Meçhul Sayı 2 - Didem Madak

Page 1

Sayı 2 Temmuz 2014 Fiyat: 2 TL

meçhul Aylık Edebiyat Fanzini

“KASIMPATLARI KADAR ACI KOKUYORUM...” . DIDEM MADAK


Didem Madak ve Kadın Şiiri Mısra Gökyıldız

Tanrılar Ruh Üfler Şairler Gölge

11

Şiir

Salih Aras

Yeşertelim Ucunu Karanfilsiz Silahların

12

Öykü

Bedirhan Büyükduman

17

Deneme

Murat Kılıçaslan

Oulipo

Esteban Eminoğlu

19

Öykü

7

Makale

Halil Şirin Duran

Adı, Kadın

Sükût-u Hayal Biriktiren Adam Oğuz Ayaydın

20

Buongiorno Roma Aysu Ceren Özaydın

22

Şiir

Tabu

içindekiler

Öykü

Kemal Soydan

Şiir

16

Bozlaklar

5

Mehmet Emin Katırcı

Şiir

4

Makale

14

Bir Hiçtir Şiir, Annenin Öpülen Ayakları Altında

Gezi Yazısı

2

Makale

meçhul

Cehennem Kondüktörü

Gelincik

Cemre Açıkgöz

Ruhi Bey

Kapak çizimi: Dilek Gökyıldız / Sayfa içi illüstrasyon: Gizem Kaçarer / Tasarım: Elif Karakoç mechuldergi@gmail.com


Mısra Gökyıldız

meçhul

“ölüm çok iri bir sözcük değil bayım”

DİDEM MADAK VE KADIN ŞİİRİ

K

ısacık ömrüne (1971-2011) tezgâhtarlığı, anketörlüğü, baro tescilli avukatlığı, bir kız çocuğunu, bitmek bilmez bir kadınlığı ve demet demet çiçeği sığdıran Didem Madak, tüm anılarını şiirlerinde kullanmak üzere naftalinleyip kaldırırken şiirlerinin derlendiği üç kitabının satır aralarında (Grapon Kâğıtları [2000], Ah’lar Ağacı [2002], Pulbiber Mahallesi [2007]) geçmişine ne kadar tanık olabildiğimizi kestiremediğimiz tür bir şair.

doluyken, birilerine parmaklarının ucunda kenarları kan kırmızı bulutlar hediye etmek, abesle iştigal etmemektedir elbette. Her ne kadar olur olmadık nesneleri renklendirdiyse de genellikle aralarından daha hassas ve kırılgan forma sahip olanları seçer. Renklerin yetmediği noktada, nesnelere imgesel renkler biçer (Bir tek senin çocuklar üşüyecek rengi saçların vardı [Grapon Kâğıtları, 17]). Böylece kendini “çiçekli şiirler yazmak isteyen biri” olarak tanımlarken; aslen dünyaya karşı kadınsı bakışını, kadınca gören gözlerini ve bunu kaybetmemekteki ısrarını samimiyetle “kendinden” tanımlamıştır.

Bu yazıda, hakkında akademik(çe) pek kafa yorulmamış ve ölümünün seneyi devriyesi edebiyat camialarında nüksetmedikçe köşelerde kendisine fazlaca yer ayrılmamış bu şairin, çağdaşları arasından sıyrılmayı başarmasını sağlayan alametifarikalarından bahsetmek niyetindeyim.

*** Ekseri –di’li geçmiş zaman şairi olan Didem Madak; hatıralarını ve ilk gençlikten kadınlığa geçiş evresinin sancılarını kız kardeş-anne-yalnızlık bağlamında ele alarak şiirine konu etmiştir. Yakın ve uzak geçmişinden verdiği; bazen gündelik hayata dair, bazense büyülü gerçekçi ve imgesel örneklerle şiirini renklendirmiştir.

Virginia Woolf ’ün tabiriyle; “ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçen” Didem Madak’ın. O, her ne kadar hayatını “bir mutsuzluk inşaatı” gibi gördüğünü söylese de kasımpatlarını, zambakları, dağ lalelerini, nergisleri, fesleğenleri, sardunyaları, çan çiçeklerini, begonyaları; zamanla azalarak da olsa; daha nicelerini tüm renkleriyle satırlarına misafir etmekten hiç gocunmamış; artık bir mutluluk şiiri yazamayacağını iddia etse de (Ah’lar Ağacı, 56), hayatına değip dokunan tüm olguları renklerle sıfatlandırmaktan geri durmamıştır. Belki de Pulbiber Mahallesi’nin “ebruzen”i olması bu sebeptendir. Mor zambaklar kadar normaldir ona göre günlerin pembeliği; gevrekler kapkaradır; ne mavi, ne yeşil ne de sarı; halbuki tüm bu renklerde olabileceklerken. Saçları bembeyaz tülbentlerin kırmızı oyalarıyla

Çocukluğuyla kurduğu hüzünlü bağı koparmaktan korkarcasına, hayatının erken evrelerini, evrelerin geçtiği mekânları arka plana alarak, sık sık dillendirmiştir. Bu özellikleri, bugün onun İzmirli oluşunun, çocukluk ve gençlik travmalarının, anılarının ve öykünmelerinin izini sürebilmemizi sağlamaktadır. Kızkardeşi Işıl’a, her ne kadar “sesinin tonunu emanet ettiği Ahlat Ağacı’na” olduğunu bilsek de ah’larına ve eşinden şehrine, dostundan kedisi Zeyna’ya kadar hayatındaki herkese adadığı üç kitabı, bir kadının tüm şeffaflığıyla çizdiği otoportresini oluşturmaktadır. 2


meçhul

Geçmiş zaman ve dilek kipleriyle kurduğu dizeler, istisna bulundurmakla beraber, geleceğe dönük planlar ve umutlar içermemekte, temennilerle satırların sahibini avutmamakta, karşı cinse duyulan aşkı konu etmemektedir.

benliğindeki karmaşayı yansıttığı düşünülebilir (Avuçlarımla konuştum, / Allah büyüktür diyen insanlar gibi, / Kedi dili bisküvilerinin bir pastayla konuşması gibi / Yumuşak ve kremalı konuştum onunla [Ah’lar Ağacı, 41]; Kertenkele masal torbasından çıkmıştı / Bu olmuştu çocukluğumda / Kuyruğu da kopmuştu. / Kazaya imanım tamdı, müşriktim kadere karşı / Eşyalar için en çok şairler ağlardı. [Pulbiber Mahallesi, 75])

Kendi deyimiyle “şiirin nefret taşı”nın (Ah’lar Ağacı, 65) kaleminden çıkan satırlar, dış dünyaya yöneltilen ya da içselleştirilen bir öfke yüklüdür. Özgürlükçü ve savunmacı bir bakış açısıyla “ben” kalkanının ardından yazan Madak; erkekleri “Bayım”lı hitaplarla kendinden uzaklaştırır, babasından hayatında yeri olmaması gereken bir figür olarak bahseder (Geçmişini mi yok ettin kızım diye soran / Bir babadan kurtuluşumu kutluyorum /Babama söyle, o gelmesin maviş anne [Grapon Kâğıtları, 21]). Erkeklere cephe alması, annesinden devraldığı bir tutum gibi olarak göze çarpmaktadır (Babam / Çıkarılmış bir adam bütün fotoğraflardan [Grapon Kâğıtları, 57])

*** Şiirlerinin dizelerinde rahatlıkla 41 yıllık hayatının izini sürebildiğimiz bu şair hakkında, ardında bıraktığı az sayıda röportajlardan da fikir edinilebilir. Fakat; son yazdığı “128 Dikişli Şiir”i de yayınlayan (Pulbiber Mahallesi, 110) yakın arkadaşı Müjde Bilir’e verdiği röportajdaki şu cümleler, Didem Madak şiirinin alt metnini okumak için yeterlidir:

Meslektaşlarının kullanmaktan çekinmediği “erkek sesi”ni okuyucusuna hiç işittirmeyen şair, çağı için onu biricik kılan kadın sesini ve yaşantısını şiirsel bir dile dönüştürerek kendi üslubunu yaratır.

“Hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.” (Varlık Dergisi, Sayı:1141, 1 Ekim 2002)

2000’li yıllarda harareti iyiden iyiye sönen Türk şiirinde bir kadın kalem sıfatıyla kendine yer edinmesi tesadüfi değildir. Şair kimliğini, bir kadın olarak gündelik yaşantısından ayırmaz ve kendini kuşatan materyal dünya, şiirlerinin doğal akışına yapmacıksız dahil olur (Ütüsüz giyerim karabasanlarımı / Sakarım, sık sık çarpar deviririm yazgımı / İçimdeki suyu döktükten sonra işte, ondan sonra [Ah’lar Ağacı, 54]; Seni sevince pazara çıktım sevinçten / Enginar aldım “süper enginarlar” diye bağıran adamdan [Grapon Kâğıtları, 43]). Kadınsı hassasiyetler ve yaşamın getirdiği manevi boşluk ile çocuksu betimlemeler ise şiirlerinde çatışma halindedir. Bu durumun, onun 3


Kemal Soydan

meçhul

Bülbüle mürg dedin kanardı kanadı amma Güle gül deyip sıvışmak vardı bahçelerden

I. Su

BOZLAKLAR Bu köstereleri bileyle tomruk Tüy atmak gövdelere hızar ağızlarına Ağzın yarımşar mimle tomruk Doru aylar vardı Akıttığımız göllere

Biraz sonra gün doğdu Kan dökmeye hazırlandık Bayrak yaptık ölüsünü bir çingenenin Örme sepetler giydik Güvercinler çapraz nacak Çakşırlar Taklalar Ve çalım (Bir kırmızı gül yaktı. İliştirdi dudaklarının ucuna. Güneşe baktı ve iç çekti. Kiliseler ve güneş. Minareler ve güneş. Yılan, kilise ve güneş. Sonra Basra. Denizden çıkan canavarlar. Canavarlar ve tekerlek. Çömlek ve çivi yazıları. Sınırın öte tarafındaki esmer kızlar. Bacaklı. Sınırın bu tarafındaki esmer bacaklı kızlar. Onlardan biri. Sonra Allah’ ın günü, bu kırmızı gül. Kalın çay, Adıyaman. Sonra O’ nun da kendine inanmayışı. Kavga edişi, bölünmesi, bayraklanışı. Tırnaklarını uzatması. Yemeyişi. Yokluğun kendisini sürmesi saçlarına.)

O çam devrilirse dedik İğneleri ve budaklarıyla Bir çam kangallarına çengellenecek Başlıklarını hatırlayacak cıngıllı ve kurtlu Ne kolcuyduk o zamanlar diyecek Kınnapları yutardık ağzımız çizim Ve çizimdi gövdelerimiz Irmak Bana ey şimdi başaltı kumruların doldurduğu avlular Ormana böcekler bırakmak nedir Tünemek saçmalara Bükümlerine suyun abanmak Nic oldu

O pullukları aldık kollarından Ormana bıraktık seni Bir ressam Şiş yanaklı ve küvetlere ölü Biraz altın Gözlerine yıkık çardak Kimimiz dağa kaçtı Keliflere kaçtı kimimiz Odun biçti Su kırdı Kekik taşıdı Kuzineleri kokladı ve harladı yaban karanfillerini Tüfeklere ve dağ dedik Böölediğimiz yalak Kapandı Konardı dal Çam iğneleri yapraklar Kapandı çirpi iplerine İribaşlar teknede

Goya

4


meçhul

Halil Şirin Duran

TABU

G

özlerimi açtığımda yan yana sıralanmış birkaç yüzün arasında, masmavi gökyüzünde yüzümü gölgeleyen beyaz bir bulut kümesi ve bir metro durağı tabelası gördüm. Yine bayılmıştım anlaşılan. Etrafımı çevreleyen insanların telaşının aksine alışmış olduğum bu durumu yok sayıp yerimden doğrulmaya çalıştım. Başımın arka tarafında bir ağrı vardı. Demek ki; bu sefer sırtüstü düşmüş, başımı da yere çarpmıştım. Son hatırladığım, okula doğru gittiğimdi. Metallica amblemli sırt çantam yanımda olduğuna göre, evet, okula gidiyormuşum. “İyi misin?” ,“Kendine geldin mi?”, “Ambulans çağıralım mı?”... Biri bayılsa da soru yağmuruna tutsak diye yüzyıllardır bekleyen insanlar nasıl olmuşsa birdenbire başucumda belirmiş, bilmem kaç asırlık emellerini gerçekleştirmenin tadını çıkarıyorlardı. Kısaca, “İyiyim, teşekkür ederim,” deyip, metro istasyonunun dibinde bir duvarın gölgesine oturdum. Meraklı kalabalık iyi olduğuma kanaat getirdikten sonra yavaştan dağılmaya başladı. Herkes gittikten sonra başımı duvara dayamıştım ki bir iç çekme sesi duydum. Başımı, yasladığım duvardan kaldırmadan tek gözümü açarak bu derin sesin nerden geldiğini anlamaya çalıştım ve elinde sarı bir kitap olan o kızı gördüm. Hiçbir şey demeden öylece bana bakıyordu. ─Siz de gitmeyecek misiniz? ─Gerçekten iyi misiniz? ─İyiyim, sürekli oluyor. ─Biliyorum, epilepsi hastasısınız galiba. Hastalığıma ecnebi dilinde epilepsi adı koyulalı yüzyıllar olmuş. Aniden, hiçbir belirti olmaksızın ziyaretime gelen bayılma nöbetlerinin toplamına deniyor epilepsi. Fakat ben bu adı kabul etmiyorum; tabu diyorum ona. Hasta olan ben olduğuma göre kendi hastalığıma bir ad koyma hakkım da vardır elbet.

─Evet, epilepsi… Kendi kendime oynadığım bu isimşehir oyununa, sırf bana yardım etti diye tanımadığım birini dahil etmenin bir anlamı yoktu. Onaylayıp, muhabbeti fazla uzatmadan başımdan savmak istedim; fakat sarı kitaplı kız yerin tozuna aldırmadan yanıma oturdu. Belki de bilinçsiz olarak yaptığı bu hareket içimde bir tsunamiye yol açtı. Dünyanın tozuna aldırış etmemek, toprakla olan münasebetin bir göstergesiydi. Kalbimde artçı bir sarsıntı olmuş, kan boğazımdan yukarıya hücum etmeye başlamıştı. Zaten sürekli al al olan yanaklarım iyice kızarmıştı. “İsim-şehir oynamayı sever misiniz?” diye sordum birdenbire. Tanımadığı bir insanla bin yıl yan yana otursa tek kelime edemeyecek olan ben, bu soruyu nasıl sorduğuma kendim de şaşırdım. Zaten O da anlamadı. Cevabını almak istemediğim soruları bilmeceye dönüştürerek sormak, yıllardır yalnızlığımı muhafaza etmek için karınca yuvalarından, papatya tohumlarından ve bataklık diplerinden çekip aldığım kendime özgü bir savunma şekliydi. Yan yana otururken, aramızdaki bir metre kadar boşluk, sessizliğimizle uzuyor, genleşiyor, bizi zamanın bir ânına hapsederek uzun yolculuklara çıkıyor ve insanlığın ilk gününden beri dünyanın herhangi bir köşesindeki sessizliklerden vaki olan boşlukları heybesine doldurduktan sonra getirip kendine dahil ederek büyüyor, büyüyordu… Tamamen iyi olmamı beklediği için yanımda oturmayı tercih eden bu adı sanı bence belirsiz olan kız tarafında durum belki de küçük bir iyilikten ibaretken; ben, zaman zaman çarpışan gözlerimizin oluşturduğu tanımsız akıma kendimi kaptırmamak için dalgakıran edasıyla sağlam durmaya çalışıyordum. Ancak muvaffak olmak ne mümkün…

5


meçhul

Durer

kitaplı kızın bakışlarının yaptığı etkiyi bu şekilde hissetmeye bırakmıştım kendimi. Bilincim son derece açık; fakat gözlerim kapalıydı… Gözlerimi açtığımda yan yana sıralanmış birkaç yüzün arasında, masmavi gökyüzünde yüzümü gölgeleyen beyaz bir bulut kümesi ve bir metro durağı tabelası gördüm. Yine bayılmıştım anlaşılan. Etrafımı çevreleyen insanların telaşının aksine alışmış olduğum bu durumu yok sayıp yerimden doğrulmaya çalıştım. Başımın arka tarafında bir ağrı vardı. Demek ki; bu sefer sırtüstü düşmüş, başımı da yere çarpmıştım. En son ne yaşadığımı hatırlamaya çalıştım. Metallica amblemli sırt çantamın yanı başımda olduğunu gördüm. Evet, okula gidiyordum. Tabu hastasıyım ben.

