı. Necip Fazıl, yemeğe başlamadan önce, büyükannesinin elini öpmemiz gerektiğini söyledi. Bahçeye gittik. Biri sağda, bir solda iki merdivenle, birinci kattaki balkona çıkılıyordu. Balkonun ortasında, başörtülü yaşlı bir kadın oturuyordu. Bizler sıraya girdik ve diploma
Necip Fazıl’ın bir diğer uçarı yanı inanılmaz özgüveniydi. Böylesine büyük mısralar yazan ve müthiş hazır cevap olan bir şairin bu denli güçlü bir özgüvene sahip olması pek tabii beklenecek bir durumdur. Mina Urgan’da bu özgüvenden kendi payına düşeni almıştır, tebessümle karşıladığı bu minik anı Necip Fazıl’ın muzipliğini bir kez daha gözler önüne serer. 10
*Torso: İnsan gövdesi.
Uçarı, bazen şımarık, kimi an durgun ve üzgün olan şair aynı zamanda çok geniş kalpli ve sevecendi. Muzipliklere bayılan, şakalar yapmayı seven, dostlarına sıcak bir tebessümle bakan şair bazı demler müthiş üzüntülere kapılıyordu. Yakın dostlarına verdiği bir yemeğin öncesinde ve sonrasında yaşananlar olayı anlatan Mina Urgan’ı bile hüzünlendirmişti. Heyecanla gerçekleştirilen bir davet kötü bir oyuna, hüzünlü bir sona gebeydi…
meçhul
töreni yapılıyormuş gibi, sağ merdivenlerden çıktık, yaşlı kadının elini öpüp alnımıza koyduktan sonra sol merdivenden indik. Yaşlı kadın hiç konuşmuyor, “sağ ol evladım” diyordu sadece. Sonradan anlaşıldı ki, o ihtiyar, Necip Fazıl’ın büyükannesi filan değil, konağın sahibesiymiş ve bir süredir kira veremeyen Necip Fazıl, bu el öpme törenini düzenleyerek, kadıncağızın gönlünü alacağını hesaplamış. O şölende yedik içtik, eğlendik. Necip Fazıl da formundaydı. Çok renkli, çok güzel konuşuyor; hepimizi güldürüyordu. Örneğin, elimdeki sigaradan, dumanlar saçarak bir köprünün altından geçercesine onun dev bacaklarının (daha önce de belirttiğim gibi bacakları fazlasıyla kısaydı aslında) altından geçen küçük bir Şirketi Hayriye vapuruna benzetiyordu beni. “Bir nazar boncuğu kadar sevimli ve saçmasın” diyordu. Gelgelelim sabahın dördüne doğru neşesi filan kalmadı. Bir an önce gitmemizi istemeye başladı. Biz sabah vapuruyla gideceğimizi söyleyince, tikleri arttı, sessizliğe gömüldü. Sabahın yedisinde telaşının nedeni anlaşıldı: Konağın bahçe kapısına bir kamyon dayandı. Kamyondan inen iki üç hamal, o görkemli mobilyaları, o şatafatlı yemek takımlarını, kamyona taşımaya başladılar. Şeytanın aklına gelemeyecek şeyler Necip Fazıl’ın aklına gelebildiği için, bütün bu lüksü bir geceliğine kiralamış meğer. O sıralarda Boğaz Köprüsü olmadığı, karşı yakaya ancak Harem-Salacak arabalı vapurlarıyla geçilebildiği için, bu lüksü sağlayan şirket, erkenden göndermiş kamyonu. Bu duruma gülemedik. Bir hüzün bastı hepimize. Necip Fazıl’ın kiraladığı ve kirasını veremediği konakta, eski püskü iki sedir, birkaç sandalye ve o güzel akvaryum kaldı kala kala.”
tökezler ve üzerinden savurduğu Necip Fazıl’ın üzerine düşer. Kırılan kaburgalar, günlerce yataklara düşmeler ve dahası. At tutkusu ata ilk kez bindiği dokuz yaşından beri süre gelen Necip Fazıl bu tutkuyu daha da ileriye götürmüş ve Türkiye Jokey Kulübü’nün ricası üzerine “At’a Senfoni” eserini kaleme almıştır. Atlarla ilgili bildiği her noktayı kaleme alan şair onu canından etmek üzere olan o muazzam varlıklardan bir türlü kopamamıştır. Tüm hataları, eksiklikleri, pişmanlıklarının yanında muazzam sanatı, benzersiz zarafeti, iyi kalpliliği ve sevecenliğiyle başta hece şiiri olmak üzere Türk şiirine damga vuran şair feci bir maziden benzersiz bir istikbale kanat çırpmayı da bilmiştir. Hocam dediği din adamı Abdülhakim Arvasiy’le Abidin Dino aracılığıyla tanışan, ancak Abidin Dino bu yoldan vazgeçtiğinde bile hocasının eteğine yapışıp kurtuluş arayan şair bir anlamda ruh mimarı olarak addettiği isim için “Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; / Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” mısralarını yazıyordu. Türk şiirine yeni bir anlam ve renk kazandıran şair, şiir dalında benzersiz imgelere imza attı. Şiirimizin en gür ve en bilinen seslerinden biri olmayı başaran şair aynı zamanda büyük bir dava adamı olarak edebiyat tarihimizin doruğunda yer aldı. 26 Mayıs 1904 yılında doğan şair 25 Mayıs 1983’te bir çilehane olarak gördüğü dünyaya gözlerini yumdu. Benzersiz sanatına ve aziz hatırasına en derin saygılarımızı sunduğumuz Necip Fazıl Kısakürek hayatının en karmaşık, en çileli ilk otuz yılını sadece iki mısrayla açıklıyordu. Korkunç mazi, mükemmel bir istikbale bu iki mısracıkla evriliyordu.
