Meçhul Sayı 7 - Cemil Meriç

Page 1

Sayı 7 Ocak 2015 Fiyat: 2 TL

meçhul Aylık Fikir - Sanat Fanzini

“İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur. Maruz kalmaz, seçer.”

CEMİL MERİÇ Röportaj: Nurullah Genç “Yaşamak Yaralanmaktır” | Yasak Elma | Işık... Biraz Daha Işık


meçhul 3

17

Şiir

“Yaşamak, Yaralanmaktır”

Yalnız Papuçlar Gizem Bulut

5

Yasak Elma Esin Esma Paksoy

7

Işık... Biraz Daha Işık Aysu Ceren Özaydın

9

Köşeli Günbatımları Murat Kılıçaslan

10

Röportaj: Nurullah Genç Mehmet Emin Katırcı

13

Tarih

Oryantalizm ve Cemil Meriç

içindekiler

Mehmet Emin Katırcı

17

Şiir Sandviçsel Bir Yalnızlığın Dirimsel Uzantıları

Enes Taşbaşı

Tiyatro

Gizem Bulut

Fantastik Öykü

20

Yılbaşı Hediyesi

Zeynep Ulusoy

23

Sinema

Busem Soydeğer

Gezi

24

Aslında Anlatılandan Fazlası

Buket Toparslan

Celal Erhan Tetik

15

18

İnsana Direnen Sanat

Öykü

Felsefe/Teoloji

26

Geri Sayım

Sıfatsız Günlerin Ruhi

Alihan Varkan

Salih Aras Kapak Çizim: Faruk Genç Tasarım: Alihan Varkan


meçhul Mehmet Emin Katırcı

“Yaşamak, Yaralanmaktır” Işıklar hiç mi yanmaz? Kör kuyular mıdır hep kucağında yattıklarımız? Ve yalnızlıklar, bir çember içerisinde koşturan fareden farksız olmaz mı hiç? İşte böyle bir yalnızlığın girdabında boğulmaktaydı Cemil. Yirmi yaşındaydı, kafasında yaşadığı dünyayla içinde yaşadığı dünya arasında tahayyül edilemeyecek mesafeler vardı. Sürekli kaçmak istedi, bir aşka, bir kadına. En adisi olsa da bir kadının kokusu, bir kadının teninin sıcaklığıydı ona yalnızlığını unutturan. Ete duyulan tarifsiz açlık ve etin daveti. Buydu işte onu tiksindiği dünyadan bir nebze de olsa koparan. Bir irini bir başka irinle temizlemek… “O kadar, o kadar yalnızdı ki hayatına giren ilk kadını hatırlıyor. İki katlı kerpiçten bir bina. Kapıdan girince sağda bir laterna, solda ziyaretçilere mahsus birkaç sandalye. Ter kokusu, alkol kokusu, kadın kokusu. Ve sigara dumanı. Oradakilerin yüzünü hatırlayamıyor. Zaten bu murdar köy kerhanesine her gelişinde sadece tiksinti, sadece utanç duymuştu. … Ne korkunç! Herkes sıhhatli bir hayvan gibi çiftleşiyor.” Tiksinçlikle bahsettiği kerhane müdavimleri sıhhatli hayvanlar gibi çiftleşmeye devam ederken, Cemil’in evinde tarifsiz bir dram yaşanmaktaydı. Yatalak babası, dünyadan bihaber annesi ve işten kovulmuş ablası. İç dünyası bir harabeye dönmüş olan Cemil, dış dünyasını da kaybetmekteydi. Kitapları onun için Olimpos’tu. İçindeki tanrıları ancak o kitapların içinde yaşatabilirdi, ancak onları da çalıyorlardı. Tanrılar birer parya olmaktaydılar. Bir bir yoluyorlardı onları. Cemil kökünü kaybeden bir ağaçtı. “İşi yok, parası yok. İbni Mukaffa’nın kemiklerini kırar gibi birer birer ümitlerini kırdılar. Babası: yatağına çivili; annesi: dünyadan habersiz. Ablası: onu da işten çıkardılar. Hepsi defalarca okunan bir dolap kitap. Bir dolap kitap mı? Evet. Ama artık o dolabın yerinde yeller esiyor. Beynini yolar gibi, kitaplarını alıp götürdüler. Yok, kitabı da yok.” Beyninde yaşayan kendinden kurtulmak ve gerçekte yaşayan kendine kavuşmak için çırpınan Cemil, bunu gerçekleştirebilmek için, sürekli olarak iğrenerek bahsettiği kasaba kerhanesine

kaçmaktaydı. Kerhane onun ruhen çöküşü, bedenen yükselişiydi. Ete duyulan hasret, şehvetin narin parmaklarında okşanan baş, dolgun kalçaların tarifsiz yuvarlaklığı ve kadın memelerinin verdiği yumuşaklık duygusu. Bunları ancak bir kerhanede elde edebilirdi. Öyle bir yalnızlığın içindeydi ki “O kadar yalnızdım ki karanlıklardan İblis’in eli uzansa minnetle sıkardım.” diyordu. “Ama ne bir genç kızın, bir tek genç kızın bakışlarında sevgiye benzer bir pırıltı görmüş, ne yanı başında bir kadın vücudunun sıcaklığını duymuş.” Kadın, onun için tek kurtuluş buydu. Yüzünü avuçlarının içine alacak ve kulağına bir anne şefkatiyle sevgi sözcükleri fısıldayacak bir kadın. Bu kadın Linda’ydı. Onun tasviriyle bir “orospu” olan Linda… Ama yine umduğunu bulamayacaktı. “Fuhuş... Kasaba kerhanesinde genç bir kadın. Bu akşam ilk defa görüyor onu. … İlk defa olarak bir orospuya karşı sevgi duyuyor içinde. … Bir hafta sonrası için alınan randevu. Linda’yla buluşabilmek için evin hangi eşyasını sattığını hatırlamıyor. Bir akşam, annesi yirmisini çoktan aşan bu koca bebeği yatırdıktan sonra, koca bebek odasını terk edip karanlıklara dalıyor. O geceyi de pek hatırlamıyor. Yalnız, bir kadın etinin lezzetini ilk tadış. Aşk hakkında hiç bir fikri yok. Kadın nedir bilmiyor. Ve kasaba kerhanesinin bu hasta orospusuna tutuluş. Sonra., sonrasını nasıl anlatsın. Sonrası bugünkü hayatı ile bugünkü değer hükümleriyle ondan o kadar uzak, o kadar başka sanki. Kapatılan kerhane, baba evine getirilen orospu. Baba evinden kaçan orospu. Bir başkasına kaçan, bir başkasının evinde orospuya yapılan ricalar, izdivaç teklifleri. Linda’yla kaç gece yattı? Bir veya iki. Ama dünyada tek kadın vardı onun için. … Hayır! Linda kimseyi sevmiyordu. Kimseyi sevemezdi. Artık bir eşya idi o. Yalan söylemeğe memur bir eşya.” Bu kadın onun için ilerleyen yaşlarında adeta bir utanç vesikası olacaktı, sadece o mu diğerleri de bu utancın mimarlarından olacaklardı. Linda, ilk aşk, ilk dokunuş, bir kadının tenini ilk tadış. Linda günahların en büyüğü, en utanç verici 3


meçhul

Sonra Vali muavininin emriyle eşikten kaçırılan bir köpek gibi, öğretmen yardımcılığından dehleniyor. Evlenmesine imkân yok...” Ve ardından diğer kadınlar, hepsine ama hepsine evlenme teklif etti. Onunla deli diye dalga geçiyordu bu kadınlar. Kadınların ayakları altında ezilen bir gurur, kadınların söküp çıkardığı bir kalp ve o kalbi tekrar iyileştirecek kadını bekleyiş. Onun soyadını taşımayı kabul edecek kadın ne zaman gelecekti? “Linda, Emine ve sonrakiler., tutunmak istediği birer daldı. Düşen tutunacağı dalları seçmez. Ve hepsi de kuru bir dal kadar duygusuzdular. Linda, Emine ve sonrakiler.. Sonrakiler kim? Abanozdan Sevim. Onunla iki gece yaşadı ve âşık oldu. Sonra? Pansiyon komşusu Alis. Kendileri için kıvrandığı bu kadınların şimdi çehresini bile hatırlayamıyor. Aşk... Ne aşkı? Aşk bir seçiş. Onun karşısına bu kadınlar çıktı. Sevim şuursuz bir orospuydu, belki eski bir hizmetçi. Alis kültürsüz, iki çocuk doğurmuş, para canlısı bir başka orospu. Emine herhangi bir ilkokul öğretmeni hatta herhangi de diyemeyiz, bodur ve sevimsiz. Ama o bunların hepsini sevdi. Açtı, şefkate, kadına açtı. Hiçbiri yüz vermedi ona. Güldüler. Deliye bak dediler. İzdivaç teklif etti hepsine de, başka silahı yoktu, kendini öylesine küçük görüyordu, reddettiler. Onları seçmemişti, kader karşısına çıkarmıştı onları. Yalnız onları çıkarmıştı karşısına.”

olanıydı. Onu sevmeyen bir kadın için yaptıkları tam anlamıyla bir ruh yıkımını getiriyordu. “Hayatının bu ilk kadınından yalan da olsa sevgiye benzer tek kelime işitmedi. Ona nelerini feda etti. Haysiyetini. Ailesinin haysiyetini. Linda o evden de kaçtı. Bu manyak, mağruni kadınını şehir şehir aradılar. Karakollarda kuzinim diye ifade verdi. Linda kayboldu. Onunla beraber dünyanın bütün kadınları, hayatının bütün şiiriyeti. Ve hatıra olarak yıllarca, yıllarca devam eden bir vesvese, bir korku: frengi korkusu. O, Linda için, benzerini görmediği bir deli idi. İşsiz, parasız... Kültürü? Linda kültürü ne yapsın! Gençliği? Erkekliği? Linda iğreniyordu erkeklerden. O artık yalnız esrardan, yalnız kokainden anlıyordu. Bu otuz yaşındaki kadın genç adamın izdivaç teklifini kahkahalarla red etti. Haklıydı da. En acı hatıralar kelimeleşince nasıl bayağılaşıyor. Linda’yla münasebetleri üzerine hiçbir zaman ciddi bir tahlile girişmedi. Neden? Belki kendinden utanıyor, hayatının o devresinde yüzünü kızartmayacak tek gün yok. Onun için hafıza kusmuş o hatıraları. Ne yapabilirdi? Kadına susamıştı, şefkate susamıştı, hayata susamıştı. Yalnızdı. … Ve hiçbir ümidi, ama hiçbir ümidi kalmamıştı. Unutmak istiyordu. Yaşadığını unutmak istiyordu. Kitaplarını elinden almışlardı, istikbalini elinden almışlardı, onu ölüme mahkûm etmişlerdi.” Linda onun cehennemiydi ve bu cehenneme inanılmaz bir arzu duymaktaydı. Tenin tadına varan Cemil “Linda cehennemin ta kendisi olsa tereddüt etmeden kucağına atılırdı.” diyecek kadar ona hayrandı. Linda’nın gidişi ve sonrasında büyük bir çaresizlik içerisinde İstanbul’a gidiş Emine’yi tanımakla şekillenecekti. “Hayatına giren ikinci kadın Emine. Onu okuduğu romanlardan herhangi birinin kahramanı kadar bile hatırlamıyor. Şimdi ilk mektepte yardımcı öğretmendir. Yardımcı öğretmen. Emine Bursa Öğretmen Okulu’ndan mezun. Herhangi bir dişi. Bir sürü ümit, fakat kızın saçlarını bir kere bile okşayamadan bu “idylle” başlangıcı da sona eriyor. Emine için kırk elli sayfalık bir dünya edebiyatı şeması hazırladığını hatırlıyor. Emine kim bilir nerdedir şimdi?