Renklerin yedi türlüsünün bir mumda eritilip buhurdanlıktan süzülerek saydam cam üzerine dökülmesiyle varlık bulmuş elâ gözlerinden çıkıp boynuma dolanan, peşinden kalbime akıp orada ani ve ritimsiz titreyişlere sebep olan, sonra da ruhumun tüm kıvrımlarını neşter ucuyla çize çize geçen bakışlarını alıp gözlerimin demir parmaklıkları paslanmış, kesme taşları rutubetten kararmış zindanlarına hapsediverdim birkaç dakika içerisinde. Tüm bunların sayesinde, yıllardır uykusuzlukların beni esir almasına sebep olan varlık sancılarım birdenbire dinmiş, yamaları bile dökülmüş eski elbiselerden farksız ruhum yenilenmiş ve sağ kulağına ezan okumaya hiçbir zaman muvaffak olamadığım içimdeki boşluk, yerini patlamak üzere hazır bulunan volkanların iç enerjisine teslim etmişti. Artık gözlerimi kapatmış, sarı

6


meçhul

8

Salih Aras

TANRILAR RUH ÜFLER ŞAİRLER GÖLGE

Nisan 1970 yılında acılarla dolu olacak bir hayata gözlerini açar Didem Madak. Varoluşun getirdiği derin ıstırabı ve hayatın sol kroşesini henüz 13 yaşındayken annesinin vefatıyla beraber yüreğinde hisseder. İleride şair olacak, anne kokan şiirler yazacaktır. Nitekim annesinin ölümünü de şöyle anlatmaktadır: “13 yaşımdayken annem öldü. Hani bazı insanlara isimleri çok yakışır ya, işte annem o insanlardandı. İsmi Füsun’du, annemden bana kalan tek miras bir sihirdir. Onu ne zaman özlesem bir şiir yazarım.” Birinci sınıfa giderken evden kaçmasından anlaşılacağı üzere şaşkınlıklarla dolu, göçebe bir hayat yaşayacaktır. O gün evden kaçtığında akşamına bulunacak ve annesinden temiz bir dayak yiyecek olan Didem Madak, evden kaçma olayını 18 yaşına geldiğinde daha profesyonel bir şekilde tekrar gerçekleştirecek ve bu girişiminde gayet başarılı olacaktır. “Kaçarak evlenen ilk şehirli kız unvanını aldım,” diyen Didem, ardında babasına hitaben yazılmış bir mektup bırakarak sevdiği adama koşacaktır.

yumrukları artık hazmedemez olur. Ve o günleri şöyle anlatır: “Tam artık hayattan istifa edip, kendimi hepten asil sanacağım sırada oradan taşındım. Taşınmam gerekti. Kapıya kimin olduğunu bilmediğim şu iki dizeyi kurşunkalemle yazdım: ’ırmağımda başımın döndüğü yıllardı / geçtiğim her yerde benden bir şeyler kaldı.’” Didem Madak ve Tasavvuf 40 yıllık hayatına 3 şiir kitabı sığdırmıştır Didem Madak. Bunlardan ilki İnkılâp Kitabevi Şiir Ödülü’ne layık görülen Grapon Kâğıtları’dır. Bu kitabında bulunan şiirlerde hayatında yaşadığı somut korkuları ve zorlukları anlatmıştır. Şiirlerinde yer yer dinî motiflere rastlasak da henüz manevi bir arayış sezilmemektedir. Daha ziyade annesinin acıları, kediler ve bodrum katlarında yaşadığı zorluklar dikkati çekmektedir. Fakat ikinci kitabı olan Ah’lar Ağacı’na baktığımız zaman kitabın ilk şiirinde şu dizelere şahit oluruz: “Güçlü bir el silkeledi beni sonra / Sanırım Tanrı’nın eliydi. / Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.” Evet, Grapon Kâğıtları ile Ah’lar Ağacı kitapları arasında Didem Madak’ın manevi hayatında değişen bir şeyler olmuştu. Bu değişimin en büyük sebebi ise okuduğu kitaplardı. Yıllar öncesinden Öküz Dergisi’ne yazmış olduğu yazıda kendisini edebiyat dünyasının kıyılarında hissettiğini söylerken önemli bir ayrıntıyı da sözlerine ekliyordu: “Zaten son üç senede genelde peygamberler tarihi, Gazali, Arabi, Şeyh Galip, Mevlana falan okudum. Bu yüzden son dönemde bir edebiyat okuru bile sayılmam.” Hz. Mevlana’nın (k.s) büyük bir tasavvuf âlimi olduğunu hepimiz biliyoruz. İmam Gazali (k.s), tasavvufi görüşe yakın büyük bir İslam âlimi ve felsefecidir. Şeyh Galip, Nedim’in ardından gelen en ünlü divan şairlerinden biridir. Yazdığı eserlerinin en önemli yönlerinden biri, tasavvufi temellere dayanmasıdır.

“Bir tezgâhtar parçasıyım ben Kendime alıştım bodrum katlarında” Hayat bir bir indirmeye devam eder yumruklarını tezgâhtarlık, sekreterlik, anketörlük gibi birçok işte çalışır. Hepsinden de istifa eder. İstifa etmeyi çok sever. İstifa etmenin kendisini çok asil hissettirdiğini söyleyen Didem, herkese bir kere de olsa anlı şanlı istifa etmeyi tavsiye eder. Bu arada eşiyle ilişkisini devam ettiremez ve boşanır. Boşandıktan sonra bir apartmanın bodrum katında yaşamaya başlar. Oturduğu evin zemininden dolayı sık sık su baskınlarıyla karşılaşır. Bir yandan evini basan suları temizlerken diğer yandan da Tanju Okan’ın “Kadınım” şarkısını mırıldanır. Bir kadının “Kadınım” şarkısını mırıldanmasından da anlaşılacağı gibi yediği 7


meçhul Muhyiddin İbn Arabi’ye ise “Ekber” (yüce, ulu) diyenler de vardır, “Ekfer” (kâfir) diyenler de. Fakat onun da hayatına baktığımızda İbn Arabi’nin Ureyni isimli bir şeyhle tanıştığını ve eserlerinde bu şeyhe, “İlk hocam,” dediğini görürüz. Şimdi yeniden Didem Madak’a dönecek olursak tasavvuf ateşiyle böylesine harmanlanmış büyüklerin kitaplarıyla üç sene vakit geçirdikten sonra kendisinin de tasavvuf yoluna girebileceğine şaşırmamak gerekir. Nitekim böyle kitapları okuduğu o dönemi yine Ah’lar Ağacı kitabında yer alan “Siz Aşktan N’anlarsınız Bayım?” başlıklı şiirinde şu şekilde ele almıştır: “Allah’la samimi oldum geçen üç yıl boyunca / Havı dökülmüş yerlerine yüzümün / Büyük bir aşk yamadım / Hayır / Yüzüme nur inmedi yüzüm nura indi bayım / Gözyaşlarım bitse tesbih tanelerim vardı / Tesbih tanelerim bitse gözyaşlarım… / Saydım insanın doksandokuz tane yalnızlığı vardı / Aşk diyorsunuz ya / Ben istemenin Allahını bilirim bayım” “Aramakla bulunmaz lakin bulanlar arayanlardır,” demiştir Bayezid-ı Bistami hazretleri. Didem Madak’ın arayış içerisinde bulunduğunu, şiirleriyle hayatını birleştirdiğimizde apaçık görürüz. Yine şiirlerinde bulduğuna dair ufak ipuçları görsek de kesin olarak bulmuştur diyemeyiz. Yine bulduğunu belirten dizeleri şöyledir: “Merak ederdim, / Kesik başları ve sarı ışıklarıyla / Nereye gider bu insanlar? / Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce / Bir kara yılan gibi, / Bilemezdim menzil neresi?” Burada kullanılan “menzil” sözcüğü, “kasıt, varılacak yer” olabileceği gibi yaşayan tasavvufi mekânlardan biri olan Adıyaman’ın Kâhta İlçesinin Menzil köyü de olabilir. Çünkü şiir şöyle devam etmektedir: “Ah dedim sonra / Ve acilen makas değiştirdim. / İç ses diye söylendim, / Raydan çıkma bundan sonra” Bu dizelerden anlaşılacağı gibi Didem Madak, Menzil köyüne gitmiş, tövbe etmiş ve tasavvuf yoluna girmiş olabilir. Tekrar söylemekte fayda var; bir mürşide intisap edip etmediği konusunda kesin bir bilgimiz yok. Fakat tasavvufi imgelere de sıkça yer verdiği Pulbiber Mahallesi isimli

