Sayı 8 Mart 2015 Fiyat: 2 TL
meçhul Aylık Fikir - Sanat Fanzini
• Cemalettin Seber’den Cemal Süreya’ya • Bir Acayip Şair: Cemal Süreya • Ipekböcegi Sesli Sevgilim
meçhul 3
Fantastik Öykü
Cemalettin Seber’den Cemal Süreya’ya
Özgürlük Kanadı - II Zeynep Ulusoy
6
Bir Acayip Şair: Cemal Süreya Mehmet Emin Katırcı
8
İpekböceği Sesli Sevgilim Aysu Ceren Özaydın
10
Şiir
Ne Denir Aklım? Murat Kılıçaslan
11
Öykü Fakat Nevin, Neden Yanakların Okyanus?
Salih Aras
12
Karacaoğlan Aşk Dörtlükleri Seçkisi
“Evet İsyan!” Gizem Bulut
içindekiler
Esin Esma Paksoy
14
16
18
Şiir
Hepsi O. Kadar
Seydi Demirtaş
Şiir
18
Uzattığım Saçlarımı Bir Düşman Kesti, Ağladım!
İbrahim Ababey
19
Sinema Busem Soydeğer
20
Gezi Yeraltından Gelen Siyah Bir Likit Bir Ülkenin Kaderini Nasıl Değiştirir?
Buket Toparslan
Felsefe/Teoloji
22
23 Ekim 4004
Alihan Varkan
Tiyatro Tasarım: Alihan Varkan
meçhul Esin Esma Paksoy
CEMALETTİN SEBER’DEN CEMAL SÜREYA’YA okunduğundan da haberli. Dedikodu: o kızla cumartesi günleri Derebağ’da buluşuyormuş. Öğretmenler de aynı sanıda. Aradan bir yıl geçmiş. Orta üç ve yine aynı sınıf. Bu konu hakkında hala yüz yüze konuşmuş değiller fakat mektuplaşıyorlar. Bu mektuplardan biri “okul ahlak birimi” tarafından yakalanınca yer yerinden oynuyor. Baba Hüseyin Sefer okulda... “Benim oğlum okuyor ya, kıza âşık olmuş ne var bunda?” Okul yönetimi tabii ki aynı fikri paylaşmıyor bu âşık oğlun babasıyla. Karar verildi: Ahlak notu düşürülmeli! Biten ortaokul ve yepyeni bir heyecan: İstanbul… 1947- 1948 yıllarında Haydarpaşa lisesine başlar. Edebiyat-G şubesinde. Parasız yatılı. Parasız yatılı okuyan her gençten biraz daha farklı… İlk gece ağlayan çocukların aksine mutlu ve inançlı. Tatil zamanlarını da okulda geçirenlerden. Hayata genel bakışı aynı. Sessiz, sakin ve çok yakınlarına açılan biri. Sadece bir kavgaya karışmış onun da sebebi okuduğu okulun yanında lekelenmesi. Edebiyata ilgisi bu yıllarda baş gösterdi. Eski edebiyatı araştırma devri… Ahmet Muhip Dıranas’ın kar şiirine hayrandı. Onu en az “Bin kez” okudu, ezberlesinler diye başkalarının defterine de yazdı. Cem Süreyya adını bu okulda kullandı. Mehmet Behçet Yaşar’ın tahrir dersinde… Bir ödevinin altına “Cem Süreyya” yazdı. Hocasının “Bir daha adınla yaz!” uyarısıyla “Cem” adından sonsuza dek vazgeçti. Lisesi ilk aşkını kalbine gömme sebebi değildi onun için. Seniha da ortaokuldan sonra İstanbul’da, Kandilli Kız Lisesi. Görüşmeler pek seyrek. Mektuplaşmalara devam hatta eskisinden daha hararetli. Cemal eski alışkanlıklarından tamamen kurtulmuş değil. Bilecik’te olduğu gibi burada da Seniha’yı takipte… Tatil günleri Seniha’yı alan akrabaları önde Cemal ise peşlerinde. Onlar otobüse biniyorsa bir sonraki yolcu muhakkak Cemal, vapura biniyorlarsa Cemal daha bir ümitli. Çünkü Seniha ile yan yana düşmesi daha kolay oluyor vapurda.
Cemalettin Seber. 1931 yılında Erzincan’da geldi dünyaya. Erzincan iz bırakan bir şehir olmak yerine, sadece kafa kâğıdında küçük bir alana sahip olabildi. En güzel anılar Bilecik’teydi. Bir nedeni vardı elbet doğduğu şehirden kopuşun. Büyük adamlar yine küçük işlerle uğraşmış, zorunlu bir göçe tabi tutmuştu Seber ailesini. Erzincan’dan Bilecik’e taşındılar. Bu şehirden ayrılmaları da yasaktı üstelik. Bilecik ilk aşkın şehri, Bilecik ilk izdivaca gebeydi. Orta ikinci sınıfta Cemal... Söğüt’ten Bilecik’e gelen Seniha sınıftaki sadece 8 kızdan biri. Pek kalabalık bir sınıfta değil üstelik: 20-25 kişi. Kara tahtanın önünde dikilmiş, kaşlarını çatmış biri gür sesiyle kendine getirmeye çalışıyor Cemal’i. “27, önüne dön!” 27 duyar mı, umursar mı hiç nerdeyse her ders tekrar edilen “Önüne dön!” seslerini. Eli çenesinin altında hülyalara dalmış izliyor kızıl saçlı dilberi. Seniha utangaç, biliyor izlendiğini utansa da memnun halinden. Herkesin hayranı olan Cemo, kendisine yanık, nasıl memnun olmasın ki? Cemo demiyorlar sadece: Şair, Âşık, Tunç… Her takılan ad tamamlıyor diğerini. Âşık Cemo sadece derslerde takip etmiyor sevdiğini. Teneffüste, bahçede, sokak da bir gölge gibi peşinde… Henüz aralarında tek bir cümle geçmiş değil. Ama çoktan şiirler yazılmaya başlanmış. O zamanlar içinde yaldızlı noktalar olan kırmızı mürekkep vardı. Özel, süslü olsun diye bunla yazıyordum.“Kızıl Mısralar” diye bir şiir yazdım tahtaya. Şöyle başlıyordu: Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu / Masmavi defterime kızıl satırlar doldu. Kızıl satırlar okuldakiler tarafından da duyulunca Abdullah Macit’ten uyarı aldı Cemo: “Yahu ne yapıyorsun sana komünist derler!” En büyük korku, en büyük günah! Derhal değişir mürekkebin rengi, şiirin rengi: Seni sevdiğim anda her şeyim yeşil oldu / Masmavi defterime yeşil satırlar doldu. Her gün bir şeyler yazıyor ve sıranın gözüne atıyor. Her gün bütün sınıfın bir araya gelerek “gizlice” 3
meçhul
“Seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde / Vapurdaydık vapur kıyıdan gidiyordu / Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu / Uzanmış seni öpmüştüm / Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu” Âşık Cemal’in kalbi yalnız Seniha için atmıyordu. Geride kardeşleri vardı, babası bir de şu nemrut üvey annesi. Ah nasıl özlerdi kardeşlerini. Ama Esma kararı ile yasaklanmıştı görüşmeleri. Esma: babasının ikinci eşi. Bu kadını anlatmaya sayfalar yetmezdi ama tek bir anı özetleyebilir belki. Cemal’in içine kardeş ateşi düşmüş ama nasıl yanmakta nasıl özlemiş, Perihan ile Ayten’i. Cemal onlardan uzakta, onlar kim bilir nasıl yaşıyor şimdi. Şubat tatili… Canına tak eder. Ne pahasına olursa olsun gidip görmeli kardeşlerini. Cebinde sadece 1 lirası bir de kardeşlerine kavuşma hayali. Alır tek gidiş biletini nasıl döneceğini bilemeden, düşünmeden, düşünmek istemeden… Sabah erken çalar kapıyı, O an, üç kardeşte üç aynı çınlama. Kapı tak tak etti. Abimi gördük bir çığlık attım. Kadın evde yok. Ablam baktı, “Kapıyı açamayız sana,” dedi. İkimizde nasıl ağlıyoruz. Abim, “Açın!” dedi. Ablam, “Açamayız, döver bizi,” dedi, “akşama gel, babam evde olur.” …kardeşlerim pencerenin parmaklarına tutunmuş içeride ağlıyorlardı, ben dışarıda. Ve beni içeri alamıyorlardı. Çünkü onlara eve kimseyi sokmayacaksınız, ağabeyinizi bile denmişti. Öyle bir baskı vardı üzerlerinde. Hayır, eve giremezdim geri döndüm. Dönüş, gelişten daha çileli. Dönecek parası yok, kar-kış kurtlar bile yola inmiş. Babasının bir tanıdığı var bir köyde bu soğukta tek çare kilometrelerce yürümekte. Bu soğuğa, yola hatta kurtlara katlanılır da kardeşlerinin hali gözlerinde… Kardeş sevgisi ve özlemi kalbinin bir köşesinde yaşamaya devam ederken bir başka yerinde Seniha çiçekleri açmıştır. Açmıştır denemez aslında düzenli olarak sulanmaya devam edilirken güneş gören kısımda olmasına da dikkat edilmektedir. 1950 yılında Ankara Üniversitesi, Maliye ve İktisat bölümüne başladığında Seniha için
Söğütlüye dönme vakti. Üniversite yıllarında Muzaffer Erdost, Sezai Karakoç, Nihat Kemal Eren ve Hasan Basri ile çok yakın arkadaş olur. Tabuları yıkmak ve alışılmışın dışına çıkma özelliğini sadece edebiyatta kullanmaz Cemal. “Mülkiye öyle bir yerdir ki, üçüncü sınıfın şubat tatilinde herkes nişanlanır. Ben bir adım daha atarak evlendim.” 1952 yılında Seniha’nın eline iki mektup verilir: ilki Seniha için, diğeri Seniha’nın annesine, niyetini açıklamak için. Seniha babasını on dört yaşında kaybetmiş, iki ağabey evli. Evde bir abla var henüz talibi çıkmamış. Ablaya fark ettirilmeden konuşuluyor Cemal mevzusu anne kız arasında. Abla duyarsa gücenir… Bir müddet sonra Cemal geliyor Söğütlü’ye, aile arasında nişan tarihine karar veriliyor. 17 Aralıkta Eskişehir’de buluşulup nişanlanılıyor. Cemal’in ailesi olaydan henüz habersiz… Nişandan 1-2 ay sonra aile evine onay almak için gidiyor Cemal. Bu defa kapıyı açan Refika Hanım: babası Esma ile boşandı. Destek almak için ilk Refika hanıma açılacak hatta iki kadın birbirinden o denli farklı. Babası duyduğunda onay vermez bu olaya. Çoktan nişanlandıklarını duyunca ayrı bir sitem başlar. Cemal ilk defa karşı çıkar babasına kızgın halde sofrayı terk eder. 1953’de evlenirler gelin çantası Hasan Basri hediyesi. Seber ailesinin yine haberi yok. Nikâhtan sonra Cemal Ankara’ya Seniha ise Söğütlü’ye... 1954’de mezun olduktan sonra gerçek bir evliliğe dönüşür bu ilişki. Artık aynı evde yaşayacaklardır. Geçim derdi, Cemal’in kıskanç ve dengesiz ruh hali, Seniha’nın her kavgadan sonra kitapları yakması ve yırtması bu evliliğin noktalanmasıyla sonuçlanır ve “ gibisi olmayan yar” a veda edilir. Lakin ayrılmadan önce Cemal’in kalbine Üvercinka konacaktır. Yeni doğan kızını ve eşini hastanede öptükten sonra hızla adımlanan merdivenlerin sonunda eşsiz biri: Üvercinka… İşte bu kadar karmaşık bir ilişkisi var Üvercinka ile aralarında. İş yerinden sarışın bir kız. Gerçek adını Cemal’in en yakınları bile bilmez. Hatta kimilerine göre 4
