Sayı 6 Aralık 2014 Fiyat: 2 TL
meçhul Aylık Fikir - Sanat Fanzini
“D E V” M avi G özlü
Bir Garip Turşu Meselesi
Iki Şey Var Ancak Ölümle Unutulur...
Badem Gözlü Kız Çocugu
meçhul 3
19
Şiir
Bir Garip Turşu Meselesi
Güz Çiçeklerinden Nâzım’a Çelenk
Esin Esma Paksoy
Pablo Neruda
5
20
Aysu Ceren Özaydın
7
Badem Gözlü Kız Çocuğu Mehmet Emin Katırcı
9
Vera’nın Kaleminden Nâzım’a Dair Anılar
12 Nâzım’dan Vera’ya Kartpostallar
13
Tiyatro
Tiyatro’dan Nâzım’a Doğru Gizem Bulut
15
içindekiler
İki Şey Var Ancak Ölümle Unutulur
21
Şiir
Göğe Kondurulan Yoncalar
Murat Kılıçaslan
Fantastik Öykü
22
Özgürlük Kanadı
Zeynep Ulusoy
25
Sinema Busem Soydeğer
26
Şiir
Kumral Öpüşler Mehmet Emin Katırcı
Gezi
27
Kendi New York’unu Bulmak
Nâzım Hikmet Şiir Seçkisi
17
Piraye’ye Mektuplar
Buket Toparslan
Tarih
Felsefe/Teoloji
Türkiye’nin Nâzım Planı
Nicelik ve Nitelik
Celal Erhan Tetik Kapak Çizim: Faruk Genç
29
Alihan Varkan Tasarım: Alihan Varkan
meçhul Yeniden
Doğuş Bildirisi 80 Darbesi sonrası tıpkı halk gibi edebiyat hayatı da susturulmaya çalışılmış; yazarların kalemleri köreltilmek, düşüncelerine ve hayal güçlerine pranga vurulmak istenmiştir. Askeri vesayetin korkunç yüzü bunu ne yazık ki başarmıştır. Saf Şiir, Toplumcu Gerçekçi Şiir, Garip Akımı, Hececiler ve pek tabii bizim için şiir akımlarının son halkası olan İkinci Yeni Şiiri kendi dönemi içerisinde asla susturulamamış, sesini en yüksek perdeden duyurmayı başarmış, bunu kendine en asil ve elzem görev bilmiştir. Biz de genç kalemler olarak çeşitli güç odakları ve düşünce düşmanlarına karşı sesimizi en yüksek perdeden duyurmayı en kutsal görev olarak kabul edip yeni bir dergiyle düşüncelerimizi, şiirlerimizi ve aşklarımızı bu minval üzere haykırma gayretinde olacağız. Bir ağabey ve ilham kaynağı kabul ettiğimiz edebiyat insanları gibi daima dik durmayı en tabii görev bilen bizler, şiiri ve edebiyatı düşünceleriyle aydınlatan Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi üstatların hiç dinmeyen edebi coşkularıyla ve dava anlayışlarıyla bu yolda kararlılıkla ilerleyeceğiz. Çeşitli sebeplerle indirilmeye çalışılıp nihayetinde indirilen edebiyat ve sanat bayrağını hak ettiği yere tekrar çıkaracak ve popüler kültürün sözde şairleri tarafından bayağılaştırılan, kimsesizleştirilen şiirin tekrar hak ettiği kutsiyeti kazanmasına çalışacak olan bizler, bu mücadeleyi şiar edindiğimizi en açık şekilde ilan ediyoruz! Siyah-Beyaz olan bu dergiyle Türk yazın hayatına yeni bir renk getirmeye çalışan bizler, sizleri de bu çabamıza düşüncelerinizle destek vermeye ve bu renge katılmaya çağırıyoruz. Bu yolda, tüm ideolojilerin kutuplaştırıcı etkisinden sıyrılmayı hedefleyen bizler; Sizleri şiire davet ediyoruz! Sizleri romana davet ediyoruz Sizleri öyküye davet ediyoruz! Sizleri tiyatroya davet ediyoruz! Sizleri sanata davet ediyoruz! Ve en yüksek, en içten şekilde haykırıyoruz, Meçhul Dergisi doğmuştur, ilân ediyoruz!
Meçhul Meçhul yola çıktığı günden beri sanatı yaşatma ve yayma amacı gütmüş, bu uğurda değerli yazarlarımız çaba göstermişlerdir. Ancak insan yapımı her şeyde olacağı gibi Meçhul’de de çeşitli sorunlar yaşanmış ve maalesef bu sorunlardan ötürü Kasım sayımız çıkamamıştır. Ancak bunların üstesinden en iyi şekilde gelinmiştir. Tüm bunların yanında Meçhul’ün çeşitli sayılarında veya tamamında kalem oynatan değerli yazarlarımız Mısra Gökyıldız, Oğuz Ayaydın, Kemal Soydan, Bedirhan Büyükduman ve Pınar Dönmez kendi arzuları üzerine maalesef Meçhul’den ayrılmışlardır. Kendilerine Meçhul’e yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür eder, yazın hayatlarında başarılar dileriz. Nice güzel Meçhul’lere…
2
meçhul Esin Esma Paksoy
BİR GARİP TURŞU MESELESİ “ ‘Al-o’ dedim. ‘Nazım Hikmet mi? Sizinle redaktör Vera Turyakova konuşuyor.’ “ Son aşkının sesini ilk kez duyuyordu Nazım. Yalnızca birkaç saniye önce bu sesin ait olduğu varlıktan ve 60’ında bir kadına yeniden âşık olacağından habersizdi. Vera, sinema enstitüsünü bitirmiş soyut multi film stüdyosunda çalışan 23 yaşında genç ve güzel bir kadındı. Evliydi üstelik. Lakin bu durumdan önceleri haberdar değildi Nazım. Sahi Nazım bilseydin izin verir miydin kalbinin yeni yetme bir oğlan gibi çarpmasına, uçmasına bu genç kadına doğru? Elinden gelir miydi kaçmak, uzaklaşmak bu aşktan? “Tanışmamızın üstünden bir yıldan fazla zaman geçti. Sen sık sık telefon ediyor, stüdyoya geliyordun ve herkes bu gelişlerin sadece iş olmadığını anlıyordu. Fakat hiç kimse bunu alay konusu yapmıyor ve çekiştirmiyordu seni. Çalışma arkadaşlarım dokunaklı bir özenle benim masamın yanına senin için sandalye koyuyor ve sen oturuyor, çoktan çözümlenmiş olmalarına karşın birtakım işler üzerinde konuşmaya başlıyordun.” Ve yine bir gün telefon ederek Fransız filmi “Cennetin Çocukları”nın gösteriminin düzenlenmesini rica etti Nazım. Babeyev ve başka arkadaşlarıyla gitti filmi izlemek üzere. Lakin filmin sonu gelmeden hızlıca uzaklaştı yanlarından. Salonun soğukluğundan dolayı hastalığının nüksetmesine bağladı bu durumu Vera. Ona yetişip neden gittiğini sorduğunda uzun süredir farkında olduğu fakat bir türlü inanmak istemediği sözler Nazım Hikmet’in dudaklarından döküldü : “ Sizi seviyorum. Bunu anlamıyor musunuz? Sizi seviyorum.” Vera ise Nazım ile aynı hisleri paylaşmıyordu o dönemde. Aynı gün Moskova’dan ayrılan ve 9 ay sonra dönen Nazım’ı bu aylarda özlemeye ve düşünmeye başlayacaktı. “Telefonların git gide sıklaştı söylemek istediğin özel bir şey yoktu, sesimi duymak istiyordun hepsi bu. Ve yavaş yavaş anlamaya başladım ki,
yaşamının geleceğiyle ilgili bir şeyi bağlıyorsun benimle. Çok tedirgin oldum bir şeyler yapmak, seni bir felaketten kurtarmak gerektiğini duyumsadım. Ben, anlıyor musun, sorumluluk duyuyordum senin için.” Kendisinden vazgeçmesi adına Nazım’ı arayıp kocasıyla ziyarete geleceğini haber verdi Vera. Ne hissettin Nazım? Ey topraklarına âşık şair, hastalıklı kalbin ne kadar incindi kim bilir? 60’ındayken üstelik. Üstelik vatan hasreti sarmışken dört bir yanını... Kendi ülkende adını anmak ve şiirlerini okumak suç sayılırken… Ama pes etmemeyi, vazgeçmemeyi, yılmamayı en iyi bilensin sen! Şimdi silkele kendini, kaldır şu yaşı geçmiş işi bitmemiş kalbini en pas tutmuş yerinden. Pes etmek yakışır mı, koskoca Nazım Hikmetsin sen! Vera’yı eşiyle beraber gördükten sonra bakış acısı değişti Nazımın. Vera artık onun için genç ve tecrübesiz bir kız değil, genç bir kadındı. Ve bu genç kadına kadınlığını hissettirerek yaklaşılmalıydı. “Ertesi günden başlayarak Nazım atağa kalktı. Bana, henüz genç olduğunu kanıtlamaya karar vermişti. Onu unutmam şurada dursun, kendisinden bir dakika bile kopmama olanak vermiyordu. Günde on kere telefon ediyordu… Hiçbir şey umurunda değildi: Çalışmak da oluşum, evli oluşum, kendisiyle telefonda konuşmamın kimi kez uygun olmayışı ve çoğu kez olanaksızlığı… Açıyordu telefonu. Senaryo bölümünden bir an ayrılmayayım, hemen dört katlı stüdyoda aramaya başlıyorlardı beni, Nazım telefondaydı. Ya kendisi getiriyor ya da şoförüyle kocaman pastalar, kutu kutu çikolatalar, çiçekler gönderiyor ve daha türlü türlü şeyler yapıyordu beni kendisine kadınca ilgi göstermeye zorlamak için. Artık bir çocuğa davranır gibi davranmıyordu bana. Onun gözünde kadın olmuştum artık ve Dumas’nın, Dostoyevski’nin romanlarında kadınlara nasıl kur yapılıyorsa, öyle kur yapıyordu bana.” 3
meçhul
Eve biraz geç gitse komşularını arayıp Vera’sını soruyordu Nazım. Vera’nın çevresindeki herkes büyük hayranlık duyuyordu Nazım’a, aşkına ve bu aşkına sahip çıkışına. Yine elinde çiçeklerle Vera’ya gittiğin bir gün iş arkadaşı Rais öğüt verdi sana: “Eğer onu hoşnut etmek istiyorsanız hıyar turşusu, çiroz gibi şeyler getirin de bakın o zaman nasıl sevecek sizi.” Evet evet hıyar turşusu. Ama Vera bu, Nazım eğer Dostoyevski kurlarından hoşlansaydı bu kadar bağlanır bu kadar çok sever miydin onu? İşte Nazım’ın Vera’sı çikolata değil turşu meraklısı… Ertesi günden itibaren artık elinde çiçek yahut çikolatayla değil yarım litrelik, üç litrelik hıyar turşusu, mantar, zeytin dolu kavanozlarla ziyarete başladı Nazım. Çiçek çikolatanın yapamadığını hıyar turşusu yaptı. Vera kalbinin kapılarını açtı GEL dedi Nazım’a. Vatanına hasret bir büyük şair, 60’ında kavuştu en son aşkına. Vera GEL dedi. Nazım da GİTTİ…
engelleyecek bir şey çıkacak gibi geliyor sana, tıpkı hastanede ziyaretçi bekleyen hastalar gibi kuşku düşüyor içine…” Eğer mezarlardan hala korkuyorsanız, evinize girer gibi giremiyorsanız o kapılardan içeri, konuşamıyorsanız toprağın altı ile hatta ve hatta göremiyorsanız olur olmadık zamanlarda, siz en sevdiğinizi kaybetmemişsiniz demektir. Nasıl ölmek istediğinizi hiç düşündünüz mü? Vera sorar aynı soruyu Nazım’a. Ve Nazım der ki: “Yavaş yavaş ölmek isterim. Kanserden mesela.” Çünkü Nazım’a göre yapılacak onca iş kalır geride habersiz ve ani ölümlerde. Oysa biliyorsanız vaktiniz az, dakikaları “60”a bölerek yaşarsınız her anı. Büyük ustaya ne kadar katılırsınız bilmem. Bildiğim tek bir şey var; eğer eviniz gibi görüyorsanız birilerini, mezarına evine girer gibi girmeden söyleyin içinizden geçenleri. Çünkü kalbi nadasa bırakmadan 60’ında bile iliklerine kadar sevebilmeli, tıpkı bizim mavi gözlü dev gibi. Onun gözlerine bakarak okuyacak Nazım Hikmet şiirleri biriktirin heybenizde. Onun gözlerine bakarak anlatacak Nazım-Vera hikâyeleri. Ve asla unutmayın her kız hoşlanmaz çiçek, çikolata ve roman kurlarından; kimisi sever Nazım’ın Vera’sı gibi ilginç şeyleri…
“Gelsene dedi bana Kalsana dedi bana Gülsene dedi bana Ölsene dedi bana Geldim Kaldım Güldüm Öldüm” “Sanki evime girer gibi giriyorum mezarlığın kapılarından içeri. Başlangıçta, her adım güçlük veriyordu bana. Şimdi, evime girer gibiyim sanki. Hatta bakıcı kadından süzgeçli kova da alıyorum, gülleri sulamak için. Geliyorum. Biliyorum. Bankın kıyıcığına oturmuş, bekliyorsun beni. Öylesine kıyısına ki, sanki 5 kişi daha oturuyor bankta ve sen yine de hiç birine engel değilsin. Oturmuş bekliyorsun, hastanede hastaların ziyaret kabul saatlerini beklemesi gibi. Ve her seferinde, gelmeyecekmişim, gelmemi 4
meçhul Aysu Ceren Özaydın
‘’İki Şey Var Ancak Ölümle Unutulur, Anamızın Yüzüyle Şehrimizin Yüzü…‘’ ‘’İçimde acısı var yemişi koparılmış bir dalın,/gitmez gözümden hayali Haliç’e inen yolun,/iki gözlü bir bıçaktır yüreğime saplanmış,/evlat hasretiyle hasreti İstanbul’un…‘’
Nazım Hikmet, Bursa Cezaevi’nde kaldığı uzun hapislik yıllarında karısı Piraye için akşamları ‘’Saat 21-22 şiirleri’’ başlığıyla birçok şiir yazdı. Karısına olan özlemi, şehrine olan özlemini pekiştiriyordu. Onun için uzaktaki sevgili şehri, sevgilisinin nefes aldığı şehirdi. İstanbul’dan gelen her satır onu hayata bağlıyordu.