son kitabında yer alan şu dizeler, görüşümüzü güçlendirecek nitelikte: “Meselem neydi Müslüm Baba / Ne babam sordu bu soruyu bana / Ha babam / 25 kere estağfurullah…” Bu şiirde şaşkınlık imgesiyle beraber gelen baba imgesinde mürşide bir gönderme yapılmış olabilir. Nitekim tasavvufta mürşide “baba” şeklinde de hitap edilir. Yine tasavvufta bir seyr-i süluk; yani izlenilecek yol vardır. Zaten tasavvuftan gaye budur. Bu meseleyi doktorun hastaya reçete vermesi gibi düşünebiliriz. Burada doktor mürşittir, hasta ise mürit. Mürşit, müridin manevi hastalığı için belli başlı görevler verir. İşte Nakşibendî Tarikatı’nın Menzil kolunda uygulanan görevlere başlamadan önce 25 kere estağfurullah çekilir. Şiirin bu dizelerinde gördüğümüz “25 Estağfurullah” da bunun tezahürü olabilir. Didem Madak 2011 yılının Temmuz ayında kolon kanserine yenik düşmüş ve aramızdan ayrılmıştır. Kimilerine göre bu dinî motifleri kullanmasının sebebi Allah’a olan sahih yakınlığı değil de yakalandığı hastalıktır. Fakat son kitabı olan Pulbiber Mahallesi 2007 yılında basılmış, 2008’de kızı Füsun dünyaya gelmiştir. Bu da demek oluyor ki Didem Madak, şiirlerini yayımladığında henüz bu amansız hastalığa yakalanmamıştı. Nitekim bir kadın, kolon kanseri tedavisi görmeden çocuk dünyaya getiremez. Türk şiirine farklı bir renk getiren naif ve güzel şairimize haktan rahmet diliyoruz. Ben sevgilim… Bir çocuk bayramı gibi yaşamak isterdim her aşkı Cezaya kaldım. Bir mutluluk şiiri yazamamaktan dolayı İmlamı iyice bozsam da fark etmez artık. Kime ne “de-da”ları ayırmasam? Noktalarda durmasam, Bir ünleme koşsam yalnızca, Sonu uçmak olan bir çığlığa. Kime ne anlatarak bitirsem hayatımı? Ölümüme de bir şiir yamar nasıl olsa birileri artık. Didem Madak / Ah’lar Ağacı 8


meçhul

FETUSTAN ÖLÜME Bazen yüzüne dalar kalırım, nemsin diye, Dizlerine yatarım bazen, annemsin diye (Ziya Osman Saba)

Beklerdim, aşklar birer türküydü! Bir kızak sanki saplanmış kara; Hiçbir şey kımıldamaz öylece dururdu Annemsi bir sessizlik çökmüştü duvara (Hilmi Yavuz)

“Yatsın, diyerek, bâri, bu akşam erken!” Annem, bana kumsalda masal söylerken Bir tatlı hafiflikle açıldım kıyıdan Enginlere …gövdem gemi, rûhum yelken. (Arif Nihat Asya)

Anan , ipek gibi kuvvetli, ipek gibi yumuşak; Anan, nineliğinde bile güzel olacak (Nazım Hikmet Ran) Bir anne sesini anımsatan Unutulmuş bir çocukluk türküsü İçimdeki derin gökyüzünü Usulca kımıldatan (Ataol Behramoğlu)

Gözlerinde aksi bir derin hiçin, Kanadın yayılmış, çırpınmak için; Bu kış yolculuk var, diyorsa için, Beni de beraber al anneciğim! (Necip Fazıl Kısakürek)


meçhul

“Anne sana kim dedi yavrunu doğurmayı? Sanki karnında fazla yaramazlık mı ettim? Senden istemiyordum ne tacı, ne sarayı; Karnında yaşıyordum, kâfiydi saadetim.” (Cahit Sıtkı Tarancı)

Ve o kadınlar nereye gittiler Anne olan sevgili olan o kadınlar Çocuklarının üzerine titreyen Kirpiklerinde hep aynı Sevgi ve merhamet ışığı O kadınlar gökyüzüne mi çekildiler (Sezai Karakoç)

Annemin na’şını gördümdü; Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle Acıdan çıldıracaktım. (Yahya Kemal Beyatlı)

Tatilleri yanında geçiririm annemin, Bir aydınlık belirir o sararmış benzinde; Bu sevimli günlerde gamdan, tasadan emin, Avunurum bir çocuk gibi onun dizinde. (Ahmet Kutsi Tecer)

Çorbasını büyüleyen biridir anneler Hasta yatağımızda Elleri yüzleri hoş kokar (Gülten Akın)

Şalına sarınırdın toprağa sarınır gibi Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için, Bu acımasız ölü anne sesini (Didem Madak)


meçhul

Bedirhan Büyükduman

YEŞERTELİM UCUNU KARANFİLSİZ SİLAHLARIN I Doksan derecelik bir zaman diliminde Tik-taklarıyla beynimde yankılanan saat Hep bir an’da donakalıyor. Kabir azabını yaşatıyor yattığım yatak Gözlerim yanıyor, Bedenimi kemiriyor uçuşan toz zerrecikleri. Kesik başlar canlanıyor karanlığın derinlerinde Tekbirler getiriyor silah sesleri Darağaçları kuruyor tetiği çeken parmaklar: Şiilerle beraber insanlık ölüyor, Kentlerle beraber insanlık düşüyor, İnsanla beraber insanlık bitiyor. Bir kalp bir yumruğun içinde, Tüm hayat damarlarından koparılmış. Bilekten aşağı kıvamı tutturulmuş kan süzülmekte; “Eklem yerlerimiz kirlenecek!” II Çayhanenin içinde ağır makine sesi yankılanıyor, Anlamalı, çark dönmeye devam ediyor. Aman diyeyim, durmasın “Ti Bandı”, Kalkmasın gazete reklâmları, AVM’ler kapanmasın. Vitrinlerden yüzdeli stickerlar, Ekrandan ömürlük diziler silinmesin. Haberlere göz gezdirelim, gündemi değiştirilmiş Mahlukatlara dönelim her birimiz. III Kesik başlar taşarken banka hesaplarından Ve oluk oluk kan dolarken şarap bardaklarına, Yakalım demiyorum gemileri, sakın ha! Tek ki dikilelim karşısına Ve yeşertelim ucunu karanfilsiz silahların!

11


Cemre Açıkgöz

meçhul

CEHENNEM KONDÜKTÖRÜ

F

abrikanın dış cephesindeki havalandırmanın pervanelerinden çıkan sıcak hava akımıyla ısınmaya çalışıyordu. O yıl, son yılların en düşük sıcaklığı yaşanıyordu.

görmez, kimse dinlemezdi. Dışarıya çıktığında havanın daha fazla soğuduğunu hissetti. Ya da sıcak bir ortamdan soğuk bir ortama geçiş yaptığı için böyle olmuştu. Henüz evinde kaldığı zamanlar, dışarıdan içeriye girdiğinde, evi hamam gibi bulurdu. Annesi, “Dışarıdan geldiğin için öyle olur,” demişti bir keresinde. Bu da onun tam tersi olmalıydı herhalde.

Hava alabildiğine soğuktu. Elini ve yüzünü pervanelere daha fazla yaklaştırdı. Ama aradaki mesafeyi çok iyi koruyordu. Çünkü geçen ayki girişiminde, pervanelerinde demir teller bulunmayan bir fabrikanın havalandırmasında ısınmaya çalışırken, yüzükparmağının yarısını orada bırakmıştı. Üzülmemişti. 2 yıl önce babası tarafından kovulduğu evde her şeyini bırakmıştı; bir parmağın ziyanı yoktu.