Bir avareden, hatta bir serseriden bir dava adamına dönen şair bütün bir hayatı boyunca kendi hatalarının ve suçlarının cezasını çekti. Aynalar şiirinde kendine şu mısralarla kızıyordu: “Suratımda her suç bir ayrı imza, / Benmişim kendime en büyük ceza!” Fikir sancılarıyla birlikte sarıldığı kumar, hayran olduğu kadınlara yazdığı ancak sonradan reddettiği şiirler, Paris-İstanbulTrabzon şehirlerinde geçen rezil zamanlar. Bu feci zamanlarda yaşadığı ölümden dönüşler. Tam bir at hayranı olan Necip Fazıl Trabzon’da at binmektedir. Dörtnala ilerleyen hayvan bir an
“Tam otuz yıl saatim islemiş ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum...” Kaynakça • O ve Ben / Bâbıâli / Kafa Kağıdı / Çile / Hikâyelerim - Necip Fazıl Kısakürek • Bir Dinozorun Anıları - Mina Urgan 11
meçhul Murat Kılıçaslan
On yedinin şiiri. Baharında bile değilim ömrümün. Soldum, yeşeremeden koparılan çiçeklerin kucağında. Ne dağ kaldı ne yol ne başımın ucuna pencere. Saatlere mecalsiz bakar oldum. Birkaç şiir bilirim, ezberimde yoktur fakat. Anlatır durur bir kadını, sokamaz yüreğinden içeri. Gelir sıra çiçeklere, böceklere ilişmez, yıldızlara tutkundur. Bir genci tutar on yedisinde asar. Şiir, ölümün yalın ağzında kesilir. Oltamın ucuna takılır ipsiz sapsız bir mektup. Mürekkebi dolar tırnaklarımın arasına. Yazmış sevdayı apansız türkü kafiyesiyle, Çığırmamı ister benden bir gecenin göğsüne. Kimdendir, nerdendir, yolu neresidir bulamadım. Solduğum çiçeğin yaprağında asıldım kaldım. Yasemin kokusunu iliştirdi rüzgâr burnuma, Sevda dedi, takılmış bir güvercin kanadına, Kanat çırpar yeşiline ırmağın. Yedirebilseydim umudu şu arsız çocukluğuma, Yetişirdim baharın oğlanlığına kızlığına. Dürerdim bahçeyi sevda üzerine. Gelincikten konuşur, laleden dem vurur, fesleğene laf atardım. Fışkırırdı göğsümden, baharda yanlarında solduğum çiçekler.
12
meçhul Gizem Bulut
BALKON Oyun oynayarak kendini tatmin etmek için bir genel eve gelen insanları görürüz Balkon’da. Bu genel eve insanlar temel ihtiyaçları olan cinsel ihtiyacı karşılamak yerine oyun oynayarak kendilerini tatmin etmeye gelirler.
tek kişidir Irma. Aynı zamanda oyunları kontrol eden ve dış göz olarak her oyuna dışarıdan bakan kişidir. Irma, oyunların sürelerini belirlediği gibi gerçek hayatın da ne zaman başlayacağına karar verir. Hem oyunların bozulmasını önler hem de oyunların yönetmeni konumundadır. Dolayısı ile burada oynanan tüm oyunlardaki oyun tanımı/ olgusu gözlemlenebilir biçimdedir.
Irma adında bir kadın bu evin patroniçesidir. Geneleve gelen insanlar para vererek belli bir süreliğine Başpiskopos, Yargıç, General gibi kişileri oynarlar. Bu oyunları oynamaları için tüm koşullar bu genelevde sağlanmıştır. Süreleri dolduğunda herkes kendi kimliğine geri döner. Bu oyunların temel amacı, bu kimliklere benzemek ve bu kimliklerin vasıflarını üstlenerek rahatlamaktır.
Oyun içerisinde görünmeyen ancak dışarıda olan isyan büyüdüğünde kraliçe ve üst mertebedeki kişilerin tüm görevleri sona erdiğinde Irma kraliçe olur ve oyun içinde üst mertebedeki kişileri oynayanlar da direkt olarak o yetkililere dönüşür. Aniden tüm işler birbirine girer.
Balkon’a (geneleve) gelen kişiler, oynadıkları oyunlarda, gerçek yaşamlarında var olan ve kendilerini ezen bu üst mertebedeki yetkililerin vasıflarını alarak kısa bir süreliğine de olsa onların yaptıklarını başkaları üzerinde deneyimleyerek bir rahatlama yaşarlar.
Gerçek kimlikler oynanan rollere, oynanan roller gerçek kimliklere oyun yaşamına dönüşmüş, oyun ve gerçek olan birbirine karışmış, bütün düzen yerle bir olmuştur. Bazı araştırmacılar bu durum için ‘’oyunun gerçek yaşama dönüşme riski oyunun doğası gereği her zaman vardır’’ diye açıklama yapmışlardır.
Tüm bu oyunlar oynanırken arka planda iç savaş vardır. Genel yönetime karşı olan isyancılar ayaklanma başlatmış ve direnmektedirler. Bu savaş o dönemin Fransa’sında yaşanmaktadır. Bu isyancılar Balkon’u da yani bahsi geçen genelevi de gözetlemektedirler. Ve fakat oyun boyunca bahsi geçen isyancılardan başka isyancı görememekle birlikte, sahne üzerinde var olan bir asi de görmemekteyiz. Bazı yorumlara göre buradaki isyancılar seyirci ile de özdeşleştirilmektedir.
Yukarıda da bahsedildiği gibi Balkon oyununda oynanan oyunların gerçeğe dönüşme riski gerçekleşir ve oyunda var olan kişiler bu değişimden kaynaklı olarak kendini oyuna fena halde kaptırmış olur. Dolayısı ile izleyici için de hangisinin gerçek hangisinin oyun olduğuna karar vermek olanaksız hale gelir. Aslında Genet’in varoluş biçimine bakılırsa, onun da asıl amacının bu olduğu söylenebilir.
Patroniçe, tüm odalara hâkimdir ve her birini ayrı ayrı gözetlemektedir. Bütün oyunlar onun kontrolü altında yaşanmaktadır. Oyunların başlangıç ve bitiş saatleri ona bağlıdır ve başlama ve bitiş sürelerini o haber verir.
Roller gerçek kimliklere dönüştüğünde sadece Polis şefinin ortadan kayboluşu enteresandır ve dikkatleri üzerine çeker. Çünkü o ne gerçekliğe ne oyuna ne isyancılara ne de üst konumdakilere aittir.