meçhul
ayakta öptüm / Dudağından öptüm seni / Kapı aralığında öptüm / Soluğundan öptüm seni / …” Henüz küçük bir çocukken herkes uyuduğunda sabah olduğunu zannederdim. Şu dünyanın dönme mevzundan oldukça uzaktım. Bir gün anneme söyledim, onay bekleyen gözlerle baktım “…Dimi?” dedim. Öyle olmadığını anlattı annem, inanmak istemedim. Bulduğum bir şey vardı ama ben onu bulmamışım, işin daha da kötüsü benden çok önce bulunmuştu ve benimkisiyle yakından uzaktan ilgisi yoktu. Aşk da böyle bir şey sanırım. Yeni bir keşif yaptığını zannediyorsun, kimsenin bilmediği bir şeyi sen buldun! Evleniyorsun ve aslında bunun bir keşif olmadığını anlıyorsun. Gerçekleri görüyorsun bir bir. Sen kendi buluşun için ne derece ısrar edersen, gerçekler o derece sert vuruyor yüzüne. Eninde sonunda kabulleniyorsun. Kabullendiğin anda bir karara varman gerekiyor: devam mı etmeli, başka biriyle yeniden mi denemeli? Cemal Süreya bu noktaya geldiğinde hep ayrılığı seçmiş, kabullenmiş. Yalan yanlış, saygı kalmamış, umutsuz bir aşk yerine başka keşiflere yelken açmış. Bulmuş, yeniden yitirmiş, bulmuş kavuşamamış, bulmuş bırakamamış. Aynı gün bir keşfimi daha anneme sormaktan çekindim. Ya bu da yanlışsa? Ne yani Ay beni takip etmiyor mu gerçekten? İşte bu imkânsız! Nereye gitsem peşimde biliyorum, görüyorum işte! Ama korkuyorum sormaya. Henüz duymaya hazır değilim zira. Beni takip etmiyormuş. Sonradan öğrendim. Ama beni yaralamamıştı şu Güneş olayı kadar. “Öyle olmama ihtimali”ne hazırlanmıştım çünkü. Bu ihtimale hatırladığımız anda evlilik, aşk bizi bu kadar yıpratmayacak eminim. Hızlıca sonlanmayacak. Aşk bir keşif meselesi ise bu keşfin daha önce de yapılmış olma ihtimalini unutmamak gerekir. Önemli olan soru: “Bu kalp daha önce keşfedilmiş mi?” olmamalı. Asıl önemli soru: “Ben bu keşfe hazır mıyım?” Hazır olduğunuz anda ve zamanda keşfetmeniz ve doğru keşif olması dileğiyle…
soyadındaki y harfine vedası Üvercinka içindir. Bir mektupla sonlandırır Üvercinka ilişkilerini. Fakat evlenip Anadolu’ya taşındıktan yıllar sonra bile görüşecektir Cemal’le… Sıradaki sevda!!! Sıradaki sevda Zuhal yani Bayan Nihayet. Ve yine ayrılık… Ardından Bayan En Nihayet, yani koyu hayranlarından Güngör Demiray ve bir türlü aradığı aşkı bulamayan bir kalp. Bitmeyen bu aşk arayışı son hızla devam edecektir, Cemal yılmayacaktır. Dört çocuklu bir anne: Birsen Hanım… Çekilmez, kıskanç, huysuz ve dengesiz bir aşk hayatına alışan Cemal’i şaşırtan bir dinginlik. Evlilik hayatında her şey iyi fakat ortalarda bir şeyler eksik. Huzuru kaçıran olaylar evlilik yahut aşk değil artık: yaptığı meslek… Yapamadığı demek daha doğru sanırım. O dönemde emekli çünkü Cemal fakat aldığı para yetmemekte. Yeniden çalışmaya başlamalı: bir banka… Bankada çalışmaya başladıktan bir süre sonra banka iflas eder ve Cemal Süreya yargılanmaya başlar. Suçsuz olduğu anlaşılır yapılan denetlemeler sonucunda. Her fotoğrafında elinde sigarayla görmeye alışık olduğumuz Cemal bu dönemde sigarayı bırakır. Alkolden kopması ise söz konusu değildir. Toprakla karışana kadar alkolden vazgeçemez. Hayatının son dönemlerinde eşi ile problemli bir evlilik yürütmese de hayatının sonuna kadar oğlu Memo ile ilişkileri kötü devam eder. Kendi akımını kendi yaratan şairin aşklarından ve evliliklerinden bahsederken Tomris’i anmamak olmaz hiç şüphesiz. Dönemin en ses getiren aşkı. İkisi de eşlerinden yaşadıkları büyük aşk için ayrıldı. “Daha nen olayım isterdin, onursuzunum senin!” dedirten bir kadındı Tomris. Elde edilemeyen, vazgeçilemeyen, 4 büyük şairin aşkı Tomris… Tomris ile ayrılığının ardından tek satır yazmamaya yemin etmişti şair, yazmadı da. Lakin Tomris hayatındayken ona yazılmış bu şiir hala en beğenilen şiirleri arasında yer almakta: “Ay ışığında oturduk / Bileğinden öptüm seni / Sonra 5
meçhul Mehmet Emin Katırcı
BİR ACAYİP ŞAİR: CEMAL SÜREYA - Şairlik duygusunun en temel aktörü annesi Gülbeyaz Seber olan şair, şiire ilk adım atışını annesinin anlattığı Kerem ile Aslı hikayesine bağlar. - Gülbeyaz, beyaz tenli kadın, Cemalettin’in “kar tanesi”. Cemalettin henüz çok küçükken kaybeder annesini ve çocuk kalbi artık sessiz kalmıştır: “Küçük kalbimdeki kuş ölmüştü.” - Cemalettin en çok amcasını severdi, babasından bile çok. Amcası öldüğünde cüzdanından iki kişinin fotoğrafı çıkmıştı, biri Cemalettin’e aitti. Cemalettin bu sevgiyi karşılıksız bırakmadı oğluna amcasının adı olan “Memo” ismini verdi. - İlkokulda bir dergi çıkarmaya karar verdi. Ancak baskı makinelerinin azlığı, var olanların kalitesizliği buna mani oluyordu. Ama yine de yılmadı Cemalettin, sıkı dostu Altan Günalp ile birlikte elle yazılarını yazdığı, resimlerini çizdiği okul dergisini çıkardı. Derginin en sıkı takipçileri ona hayran olan okuldaki kız arkadaşlarıydı. - Çok iyi şairdi, kompozisyonu bundan aşağı kalır değildi ama yine de sayılarla sorunları oldu. Saatin kaç olduğunu anlamayı 5. Sınıfta öğrendi. Sonrasında eşi ona sigorta tamir etmeyi de öğretti. - En kötü dersi resim olan Cemalettin, birkaç kişi hariç tüm sınıfın kompozisyon ödevini yapardı. - Edebi kişiliğinin yanında bir de sporcu yanı vardı Cemalettin’in. Futbola bayılırdı. En sevdiği futbolcu Lefter’di. Fenerbahçe taraftarı olan Cemalettin, Metin Oktay’a da büyük saygı duyardı. - Ortaokulda 100 metre koşusuna katıldı. Yarışmada birinci gelen Cemalettin’e kalem hediye edildi. Böylelikle ilk dolma kalemine sahip olmuştu. - Küçük kalbimdeki kuş ölen Cemalettin, Esma adlı bir üvey anneye mahkûm olmuştu. Kız kardeşlerine ve ona sürekli dayak atan Esma bir keresinde onu zehirlemeye kalkıştı. - Tarifsiz bir okurdu, ilkokul 3’te Suç ve Ceza’yı defalarca okudu. Karamazov Kardeşler’i ise tam
5 kez okumuştu. - Şair henüz çocukken bir şey keşfetmişti, tüm büyük yazarlar üç ada sahipti. O da karar verdi ve ilk adını Cemal olarak kısaltacak, yanına da Süreyya’yı ekleyecekti. Daha sonra “y”lerden biri bir iddia sonucu kaybedilse de o Cemal Süreya Seber olacaktı. Bu iddia bir telefon numarasının unutulup unutulmaması üzerineydi. - Mülkiye kantininde yazmaya başladığı eserleri onda ilginç bir alışkanlık doğuracaktı. Artık yazı yazarken hep gürültü arayacaktı. Sırf bu yüzden evde yazı yazarken televizyon ve radyonun sesini açmaya başladı. - Kürt’tü, Dersim olayları sırasında ufacık bir çocuktu. Orada tarifsiz acılara şahit oldu. - Mektup yazmaya bayılırdı, hatta o kadar ki kadınların ağzından kendi kendine mektup yazar ve postalardı. - Çok kadın sevdi, bu kadınları da herkesin sevmesini isterdi. Dostları sevdiği kadını beğenmeliydi. Bu yüzden sevdiği kadını beğenmeyen arkadaşlarına küserdi. - Kızı Ayçe ile sağlıklı bir ilişkisi yoktu. O kadar ki kızının nikâhına katılamadı, çünkü ona haber verilmemişti. - Paris’teyken hiç görmediği Kars hakkında “Kars” adlı şiirini yazdı ve Kars’ı anlattı. - Paris’te en büyük bir evhama kapılmıştır. Turgut Uyar ve Edip Cansever’in onu Türkiye’de unutturmaya çalıştığı düşünmektedir. - Oğlu Memo fütursuzdu, çeşitli tehlikeli işleri için babasının kitaplarını sahaflara satıyordu. - Tomris büyük bir aşktı onun için. Bu aşkın öfkesi de büyüktü, bir tartışma sonrası çok sinirlendi ve birbirlerine yolladıkları tüm mektupları yırttı. Ve bu mektuplardaki aşk günümüze ulaşamadı. Tomris’le ilişkisini bitirdikten sonra onunla gittiği hiçbir mekâna adımını atmadı. - Papirüs dergisini çıkarmaya karar verdi, paraya sıkışmıştı. Bir gün yazıhanesine gelen Edip Cansever Tomris’in getirdiği bir halıyı gördü. Antikacılıkla uğraşan Edip aslında bir 6
meçhul