‘’İçimde sarmaş dolaş karmakarışıktı büyük uzak iki şehrin hasreti’’ der Nazım Leipzig’den yazdığı şiirinde.’’Sür kardeşim makinist’’ diye devam eder ‘’götür beni oraya’’. ‘’Nereye?’’ Hasret duygusunun kelimelere büründüğü mısralarında hep bu şehre seslendi, gördüğü bütün güzellikleri, parkları, bahçeleri, meydanları yüreğinde acısı taze bir yara gibi taşıdığı şehrine yakıştırdı. İstanbul’a olan hasreti hiç dinmedi, insanlarının ona olan hasreti gibi… Hayata gözlerini Selanik’te açtı Nazım Hikmet, çocukluk dönemlerinde büyükbabası Nazım Paşa’nın görevi nedeniyle kısa sürelerle Halep, Konya gibi dönemin Anadolu vilayetlerinde bulunmasına karşın Nazım’ın yaşamı köklerini İstanbul’a saldı, bu şehirde can buldu. Göztepe, Beyazıt, Heybeliada, Kadıköy, Erenköy, Cihangir, Nişantaşı çocukluk ve gençliğinin izlerini taşıyan semtlerdi. İstanbul Göztepe’deki Taş Mektep’te başlayan okul yaşamı, Galatasaray Lisesi, Nişantaşı Ortaokulu ve Heybeliada Deniz Lisesi’nde devam etti. Yedi tepeli bu şehir her köşe başında kucak açtı Nazım’a… Nazım, hasret yüklü her satırında içini döktü İstanbul’a… İlk aşkının, davasının, yoksulluğunun tanığıydı İstanbul. Gün gelecek, Gülhane Parkı’nda ‘’Ceviz Ağacı’’ olacaktı ve gizlice kök salıp toprağa bin eliyle dokunacaktı hasret kaldığı şehrine. Evlat acısı gibi yüreğinde, sevgilinin hayali gibi gözlerinde taşıdığı şehre, İstanbul’a… ‘’Kara haberler geliyor uzaktaki şehrimden:/namuslu, çalışkan, fakir insanların şehri, sahici İstanbul’um,/ Sevgilim, senin mekânın olan/ve nereye sürülsem, hangi hapiste yatsam/sırtımda, torbamın içinde götürdüğüm/ve evlat acısı gibi yüreğimde,/senin hayalin gibi gözlerimde taşıdığım şehir… ‘’ ‘’…ve saçlarında vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının.’’
‘’Uzaktaki şehrimin damları üzerinden/ve Marmara Denizi’nin dibinden geçip/sonbahar topraklarını aşarak olgun ve ıslak geldi sesin./Bu üç dakikalık bir zamandı./Sonra, telefon simsiyah kapandı…’’ ‘’Karıcığım,/hasretliğin on ikinci yılı bu/on ikinci yılı./Gönül ağzına kadar dolu/Sen diyorum/İstanbul geliyor aklıma/İstanbul diyorum sen/Sen şehrim kadar güzelsin,/şehrim senin kadar acılı.’’ Sürgün yıllarında hep bir yanı eksik yaşadı Nazım Hikmet. Ülkesinde, şehrinde özgürce yaşamasına, soluk almasına izin verilmemişti. Bu şehre olan hasreti, Tarabya’dan ayrıldığı günden ölümüne kadar Nazım Hikmet’i terk etmedi. ‘’…iki şey var ancak ölümle unutulur, anamızın yüzü ile şehrimizin yüzü…’’ Yurt dışında yaşadığı yıllar boyunca sürekli seyahat etti Nazım Hikmet, yeni şehirler, dostlar, kadınlar tanıdı. Hasret yıllarından birinde yine acıyla anımsayacaktı o büyük ayrılığı tattığı İstanbul sabahını; ‘’Havalandık Prag’dan indik Budapeşte’ye. Kuş olmak güzel şey hatta bulut olmak, ama ben memnunum insan olmaktan. En sevdiğim unsur da toprak. İşte belki bu yüzdendir: uçağın camına dayayıp alnımı, yahut da abanıp bir küpeşteye ne zaman ayrılsam topraktan bir kederdir içime düşer, elinin sevgilim, elimden sıyrılışı gibi bir keder, tıpkı o sabahki gibi, eşiğinde gibi kapımızın, İstanbul’da.’’
5
Birbiri ardına sıralanan yıllar hasret yükünü daha da ağırlaştırıyordu omuzlarında, üzerine eklenen
meçhul
mavileşeydin mavileşeydin mavileşeydin/geçeydin Boğaziçi’nden/başında İstanbul havası/çarpaydın Kadıköy iskelesine/çarpaydın çırpınaydın/vapura binerken Memet’le anası.’’
ölüm korkusu daha da derinden hissettiriyordu artık yarasını Nazım’a. ‘’Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak? … Yedi tepeli şehrimde bıraktım gonca gülümü. Ne ölümden korkmak ayıp, ne düşünmek ölümü…’’
Hiçbir zaman ülkesinden, şehrinden ve şehrinin hasretinden kopamadı Nazım Hikmet. Acısını da bu hasret ile yaşadı sevincini de aşklarını da. Hayatının son günlerinde yaşadığı mutluluğu yine İstanbul’dan yola çıkarak anlatmaktaydı.
Karadeniz kıyılarındaki Varna’ya gittiğinde ise yüreğinin sesini bastıramamıştı artık. Karadeniz’den karşıya, Boğaz’a doğru haykırmaktaydı oğlu Mehmet’in adını.
‘’Seviyorum seni ekmeği tuza banıp yer gibi/Geceleyin ateşler içinde uyanarak/ağzımı dayayıp musluğa, su içer gibi,/Ağır posta paketini neyin nesi belirsiz,/telaşlı, sevinçli, kuşkulu açar gibi,/İstanbul’da yumuşacık kararırken ortalık/içimde kımıldanan bir şeyler gibi,/ Seviyorum seni ‘’yaşıyoruz çok şükür’’ der gibi.’’
“Karşı yaka memleket,/sesleniyorum Varna’dan,/ işitiyor musun?/Memet! Memet! Karadeniz akıyor durmadan,/deli hasret, deli hasret,/ oğlum sana sesleniyorum,/işitiyor musun?/Memet! Memet!” ‘Nazım yine hasret yüklüydü, ‘’Ceviz Ağacı’’ adlı şiiri Bulgaristan’ın Karadeniz kıyısındaki Balçik yerleşiminde kaleme aldı. Hüzün dolu bir selamdı bu uzaktaki şehrine…
Aşık olmuştu Nazım Hikmet. Hayatına giren şanslı kadınlardan belki de en şanslısı Vera Tulyakova Hikmet, ona durup dinlenebileceği bir gül bahçesi olmuştu. Ölüme bu kadar yaklaşmış olduğunu düşünürken, ölümü kapısından içeri sokmayacak kadar bağlanmıştı hayata. Mısralarında yine şehrinin hasretiyle sesleniyordu sevdiği kadına: ‘’…Şehrime ulaşmadan bitirirken yolumu,/bir gül bahçesinde dinlendim senin sayende... ‘’
‘’Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz,/ ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda,/budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz./Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında. Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var./Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a./Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım./Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u. …’’
Nazım Hikmet, İstanbul aşığı bir şairdi. İstanbul’un bağrından kopmuş, koparılmış sevdalısı olduğu bu şehri attığı her adımda, gittiği her şehirde satırlarında taşıyan bir şair. Düşünceleri, ideolojisi, kavgası onu şehrinden uzaklara sürükledi ama yüreğine bir bıçak gibi saplanan hasret onu ölüm döşeğinde bile yalnız bırakmadı.
İçini kavuran hasret, şiirlerinde gün yüzüne çıkıyor, şekilden şekle girmeyi, cisimden cisme bürünmeyi arzuluyordu adeta. Gülhane Parkı’nda yüz bin elle şehrine dokunan Nazım Hikmet, Viyana’da bir tren kompartımanında su olup çarpıyordu Kadıköy rıhtımına. ‘’Gökte bulut yok/söğütler yağmurlu./Tuna’ya rastladım/akıyor çamurlu çamurlu/hey Hikmet’in oğlu, Hikmet’in oğlu,/Tuna’nın suyu olaydın/ Karaorman’dan geleydin,/Karadeniz’e döküleydin,/
6
‘’Yürek değil be, çarıkmış bu manda gönünden,/teper ha babam teper/paralanmaz/teper taşlı yolları./Bir vapur geçer Varna önünde ,/uy Karadeniz’in gümüş telleri,/ bir vapur geçer Boğaz’a doğru,/Nazım usulcacık okşar vapuru, yanar elleri.’’
meçhul Mehmet Emin Katırcı
BADEM GÖZLÜ KIZ ÇOCUĞU Minicik bir beden, ince tatlı parmaklar, yüzüne düşen saçları, saçlarının değdiği yüzünde beliren mahzun gülümseme ve o gülümseyişin hayat bulduğu çekik gözler. Beyaz çarşaflarla bezenmiş yatağın üzerinde, elindeki kâğıtları katlayan kız çocuğu Sadako Sasaki’dir. 11 yaşındadır Sadako, bundan tam 10 sene önce o henüz küçücük bir bebekken atom bombası atılmıştır Hiroşima’ya, onunla salıncakta sallanacak onlarca arkadaşı, bu bahtiyarlığa eremeden ölmüştür. Sadako 11 yaşındadır ve o gözünü hırs bürüyen büyüklerin doymamacasına yaptıkları savaşın etkisi, on yıl sonra kendini göstermiş, Sadako kan kanseri olmuştur. Yatağın üzerinde oturan küçük kız, kâğıt katlamaktadır. Minik elleri kâğıda şekil vermekte, o kâğıtlar rengârenk turna kuşlarına dönüşmektedir. Yeşeren bir umudun simgesidir minik turnalar, küçücük bir kız çocuğunun güneş dolu kalbinde yeşeren umutların simgesi. Sadako’nun kâğıttan bin tane turna kuşu katlaması gerekmektedir, aksi halde onu bir gül gibi solduran hastalığından asla kurtulamayacaktır. Çünkü Japonların “Kâğıttan Bin Turna Kuşu” efsanesine göre hasta olan kişi kâğıttan bin turna kuşu katlarsa, bunu gökyüzünden izleyen tanrılar o kişiyi tekrar sağlığına kavuşturacaktır. Buna tüm kalbiyle inanmaktadır Sadako ve büyük bir şevkle katlamaktadır turnalarını. Turnalarıyla konuşan Sadako “Kanatlarınıza huzur yazacağım. Böylece tüm dünyada uçabileceksiniz.” diye fısıldar kulaklarına. Çekik gözlü küçük kızın katladığı turnaların sayısı gün geçtikçe artmaktadır, turnalar yavaş yavaş artarken Sadako’da yavaş yavaş solmaktadır. 25 Ekim 1955 günü 643. turnasını katlayan minik Sadako, 644. turnasını katlamaya başlamıştı ve o turnayı da katladıktan sonra badem gözleri bir daha hiç açılmamak üzere kapandı. Sadako bin turna kuşunu katlamayı başaramamıştı. Gökyüzü tanrıları onun sesini duymamış, solan benzine canlı bir renk aşılamamıştı. Sadako ölmüştü, tıpkı 10 sene önce henüz yürümeyi bile bilmeyen onlarca arkadaşı gibi, o da veda etmişti
salıncaklara. Sadako’nun gittiği yerde eksik kalan turnaları yüzünden mutsuz olacağından korkan küçük arkadaşları, eksik kalan 356 turnayı katlayıp Kâğıttan Bin Turna Kuşu efsanesini gerçekleştirirler. Sadako’nun mutlu olduğundan artık emindirler… Sadako Sasaki’nin vahim ölümünden haberdar olan bir kişi daha vardır. O kişi tüm dünya halkları için gözyaşı döken ve bu uğurda kalemini korkusuzca savuran dev bir şairdir. Kalbi o kadar büyüktür ki bin parçaya böler kalbini ve dağıtır dünyanın dört bir yanına. “Yarısı burdaysa kalbimin yarısı Çin’dedir, doktor. Sarınehre doğru akan ordunun içindedir. Sonra, her şafak vakti, doktor, her şafak vakti kalbim Yunanistan’da kurşuna diziliyor.” Kalbi kocaman bir elmadır ve o elmadan bir diş almasını ister tüm aç çocukların. Kalbi bir güneştir onun ve o tatlı sıcaklıkla ısınmasını ister donan tüm çocukların. Mavi gözleri her gün kurşunlanan bedenlerin acısıyla yaşarmaktadır. Ancak acıların en derinlerinden biriyle daha karşılaşmıştır, badem gözleri bir daha sevgiyle bakamayacak olan Sadako Sasaki ölmüştür. Ölen minik bir kız değildir sadece, şeker yiyen tüm çocukların gülümseyişidir ölen. Yaşadığı kederin büyüklüğü tarif edilememektedir hüzün yüklü şairin ve haykırır kulaklarına savaş hırsıyla tutuşan kalplerin; Kapıları çalan benim kapıları birer birer. Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler. Hiroşima’da öleli oluyor bir on yıl kadar. 7
meçhul
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar. Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu. Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu. Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok. Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk. Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver. Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.
Ve sonra ölür Vera’nın Nâzımı. Geriye dağlanmış bir yürek kalır, Vera’nın göğsünde taşıdığı. Bir türlü kabullenemez bu ölümü. Nâzım’ın hayaliyle konuştuğu bir günde, kocaman bir kutu gelir evine Vera’nın. İçerisinde de Nâzım’ın ölümünden yirmi gün sonra yazılmış bir mektup. O sevgi dolu kutunun içinden çıkan mektupta şunlar yazılıdır;
Bütün mesele çocukların sevinçle şeker yiyebilmesidir, sadece budur şairin istediği. Bilmektedir yanan bir çocuğun şeker yiyemeyeceğini, seslenir onların ağzıyla amcalara, teyzelere “bir imza ver” diye. Sadako’nun sesiyle çağırmaktadır Nâzım Hikmet tüm insanlığı barışa ve sevgiye. Küçük Sadako insanlığın vicdanıdır artık, yenemeyen tüm şekerlerdir, yanan minik bedenlerdir. Hüzünlü bir şiirdir artık Sadako, yeryüzünün en hüzünlü şairlerinden birinin dilinden dökülmüş olan. Nâzım’la son Pazar sabahında, Nâzım’a kahve pişirmiştir Vera. Nâzım hasret kaldığı memleketinden gelen kahveyi yine aynı hasretle içmiştir. Vera yarın yaşayacağı felaketten bihaberdir. O son günle ilgili şunlar dökülür Vera’nın kaleminden;
“Minik sarı parmakların ustalıkla yaptığı renk renk kâğıt turnalardan bir çelenk var kucağımda. Bir de mektup: Unutulmaz insan Nâzım Hikmet, Hiroşimalı küçük kızların armağanını kabul edin lütfen. Anınızın önünde başlarımızı minnettarlık ve saygıyla eğiyor, cenazenizin önüne yaptığımız binlerce turnayı, dünyaya özgürlük ve sonsuz barış taşıyan binlerce kuşu bırakıyoruz. Değerli Nâzım Hikmet’e, ailesine ve yakın dostlarına, barış için savaşmayı sürdüren Hiroşimalı okul çocuklarından; Hiroşima kâğıt turnaları derneğinden. 23 Haziran 1963.”