Tüm oyun boyunca oyuna kendini kaptırmayan
O, hem genelevi korur hem de onun varlığına 13
meçhul
karşı çıkar ve yok olmasını sağlamaya çalışır gibi görünür. Polis şefi tam anlamıyla düşünüldüğünde kimliksiz bir kişilik olduğu ortaya çıkmaktadır. Ve tüm bu değişim ve dönüşümler arasında kaybolur. Bazı tezlerde bu durumun oyun metninin oyun ve gerçek arasında çizdiği ana çatışmayı görünür kıldığı söylenmektedir.
yeni bir oyun doğurur. Bu da onun oyun içinde oyun kurmacasını destekleyici bir teori olmakla birlikte, yaşamın koca bir oyun olduğunu ve her birimizin hayatlarının da bu büyük oyun içinde barınan küçük oyunlar olduğunu savunan Genet’in kuramını da destekler. Tıpkı diğer oyunlarında da yaptığı gibi Balkon oyununda da herhangi bir eylemi ön görmeden, insanoğlunun kötü şartlar altında yaşamak zorunluluğunu ortaya koymuştur. Onun amacı hiçbir zaman çıkış yolu aramak ya da göstermek, daha iyi yaşamak için yeni koşullar yaratmak gibi alternatifler üretmek, hele de bunu tiyatro yoluyla yapmak olmamıştır. Kötümser bir yaklaşım ile insanın içinde bulunduğu durumun hem komik hem de trajik konumunu anlatır. Bu iki durumun uyumsuzluğu içinde bir uyum oluşmasını sağlar. Balkon’da, ahlaksızlık insanoğlunun bir yazgısıdır ve bu yazgı bir sorun olarak görülmez, dolayısı ile de bir çözüm yolu aranmaz. Oyunda var olan kişilerin bütün yetileri zamanı geçirmek ve hiçbir şey yapmamak olduğundan, yaşadıkları olayların denetlenemeyeceğini düşünerek kendilerini tatmin edecek/avutacak şeyler yapmaya ihtiyaç duyarlar.
Ancak bütün bunların yanı sıra oyunun gerçek olmasını hiçbir oyun kişisi istememektedir. Aynı zamanda oyun da oyun kişilerinin bu gerçekliğe dönüşüme karşı çıkmaya çalışmasıyla hatta dönüşümün yaşanmaması için çaba sarf etmeleriyle son bulur. Çünkü oyun kişilerinin tatmin olmak için geldikleri bu genelevde oynanabilir alan kalmamıştır. Yani oyunda var olan kişiler/oyun kişileri amaçsız kalmışlardır. Onlar için var olmanın yolu oyun oynamak olduğu için kendi varoluşları tehlike altına girmektedir. Genet’in tiyatro anlayışından yola çıkacak olursak, 19. ve 20. Yüzyıl insanının doğası gereğince yaşanılan kargaşa ile ortaya çıkan absurdizm, onun oyunlarının temel direğidir. İnsanların arzuları ve var olan dünyanın bu arzulara hitap etmeyişi ya da bu arzulara yanıt vermeyişi absurd tiyatronun ve dolayısı ile Genet’in en öncelikli unsurudur. Bu unsurun etkilerini Balkon oyununda çok açık bir biçimde görmekteyiz.
Aslında burada gösterilen kendini avutma gerçeği, insanın yaşamın getirdiği yükümlülüklere ve ezilen konumuna katlanabilmek için kendisini aldatmak yoluna girdiğini de gösterir. Anlamsız olan hayatın yükü ağırdır. Bu yükü taşıyabilmek için insanın kendini bir yönden tatmin etmesi hatta kandırması ve bu şekilde de yaşamını sürdürebilmesi gerekir.
İnsanın içinde bulunduğu durumun anlamsızlığı ve bu anlamsızlığa karşı yapılacak her türlü eylemin de anlamsız olduğunu söyleyen absurd akımı benimseyen Genet, Balkon oyununda insanın korkularını, kaygılarını, yabancılaşmışlık duygusunu, yalnızlığını, bu dünyadaki konumunu ve tüm bunların görülmesiyle ortaya çıkan trajik durumu ortaya koymuştur.
Balkon’da bulunan insanlar yalnız kalmış, ne yapacağını bilmeyen, korkak ve kaygılı kişilerdir. Tıpkı gerçek hayatlarımızda olduğu gibi... Her an tehdit altındadırlar. Bu tehdit savaştan, insanlar arasındaki sosyo-ekonomik yapıdan, ideolojik yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Burada kaçınılmaz olan birey ile toplum arasındaki
Genet’in absurd unsurları kullanması, var olan yalancı gerçekliğin içindeki oyun olgusu ile ortaya 14
meçhul
savaşımdır. Topluma ayak uydurmuş insanların körelmiş duyguları kişiliklerini yansıtmaktadır.
Ne var ki Balkon, var olan düzene karşı bir eleştiri getirse de, bu eleştirilerin sonucunda seyirciye herhangi bir çözüm yolu ya da bir alternatif sunmamaktadır.
Topluma dahil olma arzusu, dünyadaki yaşama direnme dürtüsünü yitirtir ve verilen çabaların boşunalığı ortaya çıkar.
İnsanın ölümle burun burunalığı, birbiri ile olan iletişimsizliği, korkuları, yabancılaşmaları, güvensizlikleri ortaya dökülmektedir. Dönemin insanları bir yıkım ve var olma çabası içindedir. Kişilerin kendilerine yabancılaşması, kişiliğini yitirmesi, ilişkilerinin kaybolması, yalnızlaşması söz konusudur.
Genet, açık saçık bir anlatımla insanın nasıl da aşağılandığını, mutlak olanın karşısında nasıl eğildiğini gösterir Balkon’da. Genet’e göre iktidar ve iktidar sahipleri ile seks kavramının benzerliğini oyun içinde oyunla, hatta bir hayali dünyada yaratılmış bir geneleve gelerek kurgulanan oyunu oynayarak tatmin olan insanlarla gösterir.
Konuşmalar gerçek anlamı ifade etmeyen, yalan ve düzmece bir gerçekliği gösterir. Bu yolla simgeler ve tanımlamalar birer bilinçaltı sayıklamalarıdır.
Bir anlamda oyun içinde geçen dönemde (ki Genet’e göre her toplumda ve her dönemde) statükocu iktidar sahipleri (yargıç, piskopos, rahip…), kendilerine mahkeme salonu, kilise, saray ve benzeri birçok yaşayabilecekleri alanlar yaratmış ve bu alanlar içinde kurallar koyarak insanları yönlendirmeye ve yönetmeye başlamıştır.
Balkon’da tüm dünyanın karmaşası, toplumun ahlak kuralları ve bireyin ötekileştirilmişliği ile birlikte, kişinin etkisini duyurmakta çektiği zorluk ön plandadır. Toplumun ahlak kurallarını belirleyen kilise, yasa ve savunma erklerinin, yalnızca bir hiyerarşi içinde söz hakkını elinde tutanların iktidar tutkularını ve tüm bunların sonucu olarak da ahlaki sayılan tutumların saçmalığı ortaya konulur.
Balkon’da toplum öğretileri yadsınır, toplumun insana dayattığı yazgıya karşı çıkılır ve toplum tarafından belirlenmiş ahlak kurallarına karşı öfke kusulur. Karakterler, toplum tarafından dışlanmış ya da toplumun genel yapısının dışında duran, isyan eden insanlardır. Hiçbir şeyin karşıt yapısı olmadan var olamayacağını savunurlar, din – günah, iyi – kötü, suç – ceza, sevgi – nefret gibi… Aynı zamanda sapkın davranışların da (toplum tarafından kabul edilmiş aykırılıkların) en az erdemli sayılan davranışlar kadar önemli ve gerçek olduğunu savunurlar.
