Meçhul sayı 1

Page 1

Sayı 1 Haziran 2014 Fiyat: 2 TL

meçhul Aylık Edebiyat Fanzini

.

SEZAI KARAKOÇ . Ile Bir Mektup Meselesi


5

Şiir

Makale

3

meçhul Bir Kadın Portresi

Mehmet Emin Katırcı

Bedirhan Büyükduman

12

Öykü

Kemal Soydan

Sanrılar ve Tanrılar

15

Öykü

Salih Aras

Gökkuşağı Siyaha Boyanırken Cemre Açıkgöz Sayfa içi illüstrasyon: Gizem Koçaner Tasarım: Elif Karakoç mechuldergi@gmail.com

Oğuz Ayaydın

10

Bonjour Paris Aysu Ceren Özaydın

14

Şiir

Dolls

Modern Türkiye’nin İnşasında Türkçe Tango ve Arabesk

Ardı, Duvarların Murat Kılıçarslan

17

Şiir

9

Şiir

Mısra Gökyıldız

7

Gezi Yazısı

Mecûs- Kehf

içindekiler

Öykü

6

Makale

Bir Mektup Meselesi

Geceye Sesleniş Lacivert


DOĞUŞ BİLDİRİSİ

80 Darbesi sonrası tıpkı halk gibi edebiyat hayatı da susturulmaya çalışılmış; yazarların kalemleri köreltilmek, düşüncelerine ve hayal güçlerine pranga vurulmak istenmiştir. Askeri vesayetin korkunç yüzü bunu ne yazık ki başarmıştır.

Saf Şiir, Toplumcu Gerçekçi Şiir, Garip Akımı, Hececiler ve pek tabii bizim için şiir akımlarının son halkası olan İkinci Yeni Şiiri kendi dönemi içerisinde asla susturulamamış, sesini en yüksek perdeden duyurmayı başarmış, bunu kendine en asil ve elzem görev bilmiştir. Biz de genç kalemler olarak çeşitli güç odakları ve düşünce düşmanlarına karşı sesimizi en yüksek perdeden duyurmayı en kutsal görev olarak kabul edip yeni bir dergiyle düşüncelerimizi, şiirlerimizi ve aşklarımızı bu minval üzere haykırma gayretinde olacağız. Ağabey hatta idol kabul ettiğimiz edebiyat insanları gibi daima dik durmayı en tabii görev bilen bizler, şiiri ve edebiyatı düşünceleriyle aydınlatan Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali gibi üstatların hiç dinmeyen edebi coşkularıyla ve dava anlayışlarıyla bu yolda kararlılıkla ilerleyeceğiz. Çeşitli sebeplerle indirilmeye çalışılıp nihayetinde indirilen edebiyat ve sanat bayrağını hak ettiği yere tekrar çıkaracak ve popüler kültürün sözde şairleri tarafından bayağılaştırılan, kimsesizleştirilen şiirin tekrar hak ettiği kutsiyeti kazanmasına çalışacak olan bizler, bu mücadeleyi şiar edindiğimizi en açık şekilde ilân ediyoruz! Siyah-Beyaz olan bu dergiyle Türk yazın hayatına yeni bir renk getirmeye çalışan bizler, sizleri de bu çabamıza düşüncelerinizle destek vermeye ve bu renge katılmaya çağırıyoruz. Bu yolda, tüm ideolojilerin kutuplaştırıcı etkisinden sıyrılmayı hedefleyen bizler; Sizleri şiire davet ediyoruz! Sizleri romana davet ediyoruz Sizleri öyküye davet ediyoruz! Sizleri tiyatroya davet ediyoruz! Sizleri sanata davet ediyoruz! Ve en yüksek, en içten şekilde haykırıyoruz, Meçhul Dergisi doğmuştur, ilân ediyoruz!

meçhul


meçhul

H

Mehmet Emin Katırcı

BİR MEKTUP MESELESİ

er şeyin bir ateşleyicisi, bir çıkış noktası, bir miladı vardır. Bu başlangıç kimi zaman “Ol” denmesiyle gerçekleşir, kimi zaman “ateş” denmesiyle, bazen de ağızdan dökülen sözcüklerden çok kaleme alınan sözcüklerle olur. Bu başlangıç da böyledir işte, ruh kaleme akmış, mürekkeple karışmıştır ve sancılı bir doğum başlamıştır. İkinci Yeni için her şey bir mektupla başlar; bir güzel adamdan bir diğer güzel adama yazılan bir mektupla. Bu mektup kendi dönemini ve kendinden sonraki dönemi edebi yönden tam anlamıyla sarsacak, şiiri köklerinden koparıp şiire yeni bir vatan edindirecektir. Bu mektubun yazarı Sezai Karakoç’tur, alıcısıysa Cemal Süreya. Cemal Süreya ve Sezai Karakoç görev icabı iki farklı şehirdedirler ve fikir paylaşımları ancak mektup yoluyla gerçekleşebilmektedir. Bu mektuplarla birlikte yeni yazılmış şiirler de paylaşılır ve karşılıklı yorumlanır. Sezai Karakoç yazdığı bir mektubun yanında bir de “Balkon” adını verdiği şiiri yollar Cemal Süreya’ya. Şiir şöyledir;

Cemal Süreya bu şiiri okumuş ve şiire hayran kalmıştır. Birkaç gün sonra Pazar Postası adlı dergi Sezai Karakoç’un önüne gelir. Dergiye göz gezdiren Sezai Karakoç bir an çok şaşırır ve kızar. Çünkü Cemal Süreya’ya yolladığı mektuptan bazı pasajlar ve mektubun içine iliştirdiği Balkon şiiri dergide yayınlanmıştır. Bunu Cemal Süreya’nın yaptığını anlayan Sezai Karakoç bu duruma çok sinirlenir ve Cemal Süreya’ya çok sert bir dille mektup yazar. Ama birkaç gün sonra mektup geri gelir çünkü şair şiirinin Pazar Postası’nda çıkmasına o kadar sinirlenmiştir ki Cemal Süreya’nın adresini eksik yazmıştır. Bu sefer bir başka mektup yazar ve; “Sana çok ağır bir mektup yazmıştım, kızgınlıkla adresi eksik yazmışım, mektup geri döndü, bir daha benden habersiz bunu yapma,” der. Daha sonra Muzaffer İlhan Erdost yeni bir şiir akımının doğduğunu, bu şiir akımının “Garip Akımı”nın karşıtı olarak yeni bir dil getirdiğini söyler ve bu şiir akımına “İkinci Yeni” diyerek akımın isim babası olur, böylelikle taşlar tam anlamıyla yerine oturmuştur. Ancak Sezai Karakoç bu şiir üslubunun “Yeni-Gerçekçi Şiir” olarak anılmasını ister. Fikrini şu 1960 yılında yazdığı şu yazıyla destekler; “Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirinde hüküm, basit realizmde. Şiir, yaşamak için yaşanan, harcanan vakitlerin, ek vakitlerin haberini verir ve hesabını ister. Bozuk ülkenize bakış; bu, kısaca anlatır şiiri. Sonraları, Melih Cevdet, işi bir çağrıya dökecek, ‘düzeltici’ bir şiir kurmaya çalışacak. Metin Eloğlu, bozuk dünyamıza, o mükemmel dünyalarının parmaklıklarına dayanarak gülecek! En güçlüleri Oktay Rifat ise en bozguna uğrayanı olacak bu şirazesi kopuk şairlerin (şiraze Orhan Veli’ydi), Oktay Rifat, ülkemizin şartlarını, hattâ şiirlerinin ana rahmi şartlarını unutarak (gerçekçi plândan çıkarak), kinayeli hikâyelerle, folklorik otomatizmlerle çarklayacak ve bunu, bir şiirlik çalışmalar için mümkün, bir kitaplık vakit için çok bücür usullere takmış mahvettiği, usule takılıp kaldığı eserleri göz önünde iken bile, kabul ve itirafa yanaşmayacak.