*** Biraz ilerleyince, köşedeki bir parkta kendisine benzeyen sokak çocuklarının yankesicilik yaptığını gördü. “Ben asla böyle biri olmayacağım,” diye düşündü.

*** Karanlık çöktü ve rüzgâr şiddetini iyice arttırdı. Geceyi geçirmek için uygun bir yer aramaya başladı. “Üstü kapalı olsun, yeter,” diye düşündü. “Üşümeyeyim yeter.” Lüks bir apartmanın önünden geçerken kapının açık olduğunu fark etti. İçeriye girdi. Yan yatıp, dizlerini karnına çekerek uyumaya çalıştı.

Düşündü. Sadece düşündü. Kaderin espri anlayışını hesaba katmadan düşündü. Çocuk aklıyla, saflığıyla düşündü. Sonra büyüdü. Ardında iki ceset bırakarak. Son çıkardığı olayda yakalandı. Karakol müdürü onu sorguya çekti. Dövdü, küfretti. Hiçbiri sonuç vermeyince nezarete atıldı.

“Bütün piç kuruları bizim dairede toplanıyor amına koyayım!”

Genç bir polis gelip, “İyi dinlen, sabah seni savcılığa sevk edeceğiz,” dedi. “Olur, dinlenirim,” diye cevap verdi. “Bir isteğin var mı? Tuvalet falan?” “Yok. Pervanelere demir tel taksınlar sadece..”

Yaşı tutmadığı için gece kulübüne alınmayan genç bir apartman sakini, sinirini “piç kurusu” dediği çocuktan çıkartıyordu. Çocuk gözlerini açtı. Korkmuyordu. İlk defa başına gelen bir şey değildi. Kendi evinden kovulduğu o gün, ardı arkası kesilmeyecek bir sürece ilk adımını atmıştı. Karşılık vermenin bir şeyi değiştirmeyeceğini bildiği için yerinden kalkıp doğruca dışarıya çıktı. Konuşmak fayda sağlamazdı, çünkü o okyanusun dibindeki bir karıncaydı. Karıncaları kimse

O gece rüyasında babasını gördü. İkisinin de elleri kanlar içindeydi. Babasının yakasına yapışmak için can atıyordu. Ama babası demir parmaklıkların diğer tarafındaydı. Sonra konuşmaya başladılar.

12


meçhul

Derin bir pişmanlık duyuyordu babası. Oğluysa gayet sakin gözüküyordu fakat içinde yorgun bir canavar vardı. “Beni o evden atmayacaktın baba.” “Oğlum, affet beni, çok pişmanım.” “Senin yüzünden katil oldum.” “Oğlum, yapma bunu, çok utanıyorum.” “Ölümüm oldun baba.” “Oğlum, lütfen!” “Ölümün olacağım baba.” “Kes şunu!” “Cehennemde görüşürüz baba.” Uyandı. Ter içindeydi. Sigara içmek istedi ama yanında yoktu. Gördüğü rüyayı düşünmeye başladı. Yüzünde müstehzi bir tebessüm belirdi. Hayal ile gerçek arasında yüzüyordu. Bir kulaç attı, bir kulaç daha, bir kulaç daha... Yoruldu. Ağlamaya başladı. Okul yılları aklına geldi. Okusaydı eğer avukat olacaktı. Annesine verdiği sözü yerine getirecekti. Ama ne demişti Susanna Tamaro? “Kaderin hayal gücü bizimkinden daha renklidir..'' Tekrar uykuya daldı. Sabah olmuştu. Her yeri ağrıyarak uyandı. Beli tutulmuş, kolu uyuşmuştu. Kâbus gibi bir gece geçirmişti. Genç polis tekrar geldi. “Haydi toparlan, gidiyoruz,” dedi. Savcılığa gitmek üzere yola çıktılar. Vardıklarında polislerin birinden bir sigara aldı. Yaktı. İştahla içti. Dün gecenin hırsını çıkartıyordu sigaradan. Boşa geçen yılların üzerine yapışıyordu çektiği her duman.

Goya

İçeriye girdiler. Bekleme salonunda bulunan eski eski bir koltuğa oturdular. Beklediler, beklediler, beklediler... Vakit geldi. Mübaşir seslendi. Mahkemeye çıktı. 19 yaşındaydı. 26 yıl ceza aldı. 45 yaşında hapisten çıkacaktı, kendini asmasaydı.

13


Mehmet Emin Katırcı

meçhul

BİR HİÇTİR ŞİİR ANNENİN ÖPÜLEN AYAKLARININ ALTINDA

E

lif, Lâm, Mîm. Ve yarattı Tanrı kadını. Kadın tuttu elini Cebrail’in, ağladı bir sevinçle Cebrail. Tanrı sonra dönüp kadını şereflendirdi annelikle. O kadar yüceltilmişti ki anne, artık cennet ayaklarının altına seriliydi.

Mektup” şiirinde şair mil çekmiştir şiirin kalbine:

Birine şair diyeceksek şayet önce anne sevgisine bakmamız gerekir. Şair denmez annesine bir ufak mısra dahi ayırmayana. Bu şiarın en eşsiz destekçisi ve Türk hece şiirinin güneş yüzlü şairi olan Necip Fazıl, annesinden o denli etkilenmiştir ki, onun ricası üzerine on iki yaşında şair olmaya karar vermiştir.

Sadece bununla yetinmez şair, kararlıdır göğü ağlatmaya ve temellerinden sarsmaya yürekleri. “Anneciğim” diye seslenir bu kez:

“Son günüm yaklaştı görünesiye, Kalmadı bir adım yol ileriye; Yüzünü görmeden ölürsem diye, Üzülmekteyim ben, üzülmekteyim”

“Sanma bir gün geçer bu karanlıklar, Gecenin ardında yine gece var; Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!”

Şair şöyle anlatır şiir serüvenine başlamasını;

Türk şiirinde anne teması Necip Fazıl kadar güçlü işlenememiştir hiçbir zaman. Ancak aynı ekolün takipçisi diyebileceğimiz naif şair Sezai Karakoç, anne temasını mükemmel işleyen şairler arasındadır. Doktorları sevmez şair, ölürken arar gözleri bir çocuğun çember çevirmesini. Ve haykırır;

“Annem hastanedeydi. Ziyaretine gitmiştim… Beyaz yatak örtüsünde, siyah kaplı, küçük ve eski bir defter… Bitişikte yatan veremli genç kızın şiirleri varmış defterde… Haberi veren annem, bir ân gözlerimin içini tarayıp: -Senin dedi; şair olmanı ne kadar isterdim! Annemin dileği bana, içimde besleyip de on iki yaşıma kadar farkında olmadığım bir şey gibi göründü. Varlık hikmetinin ta kendisi… Gözlerim, hastane odasının penceresinde, savrulan kar ve uluyan rüzgâra karşı, içimden kararımı verdim: -Şair olacağım! Ve oldum.” - (Necip Fazıl Kısakürek/Çile)

“Doktor istemem, annem gelsin. Yataklar denize atılsın, Çocuklar çember çevirsin. Ölürken böyle istiyorum.” Anne aziz, anne benzersiz. “Anne” der Sezai Karakoç ve tutuşur gene yürek. Gider anne, artık öksüzdür kalan herkes;

Annesini büyük bir mazlumluğun örneği olarak gören Necip Fazıl, onu yaşadıkları evde başta babası olmak üzere herkese karşı savunma girişiminde bulunmuş ve babasından göremediği sevgiyi annesinde aramıştır. Özellikle “Anneme

“Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere Anne gitti ve sular buruştu testilerde Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir” 14


meçhul

Şair ağlatır bu kez, ölmüştür anne. Lekelidir artık ağızları tüm çocukların;

bayım Öldüğü gece terliklerindeki izleri okşadım.”

“Anne ölünce çocuk Bahçenin en yalnız köşesinde Elinde bir siyah çubuk Ağzında küçük bir leke”

Şair değildir o, şiirdir. Aşmıştır dimdik kadınlığıyla şiiri. Kırk bir yaşında kapamıştır gözlerini şiire. Önce kadın, sonra şiir eksik kalmıştır o gittiğinden beri.