Kurtuluş, kurtuluş nerede? O bir savaşın en büyük mağlubu ve hayatına giren kadınların bayağılığı: “Kaderin karşısına çıkardığı kadınların üçü de fahişe idiler. İkisi profesyonel, biri profesyonelimsi.” Bu kadınların bataklığından kurtulduktan sonra bir vaha ile karşılaştı, bu vaha Râyegân’dı. “Sonra Râyegân. Ve aşka çok benzeyen bir kristalizasyon. Sonra ayrılış ye ümitsizlik. Râyegân’ı da kader çıkarmıştı karşısına. Ama o bir genç kızdı. Kibar ve...“ diyordu onun için, ama onun elini bile tutamayacaktı. Hayal kırıklıkları biriktirmek onun kaderi olmuştu. Tâ ki Fevziye’ye kavuşana kadar ve sonrasında dilinde bir tek ad olacaktı: Lamia… Lamia… Lamia… 4

Kaynak: Jurnal 1-2 / Bu Ülke (İletişim Yayınları)


meçhul Esin Esma Paksoy

YASAK ELMA Yürüyen merdivenlerin sol tarafını işgal eden insanlara daha az tahammülüm var bugün. Çamurlu kaldırımlara daha bir kızgınım. Islık çalarak yahut amaçsız hayaller kurarak ilerleyemiyorum yolda. Kulaklarımda hep aynı soru çınlıyor, Cemil Meriç nasıl anlatılır? Anlatmaya nereden başlanır? Doğduğu tarihten itibaren mi? 12 Aralık 1916’da Reyhanlı, Hatay’da dünyaya gözlerini açtı Meriç! Ne kadar sevimsiz ve samimiyetsiz bir başlangıç. Anlatmak istediğim çocukluk yılları, hapishane ayları yahut ışığını kaybetmiş bir yazarın yaşayabileceği zorluklar değil ki. Ben Meriç’in “cennet ve cehennemini” anlatacağım. Yaşadığı dönemden yüz yıllar sonra bile konuşulacağına emin olduğu aşkını. “Cennete araftan gidilir, araftan ve cehennemden.” Cehenneminden kaçıp cennete koşuşunu… “Hem on sekiz yaşın çılgınlığını, hem kırk sekizin susuzluğunu…”

çalışmak lazımdı, ev lazımdı. Evlendi, sünnet olur gibi, askere gider gibi, manastıra çekilir gibi. Biraz utanarak, biraz istemeyerek, biraz korkarak… Ufuklara açılmadan limana giren zavallı gemi. Bununla beraber, karısı onunla hayatını birleştirmeye razı olan ilk kadındı. İzdivaç teklif ederken onun da ret edeceğinden emindi adeta. Adeta laf olsun diye yaptı bu teklifi. Nihayet her tanıdığı kadın gibi, hatta her tanıdığı kadından daha fazla, karısını da sevdi. Otuz beş, kırk yaşlarında olsa ve hayatı bütün mevsimleriyle yaşamış bulunsa hiç şüphe yok izdivaçların en bahtiyarı olurdu bu.” Lakin hayatı bütün mevsimleriyle yaşamamıştı ki Meriç. Doğduğu günden itibaren zordu onun için yaşamak. “ Şeytanla evlenecek kadar yalnızım.” diyordu Fevziye Hanımla evlenmeye karar verdikleri dönemde. İlk tutunduğu daldı bu şüphesiz ama cehenneminden çıkmaya yetmiyordu, yetmemişti işte. Evliliği vahaları olan bir çöldü onun için ve göğü yıldızlarla dolu: çocukları ve kitapları.

20’li yaşlarındaydı Meriç, evlenmek istiyordu. Sevmişti, hakkıydı onun da sevmek ama gönlü kime kaynadıysa buharı başında bulutlar olup yine sadece onu ıslatmıştı. Bu da olmayacaktı, biliyordu işte. Arkadaşı, Fevziye Hanımla tanıştırmak istediğinde adımlarında zerre ümit yoktu. Fakirdi üstelik. Fevziye Hanımla daha sonraki buluşmalarına para bulabilmek için kütüphanesinden kitap satacak kadar fakir. Fevziye 11 yaş büyüktü Meriç’ten. Zengin bir kadındı. Şu babadan zengin olanlardan. Buluştular, görüştüler birkaç kez. Hayatında ilk kez bir kadından ilgi görüyordu. Yine pek ümit etmeden, hatta istemeden, sırf yalnızlığından kurtulmak adına evlenme teklifi etti. Tabii ki Cemil Meriç üslubuyla : “ İçki içtim, fahişelerle düşüp kalktım, hapse girdim, çıktım. Ne dersiniz? Benimle evlenir misiniz?” Verilebilecek en hoş cevabı işitti Cemil: “Cesaretimi takdir edersiniz.”

Bir gün: “ Fevziye ışıklar mı söndü?” diyerek renklerini yitirdi. Işıkların sönmesi gibi ihtimali olan ama beklenmedik bir durumdu. Gönül renklerine kalıyordu işi. Sahi, artık kalbin tozunu alma zamanı gelmemiş miydi? Hatay’a ablasını ziyarete giderken sislerle kaplı olan hisleri, dönüş treninde gökkuşağı gibi renkliydi. Ömründe ilk kez bu denli mesuttu belki de. Lamia. Lamia ile tanışmıştı işte. Her aşk gibi bir tutam zamansızlık vardı bu aşkta da, gizli odalar vardı. Bir de bu odaların ardında sessizce bekleyen Fevziye Hanım’ın nefesi, gözyaşı, ümitsizliği. Zehirli çiçekler gibi dokunana zarar verecekti bu aşk. Meriç görüyordu bu zehri, farkındaydı yaşatacağı ve yaşamaya mahkûm kalacağı şeyleri. Ama her insan gibi, Âdem’den kalma bir alışkanlıkla

“Çocuk olmadı, genç olmadı. Avrupa’da olsa bir manastıra çekilirdi belki, orada kafasıyla yaşardı. Kafasıyla yaşamak için yaşamak. Yaşamak için 5


meçhul

belki, eline almak istiyordu o çiçeği. Âdem gibi cennetten kovulmakta yoktu işin ucunda hem, yeni bir cennet vaat edilmişti.

senin de maceran değil mi? Seni tanıyıncaya kadar rüyalarımın tek vatanı Paris’ti. Ruhumun haritasında tek şehir vardı: Paris. Paris yani Paris kadını. Bugün Paris benim için bir kıta. Paris’im de sensin İstanbul’um da. Bana hayatını anlatsana sevgilim. Reel ve muhayyel hayatını. Hatıralar, şiirle hakikatin kaynaşması. Senden uzakta, yalnız seni okurken yaşadığımı hissediyorum. ”

“Tanıştığımız ilk akşam, başka ismin yok mu diye sordum. Sesin berrak bir pınarın sesiydi, o mezbelede bir kuş gibi cıvıldıyordun. Bir çocuk sesiydi bu, ümidin rüyanın sesi. O isimle, bu ses aynı insana ait olamazdı, ikisinden biri yalancıydı. Lamia dedin ve ben Hind’i Lamia’ya verdim, Hind’i ve gönlümü. Lamya değil, Lamia. Bütün saffeti, bütün şirinliği, bütün ismiyle şark. Bir yıldızın ismi. Benim yıldızımın. Lamia kayadan fışkıran pınar, Lamia kozayı yırtan kelebek.”

Hissetmek… En son ne zaman hissettiniz? Bu aralar yüzümüze çarpan rüzgâr değil kastım. En son gerçekten en zaman hissettiniz? Kalbinizi, umudunuzu, umutsuzluğunuzu, yaşama istediğinizi ve aynı oranda ölme istediğinizi. Osmanlıdan kalma bir bestede iki ileri bir geri ürkek adımlar atmayı, korkmayı, korkmamayı, içten bir merhabayı en son ne zaman hissettiniz? Boş kalan sol tarafınızı, dolduğunu sandığınız tarafınızı yahut sizi tamamlayanlarınızı... Hissetmeden yaşıyoruz. Yağmuru bile hissedemiyoruz ki biz doğru dürüst. Nereden çıktığını anlamadığımız şemsiyeleri kapış kapış alıyoruz. Hissetmeden, hatta çoğu zaman yağmura sövüp sayıp yola öyle devam ediyoruz. Oysa bıraksak şu on adım sonra kırılacağını bildiğimiz aleti. Kaldırsak yüzümüzü göklere, bütün merhameti hissetsek yüzümün her bir zerresinde. Hissetmek, hissetmek adına yapılacak ilk iş budur bence.

İstanbul’dan mektuplar gönderiyordu Meriç. Her birinde özlem, kıskançlık, hüzün, kavuşma arzusu vardı. Her birinde cennet vardı, ayağını yakan cehennem ateşine rağmen koştuğu cennet. “Sana inanıyorum. Garip bir hipnoz hali. Bu yangına ne kadar devam edebileceğim? … Sesinde teslimiyet bulduğum için bana kızıyorsun. Tenimde sevimli tırnaklarının dolaştığını duyar gibi oluyorum. Ne kadar garip! Bensiz akacak gözyaşlarını kıskanıyorum. Onları dudaklarımla kurutmalıyım. Sana ait her şey benim. Bensiz ağlamaya hakkın yok, gülmeye de. Hem tevekkülünü kıskanırım, hem isyanını. Efendin değil miyim? Efendin ve kölen. Yani aşkın.” Hem efendisiydi bu aşkın hem kölesi. “Senin yanında bütün kadınlar gazete kâğıdından kırpılmış gibi düz, sığ, ruhsuz ve manasız… ”diyordu. Bütün kadınlar, yani Fevziye de dahildi bu tanıma. Gözlerindeki isyan, aşk ve kıskançlıkla kapının aralığından ışığı sızıyordu odaya. Görünmüyordu ama Meriç için ışıklar sönmese de görünmeyecekti. Çünkü “Paris”ini bulmuştu Meriç.

Cemil Meriç hissediyordu işte yine. Bu kez Lamia’yı değil, özlem yahut aşkı da değil. Fevziye… Ölmüştü. Sessizce. Kapı aralığındaki kırgın nefesi hissedilmiyordu artık. Artık kıldan ince kılıçtan keskin bir köprü vardı Meriç’in önünde. Kıldan ince kılıçtan keskin. Cennete mi gidersin? Kanayacak ayakların. Birbirine sahip çıkmayan düşüncelerine rağmen dengede kalmaya çalışacaksın. Özür dilerim Meriç başaramayacaksın! Kırdığın o kalple dengede duramazsın. Hayatının son anına kadar cennetin olacak yanında lakin sen ısırdığın o yasak elmanın tadına asla varamayacaksın!

“Yıllarca susuzdum. Dış dünyayla münasebetlerim bir fahişeninkine benziyordu. Hissetmeden veriyordum. Ve arıyordum. Bu 6

Kaynak: Jurnal 1-2 / Bu Ülke (İletişim Yayınları)


meçhul Aysu Ceren Özaydın

IŞIK... BİRAZ DAHA IŞIK fildişi kulemde, sanatın ve düşüncenin gökdelenlerini inşa etmek… Kader buna imkân vermedi. Nemesis’in parmakları gözlerime uzandı.”

Ardında bıraktığı onca keder, onca acıdan sonra sonunda kavuşabilmişti onunla hayatını birleştirmeyi kabul eden kadına. Fevziye, onun karanlık gecesinin şafağıydı. Ancak bu aydınlık, sadece ruhu aydınlatan bir aydınlık olarak kalacaktı. 1954 yılının bahar aylarından birinde beraberindeki Fevziye Hanım’la birlikte akrabası olan Ahmet Çipe’nin evine konuk olmuşlardı. Edebiyat ve sanatla dolu sohbetin yanında, yenilen leziz yemekler geceyi çok daha güzel kılmaktaydı. Gece yarısına doğru izin isteyen Meriç, iki katlı evin merdivenlerinden ağır ağır inmeye başlamıştı. Ağır inişinin sebebi 12,5 derece miyop olan gözleriydi, o gözler ki cenneti de görmüştü cehennemi de. Son basamağa gelen Meriç bu basamağın son basamak olduğunu kestiremedi ve boşa çıkan ayağı sendeleyip yere düşmesine neden oldu. Bir şeyi yoktu. Ayağı kalkıp üstünü başını düzeltti ve koluna giren Fevziye Hanım’la beraber sokağa çıktılar. Bir müddet yürüdükten sonra o dünyanın en acı sorusu Fevziye Hanım’ın kulaklarında çınlamaktaydı. Eşinden benzersiz sevgi sözcükleri duyan o kulaklar şimdi “Fevziye, elektrikler mi kesik, hiç bir şey göremiyorum.” sorusunu duymaktaydı. Cemil Meriç bir daha asla göremeyecekti. Karanlık ve ıssız geçmişi gibi artık geleceği de kararmıştı.

Ülkemizin, aydın sıfatını gerçekten hak eden ender düşünürlerinden; kıvrak zekâsı ve keskin kalemi ile her satırda kendine hayran bırakan, Balzac çevirilerine, Balzac’ın yazmak için ayırdığı zamandan daha fazlasını ayıracak kadar yaptığı işe saygı duyan bir mütercim; karanlıktan ışık saçan Cemil Meriç… “Bazen şükrediyor körlüğüne. Felaketine dört elle sarılmak istiyor. Körlük bir nevi ölüm. Hayır ölümden çok daha beter bir işkence. Öldükten sonra yaşamak gibi bir şey. Bir hortlak gibi yaşamak, şekillerin silindiği, güzelliklerin kaybolduğu düşman bir dünyada yaşamak. Dünyanın dışında yaşamak.” 38 yaşında söndü ışıkları Cemil Meriç’in, kör oldu. Bundan sonra bir 38 yıl daha ve bu sefer gözleri olmadan, yine de yılmadan, üreterek yaşadı. Yazın hayatında aydınlık bir yolda yürüyüp izinden gelenlere de ışık kaynağı olan düşünür, karanlık yıllarında da birbirinden kıymetli eserler vermeye devam etti. “Ben alışamadım körlüğe. Bu kelime telaffuz edildikçe büyük bir kabahat işlemişim gibi yüzüm kızarıyor. Gözlerimi göstermek istemiyorum. “ Körler, bütün ülkelerin paryasıydı. Kör müsün, kör olasıca, hay kör şeytan…”

“Görmek, yaşamaktır. Vuslattır görmek. Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış...” Artık çevresindeki tüm nesneler, tüm insanlar onun bu busesinden mahrum kalacaktı. Dış dünya kementsiz bir at gibi savrulup gidecekti. Tüm kucaklar artık kocaman bir karanlığı saracak ve bağrına basacaktı. Sevgilinin yüzü, artık görülemeyecekti. Tüm ışıklar sönmüştü.