Balkon Çocuk düşerse ölür çünkü balkon Ölümün cesur körfezidir evlerde Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların Anneler anneler elleri balkonların demirinde İçimde ve evlerde balkon Bir tabut kadar yer tutar Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen Şezlongunuza uzanır ölü Gelecek zamanlarda Ölüleri balkonlara gömecekler İnsan rahat etmeyecek Öldükten sonra da Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarları

3


meçhul

Orhan Veli ve arkadaşlarının akımı, bu minval üzre, çeşitli sapışlarla eskir, hattâ kendine tepki Attilâ İlhan şiiriyle kapanan, bütünlenen bir dünya olup onu da hızla eskitirken yeni bir şiir doğdu. Bu şiirin vaftiz adı: İkinci Yeni. Ben, bu şiire, ‘Yeni gerçekçi şiir’ diyorum. Orhan Veli şiiri, şiirimizin gerçekçi (realist) akımıydı; bu akım ise, yeni gerçekçi (neorealist) akım. Bu yeni akım, dünya gerçekleri içinde kalacak, dünya nimetlerine övgü ve imreniş, ya da nefret ve kaçış, bütün iş bu olacak; bir dünya nimeti olarak kadın (yasak yemiş) çevresinde bir pervane gibi dönüp dolaşılacaktır. Şair, cemiyete sıkıştıkça kadına sığınacaktır. Kadın, bu şiirde, putperest bedevinin hurmadan putudur. Yine bu şairlerin her birinin ayrı belki, birlikte yaşamak hikâyesinde bir çözümleri olacak. Elbet, kendilerinden önceki, ‘katışıksız toplumcu’lar, bu berikileri tatlısu toplumculuğuyla, samimî olmamakla suçlayacaklar.”(Sezai Karakoç-Diriliş/1960) Sezai Karakoç’un Balkon şiiriyle başlayan bu akım daha sonra Sezai Karakoç’un akımdan uzaklaştırılmaya çalışılmasıyla ilginç bir hal almaktadır. Sezai Karakoç tarafından İslami değerlerin ön plana çıkarılması, mistik konulu şiirler ile yazıların fazlaca kaleme alınması Muzaffer Erdost ve Attila İlhan gibi isimleri rahatsız edecek ve şairin adı bu akımla neredeyse anılmamaya, İkinci Yeni’den uzaklaştırılmaya varacaktır. Attila İlhan ve Sezai Karakoç arasındaki bu süreçte belirgin bir gerilim ve hararetli yazışma süreci görülmekte, her iki şair de şiir konusunda farklı bir tutum sergilemektedir. Ancak Sezai Karakoç İkinci Yeni’den veya onun değimiyle YeniGerçekçi şiirden asla koparılamamıştır. Sezai Karakoç’un şiir dünyasına bakıldığında ise açık bir mistisizm görülmekte ve onu en çok etkileyen şahsiyetler olarak Necip Fazıl, Mehmet Akif ve Yunus Emre göze çarpmaktadır. Necip Fazıl’la yakın ilişki içerisinde bulunan Sezai Karakoç, onun dünya görüşünden ve şiir anlayışından büyük ölçüde etkilenmiştir. Hatta henüz bu kadar bilinmediği zamanlarda bir şiirini Mehmet Leventoğlu mahlasıyla “Üstad”ına yollamıştır. Sezai Karakoç daha sonra yine aynı mahlasla Büyük Doğu Dergisi’nde yazılar ve şiirler

kaleme almıştır. Necip Fazıl’ın büyük bir başarıyla uyguladığı Batı ve Doğu şiiri sentezini, kendi şiirinde kendi üslubuyla mükemmel bir şekilde ortaya koyan Sezai Karakoç, bu anlamda bilinenin dışında bir şiir üslubu geliştirmiştir. Kendi döneminin şairleri arasında da dini temalı şiirleri ve bu şiirlerde yer verdiği güçlü imgelerle büyük bir farklılık ve özgünlük örneği göstermiştir. Sezai Karakoç’un Monna Rosa ve Rüzgâr şiirleri de yine değinilmesi gereken ve şairle neredeyse özdeşleşen şiirler olarak kendini göstermiştir. Hakkında birçok söylenti olan Monna Rosa şiirine dair en bilinen söylenti şiirin akrostiş olduğu ve Sezai Karakoç’un bu şiiri sevdiği kadına yazdığıdır. Ancak Sezai Karakoç bu söylentileri kesin bir dille reddetmektedir. Rüzgâr şiirine bakıldığında ise karşımıza yine bir yılgınlık ve hüzün çıkmaktadır. Sezai Karakoç’un uçurtması yırtılmıştır ve bulutları yarımdır. Şiirlerinde açık bir hüzün görülen şairin hayatı da böyledir; şair tüm yaşamı boyunca yalnız kalmayı tercih etmiştir. Şiiriyle, sanatıyla, dünya görüşü ve dava anlayışla kendi çağını aşan Sezai Karakoç, yaşadığımız çağı aşkın bir şair olmaya devam etmektedir. İnancı ve dava anlayışıyla bayraklaşan şair, şiirde devrim yapmış ve tüm tabuları yıkarak sesini en yüksek perdeden duyurmayı başarmıştır. Hâlâ şiir dünyasının yaşayan en büyük ve en saygın isimlerinden biri olan Sezai Karakoç tramvay eşliğinde Yüce Diriliş Partisi’yle Diriliş Yayınları arasında gidip gelmektedir. Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydaysanız etrafınıza iyice bir bakın; belki de Üvercinka’da bu dizelere yer veren Cemal Süreya’nın “Sezo”suyla karşılaşabilirsiniz. Büyük şaire en içten hürmetlerimizle… “Bulgucu adam. Belki de ülkemizdeki tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif ’in tinsel görüntüsüyle adamakıllı dürüst bir Necip Fazıl’ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz. (...) Öyle bir Müslüman ki Marx da bilir, Nietzsche de bilir. Rimbaud da bilir. Salvador Dali de sever. Nâzım da okur... Alçakgönülle katı yüksek uçuyor... Şemsiyesi yok.” Cemal Süreya