“Korkunç günün arifesinde, Pazar günü ilk ben kalktım. Yanında yiyecek bir şeylerle küçük bir fincan Türk kahvesi getirdim sana. Kahveyi içtikten sonra kalmadın. Gazetelerin ortasında yatmayı sürdürüyordun. Ben çalışma odasına geçip hızlı bir tempoda çalışmaya başladım. Saat an ikide “Turnalar” adlı oyunu Merkez Çocuk Tiyatrosu’na yetiştirmek için söz vermiştim. Oyunu yazmanı senden istemişlerdi, ama sen sonra benim üstüme yıkmıştın ve
Nâzım’ın Sadako için yaktığı ağıtın doğurduğu büyük minnettarlık böyle karşılanmıştır minik parmaklarca. O çok sevdiği çekik gözlü çocuklar yaptıkları turnalarla onun da ruhunu özgür kılmışlardır. Küçücük bedenlerde kocaman kalpler taşıyan Japon çocukları Sadako ve Nâzım’ı kanatlarında huzur yazan o rengârenk turnaların sırtında, sonsuz barışın yaşandığı bir diyara yollamışlardır... 8
*“Kız Çocuğu” şiirinde Sadako Sasaki’nin yaşının 7 olarak verilmesi, şair tarafından kelime uyumunun yakalanması için yapılmıştır. Sadako öldüğünde 11 yaşındadır.
ben de yetiştiremiyordum işte. Oyun Hiroşima trajedisi üzerine kurulmuştu. Bir avuç küle dönen küçücük çocukların kısacık yaşamlarına ve şimdi Hiroşimalı çocukların kâğıttan yaptıkları turnaları anlatıyordu. Bu turnalardan bin tane yapıldığında ölen çocuklardan birinin dirileceği inancıyla çalışıyorlardı. Senin küçük Japon kızın ağzından yazdığın şiiri, bu nedenle, pek çok kez okumuştum son günlerde. Senin önerinle oyunun içine de koymuştuk dizelerini. İkisi birbirini mükemmel tamamlıyordu.”
meçhul
Vera’nın Kaleminden Nâzım’a Dair Anılar “Uçakta Nâzım kutuyu dizlerinde tutuyor ve parmaklarıyla fiyongunu çözüp bağlıyordu. - Şunu ver de yukarı koyayım, -dedim. - Dursun, yorulmadım, -dedi Nâzım. Bir süre Nil üzerinde uçtuk. Çocukluğumuzun “mavi” Nil’i koyu sarı bir renkte görünüyordu yukardan. Gözlerimi ayırmaksızın bakıyordum pencereden. Bir süre sonra Nâzım’a döndüm. Fiyongu çözmüş, kutunun içindeki kâğıdı hışırdatıyordu. - Ne yapıyorsun? - diye sordum hayretle. - Baklava akmış mı akmamış mı bir bakayım dedim diye yanıtladı. Kutunun içine göz attım. Baklavalardan bir tanesi kayıplara karışmıştı. - Ama onu Ekber’e hediye olarak götürüyorsun,- diye anımsattım. - Çok var canım. Tam on parça. Hepsini birden yiyecek değil ya, uzun süre de kalmaz. Kurur. Lezzetini yitirir,diye yanıtladı beni,- Kirovobad baklavasından da kötü olur... Kutuyu yeniden bağladım, Nâzım sakinleşir gibi oldu. - Uyumuyor musun?- diye birkaç kez sordu bana. - Uyumuyor musun? Bir ara dalmışım. Gözlerimi açıp Nâzım’a baktığımda ağzı doluydu, avurtları şişmişti. Kutuya baktım, yırtılıp açılmıştı. Selefon kâğıtları paramparça olmuş, baklava da yarıdan aza inmişti. - Ne yapıyorsun Nâzım! -dedim sitemle.- Neredeyse hepsini bitirmişsin baklavanın! - Bilmiyorum! Kendimi tutamadım. Nasıl olduğunun farkına varmadan yemişim. Biraz daha kaldı, ama şimdi bunları yiyip bitirmek gerekiyor. Bu kadar az şey vermek ayıp olur,- ve bir saniye duraksamadan sonra geri kalan baklavaları da birbiri arkasına attı ağzına. - Tanrım, şimdi Ekber’e ne diyeceksin? -diye sordum .- Ne kadar üzülecek... - Canım, niye üzülecekmiş? - diye çabucak yanıtladı Nâzım. - Kendisine baklava getirdiğimi bilmiyor ki. Öyleyse üzülmeyecek. Şeremetyevo havaalanında uçaktan inip de Ekber’i gördüğümüzde Nâzım onu kucakladı ve şöyle dedi: - Oy Baba, babanız baklava getirdi size. Kahire’den.
Moskova’daki evlerinde dostlarla yemek yemişlerdir ve misafirlik sonrası masada kalan pastayla ilgili Nâzımın söyledikleri ve sonrasında pastanın akıbeti hakkında şunları hatırlamaktadır Vera: “Şu pastayı hemen buzdolabına kaldır, gözüm görmesin. Şimdi üzerine saldırabilirim ve o da ben de mahvoluruz. Şişmanlamamam gerek. Benim için ölüm demektir bu. -Ve sonra, sabahleyin buzdolabına göz attığımda, orada bir dilimi bile kalmamış olurdu pastanın. Geceleyin uyanmış, oracıkta, buzdolabının hemen önünde, hırsız gibi haklamıştı kurbanını. Tabii, çatal bıçak da kullanmadan. Çevreye kırıntılar saçılmış, yerdeki muşambaya krema bulaşmış olurdu...” Kahire’de Çek dostlarından biriyle karşılaşan Nâzım, beraberindeki Vera’yla birlikte bu dostun peşine takılırlar. Mesele gene tatlıdır, ancak bu sefer bambaşka bir tatlı: “Nâzım, gerisinde çocukluğunun bütün tatlılarının yattığı camlı vitrinin önünde durdu: ‘Veracığım, tut beni! Şimdi burada ne varsa satın alabilirim! Öyle lezzetlidirler ki! Hepsi de tıpkı Türkiye’deki gibi! Şu baklavaya bak, şerbeti nasıl sızıyor. Ah, hiçbir zaman böyle harika bir şey yememişsindir. Ağzım sulandı. Çok gülünç olduğumu biliyorum, ama elden ne gelir. Doğunun bütün bu hazinesini bir anda gövdeye indirmek isteği öldürecek beni!’” “Kahire’den ayrılmadan önce Nâzım bu tatlıcıya bir kere daha uğradı ve uzak yere götürmek için bir kutu baklava hazırlamasını rica etti. Şerbetinin akmaması ve erimemeleri için her türlü önlemi alarak yerleştirdiler kutuya baklavaları, ve en küçük bir delikten uçup gidebilecek mücevher tozunu paketler gibi paketlediler. Nâzım kutuyu renkli fiyongundan tutup kaldırdı ve bir debdebeyle, elini sıkarak vedalaşırken, tatlıcıya bu leziz şeyleri Moskova’da oturan ve hayatında hiçbir zaman gerçek baklava yememiş olan kendisi gibi Müslüman bir dostuna hediye olarak götüreceğini açıkladı. ‘Evet, tabii, her yerde Müslüman var, Moskova’da da. Elbette. Ya ne sanıyordunuz?’” 9
meçhul
Hakiki baklava! Ama yolda kendini tutamayıp hepsini yedi.”
Anlıyor musunuz, bu değil mesele! Dürüst olmam gerek! İşin püf noktası burada, onun için hırsızlık yapmamda, anlıyor musunuz?!’ Kız güldü. ‘Böyle tuhaf bir bayla karşılaşmadım hiç!’ Ve bir komplocu gibi, bazı yararlı öğütler fısıldadı ona. Uçaklarında neyin nereden aşırılabileceğini söyledi. - Teşekkür ederim, teşekkür ederim cancağızım,- diye şakalaştı Nâzım, -çevreyi iyice kolaçan edemedim daha. Birazdan keşfe çıkarım... Sonra dergileri karıştırmaya başladı. Bunların arasında kalın bir ‘Air France’ dergisi de vardı, daha çok reklamlardan oluşan. Ve birden. Vera, bak şuna, -diye bağırdı,- olacak şey değil! Benim şiirim! Deniz üstüne olan. Sayfayı Abidin düzenlemiş! - Cancağızım,- diye seslendi hostese,- burada şiirim var benim. Bu dergiyi bana hediye edebilir misiniz? - Bizim dergimizde ancak ünlüler yayımlanır. Demek siz... Gidip hemen kaptan pilota sorayım- Ve elindeki dergiyle koşup gitti. Kaptan pilot bir söylev verdi ve dergiyi görkemli bir tavırla Nâzım’a uzatarak ‘dümen başında’ olduğu için bu olayı İtalyan usulü, gerektiğince kutlayamamaktan ötürü üzüntüsünü belirtti.”
Nazım Hikmet ile evladı arasına kilometreler girmişti fakat Vera’nın ilk evliliğinden olan kızı Anyuta yanı başındaydı işte. Onun sevgisini ve güvenini kazanmak öz çocuğuyla arasına giren mesafelerin azalmasına vesile olacaktı bir nevi. Vera, Nazım’ın vefatının ardından paylaştığı anıda küçük bir çocuğun kalbine girebilmek için hırsızlık bile yapabileceğini gösteriyor bize: “Yurtdışında uzun süre kaldığımızda, annemin ve Anyuta’nın hediyelerini Nazım seçerdi. Fakat bu yeterli görünmüyordu ona. Anyuta için özel bir şey yapmak istiyordu. Öyle ki, Anyuta, Nazım amcasını onu unutmadığını anlasın. Şöyle diyordu: ‘Ona bir bluz ya da pabuç alabileceğimi biliyor. Hayır, iş bunda değil.’ Ve bir gün buldu ne yapması gerektiğini. Bir yolculuktan Moskova’ya döndüğünde Anyuta’yı yanına çağırdı ve şöyle dedi bir komplocunun ses tonuyla: ‘Al Anyuta, sakın kimseye söyleme, yoksa ikimiz içinde çok ayıp olur! Bütün bunları senin için aşırdım.’ Ve kızın kucağına, yabancı uçaklarda yolculara verilen renk renk yuvarlak balonlar, ‘Karavella’ tuvaletinden bir şişe kolonya ve daha bir sürü ıvır zıvır doldurdu. Şimdi bunları birbirine bağlayan gizli bir sır vardı aralarında. Anyuta, sorgulamadaki bir partizan gibi saklıyordu Nazım amcasının gizini. O andan sonra Anyuta için hırsızlık yapmak Nazım için bir tutku oldu.