Cemil Meriç’in bir de farklı yönü vardı ki; o da gözlerini kaybettiğinde isyan eden, intihar etmeyi bile düşünen, görmediği gözlerle Lamia Hanım’a aşık olan, kızının evlenmesini kıskanan bir Cemil Meriç... Başka bir deyişle insan Cemil Meriç... “Babam en yakın arkadaşımdı” diyen Ümit Meriç, 34 yıl Cemil Meriç’e asistanlık yaptı, günde 8-10 saate varan okumalarında babasına bu karanlık yolda adeta ışık oldu.

“Sessiz, uyuşuk, kendi kendine yeten bir hayat. Ve ebediyete yönelen bir ihtiras, ebediyete ve kâinata. Kelimeler dünyasının sultanı olmak, zindanımda, hayır 7


meçhul

‘’İçinde bulunduğumuz döneme göre okuyacağımız kitapları seçerdi. Kitap okurken örneğin Eflatun’la ilgili bir atıfta bulunulduysa onunla ilgili kütüphanemizde ne varsa indirilir ve okunurdu. Evdekiler yeterli görünmezse İktisat Fakültesi kitaplığından kitap getirilmesi istenirdi. Mümkün olan bütün yollardan o günkü çalışmamıza faydalı olması için dereler nehirler akıtılırdı. Babam, 12 bin kitaptan oluşan kütüphanesindeki bütün kitapların yerini bilir ve şu rafın şu sırasındaki şu kitabı indir diye söylerdi. ‘’ Ümit Meriç (Cemil Meriç’in kızı)

yerdir. Bir kadına hayranlık duyduğu gibi Paris’e hayranlık duymaktadır. Ancak kader hayatının ilk yıllarında olduğu gibi ona yine oyun oynayacaktır ve Paris’in tüm ışıklarını ona kapatacaktır.

Okuma aşkı 4 yaşındaki 4 derece miyop gözleri ile başlar Cemil Meriç’in. Rahatsızlığından önce de günde 12-14 saate yakın, masanın üzerine sandalye koyarak kitap okur tavandaki ışığa daha yakın olabilmek için...

Ameliyat yine başarısız olur. Ümitsizliğin bütün bedenini kavurduğu o günlerde acısını kalemiyle paylaşır;

“20 Ocak 1955… Bir elinde bavul, ötekinde baston. Bavulunda acıları, korkuları, ümitsizlikleri, bavulunda mazisi.” Paris’e doğru yol alır.

‘’Ben görmedim Paris’i... Paris evde yoktu… Ben rüyada gördüm Paris’i, gülümsedi ve kayboldu. Neden beni aramak için buralara kadar geldin diye sitem etti bakışları. Promete Kafdağı’na zincirlenmiş, ben hastaneye zincirliydim. Paris’te hastaneye zincirli olmak, hastaneye ve karanlığa. Reyhaniye’nin çamurlu sokaklarını, kerpiç kulübelerini ve maymun azmanı insanlarını, kötü yazılmış natüralist bir romanın esneten teferruatlarını okur gibi, yıllar yılı seyreden gözlerim, Paris’te kapalıydılar.”

Kimileri çok okumaktan kör oldu der. Aksine kitapları yolunu aydınlatan en büyük ışık kaynağı olmuştur hayatı boyunca. Yeri geldiğinde sırtındaki paltosunu satar kütüphanesine ekleyeceği yeni kitapları için, yeri gelir sırtında taşır evine sahaflardan topladığı kıymetlilerini. Okumaktan karanlık günlerinde de vazgeçmez, her eserde biraz daha yalnızlaşır, her esere gözlerinin ışığını verir biraz daha.

Yıllar yılı süren çileli yolculuğunda bitap düşen gözlerini kaybedince başlamıştır asıl macerası Cemil Meriç’in. Bilgece ve ozanca anlatır düşüncelerini hatta yaşadığı trajedileri de.

“Hernani’ye kaç yılımı gömdüm, kim farkına vardı, Emil’in önsözü ile en az bir ay uğraştığımı kime anlatabilirim.”

Büyük bir edebi lezzet ve özgünlük örneğidir Cemil Meriç yazını. En gerçekçi ve sert yazılarında bile gizli bir şiirsellik bulunur. Dil devrimiyle, bir toplumun belleğinin ve geçmişe dair yazınsal bağının tahrip edildiği gibi aykırı görüşleri vardır. Ömrünün (özellikle son döneminde) batı karşıtıdır...

Gözlerine yeniden sahip olmak, kütüphanesinde okuyabilmek için ömrünün geri kalanını günde yedi zeytin tanesiyle geçirmeye razıdır. Otuz sekiz yaşındadır ve gözlerini kaybetmiştir. Görme yeteneğini kaybettikten sonra başarısız ameliyatlar geçirir. Dostlarının maddi yardımıyla 1955 yılının ocak ayında Tarsus adlı gemiyle önce Marsilya’ya, oradan da tren ile Paris’e gider. Paris, onun için ruhun mabedi, yaratılmış tarifsiz şehir. Paris yeryüzünde en çok görmek istediği

Bugüne kadar hep düşünceleri ve fikirleri ile tartışılan Cemil Meriç, 13 Haziran 1987’de hayata görmeyen gözlerini yummuştur. 8

Kaynak: Jurnal 1-2 / Bu Ülke (İletişim Yayınları)


meçhul Murat Kılıçaslan

Köşeli Günbatımları Düğümleniyor şu varamadığımız kör kuyuların dibi. Çekip gidiyor bir mevsimin bitimi, akşamı beklemeden. Kimsesiz bir paspas altı kadar toz biriktirdik de üzerimize, Bir anahtarını dahi saklayamadık, şu çilingirsiz dünyanın. Koşar adımlarla tanıdık ve koşar adımlarla sevdik, Ve ne yazık ki koşar adımlarla ayrıldık birbirimizden. Bu bir tavşanın doğumu, yitimi ve ölümü. Hangi birimiz avcı ve hangimiz tavşanın gözlerinde aranan? Kaldığımız tek gözü olmayan odalarda balkon arardık. Bir çiçeğin tomurcuklarının patlaması, el uzatmasıydı bize güneşin. Umudu yedirmiştik de evin duvarlarına lapa bir sıva diye, Varamadığımız kör kuyuların dibindeki bir nebze ışık bu sebeptendi. Çıkışımız insan içine, hazırlamaktı bir çiçeğin soluşunu. Nasıl olurda bırakırdı mavi menekşe; dalını, toprağını, suyunu? Koca bir el vardı, üzerine koca bir el daha varırdı. Ve bu çiçeklerin intiharı hep ikindi vakitlerine kalırdı. Erdiğimiz günler karanlık değildi, balkonsuz çiçek ektiğimiz odalardan. Koşar adımlarla alıp veremediğimiz, varamadığız kendimizdi. O tavşan aklımızda, tüyleri ve gözleri kadar. Çiçeklerin intiharı da bizim yüzümüzden değildi. İkindi vaktinin güneşi, boynu bükük yakalardı menekşeleri.

9


meçhul Mehmet Emin Katırcı

NURULLAH GENÇ’LE EDEBİYAT KONUŞMALARI Yakın dönem Türk şiirinin en önemli isimlerinden olan Nurullah Genç 9 Eylül 1960’da Erzurum’da doğdu. Başarılı bir eğitim hayatından sonra akademisyenlik kariyerine başlayan Nurullah Genç, bu kariyeri profesörlük unvanıyla taçlandırdı. Türk edebiyatına üç önemli roman ve sayısız şiir kazandıran Genç, “Yağmur” n’at-ı ile okurunun zihnine kazındı. Sayısız başarıya imza atan ve bu başarıları aldığı ödüllerle taçlandıran Nurullah Genç sanat yaşamının yanında, akademik ve iktisadi kariyerine devam etmektedir. Kendisine yönelttiğimiz soruları büyük bir samimiyetle cevaplandıran şair, sanata ve edebiyata dair görüşlerini bizlerle paylaştı. Başlıyoruz…

zaten ruhumuza işlemiş, sonraki yıllarda okul hayatında şiir dediğimiz şeyin aslında büyük bir bilimsel disiplin de olduğunu ve bütün dünyayı ilgilendirdiğini, bütün kültürlerde var olduğunu, bizde özellikle divan edebiyatını düşündüğümüzde devasa örneklerinin bulunduğunu fark edince denemeler yapmaya başladık. Bu işi becerebildiğimizi görünce üzerine gittik. Bir de motivasyon çok önemli. Demek ki yürekte, içte o şiir gücü var. Bütün olumsuzluklara rağmen, bırakmamızı gerektiren her şeye rağmen bırakmadan devam ettik.

Mehmet Emin Katırcı: “Şair olacağım!” dediğiniz bir an oldu mu? Kalbinizdeki şiir ateşi nasıl alev aldı?

N: Köyüm ve köydeki hava beni ne kadar çok motive ettiyse, modern dünyanın çarkları da o kadar engellemeye çalıştı. Şiirin karın doyurmadığı ve bir işe yaramadığı zihniyetinin tavan yaptığı yıllardı o yıllar. Köydeki o güzel havayı ben şehirde bulamadım.

M: Bırakmanızı gerektiren unsurlardan kastınız nedir?

Nurullah Genç: Şair olayım diye bir fikri asla içimden geçirmedim. Bugün bile “Ben nasıl şair olmaya karar verdim?” bu sorunun cevabı yok. Çünkü ben zaten çocukluğumla birlikte şiirin içinde büyüdüm. Siz uzağında olursunuz şiirin fark edersiniz, tam bana göre bir şey ben şair olmalıyım dersiniz, yeteneğiniz varsa da çaba gösterir olursunuz ama ben zaten şiirin bahçesinde büyüdüm. Atalarım ilkokulun bile olmadığı bir köyde, uzun kış gecelerinde şiir sohbetleri yaparlardı. O sohbetlerin içerisinde büyüdüğümüz için de şiiri hayatın bir parçası olarak gördük. Keşke toplum şiiri hayatın bir parçası görse, her gün bir şiir okusa, üzerinde düşünse, şiirle birbirlerine muamele etse. Düşünsenize bakkala girip bir şey istiyorsunuz, bir beyitle size karşılık veriyorlar. Ya da siz herhangi bir şey isteyeceksiniz, Fuzûlî’den bir beyit okuyarak istiyorsunuz. Nasıl bir kültür seviyesi olur düşünün. Ama benim büyüdüğüm köy böyle bir köydü, insanlar birbirlerine dörtlüklerle muamele ederlerdi. O nedenle çocukluk yıllarım açısından çok şanslıyım. Şiir

M: Günümüz dünyasında bu hala böyle değil mi? Özellikle 1980 sonrasında şiirin düşüşü söz konusu, bu çöküş devam etmiyor mu? N: Kaçınılmaz olarak. Bu şiirin nasıl olduğu ve nasıl sunulduğuyla, şairle de alakalı ama aynı zamanda okuyucu kitlesiyle, toplumun kendi iç dinamikleriyle, okuma alışkanlığı ve düzeyiyle, kültürel yoğunlaşması ve birikimiyle de alakalı. Yani siz bilginin alt tabakasında yaşayan, günübirlik meşgaleleri hayatının en önemli hususu haline getiren, yemeyi içmeyi ve bazı zevkleri kendi dünyasının tavanına yerleştirmiş insan grupları için şiiri bir otağa, bir saraya, bir sığınağa dönüştüremezsiniz. Ve maalesef bu tip insanlar da sadece alt gelir düzeylerinde veya alt eğitim düzeylerinde yaşayacak diye bir şey de yok. Bakıyorsunuz en üst gelir düzeyinde veya eğitim düzeyinde birisi şiir söz konusu olduğunda bir şiir harabesine dönebiliyor. Benim köyümün 10


meçhul

dışındaki dünyanın gerçeği buydu. Tabii bu dünya içerisinde bir çaba, bir direniş gösterdim aslında ve başarılı oldum diye de düşünüyorum. Bütün olumsuz şartlara rağmen üzerine üzerine gittik şiirin ve o köyde atılan tohum Nurullah Genç’e dönüştü.

yıllara bakarsanız, dünya edebiyatı hiçbir yerde divan edebiyatıyla boy ölçüşemez. Çünkü biz Orta Asya’dan gelerek kendi milli kültürümüzü İslam’la birleştirip divan edebiyatı gibi dev bir edebiyata imza atmışız. 1400’lü yıllarda yaşamış, Timur’un çağdaşı, Fars edebiyatının en önemli isimlerinden birisi Şirazi’dir. Aynı yıllardaki divan şairlerine bakın, Hafız’dan geri kalır tarafları yok. Peki 1400’lü yıllardan aklınıza gelen çok güçlü batılı bir şair var mı? Aklınıza gelmez, 1600’lere gelip Shakespeare’i yakalamanız lazım. O yüzden dünya edebiyatı içerisinde bizim geçmiş edebiyatımızın konumu çok yüksek. İlerleyen süreçte her alanda yaşanan düşüş edebiyatımıza da yansımış, divan edebiyatının üzerinde bir edebiyat yaratamamışız maalesef. Açık ve net söylüyorum, Cumhuriyet dönemi edebiyatı divan edebiyatı ile boy ölçüşemez.