değeri olmayan o halıyı antikaymışçasına satın aldı. Böylelikle Papirüs’e en zarif şekilde katkı sağlıyordu. - Süreyya Kapınak soyadını değiştirmeye karar vermişti, yemekli bir mecliste bu fikrini yazar ve şair arkadaşlarına açtı. Ancak çeşitli önerilerde bulunan arkadaşlarının önerilerini beğenmemişti. Aynı mecliste bulunan Cemal Süreya öne çıktı ve soyadını “Berfe” yapmasını söyledi. Bu kelimenin anlamına soran Süreyya, Cemal’den kelimenin Kürtçede “kar” anlamına geldiğini öğrendi. Cemal bu kelimeyi Ahmed Arif ’ten duymuştu. Bir konuşmaları sırasında Ahmed Arif ’e “Bir kızın olursa adını ne koyardın?” sorusunu sormuş ve “Berfe” karşılığını almıştı. Bu kelimeyi ve anlamını çok beğenen Süreyya Kapınak, soyadını değiştirdi. O artık Süreyya Berfe’ydi. - Büyük bir futbol tutkunu olan Cemal sanatçı dostlarıyla sık sık futbol oynardı. Takımlar belliydi “Edebiyatçılar Takımı” ve “Tiyatrocular Takımı”. Bu maçların gol kralı da hiç değişmezdi. Orhan Kemal neredeyse her maç en fazla golü atan kişi olurdu. - Kız çocuklarına hayran olan Cemal Süreya iki kız çocuğunun olmasını isterdi. Birine “Kelime” ötekine “Elif ” adını verecekti. Olmadı… - Cemal Süreya’nın mutlak doğum tarihi belirsizdi. Bu yüzden kendine her seferinde farklı bir doğum günü belirlerdi. Bu doğum günlerinden biri de 10 Ağustos’tu, yani sonradan eşi olacak Güngör Demiray’la tanıştıkları tarih. - Cemal Süreya çok yoğun çalıştığı, sık sık teftiş yaptığı bir dönemde hiç berbere gidememiş ve saçı-sakalı çok fazla uzamıştır. İş yoğunluğu azalıp berbere giden Cemal Süreya’ya berberi “Abi seferden mi geliyorsun?” der. Bu sözlere çok sinirlenen Cemal Süreya, hışımla berber koltuğundan kalkar ve bir daha hiç berbere gitmez. Saçlarını bundan sonra sadece evlendiği kadınlar kesecektir. - Hayatının ilk yılları sürgünün acılarıyla geçen
Cemal Süreya sonraki hayatında da sürgün gibidir. Sürekli ev değiştirmek zorunda kalan Cemal, tam 29 farklı eve taşınmıştır. Bu evlerin sonuncusu Kadıköy’de “Cemal Süreya Sokağı”nda bulunmaktadır. - Şiirde pek mahir olan Cemal kahvehane oyunlarına aynı derecede uzaktır. Şair arkadaşları onunla hiç poker oynayamamıştır. - Şair içkiden ziyade tam bir sigara tutkunudur. Bir gün onu çorba içerken görenler büyük bir şaşkınlık yaşar. Çünkü Cemal bir kaşık çorba içtikten sonra sigarasından bir nefes çeker. Bir kaşık çorba bir nefes sigara, bir kaşık çorba bir nefes sigara… - Kadınlara çekinmeden evlenme teklif edebilecek kadar özgüven sahibi olan Cemal’in, alışveriş sırasında bu özgüveni kaybolmaktadır. Beğendiği bir şeyin fiyatını sormaktan çekinir, çünkü fiyatını sorduğu andan itibaren o şeyi alma mecburiyeti hisseder. Bir diğer ilginç özelliği ise bir meyveyi veya sebzeyi yarım kilo alamamasıdır, çünkü bir şeyden yarım kilo alırsa satıcının kızacağını düşünür. - Zuhal’le ayrılmışlardır, Cemal başka evlilikleraşklar yaşamıştır. Bir gün Zuhal’le görüşen Cemal, Zuhal’in biriyle evlenmek istediğini öğrenir. Zuhal kızıp kızmadığını sorar, ama alacağı yanıt bambaşkadır. Çünkü Cemal, Zuhal’in nikâh şahidi olmayı istemektedir. Zuhal şaşkınlıkla bu teklifi kabul eder, ancak bu asla gerçekleşemeyecektir. Çünkü Zuhal’in evlenmek istediği kişi kısa süre sonra hayatını kaybeder. Türk şiirine damgasını vuran şairin hayatı da şiiri gibi “sürreal”di. Sevdi, aşık oldu, hasret çekti, acılara katlanmaya çalıştı, çoğu kez ağladı, kıskandı ve eşsiz şiiri bunlarla doğdu. Hepsi ama hepsi bambaşkaydı… Kaynak: Şairin Hayatı Şiire Dahil (Cemal Süreya) – Feyza Perinçek / Nursel Duruel 7
meçhul Aysu Ceren Özaydın
İPEKBÖCEĞİ SESLİ SEVGİLİM Sizlere biraz Cemal Süreya, bolca Cemal Süreya’nın ipekböceği sesli sevgilisinden bahsetmek istiyorum. Cemal Süreya; Pülümür’lü Cemalettin Seber. Çocuk yaşta Dersim sürgünü. Mona Roza’ya “Muazzez Akkayam”ı saklayan Sezai Karakoç’un arkadaşı. Kürtlüğünü dillendirmediği Ankara’da devlet memuru. Bayan en nihayet ile sonlandıracağı beş evliliğin baş faili. Şiirlerinde arzu ve şehveti bütün çıplaklığıyla satırlarına iliştiren şair, yaşadığı kökü dışarıda aşklar ile besledi hüznün kuşlarını. Güvercin kanatları sakladı Üvercinka’ya, bir çeşmeye koşar gibi koştu akkavak kızına! İlk karısı ilkokul aşkı Seniha oldu; Öyle büyük bir aşkla bağlandı ki karısına “Gibisi olmayan yar” diyecek kadar benzersiz bulurdu Seniha’yı. Ve hayat bu; günlerden bir gün uğruna Üvercinka’yı yazdığı meçhul yasak aşk yüzünden kızı doğmak üzereyken ayrılık kararı aldı eşinden. Bu kararın alındığı bir ağustos günü “Acıların adını Ağustos koymalılar” dizesi döküldü şairin kaleminden. Aradan yıllar geçer. Tek bir cümle ile başlar ekmek gibi kutsadığı kadın: Zuhal Tekkanat ile olan hikayesi; “Madam ya da Matmazel çok güzelsiniz, benimle evlenir misiniz?” İlk adımı, bu cümleyle bir edebiyatçılar derneği açılışında atılan aşk, bugün her seferinde 13 Günün Mektupları’nı okurken yüreğimizde duyduğumuz ılık rüzgarın kaynağıdır. Sonu belirsiz filmler gibi biter ikinci evlilik. Tadı damakta kalır ki devam filmi çok geçmeden gelecektir. Üçüncü evliliğin kahramanı Güngör Demiray olur. Hayranı olduğu Cemal Süreya ile hayatlarını birleştirdikten bir süre sonra kıskançlıklara daha fazla dayanamaz “Bayan Nihayet’’ . “Seninle de yapamadıktan sonra…”. Ve “Bayan En Nihayet’’. Cemal Süreya’nın 1977’den ölümüne kadar evli kaldığı Birsen Sağnak. Süreya’nın tutarsızlıklarını, iniş-çıkışlarını
dizginleyen, adeta anne şefkatiyle yaklaşan kadın. Dört çocuk annesi dul Birsen Sağnak. Hayatında iz bırakan kadınlardan yalnızca bir kaçı bahsettiklerim, en derin izleri bırakanlar… Cemal Süreya’nın en uzun süre evli kaldığı, son gecesini aynı evde geçirdiği eşi ve oğlu Memo Emrah Seber’in annesi olan Zûhal Tekkanat ise en yakından tanıdıklarımızdan. O meşhur 13 günün mektuplarının sahibi, “Yumuşak başlı, uysal bir kedi”, “akkavak kızı’’, “incelikler güldestesi’’. Kendisi de şair olan, Sigorta Kurumu’ndaki memuriyeti süresince Elif Sorgun mahlasıyla şiirler yazan Tekkanat, Cemal Süreya ile iki kez birleştirdi hayatını. “Her şeyimi sana borçluyum. Sana rasladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım.” Uçarı bir adamdır Cemal Süreya, hayatına giren kadınlar çoğu zaman sonunu göremediği yollardan ibarettir onun için. Çoğu zaman yol ayrımlarında rüzgar hangi yönden eserse oraya çevirir adımlarını. Paris’e giderken nişanlandığı kadın, döndüğünde yalnızca bir dosttan ibaret olabilir Cemal Süreya için. Zaman geçer ve çocukluğundan beri özlem duyduğu anne şefkati, onu düğmesini dikecek bir eş arama yoluna sokar bu kez. Bu yolun sonunda ipek böceği sesli kadın vardır, bir çeşmeye koşar gibi koşar ona! Zuhal Tekkanat, Yelken dergisinde düzeltmenlik yapmaktadır. Cemal Süreya’nın dergiye çeşitli bahaneler ile sık sık gitmesi aralarında bir arkadaşlığa ardından da bir evliliğe yol açar. 1967 Ağustos’unda Kadıköy İskelesi’ndeki eski Nikah Dairesi’nde iki tanık huzurunda evlenirler. Oğlu Memo Emrah, Kasım 1969’da dünyaya gelir. Oğluyla birlikte gelen yeni sorumluluklar Süreya’yı memuriyete dönmek zorunda bırakır. Ankara’ya Maliye Tetkik Kuruluna atanır. Eşini ve oğlunu İstanbul’da bırakarak görevine başlar. 8
meçhul
Ailenin birbirinden uzak geçirdiği dönemde Zuhal Seber’in zaten bozuk olan sağlığı kötüye gider ve temmuz ayında kalp ameliyatı geçirmek üzere SSK Okmeydanı Hastanesi’ne yatar. İzinli olarak İstanbul’a gelen Cemal Süreya akşamları oğlu Memo ile ilgilenir, gündüzleri karısını ziyarete gider. Zuhal Seber’in hastanede kaldığı 13 gün boyunca sürekli mektuplar yazar Cemal Süreya karısına. Günler boyunca evde, vapurda, kahvehanede, parklarda yazdığı bu mektuplarda karısına güç vermek, onu hayata bağlamak için çırpınır durur. Bu çırpınışlar, ona olan sevgisine inandırmak, kendisi ile ilgili kuşkularını giderebilmek, güvenini pekiştirebilmek içindir. “Zuhal’im, hayat! Hayatımsın. Bunu bilmeni isterim. En önce bunu bilmeni. Bir de şeyi bilmeni isterim: benden yanlış yere, yok yere kuşkulanıyorsun. Sana hiçbir zaman hayınlık etmedim ben. Edemem. Kaç yıldır evliyiz, yan yanayız. Hala başım dönüyor senlen, esrikim senlen, seviyorum seni. Her geçen gün daha büyük bir aşkla. N’olur, akkavakkızı, anla beni. Bu sevgimi hor görme …” “Gelecek, anılardan da güzel olacak. Gün daha iyi kotarılacak. Deneylerden ders alınacak. Çiçekler büyüyecek. Piliçler palazlanacak. Yarın gene yazarım. Seviyorum seni: biline.” Karısı hastanedeyken oğlu ile geçirir zamanının çoğunu Cemal Süreya. Hayatının merkezine aldığı oğlu Memo’yla geçecek yirmi yıl boyunca onun her sözüne, her hareketine hayranlıkla tanıklık etmiş, kuvvetli bir baba-oğul ilişkisine sahip olmuşlardır. Zaman geçer Zuhal Hanım iyileşir, iki evin masrafları ekonomik sıkıntıya sebep olmaya başlar. Kıskançlıklarla yorgun evliliklerinin çatlak duvarlarına bir darbe de para sıkıntısı vurur. Zuhal Hanımın işi Ankara’ya naklettirilir. Aynı evi paylaşmalarına rağmen geçinemezler, ikisi de kıskançtır. Cemal Süreya için karısının yolda gördüğü müdürüne selam vermesi bile bir