Ve Nâzım Hikmet, Rus heyetinin başkanı olarak Asya-Afrika Yazarları Kurultayına katılıyordu. Çin heyetinin küstah tavırları karşısında daha fazla sessiz kalamayan Nâzım Hikmet, şairliğine yaraşır şekilde kürsüye çıkıp destansı bir konuşmaya imza atıyordu: “Kurultay 12 Şubat 1962’de açıldı. Faruk Saray salonu delegelerle dolu. Bu bir sarı ve kara derili insanlar deniziydi. İlk kez böyle olağanüstü bir toplantıya katılıyordum, o da yarı yasal olarak. Uzakta, önde, senin geniş ve güçlü boynunu görüyorum. Başkanlık divanı seçimine başlamak üzereyken Çin delegesi ansızın kalktı ve şunları söyledi: ‘Şimdi burada bulunan bir yazarın oy hakkından yoksun bırakılmasını istiyoruz. Kendisi burada Türkiye edebiyatının temsilcisi olarak bulunuyor. Nazım Hikmetten söz ediyorum. Türkiye pasaportu taşımayan, burada Moskova’nın pasaportuyla gelen bir kimse nasıl Türkiye edebiyatının elçisi olabilir? Kendisinin delegelikten çıkarılmasını istiyoruz.’ Salona derin bir seslik çöktü. Birkaç saniye sonra ilerideki
Bir gün Paris’te bir Italyan ‘Karavella’ uçağına bindik ve Nâzım hemen ‘çalışmaya’ koyuldu. Hostes şekerleme tepsisiyle gelir gelmez Nâzım bir avuç aldı, sonra biraz duraksayıp bir avuç daha aldı. Hostes, yardımcısı erkek görevliye ‘Ne kadar açgözlü bu bay’ dedi. Nazım anlamıştı. ‘Açgözlü değilim’ dedi ve dürüstçe, Moskova’da küçük bir kızı olduğunu ve eğer ganimetsiz dönerse kendisini unutmuş olduğunu düşüneceğini açıkladı. Genç kız büyük bir ciddiyetle dinledi Nâzım’ı. Ve beş dakika sonra, görkemli bir tavırla, ‘Âl-îtalia’ firmasınca pek güzel paketlenmiş bir kilo akide şekerini bir ödül gibi getirip sundu ona. ‘Alamam bunu! Mesele bu değil! 10
meçhul
sıraların ortalarından Nazım’ın usulca çıktığını, acele etmeksizin kürsüye yürüdüğünü ve delegelerin önünde rahat sakin, onurlu durduğunu gördüm bir süre sessizce insanların gözerine baktı. Salondaki sessizlik daha da derinleşti. ‘Sanıyorum ki’ dedin ‘Asya-Afrika Yazarları Kurultayında Türkiye’yi temsi etmek hakkına sahibim, çünkü kendi halkının dilinde yazan bir yazar ülkesinin edebiyatını temsil etme hakkına sahiptir. Ve burada bir yazarlar toplantısı yapılıyor, polis toplantısı değil. Ne yazık ki yurdumda, Türkiye’de bugün benden daha iyi bir şair yok. Bundan da öte, sanıyorum ki, salonda bulunanlar arasında bugün dünyada en anınmış şair benim (Alkışlar duyuldu). Eğer abartıyorsam ve herhangi bir kimseyi incittiysem, lütfen gelsin, sevinçle elini sıkmaya hazırım.’ Delegeler soluklarını kesmiş oturuyorlardı. Kimse kımıldamadı yerinden. ‘Öyleyse saygı değer yazar arkadaşlarım, beni sadece oy hakkından yoksun kılmamakla kalmayıp, şimdi, şu anda başkanlık divanına seçmenizi istiyorum. Oyu olumlu olanlar elinizi kaldırın lütfen.’ Bir eller ormanı kalktı yukarıya. Nazım geçip başkanlık divanına oturdu, fakat eller hala yukarıdaydı. Dış görünüşüyle sakindi. Fakat bu zaferin ona neye mal olduğunu tahmin edebiliyordum. O ki, evimize gelen kimi gençler tanışmak için ellerini uzatırken kendilerini: ‘Ben, şair filan ya da falan...’ diye tanıttıklarında şaşırırdı her zaman. Onlara gizlemediği bir ironiyle bakar ve sonra her zaman şöyle derdi: ‘Tüm yaşamım boyunca şiir yazarım, ve kimi kez hiç de fena değildir yazdıklarım, ama hiçbir zaman -Ben şairim- diye tanıtmam kendimi… Bizde, Doğu’da, şairim demek, övünmekle, kendinin iyi insan olduğunu söylemekle aynı şeydir…’”
Daha küçücük bir çocukken bir şiir yazmıştır, ancak şiirin altına kendi adı yerine dedesinin adını iliştirmiştir. Şiirin gazetede yayınlanmasını istemektedir ve bilmektedir altında dedesinin imzası olan bir şiir, gazetede muhakkak yayınlanacaktır: “Bir gün, her zamanki gibi, aksakallı dervişler toplanmışlardı dedemde. Oturmuş, onun ortaya çıkacağı zamanı bekliyorlardı. Törenleri böyleydi. Dedem göründüğünde, yazdığı harika şiiri kendilerinden gizlediği için hep birden sitemle yüklendiler ona. Dedem ilk satırları duyunca kendisinin olmadığını söyledi şiirin, o zaman dervişler yeni gazeteyi açıp dedemin burnunun dibine uzattılar. Belki bilmezsiniz, bizde bütün dervişler şiir yazarlardı, fakat yayımlamaları uygun olmazdı, ayıp sayılırdı. Dedem: - Ben şiir miir yayımlamadım! diye bağırdı onlara. - Nasıl olur! - diye karşı çıktı dervişler.- işte, adınız. Pencerenin altında top oynuyordum o sırada ben. Evden gelen bağrışları, ağız dalaşını duyup, ne oluyor diye meraklandım, bakmaya gittim koşarak, işi anlayınca: - Ben yazdım o şiiri- dedim. Dervişler afalladılar. Bir mucizeye bakar gibi, hayran, bakakaldılar bana. Dedemin şaşkınlığı da daha az değildi. Sonunda, bende Celâleddin Rumi’nin ruhunun canlandığına karar verdiler ve önümde secde edeceklerdi neredeyse. Onların ne dininden, ne şiirinden anladığım yoktu. Fakat kulağımda kalan bu şiirlerden etkilenmiş, öykünmüş olmalıydım onlara. Sonunda kendilerini toplayarak: - Bu güzel şiiri siz yazdınız demek, küçük bey?- diye sordular. - Evet, ben yazdım! Daha da yazacağım! Zaten büyük bir şair olacağım ben!- diye bağırarak karşılık verdim ve yine koşarak top oynamaya döndüm.”
Kalbine saplanmış bir hançerdi memleketi, dertli milletinin şiirlerini okuyamamasından dem vuruyordu Vera’ya: “Bir keresinde şöyle dedi bana: ‘Geçenlerde şiirlerimin İzlandaca çevirilerini gönderdiler... Şaşılacak bir şey... Ama Türkiye’de yayımlamıyorlar beni. Zaten yayımlasalardı da, o şiirleri kendileri için yazdıklarım okuyamayacaklardı, çünkü okuma yazmaları yok...’”
Derleyenler: EEP & MEK * Everest Yayınları/Nâzımla Son Söyleşimiz-Vera Tulyakova Hikmet
11
meçhul
Nâzım’dan Vera’ya Kartpostallar Lanet olsun ne muazzam şey seni sevmek! Sen benim aşkım, sen benim kızım, sen benim yoldaşım, sen benim küçük annemsin. Canım, bir tanem, seni sevmeden önce dünyayı sevmesini bile bilmiyormuşum. Bu şehir güzelse senin yüzünden, bu elma tatlıysa senin yüzünden, bu insan akıllıysa senin yüzünden, bu kadın iyi yürekliyse senin yüzünden… İşte böyle efendim.
Merhaba. İşte Roma’dayım. Özlüyorum, özlüyorum, özlüyorum. Öpüyorum. Ekber’e, Tosya’ya, Lüsya’ya selam, Yura’ya selam. Korkunç derecede özlüyorum. Roma/? Hasret çekiyorum. Roma günlük güneşlik ama ben hasret çekiyorum. Bugün ayın 5’i, yarın 6’sı, 23’üne daha o kadar çok var ki. Hasretten geberiyorum.
Stokholm/Mayıs 1959 Ve işte ben. Dün sesini işittiğimde dünyanın en mutlu insanı oluverdim. Hep bizi, seni ve beni düşünüyorum. Döndüğümde Rusça’yı gramer kurallarıyla yazacak kadar iyi öğreneceğim mutlaka. Seni böylesine sevmek ve bunu layıkınca yazıya aktaramamak insanı çıldırtıyor. Sen bebeğim benim, anlıyor musun yazdıklarımı? Eğer hastalanmazsam ayın 15’inde yani pazartesi buradan gidiyorum. Pazartesi! İşte böyle. Yaz bana, unutma. Ara sıra, yani her dakika beni düşün. Öpüyorum seni, sevincim benim.
Roma/5 Aralık 1960 İşte Roma’daki ikinci gün. Özlüyorum, kâbuslar görüyorum. çekiyorum. Şehir mucizevi lakin sensiz sıkıcı.
Hasret
Roma/7 Aralık 1960 Ne alemdesin Yaşama sevincim benim?
Varşova/18 Haziran 1959
Roma/?
İşte Roma’dayım. Lanet olsun, sensiz Roma bile korkunç derecede sıkıcı. Beni unutma. Öpüyorum. Sevincim benim, Bir tanem, şekerim.
Yağmur yağıyor. Seni düşünüyorum. Sesini işitmek beni hüzünlendirdi. Zor, sensizlik çok zor. Ne yapıyorsun, ne yapıyorsun? Öpüyorum.
Roma/ ? Canım benim, sesini duydum ve dünyanın en mutlu insanıyım bugün. Sanırım 21’inde, 22’sinnde, en geç 23’ünde seni, Moskova’yı ve dostları göreceğim. Öpüyorum.
Roma/ 11 Aralık 1960 Sesin senin, sesinle yaşıyorum. Ne yapıyorsun? Senden öte hiçbir şey yok. İşte böyle canım.
Lübnan/?
Roma/? *YKY/Bu Şehir Güzelse Senin Yüzünden
12
meçhul Gizem Bulut
TİYATRO’DAN NAZIM’A DOĞRU Küçük bir sahnede başladı her şey ve uzun bir yolculuğa adım attım… Hayatın içinden hayata doğru… Bir hocam hep şöyle söylerdi: ‘’Tiyatro yapmak için bir derdin olmalı!’’ Ben de kendime bir harita çizdim. Bu haritanın içindeki yolda, insana rağmen insanı anlatmaktı derdim. Karşıma çıkan yollar engebeli olsa da bu dertten hiç vazgeçmedim ve her yıkılışta sırf bu derdi düşünüp yeniden kalktım ayağa. Elinde hırpalanarak büyüdüğüm sahne ışıkları ve perdenin karşısında yetişkin bir kadın duruyor şimdi… Yazan, çizen ve oynayan… Kelimelerle dolu defterlerim kütüphanemde yapayalnız duruyorken ansızın karşıma çıkan Meçhul ekibi, elime hayali bir kalem ve kâğıt verip ‘’Yaz!’’ dedi. Hayatım boyunca böylesine güzel bir teklif almamış olmamın getirdiği heyecanla titredi ellerim. Büyük bir mutlulukla kabul ettim ve yazmaya başladım. Peki, şimdi neydi derdim? Neyi anlatacaktım? Tabi ya… Tabi ki insana rağmen insanı yazacaktım. Evet, işte yeniden yepyeni bir derdim oluvermişti!
etmişken kimimiz neden hala onlara uzaktan bakıyordu? Ya da bu oyunlarda anlatılan hikâyeleri bu kadar yakından tanıdığımız halde neydi bizi onlardan ayrı kılan? Ayrılığı filan yoktu aslına bakarsanız hikâyelerimizin. Yalnızca kendi gerçekliğini henüz kabul edememiş bir toplum vardı Nazım’ın karşısında. Bu yüzden insanlar ne onun yazdıklarını okumaya cesaret edebiliyor ne de oyunları sahneye konulduğunda gidip izleyebiliyordu. Hatta şimdilerde birçoklarının aklında yalnızca bir isim olarak hatırlanır oldu Nazım… ‘’Kafatası’’ adlı oyununda, toplum sorunlarını irdelerken tiyatro sanatını şairliğiyle birleştirdi. ‘’Unutulan Adam’’da, hayatta şöhret dâhil hiçbir şeyin kalıcı olmadığı ve her şeyin bir gün unutulacağını herkesle paylaştı. ‘’İnek’’te, hayallerinin peşinde koşan bir ailenin maddi sıkıntı içine düştüğü bir dönemde bu durumdan kurtulmak için bir inek satın almasıyla ve tüm umutlarını bu ineğe bağlamalarıyla başlayıp, zaman ilerledikçe ne yapacaklarını bilemediklerinden ellerinde kalan bu inekten kurtulma çabasına giren bir ailenin trajikomik durumunu gözler önüne serdi. ‘’Ferhat İle Şirin’’de, aşkı için dağları delen bir genç oğlan ile Şirin adlı güzeller güzeli bir genç kızın destansı hikâyesini anlattı…
Silueti Kağıda Düşen Adam Derdi insan olan birçok yazar biliyorum. Yazdığı her satırda insan olan ve daha da ‘insan’ olmak için çabalayan. Ne dedim ben? ‘’İnsan olmak için çabalamak!’’ Bu cümlenin içinde saklı bir özne var. Kim dersiniz? Aklınıza ilk düşen kim? Benim zihnimde adı yankılanan o güzel bakışlı, kalemi kâğıdı kendine dost bilmiş ve hayatı boyunca insanlık adına savaşmış olan bir adam… Nazım Hikmet…Onun her yazısında bahsettiği o vatan toprağı kokan insanları düşündükçe titriyor içim. Hele ki onun yazdığı oyunlardaki gerçekliğe baktığımda, kalemiyle nasıl da ‘insan’ olan karakterler yarattığını ve bu silueti kâğıda yansıyan insanların gölgesinin tam da bu topraklar üzerine düştüğünü inkâr etmem olası değil!
Tüm bu hikâyelerin topraklarımızda geçmesi, yabancıların o süslenerek anlatılan, dev prodüksiyonlarla önümüze serilen ve gözümüzde büyüttüğümüz hikâyelerine ne kadar yakın olduğumuzu ve bu topraklarda bizim de kendi ellerimizle yeşerttiğimiz hikâyelerimizin olduğunu bize anlatmıyor muydu? Bunları düşünmek yerine yazdıkları ve düşündüklerinden ötürü yargılanan bu adamı tekrar yargılamayı seçen ve basit bir önyargıyla yaklaşan insanlar topluluğu olmadık mı hepimiz? Ortak dertleri paylaştığımız, aynı sevinçleri
Peki, kimimiz bu hikâyelerdeki insanları kabul 13
meçhul
yaşadığımız bu adama neden sırtımızı dönmeyi tercih ettik? Peki, biz nasıl bu kadar bencil olabilmiştik? Bu duruma nasıl gelmiştik? Ben bu soruları hepimiz adına kendime soruyorum. İnsanlık adına gördüklerim ve yaşadıklarımla da bu sorularımın cevabını sert bir şekilde alıyorum! Tüm bu düşüncelerim üzerine, gerçeklikle ilk yüz yüze kaldığımda yirmi yaşımdaydım. 2009 yılında sevgili hocam Mehmet Avdan’ın sahneye koyduğu, İstanbul Şehir Tiyatrosu programında yer alan, Nazım Hikmet’in ‘’İnek’’ adlı oyununu izlemiştim. Şehir Tiyatrosu afişlerinde önce oyunun ismi hemen altında yazan ve yöneten kişinin adı yazılı olur. Ancak Mehmet hocam afişte kendi adını yazarla birlikte yazdırmak yerine sanırım daha altlarda tutmuştu. Ya da yazarın adı büyük puntolarla yazılmıştı. Dolayısı ile afişin ortasında oyunun adı olan ‘İNEK’ ve hemen altında sevgili yazarımızın adı ‘NAZIM HİKMET’ yazılıydı. Bazı basın mensupları bunu fırsat bilip, ‘’Nazım Hikmet’e inek dediler’’ diye haber yaparak sansasyon yarattı.