4


meçhul

Bedirhan Büyükduman

BİR KADIN PORTRESİ Uzun Bej bir palto, İçinde dünyaları taşır. Dünyaları giyer her gece bir kadın, Dünyaları geçirir bedenine. Aksöz Apartmanı’ndan çıkar Yollara düşer bacakları, Uzun mu uzun.

Aklımda binlerce fikir Yollara düşer bacaklarım, Uzun mu uzun.” Elleriniz bayan, Elleriniz biraz da. Bir sır gibi gizlediğiniz Elleriniz. Ve kimsesizliği taşıdığınız Dipdiri vücudunuz…

“Paltomu giyerim her gece, Saklarım içinde keşfedilmemişleri. Bir kahvenin önünden geçerim, Apartmandan çıkarım. Alırım bütün adam bakışlarını, Çirkinliğimde saklarım. Bakışlar yakalarım gözlerimle, Edepsizliğin bini bir para. Orospu olurum önce, Kimlerin kimlerin altına yatarım. Allahsız diye bağırır bir bakış, Neler kurar bir diğeri Bilirim.

“Ellerim benim Sokak kokar. Sokak kokar saçlarım, bacaklarım, Göğüslerim özellikle Gece kokar.”

5


Mısra Gökyıldız

meçhul

MECÛS- KEHF Mecûs

Kehf

e yedi gün, zemherî anılarına yüzünü akıttığı yedi gün yedi gece, uzun adımları uzaklara atılan günlerin yedisinde gelecekleri bekledi. Yedinci günün gecesinde yüzü asık duvarlarına bağırdı. “Bu anıları ben yazdım üzerlerinize, beni inandırmayın, mütehakkim bakmayın.” Yerden tavana yedi kat yükselen karakutulara çarpa çarpa, koridorlarında ilerledi, karakutu kazaları kayıtladı. Bir kurşun taşıran kösteğine baktı, cebindeki dakikalara bağırdı. “Sizi ben saydım zembereğinizi yedi kez kura kura, her günü diğerine devredin diye, saydım saydım da ne oldu, vardırmadınız, mütehakkim bakmayın.” Perdeyi aralayıp günler elimle tutuşur tedirginliğiyle, bir o gözünü bir bu gözünü camdan çıkarıp sağına meftûn soluna meftûn oldu, bir araya getiremedi küreleri çatlar diye. “Sizleri ben geçirdim antrelerin önlerinden, yedi kat yukardan çekip indirdim sokaklarıma, kaldırımlar sürdüm altlarınıza, peşinden ardı ardına çektim, siz sabit durun, beni terk ederken mütehakkim bakmayın.” Onlardan ne kaçırabilirse eteklerine doldurdu, kucaklayıp hanesine yedi sıra merdiven adımlaya adımlaya çıkardı, mahremi açık çocukluğu örtülü pilileriyle, anıları takfîl etti. “Sizlerin her şeyi var, karılarınız kocalarınız, akıllarınız, birbirinizden çoğalttığınız çocuklarınız, varınız varlığınız, sağlığınız sıhhâtiniz, kavliniz kibriniz, bense ölümden korkmayacak kadar yalnızım, mahremime mütehakkim bakmayın.”

Semadan karanlığa açılan dar bir tünel, göğün çerh katından bir baş üstüne çıkar. Kadınları nar tanelerinden göğüsleriyle binlerce kızına kan emzirir orada, erkekleri buz derilerini ipek çarşaflarla örter. Kadınlar kuytularına erkekleri sokmaz, pençeleriyle gönül çukurlarına yatırdıkları kızlarını savunur erlerinden. Erkekleri kızlarının çukurlarına sırnaşır, tadılmamışların bakir kokularıyla cezp olurlar. Tadanlar cezplerinin kefaretini âhlarla öder. Kefaret göğün bir baş üstünden sarkıp, bin kat altından fersah fersah uzaktaki akıl erdiremeyenlerin âhlarını dinleyerek çekilir. Âha kulak verenler, ipek çarşafından sıyrılır, tenlerini eritir, yeryüzüne akıtır. Kadınlar kızlarının kaderlerini ahlardan yazar, erkekler kadere edilen ahları yüklenir, kuytuya taşır, kızlar çağlayanlardan ahları emer, olgunlaşır. Tadılmayı bekleyenler gün ağarana dek yecücle mecücün gogunu okur. Semanın ışığı çarha vurmaz. Tadılmayanlar satır satır kör eder kendilerini. Dokuz kat duvar, yıkılmaya yüz tutana kadar kadınları, kızları, körleri, erleri akıl ermezlerin bir baş üstünde tutar. Yıkılınca yedi kat üstten oluk oluk kan çağıldayacağını akıl ermezler bilmez. Bilseler, onlara akıl ermez denmez.

V

6


meçhul

Oğuz Ayaydın

MODERN TÜRKİYE’NİN İNŞASINDA TÜRKÇE TANGO VE ARABESK

A

hmet Hamdi Tanpınar yeni Türk edebiyatının bir “medeniyet krizi” ile başladığını söyler. Yalnızca edebiyat değil, bu coğrafyada yeni mefhumu ile tezahür etmiş her şey muhteviyatında bir medeniyet krizini, kimlik sorununu ve dualiteyi barındırır.

Hiç kuşku yok ki müzikten bu derece uzak bir insanın Türkçe tango yaptığı takdirde başarılı olacağını söylemek bu türü hicvetmenin oldukça başarılı bir örneğidir. Hayri İrdal’ın yakınındaki bu olumsuz vasıflar müzik dinleyicisi için alışılmamış ve yenidir ve Halit Ayarcı’nın da dediği gibi “yeninin bulunduğu yerde başka meziyete lüzum yoktur.”