M: Türk şiirinde yeni isimlerin çıkacağına dair bir inancınız var mı? N: Umarım çıkar. Toplumlar şiirleriyle, sanatlarıyla, edebiyatlarıyla geleceğe kalırlar. Güçlü şairlerin ve sanatkârların oldukları toplumların da sesi gür çıkar. Biz önemli şairler, güçlü şairler yetiştiremezsek çok ciddi sorunlar doğar. M: Şiirin yanında roman da kaleme aldınız, İntizar-Yollar Dönüşe Gider-Tutkular Keder Oldu bu romanları oluşturmakta. Size “Roman mı? Şiir mi?” diye sormak istiyorum.

M: Türk şiir akımları hakkında yorumlarınız nelerdir? Kendinizi bir şiir akımına bağlı görüyor musunuz?

N: İkisi de edebiyatın bir parçası. Roman daha teknik ve elbette bir kabiliyet istiyor. Şiir yazmaya yeteneğiniz yoksa öğrenemezsiniz, roman yazmayı şu ya da bu şekilde öğrenirsiniz, romanın taklidi daha kolaydır. Ama güçlü, size has, geleceğe kalacak romanlar yazamazsınız. Romanın kendine has bir dili var, şairin problemi şiirin dilini romana bulaştırmasıdır biraz. Bir yazar, bir şair gereğini yaptığı zaman ikisini de çok iyi yapabilir diye düşünüyorum. Güçlü bütün şairler çok güçlü romancılar olabilirler. Olamamalarının sebebi şiirde kalmalarıdır.

N: Hiçbir akıma kendimi mensup görmüyorum. Benim hayatta olmadığımı zanneden insanlar beni Servet-i Fünun şairlerinden bile yaptılar. Ben yaşıyorum, etkileniyorum, öğreniyorum, öğrenmeye çalışıyorum, bilginin peşindeyim, şiirin izindeyim, yazıyorum. Benim hangi akım içerisinde olduğumu varsın edebiyat araştırmacıları söylesin. M: Şiirinizde açık bir mistisizm görülmekte, birçok şiirinizde yoğun dini motiflere rastlamaktayız. Şiirin içinde din olgusu sizin açınızdan ne denli önemlidir? Ve bu dini motiflerin kaynağı olarak neyi gösterebilirsiniz?

M: Türk edebiyatını dünya edebiyatı içerisinde konumlandırmanızı istesek edebiyatımızın yeri bu açıdan neresi olurdu?

N: Bu belli bir dini anlayıştan kaynaklanmıyor. Benim ruhum bu hayatın geçiciliğini, dünyadan sonraki hayatı kabullenmiş bir ruhtur. O nedenle sadece İslami anlamdaki bir motifi değil, din dışı bir unsuru bile mistik bir bakış açısı ile

N: Hakkaniyetli bir değerlendirme yapılsın, divan edebiyatının yazıldığı yıllarla dünya edebiyatının içinde bulunduğu durumu değerlendirelim. Divan edebiyatı bir zirvedir. Zirvede olduğu 11


meçhul

anlatabilecek bir ruhum var. Ben zaten dini unsurlara müracaat etmeden de, o sonsuzluk duygusuyla “ne kadar mistik bir yaklaşım” dedirten mısralar yazabilirim. İkinci olarak, dinin kaynağı olmayan ne var dünyada? Ya da dinin, kaynağı olmadığı ne var? Müziğin temelinde de din var. Sözün kaynağı nedir, şiirin kaynağı nedir? Bütün bunların kaynağı ontolojiktir. Dolayısıyla benim şiirlerimde mistik unsurlar olmasından daha doğal bir şey olmaz.

bütün boyutlarıyla yaşıyoruz. Temelde böyle bir problem var, kendimizi tanıtamıyoruz. Ben Necip Fazıl’ın dünyanın her yerinde tanınması gerektiğine inanıyorum. Orta Asya’ya gittiğimizde Nazım Hikmet bilinir. Çoğunlukla ideolojik temellidir. Bir de ideolojik problem var. Ülkemizde de ideolojik nedenlerden dolayı bir tanıtma ve tanınma sıkıntısı vardır. Mesela sol edebiyat bu tanıtma işini çok iyi yapar. Mensup olduğu ideolojiden aldığı güçle kendi içinden çıkan adamlara sahip çıkar. Sağ edebiyat bunu yapamaz. Sağ edebiyat kendi evlatlarına sıcak bakmaz ama öykünmeyi çok iyi becerir. Kendi mahallesinden birinin peşinden gitmek kendisine ağır gelir. Sağ cenahta bir aşağılık kompleksi yaşanmaktadır.

M: Şiirleriniz çeşitli telmihler barındırmakta. Ortadoğu tarihinden ve özellikle de bunun içinde Arap tarihinden birçok benzetme görülmekte. Tarih ve coğrafyanın şiir dilinizi ne boyutta etkiliyor? N: Medeniyet coğrafyadan etkilenir. Sıcak bir yerin ritüeliyle, soğuk bir yerin ritüeli farklı olabilir. Siz evrensel bir şiir metni yazmaya niyetliyseniz tek bir yere sıkışıp kalamazsınız. Bütün bu medeniyetleri gerektiği yerde şiirinizde değerlendirebilecek bir alt kabul ve yargıya da sahip olmanız gerekir. Bir şair zaten bütün bunları şiirin estetiği içerisinde hazmedip, konsantre hale getirip verebiliyorsa başarılı demektir. Şiir kuru bir söz olmaz ki. Şiir bir dünya kurar, onun içinde kültür yoksa, medeniyet yoksa ne işe yarar?

M: Hayran olduğunuz ve etkilendiğiniz şair veya şairler var mı? N: Belirli bir isim söyleyemem. Bir hayranlığı bir taraftarlık gibi, ondan başkası yokmuş gibi, en iyisi sadece oymuş gibi yaşamıyorum. Necip Fazıl’ı da sevdiğim biridir Yahya Kemal’de. Şirazi’yi de seviyorum Faruk Nafiz’i de. Sezai Karakoç’u da severim, İsmet Özel’de hoşuma gider. Ne yapacağız şimdi? Bir diğer yandan ben Nazım Hikmet’in atlılar şiirini çok severim, zaman zaman da okurum. Bir kişiyi ön plana çıkaran hayranlığın yanlış olduğunu düşünüyorum.

M: Edebiyatımızı hakkını vererek tanıttığımıza inanıyor musunuz?

Kısa Soru Cevaplar: M: En sevdiğiniz yerli yazar? N: Cemil Meriç M: En sevdiğiniz yerli şair? N: Fuzûlî, Necip Fazıl ve Yahya Kemal M: En sevdiğiniz yabancı yazar? N: Goethe, Puşkin, Victor Hugo M: En sevdiğiniz yabancı şair? N: Goethe M: Herkes bu kitabı okumalı dediğiniz kitap? N: Aliya İzzetbegoviç / Doğu ve Batı Arasında İslam.

N: Dünya ölçeğinde edebiyatımızı tanıtamıyoruz. Bunun nedeni doğu medeniyetinin kendisini anlatma problemidir. Son birkaç yüzyıldır kendi evlatlarına sıcak bakmayan bir medeniyetin içerisinde yaşıyoruz. Son iki yüzyıldır galip gelen batı medeniyetinin akli sıcaklığını hissedip onun mantığıyla yaşamaya başlayınca, bizden olan bize kötü görünmeye başlamıştır. Ev danası öküz olmaz sözü bizde vardır, başka bir millette duymadım. Yani kendimizden adam çıkmaz demeye getiriyoruz. Biz bunu millet olarak da 12


meçhul Celal Erhan Tetik

ORYANTALİZM VE CEMİL MERİÇ Bu yazımda Türkiye’nin önemli yazar ve düşünce adamı Cemil Meriç ve onun Oryantalizm (şarkiyatçılık) hakkındaki düşüncelerini işleyeceğim. İlk önce kısa da olsa Cemil Meriç’in hayatından bahsetmem gerekir. Meriç 12 Aralık 1916‘da Reyhanlı’da doğdu. Tam adı Hüseyin Cemil’dir. Banka memuru olan babası Niyazi Bey’in görevi nedeniyle yedi yaşına kadar Antakya’da kaldı. Eğitimine Reyhaniye (Reyhanlı) Rüştiyesinde başladı. Sonra Antakya’daki Lycee d’Antioche (Antakya Sultanisi) lise hayatına devam etti.

hız veren Meriç’in, dostlarının ve sevenlerinin okuma ve söylediklerini dikte etmeleriyle fikir hayatı devam etti. Cemil Meriç’in arayışlarla geçen fikir hayatı kendi yaptığı bir tasnife göre şu dönemlere ayrılır: 1917-1925: Koyu Müslümanlık devri, 1925-1936: Şoven milliyetçilik devri, 1936-1938: Sosyalistlik devri, 1938-1960: “Araf ” dediği kuluçka devri. 1960-1964: Hint devri, 1964’ten sonra ise sadece Osmanlıdır. Özellikle 1960 yılından sonra doğu medeniyetine karşı olan ön yargıları yıkmayı amaçladı. Bunun adına ilk telif kitabı olan Hint Edebiyatı’nı çıkardı. Daha sonra da bu konuyla ilgili “Bir Dünyanın Eşiğinde” kitabını çıkardı.

Ancak o sıralarda Antakya Fransız yönetimi altındaydı. Son sınıftaki milliyetçi tutumu nedeniyle okulundan mezun olamadı. Bunun üzerine 1936 yılında İstanbul’a gitti ve burada Pertevniyal Lisesi’ne yazıldı. İstanbul’da fikirlerini etkileyecek olan Nazım Hikmet ve Kerim Sadi ile tanıştı. 1936 Mayıs’ında geçim sıkıntısı nedeniyle Antakya’ya geri döndü ve Antakya Sultanisi’nde eğitimini tamamladı. 1939 yılına kadar öğretmenlik, tercümanlık ve kâtiplik gibi görevlerde bulundu. 1940’da İstanbul’a döndü 1942 yılında Yabancı Dil Yüksek okulundan mezun oldu.