ne değişecekti? Ona böyle bir şeyi sorabilme cesaretini gösterebilen insanlar karşısında sessiz kalmak en doğrusuydu. Haklıydı… Böyle durumlarda yapılması gerekenler listesinde en tepede duruyordu sessizlik. Onu anlayabilen var mıydı? Merak ediyordum. İnsanları anlamaya çalışıyordum. Tıpkı herkesin birbirini anlamaya çalışması gibi. Tek fark; diğer insanlar yalnızca kendi yakınlarını anlamaya çalışırken, benim tüm dünyayı anlamak için çabalamamdı. İnsanı anlamak zor zanaat derler. Evet, zor fakat insanı anlatanı anlamak daha da zor. Çünkü insan olmak ne kadar yürek gerektiriyorsa, insan olmayı dert edinip bunu sürekli yazmayı kendine borç bilmek de o kadar yürek gerektirir. İnsanı yazan birini anlamak istiyorsanız, size ait olan benliğinizi fark edip, ona sahip çıkmanız ve sevmeniz gerekir. Nazım’ı da anlamak istiyorsanız, onun yüreğine bakmanız yeterlidir. Yüreği yazdıklarında, çizdiklerindedir. Tüm bu yazdıklarım da bir memleket meselesi değil; bir memlekette insan olma meselesidir… Nazım insana rağmen insanı anlatıyordu. Nazım anlatıyordu, ama… İnsanlar, Nazım’a rağmen anlamıyordu. Peki, şimdi bu durumda ne yapmalı? İnsanlara rağmen insanı anlamalı ve anlatmalı. Mühim olan onun adı değil; mühim olan bizim sıfatlarımız değil. Düşündüklerimiz… Hepimiz düşünebildiğimiz ve üretebildiğimiz kadar varız. Yaşadıklarımızla bir varlık sunuyoruz hayata. Önümüze geçmişten gelen bereketli bir toprak koydu Nazım, dilediğimizde sulayıp yeşertebileceğimiz… ‘İnsanların kanatları yok, insanların kanatları yüreklerinde’ dedi. Haklıydı… Bunu bilerek nefes almaya devam edebilmek dileği ile yol almayı kendime borç bilirim. Size de tavsiye ederim. Yüreğinize iyi gelir… Sevgiyle ve dostlukla…
Bu haberi yapan kişilerin Nazım ağabeyimizin bir oyunu olan İnek’ten haberleri yoktu tabi. En azından ben öyle tahmin ediyorum. Yoksa Nazım Hikmet hakkında haber yapmaya o güne kadar gerek dahi duymamış olan kimseler neden bugün onu savunsundu? Oyun bitiminde canım Mehmet Avdan, ‘’Nazım Hikmet’e inek dediniz?’’ gibi saçma yargılarla ona bakan basına sessiz kalarak en güzel cevabı verdi ve bulunduğu yerden uzaklaştı. Sonrasında onunla özel olarak konuştuğumda, neden sessiz kaldığını anladım. Nazım Hikmet hakkında en ufak bir fikri olmayan insanların karşımıza kendi kafalarından uydurdukları yargılarla çıkması gülünçtü. Mehmet hoca onlara Nazım’ın oyununun adının İnek olduğunu ve yanlış düşündüklerini açıklasaydı 14
NAZIM HİKMET
“Aynı daldaydık, aynı daldaydık. Aynı daldan düşüp ayrıldık. Aramızda yüz yıllık zaman, yol yüz yıllık.” (Hasret)
“Kardeşlerim bakmayın sarı saçlı olduğuma ben Asyalıyım bakmayın mavi gözlü olduğuma ben Afrikalıyım …” (Asya-Afrika Yazarlarına)
“İnsan olan vatanını satar mı? Suyun içip ekmeğini yediniz. Dünyada vatandan aziz şey var mı? Beyler bu vatana nasıl kıydınız?” (Bu Vatana Nasıl Kıydılar)
Sevgilim, ellerini koy dizlerine — bileklerin kalın ve beyaz — sol avucunu çevir : gün ışığı avucunun içindedir (Bir Acayip Duygu)
“Annelerin ninnilerinden spikerin okuduğu habere kadar, yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı, anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, anlamak gideni ve gelmekte olanı.” (Beş Satırla)
kayısı gibi...
“Gelmiş dünyanın dört bir ucundan Ayrı dilleri konuşur, anlaşırız Yeşil dallarız dünya ağacından Gençlik denen bir millet var, ondanız.” (Gelmiş Dünyanın Dört Bir Ucundan)
15
ŞİİR SEÇKİSİ
“Yolunu beklerken daha dün gece Kaçıyorum bugün senden gizlice Kalbime baktım da işte iyice Anladım ki sen de herkes gibisin” (Bence Şimdi Sen De Herkes Gibisin)
“Badem gözlüm beni unut. Boynuma sarılma, gülüm, benden sana geçer ölüm. Badem gözlüm beni unut.” (Japon Balıkçı)
“Çok yorgunum, beni bekleme kaptan. Seyir defterini başkası yazsın. Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman. Beni o limana çıkaramazsın...” (Mavi Liman)
“Yarısı burdaysa kalbimin yarısı Çin’dedir, doktor. Sarınehre doğru akan ordunun içindedir.” (Angina Pektoris)
“Soframda yeşil biber, tuz, ekmek. Testimde sana sakladığım şarabı içtim yarıya kadar bir başıma seni bekleyerek. Niye böyle geç kaldın?” (Güz)
“En acayip gücümüzdür, kahramanlıktır yaşamak : Öleceğimizi bilip öleceğimizi mutlak.” (Kartlı Kayın Ormanında)
16
meçhul Celal Erhan Tetik
TÜRKİYE’NİN NAZIM PLANI Yazımda Nazım Hikmet’in Türkiye’den kaçmak zorunda kaldığı dönem ve sürgün yıllarındaki memleket hasretini konu alacağım. Sunay Akın’ın “İstanbul’un Nazım Planı” adlı eseri okuyanlar başlığımı direkt anlamışlardır. Bu güzel eserde Nazım’ın hayat hikâyesini edebi ve çok güzel bir dille anlatmış ve beni Nazım’a biraz daha yaklaştırmıştır. Size burada uzun uzadıya Nazım’ın hayat hikâyesini anlatacak değilim. Ancak böyle büyük bir şairin nasıl olup da bu kadar acılar çektiğini ve çok sevdiği ülkesinden kaçmak zorunda kaldığını merak ettiğinizi umuyorum. Nazım 17 Haziran 1951 yılında askerlik işlerini halletmek için çıktığı yolda kendini bir gemide bulacak ve Bulgaristan kıyılarına gidilmesi planlanan yolculuk Romanya’da son bulacaktır. Nazım’ın yakınları onun öldürüldüğünü düşünecektir. İbrahim Balaban “Nazım Hikmet ve Biz” adlı kitabında Nazım’ın kaçtığı haberini duyunca askerde bulunan arkadaşlarıyla birlikte hüngür hüngür ağladıklarını belirtmiştir. Ancak hiç kimsenin Nazım’ın durumundan haberi yoktur. Tâ ki 20 Haziran 1951’deki Bükreş Radyosundan yapılan yayına kadar. Yayında Nazım’ın hayatta ve Bükreş de olduğu anlaşılmıştır. Nazım’ın sürgününün başlangıcı özetle böyle ancak biz olaylara biraz daha geriden başlayalım. Sene 1902, olayımız karlı bir Ocak günü Selanik’te başlıyor. Diplomat Nazım Bey ve Celile Hanımın oğulları Nazım Hikmet dünyaya gelir. Üstat kendisini kendi anlatsın:
Nazım 1920 yılında Milli Mücadeleye katılmak için 3 arkadaşıyla birlikte bir yük gemisiyle ve tüccar kimlikleriyle Anadolu’ya geçti. Burada her ne kadar savaş meydanına inmek istese de hastalığından dolayı öğretmen olarak atandı. Bir süre çeşitli yerlerde öğretmenlik yaptıktan sonra Batum üzerinden Moskova’ya geçti.İşte bizim bildiğimiz Komünist Nazım bu aşamada doğdu. Burada üniversite eğitimini tamamladıktan sonra 1924 yılında memleketine döndü. Nazım’ın Çileli Yılları Başlıyor Aydınlık gazetesinde yazdığı yazı nedeniyle 1925 yılında “Komünizm propagandası yapmak” suçundan 15 yıl hüküm yedi. Nazım ilk kez yurdundan kaçmak zorunda kaldı. Moskova’ya geri döndü. 1926 yılında cezası kaldırıldı. 1927 yılında TKP Viyana Konferansı’na katılması sonucu 3 ay hapse mahkum edildi. 1928 yılında yurda geri dönmek için Türkiye Moskova konsolosluğuna başvursa da cevap alamaz bunun üzerine sınırı kaçak olarak geçer ama yakalanır. Ankara’ya götürülerek yargılanır. Yargılanma sonucunda serbest bırakılır. 1930-31 yıllarında yayınladığı 5 ayrı kitabı nedeniyle dava açılır. Ancak hepsinden aklanır. 1933 yılında gizli örgüt kurma iddiasıyla idamı istenir. 4 yıl ağır cezaya mahkum olur. 1934 yılında Cumhuriyetin 10.yılı sebebiyle genel af ilan edilir ve serbest kalır. Bu çileli yılları hızlı bir şekilde özetlemeye çalıştım. Bu davaların hepsi ayrı ayrı inceleme konusu olsa da biz asıl meselemiz olan ve Nazım’ı ülkesinden koparan “1938 Donanma Davası”na geldik.
1902’de doğdum doğduğum şehre dönmedim bir daha geriye dönmeyi sevmem üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-Parti konukluğu ve on dördümden beri şairlik ederim.
Donanma Davası, Hapis ve Sürgün 1938 yılında Nazım kelepçeli bir halde kendini Erkin gemisinin içinde bulur. Daha önce başlamış olan Yavuz davasının içine dahil edilmiştir. İddiaya göre donanma içinde Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir gibi kişilerin kitapları okunmuş ve sol hareketler orduda isyanı getirmişti. Hatta bir astsubay 1934 yılında 17
meçhul
Dünyadan, memleketinden, insandan umudum kesik değil diye İpe çekilmeyip de Atılırsan içeriye, Yatarsan on yıl, on beş yıl Daha da yatacağından başka, ‘Sallansaydım ipin ucunda Bir bayrak gibi keşke’’ Demeyeceksin, Yaşamakta ayak direyeceksin. Belki bahtiyarlık değildir artık, Boynunun borcudur fakat, Düşmana inat Bir gün fazla yaşamak.
Nazım’la buluştuğunu onun kendi fikirlerini yaymaya çalıştığını ve ordudaki fakir erlerin ailelerine ulaşarak onlara yardım etmek istediğini belirtecektir. Ancak Nazım bunu reddedecektir. Bu kitapların okunduğu muhakkaktır ancak Nazım’ın bundan haberi yoktur. Ayrıca Nazım’ın kitapları o senelerde serbestçe yayınlanabiliyordu. Bu durumu mahkemeye belirten avukatlar ayrıca Adalet Bakanlığından da bir belge sunmuşlardı. Belgede şu yazmaktaydı ”Listede yazılı olanlar her Türk vatandaşının okuması için neşredilmiştir.” Bu açıklama kesin olarak Nazım Hikmet’in suçsuz olduğunun kanıtıydı. Ancak başlıkta belirttiğim Türkiye’nin Nazım planı bu evreden sonra ortaya çıkar. Savcı Şerif Budak “ Biz bu davada delil arayacak kadar saf değiliz.” diyerek mahkemenin bir oyun olduğunu ve asıl amacın Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir gibi ayrı görüşte olan insanların işini bitirmek olduğu ortaya çıkmıştır. Dava sonucunda Nazım’a 28 yıl 4 ay hapis cezası verilmiştir. Nazım bu durumu dönemin en etkili kişisi olan Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektupla iletmiştir ancak Atatürk’ün yaşamının son dönemlerine gelen bu olaydan haberi olup olmadığı konusunda bilgimiz yoktur. Benim kişisel düşüncem mektubun Atatürk’e ulaşmadığıdır. Ancak bu durum mecliste konuşulur hale gelmiştir. Adalet Bakanına yoğun baskılar uygulanmaya başlanmıştır. Ancak plan yine devreye sokularak anayasanın 141. ve 142. Maddesi değiştirilmiş yasak siyasi faaliyetler sadece uygulamada değil söylemde de yasaklanmıştır. Bu maddelerin değişmesinden sonra Nazım’a hapis yolu gözükmüştür. Nazım burada 11 sene kalacaktır. Ancak hayattan kopmayacak çok sevdiği ülkesi ve karısı hakkında düşünecek şiirler yazacaktır. Ben Nazım’ın hapishane günlerini burada yazmayacağım. Bunun üzerine çok yazıldı çizildi. Belgeseller dahi çekildi. Ancak Nazım’ın hapse nasıl baktığını kendi ağzından size belirtmek isterim.
Nazım 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle çıkardığı aftan yararlanarak serbest kaldı. Bu arada oğlu Mehmet dünyaya geldi. Durumu iyi değildi ama onu askere çağırdılar. Milli Mücadele yıllarında çürüğe çıkarılan adamı şimdi orduya çağırıyorlardı. Ancak Nazım bunun ölüm olduğunun bilincindeydi. Onun için yazının başında söylediğim gibi birden kendini bir gemide buldu. Çok sevdiği ülkesine ve İstanbul’a boğazdan son bir kez daha baktı. O artık gitmişti. Ama fakir ülkesini ve oğlu Mehmet’i hiçbir zaman unutmadı. Dünyanın nerdeyse bütün şehirlerini dolaştı. Bütün şehirlerde İstanbul’u ve Türkiye’yi buldu. Yazımı Nazım’ın vatanını ne kadar özlediğini belirten bir şiirle sonlandırmak istiyorum. Kapıyı çalıyorum. Ben de bu evde senet vereceğim şeytana. Ne altın istiyorum ondan, Ne bilim, Ne de gençlik. Hasretlik cana yetti. Pes… Beni İstanbul’a götürsün, bir saatlik…
18
meçhul
Güz Çiçeklerinden Nâzım’a Çelenk ‘Onun yanında biz şair bile olamayız…’ Niçin öldün Nâzım? Ne yaparız şimdi biz şarkılarından yoksun? Nerde buluruz başka bir pınar ki onda bizi karşıladığın gülümseme olsun? Seninki gibi ateşle su karışık acıyla sevinç dolu, gerçeğe çağıran bakışı nerde bulalım? Kardeşim, öyle derin duygular, düşünceler yarattın ki bende, denizden esen acı rüzgâr kapacak olsa bunları bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir, yaşarken seçtiğin ve ölümden sonra sana barınak olan oraya, uzak toprağa düşerler. Al sana bir demet Şili kasımpatlarından, al güney denizleri üstündeki ayın soğuk parlaklığını, halkların savaşını, kendi dövüşümü ve yurdumun kederli davullarının boğuk gürültüsünü kardeşim benim, dünyada nasıl yalnızım sensiz, çiçek açmış kiraz ağacının altınına benzeyen yüzüne hasret, benim için ekmek olan, susuzluğumu gideren, kanıma güç veren dostluğundan yoksun. Hapisten çıktığında karşılaşmıştık seninle, zorbalık ve acı kuyusu gibi loş hapisten, zulmün izlerini görmüştüm ellerinde, kinin oklarını aramıştım gözlerinde, ama parlak bir yüreğin vardı, yara ve ışık dolu bir yürek. Ne yapayım ben şimdi? Tasarlanabilir mi dünya her yana ektiğin çiçekler olmadan? Nasıl yaşamalı seni örnek almadan, senin halk zekânı, ozanlık gücünü duymadan? Böyle olduğun için teşekkürler, teşekkürler türkülerinle yaktığın ateş için.