Elbette müzik de bu durumdan nasibini almıştır. Batılılaşma akımının henüz başlamadığı yıllarda taşrada halk müziği diye adlandırdığımız türküler, ağıtlar, deyişler varken İstanbul’da klasik Türk Müziği ve İstanbul Türküleri vardı. Batı medeniyeti ile tanışmaya başladığımız Tanzimat yıllarından itibaren kültür hayatımıza yeni bir müzik türü girdi: Klasik Batı Müziği. Ancak hazmedilmesi ve öğrenilmesi zor olan bu müzik türü medeniyet krizi yaşayan insana yeni ve daha kolay bir kaçış yolu açtı: Türkçe tangolar.

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanında da olumsuz özellikler yüklenerek hicvedilen, popüler bir romanı edebi değeri yüksek bir roman sayacak kadar keskin çizgilerle karikatürize edilmiş Metin figürünün en önemli özelliklerinden biri Türkçe tangoya olan düşkünlüğüdür. *** Elbette aydınlar müzik ile uğraşırken muktedirler de boş durmuyordu. Evvela 2.Mahmut Yeniçeri Ocağı bünyesindeki Mehterhane’yi kapatıp Mızıkayı Hümayun’u kurdu. Ancak klasik müzik Enderun ve tekkelerde öğretilmeye ve icra edilmeye devam ediyordu. 1925’te tekke ve zaviyelerin, 1926’da müzik eğitimi veren Darülelhan’ın kapatılması klasik müzik eğitimini neredeyse durma noktasına getirdi. 1976’ya kadar da klasik Türk müziği eğitimi veren bir devlet kurumu da olmadı.

Osmanlı insanının klasik Batı müziğini idrak edememiş olması gayet tabii idi. Zira Zeynep Kerman’ın da belirttiği gibi ayrı nitelikteki bu iki musiki farklı “medeniyet dairelerinden” çıkmıştı, farklı dünyaları ve ruh hallerini yansıtıyordu. İki müziğin hayat karşısındaki tavırları da farklıydı. Klasik Türk müziğini Doğulu olması hasebiyle geri kalmış bulan, ancak klasik Batı müziğini de idrak edecek ruh halinden mahrum olan yarı aydın kendisini bu basit ve derinlikten mahrum müzikte, Türkçe tangoda buldu.

Bu coğrafyanın müziğinin başına gelenleri atlatmak bu coğrafyanın halkları için de kolay olmadı. Zira Tanpınar’ın da dediği gibi “...bütün medeniyetimiz, kirimiz, pasımız, güzel taraflarımız... hepsi musikimizde idi.”

Yine Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanına bakıldığı takdirde müziğe yeteneği olmayan biri üzerinden Türkçe tangonun eleştirildiğini görürüz: “Sesi çirkin, sonra kabiliyetsiz... Sonra cahil. Daha ısfanla mahuru, rastla acemaşiranı birbirinden ayıramıyor.”, “Kulağı yok efendim, hiç yok.” Hayri İrdal’ın müzikten anlamayan yakını için Halit Ayarcı’nın tavsiyesi bellidir: Türkçe tango yapması.

7


meçhul

Resmi müzik politikası milliyetçi ve Batıcı bir anlayışa dayanıyordu. Ziya Gökalp, Osmanlı müziğini Bizans ve Arap kırması olmakla suçlar. Ona göre hakiki müziğimiz halk müziğidir ancak ilkeldir. Batı müziği ise bizim değildir ancak medenidir. Onun “O halde milli musikimiz memleketimizdeki halk musikisiyle garp musikisinin imtizacından doğacaktır.” sözü kendinden sonra şiar edinilmiş ve her ne demekse “milli müzik” oluşturulma çabasına girişilmiştir. Bilhassa halk müziği derlemeleri notaya alınırken yöresel tavırların yazılmayışı, yerellik ve bireyselliği öldürdü.

karşı bilinçsiz ve örgütsüz bir başkaldırı niteliği taşıdığını söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Zannediyorum ki müziğin seyrini Tanzimat’tan Cumhuriyet’e getirmeye çalışan bu yazıyı Murat Belge’nin Sorusuyla noktalamak yerinde olacaktır: “Acaba kendi gelişme seyrine bakılsa Türkiye’nin geleneksel yerli müziği, klasik koluyla veya halk koluyla bugün varmış olduğu noktadan çok farklı bir yere varır mıydı, aradaki Kemalist müdahale olmasaydı?”

KAYNAKÇA

***

Ahmet Hamdi Tanpınar - Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Arabesk de müziğin bu şekilde dönüştürüldüğü bir ortamın tabii sonucu olarak doğmuştur. Radyolarda Türk müziği çalınmasının yasaklanması, halk müziğinin yerelliğinin azalması ve “Batı müziği ile imtizac ettirme çabası” halkı Mısır radyolarını dinlemeye yöneltti. Zira Mısır radyolarında çalanlar halkın müzik zevkine daha yakındı çünkü yakın coğrafyadan ve benzer medeniyet dairesinden çıkıyordu.

Zeynep Kerman - Huzur Romanında Musiki Mustafa Apaydın - Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar Romanında Mizah ve Hiciv Ögeleri Meral Özbek - Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski Nesrin Tağızade Karaca - Ahmet Hamdi Tanpınar ve Musiki

İlerleyen yıllarda Mısır sinemasından filmler gösterilmeye başlandı. Ancak film müziklerinin Arapça söylenmesi yasaktı ve bu yasak o müziklere Türkçe sözler yazılmasını gerektiriyordu. Bu da Arap esintili müziğin toplumda iyice yerleşmesine sebebiyet verdi. *** Kanaatimce bu örnekler göz önüne alındığında arabeskin bu derece yerleşmesinin “milli müzik” oluşturma çabasındaki muktedirlere

8


meçhul

Kemal Soydan

DOLLS kırçıl bakışlı sevgililerin aşkına alçısız duvarların derzi siyah fayansların öpülesi kafaları kazınmışların çivibaşları ıslak tabutların çekiç yemiş topukların aşkına şişelerin selpakların yastığın başında duranların er genç şiirle kalacakların ezip ve ezip ayaklarıyla şamdan yüreğindeki kil topaklarının aşkına vur diyince eli titrek kalan kaypaklanan göğüsleri kızların vur diyince taş suyla deşildi gece gövdesine düştü toprağın gül addan geçmeyen abdal seyyar şairi şehrin ve gül aşarak her yeşil sakın üzerinden karanlığa uzanan cılız boyunlu çocuk

9


meçhul

Aysu Ceren Özaydın

BONJOUR PARİS!

P

aris’te hava biraz serin, günlerden Pazar. Porto’dan kalkan uçağımız, 1 saat 45 dakikalık bir uçuşun ardından şehrin güneyinde bulunan Orly Havalimanı’na indi.

sayıda turist çekmektedir. Ancak asansör ile çıkılabilen 3.kat’a çıktığınızda ise bu rakamın neden her sene rahatlıkla milyonlara ulaştığını anlayabilirsiniz.