Nâzım gelir sonra, eşsiz bir edayla. Dertlidir şiiri ve hasret dolu. Önce anneyedir bu hasret, sonra sılaya:

Tıpkı annesi ölüğünde onun yarım kalışı gibi; “Sevgili anneciğim, Binlerce kez açıldım, binlerce kez kapandım yokluğunda Kocaman bir dağ lalesi gibi Ve kapkara göbeğini dünyaya fırlatacakmış gibi duran.”

“İki şey var; ancak ölümle unutulur, anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü.” Şairdir, neferidir en büyük davaların, durmaz kalemi ve haykırır para babalarına, eli kana bulanmışlara ve ceylan derisi koltuklarında metreslerinin memelerini mıncıklayanlara:

Kararır sonra ufuklar, ölmüştür küçük Yahya’nın annesi. Anne der Yahya, anne… Yahya öksüzdür artık, görmüştür annesinin naşını. Ufuklar siyah bir karanfil gibi açılmıştır Yahya için.

“Analardır adam eden adamı aydınlıklardır önümüzde gider. Sizi de bir ana doğurmadı mı? Analara kıymayın efendiler. Bulutlar adam öldürmesin.”

Yahya Kemal şöyle tarif eder, aslında tarifi imkânsız olan o acıyı; “Annemin na’şını gördümdü; Bakıyorken bana sâbit ve donuk gözlerle Acıdan çıldıracaktım.”

*** Peki, hep erkekler midir bu kadar hayran olan annelerine? Elbette değildir. Öyle bir kadın vardır ki, genceciktir ama kendinden büyüktür dertleri.

Anne… Onun üzerine ne dense nafile. Şiir, ki eğer boynunu onun önünde. Şairler için de öyledir, minicik bir dokunuştur yazdıkları şairlerin ve bizim hatırlattıklarımız. Bilmekteyiz doğrusu, giderse anne, evler döner yazlık otellere. Sonra buruşur sular testilerde…

Hüzünden denizler yapmıştır, annesine sığınır ve seslenir fotoğraflarına annesinin; “Kimi gün öylesine yalnızdım Derdimi annemin fotoğrafına anlattım. Annem Ki beyaz bir kadındır. Ölüsünü şiirle yıkadım. Bir gölgeyi sevmek ne demektir bilmezsiniz siz

15


Murat Kılıçaslan

ADI, KADIN Kadın, adın ne güzel, adın,kırlarda açan gelincik, gelinciklerin üzerinde seken çocukluk, çocukluğun bileğindeki, kırmızı kurdele, kurdele üzerinde, siyah benekli uğur böceği. Kadın, adın ne güzel, adın, kanadı kuşun, siyah,beyaz ve füme. kopan tüy tanesi, dolanarak düşen avcuma. Kadın, adın ne güzel, adın, esen rüzgâr, denizden. dimdik duran limanlara ve biçare sandallara. insanlara aynı zamanda, biraz liman ve biraz sandala.. Kadın, adın ne güzel, adın, şafak vaktinde, bir sandalın sevmesi, bir kediyi, -belki de bir limanın, öpmesi yorgun patilerinden. ve güneşin salıvermesi, tüm bunlar olurken, bütün liman ve sandalları. Kadın, ah kadın, adın ne güzel, adın, göğe kondurulmuş yıldız. gelinciklere, kuşlara, uğur böceklerine, kedilere ve çocukluğa da. tüm liman ve sandallar da dahil... 16

meçhul


meçhul

Esteban Eminoğlu

OULİPO

O

ulipo diye yazılır, “ulipo” diye okunur. İşe öncelikle nasıl telaffuz edildiğini söylemekle başlamak gerekir.

ismi acte de disparition’dur. İşte annesinin kayboluşu Perec’i bir mucize yaratmaya iter. Perec 33 yaşına geldiğinde Kayboluş (La Disparition)’u yazar.

Bu edebi türün başlıca mimarları, İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa’sından, Raymond Queneau ve François Le Lionnais isimli iki adamdı. Aslında Oulipoilkin bir dernekti ve derneğin amacı gündelik edebiyata hareketlilik, yenilik getirmekti. Öyle ki Queneau, iyi eğitimli bir felsefeci, Le Lionnais ise matematikçiydi.

Bu kitapta lipogram tekniğini kullanan sakallı üstat Perec, Fransızca’nın en çok kullanılan harfi olan ‘e’yi yok eder. Yanlış duymadınız. Yazar ‘e’ harfini bu kitapta kaybeder, yok olmuştur ‘e’. Mucize şudur ki; Fransızcada ‘e’yi kullanmaksızın ‘ben’ (je)zamirini bile yazamazsınız; pek çok fiili şimdiki, geçmiş ve gelecek zamanda çekemezsiniz. Yani eğer ‘e’ yoksa Fransızca bir şeyler yazmak imkânsızlaşır.

Kelime oyunları yapılır, aynı hikâye farklı şekillerde yazılır ki zaten Qeuneau’nun en meşhur eseri Biçem Alıştırmaları, bir hikâyenin 99 farklı biçimde yazımından oluşur. Yazar olasılıkları dener. Bu türe ait bazı kitaplardabaşkahraman sizsinizdir; yani okuyucu bizzat başkahramandır. Bu türün en sevdiğim iki yazarına geleceğim ve aslında onların üzerinden iki eseri değerlendirmek amacı taşıyorum.

Lipogram denilen teknikte bir dildeki en çok kullanılan harf genelde yok edilir. Burada yazarlar yazının içeriğinden çok şekline dikkat ederler. Zaten Kayboluş’un ilk basıldığı zamanlar bazı eleştirmenler genç Perec’i yerden yere vurdular ama tabii ki lipogram tekniği kullanıldığını fark edememişlerdi. Bizim edebiyatımızda da lipogram tekniğiyle eser veren yazarlar genellikle ‘a’ harfini seçerler ve eserde kullanmazlar.

Birinci isim Georges Perec namlı zat-ı muhterem rahmetli ağabeyimiz, ikinci isim ise sol köşeden İtaloCalvino. İncelemesini yapmayı düşündüğüm iki özel ve güzel kitabı, Perec’in mucizesi Kayboluş’u ve Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’sunu tanıtacağım.

Romana dönecek olursak, romanın başkahramanı Anton Ssliharf (Anton Voyl)’tir. ‘E’ harfi yoktur; roman boyunca ‘e’yi görmeyeceğiz, duymayacağız ve okumayacağız. Bol bol dil ve kelime oyunlarıyla karşılaşırız kitapta, polisiye türüne de giren bir romandır Kayboluş. Bir sabah uyanılır ve artık ‘e’ gitmiştir, kaybolmuştur tıpkı Perec’in annesi gibi. Yazar çok büyük ihtimal ufakken yaşadığı acı kayıplardan esinlenmiştir kitabı yazarken. Hinoğluhin, kitabı eğlenceli yazmıştır, hüzne pek yer olmayan sayfaları okuyup gidersiniz, ‘e’yi görmeden. Kitabın çevirmeni Cemal Yardımcı, bazı bölümlerde söze girer ve bir nevi yarı-

Kayboluş (La Disparition) ile başlayalım bakalım. Kitabın yazarı George Perec Polonya asıllıdır ve Yahudi kökenli bir ailenin çocuğudur, tam da zamanında anasının karnından fırlayan, İkinci Dünya Savaşı’nı Yahudi olarak karşılamaya hazırlanan bir çocuk. Babasını 3 yaşında iken savaşta kaybeden Perec’in annesi ise henüz 6 yaşındayken kaybolur, daha sonra annesinin Auschwitz’de öldüğü haberi gelir. Annesinin savaşta kaybolduğuna dair verilen belgenin de

17


meçhul

yazarlık yapar. Ee’si ‘e’ yok bu kitapta.