Edward Said, Oryantalizm ve Cemil Meriç Meriç’in hayatından bahsettikten sonra asıl konum olan oryantalizme giriş yapmak istiyorum. İlk önce tanımını yapmak gerekir lakin kesin olarak üzerinde durulan bir tanımı yoktur. Ancak belirli bir tanım yapmak gerekirse oryantalizm, “bir düşünce biçimi ve uzmanlık alanı olması itibariyle ilk olarak Avrupa ve Asya arasında değişken tarihsel ve kültürel ilişkiyi, ikinci olarak XIX. yüzyılın ilk yarısından itibaren çeşitli Doğu kültürlerinin ve geleneklerinin incelenmesinde uzmanlaşmayı ifade eden Batı’daki bilimsel disiplini, üçüncü olarak da dünyanın Doğu olarak isimlendirilen bölgesi hakkındaki ideolojik varsayımları, imgeleri ve hayalî resimleri içerir.” Bu Yücel Bulut’un İslam Ansiklopedisindeki Oryantalizm tanımıdır. Ünlü teorisyen Edward Said oryantalizmin bu kadar masum bir akım olmadığını söyleyen ilk kişidir. 1978 yılında yazdığı meşhur “Oryantalizm” kitabı bilim dünyasını kasıp kavurmuştur. Özellikle doğulu aydınlar bu kitaba daha fazla ilgi duymuşlardır. Said’e göre batının yaptığı oryantalist çalışmalar masum bilgilerden ziyade doğuyu hegemonya altına alma arzularının bir ürünüdür. Ona göre batılı oryantalistler kendilerine uygun ve tamamlayıcı bir doğulu imajı oluşturmuştur. Ünlü

1941 yılından başlayarak yazıları İnsan, Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yayınlanmaya başladı. Elazığ Lisesi’ne Fransızca öğretmeni olarak atandı. Bu sırada da yine bir öğretmen olan Fevziye Menteşeoğlu ile evlendi. Ancak eşinin tayininin Elazığ’a çıkmaması nedeniyle İstanbul’a geri döndü. 1946 yılında İstanbul Üniversitesi’nde okutman olarak göreve başladı. Küçüklüğünden beri görme duyusu zayıftı. 1954 yılında geçirdiği bir dizi ameliyat başarısız geçince Paris’e gitti. Ancak buradaki müdahaleler başarısız olunca görme duyusunu tamamen kaybetti. Bu durum onu fazla etkilemedi aksine bizim bugün tanıdığımız Cemil Meriç’in oluşmasına vesile oldu. Çalışmalarına daha fazla 13


meçhul

araştırmacı Bernard Lewis ise bu düşüncelerine karşı çıkmıştır. Bu ikilinin oryantalizm üzerine ortaya attığı düşünceler günümüzde dahi tartışıla gelmektedir. Oryantalizm kitabı 1982 yılında “Oryantalizm: Sömürgeciliğin Keşif Kolu” adıyla Türkçeye çevrilmiştir. Bu çeviri sonrasında Türkiye ve doğu dünyasında Oryantalizm üzerine neşriyatlar hızlı bir şekilde artmıştır. Daha önce daha muhafazakâr kesimin ele aldığı konu bütün kesimleri ilgilendiren bir durum halini almıştır.

daha kötü duruma sokmuşlardır. Meriç hiçbir düşüncenin medeniyetleri birbirinden ayırmaması gerektiğini düşünmektedir. Bu bağlamda Edward Said’in oryantalizm düşüncesine katılmakla beraber bunun tam olarak doğru olmadığını belirtir. Evet batı oryantalizmi doğuyu hegemonyası altına almak adına kullanmıştır. Ancak bunda doğunun hiç mi suçu yoktur? Türkçenin en iyi sözlüğünü Redhouse, en iyi tarihini ise Hammer yazmıştır. İslam dünyasını dünyaya biz değil Avrupalı tanıtmıştır. Yani tüm oryantalistleri casus ve yalancı gibi göstermek doğru olmaz. Meriç batının “batı batıdır” “doğu doğudur” düşüncesine de karşı çıkar. Ona göre medeniyetler birbirine yardım ederek yükselir. Bu sebeple ne Avrupa’yı ne de kendimizi büyük görmeliyiz. Kendimizi büyük görmeyerek çeviri faaliyetlerine başlamalıyız. Aydınlarımızın ise Avrupa’yı büyük görmeyerek kendi dilini, dinini ve kültürünü iyi bilmesi gerekir. Ancak bu yolla kendi gelişimimizi tamamlayabiliriz. Meriç’in konferans konuşmasını size bir şekilde özetlemeye çalıştım. Bu konuşmadan da anlaşılacağı üzere oryantalizm konusu hala tartışılmakta ve etkileri hala devam etmektedir.

Cemil Meriç konuyla en fazla ilgilenenlerin başında geliyordu. 1981 yılında daha kitap Türkçeye çevrilmeden Edward Said ve kitabı hakkında Boğaziçi Üniversitesi’nde bir konferans vermiştir. Bu konferans Cemil Meriç’in konu hakkındaki düşüncelerini öğrenmemiz açısından çok önemlidir. Bu konferanstaki konuşmasını kısa bir şekilde özetlemek isterim. Meriç ilk önce Tanzimat’tan sonra Osmanlı’daki batı düşüncesindeki değişime vurgu yapmıştır. Daha öncesinde batı cahillik ve şerri temsil ediyordu. Ancak zaman içinde devletin batı karşısında giderek geride kalması Osmanlı’nın düşüncesini değiştirmiştir. Özellikle son dönem Osmanlı aydınları batılıdan çok batıcı olmuşlardır. Bu kişilere göre doğu miskin ve sefalet içindedir. Bütün talihsizliğimiz doğulu olmamızdır. Bu düşünce batılıların bize biçtiği ölçülerdir. Türk aydınları bunlara yenilerini ekleyerek durumu

Kaynaklar • Edward Said, Oryantalizm:Sömürgeciliğin Keşif Kolu,Pınar Yayınları,İstanbul. • “Cemil Meriç Boğaziçi Üniversitesi Konferans Konuşması” • Mustafa Armağan,”Meriç,Cemil”,TDV İslam Ansiklopedisi,c29,s.190-191. • Yücel Bulut,”Oryantalizm”,TDV İslam Ansiklopedisi,c33,s.428-437. • Ali Ş. Çoruk,”Oryantalizm Üzerine Notlar”,AKÜ Sosyal Bilimler Dergisi,c.9,sayı 2,Aralık 2007. 14


meçhul Salih Aras

SIFATSIZ GÜNLERİN RUHİ yere fırlatıp üstüne bastı. Montunu iki yanından çekiştirip üzerini düzeltti. Fötr şapkasını öne doğru eğdi. Ellerini montunun cebine sokup kızı takip etmeye başladı. Böylesine kalabalığın içinde onu kaybetmemek için çantasının rengini kafasına kazıdı. Şimdi daha güvende hissediyordu kendini. Belki de hep böyle yapmalıydı. Sevdiği kadınları kalabalığın içinde kaybetmemek için renkleri kullanmalıydı. Zira kadınlar kalabalıkların içinde kaybolmaya oldukça müsait varlıklardı. kız yolun karşısına geçti. Ruhi ışığa takıldı. Renkler yardımcı olabileceği gibi sıkıntı da çıkarabiliyorlardı. Gözleriyle kızı daha rahat takip edebilmek için fötr şapkasını yukarıya kaldırdı. Neyse ki bir mağazaya girdi kız. Mağaza’nın adı neydi? Zara. Evet Zara. Hemen mağazanın ismini aklına kazıdı Ruhi. Yolun karşısına geçip mağazanın yan tarafında, yere serilmiş birkaç çift ayakkabıya baktı. Elini ayakkabının içine sokup burnuna bastırdı. İçini iyice açıp markasına baktı. Fiyatını sordu. Markasına göre gayet ucuzdu. Belli ki çalıntı ayakkabılardı. Bu yüzden ayakkabıyı yerine bıraktı. Dönüp bir daha ayakkabıya baktı. “Hayır, almamalıyım” dedi kendi kendine. “İyi de sen çalmadın ki” dedi içindeki ses.

Sıfatsız bir adamdı Ruhi. Sokakta gördüğü kadınlara laf atardı içinden. Kimi zaman ise işi gücü yokmuş gibi… Sahi işi de gücü de yoktu Ruhi’nin. Akşama kadar sokaklarda dolanır, gözüne kestirdiği kadınlara içinden laf atar ve onlarla yattığını hayal ederdi. Akşam olduğunda ise babasının mirası olan fırına gider, hasılatı alır, evine çekilir; Bilgisayar, bolca köpük ve küvetle alem yapardı kendine. İnancı gereği içki içmezdi Ruhi. Zaten inancı gereği bir tek içki içmezdi. Kadınlarla birlikte olamamasının gereği ise cesaretti. Yine bir gün Ekim ayında Beyazıt civarlarında dolaşıyordu Ruhi. Buralarda dolaşmasının sebebi üniversiteden boşalan kızlar ve yine oralarda bolca bulunan yabancı turistlerdi. Boş bulduğu banklardan birine oturmuş meydanı seyrediyor, sigarasını tellendirirken karanlığın içinde kaybolan kadınları süzüyordu. Her biri birbirinden güzeldi. Fakat bir tanesi, yalnızca bir tanesi Ruhi’nin aklını başından almıştı. Daracık eteği ya da deri ceketi onu da geçtim kıvırcık saçı bile yoktu bu kızın. Akşam olunca muhayyilesini fitilleyecek tek bir unsuru bile bulunmayan bir kızı ne diye takip ediyordu şimdi. Kendisi de bu sorunun cevabını verememişti. Sigarasını

- Olsun yine de bir hırsıza hizmet edeceksin. - Ne alakası var şimdi mağaza sahipleri çok mu temiz insanlar? - Saçma sapan konuşma. Çok iyi biliyorsun ki bu ayakkabıyı alman günah! - Bir dakika bu adamın hırsız olduğunu nerden biliyorsun? Kız mağazadan çıkıp Vezneciler’in ıslak kalabalığına daldı. Bizim Ruhi gizli görev adamı gibi fötr şapkasını önüne eğip kızın peşine düştü. Mağaza mağaza gezmekten korkuyordu Ruhi. Ama her ne olursa olsun Bu sefer kararlıydı bir kadınla konuşmaya. Amaaan bu da kadın mıydı? Kız mı? Yoksa bayan mı? Bunların da hiçbir önemi yoktu. Sadece ufak bir merhaba diyebilmeliydi. 15


meçhul

Levent durağında indi kız. Peşinden de Ruhi. Yürüyen merdivenin sağ tarafında bekliyordu kız. Kimse var mı diye Sola doğru kafasını çıkardı. Yoktu. Sol taraftan yürümeye başladı kız. Ruhi de peşinden gitti. Artık omzuna dokunup bir merhaba demeliydi Ruhi. Kız Çeliktepe’nin gecekondularını bir bir geçiyordu. peşine de Ruhi. Yürürken iki kere dönüp arkasına baktı kız akabinde adımlarını hızlandırdı. Al işte anlamıştı her şeyi. Bir çuval inciri berbat etmişti Ruhi. Devam etmeli miydi? Kesinlikle. En azından ufak bir merhaba diyebilmeliydi. Ruhi de adımlarını hızlandırdı. Kıza yetişebilmek için daha çok hızlandırdı. Kız koşmaya başladı. Devam etmeli miydi? Kesinlikle, merhaba…

Kız elini cebine atıp kulaklığını çıkardı. Kulaklığın yanındaki harflerden hangisinin hangi kulağına geleceğine hemence karar verdi. Metronun merdivenlerinden inmeye başladı. Ruhi bir an tereddüt etti. Takip etmeli miydi? Kesinlikle. Ufak bir merhaba diyebilmeliydi. Bir anlığına da olsa metronun koridorunda yalnızca ikisi kalmıştı. İlerden keman sesi geliyordu. Yine ilerden az önce kemaniste yem atar gibi para atan insanlar geliyordu. Ve bu insanlar birbirleriyle yarışıyorlardı. Ruhi bir an fark edilmenin tereddüdünü yaşarken kız, kemaniste ayıp olmasın diye kulaklığını çıkardı. Bu hareket Ruhi’nin çok hoşuna gitmişti ve kemanistin yanından geçerken o da şapkasını çıkardı. Turnikelere geldiğinde kızın akbilinde kaç para kaldığına baktı. Akbili aylıktı. Ruhi’ninkinde ise üç lira para kalmıştı. Takibe devam etmeli miydi? Kesinlikle. En azından ufak bir merhaba diyebilmeliydi. Boş bulduğu banka oturdu kız. Ruhi’nin canı sigara çekti. Az sonra metro geldi. Aynı vagona binmeliydiler. Öyle de oldu. Fakat bir an Ruhi’nin onu fark ettiğini sezmiş gibi Ruhi’ye baktı. Ruhi omuzlarını havaya kaldırıp ceketinin içine saklanmaya çalıştı. Rahat hareketler sergilemeli ve bundan sonrası için daha dikkatli olması gerekiyordu. Birkaç durak geçti. Evini, bilgisayarını ve banyosunu düşündü Ruhi. Devam etmeli miydi? Kesinlikle.

“İmdaat” diye çığlık attı kız. Şehrin güçlü erkekleri Ruhi’nin önünü kesti. Kalabalık Ruhi’nin üstüne çullandı. Nereden ve neden geldiğini anlamadığı tekmeler yiyordu Ruhi. Az sonra bir kadın çığlığı duyuldu: “Bırakın onuu.” Şehrin güçlü erkeklerini zarif elleriyle ayırdı birbirinden. Ruhi’yi yerden kaldırdı. Montunu iki yanından çekiştirerek üzerini düzeltti. Fötr şapkasını öne eğdi. Yerde yanmakta olan sigarasının üstüne bastı. Zara marka çantası vardı. Ruhi’ye bir çift ayakkabı verip kalabalığın içinde kayboldu.

16


meçhul

Saatler yağmuru gösteriyor Islak bir sokakta papuçlarım Eksik ıstanbul... Ne Galata sahip çıkabilmiş ona, Ne sen, ne de ben... Eksikliğiyle buruşturulup atılmış, Karalanmış bir kağıt üzerinde duran papuçlarım ve ben, Korkmamasını söylüyoruz ıstanbul’a. Çünkü karanlıklar bizim. Yağmur bizim avuçlarımızda. Avuçlarımızı açıp gösteriyoruz tertemizliğimizi. Hisset, diyoruz sıcaklığını boşluğunda yüreğimizin. Anla, diyoruz sahipsizliğimizi. Sen bize sırtını yasladın, biz sana yüreğimizi açtık. Yalnız değilsin! Yalnızlıklarımızı kavuşturduk artık, ki utanmalar bitsin. Sen korkma ıstanbul... Bir tek biz korkarız karanlıklardan, O sokaklarda ellerimiz soğuk, yalnız dolaştığımızda...