Gerek Paris’i ilk kez görecek olmanın heyecanından gerekse Fransa semalarında yaşadığım korku dolu türbülanslardan yolculuk benim için bitmek bilmedi.

2.Gün Tamamıyla Eyfel Kulesi’nin ihtişamına ayırdığım keyif dolu ilk günden sonra sıra geldi dünyanın en çok ziyaret edilen müzesi Louvre’u görmeye.

*** Havalimanından dışarı adım attığımda ise şehir meşhur soğuğu ve gri gökyüzüyle karşıladı beni. Biraz Paris’ten bahsetmek gerekirse; Fransa’nın başkenti olan şehir Sen Nehri’nin üzerine, Paris Havzası’nın ortasına kurulmuştur.

Rivayete göre 2 gün gerekiyormuş müzeyi tam anlamıyla gezmeye ne yazık ki ben birkaç saat ile yetinmek zorundayım. Leonardo da Vinci’nin Rönesans porte sanatının en tipik örneği olarak kabul edilen Mona Lisa’sını Marly’nin Atları, Michelangelo’nun Ölen Köle heykeli ile Milo Venüsü heykelini de gördükten ve Louvre’un koridorlarında saatler harcadıktan sonra kendimi Pont de l’Archevêché nam-ı diğer ‘’Kilit Köprüsü’’ üzerinde buluyorum.

Paris’te ikamet edenlere Parisien(ne) diye hitap edilir. Tüm dünyada anıtları, sanatsal ve kültürel yaşamı ile bilinen Paris, aynı zamanda dünya tarihinde önemli bir şehir olmakla birlikte, başlıca ekonomik ve politik merkezler arasında yer almaktadır. Moda ve lüksün dünya başkenti olan Paris, “Işık Şehir” (Ville Lumière) diye de anılmaktadır.

İnsanlar sevdiklerinin isimlerini üzerine yazdığı kilitleri bu köprüde boş buldukları yere asıyorlar. Bana göre bu uygulamayı başlatan ilk kişinin dünya kilit sektörü ile yakından bir bağlantısı var, zira köprü kenarında ufacık kilitlerin 5 ila 15 Euro arasında satıldığı tecrübem ile sabitlendi.

1.Gün Havalimanından otele yolculuğum sırasında adeta küçük çocuklar gibi her yolun sonunda Eyfel kulesini aradı gözlerim. Otele giriş yapıp kendimi sokağa attığımda ise ilk adres kuşkusuz Eyfel Kulesi oldu!

Kasvetli şehir 2.gün sımsıcak bir güneş ile ısıttı içimizi. *** Başlıyorum, yol boyunca nehir kenarında oturup kitap okuyan insanlar çarpıyor gözüme ve aklımdan geçiriyorum; yıllar önce kıyısında oturan kim bilir hangi edebiyat devlerine ilham kaynağı oldu bu nehir…

Kule, 1887-1889 yılları arasında Fransız Devrimi’nin 100.yıl kutlamalarında düzenlenen Paris Fuarı’nın giriş kapısı olarak tasarlanmış. İsmini de aldığı Gustave Eiffel tarafından inşa edilen Eyfel Kulesi, yılda 6 milyon gibi ciddi bir 10


meçhul

3.Gün 3.Gün ilk günkü gri gökyüzünden eser yok. Baudelaire’in de hemfikir olduğu Paris Kasveti yerini parlak bir nisan gününe bırakarak hoşçakal demek niyetinde bana. Bugün Montmartre günü. 19. yüzyılda revü ve kabare gösterilerini görmek ve genelevlere gitmek için bölgeye gelen ressam ve sanatçıların buluşma noktası olan Montmartre. Bence şehrin en güzel ve en renkli yerlerinden birisi. Tepeye tırmandığınızda sizi Sacré- Coeur Kilisesi karşılıyor. Monmarte caddelerinde yürümeye devam edip meşhur kırmızı değirmeni, elit erotik şovları ve ünlü kan-kan dansıyla adeta yaşayan bir müze olan Moulin Rouge’a ulaşıyorum. Henüz Moulin Rouge’da bir revü izleyebilmem mümkün değil zira fiyatlar sadece gösteri için 110 Euro’dan başlıyor, bir dahaki sefere diyerek son günümü Monmarte’da bitiriyorum. Kısacası Paris tarihi ve kültürel hazlarınızı doyasıya yaşayabileceğiniz keyifli şehirlerden biri ve anlaşılan o ki kısa süreli seyahatler pek de iyi bir fikir değil. *** Elinizde klasik Fransız krepiniz, Champ de Mars çimenlerinden Eyfel Kulesi’nin ihtişamını seyretmek, en sevdiğiniz Hemingway kitabınız ile Sen Nehri kıyısında soluklanıp 1950’lerin Paris’ini hayal etmek, Pablo Picasso, Salvador Dali, Claude Monet, Vincent van Gogh ve Amedeo Modigliani’nin Ressamlar tepesindeki stüdyolarını gezip metro istasyonlarındaki Fransız ezgilerine kulak vermek bence ölmeden önce yapılması gerekenlerden sadece bir kaçı. Hem üstadın da dediği gibi; ‘’Henüz vakit varken, gülüm Paris yanıp yıkılmadan, ‘’ Aysu Ceren Özaydın nam-ı diğer Avrupa’da Bir Cevelan

11


Salih Aras

meçhul

SANRILAR VE TANRILAR

G

eldi. İki sıra önümde sağ çaprazıma oturdu. İnce bir sigara çıkarıp yaktı. Sigarasının dumanı saçlarını kızıllaştıran güneşe karışırken garson yaklaştı. Hiç düşünmeden bir şeyler söyledi. Garson uzaklaştı. Muhtemelen çay istiyordu. Birini mi bekliyordu? Hayır. O kimseyi bekleyemez ancak birilerini bekletebilirdi. Çünkü onun saçları kıvırcık ve topukları yerden beş santimetre yukardaydı. Çayı geldi.

**** Bütün kelimeler hızla kafamdaki yerini alıyor ve temeli sağlam cümleler oluşturuyordu. Bunları aynen ona iletmeliydim. Var gücümle çayımın sonunu fondiplerken, sırtımla da sandalyeyi arkaya itip ayağa kalktım. Fazla ses yapmış olacağım ki çevredeki insanlar arkalarına dönüp bana baktılar. O da bana baktı. Yaklaşık 3 saniye kadar göz göze geldik. Onunla göz göze gelince saniyeler hiç de yaklaşık olmuyordu. Önüne dönüp telefonunu çıkardı. Öylece ayakta kalakalmıştım. “Allah’ım yine sanrılar içerisinde boğuluyor muyum?” diye düşündüm.