kıskançlık sebebidir. Süreya’nın zaman zaman evlerinde buluşmalar düzenlediği edebiyatçı çevresi de tehlikelidir Zuhal Seber için. Sürekli aldatıldıklarını düşünürler. Bir diğer sorun Zuhal Seber’in ameliyattan sonra ağrılarını unutmak için dozunu yükselttiği içki alışkanlığıdır. Asıl kaygısı oğlu Memo’dur Süreya’nın. Aralarındaki tartışmaların oğluna yansımasından rahatsızlık duyar. Zuhal Hanımın çalışmasından dolayı Memo’nun kreşe gitmesi de vardır tabi. Şaire göre karısı işi bırakmalı, evde çocuğu ile ilgilenmelidir. Memo’nun kreş arabasının yaptığı kaza bardağı taşıran son damla olur. Kazadan en ciddi yarayı alan Memo bir süre yürüyemez, kaza yüzünden ani seslere aşırı duyarlı hale gelir. Bir gün karı koca arasında yaşanan şiddetli tartışma ile ayrılık kararı alınmış olur. Araya giren yıllar sonucu elde hüzünle sonlanan bir diğer evlilik ve evlat hasreti vardır. Yeniden Zuhal… “Mutlulukta ve mutsuzlukta, gecede ve gündüzde, karada ve denizde, hayatta ve ölümde beraberiz.” Yılın son günü 31 Aralık 1975 akşamı Cemal Süreya yeni yıla oğlu ile birlikte girmek ister. Onu almaya gittiği Zuhal Tekkanat’ın evinden üçü birlikte çıkarlar. Yılbaşı gecesi dört yıllık yeni bir sürecin başlangıcı olur. Yanlışlığı düzeltmek, geçmişi onarmak ve özellikle de oğulları Memo için tekrar bir araya gelirler. Öldüğü gün de yanında ipekböceği sesli sevgilisi ve oğlu Memo’su vardır şairin. Sevdiğini de seviştiğini de yazdığı satırlarından birinde özetlemiştir hayatındaki Zuhal Tekkanat’ı ve onunla geçen günlerini; “Biz hiç ayrılmadık, yazılmadı adlarımız mezar taşlarına…”
9
meçhul Murat Kılıçaslan
NE DENİR AKLIM? Buğulanmış camın dibinde durur beş karış havada aklım. Çitlembik naifliğinde bir pencere kenarındayım. Bir bendi sığ kumsala, bir bendi kıra çalan şiir, Vermiş sırtına denize, beni çağırır gidemem. Ellerim uzunca bir yoldan gelme, ne yazık akşam vakti. Karşılasam kapının önünde utanırım. Tutsam ellerimi eşik kırılır çatlayan kapının göğsünde. Boynu bükük bir akşamdır, oysa akşamlar hep böyle. Vakit ne de ketumdur, tarlalar ekilirken geceye. Cimri bir para babası çıkar gelir ay’ın ortasından, Tutarım ayaklarımı gene de beceremem. Boynumu çalar da, aklımı vermem, ne geceye ne de şiire. Ellerimin arasında bir şey var. Bıraksam mı, korkarım, vahşice bir şey. Tarlayı geceye eken bekçi tutsa da yıldızların çetelesini, Bir olamam onların peşinden koşan sırçanın fikriyle. Bir şu aklım anlayamadı çitlembiklerin naifliğini. Ellerimin arasında kudurur durur meczup haliyle. Sırçanın peşinden koşmak ister de bırakamam. Bir bekçi, bir tarlayı, bir geceye ekerken, Oracıkta ellerimin arasında kalır, en cüzi haliyle.
10
meçhul Salih Aras
Fakat Nevİn, neden yanakların okyanus? Nevin. Deniz gözlerine kurban olduğum kadın. Şimdi duysan bunları nasıl da kızarsın bana; benim gözlerim mavi değil diyerekten. Oysa yanlış Nevin. Bunlar yanlış düzenin yanlış tabuları. Ki senin gözlerine dalıp gidebiliyorum kimi zaman boğuluyorum. Bazen sahile vuruyorum al al bazen kirpiklerinden uzun atlıyorum. Tamam, susuyorum Nevin. Yine sistem karşıtı zırvalamalarımla ağrıtmayacağım başını. Fakat Nevin, neden yanakların okyanus? Bir cesaret soruyorum.
dünya onun yanın da Turgut Uyar’ın dizeleri gibi çaresiz kalırdı. Nevin. Deniz gözlerine kurban olduğum kadın. Şimdi duysan bunları nasıl da kızarsın bana; benim gözlerim mavi değil diyerekten. Oysa yanlış Nevin. Bunlar yanlış düzenin yanlış tabuları. Ki senin gözlerine dalıp gidebiliyorum kimi zaman boğuluyorum. Bazen sahile vuruyorum al al bazen kirpiklerinden uzun atlıyorum. Tamam, susuyorum Nevin. Yine sistem karşıtı zırvalamalarımla ağrıtmayacağım başını. Fakat Nevin, neden yanakların okyanus? Bir cesaret soruyorum.
- Neden ağlıyorsun Nevin! - Al işte. Bugün bu kaçıncı soruşu. Ben söyleyince kızıyorsun. Senin acın kendine yetmiyormuş gibi bir de bununla uğraşıyorsun.
- Neden ağlıyorsun Nevin.
- Tamam, anne yine başlama.
- Düzgün konuşur musun anne? o benim kocam - Kocam dediğin şu adamla dört duvar arasında yaşlanacaksın.
- Aman yarabbi boğasım geliyor bu bunağı.
- Ne başlama kızım. Ama ben biliyordum böyle olacağını. Taa o zaman dedim evlenme bu adamla diye. Sen ne yaptın? Gittin kendinden yirmi yaş büyük bu bunağa kaçtın. Bak yaşlandı işte. Kafa gidik. Sen daha taptaze duruyorsun Nevin.
- Bu dört duvar kemalin. Ve şuan onun duvarları içinde oturduğunu hatırlatırım. - Sen ne demeye çalışıyorsun.
- Ne tazesi anne Allah aşkına! Sus artık.
- Bir şey demeye çalışmıyorum ben. Nereye gidiyorsun şimdi. Şunu yapma işte anne!
- Neden bağırıyorsunuz Nevin. - Nermin öldü Kemal’im.
- Burada onun duvarlarında azar işiteceğime kendi duvarlarım içinde yalnız otururum daha iyi.
Ah Nermin. Benim bal gözlü ablam. Ardından yakılacak ne ağıtlar bilirim de sesim çağırmaz. Nevin’i Kaçırma planını yaptığımız o günü hatırlıyor musun? Ölüler hatırlar mı? Bilmiyorum. Bir ikindi vaktiydi. Sahilde oturmuş heyecanla düşünüyorduk. Sonra sen fikrini söylediğinde nasıl da sevinmiştim ve haykırmıştım denize: “Nevin gözlerine kurban olduğum deniz!” Sonra nasıl da sevmiştiniz birbirinizi Nevin’le. Gerçi, Nevin sevilmeyecek kadın mı? Ardında sürüttüğü eteği, dünyanın tozunu alırdı. Ve
Annen gitti. Şimdi yanıma geliyorsun. Başımı kucağına yatırıp buruşuk yanaklarımı seviyorsun. - Bunu neden yapıyorsun Nevin? - Nermin öldü Kemal’im. Ah Nermin. Benim bal gözlü ablam. Ardından yakılacak ne ağıtlar bilirim de sesim çağırmaz… 11
Karacaoğlan Yarda insaf yoktur, bende yok derman Yazık ki işlerim, Allah’a kaldı Kaşları katlime yazıyor ferman Kanlı kirpikleri kalbime daldı
Şahin küçük amma vermez avını Sen erittin yüreğimin yağını Sara idim dostum usul boyunu İster ise kollarımı kıralar
Salavat getirsin cemalin gören, Bakışın turna da, sekişin ceran. Uğradığın yeri edersin viran, Bülbül has bahçede gül ile oynar.
Nasıl methedeyim böyle güzeli? Elinde bergüzar gül ile oynar. Elma yanak, kiraz dudak, diş sedef, İspir ala gözler mil ile oynar.
Kaşların lam-elif gözlerin ayın Esmaya benzettim misliğin teğin Sen bir dilbersin ki melektir soyun Bakışın benzettim ceylana dilber
Bir güzelin mecnunuyum efendim Hasretinden dertli sinem dağlıdır Ne gündüzüm gündüz ne gecem gece Benim gönlüm şu güzele bağlıdır
Kudretten karadır yarimin kaşı İnciye benziyor ağzında dişi Şu gelen güzel de dostun gelişi Süzülerek gelir gözler yorgundur
Niçin bir gider bir döner bakarsın Her bakışında canımı yakarsın Al yanak üstüne sünbül takarsın Saç bir yana zülüflerin bozgundur
12
Aşk Dörtlükleri Seçkisi Kaşların benzettim yavru marala, Gözlerin hükmeder yedi krala. Seher vakti kollarını ırgala, Dokunsun zülfün, gel yavaş yavaş.
Yeter olsun, yeter olsun, Çok ağlattın, yeter olsun. Turalanmış sırma saçın, Çözen benden beter olsun.
Gerdan açık, benlerin çok, Güzellikte menendin yok. Kaşların yay, kirpiğin ok, Vurduğunu öldürürsün.
Gözlerin şemistir gün yüzün kamer Seni seven yiğit zekatın umar İnce bel üstüne cevahir kemer Şöyle bir salın da bel incinmesin
İki sunam vardır gölde gölekte Altın küpe gerdan döğer kulakta Cennet Ala’da gökte melaikte Acap sevdiğimin dengi var mıdır
Bitişin çiğdemler gelişin yazlar Göllere dökülen ördekler kazlar Ak saya geyinmiş gelinler kızlar Ay yüze dökülen teller öğünsün
Ben bugün yarimden ayrı düşeli Her günüm bir yıla döndü gidiyor Yine zindan oldu başıma Sinem ataşlara yandı gidiyor
Bir kız ile bir gelinin ahdı var Gelin der ki geydiğimiz al olur Ala göze sürme çekince Gören aşık divan olur lal olur
13
meçhul Gizem Bulut
“EVET İSYAN!” Öncelikle resmi bir tanımla başlayalım istedim… Bir sanat kurumunun cevaplaması gereken soruların cevabıdır misyon. Misyon ifadesi, kurumun temel misyonunu yani temel amacını, varlık nedenini, sanatsal vizyonunun ne olduğunu basit bir şekilde açıklayan tanımdır. Bir amaç, hedef içermeli ve bunu iyi bir şekilde yansıtmalıdır. Meydan okumalı ve ilham vermelidir. Açık, net, kuvvetli ve hatırlanabilir olmalıdır. Şimdi sanata eklenebiliriz.