Yalnız Papuçlar Gizem Bulut

Yollar ki uzar gider en kalabalıklara Bir ekmeği orta yerinden bölüyorsun İki yeşil balondur herhalde mutluluk Zeytinleri tek tek diziyorsun içine ekmeğin Bütüne varma çabasıdır insan Peyniri kesiyorsun yavaş yavaş

Sandviçsel Bir Yalnızlığın Dirimsel Uzantıları Enes Taşbaşı

Elbet birinindir o çizgili yüz Uzanıyorsun üst raftaki tabağa Düz yolun iki yanı kuş boşluğu Dolaptan bardağı alıyorsun Garip kıyılarla dolu bu şehrin avuçları Meyve suyunu bardağa koyuyorsun Sil sonsuz beyazlığımızdan açlığımızı Bu kenti yırt en yerlerimizden Bir şeyler kat bir şeyler kat mavimize Kendinden olsun 17


meçhul Gizem Bulut

İNSANA DİRENEN SANAT Şu sıralar tiyatroda ahlak ve erdemin sorgulandığını düşünüyorum. İnsanlar hem kendilerini hem de çevresindeki ilgili kişileri bu kanaldan değerlendiriyor… Konuyu biraz daha açacak olursak; tiyatronun bir avuç insan tarafından keyfi bir (gereksiz) iş olarak yapıldığını düşünen bir toplulukla karşı karşıya kaldığınızda, ya onlardan yana olmanız ya da karşı durmanız beklenir ki yeriniz belli olsun…

tam da ortasında duruyorken, kimilerinin görünmesini istemediği şeyleri anlatmak gerekirken, nasıl oluyor da susuyor tiyatro? Tabii ki yıldırma politikası uygulanıyor ve insanların hayatlarıyla oynanıyor… Kimse ‘hey kardeşim, bunu yapamazsın!’ ya da ‘konuşmak bizim de hakkımız’ diyemiyor… Diyenlerin de ağız payı çok sert bir şekilde veriliyor… Bu durumu her alanda görüyoruz ve boyun eğiyoruz… Direnen ve doğrular için diretenlerin yanında durmuyor hiç kimse… Bana dokunmayan yılan bin yaşasın deyimini kendine ilke edinmiş insanlar topluluğu gittikçe çoğalıyor… Ve tiyatro insana rağmen var olmaya çalışıyor… Tiyatro, insana direniyor…

Sanat ve sanatçı her çağda yaralar almış ancak buna rağmen ayakta durmayı bilmiş ve ilerlemiştir… Karanlık Çağ’da bile gizli kapaklı da olsa sanatçılar kuytu köşelerde sanat yapmış ve hatta en kuvvetli sanat dalı olan tiyatro kilisede insanlara dini anlatma aracı olarak kullanılmıştır… Tüm bu dönemlerde tiyatro kendi içerisinde gelişim gösterirken, tiyatro yapan kişiler de tiyatronun yaşamasını ve kalıcı olmasını sağlamıştır. Peki, geçmişten günümüze böylesine güçlü gelen tiyatro sanatı nasıl oluyor da şimdi susuyor? Geçmiş günlerden bu yana ne değişti? Sanat insansız dönüşemeyeceğine göre, insanoğlunun gelişmeye ara verdiği çok açık…

Tiyatro, Her Zaman Muhalifti ve Daima Muhalif Kalacak Tiyatro her zaman muhalif kalacak, demişti bir usta… Haklıydı… Hem neden muhalif olmasındı ki? İnsana insanı insanca anlatmak tanımıyla yola çıkan bu sanat neden şimdi susmayı tercih etsindi? Bunca yasağa, kısıtlamaya ve baskıya rağmen direnen insanlar, tiyatroyu direnme yolu olarak seçen insanlar, yollarına devam ederken kimi kurum ve kuruluşun altında çalışmaktan men edilmiş durumda… Kimileri ise susmayı tercih edip, hissiz bir kabullenişle oldukları yerden, koltuklarından, vazgeçmedi… Vazgeçemedi… Bu durumlardan sonra yeni tiyatrolar açıldı, yeni metinler yazıldı ve tiyatro için yeni bir dönem başladı… Bulundukları yerden/konumdan vazgeçemeyenler yerinde sayarken, ayrı kalmayı tercih etmiş, baskılardan korkmamış insanlar tiyatroyu yeni gelişim sürecine sokmuştur…

İnsan’a Direnen Tiyatro Sanatı Tiyatro, daima dünyada olup bitenleri, olabilecekleri ya da olamayacakları anlatmıştır. Her metin bir derdi anlatır… Bu dert ister politik ister apolitik olsun, evrene aittir… Kimi belli topluluklara kimi tek bir kişiye kimi ise tüm dünyaya hitap eder… Şimdilerde, savaşların

Tiyatro’nun Neyi Vardı Ki? Yeni dönemde, -ben bu döneme tiyatronun modern direniş çağı diyorum-, ödeneksiz, zor koşullar altında bir araya gelmiş topluluklar dekorsuz, kostümsüz, aksesuarsız oyunlar ortaya koymaya, hatta metni bile yok sayıp sözsüz 18


meçhul

oyunlar yapmaya başladı… Tiyatro, ışığıyla, metniyle, dekoruyla, kostümüyle, oyuncusuyla, sahnesiyle ve seyircisiyle bir arada var olan bir sanat yapıtıdır ve fakat bu hiçbir zaman birkaçı eksikse tiyatro yapılamaz anlamına gelmemektedir… Yani yalnızca oyuncu ve seyirciyle, ışık/dekor/kostüm vb olmaksızın da tiyatro yapılabilir… Ki zaten tiyatronun doğduğu günden bu yana ortaya çıkan akımlar ve yeniliklerden başka neyi vardı ki? Elle tutulur tek özelliği bir karşı duruş sergilemekle yükümlü olması, daima izleyiciye bir şey anlatması yönünde olmuştur… Buna karşı çıkan kuramcılar, tiyatro sanatçıları ya da eleştirmenler elbette var ancak bence hiç kimse bir sahne sanatının hiçbir şey anlatmadan sahnelenir olması durumunu iddia edemez…

doğru yoldan ve inançlarımızdan alıkoymamalı… Saf ve tertemiz zihinlerle, tertemiz yüreklerle aydınlığa yol açmalı ve buna öncü olan sanatları da yanımıza almalıyız… Her açıdan sorgulanmayı kendine borç bilen tiyatro sanatı ve sanatkârı zorlu yolculuğunda birçoklarımızın kalemine konu oldu… Ben de elimden geldiğince derdimi anlatmaya çalıştım… Belki hiçbir şey anlatamadım belki de çok şey anlattım… Bilmiyorum… Yalnızca, sanatı yalnız bırakmayın diyebilmeyi başardıysam sanırım bu benim için yeterli olacaktır… Sevgiyle ve dostlukla…

İnsana Ait, İnsana Rağmen Sanata karşı duran ve hatta sanattan korkan insanlara rağmen tiyatro yapmayı bırakmayan azınlık kesim, tiyatro ile ulaştığı seyirciye insana ait tüm gerçekliği anlatmaya devam ediyor… Kimine göre doğru kimine göre yanlış… Her adımda daha da aydınlığa kavuşmak için sanatla yoluna devam etmek en erdemli olanı… Dünyada olan dünyada kalır derler ya hani… Sanat yaparak dünyaya ne bırakacağız peki? Erdemli olanlarımız boyun eğmeden sanat yaparak, geride cesaretlerinin belgesini bırakacak… Ki dünya kim olduklarını ve ne yaptıklarını görsün… Hiçbirimiz ne kadar yaşayacağımızı ya da ölüm vaktimizi bilmiyoruz… Ama şu kısacık hayatlarımızdan geriye yalnızca gelecek yeni nesillerin adımızı anarken duyacakları gurur kalacak… Yazımın başında bahsettiğim erdem ve ahlak’ın sorgulandığı bir dönemin içinde oluşumuz bizi 19


meçhul Zeynep Ulusoy

YILBAŞI HEDİYESİ Yine yazamamıştı. Sayfaların üzerinde kalem bir yazıp bir karalıyordu. Kurşun kalemlerin artık arkası silgili olanlarını kullanıyor, tükenmez kalemleri yazmaktan değil karalamaktan tükeniyordu. Bilgisayara yazdıkları ise daha kötüydü. Yazdıklarını silince geri de okuyamıyordu. Sanki her sildiği satır bir öncekinin aynısıydı. Sil-yaz, sil-yaz, yaz-karala, yaz, yaz, yaz… Elindeki acımış ucuz kahveyi kim bilir kaçıncı kez ısıtmıştı. Hem de mikrodalga fırında. Bir tembellik çökmüş gibiydi üzerine. Yazar tıkanması dediği şey nihayet başına gelmişti. Editörüne üç gün içinde düzgün bir yazı vermezse hali yamandı.

“Bize bu iş için maaş veriyorlar Oskri, alışmalısın artık evlat.” Sabrı tükenen ses hışırtılıydı. “Saçmalama bize maaş falan verdikleri yok! Televizyon denen o kutuya çok fazla bakıyorsun. Onlar tembeller ve tüm işi biz yapıyoruz.” Yine Oskri konuşmuştu ama cevaplayan başka bir huysuz sesti: “Eğer yapmazsan sen de onlar kadar tembel sayılırsın!” Daha tok ve daha sinirli bir sesti bu. “Bu doğru değil Binklong.” Oskri küskün bir sesle itiraz etmeye çalıştı ama çoktan yenildiğini biliyordu.

Belki de kahvelerin kötülüğü üzerine yazmalıydı. ‘Eminim’ diye düşündü beyhude çabalarken ‘bu konuda çok daha fazla şey yazabilirdim.’ Ama hayır! Yayıncılar ondan bayat kahve tadında bayat hikâyeler istemiyordu. Onlar özgün güzel yazılar istiyordu. Tesadüfen yazdığı bir iki anlamlı roman ödül alınca havaya girmiş olduğu için kendine kızdı. Böyle olmamalıydı. ‘Kendine çekidüzen ver dostum’ dedi içindeki tenkitçi ses ve o da itaatkâr bir çocuk gibi tekrar işe koyulmaya koyuldu.

Nihayet vida gevşedi ve döşemeden üç yer cücesi evin içine girdi. Yeşil yelekler, yakasız beyaz kolları kıvrılmış gömlekler ve kırmızı pantolon giymişlerdi. Minnacık elleri pek mahirdi. Televizyon kablolarının yanında durup evin içine bir göz attılar. Darmadağın duruyordu. Fenflee “tabi burada bir şey yazamazsın! İlham gelmesi için ortalarda karışıklıktan başka bir şey yok” diye söylendi. Düğme gibi minik burnuyla etrafı kokladı. Kalemin kâğıdın kokusunu alınca “Heh! İşte orada!” diyip mini adımlarıyla masaya tırmanmaya koyuldu. Diğer ikisi de peşi sıra geldiler.

Gece yarısını biraz geçe hala bir şey yazamamışken uyuyakaldı. Oturduğu çatı katının bozuk mutfak musluğundan damlayan suyun sesi ninni gibiydi. Derin uykusunda rüyalar görürken musluk sesine bir de gevşek vidanın çevrilme sesi katıldı. Rüyasının ortasında kim bilir neler gören Edrick, koltukta mırıldanıp burnunu kaşıdı ve diğer tarafa döndü. Uykusunu bölmeye niyeti yoktu. Zaten her zaman ağır bir uykusu olmuştu. Vida biraz daha dönerken duvar döşemesinin ardından sızlanan sesler duyuldu.

Dostane bir şekilde kalem ve kâğıda dokundu. “Bakalım ne yazmaya çalışmış?” Cebinden yeşil bir kese, kesenin içinden de biraz parlak toz çıkarıp üzerlerine serpiştirdi. Kalem dile gelmiş gibi kâğıdın üzerine kalkıp yazmaya başladı. Binklong ve Oskri de ceplerinden çıkardıkları keselerden birer çimdik tozu avuçlarına alıp ileri doğru üflediler. Toz taneleri havada uçarken çoğaldı. Bir kısmı yerdeki ve çöpteki kâğıtların üzerine düşüp onları tek tek açıp, temizleyip çıkarıp masanın üzerine düzgünce serilmesini

“Gerçekten gerek var mı Fenflee?” Genç ve bıkkın bir sesti bu.

20


meçhul

sağlarken bir kısmı da bilgisayarı sarıp yazı programında ne silinmiş ise düzgün dosyalar halinde bilgisayarın masa üstüne topluyordu.

konumuzla ilgili olmaz değil mi?” Fenflee onu iğnelese de genç cüce aldırış etmemişti. O köpekleri severdi.