Genet’in Balkon oyununu çözümlediğim bu metin, “Toplumsal Ahlak Bağlamında Jean Genet Oyunları” adlı lisans tezimin yalnızca bir bölümü. Burada bu metini paylaşma nedenim ise, kendi hayatlatımızda var olan gerçekliği geçmiş zamandan beri bize sunan bir yazar olan Genet’i size tanıtmakla birlikte, onun oyunlarında yaptığı gibi, okuyucuyu, yani sizleri kendinizle başbaşa bırakmaktı... Umarım başarılı olmuşumdur...
Oyunda genel olarak bir kimliksizlik söz konusudur. Bu kimliksizlikle birlikte dışlanan insanların da dışlayan dünyayı bir o kadar sert bir biçimde dışlaması ile birlikte yerleşik ahlak kurallarına karşı bir başkaldırı görülür Balkon’da.
Sevgiyle ve dostlukla... Not: Bu metnin Meçhul dergi dışında kullanımı ve yayınlanması hakkı yazara aittir. Yazarın izni olmaksızın hiçbir koşulda kullanılamaz ve kopya edilemez. 15
meçhul Zeynep Ulusoy
ÖZGÜRLÜK KANADI - IV Güpegündüz çakan ışık gözlerini kamaştırırken Larinel feri azalmış gözlerini kısıp uzaklara baktı. Hala nereden geldiğini anlamamıştı şimşeklerin. Dağların yamaçlarından birkaç meraklı kafa çıkıp geri girdi kovuklarına. Birazdan herkes onun yanına gelip bu neyin nesi diye soracaklardı.
gelmiş deney yapıyor. Endişelenecek bir şey yok.”
Bir cevap bulmak için yaşlı kanatlarını esnetip havalandı. Üç güçlü kanat çırpışından sonra bulutların hizasına yükselmişti. Görüşü azalmıştı ama uçuş kabiliyetinden bir şey azalmamıştı. Şimşeklere yaklaşınca bezgin bir soluk koyuverdi. Burnundan ılık kükürtlü bir duman çıktı. Homurdandı ki bu homurdanma şimşekten daha çok gürültü yapmıştı. Gördüğü şey de artık bezginlik vermeye başlamıştı.
Tüm dağın sorumluluğu ondaymış gibi endişeli gözler kendisine bakıyordu. Haklılardı da. Bu dağlarda hepsinden fazla o yaşamıştı, cüsse olarak hepsinden büyüktü ve yaş itibariyle bilgeydi. Burnundan bir homurtu çıkardı.
Açık havadaki tek tük bulutların arasında kararmış sahte bir şimşek bulutu çakıp duruyordu işte. Meraklı hergeleler bir türlü deney yapmaktan vazgeçmiyordu. Ulu ejderhalarınkine kıyasla bir of çekmek kadar olan insan ömrü nedense merak ve daha çok merak içermekten başka bir işe yaramıyordu. Bazen gidip onlarla burada ne halt ettiklerini sormak ve bununla ne amaçladıklarını sormak istiyordu. Ama bazen – çok kısa süren bir bazen. Nihayetinde insanlarla ne kadar az muhatap olursa o kadar iyiydi. Bu dağ halkının toplanıp kendisinden bilgi almasına engel olmayacaktı.
“Ama” diye itiraz etti küçük kertenkele “teknolojileri sürekli ilerliyor. Ya bizi bulurlarsa? Geçen yıl gelen alakargaları hatırlayın, çam kuşları çam olmadığı halde insanlardan kurtulmak için buraya geldiğinde kırmızı ışıklarıyla her şeyi görebildiklerini söylemişlerdi. Ya ışıklarını buraya tutar ve seni bulurlarsa.”
Mağarasına gittiğinde birkaç kertenkele (kendilerini onun torunu sanıyorlardı maalesef), iki köstebek, ateş karıncaları (zaten az gören gözleri sağ olsunlar onları daha az seçiyordu) ve daha türlü türlü hayvan mahremiyetini düşünmeden kendisini ziyarete gelmişti.
Köstebek biraz çekinerek “peki sesi daha az ürkünç yapabilir misin? Her çaktığında dişlerim zangırdıyor” dedi.
“Ya bizim bölgemize gelirlerse, son deney yaptıklarında tüm yuvaları su basmıştı ve karıncalar suda yüzemiyor.”
“Her zaman gelirler ve giderler, bu hep böyle oldu. Dağı büyülü bir sisin kapladığını ve bizi göremeyeceklerini unutmayın.”
“Ellerinde her ne varsa bizi bulacakları türden bir şey olduğunu sanmıyorum Kerios. Büyüden daha güçlü bir teknolojileri olamaz.” Hepsinin endişesini anlıyordu. “Gidin ve huzurla evlerinizde rahat edin.”
“Hayır, bunu yapmamalıyım. Tehlikeye karşı tetikte olmalısınız. Bir şey olacağından değil, tedbirli olmak iyi olacağından” diye de ekledi hemen onun irkildiğini görünce.
“Larinel, söyle bize o korkutucu şimşek ne öyle?” Köstebekler havada olduğu için sezememişti olanları ve her zamanki gibi meraklılardı.
Birkaç saat daha çakmalar devam etti. Uzun ömründe böyle rahatsız edici anlar sinek vızıldaması gibiydi ama onunda ne kadar
“Yine kendilerine bilim adamı diyen insanlar 16
meçhul
rahatsız edici olduğunu düşününce akşam da sürerse buna katlanamayacağını düşündü. Derin bir nefes alıp şansına sövüp kovuğundan çıktı. Yapay şimşeklerin çaktığı yere doğru uçtu. Etraflarında dönüp düzeneğe baktı. Tesla bobini denen elektrik üreten aletten yapmaya çalışmışlardı. Farkı ( Tesla’nın çok daha iyi bir elektrikçi olması dışında) havada asılı olmasıydı. Yere kurulan düzenek sadece teçhizat içindi. Asıl ses çıkaran makineler havada asılı duran pervanelilerdi. Şimşeği daire içine almış 7 pervane gücünü yarattıkları şimşekten alıp havada kalıyordu. İnsanların bu işi demir anahtar ve uçurtma ile yaptıkları yüzyılı çok özlemişti yaşlı ejderha. Teknolojiyi hiçbir zaman asil bir amaç için kullanmamış olan insanoğluna sövdü. Dağın arkasına geçip oluğu yerde üç kez sıçradı ve yamaçtan aşağıya taşlar düşmeye başladı. Kendine bilim adamı diyen sefiller ya deprem olduğunu ya da şimşeğin yan etkileri olduğunu sanacaktı yaptığının. Önemi yoktu, bu akşam kendi dağındaki herkes rahat uyuyacaktı.