*** İsmi neydi? Dilek mi? Yok, hayır. Dilek dediğinin saçları dümdüz olurdu. Uzunca siyah bir etek ve siyah bir hırka giyerdi. Saçları bu kadar kıvırcık olan birinin ismi ancak Tuğçe olabilirdi. Evet, Tuğçe. Bu isim kıvırcık harflerden oluşuyor. İnsanın derinlerde biriktirdiği ne kadar pisliği varsa tükürürcesine bir çırpıda dışarı atmasını sağlıyor. Tuğ-çe! Anlamadığım nokta böylesine küstah bir güzelliğin burada ne işi var. Tuğçe, ne olur ne olmaz diye Puzzle’a koyulmuş fazla parça. Tuğçe, bizi içerden fetheden vatan haini. Bir an önce masadan kalkıp buraya ait olmadığını ona söylemeliyim.

Bugün okuduğum roman geldi aklıma birden. Sanrılar ve Tanrılar diye başlıyordu. Bir çoğul eki iki kelimenin mana âlemini ancak bu kadar eksiltebilir, eşitleyebilir ve ancak bu kadar kaosa sürükleyebilirdi. Garsona birkaç bozukluk verdikten sonra koltuğunun altında tuttuğu cüzdanını çantasına koyuyordu. Bir yandan da kulağına götürdüğü telefona şen kahkahalar atıyordu. İşte gidiyordu. Bir an önce onunla konuşmalıydım. En azından böyle bir hatayı bir daha yapmaması gerektiğini anlatmalıydım.

“Sizin gibi bir bayanın böylesine sünepe sahillerin hüznünü kirletmeye hakkı olamaz. Zira siz, boğazı karşıdan gören bir restoranda yakışıklı bir beyefendiyle akşam yemeği yemelisiniz. Lütfen farkında olduğumuz acziyeti, rahatça yaşadığımız şu pasaklı sahilimizden saçlarınızın gölgesini çekiniz. Saçınız demişken, isminizin Tuğçe olduğunu biliyorum. Lütfen Tuğçe Hanım, ait olduğunuz yere gidiniz. Maviliğimizi şaşaalı parfümünüzle yeterince taciz ettiniz zaten.”

*** Cebimdeki beşlikle beraber gelen bozukluğu masayı toplayan garsonun eline sıkıştırdım. Omuzuna iki tane vurup “Helal et,” dedim. Tuğçe caddeye çıkıyordu. “Tuğçe hanım!” diye bağırdım hızlıca peşinden giderken. Duymadı herhalde.

12


meçhul

Daha yüksek sesle “Tuğçe Hanım!” dedim. “Bir dakika hayatım,” diyerek telefonu kulağından indirdi.

Kimliğini uzattı. Kimliği elime alır almaz büyük bir zafer kazanmışçasına “İşte, Tuğçe senmişsin!” diye haykırdım.

***

“O annemin ismi be aptal benim adım Dilek.”

İşte şimdi caddenin tam ortasında yeniden göz göze gelmiştik. Caddede akan insan yığını bize gelince sağa ve sola ayrılıyor daha sonra ilerde birleşip devam ediyordu. Bundan rahatsız olmuş olacak ki ellerini ovuşturuyordu. Oysa insanlığın akışına ters hareket etmek benim hoşuma gidiyordu.

Gerçekten de kimlikte Dilek yazıyordu. Dilek… Yirmi dört kere Dilek, yüz yirmi dört kere Dilek… Bir kimliğe bir Dilek’e bakıyordum. Suratımdaki şaşkın ifade karşısında afallamıştı.

- Bana mı seslendiniz?

- Saçlarını neden bu hale getirdin?

- Evet, Tuğçe Hanım, size söyleyeceklerim var.

- Şimdiki problemimiz bu mu? Kıvırcık olmasını istedim, kıvırcık oldu.

- İyi de, benim adım Tuğçe değil ki. Birisiyle karıştırdınız herhalde.

- Bize bunu yapmaya hakkın yoktu!

- Yapmayın efendim, sizden daha Tuğçe başka bir insan tanımıyorum ben.

- Biz kimiz? Sen ne saçmalıyorsun! Kimliği elimden aldı, karşı kaldırıma geçti. Dilek gidiyor. Dilek, Tuğçe gibi gidiyor! Kalabalığı ayıramıyorum. Allah sanrının belasını versin!

- Şizofren misiniz beyefendi? “Şizofren…” diye tekrarladım içimden.

Boğuluyorum…

- Eğer ağzınızdan çıktığı kadar güzel bir şey ise evet, şizofrenim. Söylediklerim hoşuna gitmiş gülümseyerek şunları söyledi:

olacak

ki

- Bakın, sizinle bir anlaşma yapalım. Ben size kimliğimi göstererek Tuğçe olmadığımı ispat edeyim, siz de tek kelime söylemeden yakamdan düşün. O konuştukça huzur buluyordum. “Pekâlâ,” dedim.

13


Murat Kılıçarslan

ARDI, DUVARLARIN Demlenir, pencerenin ardında bir adam. Balkon demirleri ne kadar da efkârlıdır. Bir kuş gelir konar pervaza. Ne kadar da hüzünlüdür, mermerler. Ardında pencerenin, sararmış tüller. Tüller ardında demlenir bir adam. Adam, adam, adamın elleri… Elleri ki, balkon demirleri, mermerler gibi. Tüllerin ardı, kararmış duvarlar. Duvarların hapsinde, demlenen bir adam. Çakılan çakmak, solan ışıklar, tüten duman… Ah, duvarların ardında ne kadar da az, solan şu ışıklar… Duvarlar, duvarların ardı, bir daha duvar, bir daha duvar. Duvarların ardında, yiten bir adam. Adam ki yitik, yitik ki adam. Duvarların ardında, hep yitik bir adam…