Pablo Neruda 19
meçhul
Piraye’ye Mektuplar Karıcığım, Aynı günde iki mektubunu aldım. İki dünya benim oldu. Mektubunun birisi ışık ve neşe dolu, öteki bir sonbahar akşamı gibi gölgeli ve hazin. Sevindim ve mahzun oldum. Bilmem ki, ne yazayım, senin altın gözlü, güneş ışıklı başını kollarımın arasına alıp ona saatlerce bakmalıyım ki, ne söylemek istediğimi anlayasın. Kara günler geçiriyoruz karıcığım… Güzel günler göreceğiz… Bunu laf diye söylemiyorum, buna inanıyorum karıcığım. Edison, her şeye rağmen, havasız camın içinde ateşin yanacağına nasıl inanmışsa öyle inanıyorum. Bir yıl ne demektir biliyorum karıcığım, bu bir yıl içinde benim değil senin çekeceğin ağrı ve yalnızlıktan üzülüyorum. Kendi derdim yok, sen varsın. Sana teselli diye kuru ve palavralı sözler yazmadım karıcığım, sana kalbimle kafamı yazdım. Sen ihtiyar bir kurtsun, ben ona masal söyleyen bir çocuk. Fakat sen yeryüzünde şimdiye kadar hiç yaşamamış kadar güzel bir dişi kurtsun ve bu güne dek hiçbir kuzu parçalamadın. Sen öyle iyi bir kurtsun. Sen bir dişi kurtsun karıcığım. Bir dişi kurtsun ki yalnız kendi yüreğini parçalarsın. Ve ben bir hayran çocuğum ki senin gözlerin önünde söyleyeceği sözleri bile şaşırıyor. Canımın içi, dün gece sabahladım, yani yirmi dört saattir uyuyamadım. Temyiz layihasını yazdım. Şimdi uykusuz başımın boşluğu içinde yalnız boydan boya sen varsın. Nudiye’nin seninle benim için yaptığı dedikoduya sevindim. Senin benim olduğunu herkesin duymasından, eskiden beri ne tuhaf bir sevinç ve iftihar duyduğumu bilirsin. Sakın kızma. Her hissettiğimi yazıyorum. 1934 Canım Karıcığım, ‘’Şekerim’’demeye halin olmadığı halde yine de ‘’Şekerim’’ dediğin mektubunu aldım. Ne yalan söyleyeyim, bir haftadır hemen her gece bana, Çankırı’ya yolladığın mektupları çıkarıp çıkarıp okuyorum. İçimi tatlı bir hüzün kaplıyor. Geçenlerde Kemal Tahir’e, Piraye bana : ‘’Kendine iyi bak benden evvel ölme,’’ diye yazdı demiştim. Kemal diyor ki :’’İtiraf et ki Piraye senden iyi şairdir.’’ İtiraf ediyorum karıcığım. Sen yalnız benden iyi değil, dünyadaki en iyi şairsin. Çankırı’ya yazdığın mektupları okudukça bunu anlıyorum. Ve bütün ömrümde, sanat hayatımın üstünde neden bu kadar müessir olduğunu anlıyorum. Seni nasıl seviyorum, Piraye. Hayatımın en büyük nimetisin. Sana ne çok, ne anlatılmayacak, sayılamayacak kadar çok şey borçluyum. Bazen, ya Piraye olmasaydı diye düşünüyorum ve tüylerim diken diken oluyor. Benim her zaman genç, güzel, iyi ve harikulade kalacak olan Pirayende’m. Kömürsüz kalışın içime dokundu. Ağlamaklı oldum. Yağı aldın mı? Bildir. Yine göndereceğim. Buraya geldiğin zaman ekmek karneni getirme. Ben sana hapishaneden istediğin kadar ekmek bulurum. Burada da karne usulü ama bize 750 gram veriyorlar. Artıyor da satıyoruz bile. Karneni İstanbul’da bırak evdekilerin işine yarar. Tolstoy’un tercüme edilecek romanından bir haber çıkmadı. Şu iş olsa pek sevinirdim. Sana toptan 200 lira filan temin edebilirdi. Ben dört gündür dehşetli nezleyim. İhtiyaten yataktan çıkmıyorum. Turşu gibiyim. Başım ağrıyor. Çalışamıyorum. Bir tek sevincim resmine bakmak, eski mektupları okumak, seni düşünmek, belki yakında seni görebileceğimi ümit etmektir. Ben sensiz bir dünyada ne kadar yalnız kalırım, sevgilim. Elini yakmana yüreğim yandı. Bilirsin ya senin bir parmağın da benim yüzümden yanmıştı. Zaten benim yüzümden yanan yalnız parmağın mı? Senin gençlik günlerinin saadetini yaktım, mahvettim. Sana ne kadar az şey verebildim. Seni nasıl mesut edemedim. Sana bu mektubu yazmakta devam edersem çocuk gibi ağlayacağım. Seni ne kadar çok seviyorum, bir tanem. Haydi hayırlısı. Gün ola sabah ola… Ellerinden ve dudaklarından öperim. (imza) *YKY/Piraye’ye Mektuplar
20
meçhul Murat Kılıçaslan
Göğe Kondurulan Yoncalar Bu şiir bu gece asılacak, baylar ve bayanlar. Affedersiniz, Güzel hanımefendiler ve beyefendiler. Bir ip gerin ve bir tabure koyun, eşiğine kapının. İpe dizeyim şu ruhsuzları; Kuşların uçuşuna razı gelmeyenleri, Şu ebemkuşağının renklerini hazmedemeyenleri, Şu ardıcın gölgesinde dinlenenlere laf edenleri. Beyefendiler ve siz güzel hanımefendiler. Bir set daha çekebiliriz bulutların yamacına. El verenlerimiz olur, olacak. Çünkü hayalleri göğe bakan çocuklarız biz. Tutarız bir fidanı dalından ağaç ederiz. Bağlarız serçenin ayağına bir gümüşlüğü, yedi kıtaya göndeririz. Güneş bizim elimizdedir, tutarız uzak ülkelere götürürüz, hasretini çektiğimiz. Yakışıklı beyefendiler ve siz hanımefendiler. Bu şiir bu gece asılacak. Bir siren çalacak iki sokak öteden. Gömüp geleceğiz ebemkuşağını, ardıca da bir selam çakarak. Bulutlara bir yonca kondurarak, hatır bırakacağız bir ömürlük. Çünkü bir çamaşır ipine asıp da, balkona dizmedik hayallerimizi. Kuşların kanatları bizdedir evvela, beyaz ve uzun tüylü. Bu şiir bu geceye has asılacak. Bir kandil gibi onca yıldızın arasına kondurulmuş, parlayacak. Zeytin dalının olgunluğu, çocukluğun heyecanı kadar taze. Ve evvel bir vakitte, o yoncaları toplarken gökten. Ebemkuşağı heybemizde, o yüce ardıca varırken, Kanatları takmışken göğsümüze, uzun tüylü ve beyaz. Bu şiiri, bir vakit astık diyeceğiz, ruhsuzlar için. Sevgili beyefendiler ve siz güzel hanımefendiler.
21
meçhul Zeynep Ulusoy
ÖZGÜRLÜK KANADI Kaldırımlarda hızlı adımlarının sesi duyulurken uzun gökdelenlerin arasından karanlığa karışmaya çalışıyordu. Şehir bu kadar ışıklı olmak zorunda mıydı? Buraların eski halini dünmüş gibi hatırlıyordu. Lanet olasıca teknoloji gelmeden önce her şey idareli kullanılırdı. Sokaklarda hava kararınca çok az insan olur, tekinsiz tipler için devriyeler dolaşır, kimlik kontrolü yapılırdı. Lambalar karartılır böylece kendisi gibi ucube görünüşlü kişiler kuytu karanlıklarda rahatça dolaşabilirdi. Şimdi New York’un orta yerinde yürümek için neredeyse kanalizasyon tünellerini kullanmak zorunda kalacaktı. Purosundan nefes çeken göbekli takım elbiseli adam ona iğrenç bir şeymiş gibi bakınca göz bebekleri çizgi halini aldı. Korkan adamın boğazına duman kaçıp öksürmeye çalışırken yoluna devam etti. Anlaşılan elindeki puro cesaretinden daha fazla para ediyordu. Bu kadar acelesi olmasa durup ona kimin daha iğrenç olduğunu gösterirdi elbet ama bu gece bunları yapamayacak kadar meşguldü. Siren sesleri duydu. Her zamanki gibi birileri birbirini vurmuştu. Çok uzaklardaki bir kadının haykırışını ve ağlamasını duydu. Kesin bir kapkaç işi olmuştu. Her zaman daha fazlasını istiyorlardı. Cüzdanı çalıp gitmek yerine sabah sinirlendikleri bir şey için akşam birine kurşunu sıkıp kime ne zarar verdiğini önemsemeden yaşayabiliyorlardı. Şimdi çalınan bir cüzdanın yanında bir hayatta olabilirdi. İçindeki gücü toplayıp enerjisini serbest bıraktı. Ambulanstan önce gücü vurulan kişiye ulaşıp onu hayatta tutmaya yetti. Hayatlar kayıp gitmemeliydi – zamanından önce değil. Önce köle olarak bu ülkeye getirdikleri insanları daha sonra başkan seçen tutarsız ve güçsüz yaratıklardı insanlar. Her şeyden zevk alabilir her şeyden nefret edebilirlerdi. Bugün sevdiklerini yarın taşlayabilirlerdi. Güce tamah eder, güçlüye tapar, kaynakları tıkanınca da kafalarından dağlarda yaşayan kendilerine benzeyen ama daha güçlü tapınacak yaratıklar uydururlardı.
1800lerin sonlarında yapılmış tuğla binanın servis girişinin olduğu arka sokağa sapıp takip edilmediğinden emin olana kadar paltosunun yakasını dik, şapkasının siperliğini eğik tutup yüzünü iyice gizledi. Çöp torbalarının pis kokularına aldırmadan yangın merdiveninin altına gitti. Çıkmaz sokağı aydınlatan sokak lambasının ışığının ulaşmadığı yerde insan öldürseler kimsenin aldırmayacağını düşündü. Bu gece bunları düşünmemesi gerekiyordu. Bekleniliyordu. Her zamanki gibi kendi işine bakıp –ki bu hiçbir işle uğraşmaması demektisessiz hayatına devam ederken bahçesindeki kıymetli ağacının üzerine bir not saplanmıştı ve o da kendini acilen buraya gelirken bulmuştu. Lanet olasıcalar bir sefer de önceden haber verselerdi ya! Doğru düzgün hazırlanmaya fırsatı olmamıştı. Sokaktan o an kimsenin geçmediğinden emin oldu ve tek sıçrayışla yirmi katlı binanın en tepesine çıktı. Su deposunun üzerinde durup kimse var mı diye kontrol ettikten sonra yıldızsız geceler kadar kara bir gölge gördü. Binayı koruyan gargoylelerin yanında durmuş kendisini bekliyor ve şehri izliyordu. Gülümsedi. Bunca yıl sonra yol arkadaşını görmek harikaydı. Neden onunla ilgili olduğunu söylememişlerdi? Aynı kendisi gibi siyah pelerin-palto giymiş ve şapka takmış adamın teni de gece kadar karaydı. Kendisinin altı kazınmış üstü kızıl-sarı saçlarının aksine onun düz siyah omuzlarına dökülen saçları vardı. Yıllarca aynı amaca hizmet etmiş iki yoldaşlardı, tenleri ve saçları çokta önemli değildi. “Bristlav” dedi sessizce. Adını bir dua gibi söylemişti. “Trolyan, kardeşim.” Brsitlav başıyla selam verip geleni karşıladı. Süzülerek aşağıya inen Trolyan yanına gidip dikildi. Ona sarılmalı mı bilmiyordu. Sevgi gösterileri onların doğasında yoktu. Onların sevgilerinin tek göstergesi birbirlerine olan bağlılıklarıydı. Yumurtadan ilk çıktıkları andan itibaren böyle yetiştirilmişlerdi. Evet, yanlış 22
meçhul
duymadınız; onlar ejderhaydı! İnsan kılığına girebilen, yüzyıllardır yeryüzüne hükmetmiş ejderhalar. Her ne kadar insan formunda olsalar da özlerini asla unutmamışlardı. Avcılıkları ve hükmetme istekleri tükenmiyordu. Daha da önemlisi uçmaya olan istekleri ve özgürlük hisleri. Bristlav’ın gecenin bir vakti onu buraya çağırmasının sebebi de buydu. “Neden buradayız kardeşim?” “Yükseklik hissi hoşuma gidiyor. Pis sürüngen kertenkeleler gibi kanalizasyonlarda dolaşmak hoşuma gitmiyor.” Bu hissin verdiği anıları tiksintiyle hatırladı. “Sen asla kanalizasyonda sürünmedin ki, her
zaman yükseklerdeydin.” Bunu duyduğuna memnun olmuş gibi bir hıh homurtusun çıkardı burnundan dumanla beraber. Havaya kükürt kokusu gelmişti. Bristlav insanken bile ejderhaydı. Kanıyla özüyle insan derisinin altında ne olduğunu göstermeyi seviyordu. Açıklamaya başlayacağı şey için sabırsız gibiydi. Kara gözlerini kırpıştırdı, omzunu oynattı. Sanki sırtındaki kanatlarını esnetip gökyüzüne açılmak istiyor gibiydi. “Kanatlarını göğe açmayalı ne kadar oldu kardeşim? Bir yıl, on yıl?” “Yirmi iki yıl, altı ay, yedi gün. Tamı tamına bu kadar.” “Peki neden?” diye sordu hüzünle. “Korkuyorum, insanların bizi avlamaya kalkmasından, bizi görüp korkmasından korkuyorum. Verecekleri tepkiden.” Sesi solup gitti. Uzaklara eski anılara dalmıştı. 1600lerin başlarını hatırlıyordu da nasıl korkup kaçmışlardı. Onlara inanmayanlar şeytan çıkarmaya çalışmaktan tut, cadı oyunu olduğunu söyleyip yıllardır aynı mahallede yaşadıkları komşularını yakmaya çalışmıştı. İnsanlar sefil ve güçsüzdü. Kısacık hayatlarının her anını harcayarak, koşturarak harcıyor, küçük akıllarına büyük şeyler sığdırdıklarını sanıp cahillikleriyle mutlu oluyorlardı. 21. yüzyıl daha da kötüydü. Yetişen nesil ellerinde sürekli dıtlayan bir aletten kafasını kaldıramıyor öğrenmeyi ve görmeyi unutuyordu. Ejderhalar farklıydı. Uzun ömürlerinde öğrenmeye açık, dingin ve sabırlı olmuşlardı. Eski günleri özlüyordu. Tibet’te dağlara tırmanıp kanatlarını boşluğa bıraktıkları harika zamanları. Dünya gençti ve kendileri insanlar olmadan özgürce dolaşıyordu. Şimdi kendi beton dağları vardı. Karıncalardan daha hızlı üreyip dünyayı yok ediyorlardı. “Sen neden buradasın? Neden o sefil sürüngenlerle bana mesaj yolladın?” İnsanlardan konuşmaktansa eski dostunun ona neden ihtiyaç 23