Larinel öksürdü “söndür şu zehiri.”
Sabotajı sona erdiğinde mutlu mesut mağarasına gidip kıvrıldı. Mutlu bir nefes alacakken tek olmadığını fark etti. Tanıdık ama uzun zamandır burnuna gelmemiş bir kokuydu bu.
“Boşa sızlanma burası ıssız olsa canın daha çok sıkılırdı.” Biraz duraksadı cevap gelmeyince devam etti. “Yumurta demişken, dışarıda olanlardan haberin var mı?”
“Demek hala hem huysuzlanıp hem minik yaratıklara yardım ediyorsun” dedi bir ses.
“Ne kadar dışarı?” Sesinde ilgi vardı.
Yabancı güldü. “Zehir mi? Bunu ciğerlerinden alev çıkaran kükürt soluyan bir ejderha mı söylüyor? Canı sıkıldı diye koca şehrin üzerine kül yağdırıp keyifle izleyen kimdi acaba?” “Hong Kong zaten kirli bir şehir kimse farkına bile varmadı.” İnkar etme zahmetine bile girmemişti. “Çamaşırlarını dışarı asmış pek çok hanım hariç.” Konuşma fırsatı bulan yabancı iyi değerlendirdi bunu. “Bakıyorum mizah anlayışından bir şey eksilmemiş.” “Ne sanıyorsun? Burada sirk işlettiğimi falan mı? Kendilerini torunum sanan kertenkeleler her gün kuyruklarını koparıp kutsamam için bana getiriyor. İlk üç yüz yıl sonra onlara açıklama yapmayı kestim. Bir gün bıkarlar sanıyorsun ama tavşanlardan daha hızlı yumurtluyorlar.”
“New York bilirsin eskisini Marwikle yakmıştınız hani – iki kere.”
“Sen de hala evime sinsice giriyorsun” diye cevap verdi aksi aksi.
“Hayır.” Sesi birden temkinli ve ilgili olmuştu. New York’ta korudukları şey çok özeldi çok önemliydi onun için pek çok şey demekti.
“Misafirperverliğin yıllar içinde pek artmış.” Pençenin taşa sürtme sesi geldi ve ardından hafif bir kıvılcım çaktı. Uzun çubuk bir piponun tütünü alev alırken yaralı bir yüzü ve kara gözleri aydınlattı. Başının sadece ortasında saç olan eski moda kesilmiş saçlarıyla hırpani görünüşlü bir adam ortaya çıktı.
“Duyumlar alıyorum. Büyük bir gizlilik içinde yapılan bir şeyler oluyor. Bristlav yeniden ortaya çıkmış ve sahte bir peygamber gibi hepimizin huzurla yaşayabileceği topraklar vaat ediyormuş.” Larinel cevap vermedi. Bristlav çok uzun 17
meçhul
zamandır yoktu. Oymuş gibi konuşan biri ise cezası ölümden beter olurdu yok eğer bunu söyleyen kendisiyse fazla uzak olmayan bir zamanda karşılaşacaklar demekti.
Yabancının yapacağı başka bir şey yoktu. “Bana diyeceğin bir şeyin yok mu?” “Kalıyorsan o mereti içme, gidiyorsan güle güle.” Bir dakika sonra uykuya dalmıştı bile.
“Kulağa delice geldiğini biliyorum ama görenler olmuş. Oraya sadece bir şey için gidebilir o da Trolyan ile görüşmek!”
İlgisizlikten fenalık gelmiş olan yabancı iç mağaralardan birine gidip uyudu. Sabah kalktığında etrafına sokulmuş mutlu mesut uyuyan kertenkeleleri fark etti. Kendisini sıcak tutmak için çalı çırpıyla ateş yakmış onun iç ceplerine ve çoraplarına girmişlerdi. Uyurken kuyrukları seğiriyordu. Bir arada ve mutlulardı. Belki Larinel haklıydı. Beklide burada kalıp kertenkele kuyruğu kutsamak o kadar da kötü bir fikir değildi. Derin bir iç çekip hepsini yere bıraktı. Onun yeri burası değildi o çok daha büyük bir yere aitti. Üzüntüyle bu sevimli aile ortamını bırakıp yola koyuldu.
“Eğer gerçekse inanmak isterim. Yerimi biliyor isterse gelip beni görebilir.” Yabancı inanamıyormuş gibi ağzını bir açıp bir kapadı. Her seferinde de mağaranın içinde isler bıraktı. “Kontrol edip kendi gözünle görmek istemiyor musun?” “Benim zaten huzurla yaşadığım bir yuvam var. Geri kalan sefiller insana dönüşüp öyle yaşamayı kabul etmeseydi onların da yuvası olurdu.” Küçümseyerek burnundan biraz duman çıkardı. “Başka bir şeye dönüşecek olsam en azından kanadı olan bir yaratığa dönüşürdüm insana değil. Hayır, gitmiyorum!” dedi huysuzca ve gözlerini kapadı. Konuşmanın bittiği anlamına geliyordu bu.
Kayalar düştüğünde hiçbir ekipmana zarar vermemişti ama taşların düşmesini korkusu tüm ekibe yetmişti. Sarışın asistan elinde sabah kahvesiyle profesöre doğru koşuşturdu. “Profesör Lien-Shun başınıza bir şey geldi sandık. İşte kahveniz.” “Daisy, buraların benim vatanım olduğunu unutuyorsun, kayalar beni sever ve zarar vermezler dememiş miydim?” Genç asistan kızardı.
Liranel eski kafalıydı ve ikna edilemezdi. Üstelik haklıydı da. Kraliçesi insanlar için kendini feda ederken o karşı çıkmıştı. Sonuçta Bristlav ve ordusunun itaati yüzünden karısını kaybeden oydu. Onlar düşerken yapabildiği tek şey yumurtaların birazını kurtarıp Issız Dağlar’a kaçmak olmuştu. Şimdi ejderhaların değil kertenkelelerin kralıydı. Bunu için onları affetmeyecekti.