14

meçhul


meçhul

Cemre Açıkgöz

GÖKKUŞAĞI SİYAHA BOYANIRKEN

Ç

ekyat altlarına sıkıştırılan yatak örtüleri gibi düzensiz bir hayatı hiç kimse istemedi. En başta ben. Bu hayattaki amacımı bilmiyorum. John Lennon’un gözlükleri ve Salvador Dali’nin bıyıklarından sonra; benim belirsizlikle olan ilişkim hafızalara kazınacak cinsten. En kötüsü de bu: belirsizlik! Akıbetim ne olacak düşüncesi. İyi şeylerin olmasını beklemek, umut etmek. Bütün bunların zirve yaptığı bir gündü bugün. Rahatlamak maksadıyla kafamı duvara vurdum. Lila rengi olan duvar, artık kan kırmızısıydı. Duvarın kafama denk gelen kısmı boyanmıştı. Üstelik hiçbir katkı maddesi içermiyordu. Tamamen doğal. O ara zil çaldı. Gelen eski bir arkadaş. Adı Kürhay. Mutlu, yaşam dolu, sempatik çocuk Kürhay. Birbirine zıt iki insan. İyi iki arkadaş aynı zamanda. Ufak bir sarsıntı geçirdiğim için kapıyı yüzümü silmeden açtım, ayakta kalmaya çalışarak. Kürhay, Kaf Dağı gören şair gibi şaşırdı. İçeriye geçtik sonra. Terli avuçlarıyla yüzümdeki kanları siliyor ve yaptığımın yanlış olduğunu söylüyordu. Doğru giden bir şeyin olmadığını bilmiyordu. Sanki kendi evinde beni ağırlar gibi, “Bir şey içer misin?” dedi. “Git bana şarap al,” dedim. “İyi de, sen alkol kullanmazdın ki?” dedi. Bir sigara çıkardım. “Sen sigara da içmezdin?” demeye gerek duymadı. Çünkü o da anlamıştı artık uçurumun kenarında kollarımı açtığımı. Farkına varmıştı eksik olan şeylerin fazlalığını. Futbola olan ilgimi biliyordu Kürhay. ‘’Kaderinden şikâyet edersen; kart gördükten sonra hakeme itiraz eden futbolcu konumuna düşersin,’’ dedi. Sürekli kapattığım köşeden gol yediğimi bilmiyor o da herkes gibi. Ne vakit iyi bir şeyler olacak olsa hep direkten dönüyordu. Ortaokuldaki sınıfımda bir çocuk vardı. 3 sene beraber okuduk. Okulun ilk günleri her zaman düzgün ve titiz yazardı.

Defterini temiz tutmaya çalışırdı. Ama daha sonraları yazısı okunamayacak hale gelirdi. Dağınık, çirkin ve komik. Benim hayatımın evreleri de bu çocuğun yazısına benziyor. İlk başlarda her şey güzel giderken ‘’Tamam,’’ diyorum. ‘’Her şey güzel gidiyor, oh.’’ Ama sonra her şey öyle bir boka batıyor ki el uzatıp temizlemeye korkuyorsun çünkü mevcut durumu daha da batıracağını düşünüyorsun. Kaderim ve ben; birbiriyle geçinemeyen iki karı koca gibiyiz. Onu tanıyamıyorum. Uyuyamıyorum. Uzmanlar, uykusuzluğun yatakla ilgili olduğunu söylüyor. Bunu bir yatak reklamında duymuştum. Tabii onlar işin mali boyutuyla ilgileniyor. Beni ilgilendiren adını bile koyamadığım bir başka boyut. Yastığa kafanı koyduğunda göz kapaklarını titreten şeyler. Gözlerini açtığında karanlıkta gördüğün siluetler. Kalbinin dakikada kaç kere attığını hesaplayabilmene yetecek kadar sessizlik. Aslında beni korkutan şey sessizlik değil. Sessizlikle ilgili bir paradoks vardır. “Sessizliğin sesi” derler buna. Seninle konuşur, hatalarını yüzüne vurur, sana küfreder ve en kötüsü de seni çılgınlar gibi düşünmeye sürükler. Elinde bir şişe Jack Daniels’la geldi Kürhay. Oysa ben şarap istemiştim. Olsun, ilk defa içecektim bu içkiyi. İlk defa, içtim bu içkiyi. İyi iş Jack! Bir filmde görmüştüm, Scent of a Woman. Frank, telefonun ucundaki kişiye, her yeri John Daniels ile doldurmasını söylüyordu. Genç seyahat arkadaşı Charlie ise,‘’Jack Daniels demek istediniz galiba?’’ diyerek düzeltiyordu. ‘’Senin için Jack olabilir evlat. Onu benim kadar yakından tanısaydın…’’ Dördüncü kadehimi doldururken Kürhay’a artık gitmesi gerektiğini söyledim. Küstahça bir davranış gibi gözükebilir. Ama bana hak verirdiniz, onu benim kadar yakından tanısaydınız. İnsanı sinir krizine sokacak derecede pozitif bir insandır kendisi. 15


meçhul

Kürhay, reenkarne olmuş Pollyanna. Şimdi ona anlatsam içimdeki sıkıntıyı, beni anlar. Ama ne kadar anlar? Kendimin bile anlamakta zorluk çektiği bir şeyi nasıl anlatabilirim? Sebebini bilmediğim soyut bir şeyi Kürhay ne kadar anlayabilir? Bir insan, bir insanı ne kadar anlayabilir? Kelimeler derindir ama bir insanın içi kadar değil. Bir keresinde Kürhay’a, ‘’Sabaha karşı 5 gibi, çıkar kafanı bak dışarıya; griliğe, sessizliğe.’’ demiştim. Bakmış. Ama görememiş. Aynı şeyi görememişiz. ‘’İnsanın doğaya inip piknik yapası geliyor,’’ demişti. Benim, beynimi sokak köpeklerine yediresim geliyor oysa. Lime lime ettiğim kalbimi, bir vapura binip atasım geliyor türlü kuşlara. O yüzden anlayamaz biri bir diğerini, çünkü birinde yüce olanın diğerinde yoktur değeri. Anlamak için his transferi yapmak gerekir. Al ruhumu, ver ruhunu! Uyguladığım psikolojik baskıyı daha fazla çekmemek için gitti Kürhay. İyi beceriyorum bunu. Psikolojik baskı. Psikolojik savaş. Benim alanlarım. Yeterince istersem karşımda doğruları konuşan bir insanı yalan söylediğine inandırabilirim. Acaba kendimi de mi böyle böyle inandırdım kedere? Bazı şeyleri kafamda çok mu fazla kuruyorum? Belki de hayat güzel ama ben göremiyorum. Belki de Kürhay haklıdır. Hayatın zor olduğunu kabul ederek ufak şeylerin tadını çıkartmak gerekir. Küsmeden, kırılmadan yola devam etmek mantıklı bir tercihtir. Yine aynı filmde denildiği gibi, “ayakların dolansa da dans etmeye devam etmek en doğru olanıdır” belki de. Bilemem. Çoğu insan yerimde olmak isterdi aslında. Ama sahip olduğum şeyler için şanslı mı görmem gerekiyor kendimi? Böyle hissetmiyorum ben. Derinlerden gelen bir sıkıntı durumu bu. Maddi şeylerle geçecek bir durum değil. Paranın satın alamayacağı şeylerin olduğuna inanıyorsanız buna da inanmalısınız. Kızıyor bana Kürhay ama. Sıfırdan başlayan, hiçbir şeyi olmayan adamların başarı hikâyelerini okuyup bana kızıyor. Neyin var senin, diyor. Kolu bacağı olmayan, açlıktan ağzı kokan, sokaklarda yaşayan insanlar bile gülümsüyor çoğu zaman; sen neden somurtuyorsun? Bir bilsem Kürhay.