Bilirsiniz hayvanlar kendi doğalarında barış içinde yaşarlar. Acıkınca avlanır ve karınları doyduktan sonra da yemeği bırakırlar. Aç gözlü değillerdir. Hiçbirinin aslında birbirinin hayatında gözü yoktur. Yalnızca doğaları gereğince yaşarlar. Oysa biz insanlar yaşamak uğruna başkalarının hayatını yok etmeyi seçmiş birer canavarız. Hatta kendimiz gibi olmayanları kabul edemeyen bir bünyemiz var. O kadar aciz, o kadar aşağılık! Hem de öyle ki, bunu bir aktivite hatta en normal davranış biçimi olarak seçmişiz. Yalnız ortada aykırı duran bir yapı var. Sanat! İşte burada misyon ortaya çıkıyor ve karşı duruş gerçekleşiyor. Yazımın başında açıklamasını yaptığım misyon kavramı burada devreye giriyor. Bunca hınç ve öfkenin olduğu düzende bir sanat kurumu düşünün. Sizce ne yapmalı? İnsana insanı anlatmalı. Ki insanlara ayna tutsun. Savaşlardan, depremlerden, açlıktan ölen çocuklar için ses çıkarmalı. Bunu da en saf haliyle duran sanatla yapmalı. Evet, sanatın misyonu belki de bu olmalı. Van’da üşüyen çocuklara kazak göndermeli ama yanında da gidip onlara hikâye anlatmalı. Afyon garındaki küçük kızı anımsa, hani, / Trene binerken papuçlarını çıkarmıştı, / Varto depremini düşün, yardım olarak Batı’dan, / Gönderilmiş bir kutu süt tozunu ve sutyeni. / Adam süt tozuyla evinin duvarlarını badana etmişti, / Karısıysa saklamıştı ne olduğunu bilmediği sutyeni, / Kulaklık olarak kullanmayı düşünüyordu onu kışın; / Tanrım, gerçekten çocukluk günlerinizde mi? Demiş Cemal Süreya. O da sanatla, şiirle anlatmış insanı insana. Kimimiz almışız onu göğsümüze bastırmışız, kimimiz yolumuz ayrı demiş insanları yakmışız. Diyorum ki, bizler sanat insanları olarak yolumuza ışık tutan yüreklerimizi ortaya koyup, misyonumuzun ne olduğunu bilip bunu açıkça anlatmalı ve uygulamaya geçmeliyiz. İnsanlığın tüm yaşanmışlığını kabul edip, daha iyiye gidebilmek için yol göstermeliyiz. Belki bir tiyatro
Tiyatro ve Misyon Bu iki kavram iç içe geçmiş bir yapıda ve koalisyon halinde olmalıdır. Bir tiyatro kurumunun kendine ait bir manifestosu yoksa o kurumun hiçbir geçerliliği yoktur. Kalıcı olamaz ve ilerleyemez. Bir sanat kurumunun temel aldığı en önemli husus insan olmalı. Hani klişe bir söz vardır: İnsanı insana anlatmak… Evet, değil mi ki derdimiz insanoğlunun suretini kendine gösterip ne yaptığını anlamasını sağlamak? Değil mi ki tüm dünyanın yanıp kül olmasına, kıyımlara, tecavüzlere, darplara, savaşlara, doğanın yok olmasına neden olan bizlere doğru yolu göstermek? Ben bir tiyatro kursaydım eğer en büyük derdim insanlara yaptıklarını göstermek olurdu. Ve bununla birlikte insanların ilerlemesini, aydınlanmasını ve özgür düşüncenin varlığının ortaya çıkmasını sağlamak olurdu… Düşünebilir misiniz gülün tersini, / Hele bir çocuk yüzünün tersini, / Olur mu suya düşmüş yaprağın tersi, / Parmaklarınızdır karışan bağbozumuna / Sesler o kadar da yeni olamaz; / Elinizde bir erik dalı, aymaz; / Mutfağa geçer dolabı açarsınız, / Usulca dağılır gider uzaklara / Bedeninden / Barış / Akan / Bir / Zürafa Demiş Cemal Süreya. Bu dizelerde ne anlatmak istediğini kim bilir. Gerçekten neyi anlatmak istemişti? Bilmiyoruz. Ama bana öyle geliyor ki, o da insanoğlunun kendi ellerinden aldığı özgürlüğünü ve barışı anlatıyordu. 14
meçhul
oyunuyla, belki şiirlerle, belki bir sinema filmiyle, belki bir tabloyla, belki karikatür ve mizahla. Bunların her biri için misyonunuzu bilmeniz ve vizyon sahibi olmanız gerekir. Öncelik budur. Çünkü insanlar sizin misyonunuza bakarak sizi değerlendirir ve dinler ya da dinlemez. Tecrübeyle sabittir. Siz şimdiye dek savaşlarla yaşadınız. Kıyımlarla yaşadınız. Açlıkla yaşadınız. Adaletsizlikle yaşadınız. Kısıtlamalarla yaşadınız. Tabularla yaşadınız. Yargılarla yaşadınız. Gözlerinizde yaşlarla yaşadınız. Yüreğinizde sızıyla yaşadınız. Yaşadınız. Yaşadınız. Yaşadınız. Şimdi ise bir yol çizip o yolda yürüyerek, sağa sola sapmadan, değişim için, aydınlık bir gelecek için yaşamalısınız. Kalbinizdeki sevgiyi de saklı kutunuzdan çıkarıp ortalığa saçmalısınız. İşte tüm bunlar misyonunuz olacaktır. Önceden ölüm bir misyonken artık yaşamın kendisi başlı başına bir misyon olacaktır. Yaşamak. Yaşamak dedik ya nasıl? Aklımıza ilk düşen cevap ne? Özgürce yaşamak. Alabildiğine sevgiyle yaşamak. Bunun yanında üretmek ve paylaşmak. Sanatla paylaşmak, toprakla paylaşmak, hayatla paylaşmak. En küçük haliyle bir kurumda misyon yaratmaktan başlayabiliriz mesela. Bu toptan içine devrildiğimiz / Bu bir şey, bu değir mi, / Anlatılmaz bu, bu bir gülümseme. Tıpkı Cemal abimizin bu dizelerindeki gibi her şey açık. Elimizde avucumuzda olması gereken tek şey gülümseme. Gülümsemek sizin misyonunuz olabilir. İşte o vakit ne mutlu size! Masalın sonunu bekliyorum şimdi / Herkes aynı odada Diyor Süreya. Ben de masalın sonunu bekliyorum şimdi. Bir şiirle, bir oyunla, bir şarkıyla, bir romanla. Kitaplar kapınızı çalsın… Misyon dert olsun içinize, kurt düşsün beyninize de belirleyin onu kendinize. Şarkılar kafanızda yankılansın. Çocuklar yüreğinize sevgi dağıtsın. Ekmeğinizi sokak hayvanlarıyla paylaşmak zorunda kalın.
Bir tren garında parası olmayan çocuğa bilet alın. Sanat olun en çok da. Geniş vizyona sahip bir sanat. Çünkü en saf en temiz onunla paylaşılır hayat. Onunla çekilir bu düzen, bu sevda. Yoksa çekilir dert değil bu yaşamak. Kaldı ki yaşamayı da biz seçmiyoruz ama elimizde varlığı sıcacık duruyor hala soluğumuzun. Bunu değerlendirip düşünerek yeni bir adım atalım insanlığa. Henüz çok yeni bir kıyım daha yaşadık. Je Suis Charlie. Onlar da insana insanı anlatıyorlardı. Kalemleri dalga geçmek için değil, insanlığa ışık tutmak için çiziyordu. Ama insanoğlu bunu da daha önce yaptığı gibi hazmedemedi. Sanatçılar her zaman hor görüldü, ötekileştirildi. Ama hiçbir zaman susturulamadılar ve susturulamayacaklar. Karanlık çağda bile mizah vardı, her zaman da olacak. V For Vendetta filminde diyor ya kahramanımız ‘’Bu maskenin ardında bir fikir var ve fikirlere kurşun işlemez…’’ Evet, aynen böyle! O insanların canına kıyıldı ama onların fikirleri hala yaşıyor ve yaşamaya da devam edecek. Bir ölür bin diriliriz. Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine demeyi asla bırakmayacağız. Unutmayın! Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Edip Cansever, Aziz Nesin, Kazım Koyuncu, Orhan Veli, Cehov, Kundera, Uğur Mumcu, Rilke, Charlie Hebdo çizerleri, Genet, Grotowski, Gogh, Dali, Marquez, Shaw, Haldun Taner, Muhsin Ertuğrul, Dinçer Sümer, Marx, Darwin, Kafka, Nietczhe, Gorki, Dario Fo, Erol Günaydın… ve daha sayamadığım birçok kişi ve tüm sanatçılar ve onların eserleri ve fikirleri ve bizler, hayata ve insanlığa, kıyıma ve yağmaya, savaşa ve gerici zihniyete direnmeye devam ediyoruz… Hala!... Her şeyden önce yüreğinize bakmanız dileğiyle... Sevgiyle ve dostlukla…
15
meçhul Zeynep Ulusoy
ÖZGÜRLÜK KANADI - II Yardım et. Lucy yine o sesle uyandı. Gözlerini kısıp saate baktı, sabahın 4’üydü. Harika, diye düşündü içinden. Gün ağarmadan kalkıp uykusuz kaldığı, gözlerinin altında mor halkalarla işe gideceği bir gün daha başlıyordu. Saat bu kadar erken olmasa Rovan’ı arayabilirdi. Gerçi arasa da ne diyecekti ki? Hayali bir ses tarafından uyandırıldığını mı? Sesler kazadan sonra başlamıştı. O geceyi hatırladıkça tüyleri ürperiyordu. New York’un ayaz gecesinde sokağın orta yerinde çatışmanın ortasında kalmış ve iki kurşun yemişti. Bilincini kaybetmeden önce duyduğu sesin İlahi bir ses olduğunu düşünmeden edemiyordu. Sözcükler çok basitti: kal. Doktorlar kurtulmasının mucize olduğunu söylüyordu. Birine bu sesi duyduğunu anlatmaya çalıştıysa da şokun etkisiyle beyninin ona sinyaller yolladığını, kendi iç sesini duyduğunu falan söyleyip dinlemişlerdi. Gecenin bir vakti duyduğu bu sesi de uydurmuyordu ya! Hadi bir değil iki değil uyandığından beri olur olmaz zamanlarda hep mi ses çıkarıyordu beyni! Yastığı yüzüne kapadı ve uyumaya çalıştı. Sabah 8’de metroyla Üniversiteye gitmek için evden çıktı. Batı 138’in köşesindeki seyyar satıcıdan kahvaltı alıp kampüsteki banklardan birine oturup yedi. 9’da ders başlamadan hemen önce psikiyatri dersi veren Krunt Shedul’un sekreterinden öğle vaktine randevu almayı başardı. Kapıdan çıkarken incelemek için Shedul’un “Beyin: Bir Galaksi” kitabının hayranlar için imzalanmış bir kopyasını masanın üzerinden aldı ve kendi dersine gitti. Kurşunlanma olayından sonra derslerden geri kalmıştı. Neyse ki her zaman parlak ve popüler bir öğrenciydi de öğretmenler anlayış göstermiş arkadaşları da notları onun için hazırlamıştı. Kurşunlanmış olması da merhametin zirvesiydi. Asık suratlı Ortaçağ profesörü telafi için ona 6 kredilik basit bir ödev vermişti. Hepsine minnettardı. Duyduğu sesler olmasa tüm bunların keyfini çıkarabilirdi.