“Eşyalarımız zarar görmemiş ama çalışmamız yarım kaldı gibi.” Diye rapor verdi kız. “Önemli değil, buradan daha fazla verim alabileceğimizi sanmıyorum. Başka yerleri araştırsak daha iyi olacak.” Gerçekten de öyleydi. Asıl amaç Liranel’e insan oyuncaklarını ve dünyanın değiştiğini göstermekti. Hiçbir işe yaramamıştı. Eski dostunun kralının yanından eli boş dönmek ona acı verse de Bristlav’ın –eğer oysa tabi– yeni bir ev kurma hayaline yardım edecekti.
“Ya başarırlarsa?” Gözlerini açmadan “ev hediyesi olarak birkaç geyik yollarım benden daha fazla iyilik bekleme” dedi aksi aksi. 18
meçhul Busem Soydeğer
SİNEMA
Saint Laurent
The Tribe (Kabile)
Meşhur Fransız modacı Yves Saint Laurent’in ününe ün kattığı dönem olan, 1967’den 76’ya kadar olan süreyi izleyeceğimiz filmin kadrosunda Gaspard Ulliel, Jérémie Renier, Louis Garrel ve Léa Seydoux bulunuyor.
Ukraynalı yönetmen Miroslav Slaboshpitsky’nin bu filminde konuşma, ses vs yok! Sadece işaret dili konuşuluyor. İzleyicilere çok farklı bir deneyim sunan film, Ukrayna’da sağır ve dilsiz okulunda yatılı okuyan bir gencin başından geçenleri anlatıyor. Not: Oyuncuların da tamamının sağır olduğu filmde altyazı da yok.
Yönetmen: Bertrand Bonello Vizyon Tarihi: 5 Haziran
Yönetmen: Miroslav Slaboshpitsky Vizyon Tarihi: 19 Haziran
A Little Chaos (Küçük Karmaşa) Yönetmen: Alan Rickman Vizyon Tarihi: 12 Haziran
1600’lü yıllar… Yetenekli peyzaj mimarı Sabine, Kral 14.Louis’nin sarayında çalışmak için bir teklif alır. Kral’ın tasarımcısı Andre, Sabine’in görünüşü ve yeteneğinden rahatsız olur ama yinede Sabine’i Versay Sarayı’ndaki bahçelerden birini dizayn etmesi için seçer. Ünlü İngiliz aktör Alan Rickman’ın yönetmen koltuğunda olduğun filmin başrollerini Kate Winslet ve Matthias Schoenaerts üstleniyor.
Diğer Vizyon Önerileri:
When Marnie was There – 5 Haziran Jurassic World – 12 Haziran Pride – 26 Haziran Dark Places – 26 Haziran Terminator: Genisys - 26 Haziran
19
meçhul Dilay Özdemir
SABUN KIŞI Bugün günlerden cuma. O gün de cumaydı. Dışarıda tipi var. Rüzgar yeryüzünü dövüyor ve bağırıyor ulu orta. Yaşım küçük olsa, dışarıda hayaletlerin yaşadığına inanırdım. Yaşım büyük. Bu yüzden artık hiçbir şeye inanmıyorum. Yine de belki gidip sükunetle konuşursam, rüzgarı daha yumuşak esmeye ikna edebilirim diye düşündüm. Pencereyi açmamla, cama yapışan buz tabakalarının parkelerimi bıçaklaması bir oldu. Yenildiğimi hissettim. O gün de hissetmiştim. Rüzgar bile öç alıyor demek ki. Bunu hak etmediğimi düşündüğüm için gelip bu defterin başına oturdum işte. Belki ben de kelimeleri saplamak istiyorum birilerinin kalbine. O gün de istemiştim. Bir Cuma günü yani. Yine karlı, yine soğuk. Henüz buraya taşınmam gerektiğini öğreneli iki gün olmuşken. Haberi aldığımda aklıma ilk o gelmişti. Söylemeliyim dedim, konuşmalıyım artık. “Cemal…” demeliyim, “…ben gidiyorum. Cemal… Seni seviyorum. Bir yıl önce, iş yerinde o kapıdan ilk içeri girdiğinde, kaymamak için ayaklarını pat pat yere vurup, ayakkabının tabanındaki karları yere düşürürken, yüzünün o çocuksu halini gördüğümden beri seviyorum seni. Hiçbir zaman çok yakın olmamamıza rağmen, geleceğe uzanıp ellerini tutabildiğim günden beri seviyorum. Cemal ben gidiyorum. Benimle gelir misin?” *** Aylardan şubattı. Karlı bir şubat. Evlerin beyaz yorganları üzerlerine atıp kış uykusuna yattığı bir sokakta yürüyordu. Elleri ceplerine girip çıkıyor, bir avuç karı parmakları arasında eritiyor, beresinin altından saçlarına değiyor, düşünceli bir kafayı kaşıyor, vurulmuş bir güvercin gibi elleri; acı çekiyordu. *** “Efendim?”
yok inşallah?” “Yok. Bir sorun yok. Eğer vaktin varsa, yarın biraz oturalım mı bir yerlerde?” Hayır diyecek, hissediyorum. Hayır diyecek, hislerim asla yanıltmaz beni. “Tabi olur. Kaçta?” “Üç?” “Tamam. Mehmet’in kesin gidin dediği şu pastaneye gidelim mi? Oralarda işlerim var zaten, halletmiş de olurum belki.” “Tabi olur, sen de işlerini halledersin.” “Tamam, görüşürüz o zaman.” “Evet, kendine iyi bak Cemal.” *** Upuzun sokaktan yavaş adımlarla yürümeye devam ediyordu. Birden duyduğu bir sesle durup, geriye doğru baktı. Yolun sağ tarafında boş bir arsanın en çukur yerindeki çöp konteynırının altında yavru bir kedi, hırıltılı inlemelerle ona bakıyordu. Kediye baktı. Kediyi gördü. Kendini gördü.