Oskri “gerçekten bir ilham perisine ihtiyacı var bu zavallının, şuna baksanıza sadece ikişer cümle yazabilmiş.”

“22 Aralık’tayız. Neden tüm bunları Noel ve Yeni Yıl ile bağdaştıracak bir şeyler yazmıyoruz?”

“Ne kâğıt israfı ama madem silecek öyleyse bilgisayarda yapsaydı ne demeye kâğıtları harcadı?”

“Çünkü sevgili dostum” dedi Fenflee “bu evde Noel Ruhu denen şeyden zerre kadar yok. Adamın sevgilisi yok, köpeği yok, süslenecek plastikten bir ağacı bile yok.”

“Pek şikâyetçisiniz bakıyorum, eliniz çalışsın diliniz değil!”

“Eh o zaman bu yok-oğlu-yok için bir şeyler yapmalıyız. Belki küçük bir dokunuş-“

Birkaç saniye sonra tasnif işi bitince üç cüce, masanın üzerindeki kalın, ciltli, üzerine kahve konmaktan cildinin çeşitli yerlerinde halka izi çıkmış kitabın üzerine çıkıp eleştirel gözle yazılanları okumaya başladı.

“Hayır!” Diğer iki cüce Binklong cebinden beyaz kesesini çıkarıp içinden bir tutam kırmızı yıldız tozu alırken durdurdular. “Kurallar belli, edemeyiz!”

“Paris’te Aşk aman ne orijinal! Henüz bir sevgilisi bile yokken aşk hakkında yazmayı nasıl düşünüyor acaba?”

aşka

doğrudan

müdahale

Bir horultu duyup irkildiler. Oskri’nin gözleri masa ile geldikleri prizin mesafesini ölçmek için ikisi arasında gidip geldi. Nafile. Tüm gürültüye rağmen Edrick uyanmamıştı.

“Peki bu neymiş?” “Hımm, konuşan köpekler.”

“Kahve’nin uyku kaçırdığını söyleyenlere inanmıyorum” dedi Fenflee ters ters. “Baksanıza şuna, nasıl da uyuyor.”

“Köpekler sevimlidir” diye fikir beyan etti Oskri. “Ama haklarında ilgi uyandırıcı bir şey yazamasan 21


meçhul

Her okudukları kâğıt havada süzülüp yerdeki karton kutuya kayıyordu.

“Ee, bir şey değil ama bizi görmemeliydin ve gitmemiz gerek.”

Binklong diğer ikisi okurken sıkılıp aralanmış pencereden çıkıp gitti. Geri döndüğündeyse sırtında çuval vardı. “Hey, bakın çöpe ne atmışlardı.”

“Peki kimsiniz siz? İn misiniz cin misiniz? Neden bana yardım ettiniz?” “Şey, bunu nasıl açıklasak- 4 yaşındayken sen bir karışıklık olmuş- yeni yıl hediyen yanmış- bizde onu düzeltmek için- geçte olsa bir şeyler yapalım dedik ve işte buradayız.”

“Sen ne ara kayboldun?” “Boş verin. Siz yazıyı yazın ben de diğer şeyleri halledeyim.”

Yüzüne kocaman gülümseme yayıldı. Aldıklarına yemin ettikleri halde ailesi hediyeyi bulamamış o da onlara inanıp bunu dert etmemişti. Demek ki hoşgörüsü karşılıksız kalmamıştı.

Saatler ilerlemeye devam ederken Fenflee, Edrick’in yazım tarzına uygun bir şeyler yazmaya çalıştı -cebinden oraya nasıl sığdığı belli olmayan tüy kalem ve mürekkep çıkarıp-. Binklong ise onların attığı müsveddeleri kırmızı bir kalemle boyayıp şekil veriyordu. Çuvalıyla beraber bir görünüp bir kayboluyordu. Nasıl o kadar hızlı çıkıp indiği, onca eşyayı nerden bulduğuysa tam bir muammaydı. Gerçekten çöpten alınmış bozuk eşyalardı çünkü getirdiklerinden bazılarına meyve kabuğu kırıntısı çikolata jelâtini gibi sadece çöpten çıkacak artıklar yapışmıştı.

Ocağın üzerindeki kahveyi alıp sandalyeye oturdu. Dördü yazıyı kontrol edip yayıncıya yolladılar ve beğenmesi için dua ettiler. Kapı çalıp gelenin kargocu olduğunu gördüğünde pek şaşırdılar. Binklong’un kulakları kızardı. Gece taze kahve ve zencefilli kurabiye siparişi vermişti. Edrick minnettarlıkla kargoyu kabul etti. Çatı katında oturup şehri izlerken kar yağmaya başladı ve Edrick tekrar uyandığında cüceler gitmişti. 6 hafta sonra…

Günün ilk ışıklarına kadar yorulmak bilmeden çalıştılar, kendilerini öyle kaptırmışlardı ki Edrick’in uyandığını fark etmediler bile. Ta ki Edrick’in “çabalamaya değer, uğraşmaya değer değil, ben öyle yazardım” deyişini duyana kadar.

Edrick, hala başına gelenlere inanamıyordu. Bazen o karlı günü beyninin oyunu sansa da öyle olmadığını biliyordu. Editörü ile görüşmeye giderken köpek havlaması duydu son sürat bir Golden üzerine doğru geliyordu. Köpek çamurlu patilerini onun yün pantolonuna dayayıp dilini çıkardı iştahla onu kokluyordu. Anlaşılan köpek, son haftalarda evden eksik etmediği zencefilli kurabiyelerin kokusunu almıştı... Arkasında ise bereli bir kız köpeğe sesleniyordu. Köpeğin ne yaptığını görünce özür diledi. Gözleri ışık saçan mahcup güzelliğe baktı, gülümsedi ve Fenflee’nin sözleri kulağında yankılandı: ne köpeği var ne de sevgilisi.

Üçü birden arkasını döndü irkilerek. “Bizi gördü!” “Evet, hala da görüyorum. Tüm bunları siz mi yaptınız? Öyle ise teşekkürler.” Gayet soğukkanlıydı. Tek gözü açık tüm evi incelemiş ve üç minik yaratığın zararsız olduğuna kanaat getirmişti onlar çalışır kendisi de uyur numarası yaparken.

22


meçhul Busem Soydeğer

SİNEMA

Maps to the Stars (Yıldız Haritası)

Mr. Turner (Bay Turner)

Yönetmen: David Cronenberg Senaryo: Bruce Wagner Oyuncular: Julianne Moore, Robert Pattinson, Mia Wasikowska, John Cusack Vizyon Tarihi: 9 Ocak Julianne Moore’a Cannes’da kadın oyuncu ödülünü getiren Maps to the Stars Hollywood’un kirli çamaşırlarını, parlak bir rol kapmaya çalışan aktris Havana (Moore), asistanı Agatha (Wasikowska) ve senarist olma umuduyla Hollywood’a gelip şöförlük yapan Jerome (Pattinson) üzerinden ortaya çıkarıyor. Film ayrıca David Cronenberg’in şimdiye kadarki “en eğlenceli” filmi olarak da anılıyor.

Yönetmen: Mike Leigh Senaryo: Mike Leigh Oyuncular: Timothy Spall, Paul Jesson, Marion Bailey Vizyon Tarihi: 30 Ocak Başroldeki Timothy Spall’a Cannes’da erkek oyuncu ödülünü getiren ve 19. Yüzyılın önemli ressamlarından biri olan Joseph M.W. Turner’ın hayatının son 25 yılını anlatan film, Turner’ın çevresindeki kadınlarla –özellikle kızları ve metresi- olan ilişkilerini, sanatını, cinsel arzularını, başkalarına nasıl ilham verdiğini ve dönemin sanat anlayışını nasıl etkilediğini ele alıyor. Diğer Vizyon Önerileri: Blackhat (16 Ocak) – Siber suçları ele alan yeni Michael Mann filmi. Başrolde Thor olarak tanıdığımız Chris Hemsworth var.

Whiplash Yönetmen: Damien Chazelle Senaryo: Damien Chazelle Oyuncular: Miles Tenner, J.K. Simmons, Paul Reiser Vizyon Tarihi: 16 Ocak Ayın izlenmesi gereken en önemli filmi! İlk kez seyirci karşısına çıktığı ve ödülle ayrıldığı Sundance 2014’ten sonra sessizliğe gömülen, ancak festival sezonunun başlamasıyla birlikte fırtınalar kopartan Damien Chazelle imzalı Whiplash, sadece bağımsız filmler arasındaki değil, muhtemelen 2014 yapımı bütün filmler arasındaki en iyi iş. Film, konservatuarda hevesli ve hırslı bir davul öğrencisi olan Andrew (Tenner) ile sertliğiyle ünlü mükemmelliyetçi caz ustası Fletcher (Simmons) arasındaki gerilimli ilişkiyi anlatıyor.

Timbuktu (30 Ocak) - Mali’nin Timbuktu şehrinde şeriat yasaları ilan edildikten sonra hayatın nasıl rayından çıktığını gösteren, Moritanya’lı yönetmen Abderrahmane Sissako’nun son filmi. Selma (30 Ocak) – Martin Luther King Jr. önderliğinde, siyahilerin oy kullanma haklarına kavuşmak için yaptıkları eylemler ve polis tarafından şiddet kullanılarak geri püskürtülmeleri olayını anlatıyor. Yönetmen koltuğunda bu yılın Oscar yarışındaki iddialı isimlerden biri olan Ava DuVernay oturuyor.

23


meçhul Buket Toparslan

Aslında Anlatılandan Fazlası Her ne kadar insanların geneli yaz aylarında tatile çıksa da, bizim ekim ayında tatile gitme isteğimiz nereden doğdu bilmiyorum. Farklı bir tatil yapalım fikriyle bizi sorgusuz sualsiz kabul edecek ülkeler listesine bakarken seçenekleri azaltmayı başarmıştık. Bunlar içinde en cazip olanı Filipinler’di ve ilk iş uçak bilet fiyatlarını kontrol etmek oldu. Bütçemize uygun uçak bileti bulmak biraz olsa da, birkaç gün sonra bilet bulmanın keyfiyle hayaller kurmaya başlamıştık bile. Tabii bu heyecanlı süreç internetten sürekli Filipinler’in fotoğraflarına bakmakla ve ülkenin neyi meşhur araştırmaları yapmakla geçti. “Hangi ülke” sorusu cevap bulduğuna göre, sıra güzel bir tatil planı yapmaya gelmişti. İşin asıl zahmetli kısmı buydu.

takmadan uçağa binemeyeceğimi belirtti. Havaalanında başımı kapamak için koştura koştura bir örtü aramamız şuan komik gelse de, o zaman oldukça sinir bozucu bir durumdu. Riyad’ta birkaç saatlik bekleme sonrası on bir saatlik yolculuğumuz başlamıştı. Uçağımız ülkenin başkenti Manila’ya ulaştığında sabah saatleriydi ve bindiğimiz taksinin şoförü bize birkaç saat önce (başkente uzak olsa da) Cebu ve Bohol’da deprem olduğunu söyledi. “Gezilecek yerler” listemizde yer alan Çikolata Tepeleri’de maalesef zarar görmüştü. Bu tepeler uzaktan bakıldığında çikolatayı andırdığı için, tepeler bu adla anılmaktaydı. Daha önce haberlerde tropikal iklim ülkelerinde deprem sonrası oluşan tsunamileri hatırlamak bizi epey korkutsa da, neyse ki korktuğumuz olmadı ve birkaç gün sonra bu korkudan eser kalmamıştı.

Filipinler 7107 adadan oluştuğu ve adalar arası mesafe (birçok ada için geçerli) uçaklarla sağlandığı için plansız gitmek pahalıya mal olabilirdi. Ülke tropikal iklimde olduğu için bizim gittiğimiz mevsim yağışların başladığı tarihe (Haziran-Ekim) denk geliyordu ve yağmur yağmaması için dua etmekten başka şansımız yoktu. Birden bastırıp birden dinen yağmurları görünce bunu daha iyi anladım.

Tatilimizin ikinci günü doğal güzellikleriyle bilinen Palawan Adası’na gitmek üzere yola çıktık. Palawan ülkenin en büyük adalarından biri ve etrafı pek çok küçük adayla çevrili. Adada en yaygın ulaşım aracı scooter ve tricyle denilen, taksi amaçlı kullanılan üç tekerlekli motosikletlerdir. Bu trıcyle’lar ile adanın bir ucundan diğer ucuna 1-3TL arası düşük bir fiyata gezilebiliyor. Ayrıca Amerika-Vietnam Savaşı’nda ülkeye gelen Amerikalıların bıraktığı askeri jeepler rengarenk boyanarak “jeepney” denilen toplu tasıma araçlarına dönüştürülmüş.