Hülasa şiddetle ve hiddetle sizleri, her kimseniz artık, bu iki kitabı, daha doğrusu dilimin döndüğünce tanıtmaya çalıştığım Oulipo türünü okumaya davet ediyorum. Okuyun, okuyun, iyi gelir…

İkinci kitaba gelirsek; İtalo Calvino, Oulipo türünün üstadı sayılabilecek bir yazardır. Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu onun, benim nazarımdaki “opus magnum”udur, Calvino’nun olgunluk dönemi eseridir. Kitapta başkahraman biziz; daha doğrusu okur, Calvino’nun üstün yazınsal yeteneği sayesinde romanın bizzat içerisinde bulunur. Belki de bu nadide kitap için kuracağımız afili bir cümle kitabın değerini anlatabilir: roman içinde roman, roman içinde siz. Calvino’nun Calvino’yu okuduğu, Calvino’nun hem yazar hem okur olduğunu söyleyerek eserin ne kadar özgün olduğunu anlatmaya çalışmak aslında yetersiz kalır. Zaten okuduğunuzda Calvino’nun yazarlık kumaşının kalitesini anlayacaksınız. Yani şöyle düşünün; kitapçıya giriyorsunuz, Calvino amcamızın bu kitabı gözünüze ilişiyor ve alıp kitabın ilk sayfalarına göz atmaya başlıyorsunuz. Derken Calvino arkadan gelip enseye şaplak atarak sizi kitaba katıyor kendisiyle beraber. Eski tren istasyonunda buluyorsunuz hemen kendinizi. Aslında burada edebiyatın okuyucuya etkisinden de bahsetmek gerekir. Calvino bu eseri 1979 yılında yazar ama siz 2014 yılında bu kitabı okurken dahi kitaptaki kahraman olursunuz ve yazar sizinle konuşur. Rahmetli Calvino ile otuz küsur yıl sonra muhabbet ederek bir bakıma bir ölüyle konuşursunuz. İşte burada edebiyatın sizi, ölümden sonra bile hiç bilmediğiniz, bilemeyeceğiniz kişilerle keyifli sohbetlere çıkarabileceğini görürsünüz. İnsanoğlunun aradığı ölümsüzlük (lafın gelişi hangi bilcümle zekâ bombası ölümsüzlüğü ister ki) edebiyatla gerçekleştirilmiş olur.

18


meçhul

Oğuz Ayaydın

SÜKÛT-U HAYAL BİRİKTİREN ADAM

K

endi kendime konuştuğumu fark etmem bundan dört sene öncesine tekabül eder zannediyorum. Bu durumu ilk fark ettiğimde, bana bugüne kadar öğretilenler yüzünden olsa gerek, ne kadar korkmuştum bilemezsiniz. Uzun süre delirme korkusu yaşadıysam da sonraları buna mecbur bırakıldığımı fark ettim. Bana eskisi gibi davranmadığımı söyleyip niçin bu kadar yabani olduğumu sorduklarımda sessiz kalmam, kendi kendime konuşmaya başlamamla aynı zamana denk düşer. İnsanlarla konuşmanın anlamsızlığını kavramış olmam ve hiç kimsenin birbirini gerçekten dinlemediğini fark etmem, bu soruya cevap vermeyişimin s e b e b i d i r. O y s a sorduklarında, “Sizin yüzünüzden,” demiş olsaydım belki... Hayır, bir şey değişmezdi. Karımla da hiçbir şey konuşmuyorum artık. İşten geldiğimde, “Günün nasıl geçti?” diye soruyor ve ben de bütün samimiyetsizliğimle yalan söylüyorum: “İyi geçti.” İşyerindeki insanlarla hiçbir zaman samimi olmamıştık ancak ömrümün on beş yılını birlikte geçirdiğim kadınla dahi bu duruma gelmiş olmamız rahatsız edici. Rahatsız olmak. Bu söz öbeğini birkaç yıldır

daha sık kullandığımın farkındayım. Bugüne kadar katlandığım şeylere artık tahammül dahi edemiyorum. Sinirimi en çok bozan şey ise nasıl olduğumu soran insanlara iyi olduğumu söylemek. Birkaç kez bunu aşmaya çalışıp, halimi soranlara eşeğin tenasül uzvu gibi biçimsiz olduğumu söylediysem de iri kıyım bir tanıdıktan yediğim tokat beni bundan da vazgeçirdi. Sessizliğim dört yıldır var olsa da temeli eskiye dayanır, biliyorum. Hayal kırıklıkları biriktirmeye henüz başladığım fakülte yıllarında ne kadar konuşkan olduğumu çok net hatırlıyorum. Âşık olup sürünmem de, insan ilişkilerinin iktidar mücadelesinden ibaret olduğunu fark etmem de o yıllara rastlar. Her âşık oluşumda ilgi isteyen bir kadının kendine güvenini sağlamam, her hayal kırıklığından sonra —sevdiğim bir yazarın tutamak sorunu diye adlandırdığı— yeni bir meşguliyet bulmam ve istisnasız her meşguliyetin beni yeni bir sükût-u hayale sürüklemesi de o yıllardadır. Şimdi bütün bunlar sizin yüzünüzden değilmiş gibi karşıma geçmiş, niçin böyle olduğumu soruyorsunuz. Kendi kendime konuştuğumu fark etmem bundan dört sene öncesine tekabül eder zannediyorum. İlk fark ettiğimde korkmuştum, artık korkmuyorum.

19


Aysu Ceren Özaydın

R

meçhul

BUONGIORNO ROMA!

otamızı çevirdiğimiz bu güzel şehir sanatın, tarihin ve dinin iç içe geçtiği üç bin yıllık bir kenttir. Roma İmparatorluğu, İtalyan şehir devletleri dönemi ve Modern İtalya’nın önemli kentlerinden olan Roma, bu üç dönemin de izlerini taşımakta. En güzel yanı ise, çoğu Avrupa kentinin aksine şehrin tarihi, gündelik hayatın önemli bir parçası Roma’da. İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulu olan Roma; arkeolojik zenginliklerinin büyük bir bölümünü bu yedi tepe üzerinde barındırıyor. Roma’nın Akdeniz kokan daracık sokaklarında yürürken yolunuz bir anda dünyanın en küçük ülkesine çıkabiliyor; köklü bir tarihe sahip olmasıyla birlikte aynı zamanda Katolik Kilisesi’nin idari ve ruhani merkezi Roma. Mutlak monarşiye dayalı bir yönetim biçiminin uygulandığı Vatikan’da ise devlet başkanı olarak Papa’nın sözleri yasa hükmündedir. Papa, hem devlet başkanı hem de Katolik mezhebinin ruhani lideridir. Vatikan’ın, İsviçre vatandaşı ve Katolik olmaları şart koşulan geleneksel giysili muhafızlardan oluşan 100 kişilik küçük bir de ordusu vardır. Büyük modern bir metropolitan şehir izlenimi vermenin yanı sıra Roma; anıtları, göz alıcı seması ve mükemmel konumu açısından da karşılaştırılamayacak bir güzelliğe sahiptir. Batı uygarlığının beşiği ve Katolik mezhebinin kalbi olarak da nitelendirilen Roma; bugün İtalya’nın siyasi, idari ve kültürel hayatının merkezidir. Gelelim sokakları dondurma külahı kokan bu şehrin ’görmeden olmaz’larına;

görülen Kolezyum, 7 Temmuz 2007 tarihinde Dünyanın Yeni Yedi Harikası’ndan biri seçildi. Kolezyum’un tiyatro amacıyla kullanıldığı zamanlarda halk sınıfsal farklılıklara göre sıralanarak otururlardı. Aynı günde birkaç farklı gösterinin yapıldığı Kolezyum’da, topraktaki kan, üzerine yeni toprak atılmasıyla kapatılırdı. İnsan ölümlerinin çok olması nedeniyle Hristiyanlığa kadar gösterilere devam edilen Arena, daha sonra kapatılmıştır. Fontana di Trevi / Trevi Çeşmesi Dünyanın en ünlü çeşmelerinden biri ve yalnızca Türkler’in deyimiyle “Aşk Çeşmesi”; Trevi. Gün boyu etrafında genç-yaşlı yüzlerce kişinin ellerindeki bozuk paraları sol omuzları üzerinden suya fırlattıkları bir çeşme burası. Nicolò Salvi tarafından klasik ve barok karışımı bir mimari tarzda yapılmış, dünyadaki en ünlü çeşmelerden birisidir. Üç yolun kavşağında bulunduğu için “Trevi” adı konulduğu varsayıldığı gibi, üç yeraltı suyolunun bu noktada toplanmasının, isminin nedeni olduğu iddiası da vardır. Trevi Çeşmesi’nin üstündeki temel figür deniz tanrısı Neptün’dür. Neptün’ün iki yanında iki tane Triton vardır. Birisi bir denizatına, diğeri daha sakin bir hayvana liderlik ederken görülür. Bu betimleme, denizin değişen halini sembolize eder. Çeşmenin ilk katlarından birinde bulunan kız figürü ise su kemerine adını veren bakireyi temsil etmektedir. Kayalık bir kısmı da olan deniz kenarı, Trevi Çeşmesi’nde canlandırılmaya çalışılmıştır. Figürler arasında Poseidon’un bir arabayı sürerkenki hali de mevcuttur. Dört sütununda soldan sağa şu alegorik heykeller vardır: “Meyve Bolluğu”, “Tarlaların Verimliliği”, “Sonbaharın Zenginliği” ve “Bahçelerin Zenginliği”. Efsaneye göre sağ eli ile sol omzu üzerinden çeşmeye bozuk para atan kişi bir gün Roma’ya dönecektir.