Benim gibi insanlar hatalı üretimdir belki de. Evet, üzerinde düşünülebilecek bir teori bu. İnsanların geneline ve eğlence kültürünün CEO’larının istediği insan tipine bakıldığı zaman mantıklı olabilecek bir teori. Bozuk malız biz, istenmeyen mal, elden çıkarılması gereken bir mal. Dışarıda yağmur yağıyor. İçeriye yağsaydı eğer beklenmedik bir şey olurdu. Poşetlerini şemsiye gibi, şemsiyelerini de kalkan gibi kullanan insanlar var. Herkes sığınacak bir yer arıyor. Bense dışarıya çıkıyorum ıslanmak için, kafamda başka bir yağmur efektiyle. Yürüyüş yolunun sonunda bulunan bir kafeye giriyorum. Sıcak bir süt isteyip içine biraz da bal katmalarını söylüyorum. Süt istedim, ama canım süt çektiği için değil; farklı bir şeyler yapmak için. Tekrara düşmekten de sıkıldım artık. Süt geliyor, garson da öyle. ‘’Başka bir isteğiniz var mı efendim ?’’ diyor nazikçe. Yok der gibi kafamı sallıyorum. Böyle yerleri seviyorum. Dudaklarımdan çıkan sözleri anında yerine getirecek insanlar var burada. Bunu görmek bana iyi geliyor. Ah, insanın içindeki hükmetme arzusu her şeye! Ben de öyleyim evet. Herkes öyle! İstiyoruz ki tüm ipler elimizde olsun. İstiyoruz ki ipler hiç kopmasın. Ama nah kopmaz! Gün gelir boğazında görürsün ellerinde tuttuğun ipleri. Kafeden çıktıktan sonra evin yolunu tutmaya başladım ve her yağmur sonrasında “artık sıra bende” diyerek sahneye çıkan gök kuşağını izledim. Küçükken doğal olarak gök kuşağının, güneş ışınlarının yağmur damlalarına ya da sis bulutlarına yansıyıp kırılmasıyla oluştuğunu bilmiyordum. Benim teorime göre gökyüzü nefesini tutuyordu ve bu yüzden renkten renge giriyordu. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve en son mor. Buzdolabındaki yumurtaları çatıya çıkartıp güneşin altına koyduktan sonra içinden civciv çıkmasını umut ederek beklediğim günleri saymıyorum. Kabul ediyorum, garip bir çocukluk yaşadım. Ama bu garipliğin hayatımın her alanına kanser gibi yayılması gerekmiyordu. Konuşma Sonu 16


meçhul

Lacivert

GECEYE SESLENİŞ Doğan güneşe ve aya, kararan geceye, Şafak vaktinin aydınlığına, suyun tatlılığına Elektrik tellerine konan serçelere, Ne de, uzun siyah saçlarına yağan kara, Hiçbir şeye benzemez gülüşünün tazeliği.

Gökyüzü kıskançtır, paylaşamaz seni, İstemez dağılsın saçların rüzgârlarda. Sen tatlı su balığı, çokça da sevgi, Kır çiçeklerinin her biri, teninin rengi. Sen tatlı su balığı, biraz da deli.

Uykularda sayarsın yıldızları, Sen ki geceyi alan koynuna. Serin yaz günündeki minik arı, Sen ki papatyalar asılı boynuna Sesinde gizli tüm gülüşlerin tadı.

Ömrümün hangi çizgisine baksam, Senden kelimeler dizili. Konuşman, uzadıkça uzayan güzel bir esinti, Adın ki hece hece, altı kırmızı kalemle çizili. Sen benim şiirim, çölümün minik denizi.

Yağmurun sesi, toprağın kokusu, Raylarda son bulan hasretler, Sen serin göllerin kuğusu Ne de güzel yaşanır senle seneler Saçlarında dağılır en tatlı geceler.

Rayın üzerinde kara bir tren, Yağmurdur seni bana getiren, Gözlerim yorulur mu hiç seni seyirden? Sen hüzün yüklü bir tablo, Çıkmış Tanrı’nın elinden.

Gelen güne haykırıyorum, Ey güneş alamazsın onun ışığını. Gözlerinle yeniden doğuyorum, Gözlerin ki andırır bir üzüm bağını. Şarap ki sarhoş etmiyor senin kadar ay ışığını.

Üşürsün, soğuklarda minik kırlangıç, Bozkırlar doğar yüreğimden, Yurdum sensiz pek bir karanlık. Üşürüm mahrum kalsam sesinden, Sesinle toprağa ayak basıyorum yeniden.

Uğruna yazılmış tüm şiirler, Masallarda sen, romanlarda sen. Bakışında eriyor tüm kelimeler, Gece sen, gündüz sen, hayat sen… Sen ki en tatlı yemiş, pek sevilmişsin küçükken.

Ruhun gülüşünün beyaz renginde, Sevda hayat bulur senin teninde. Ayak bas şenlensin gönlüm seninle, Konuş, konuş ki dinsin hüznüm, Gel, sen gel ki gül koksun ömrüm.

17


“... Bana sormayın böyle nereye Koşa koşa gidiyorum Alnından öpmeye gidiyorum Evleri balkonsuz yapan mimarları”


“...

Dipte maviliklerin oynaştığı, Küçük bir balığın kanadı gibi yalnız, Umutsuzluğun bir anlamı kalmadığı, Kumlara gömülmüş ya da kayaya takılmış Çapanın, gemisini bekleyen çapanın Altında, toprak başlar ya, sonra da Maden, az önce çökmüş madenin altında, Lamba söndükten sonra yıkılmış tavanın Ve duvarı tutan kalasın altında Tek başınaydı işçi, karanlık Yok etmiş gözlerini ama Kendindeydi daha ufak bir güneş, Dünyanın en ufak güneşi, Çocukluk gibi, düşüncesiz kuşlar gibi, Duydu demir aldığını geminin Gürültülerle. Ve yukarda, Uzak bir göğün altındaydı deniz, Bulutlar, martılar ve deniz.”

Melih Cevdet Anday

www.facebook.com/mechuldergi www.twitter.com/mechuldergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.