*** Tırnaklarım belirgin bir ritimle arka arkaya bardağa vuruyor, çıkan ses sanki tedirginliğimi perçinliyordu. “Umarım gelmez. Ne olur bir işi çıkmış olsun, ne olur, umarım gelmez.” Kendime kızıyordum. Ne zaman çok istediğim bir şeye yaklaşsam korkum isteğime galip geliyor, terli avuçlarımla her şeyi bir kerede hayatımın dışına itiyordum. O gün, o masada otururken, kendimi Cemal’in gelmemesi için dua eder halde
“Cemal… Merhaba, ben Suna. Nasılsın?” “Ah Suna, iyiyim çok teşekkür ederim. Bir sorun 20
meçhul
yakaladığımda, kendimden ve cesaretsizliğimden nefret ediyordum. Onu kapıdan aceleyle girerken gördüğümde kendimle ilgili düşüncelerimi bir süre ertelemeye karar verdim. Beni görmesi için elimi kaldırdım, gülümseyerek. O daha çok yorgun. Masaya doğru yürürken beresini çıkardı. En tepede huysuz bir saç dimdik durdu. Cemal küçüldü. On beş yaşına yeni basmış bir çocuk oldu. Ben onu göğsüme bastım. Görmedi.
fısıldadı. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme; tedirgin edici ve cesurca. Boynundaki atkıyı çıkarıp kediye sarmaladı. Ve hiç sonu gelmeyecek sandığı o sokağın köşesinden dönüp, karlar içinde siyah bir noktaya dönüşene dek yürüdü. *** Sanırım ağlıyordum. Upuzun, karların ayaklarımın altında halı gibi uzandığı bir sokakta yavaşça yürüyüp hüzünle ağlıyordum. Bir denizmişim de dalgalarımı buruşturup atmışlar gibi. Kalbimin sancılı bir şekilde sızladığını, göğsümün kafesini kırmak için sert yumruklar atışını hala anımsıyorum. Ama ne yapabilirdim ki? Uçmamıştı. Uçsaydı anlatacaktım, söz vermiştim kendime, karga uçsun anlatacağım, demiştim. Hepsi uçtu o uçmadı. Bu bir işaret değil de ne olabilir?
“Çok özür dilerim Suna, işlerim aksadı. Bankalar işte. Çoğu zaman insanları ebedi kuyruklarda bekletip eziyet etmekten zevk duyan bankalar.” Ceketini sandalyenin sırtına geçirdi. Atkı ve beresini diğer sandalyedeki eldivenlerimin üzerine koydu. Ellerim boynuna değdi. “Bakar mısınız?.. Sen çay almışsın. Tabi beklettim o kadar seni, iyi yapmışsın, için ısınmıştır. Bakar mısınız? Bir bardak çay da ben alabilir miyim? Teşekkür ederim. Çok özür dilerim gerçekten, sinirlerim bozulunca çeneme vurdu, konuşturmadım seni.”
Sokağın ortasında bir ses duyup arkama baktım. Bir şey göremesem de duymaya devam ettim. Sese doğru yürüyünce arsanın en çukur yerinde, çöp konteynırının altında gizlenmiş bir kız gördüm. Oraya nasıl sığdığına şaşırdım. Üstelik müthiş suretle bana benziyordu. Kalp çarpıntımın azaldığını hissettim. Onu ürkütmemek için yavaşça yaklaştım. Eğilip, hüzünlü gözlerine baktım. Kalbim yumuşadı. Birileri bu kızı sevmeli, küçük acılarını sahiplenmeli, hiç olmazsa ortak olmalıydı. Kimse bu kadar yalnız bırakılmamalıydı hayatta, hissediyordum. Çünkü bir insanı yalnızlığa sürüklersen, ilerde tüm cevapları bir karganın uçuşuna bağlayacak kadar acizleşebilirdi. Ellerimi uzattım. Kız küçüldü küçüldü avuçlarıma sığdı. Üzülme, diye fısıldadım kulağına, üzülme, sınandıklarımızdan çıkar en güçlü ışıklar. Birden onun hala üşüyor olduğunu fark edip kendime kızdım. Atkımı çıkarıp bu küçük kızı güzelce sardım. Eve kadar bu şekilde yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm… Ama artık kendimi daha cesur hissediyordum. Çünkü yine yenilmiştim.
“Olur mu hiç, çayın gelsin; iç, için ısınsın, daha iyi hissedersin.” Belki bir saat gereksiz şeylerden konuştuk. İş yerinden, yemeklerden, seyahatlerden ve diğer gereksiz şeylerden. O an konuşmamamız gereken her şeyden konuştuk. Çünkü benim bacaklarım uyuşmuştu ve ellerim de. Konuştuklarımı duymuyordum. Affet Cemal. Gözlerim dışarıda, ağacın ufacık bir dalında duran kara kargada. Uç diyorum içimden, uç. O ne zaman uçarsa o zaman anlatacağım Cemal’e her şeyi. Uçmuyor.
*** Ürkütmemek için yavaş adımlarla yürümeye başladı. Eğilip baktı. Ellerini uzattı. Avuçlarının arasına aldı yavru kediyi. Öptü. Kulağına bir şeyler 21
meçhul Eren Özkan
TUNA NEHRİ’NİN İNCİSİ: BUDAPEŞTE İçinden geçen Tuna nehrinin karşı yakalarına kurulan iki kentin birleşmesinin öyküsüdür Budapeşte, bir tarafta tarihi kent Buda diğer tarafta ise modern yapısıyla Peşte. İçten içe mutlaka görmem gerekiyor dediğim nadir yerlerden birisiydi Budapeşte ve tamamen planlarım dışında Prag’dan önce görsem mi diye düşünürken birden kendimi Budpeşte treninde buluvermiştim. Diğer Avrupa şehirlerinin tren garlarına nazaran eski ve bakımsız bir tren garında indikten sonra hemen yaptığım ilk iş döviz bürosundan Macar para birimi Forint almak oldu. Forint değer olarak Euro’nun çok altında bulunmasından dolayı biraz Euro’nuz var ise çok ucuz ve eğlenceli gelebilecek bir şehir olduğunu söylemem gerekiyor. Budapeşte ayrıca 150 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında kalmasından dolayı bizlerden de güzel izler taşımaktadır. Örnek vermem gerekirse tarih derslerimizden hatırlayacağımız Estergon Kalesinin yanı sıra hala kullanıma açık olan Türk hamamları ve kaplıcaları yorgunluk atmak için birebirdir.
inanan insanlara kucak açtığından dolayı ayrı bir taşımaktaydı. Bu sebepler birçok kültüre sahip yapıya da ev sahipliği yapmaktadır. Bu yapılar arasında en çok dikkatimi çeken Gül Baba Türbesi’nin yanı sıra Aziz Istvan Bazilikası ve Avrupa’nın en büyük havrası olarak aktarılan Büyük Sinagog da nadide eserler arasında yer almaktadır. Öldürülen Yahudilerin anısına yapılan anıtın yanından dümdüz ilerlediğimde ise beni Zincirli veya Aslanlı diye tabir edilen Köprü karşılamaktaydı. Şehrin önemli yerlerine yakınlığı nedeniyle tam orta nokta konumunda olduğunu düşündüğüm köprüden Tuna nehri manzarası alabildiğince göz kamaştırıcıydı. Köprüden Buda tarafına geçtiğimde bir sonraki durağım Kale Tepesi olarak adlandırılan bölgeydi, adından da anlaşılacağı üzere bir tepe üzerine kurulan bu bölgeye ulaşım merdivenler ve füniküler hattı ile sağlanmakta. Kalenin kurulduğu bölge nefes kesen Budapeşte manzarasını ayaklarınızın altına sermesine ek olarak Kraliyet Sarayı, Mátyas Kilisesi, Ulusal Galeri, Tarihi Müze ve Balıkçılar Burcu ile de ziyaretçilerini karşılamaktadır. Bu arada UNESCO Dünya Mirası Listesine eklenip koruma altına alınan bu bölgeyi ziyaret ederken eğer şans yanınızdaysa, bölgede yer alan ve artık genel itibariyle turistik amaçla bulunan askerlerin nöbet değişim törenine denk gelebilirsiniz.