Colosseo / Kolezyum Gladyatör dövüşleri, halk gösterileri, hayvan avcılığı, infazlar, klasik mitolojiye dayanan dramlar ve meşhur savaşların yeniden canlandırılması amacıyla inşa edilen Kolezyum, M.S. 80 yılında Titus döneminde tamamlandı. Roma imparatorluğunun ikonik sembolü olarak 20


meçhul Atılan bu paralar belirli aralıklarla toplanarak yardım kuruluşlarında kullanılmaktadır ve bence Roma’daki yardım kuruluşlarının gelirinin en büyük kaynağı Trevi Çeşmesi.

önemli parçalardan biridir. Tiber nehri boyunca yürüdüğünüzde ise sizi eski dönemlerde çok trajik olaylara ev sahipliği yapmış olan Castel Sant’Angelo karşılar. Orta Çağ’da şehrin kuzey girişini korumak için kaleye dönüştürülen bu yapı, önceki papalar tarafından tehlike durumlarında sığınılmak üzere de kullanılmıştır. Burayı Vatikan’a bağlayan gizli bir altgeçit hâlâ bulunmaktadır. Zamanında hapishane olarak da kullanılan kalenin bizim çok yakından tanıyabileceğimiz esirlerinden biri de Fatih Sultan Mehmet Han’ın oğlu Cem Sultan’dır. Vatikan’da ziyaret etmeden dönülmemesi gereken duraklardan bir diğeri de dünyanın en büyük Roma müze kompleksi olan Vatikan müzeleridir. Kompleks içerisinde ziyaret edilecek birçok yer vardır. Fakat en çok dikkat çekenler Sistine Şapeli, Raphael’in Odaları ve Etrüsk Müzesi’dir. Yaklaşık 42.000 m2’lik alanı kaplayan bu yerde 70.000’den fazla sanat eserini görebilmek mümkün. Müzenin her bir köşesi sanat kokarken en çok ziyaretçi çeken kısım şüphesiz Michelangelo’nun eseri Sistine Şapeli‘dir. Fotoğraf çekmenin kesinlikle yasak olduğu; hatta katı kılık kıyafet kurallarının uygulandığı Sistine Şapeli, dünya üzerinde görülmesi gereken kuşkusuz en önemli yerlerden biridir. Vatikan müze turunun en son durağı olan Şapel, müzeye gelen bütün ziyaretçilerin ulaşmayı sabırsızlıkla beklediği noktadır. Yerden tavana kadar her noktanın ayrı ve değerli bir sanat eseriyle kaplı olduğu Sistine Şapeli’ne adım atıp büyülenmemek elde değil. En merak edilen eser ise tavanın tam ortasında yer alan “Yaradılış” isimli Âdem’in yaratılışı ve Tanrı tasviridir. Roma’yı gezmek, yaşayıp hissetmek için 3 gün bile yetersiz kalırken, anlatmak kelimelerle mümkün olmayacaktır muhtemelen. Adım adım dolaşıp ihtişamıyla büyülenerek derinliğinde kaybolacağınız Roma sokakları, eğer bir tarih ve sanat sevdalısıysanız size tadı damağınızda kalacak bir deneyim yaşatmak için bekliyor. Geri dönmek için ise Trevi’ye atacağınız bozuklukları şimdiden ayırın, Roma sizi tarihin en derinlerine çağırıyor!

Piazza Navona Piazza Navona, barok tarzının başyapıtı olarak kabul edilir. Meydanda mimar Gian Lorenzo Bernini’nin “Dört Nehir Çeşmesi”, Francesco Borromini ve Pietro da Cortona’nın çalışmaları vardır. Bir efsaneye göre bu meydan Bernini ve Borromini’nin rekabetini sembolize etmektedir. Bernini nehir tanrıları ile paganizmi yansıtırken, Borromini aynı meydanda kilise ile Hrıstiyanlığı temsil etmektedir. Günümüzde yaya geçişine açık olan Piazza Navona, “Fountain of Four Rivers” (Dört Nehir Çeşmesi) ve bunun tam karşısında Sant’Agnese Kilisesi’ne sahiptir. Bu çalışmaların hepsi barok tarzını yansıtır. Piazza Navona, elinizde dünyanın en lezzetli dondurması ile Roma’yı iliklerinize kadar hissedebileceğiniz en keyifli meydanlardan biri. Vatikan Roma’nın şirin sokaklarında kaybolup yolunuzun başka bir ülke olan Vatikan’a çıkması, yaşanılabilecek en keyifli ve şaşırtıcı deneyimlerden yalnızca biri bu şehirde. Aziz Petrus Meydanı, Vatikan devleti ve şehrinde yer alan, aynı zamanda Vatikan’ın en ünlü meydanıdır. Her yıl binlerce Katoliğin ibadet için geldiği Aziz Petrus Bazilikası’nın önünde, geniş bir alan üzerinde yer alır ve dünyanın en büyük meydanlarından biridir. Meydanın bugünkü sütunlu mekânlara ve düzene sahip olmasında ünlü heykeltıraş Gian Lorenzo Bernini’nin on yıllar süren emeği vardır. İnşasına başlandığı dönem içerisinde Papalık Makamı tarafınca yapılar ve heykellere dair yasaklar öngörüldüğünden yapılar kilise otoritelerince öngörülen şekilde yapılmıştır. Roma’daki en büyük 4 bazilikadan ikincisi olan Aziz Petrus Bazilikası, Vatikan’daki en göze çarpan binadır. Hıristiyanlığın en büyük kilisesi olan bina, kubbesi ile, Roma’nın siluetindeki en 21


Ruhi Bey

GELİNCİK

Eçço’ya

Biri gider biri gelmez Gelmiyor… Gelmeyecek belki de bilemezsin Her gidiş bir yok oluştur aslında Varlığı hiçleştiriyor gitmeler Ki hepimiz birer hiç kurusuyuz bu dünyada. “Gitmek kelimesini lügata kim soktu Henüz öğrenmeden gidiyorum. Acının teorisi olmaz Beyazlar içinde pratik yapıyorum. Varlığına şükretmeli insan yanında götürebildiklerine de.” Deryaları kavuşturan kolların Sarmasaydı çocukluğumda bedenimi Senden kopuş varlığımı zedelemezdi. Gitmelerin şükrü olmaz. Şükür biraz da yeniden istemektir, Bütün gidişlere elhamdülillah. “Yeni bir hayat kurdum kendime Bir sürü kâğıt imzaladım legal bir aşk için Aynı legallikte gidiyorum Giderken kavuşuyorum Kavuşmak için ayrılıyorum.” Sofra bezi ne kadar eksikse O kadar eksiltiyor adımların beni de Gitme demeyeceğim Ki aşk kalmayı gerektirir Gitme Anımsadığın şaire gülümseme Şiir de illegaldir şükür de…

22

meçhul


“Ben herhangi bir tarikatın sözcüsü değilim. Yani ilân edilecek hazır bir formülüm yok. Derslerimde de, konuşmalarımda da tekrarladığım ve darağacına kadar tekrarlayacağım tek hakikat: her düşünceye saygı.” (Jurnal: 24.07.1964) Cemil Meriç

www.facebook.com/mechuldergi www.twitter.com/mechuldergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.