Dersin ortasında yine aynı sesi duydu. Yardım et. Duymazdan gelmeye çalıştı ama ses ona ulaştığını ve önemsendiğini fark etmişçesine ısrarla bir kez daha ona seslendi. İzin isteyip lavaboya gitti, yüzünü yıkadı, aynada kendine baktı. Gözlerini sımsıkı yumup biraz daha su çarptı suratına ve gözlerini tam açarken tek bir imge gördü. Bir anlık çok kısa bir şeydi. Belki de beyni ona oyunlar oynuyordu ama görmüştü. O sarı-yeşil, ortası dikey siyah çizgili gözü görmüştü. Lucy her zaman duygularından ve gördüklerinden emin olan biriydi, bir şeyler uydurma huyu yoktu. Derin derin soluyarak nefes almaya çalıştı. Hiçbir yer açık değildi ama saçlarının dalgalandığını ve ensesindeki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. Sanki lavabonun deliğinden yüzüne tuzlu su ve rutubet kokan hava üflenmişti. Kanalizasyonun ters tepmiş olmasını umdu. Kızıl-kahve uzun dalgalı saçlarını ördü, yeşil gözlerine aynada bakmamaya çalışarak saçını kontrol etti. Sanki gözünün arkasından başka biri onu izliyor hissine kapıldı ve bakışlarını kaçırdı. Yardım et. Zilin çaldığını duyup irkildi. İyice evhamlanmıştı. Çantasını alıp hızlıca oradan çıktı ve telefonuna sarıldı. “Bayan Terrance, ben Lucy Bartecules, sabah uğramıştım. Profesör Shedul geldi mi? Onunla acilen konuşmalıyım.” Telefondaki ses her gün başından birilerini savmaya alışmıştı “meşgul tatlım, randevu saatinden önce seni onunla görüştüremem, hoşça kal.” Ah harika! diye düşündü, gayet profesyonelce baştan savılmıştı. Sesin nereden geldiğini bulması mı gerekiyordu yoksa yok sayması mı bilemiyordu. Pek çok insan deli muamelesi görmemek için deli doktorlarından kaçardı ama kendisinin bu sorunun üzerine gitmesi ve tedavi olması gerekiyordu. Deliliği inkar etmek hasta olmanın en kötü belirtisiydi. Kendisi ise hasta olduğunu kabul ediyordu, bu da hastalığı tedavi etmenin ilk adımıydı. 16
meçhul
Bir sonraki dersin sınıfına gidip oturdu. Profesörün kitabını açıp okumaya başladı. Bir saatin sonunda –dersi dinlememiş ve kitaba gömülmüştü– ana hatlarıyla Shedul’un yazıları hakkında bilgi sahibi olmuştu. Zil çalınca aceleyle profesörün odasına gitti. Umurunda değildi, yardım almalıydı. Sekreter yerinde yoktu. O da kapıyı tıklatıp içeri girmeye karar verdi. Şansına Shedul oradaydı. “Bir şey mi istediniz?” “Ben Lucy, randevum vardı, erken geldiğimi biliyorum ama-“ “Fark ettim, içeri gel.” Shedul’un kitapta fotoğrafı yoktu. Keşke olsaydı. O masada oturmuyor olsa, dağınık dalgalı kahverengi saçları ve iki düğmesi açık gömleğiyle gece kulüplerindeki 40’lık zamparalardan biri sanılabilirdi. Yaşına göre fazla bakımlıydı. Onu profesör yapan şey bilgi dolu bakışlarıydı. Lucy kısaca ilk duyduğu ona can verdiğini düşündüğü sesi, uykusundan uyandıran yardım isteğini ve lavaboda gördüğü imgeyi anlattı. Shedul onu dikkatle dinledi. Ne deliymiş gibi baktı, ne de sözünü kesti. “Yani melek olamaz, melek olsa yardım istemez, sese karşılık vermeyi denedim, etrafta birini aradım, kimse yoktu. Bana neler oluyor.” “Psikoloji okusaydınız keşke, kendini bu kadar ifade eden biri için Jeofizik ziyan bir bölüm.”Ciddi miydi yoksa ona asılıyor muydu anlayamamıştı kız. Doktor devam etti “bazen, evrende sizin bildiğinizden başka ruhlarda vardır ve zor bir anda size yardım etmişlerse karşılığını isterler, sadece gözü anlamadım. Eğer ona karşılık vermeye devam ederseniz bunu açıklığa kavuşturacağınıza emin olabilirsiniz. Tüm bunları bana bildirmenizi istiyorum. Duymak istemezseniz de ilaç yazabilirim. Seçim sizin.” Birine anlatmış olmak bile rahatlatıcıydı. Lucy minnettar kalmıştı. Her ihtimale karşı reçeteyi aldı. İçgüdüleri ona kullanmamasını ve bu işi çözmesini söylüyordu. Çıkıp üniversitenin ilerisindeki korulukta yürümeye başladı.
“Neredesin? Keşke sana yardım edebilsem.” Etrafına bir cevap arar gibi bakındı. Edebilirsin. Duyduğuna inanamadı. “Kimsin? Nerdesin? Ne yapmam gerekiyor?” Belli belirsiz görüntüler beynine dolmaya başladı. Öyle yoğundular ki çığlık atıp yere çöktü. Ejderhayı, kendini kurtarışını ve hapsedildiğini gördü. Gözünden yaş aktı. Gördüklerini hazmetmeye çalıştı. Ejderha mı? Gördüklerinin gerçek olduğunu bilmese Shedul’ün ofisine koşarak geri dönerdi. Tüm bunları hazmetmesine fırsat kalmadan birinin kendisini izlediği hissiyle yeniden irkildi. Sis bastırmıştı ve sisin içinden bir adam belirdi. Tek gözü tembellikten yana kayıyordu, sakalını kesmeyi ve banyo yapmayı uzun zamandır unutmuştu. Sarı dişleri aç bir ejderha gibi açıldı. “Trolyan’ın kokusu sende. Kimsin sen küçük kız?” Kız içinden artık adının ne olduğunu bildiği ejderhaya seslendi ne yapacağım? Kaç ya da savaş. Kız yola doğru kaçtı. Birilerini bulabilirse yardım isteyebilirdi. Ejderha-adam ondan hızlıydı. Önünü kesti. Kız havada savrulup ağaca çarptı. Ölmek üzereydi, kaçmak işe yaramamıştı ve savaşması gerekiyordu. “Cehenneme git pislik!” “Ejderhalar ateşi sever küçük kız, özelliklede cehenneminkini.” Ağzından kükürt kokusu yaklaşırken Lucy sonunun geldiğini sandı. Gözünü kapalı korkak gibi ölmeyecekti. Cesaretle başını kaldırdı ve hayretle önünde daha büyük bir alev topundan kalkanın kendisini koruduğunu gördü. Diğer ejderhanın üzerine gidip patlayan ateş onu yok edip gerisinde sadece kükürt kokusu bıraktı. Sanki hiç yaşanmamış gibi. Evet, ejderhalar ateşi sever, bazılarımız daha fazla sever Luc. Teşekkürler Oly. Başının derde gireceğini biliyordu ama artık korkmuyordu. Onu koruyan bir meleği değil ejderhası vardı. 17
meçhul
sandığınız kadar korkak insanlar değiliz bizler belki çeyiziniz kadar -o kadarama asla sandığınız kadar değil sonra bizler de en az sizin kadar iyi kuşanırız -nefreti-kibri-hırsı ve şehveti sonra efendime söyleyeyim en az sizin kadar iyiyizdir masallar anlatmak konusunda lakin bizim sizden ayrılan yanımız varsa şu ki: bizim sonlarımız (u)mutsuz biter ve her daim, -kötüler kazanır sandığınız kadar kötü insanlar değiliz bizler belki bohçanız kadar -o kadarama asla sandığınız kadar değil sonra bizler de en az sizin kadar taparız -kedilere-kuşlara-putlara ve elbet paraya sonra efendime anlatayım en az sizin kadar kötüyüzdür gafil avlanmakta lakin bizim sizden ayrılan bir yanımız varsa şu ki: bizim gerçeklerimizin başladığı yerde, -kötüler kazanır her seferde.
Hepsi O. Kadar Seydi Demirtaş
“Bu böyle olmamalıydı” demiyorum. Eskisi gibi değilim. Zaten ne zaman vakit namüsait, o zaman kalkar isyan ederdim. Ve ne zaman vakit azdı, bir kadına âşık olurdum. Ve ne zaman başarmaya yaklaşsam, bir Yezid’in suratını dağıtıyordum. Ah. Ne zaman hissetsem şu Rahman’ı, şeytan nefsimin ağzını kırardı. Ne zaman yolculuk kokusunu alsam, şiirlerimi yazmaya başlardım. Ne zaman hissetsem o öldürücü darbeyi, ‘baba’ diye ağlardım. Şimdi çaktım odama dünyanın haritasını, beğenmediğim yerlere siliyorum… Ve diyorum; “Allah’ım geçer mi bu nefret? Geçer mi bu kin?” Duruluyorum. Yasaklıyorum kadınları kendime… Kendimi anlayamayacağım. Biliyorum. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım, anlayamayacağım! Boş. Koşmam gerek, sildiğim bütün şiirlerimin peşinden. Vazgeçmem gerek, hayallerimden. Dağıtmam gerek, hasımlarımın suratlarını. Anlatmamam gerek, yaşadıklarımı. Ama bu hislerime engel olamıyorum. İlk perdede oyunu mahvetsek bile ikinci perdenin ümidi ile yaşıyorum babacığım. Ve esselamun aleykum. Unutma çocuk; bu meydanda insanlardan vahdet umma!
18
Uzattığım Saçlarımı Bir Düşman Kesti, Ağladım! İbrahim Ababey
meçhul Busem Soydeğer
SİNEMA Wild (Yaban) Yönetmen: Jean-Marc Vallée Senaryo: Nick Hornby, Cheryl Strayed (roman) Oyuncular: Reese Witherspoon, Laura Dern, Gaby Hoffmann Cheryl Strayed’ın anılarını yazdığı “Wild: From Lost to Found on the Pacific Crest Trail” adlı kitaptan, hepimizin tanıdığı yazar Nick Hornby’nin senaryolaştırdığı Wild, annesinin ölümü ve sona eren evliliğiyle birlikte hayata karşı hiçbir umudu kalmayan bir kadının, benliğine kavuşabilmek için yaptığı ve iyileşme methodu olarak gördüğü 1100 millik tek başına yürüyüşünü ve bu esnada ona “tekrar yaşadığını hissettiren” maceralarını konu alıyor.
(roman) Oyuncular: Eddie Redmayne, Felicity Jones, Tom Prior Biyografilerle dolu ayın bir başka biyografisi! Film, ALS hastası efsanevi fizikçi Stephen Hawking’in okul yılları, hastalığının ortaya çıkışı, evliliği, bilime yaptığı katkıları anlatmaya çalışıyor. Bu noktada, filmin biyografik olarak çok da ayakları yere basan bir yapım olduğu söylenemez. Genel olarak Hawking’in başarılarından ziyade, eşi Jane ile olan ilişkisini merkezine alıyor ki zaten film Jane Hawking’in kitabından uyarlanmış. Filmin en güçlü noktaları kuşkusuz Stephen Hawking rolündeki (ve bu rolle Oscar’ı kapan) Eddie Redmayne ve Johan Johansson’un elinden çıkan muhteşem müzikleri.