Budapeşte ile ilgili keşfettiğim ilk şey ortalama bir Avrupa kentinden çok daha fazla bir potansiyele sahip olmasının yanında görülmesi gereken yerlerinin fazlalığıydı. Bunun farkında olarak ilk görmem gereken yer olarak Macaristan’ın sembol simgelerinden olan Parlamento binasını tercih ettim. Tuna nehrinin hemen kıyısına kurulan bu meclis binası açıkçası görkemli mimarisi ile kendine hayran bırakmasının yanında konum itibariyle de kendisine şehirden hangi açısıyla bakarsanız bakın enfes bir görüntü sergilemekte. Meclis binasının biraz ilerisinde yer alan sıra sıra kadın-erkek-çocuk ayakkabı heykelleri acı bir olayı sembolize etmektedir. II. Dünya Savaşında vurulup Tuna nehrine atılan yaşlı,genç,çocuk bir çok Yahudi’nin anısına yapılan bu anıt insanı gerçekten derinden etkiliyor.Yeri gelmişken Budapeşte tarihi boyunca çok farklı dinlere
Kale tepesinden indikten sonra bir sonraki durağım yine bir tepe olan Gellert tepesiydi söylenilene göre bu bölgenin ismi 10.yüzyılda çıkan pagan isyanı sonucunda öldürüldükten sonra tepeden aşağıya atılan Piskopos Gellert’den gelmektedir. Bugünlerde Özgürlük Heykeli’nin yer aldığı tepeye ulaşmak için ağaçlık alanda güzel bir yürüyüş yaparken şehrin etkileyici manzarasına şahsen bir kez daha kapılmıştım. Tepede yeşillikler arasından Tuna nehrinin iki yakasına kurulmuş heybetli Budapeşte şehrini 22
meçhul
inceledikten sonra rotamı biraz değiştirip Margaret Adasına yol almaya karar verdim. Margarat Adası’nın Tuna Nehrinin ortasında çok büyük bir alana yayılan doğal bir ada olması bana çok ilginç gelmişti. Adaya vardığımda ise şaşkınlığım kat ve kat artmıştı. Margaret Adası romantik yürüyüş yolları, orta çağ kalıntıları, küçük bir hayvanat bahçesi, müzikle dans eden çeşmesi, yüzme havuzları, Japon Bahçesi ve bol bol yeşilliği ile adeta bir eğlence ve yaşam kompleksini andırıyordu. Ayrıca ada bu özellikleriyle sadece Budapeşte Halkının değil birçok yabancı turistin de vakit geçirmek için en çok tercih ettiği yerlerin başında geliyor. Margaret Adasını baştan sona yavaş yavaş dolaştıktan sonra diğer görmem gereken yerleri düşünürken kararımı Kahramanlar Meydanından yana vermiştim. Tuna Nehri kıyısından bu meydana ulaşmak yürüyerek yaklaşık 30 dakika sürmekteydi, Kahramanlar Meydanı genel izlenimiyle Budapeşte’nin kalbi diyebileceğim bir yer. Milli törenler ve sanat galerilerinin burada düzenlenmesinin yanında, meydanın ortasında ilgi çekici yedi adet at, melek Cebrail ve Katolik haçı bulunan bir heykel de yer almakta. Bu meydanda bir süre dinlendikten sonra planımda son olarak görmem gereken yer olan Vaci Utca kalmıştı. Vaci Utka şekil ve kalabalık açısından Budapeşte’nin İstiklal Caddesi desem sanırım yanlış söylemiş olmam. Ama bir İstiklal Caddesi edeceğini düşünmediğimi de söylemeliyim. Yinede canlılığı ve pek çok çeşit mağazalarıyla şehrin kalbinin attığı nokta konumundadır.
harmanlanmış bir şekilde görmek özellikle gün boyu oradan oraya gezen beni fena halde acıktırmıştı.Macar mutfağı olarak Gulaş, Tavuklu Paprikas, Pörkölt ve Tokany en ünlü ve leziz etli ana yemek çeşitleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Tatlı olarak ise 5 katlı yumuşak kremalı kekin arasına konulan çikolata kreması ile yapılan Dobos Torta’nın yanı sıra, bir krep içine peynir, ezilmiş ceviz ve toz şekerin konup fırınlanmasından sonra servis edilen Palacsintak da tercih edilebilir. Son olarak yazı boyunca nefes kesici manzarasından bahsettiğim Budapeşte’nin gece aydınlatmalarıyla ışıl ışıl süper bir efsaneye dönüştüğünü ve bu özelliğinin kente bambaşka bir kimlik kazandırdığını söylemem gerekiyor. Sanırım gece görüp de hayran kaldığım şehirler arasında Budapeşte’yi en tepeye yazabilirim o kadar ki Budapeşte’yi gündüz görmeseniz bile problem değil ama mutlaka gece bir kez de olsa görün diyebilirim. Sözlerimi bitirirken, gitmediyseniz ve bir gün imkanınız olursa bu ucuz, eğlenceli, tutkulu ve bir o kadar da muazzam kenti planlarınıza eklemenizi öneririm. Bu aylık gezi yazımdaki naçizane önerilerim şimdilik bu kadar yazı da sürç-i lisan ettiysem affola, bol bol gezip yeni yerler keşfetmeniz dileğiyle. Sizleri Nâzım Hikmet’in Macar Toprağı şiirinin ilk dizeleriyle selamlıyorum, hoşça kalın... ‘’Merhaba Macar toprağı sen bu yaz vakitleri fırından yeni çıkmış ekmek gibisin kabarık, yaldızlı, esmer ve ekmek gibi sırlarınla dolu ekmek gibi mübareksin...’’
Macaristan mutfağının et ürünleri ve baharatı ile ünlü olmasından Budapeşte de nasibini almıştır bir çok leziz et yemeğini çeşitli baharatlarla
23
Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun. Cahit Sıtkı TARANCI
mechuldergi@gmail.com
/mechuldergi
/mechulfanzin
/mechuldergi