Her şey hazırlanıp yola çıkma vakti geldiğinde ilk rotamız aktarma yapacağımız Riyad’tı. Tam uçağa bineceğimiz sırada Suudi Arabistan Havayolları görevlilerinden biri bana başörtüsü

24


meçhul

Bunlar o kadar renkli ve ışıl ışıl ki bir savaştan kaldığına inanmak oldukça zor. Palawan diğer adalara göre daha büyük olduğu için, büyük oteller, eğlence yerleri, alışveriş merkezleri bulmak mümkün. Halk genel olarak adanın her yerinde yaygın olan ikinci el dükkânlarından -ki buralarda 1-5 TL arası kıyafet bulmak ayrı bir keyifti- alışveriş yapar.

Tatilimizin son günlerini başkent Manila’da geçirdik. Burası çok kalabalık ve pek güvenli olmayan bölgelere sahip olsa da (taksiciler siz biner binmez kapınızı kilitleyip çantanızı güvenceye alır) güvenli ve büyük otellerin olduğu bölgeler de vardır. Makati sanırım Filipinler’in en modern yüzü. Burada alışveriş merkezleri, büyük şirketler ve iş merkezleri bulunmakta. Bu alışveriş merkezlerinden birinde çok sevdiğimiz Forest Gump’ın hediyelik eşyalarının satıldığı, duvarlarında filmlerden karelerin yer aldığı Restaurant&Magaza’yı görmek bizi çok mutlu etti.

Palawan’in tadını çıkardıktan sonra adanın en uç noktası El-Nido’ya gitmeye karar verdik. Üstü açık otobüsle 6 saat süren bu yolculuk hayatımın en huzurlu yolculuğu idi. Görebileceğiniz en yeşil ormanların, en muhteşem manzaraların arasında uzanan dümdüz yol hiç bitmesin istiyor insan. Bu ormanlarda bungalov evlerde kalan insanlar elektrik ve su sistemi olmaksızın, hayvancılıkla uğraşarak yaşamlarını sürdürüyor. Yolculuğun en ilginç kısmı mola verdiğimiz durakta bir adamın çok sıradan bir şeymiş gibi -ki onlar için sıradanbir domuzu kesmesi oldu. El-Nido kelimelere dökülemeyecek kadar doğal ve turistlerin bolca bulunduğu bir bölge ve burada 1-2 katlı otellerin dışında hiç katlı bina yoktu. Burada öğrendiğimiz en önemli şey pazarlık yapmaktı. Beğendiğimiz bir şeyi almak için bir kez onların söylediğine itiraz etmeniz, söyledikleri fiyatın yarısında ısrar ederek zafere ulaşmanız kesin. Turistlerin çokça bulunduğu El-Nıdo’da bizim için en önemli günlük aktivite 15-20 TL’ye tüm gün bembeyaz kumların olduğu kumsalları gezip essiz manzaranın keyfini çıkarmak oldu. Balıklarla yüzüp, eşsiz sualtını izlemek için burası benzersiz bir yer.

Halkın fakir ama mutlu, turistlere nazik davrandığı bir ülke burası. Bir seferinde gitmek istediğimiz oteli bulmaya çalışırken bindiğimiz taksinin şoförü oteli bulamadı. Başka bir otel bulduk ve ineceğimiz sırada şoför, istediğimiz oteli bulamadığı için bizden para almayacağını söyledi. Tam tersi durumlara alışmış olduğumuzdan şoförün kötü bir niyeti mı var diye saatlerce oturup düşündüğümüzü hatırlıyorum. Tadı damağımızda kalsa da eve dönme vakti gelip çatmıştı. İki çantayla geldiğimiz ülkeden beş çanta hediyelik eşya ve harika anılarla geri döndük.

Adada her türlü yemeği bulma şansınız olsa da marketlerde kurutulmuş deniz ürünleri oldukça fazlaydı. Hatta sebzeden daha fazla deniz ürünü gördük diyebilirim. Ayrıca bizim için ekmek ne ise, bir Filipinli için pilav o demek ve her yemekte sınırsız pilav servis edilmekte.

25


meçhul Alihan Varkan

GERİ SAYIM …10…

Doğduğumda baş aşağı edildi kum saatim; kavuşmaya kaç kum tanesi kaldı Rabbim? C.Taslaman

bu konudaki çabaları, onları zamanı daha küçük birimlere ayırmaya sevk etmiştir. Yıllar, aylar ve haftalar gibi... Amerikan Nüfus Referans Bürosu’ndan Carl Haub’un araştırmalarına göre; bugüne kadar var olmuş toplam insan sayısı, yaşayan 7 milyardan fazla nüfusu da dâhil ettiğimizde 108 milyar civarında. Yani şu anda nefes alan biz 7 milyar insan, toplam insan nüfusunun yüzde 6,5’lik kısmını oluşturuyoruz. Ayrıca insanın ortaya ilk çıkışını, dünyanın yaşı olan 4,5 milyar yıla oranlarsak var olduğumuz sürenin aslında ne kadar kısa olduğunu fark ederiz. Kendine bir dokun bence.

Zaman! Elimizdeki en önemli ve ne acı ki en dikkatsizce kullandığımız şey. Bazen çabucak geçen, bazen bitmek bilmeyen, çuvalı olmayan, satanı olmayan… Gerçek şu ki, bitmeyi ya da bitirmeyi en iyi bilen şey zaman. Saniyeler, dakikalar, saatler… Boş uğraşlara harcadığımız onca emek ve tabi ki onca zaman, bizden bir şeyler alıyor acımadan. Kaybolan onlar değil, biz oluyoruz belki de; adım adım ve sessizce. Bitmeyecek sanıyoruz. Bitince “ne çabuk geçti” naraları atıyoruz. Gülüyoruz, ağlıyoruz ve arada bir hatırlıyoruz; bitiyor vesselam, bitiyoruz…

İnsan üzerinden, henüz anılan bir şey olmadığı bir süre geçmedi mi zamandan? (Kuran; 76:1) …7…

Günler, aylar, seneler… …9…

Zamanı hakkıyla kontrol edemedikçe bireysel olarak ilerlemek zordur. Toplumsal olarak ilerlemek ise hayaldir. Profesyonel olan her kurum, zaman yönetimine büyük önem verir ki aksaklıkların önüne geçerek devamlı hizmet sağlamak, verimliliği artırmak, hedeflere ulaşmada doğru adımlar atmak için bu kaçınılmazdır. Bireysel anlamda ise ‘neyi ne zaman yapacağını bilmek’ stresi azaltır ve motivasyonu artırır. Elbette burada hayatın dinamikliğini göz ardı edemeyiz ancak insan, beklenmedik olaylarla karşılaşmaz her zaman ya da hayatı boyunca savaşmaz. Yoksa savaşır mı? Zamana hâkim olmak lazım.

Anlamsız seyirler, sanalda gezinmeler, bir yere varmayan geyikler, yalnızlığa küsenler, kapanmayan kapılar, zaman hırsızı adamlar, üşengeç erteleyişler, yalandan bahaneler, başı olmayan olaylar, sonu gelmeyen yarışlar, şuursuzca alışlar, bol keseden verişler, kendini tüketişler, hüzünlü tükenişler… …8… Zaman, asırlardır üzerinde düşünülen, yazılan, çizilen bir olgu. Özellikle matematik, fizik ve felsefenin önemli gündemlerinden biri. İnsanoğlu, ilk dönemlerden itibaren kavramaya çalışmıştır zamanı. Gün, gece, yağmur, kar, sıcak, soğuk ya da tekrarlayıp duran mevsimler... Bunu yaparken hem bazı temel ihtiyaçlarını karşılamak (hasat, göç, barınma zamanlarını tespit etmek gibi) hem de merakını tatmin edebilmek istemiştir. İnsanların

…6… Bilimler tarihinde devrim yapan çalışmaları ortaya koymasıyla tanınan Prof. Fuat Sezgin -ki benim bu zamana kadar tanıdığım insanlar içerisinde, zaman konusunda Sezgin’den daha titiz olanına 26


meçhul

…3…

rastlamadım-, bir konuşmasında bu konudaki başarısından bazı ipuçları, aynı zamanda hep hatırlamamız gereken bir öğüt veriyor:

Az sonra ölsen? …2…

“İnsanlar zamanlarının çok kısa olduğunu unutuyorlar. Allah’ın kendilerine bir lütuf olarak verdiği bu zamanı faydalı olarak doldurma vecibesinin şuurunda değiller. Benim çalışma yılım 365 gündür. Haftam 7 gündür. Ben Cumartesi-Pazar günleri bile sabah saat 7.30’da enstitüdeyim. Bilim adamlarından buna yakın çalışma isterim. Eğer böyle yapamazsak modern cumhuriyetimizi, modern ülkemizi kalkındıramayız. Zamana değer vermek çok önemlidir. Zamana hâkim olmak lazım.”

Nereden geldin? Nerelisin sen? Nasıl oldu da çıktın böyle ortaya? Gözünün önüne bir pencere açsalar ve ilk yuvanı gösterseler sana, annenin karnındaki minik çırpınışlarını görsen hatta filmi geri sarsalar yavaş yavaş, sessiz sedasız varoluşunu ya da geriye doğru gidiyor ya film; yok oluşunu görsen... Anne ve babanın tanışma anını, dedelerinin çocukluğunu izlesen; gece gündüz çalışan mucitleri, gözü ufuklardan ayrılmayan kâşifleri görsen; peygamber olduğunu iddia eden adamları yakından incelesen, piramitlerin yapılışına şahit olsan ve film hızlansa iyice; öteye gidip “en babanı” görsen... Fosillerini incelediğin hayvanların seslerini duysan, birbiri ardına yeryüzüne çarpan meteorlarla irkilsen; orada da durmayıp yüklerinden birer birer kurtulduğunu görsen dünyanın ve nihayet dünyayı görmesen, gittikçe küçülse evren ve o inanılmaz noktayı görsen... Asıl şimdi kararsa ekran ve ‘hiç’ olsan...

…5… Bu arada; unutulmamalıdır ki “koşmak” ile “körlemesine koşmak” arasında ciddi bir fark vardır. Eğer körlemesine koşarsanız birileri size yaklaşıp “günaydın” demek arzusunda olur. “Günaydın,” dedi Küçük Prens. “Günaydın,” dedi tüccar. Susuzluk giderici haplar satan bir tüccardı bu. Haftada yalnızca bir hap yutuyordunuz ve hiç susamıyordunuz. “Bunları neden satıyorsunuz?” diye sordu Küçük Prens. “Çünkü çok zaman kazandırıyor,” dedi tüccar. “Uzmanlar hesaplamışlar. Bu haplarla haftada elli üç dakika kazanılıyor.” “Peki ne yapacağım o elli üç dakikada?” “Ne istersen...” “Bana sorarsanız,” dedi Küçük Prens, “dilediğimi yapacağım bir elli üç dakikam varsa, bir su kaynağına doğru gönlümce yürümeyi seçerim.”

…1… Bu yer şüphesiz ki sıradan bir yer değil. Soluduğun hava, bastığın toprak, içtiğin su yahut gülümsemen... Hiçbiri sıradan değil, hiçbir zaman olmadı. Gaflete düştük ara sıra ve basit geldi gözümüze, öyle sandık sadece. Geçmişten bahsettim biraz, çünkü şu anın değerini hatırlamak ve hatırlatmak istiyorum. Neyse, hazır kalbin atıyorken yaklaş da sana bir tavsiye verip bir şeyi hatırlatayım. Tavsiyem şu: Merak et! Hatırlaman gereken ise daha mühim: ‘Az sonra’ öleceksin.

…4… Buyurur: “Yeryüzünde yıllar sayısıyla ne kadar kaldınız?” Derler: “Bir gün yahut günün bir kısmı kadar; sayanlara sor.” Buyurdu: “Sadece birazcık kaldınız. Keşke biliyor olsaydınız.” (Kur’an; 23:112-114)

…0. 27


“Vatan, kalabalığı meydana getiren bireylerin toplamı değil, onları birbirine bağlayan inanç ve sevgi bağıdır. Devlet, zenginlerin malları, yöneticilerin kanunları ya da askerlerin silâhları değil, bütün bu şeylerin bir düzen yaratmak üzere, çevresinde düğümlendikleri fikirdir. Şu halde, şey’leri canlı kılan ve doğrulayan, eninde sonunda düşünce cevheridir. Çünkü, insanın kendinden daha değersiz şeyler için yaşayıp ölmesi saçma olurdu. Doğrusu, onun, bu şeyleri birbirine bağlayan kutsal düğüm için yaşayıp ölmesidir. Koyunlar için, keçiler için, evler için, dağlar için ölünmez… Fakat, onları birbirine bağlayan ve mülk haline, ülke haline çeviren görünmez düğümü kurtarmak için ölünür. Bu birlik uğruna hayat feda edilir, çünkü ölmekle de bir şey kurulur. Ölüm, sevginin kefaretini öder.” Antoine de Saint-Exupéry

mechuldergi@gmail.com www.facebook.com/mechuldergi www.twitter.com/mechulfanzin


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.