The Imitation Game (Yapay Oyun) Yönetmen: Morten Tyldum Senaryo: Andrew Hodges (roman), Graham Moore Oyuncular: Benedict Cumberbatch, Keira Knightley, Matthew Goode İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazilerin Enigma kodunun kırılması için icat ettiği makine ile savaşın 2 sene erken bitmesini sağlayan ve milyonlarca insanı ölümden kurtaran, aynı zamanda eşcinsel olan ve bu sebeple “ahlaksızlık” yasasından hüküp giyip hormon tedavisine mahkum edilen, daha sonra buna dayanamayıp intihar eden İngiliz matematikçi Alan Turing’in hikayesi. Filme Turing’in hikayesi demek bir yerde yanlış olur, çünkü film sadece Enigma’nın kırılışına odaklanıyor ve Turing’in eşcinselliğini anlatış tarzından dolayı homofobik olarak bile eleştiriliyor. Her şeye rağmen bu gizli ve yaşarken değeri bilinmemiş kahramanın “hayatından bir kesitin” anlatıldığı film, izlenmeye değer yapımlardan biri. Ayrıca filmin 8 dalda Oscar adaylığı ve Uyarlama Senaryo dalında 1 bulunuyor.
Diğer Vizyon Önerileri: Force Majeure – İsveçli yönetmen Ruben Öslund’un son filmi. Alplerde kayağa giden dışarıdan kusursuz görünen İsveçli bir aile, restoranda yemeklerini yerken çığ düşüşüne şahit olurlar. Anne Ebba çocuklarını kurtarmaya çalışırken, baba arkasına bakmadan kaçar. Olay kazasız bir şekilde atlatılsa da Ebba bu olayı unutamayacak, evliliğini ve kocasını sorgulamaya başlayacaktır. Still Alice – Alzheimer hastalığına yakalanan bir edebiyat profesörünün hikayesi. Başrolde bu senenin Oscar galibi Julianne Moore var. Birdman – 21 Grams ve Babel’den tanıdığımız Alejandro González Iñárritu’nun son harikası olan Birdman’e, zamanında çok popüler olmuş ancak günümüzde modası geçmiş bir aktör olan Riggan’ın, Broadway’de ortaya koyacağı oyunla küllerinden doğma hikayesi diyebiliriz çok kısa olarak. Yönetmenin önceki filmleri gibi ağır dram değil, baştan aşağı kara mizah kokması ve tüm filmin plan sekans olarak çekilmiş olması Birdman’in öne çıkan ve yönetmenin diğer filmlerinden ayrılan noktaları. En İyi Film, Yönetmen, Sinematografi ve Özgün Senaryo Oscar’ı bulunan filmin kadrosunda Michael Keaton, Edward Norton, Naomi Watts ve Emma Stone bulunuyor.
The Theory of Everything (Her Şeyin Teorisi) Yönetmen: James Marsh Senaryo: Anthony McCarten, Jane Hawking 19
meçhul Buket Toparslan
Yeraltından Gelen Siyah Bir Likit Bir Ülkenin Kaderini Nasıl Değiştirir? Dubai şatafattır, her yerden fışkıran aşırı gösterişliliktir. Orayı ziyaret etmiş veya etmeyi düşünen kime sorsanız ne kadar harika bir yer olduğunu söyleyecektir. Tabii bu biraz da beklentilerle alakalı. Beklediğiniz muhteşem sahiller, tarihi yerler, otantik mekanlar ise üzgünüm yanlış adrestesiniz.
AVM gezmesini kayak yaparak tamamlamanız mümkün. Tabii dolgun bir ücret karşılığında. Dünyanın en yüksek binası unvanını sonuna kadar hak eden Burj Khalifa, özellikle sisli havalarda egzotik bir havaya bürünür ve böyle havalarda binanın yarı yüksekliğini bile görmek oldukça zorlaşıyor. Maalesef ben binanın tepesine çıkamamış olsam da çıkanların yorumları manzaranın anlatılamayacak kadar güzel olduğu yönünde. Dubai denince akla gelen yerlerden bir diğeri de kuşkusuz Palmiye Adası’dır ve bindiğiniz taksi şoförleri bile burayı görüp görmediğinizi sorar. Ölçülemeyecek zenginliğe sahip Araplar tabii ki paralarını dünya barışı, ezilen Müslüman Kardeşleri’ne destek, açlık içinde kıvranan halklara insani ihtiyaçlarını temin etme gibi şeylere harcamak yerine, denizi kumla doldurup her türlü lükse sahip bir ada yaratmayı tercih etmişler. Kuşbakışı bir palmiyeyi andıran bu adanın dallara benzeyen kısmında evler bulunmakta (tabii ki fiyatları konusunda yorum bile yapamam).Taşıma suyla değirmen döner mi bilinmez ama Dubai taşıma kum ve çimento ile ada yaratıldığına en güzel önek Palmiye Adası’dır.
Bu muhteşem diye bilinen ülke zamanında çok da muhteşem değilmiş. Şöyle ki; burası başlarda küçük bir balıkçılık ve liman kenti iken, ailemiz El-Maktum’un 1833’de Dubai Koyu’na gelerek kabilesindeki 800kişi ile buraya yerleşmesi Dubai için bir milat olmuş. Zaten o tarihten beride aynı ailenin yönetimi altında kalmış. Kaynaklarda Dubai yönetim şekli için “nispeten liberal “ tanımı kullanılır ve burası Birleşik Arap Emirliği’ne göre farklı kurallara sahiptir. Dubai’nin sade ve mütevazı bir kentten baş döndürücü havalı bir şehre dönüşme hikayesi 1969’da ülkede petrolün bulunması ile başlar. Bir çeşit Arap Masalı başlangıcı da diyebileceğimiz bu tarih ile ülke ekonomisi sürekli büyüyüp zenginleşmeye başlıyor. Tabi zenginliklerinin verdiği güçle ülkeyi zamanla turizm cennetine dönüştürüyorlar. Zenginliklerinin verdiği güç diyorum çünkü, ülkede çöllerin dışında doğal oluşum neredeyse hiç yok. Dubai’de gezilecek yerler listesi yapsanız yazdığınız her şeyin insan eliyle yapılıp ülkeye kondurulduğunu görürsünüz. Alışveriş merkezleri, Palmiye Adası, her türlü zenginlik simgesine sahip pahalı oteller.
Dubai’de ilk karşılaştığım şey aşırı kızgın ifadeye sahip havalimanı polisleri idi. Anlaşılmayan İngilizceleriyle sürekli sert komutlar vermelerinin benim için ne hoş bir başlangıç olduğunu tahmin edersiniz. Tabii kadınların neredeyse yok sayıldığı bir ülkede -özellikle başı açık biri olarak- pek saygı bekleyemiyor insan. Dubai sokaklarında gezerken gözünüze çok fazla Arap takılmaz. Sebebi onları sadece ya klimalı son model arabalarında ya da lüks alışveriş merkezlerinde görmenizdir. Zaten her AVM’nin otoparkında son derece lüks otomobiller boy gösterir. Fark ettiyseniz neredeyse her yerden fışkıran bir lüks, bir gösteriş söz konusu.
Dünyanın en büyük alışveriş merkezi Dubai Mall’dur ve içinde kaybolmamak mümkün değildir. Her akşam AVM bahçesinde “Su Dansı” denilen fıskiye gösterisi turistlerin ilgisini çeker. Ülkede yerlilerde dahil insanların yapabileceği şeyler AVM gezmekle sınırlı olsa da farklı bir aktivite olarak Mall Of Emirates yapay kayak merkezine sahiptir. Böylece sıradan bir
Günlük yaşayışta, göçmen olmayan yerli halk 20
meçhul
günün çoğunluğunu alışveriş merkezlerinde dolaşıp alışveriş yaparak geçirmeyi tercih ediyor. Dubai yönetimi kendi vatandaşlarına refahın ve zenginliğin bir getirisi olarak olağanüstü haklar tanımakta. Bunların başında işsizlik maaşı, evlilik kredisi, çocuk başı verilen maaşlar geliyor. Bakıldığında ne güzel bir manzara değil mi? Tabi işin birde arka planı var. Şöyle ki; Dubai nüfusunun %84’ü yabancı ülke doğumludur ve bunların büyük çoğunluğu Hintliler ve Pakistanlılardır. Üçüncü sırada Filipinliler gelir ki bunların da oranı çok düşük değildir. Bulunduğum süre boyunca bindiğim taksilerin şoförlerinden –tabii ki Pakistan ve Hindistanlılarsistemin nasıl işlediğine dair şeyler dinledim. Ailelerinden uzakta yaşayan göçmenlerin ödediği yüksek vergiler ve yaşadıkları kötü koşullar sanırım AVM’ler kadar gösterişli gelmiyor kulağa. Üstelik fark ettiğim bir diğer şey, sanki ülkedeki görevlerin milletlere göre dağıtılmışçasına hep aynı mesleklerde aynı milletten insanları görmemdi. Yani ülkede taksicilik, temizlik işlerinde yada daha kötü koşullardaki işlerde Pakistan ve Hindistanlıları, satış, garsonluk, gişe işlerinde Filipinlileri ve yönetim idare gibi işlerde sadece Avrupalıları gördüm. Tabi bu benim gözlemimdi ve Arap olmayanlara karşı tutundukları tavırla bilinen bir toplumda göçmen insanların ten renklerine göre işlerde çalıştırılıyor olabileceği fikri çok da abes gelmiyor maalesef.
Dubai’de giyim kuşam konusunda diğer Arap ülkelerine göre daha rahat bir hayatın olduğunu söylemek mümkün. Turistik bir yer olması sebebiyle özellikle turistlerin giyim kuşamıyla ilgili kurallar bulunmuyor ama yinede giydiğiniz şeylere dikkat etmeniz gerektiği aklınızda bulunsun. Yerel halk ise, erkekler uzun beyaz “kandura”, kadınlar ise bütün güneşi üzerinde topluyor hissi veren uzun siyah “abaya” giymekteler. Tabi Dubai “nispeten liberal” olduğu için kadınlar şanslı. Şanslılar çünkü yüzleri açık gezebiliyorlar(!). Zaten iş hayatında peçeli kadınların iş bulamaması gibi bir de ironik gerçekleri var. Çalışan Arap kadın sayısı o kadar azdır ki, neredeyse göçmenlerin dışında çalışan kadın görmedim. Dubai’nin en güzel yerlerinden sayılan Jumeriah Yat Limanı’nda nerdeyse tüm dünya mutfaklarına ait lokantalar bulunuyor. Jumeriah Sahili ise meşhur Yelken Otel’inin (Burj El Arap) bulunduğu sahildir. Bana çok sıradan gelen bu kumsalın en güzel yanı gün batımında uzaktan Burj El Arap manzarasının görülmeye değer olmasıdır. Tabi otelin bahçesine girip gezmek, fotoğraf çekmek için ayrıca para ödemek gerekiyor. Şahsi fikrim, fazla lüksün güzel olduğunu düşünenler için Dubai ideal bir yer olsa da, insan sormadan edemiyor “bu lüksün kime ne faydası var” diye. Tabii ki her Arap ülkesi bolluk bereket içinde değil. Bir tarafta her şeyin aşırısı varken diğer tarafta hiçbir şeyin olmayışı arasındaki dengesizlik Dubai’ye ürkerek bakmama sebep oluyordur belki. Hele ki hemcinslerimin toplumsal fotoğraftaki yeri sadece eşleriyle AVM gezmek ve alışveriş yapmak gibi göründüğü için, ülkeyi altınla kapsalar yine de ilgilenmeyecek gibi hissediyorum. Yine de Dubai farklı bir kültürü tanımak ve “böyle de bir yaşam varmış” demek için güzel bir tatil planı olabilir.