meçhul
duyduğunu duymayı yeğlerdi. “Bir yer bulduk. Sibirya’nın ortasında ve kaynağa yakın. Bizler için yaşanılabilir bir yer yapmak için çok uğraşmak gerekecek.” Asıl meseleyi açıklamaya başlayacakmış gibi derin bir nefes alıp devam etti “yardımına ihtiyacım var, neslimizin devam etmesi ve yumurtaların korunması için bir yaşam alanına da.” Trolyan duyduğuna emin olamadı. Aradıkları Kaynak Taşı için yirmi iki yıldan fazla süredir Yeni Dünya’daydı. Ejderhaya dönüşmeden onca yıl insan formunda her yeri aramıştı ama nafile. Bulamıştı. Şimdi Bristlav kendisinin bulamadığı taşı bulduğunu söylüyordu. Utansın mı kendine mi kızsın bilemiyordu. “Nerede, nasıl alacağız?” Merak içini kemirmeye başlamıştı. “Sabırlı ol kardeşim, göreceksin.” Bir soluk aldı, yüzünü göğe kaldırdı ve derin bir nefes aldı. Pervasızca kanatlarını açtı. Pelerinin altından öylece iki yana çıkmışlardı. Normal formundan çok daha minik vücuduna uyumlu kanatlardı bunlar. Yerçekiminden azade bir şekilde yükseldi. Kanatlarını öyle tutkuyla çırpmıştı ki Trolyan’ın insan yüzü onun sıcaklığıyla alazlandı. Görünürde ateş olmadığı halde böylesi bir sıcaklığı hissetmek sadece bir ejderhanın tutkusuyla açıklanabilirdi. Trolyan, bir anlık tereddüdünden sonra ona katıldı. Bisiklete binmek ya da yüzmek gibiydi asla unutulmuyordu, içgüdüseldi. Kanatlarını açmak için acele ettiğinden kendi paltosu yırtılmıştı. Umurunda değildi, herhangi bir mağazaya kolaylıkla girebilir, istediğini alabilirdi ve insanlar fark etmezdi bile. Yıllardır yapıyordu bunu. Eğer yaşayabilecekleri bir evleri olacaksa giysiye ihtiyacı olmayacaktı. Bristlav’ı takip ettikçe merakı daha da arttı. New York’un üzerinde uçarken bu kadar uzun süre uçmadığına inanamadı. Kendisinin bir parçasını yok saymak gibiydi. Binlerce yıllık ejderha ömründe çok küçük bir andı ama insan
formunda rutin yaşayan ölümsüz bir ejderha için sonsuzluk gibiydi. Özgürlük Anıtı’nın tepesine kondular. Sanki yönünü bulaya çalışır gibi havayı kokladı ve yüzünde o haşin gülümseme belirdi. “Aşağıda” dedi Bristlav. Sessizce onu takip etti. İndikçe indiler, gizli geçitlerden geçtiler. Her düz duvar gördüğünde Başparmağının pençesiyle bir çentik oyuğu buluyor, ona dokunup gizli kapıların açılmasını sağlıyordu. Artık iyice aşağılara inmiş olmalılardı. Rutubet ve tuzlu suyun kokusu daha bir belirginleşmişti. Son kapıya geldiklerinde Bristlav ona dönüp “sıra sende kardeşim” dedi. Kapıya doğru ilerledi ve iki pençesini kilide geçirdi. Kapı gürültüyle açıldı. Ejderha kanadı şeklinde yanlara doğru açıldı. Karşılarında nereden geldiği belli olmayan İlahî bir ışığın aydınlattığı altın bir ejderha kanadı vardı: ana ejderhanın kanadı. Demek asıl aradıkları şey taş değildi, kanatlardı. “Onu buraya getir” diyip cesaretlendirdi Bristlav, kara gözleri parlıyordu. Trolyan, denileni yaptı. Altın kanada doğru ilerledi. Her adımda daha bir heyecanlanıyordu. Elini uzatıp dokunduğunda, kutsal bir şeyi kirletiyormuş gibi gelmişti. Yine de içindeki eve ve özgürlüğe olan inancı kendisini onu almaya teşvik etti. Öyle de yaptı. Güç tüm vücuduna yayılırken kanat elinde canlı olduğunu belirterek nabız gibi attı. Elini öne uzatıp Bristlav’a kanadı verdiği an hata yaptığını anladı. İçeri sıkışmıştı, gittikçe altın heykele dönüyordu. “Neden?”diye sordu bilincini yitirmeden hemen önce. Hayal kırıklığı taşlaşmaya başlayan yeşil gözlerinde donup kalmıştı. Bilincinin açık olduğun bilen Bristlav üzüntüyle açıkladı. “Anlamalısın kardeşim, bir ejderha girer ve sadece bir ejderha geri çıkabilir. İlk doğan çocuklardan birini feda etmeden anneyi özgür bırakamazdık. Kehanet buydu. Diğerlerinin iyiliği için.” Saygıyla elinde tuttuğu kanadı da alıp arkasını döndü. Diğerlerinin özgürlüğüne doğru uçtu. 24
meçhul Busem Soydeğer
SİNEMA
Exodus: Gods and Kings (Exodus: Tanrılar ve Krallar)
tasarımına sahip olan film, aynı zamanda 45 dakikalık efsanevi bir savaş sahnesi içeriyor. Filmin tadına gerçekten varabilmek için IMAX teknolojisine sahip salonlarda izlemeniz önerilir.
Yönetmen: Ridley Scott Senaryo: Adam Coopeer, Steven Zallian, Bill Collage, Jeffrey Caine Oyuncular: Christin Bale, Aaron Paul, Sigourney Weaver, Joel Edgerton, Ben Kinsley Vizyon Tarihi: 12 Aralık Son yıllarda çektiği filmler hayal kırıklığı yaratsa da, Blade Runner, Alien, Thelma & Louise hatrına Ridley Scott’a son bir şans vermek için ayın izlenmesi gereken filmlerinden. Musa’nın doğumu ve evlat edilişiyle başlayıp, köle İbraniler’i serbest bırakması ve ölümüne kadar olan süreci işleyen film, aynı zamanda bu yılın en büyük prodüksiyonlarından da biri.
Deux jours, une nuit (İki Gün ve Bir Gece) Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne Senaryo: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne Oyuncular: Marion Cotillard, Fabrizio Rongione, Catherine Salée Vizyon Tarihi: 26 Aralık Kariyerlerine belgesel çekerek başlayan Dardenne kardeşlerin son filmi İki Gün ve Bir Gece, geçirdiği depresyon sonrası işine dönmeye hazırlanan Sandra’nın, iş yerinde yapılan “Sandra mı yoksa ikramiye mi?” oylamasından sonra işinden kovulduğunu öğrenmesiyle başlıyor. Film, Sandra’nın işine dönmek için birlikte çalıştığı insanları hafta sonu tek tek ziyaret edip, onları ikramiyelerinden vazgeçirme sürecine odaklanıyor. Dardenne kardeşler bu sürece, Sandra’nın hayatındaki iki güne, kapitalizme alenen bir eleştiride bulunmadan ancak ayrıntılara dikkat ettiğinizde sizi şaşırtacak kadar çok eleştiri öğesi yerleştirerek sistemin işleyişini, her zamanki gibi, belgesel tarzı anlatımla sunuyor.
The Hobbit: The Battle of the Five Armies (Hobbit: Beş Ordular Savaşı) Yönetmen: Peter Jackson Senaryo: J.R.R. Tolkien (roman), Fran Walsh, Philippa Boyens, Peter Jackson, Guillermo del Toro Oyuncular: Luke Evans, Benedict Cumberbatch, Cate Blanchett, Orlando Bloom, Ian McKellen, Martin Freeman, Richard Armigate, Lee Pace Vizyon Tarihi: 17 Aralık Elflere, orklara, hobbitlere, cücelere ve Orta Dünya’ya veda edeceğimiz The Hobbit üçlemesinin son bölümü olan filmde, Bilbo Baggins’in macerasını noktalamasını ve eve dönüşünü seyredeceğiz. Film, ikinci filmin bittiği noktadan, ejderha Smaug ile başlıyor. Üç saati aşan bir süreye ve devasa bir prodüksiyon
Diğer Vizyon Önerileri: Jimmy’s Hall (Özgürlük Dansı) – 12 Aralık Pasolini – 2 Ocak Clouds of Sils Maria – 19 Aralık En duva satt på en gren och funderade på tillvaron (İnsanları Seyreden Güvercin) – 26 Aralık 25
meçhul Mehmet Emin Katırcı
Kumral Öpüşler Dağıt gülüşlerini, mısır tanesi dişlerinle, Kıvrılan dudakların şımarsın gülüşünle. Sen anlatılamazken şiirle, Sakın ola benden tarif bekleme. Dağıt gülüşlerini, mısır tanesi dişlerinle.
Patlıyorken silahların ucunda mermiler, Sen öp keskin dudaklarınla mektupları, Solarken şiirler çek defterlerinde, Yüreğim infilak edebilir öpüşlerinle. Patlıyorken silahların ucunda mermiler…
Ağlarını çek sudan, akıt denizi ellerine. Böl sana çıkmayan rüyaları Ve dağıt kısa saçlarını öpülmemiş topraklara, Saçların, ki yasak boynundan ötesi onlara, Ağlarını çek sudan, akıt denizi ellerine.
Sakın isteme benden yeni gökleri, Ulaşamazken gökyüzü sana, Ben ancak yalvarabilirim Allah’a, “Tanrım, ne olur yeni gökler yarat O’na” Sakın isteme benden yeni gökleri.
İnmedi yağmurlar, inmedi yine, Sen uzatmadın ellerini göklere. Bulutlar ki hüzünlerindir, Sars bulutları, yağmurlar dağıt geceye. İnmedi yağmurlar, inmedi yine!
Atıl, sen seversin yaman aşkları, Tutup yık ihanet evlerini ve kirli yatakları, Kaldır başını ve haykır! “İstiyorum ben gerçek olanı!” Atıl, sen seversin yaman aşkları!
Raks etsin ışıklar gözlerinin içinde, Durma, çocuksu bakışlar serp içime. Bakışların çiçekler ekerken yüreğime, Sen salıncaklı şiirler düşün yine. Raks etsin ışıklar gözlerinin içinde.
Otur kıyısına renksiz mevsimlerin, Uzatıp ellerini düzelt, Yakası bozulmuş tüm sözcükleri. Yeşersin dudaklarında buruk gülümsemeler, Otur kıyısına renksiz mevsimlerin.
Lambayı yak, gölgeni düşür yüzüme, Silinsin haritalardan başkentler, Sen var edilmiş eşsiz belde, Nehirler akıt göğsüme. Lambayı yak, gölgeni düşür yüzüme.
Koş! Ufalansın topuklarında çakıl taşları, Ulaş! En siyahına asfaltın. Betonlar içinde bir çiçek ol, Ve sonra vur toprağa ulaşamayan tüm çiçekleri. Koş! Ufalansın topuklarında çakıl taşları!
Ansızın haykır çiçeksiz bahçelere, Sesindir yaşatan papatyaları. Belirirken güneş boynunda, Savurup saçlarını, dağıt güneşi göğsüne. Ansızın haykır çiçeksiz bahçelere!
Yak bir sigara ve savur dumanını, Kana bulanmış dudaklarında solsun sigaran. Sana çelikten bir yürek getireceğim! Sakın ha, kapama kapılarını, Yak bir sigara ve savur dumanını…
26
meçhul Buket Toparslan
KENDİ NEW YORK’UNU BULMAK “Biliyorum nasıl yaşadığını senin Türkçe yokken Mahzun ve yaşamaklı -eskimez elbetÜlkeni dirençle yaşamak ülken olmayınca sözlüğünde”
New York’tan güzel ülkeme bakarak kıskandığım iki kültür vardır, parklar ve kütüphaneler. Central Park, Bryant Park, Prospect Park ve daha birçok benzeri parklarda yaz aylarında konserler, açık hava sinemaları, bedava yoga dersleri gibi etkinlikler organize edilirken, kış aylarında bu parklar buz pateni alanına dönüştürülerek her daim insanlara sosyallik sunar.
Dizeleriyle Nâzım’a seslenen Turgut Uyar onun gurbetliğine vurguda bulunsa da, günümüzde bunun yerine “özlem” kelimesini tercih eder olduk. Bu yazı “Gotham, Büyük Elma ve Asla Uyumayan Şehir” diye anılan New York’tan yazılmıştır. Şüphesiz New York bu isimler içinde en fazla Asla Uyumayan Şehir’i hak eder.
Tabii bu parkların içinde, Amerikan peyzaj mimarisine uygun yapılan ilk park olma özelliğine sahip Central Park en özel olanıdır. Böyle büyük ve gürültülü bir şehrin tam ortasında, içerisine adım atar atmaz gürültünün bıçak gibi kesildiği, size sadece huzur, eğlence ve doğanın en güzel halini vadeden bir yer burası. Zaten gördüğünüz manzara öyle huzur verir ki bazen saatlerce, sadece çimlerin üstünde uzanıp kitap okursunuz veya piknik yapabilir, sevdiklerinizle güzel vakit geçirebilirsiniz.
New York’un en turistik yeri olan Times Meydanı her gün on binlerce turisti ağırlamakla birlikte, dünyanın en büyük açık hava reklamlarına da ev sahipliği yapmakta. Bu meydan turistler için gösterişli olsa da bir “New Yorker” için sanırım can sıkıcı olabiliyor.