Taksi şoförleri demişken Dubai’de sadece kadınların binebildiği ve yine sadece kadınların kullandığı “pembe taksiler” bir erkeğin kullandığı taksiye binmek istemeyen bayanlar için tasarlanmış ve işlerlik kazandırılmış. Bunları trafikte yoğun olarak görmek mümkün. Bunun dışında “Dubai’ye kadar gelmişken bende lüks bir arabaya bineyim” derseniz yada kalabalık bir grupla bir yere gidiyorsanız, neredeyse taksilerle aynı paraya lüks jeepler ile de yolculuk yapabilirsiniz. 21
meçhul Alihan Varkan
23 EKİM 4004 “Dünya bir sahnedir ve biz de oyuncuları…” (William Shakespeare, “As You Like It”ten bir replik) Dünya kaç yaşında?
konuşmak, yaşanmış şeyler hakkında konuşmaktan daha zordu. Öyleyse olayın devamına bir bakalım.
İnsanların kafalarını uzun yıllar boyunca kurcalamış bir soru bu. Jeolojinin, henüz önemli bulguları ortaya koymadığı zamanlarda dünyanın yaşı, çoğu Hristiyan tarafından kutsal kitaba göre tahmin ediliyordu. Bu tahmine göre de dünya, aşağı yukarı 6000 yıllık bir geçmişe sahipti. Eski Ahit’teki ataların hayatlarından, soylarından (Yaratılış bölümündeki “Şit`in doğumundan sonra Adem 800 yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu. Adem toplam 930 yıl yaşadıktan sonra öldü. Şit 105 yaşındayken oğlu Enoş doğdu. Enoş’un doğumundan sonra Şit 807 yıl daha yaşadı. Başka oğulları, kızları oldu” gibi bilgiler) ve başka ipuçlarından çıkarılmış, dönemin insanlarının genel olarak kabul ettiği bir tahmindi bu. 1600’lü yılların başında yazıldığı bilinen Shakespeare’in meşhur komedisi As You Like It’teki karakterlerden Rosalind “Zavallı dünya, neredeyse altı bin yaşında” diye söylenir mesela.
Bu kadar kesin bir tarihin verilmesi yeniydi ancak başta belirttiğim gibi tahmini hesaplarda bu civarlardaydı. Belki de bundan dolayıdır; bu net tarih insanlar tarafından çok geçmeden kabul gördü. Hatta Kitabı Mukaddes’in Kral James tarafından onaylanmış baskılarında bile bu tarihler sayfa kenarlarındaki yerini almıştı. Gelgelelim 17.yüzyılda ortaya çıkan bu fikir, neredeyse Hristiyanlığın temel bir öğretisi haline dönüştü. Tam da burada bir parantez açmakta fayda var. Din adamlarının ya da dinde otorite kabul edilen bazı kimselerin ortaya attığı görüşlerin, o dinin inananları tarafından böylesine kabul görmesi hatta dinin bir öğretisi sayılması nadiren yaşanan bir durum değil. Aksine, günümüzde herhangi bir dinin özünde olmadığı söylenen hurafelerin önemli bir kısmı bu yolla ortaya çıkıyor. Kur’an’ın bu konudaki atıfları ilginçtir: “Rahipliğe gelince, onu onlar uydurdular. Biz onlara böyle bir şey emretmedik. Allah’ın rızasını aramak amacıyla böyle yaptılar, fakat gereğini de yerine getirmediler. Biz de içlerinden iman etmiş olanlara mükâfatlarını verdik, ama çoğu yoldan çıkmıştı.” (Hadid; 27).
Gelelim başlıkta yazan tarihin öyküsüne. 17. Yüzyılın ortalarına doğru İrlanda başpiskoposu James Ussher (1581-1656) yaratılışın kesin tarihini belirlemek için bazı çalışmalar yapmaya başladı. Onun çağdaşı olan, Cambridge Üniversitesi Rektör Yardımcısı John Lightfoot da bu çalışmalara katıldı ve ortaya bir sonuç çıktı: İ.Ö 23 Ekim 4004’ün sabah saat dokuzunda yaratılış vuku bulmuştu.
Peki Ussher’ın bu tarihi ortaya atmaktaki amacı neydi? Aslında bilimle dini uzlaştırmak istiyordu. Ancak senaryo, düşündüğünün tam tersine aktı ve çalışmaları neredeyse bir dogmaya dönüştü. Öyle ki, jeolojinin dünyanın uzun süreçler sonucunda oluştuğunu gösteren bulguları Ussher’ın kronolojisiyle karşı karşıya getiriliyor ve ateşli bir haklılık çabasına girişiliyordu.
İşte burası ilginç. Başlangıç tarihini özellikle saatine kadar söylemek cesaret isteyen bir iş olsa gerek. İ.Ö 23 Ekim 4004, saat sabah 9.00. Peki bundan sonra ne oldu? İnsanlar bu tarihe ne tepki verdi? Piskopos aforoz mu edildi yoksa tarihe mi geçti? Bizde yapılsa böyle bir çalışma ne tepki verirdik acaba? Daha önceleri, kıyametin yaşanacağı tarihi bulduğunu iddia eden pek çok kişi çıkmıştı. Ancak bu daha farklıydı. Yaşanmamış şeyler hakkında
Dünya Yaşlanıyor Elbette, din ve bilim çevreleri tarafından bu tarihe itiraz eden sesler de günden güne yükseliyordu. 22
meçhul
İnsanı en allak bullak eden şey de değişimin ivmesi, hızla ilerlemesi; ya da başka bir deyişle zamanın çökmesi. Taşın ilk kez yontulmasından, demirin ilk kez eritilmesine yaklaşık 3 milyon yıllık bir zaman geçti, ama demirin ilk eritilmesinden ilk hidrojen bombasına varmak yalnızca 3 bin yıl aldı.”
Birçok teolog, Ussher’ın hesabının güvenilir olmadığını zira Kitabı Mukaddes’te geçen ve Ussher’ın “oğlu” olarak aldığı ifadelerin “soyundan olan” anlamına geldiğini söylüyordu. Hatta Kitabı Mukaddes’in kronolojisinde dahi atlamalar olduğu dile getiriliyordu. Ayrıca takvimle ilgili sorunlar da vardı. Newton ve başka düşünürler ise, ellerinde gerçek kanıtları ya da düşüncelerini sınamalarını sağlayacak yöntemler olmamasına rağmen bazı kuramsal gerçeklere dayanarak 6000 yıllık geçmişe dair kuşkularını dile getiriyorlardı. Süre, çok daha uzun olmalıydı. Daha sonraları Charles Lyell, Principles of Geology (Jeolojinin İlkeleri) adlı kitabında, dünyanın yavaş yavaş ve hala işlemekte olan süreçlerle dönüştüğünü, dolayısıyla Newton’un ileri sürdüğü gibi (50.000 yıl), yani Kutsal Kitap tahminlerinden neredeyse on kat daha yaşlı olabileceğini savunuyordu. Kraliçe Victoria dönemine gelindiğindeyse (1837) birçok arkeolojik bulgu ortaya çıktı ve dünya bir anda milyonlarca yıl yaşlandı. 1830’lar, aynı zamanda genç Charles Darwin’in İngiliz Kraliyet Donanması’na ait olan meşhur Beagle’la, evrim kuramının temellerini ortaya koymasına yol açan araştırma gezilerine çıktığı yıllardır.
Yeri gelmişken evrim kuramı hakkında birkaç cümle yazarak yazımı bitirmekte fayda görüyorum. Ne yazık ki, çoğumuzun bu teoriyle ilgili ciddi önyargıları var. Yeterli araştırma yapılmadan yazılıp çiziliyor ve onca emeğin üstüne “Hayır, Adem paraşütle indi dünyaya” gibi komik cevaplarla yatılıyor. Evrim kuramının doğruluğu, yanlışlığı ya da dinle çelişip çelişmediği gibi konulara bu yazımda girmeyeceğim. Ancak asıl önemli olanın fanatikçe bir körlükle fikrimizi savunmak değil, gerçeğe ulaşmak olduğunu hatırlatmak için agnostik biyolog Thomas Henry Huxley tarafından bir tartışmada Piskopos Wilberforce’a verilmiş bir cevabı aktarmak istiyorum: “Hakikate kulaklarını tıkayan bir din adamı olmaktansa büyükbabamın bir maymun olduğunu teslim etmeyi yeğlerim.” “Maymunu” görüp asıl noktayı kaçırmayın yahut evrimin doğruluğu ya da yanlışlığını bir tarafa bırakıp işin “önyargı” kısmına odaklanın. Önyargılar, hakikate ulaşma yolunda büyük engellerdir. Bildiklerinizi sorgulayın vesselam.
Zamanı biraz daha sarıp 1900’lere geldiğimizde, ünlü fizikçiler Boltwood ve Rutherford’un dünyanın yaşının değil milyon, milyarlarla açıklanabileceğini söylediklerini görürüz. Bugün de yapılan araştırmalar sonucunda biliyoruz ki dünyamız yaklaşık 4.5 milyar yıllık bir geçmişe sahip.
Kaynaklar • Ronald Wright, İlerlemenin Kısa Tarihi, 1. Baskı, Aylak Kitap (2012) • Caner Taslaman, Evrim Teorisi Felsefe ve Tanrı, 6.Baskı, İstanbul Yayınevi (2013)
Zaman geçtikçe bilgimiz artıyor, dünyaya bakışımız değişiyor ve gelişiyor. Ronald Wright bu hususta hoş bir özet vermiş: “İlk zamanlar ile bugün arasında atılmış birkaç adımı sayalım isterseniz: Keskin taşlar, hayvan derileri, işe yarar kemik ve tahta parçaları, başıboş yangın, kontrollü ateş, yemek için tohumlar, ekmek için tohumlar, evler, köyler, çanakçömlek, kentler, metaller, tekerlekler, patlayıcılar. 23
Henüz küçüktüm 20 idi yaşım. Bindim bir minibüse, minibüsten indi naşım Attım ilk adımı, Hayallerim döküldü cebimden. Araba hızlıca uzaklaşırken kaçamadım onun elinden. Kesildi önce boynum Gözlerim takılı kaldı ağaçlara Annem şimdi ne yapıyor acaba? Direnirken o yaratığa Tırnaklarım geçti yüzüne. Kalmasın diye izim, Kesildi bileklerim. Yakıldım sonra Dünyada gördüm cehennemi Baba! İnsanlardan çok uzağa gömün küllerimi O kadar biliyordum ki korkulur “adam”lardan Biber gazını ayırmadım hiç çantamdan Lakin kullanacağım geçmedi aklımdan Vasiyetimdir analar! Etek boyu öğretmeyin artık kızlara, Gülme demeyin ulu orta. Anlatamadı gittiniz oğlanlarınıza Kadın sade et değil bu dünyada!
Meçhul
mechuldergi@gmail.com www.facebook.com/mechuldergi www.twitter.com/mechulfanzin