“Yaşım altmış on dokuzumdan beri bir düş görürüm yağmur çamur yaz kış uykuda uyanık takılmış düşümün peşine yürürüm. Neleri alıp götürmedi benden ayrılık; kilometrelerle umut, tonlarla keder, taradığım saçlar, sıktığım eller. Bir düşümle ayrılmadık. Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı düşümle dolaştım bir Amerikanlar vize vermediler denizlerden dağlardan çöllerden çok adamları sevdim adamlara şaştım. Mapusanelerde ışığıydı hürriyetimin ekmeğimin katığıydı sürgünde her biten akşamdaydı, her başlayan günde : ulu kurtuluş düşü memleketimin.”
Bilinen hızlı ve yoğun dünyasının yanında New York bize kültürel doygunluk ve huzur dolu alanlarda sunar. National History, Museum of Modern Art ve geleneksel müze mimarlığından bütünüyle farklı, sarmal şeklindeki Guggenheim Müzeleri bilinen en popüler müzeler olmakla birlikte, bu müzeler ücret sisteminin dışında bağış sistemiyle de çalışmaktadır. Bu müzeleri 1-5 dolar arası bağış yaparak ve bazı günler de hiç para ödemeden gezebilirsiniz. Bunun yanında “9/11 Memorial Museum” Amerikan Hükümeti’nin, halkın milliyetçi duygularını nasıl ayakta tuttuğuna dair güzel bir örnektir. Müzeyi gezerken kulağınıza sürekli 11 Eylül saldırılarında kullanılan uçağın gökdelene çarptığı anın sesi gelecektir. Ayrıca her yerde şayet ağlarsanız diye kâğıt mendil kutuları konulmuştur ve o anda etrafa saçılmış olan, belki de yoldan geçen birine ait eşyalar duygusal bir şekilde kullanılarak konumlandırılmıştır.
Diyor Nâzım, içli bir serzenişle. Bu dizleri yazdığı 1962’de şayet vize verseydi Amerika Nâzım’a, Central Park’ta da Gülhane’de geçen “Ceviz 27
meçhul
Ağacı” şiiri gibi daha nice şiirler yazacağını hayal etmeden duramıyor insan. Görmesine izin vermedikleri ülkede, durup durup Nâzıma değinmemizin sebebi birazda budur belki de.
tutmak için bundan güzel yöntem olabilir mi? New York`ta henüz metroya binmemişseniz asla New York’ta sayılmazsınız. Metroyu ilk kullandığım gün yanımdan hızlıca geçen insanlar ve –o zaman binlerce olduğunu düşündüğüm -işaret tabelaları arasında kaybolup gideceğimi düşünmüştüm. New York gibi trafiğin meşhur olduğu bir ülkede en akıllı yöntem metro kullanmaktır. Metro durakları ise ayrı bir dünya gibidir. Evet, her ne kadar metroları övmüş olsak da sistemi metroların eski ve evet bazı bölgelerde biraz korkutucu oldukları yadsınamaz bir gerçektir. Bu olumsuzlukların yanında, işten eve giderken gecenin geç saatinde bile harika sese sahip bir sanatçıyı dinleyebilir, gençlerin yaptığı dans şovlarını izleyebilirsiniz. Tabi isteğe bağlı olarak küçük bir bahşiş verirseniz hoş bir tebessümle karşılık bulacaksınız.
Şehrin bahsettiğim ikinci güzel kültürü olan kütüphaneler o kadar yaygın ve aktif ki, sadece oturup kitap okunan değil, sinema kulüplerinin, konuşma kulüplerinin olduğu alanlara dönüştürülmüştür. New York Public Library Manhattan`in ortasında her gün binlerce kişi tarafından ziyaret edilir. Üstelik burada dönemin yazarlarının kullandığı daktiloları, müsveddeleri ve o döneme ait dergi kapaklarını görebilirsiniz. Şehir bize birçok seçenek sunar. Güneşli, büyülü, sakin… Gider Top of Rock’ın tepesinden –ki herkes Empire State’i en yüksek gökdelen olarak bilse de, burası Empire’dan daha yüksek ve daha az kalabalıktır- New York’a doyasıya bakarsınız. Meşhur “5th Avenue”de alışveriş yapar, oradan Hudson Nehri’ni izlemeye gidersiniz. Hemen sonrasında Chinatown ve Little İtaly’i ziyaret edip, oradan Brooklyn Bridge Köprüsü’nü arşınlayarak Brooklyn’e ulaşabilirsiniz.
Kısacası burası “Asla Uyumayan Şehir” ve burada her anını doyasıya yaşadığınız harika anılar biriktirebilirsiniz…
New York New York hiç uyumayan kent Wall Street üstüne kusuluyor bugün Hudson unutmuş bir su olduğunu Yeraltlarına, evlere girip çıkıyor Dünya da Tanrı’yı saklandığı yerden Çıkaracak bir sabah Saçlarıyla oynuyor bir çerçi Suyu üflüyorum ben (İlhan Berk )
New York`ta yapmanız gereken şeyler arasında mutlaka farklı ülkelerin mutfaklarını tatmak da olmalı. Kişisel önerim Thailand yemeklerini mutlaka tatmanız yönündedir. Burada Thailand, Japon ve Türk Mutfağı (Amerikalılar Türk yemeklerine bayılıyor.) popüler mutfaklar arasında olsa da, bir öğrenci için nimet sayılabilecek 1dolar pizza dükkânları da en yaygın seçenekler arasındadır. Bütçenizi dengede
28
meçhul Alihan Varkan
NİCELİK VE NİTELİK Zindanlar, bir grup insanın tutulduğu yerler değildir hep; bazen kalabalığın içinde tutsaktır insan. İnsanın verdiği kararlarda, ‘çoğunluk’ bilindiği üzere ciddi bir etkiye sahiptir. Toplum baskısı, rezil olma, aşağılanma, kişisel yetersizlik, yalnızlık (dışlanma) gibi etkenler sebebiyle çoğu insan, çoğunluğun onayını bir kıstas olarak kabul etmek zorunda kalmıştır. Bazen ise “popüler olanı takip etme”, “çoğunluğun kabul ettiği bir kararı kritik etmeden onaylama” şeklinde kendini gösteren; İngilizlerin “Bandwagon effect (Bandolu vagon etkisi)”, bizim “sürü psikolojisi” dediğimiz bu durumun (belirli zaman ve şartlarda etkisi şiddetlenmiş olsa da) tarih boyunca insan üzerinde mutlak tesire sahip olduğu söylenebilir. Özellikle siyaset alanında çokça atıf yapılan, hatta bu düşünceler üzerine “Suskunluk Sarmalı” teorisinin geliştirildiği “çoğunluk” meselesini, kavramlara daha fazla takılmadan sade bir biçimde aktarmak niyetindeyim. Öncelikle sizlere enteresan bir deneyden bahsetmek, ardından konunun asıl noktasına gelmek istiyorum.
Gelelim sonuçlara. 123 denekten sadece 29 tanesi grubun verdiği karara uymadı. 61 tanesi ara sıra grubun verdiği karara katılırken 33 tanesi gruplarının kararına neredeyse her seferinde katılarak yanlış cevabı söyledi. Bazı denekler yanlış çizgiyi gerçekten doğru eş olarak gördüklerini ileri sürdü. Bazıları da eş olan çizgiyi doğru tespit ettiklerini ancak çoğunluğun seçimini duyduktan sonra kendi seçimlerinin yanlış olduğunu düşünüp kararlarını değiştirdiklerini itiraf etti. Gruba uyanların diğer bir kısmı ise grubun verdiği cevapların yanlış olduğunu bilmelerine rağmen onlara katıldıklarını belirtti.
1951-56 yılları arasında, ABD’li sosyal psikolog Solomon E. Asch tarafından “Çevreye Uyum ve Çoğunluğun Görüşünü Kabul” başlığında bir dizi deneyler yapıldı. Amaç basit; insanın karar verme sürecinde, çevresinin ne derecede bir etkiye sahip olduğunu anlamak. Deneye katılanlara, bir görüş testine girecekleri söyleniyor. Ancak katılımcılardan biri hariç diğer hepsi Asch’ın asistanları ve önceden kararlaştırdıkları rolü oynuyorlar. Olay şu; tüm katılımcılara 2 adet kart gösteriliyor. Kartların birinde 3 çizgi var; kısa, orta ve uzun. Diğer kartta ise tek bir çizgi var (yanda gördüğünüz gibi). Katılımcılara, bu karttaki çizginin diğer karttaki çizgilerden hangisine benzediği soruluyor. Sıra sıra alınan cevaplar esnasında gerçek denek en sona bırakılıyor, herkesin cevabını duyduktan sonra kendisininkini söylenmesi sağlanıyor.
İlginç! Zira beklenen bir sonuç olmasına rağmen şaşırtıcı. “Peki, neden böyleyiz?” diye merak ederseniz; bunun altında yazımın başında bahsettiğim bazı psikolojik etkenler yatıyor. Aslında hepimizin zaman zaman yaşadığı, bildiği şeyler. Dolayısıyla konunun bu kısmını düşünmeyi size bırakıyor ve dinle olan ilgisine geçiyorum. İnsan, dinini neye göre seçer? Gerçek şu ki; seçmez. Doğduğu coğrafya, ailesi, çevresi ve benzeri seçmediği etkenler tarafından bir dine yahut dinsizliğe dâhil edilir insan. Çoğumuzun ilk dönemlerde başına gelen özetle budur. 29
meçhul
Korkma, ey küçük sürü! Çünkü Babanız, egemenliği size vermeyi uygun gördü. (Yeni Ahit; Luka, 12:32)
İlerleyen dönemlerde ise durum farklılaşır. Konuyu biraz daha özelleştirip herhangi bir dine bağlı olanlar açısından irdeleyecek olursak; mensup olduğu dindeki herhangi bir tartışmayla (birkaç karşıt görüş ile) karşılaşan bir kimse, çoğunlukla önce çevresine, ardından güvendiği din adamlarına ve kalabalığa uyar. Aslında sıradan bir insanın bu tavrı anlaşılabilirdir çünkü büyüyene kadar şahit olduğu olaylar, muhatap olduğu kişiler, belirli-belirsiz naslar, çeşitli menfaatler vb. faktörler sebebiyle ilk aşamada kritik düşünmek zor ve pek tercih edilmeyen bir tutumdur. Ancak tüm bu faktörleri bir kenara bırakıp nesnel bir şekilde konuya yaklaşıldığında akla ilk gelecek soru şu olacaktır: “Böylesine mühim bir kararda hiçbir eleştirel süzgeç kullanmadan kalabalığa uymak ne kadar doğru bir tavırdır?” Nihayetinde din, onu kabul eden kişi için birçok kritik soruya cevap veren bir olgudur. “Nereden geldim, hayatımın amacı ne, nasıl yaşamalıyım, ölüm nasıl bir şey, sonrasında ne var?” ve belki de en önemlisi: “Niye? Bu sahne, bu görkem, bu mutluluk yahut bu acı… Neden?”
Kalabalık halk toplulukları İsa`yla birlikte yol alıyordu. İsa dönüp onlara şöyle dedi: “Biri bana gelip de babasını, annesini, karısını, çocuklarını, kardeşlerini, hatta kendi canını bile gözden çıkarmazsa, öğrencim olamaz.” (Yeni Ahit; Luka, 14:25-26) Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve sadece tahminde bulunup saçmalıyorlar. (Kuran; 6:116) Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o şeyden sorumludur. (Kuran; 17:36) Sonuç Kısacası kalabalığın fikrini, sadece sayıca fazla oldukları için onaylamak çoğu kimse için bir kaçış olabilmesine rağmen özünde insanı rahatsız edecek bir davranıştır. Hepimiz başkalarıyla konuşmak, fikir alışverişi yapmak, bilgi ve görgüsünün yüksek olduğuna inandığımız kimselerden tavsiyeler almak isteriz. Ancak tüm bunları yaparken kendimizi görmezden gelmez, “en son kararı” biz veririz. Eğer son kararı sizin yerinize başkaları veriyorsa durup bir düşünmelisiniz. Çünkü sadece din konusunda değil; hayatımızdaki her kararda eleştirel düşünceyi ön planda tutmak, “gerçeğe” ulaşmak konusunda bizim en büyük yardımcımız olacaktır. Kalabalıklara, alkışlara, apoletlere takılmadan; tabuları tapulamadan soran ve sorgulayan cesur insanlara selam olsun.
Üç Büyük Din ve “Çoğunluk” Mensupları dünya nüfusunun neredeyse %50’sini oluşturan üç büyük din (Hristiyanlık 2-2.2 milyar, İslamiyet 1.5-1.6 milyar, Yahudilik 14-18 milyon takipçiye sahip), “nicelik-nitelik” hakkında neler söylüyor? Tevrat, İncil ve Kuran’dan bu hususla ilgili birkaç ayet paylaşmak istiyorum: RAB`bin sizi sevmesinin ve seçmesinin nedeni öbür halklardan daha kalabalık olduğunuzdan değil. Siz sayıca öbür halklardan azdınız. (Eski Ahit; Yasa’nın Tekrarı, 7:7) Kötülük yapan kalabalığı izlemeyeceksiniz. Bir davada çoğunluktan yana konuşarak adaleti saptırmayacaksınız. (Eski Ahit; Mısır’dan Çıkış 23:2)
30
Vasİyet Yoldaşlar, nasip olmazsa görmek o günü, ölürsem kurtuluştan önce yani, alıp götürün Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni. Hasan beyin vurdurduğu ırgat Osman yatsın bir yanımda ve çavdarın dibinde toprağa çocuklayıp kırkı çıkmadan ölen şehit Ayşe öbür yanımda. Traktörlerle türküler geçsin altbaşından mezarlığın, seher aydınlığında taze insan, yanık benzin kokusu, tarlalar orta malı, kanallarda su, ne kuraklık, ne candarma korkusu. Biz bu türküleri elbette işitecek değiliz, toprağın altında yatar upuzun, çürür kara dallar gibi ölüler, toprağın altında sağır, kör, dilsiz. Ama bu türküleri söylemişim ben daha onlar düzülmeden, duymuşum yanık benzin kokusunu traktörlerin resmi bile çizilmeden. Benim sessiz komşulara gelince, şehit Ayşe’yle ırgat Osman çektiler büyük hasreti sağlıklarında belki de farkında bile olmadan. Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, - öyle gibi de görünüyor Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa taş maş da istemez hani... Nâzım Hikmet Ran 1953, 27 Nisan / Barviha Sanatoryumu mechuldergi@gmail.com www.facebook.com/mechuldergi www.twitter.com/mechulfanzin