Sayı 3 Ağustos 2014 Fiyat: 2 TL
meçhul Aylık Edebiyat Fanzini
“Bence kaldırmalı bu doğum günlerini İnsan bir yas gibi doğuyor yeniden.”
15
Uzaktan Seyretmek Bir Kadını
Bu soyadı bana haram
Mehmet Emin Katırcı
Analizleri ve Seksüel Eğilimler
Geçim Sıkıntısı Salih Aras
Bedirhan Büyükduman
20
Kemal Tahir ve Çakma Polisiye Romanlar Esteban Eminoğlu
22
İnceleme
Hakan Çimenser’le Sanata Dair
11
Mehmet Emin Katırcı
Phoenix
24
Öykü
Pınar Dönmez
13
Şiir
9
Öykü
Mısra Gökyıldız
Yalnızlığın Üç Anıtı
İnceleme
6 Tragedyalar’daki Karakter
18
Röportaj
İnceleme
Lacivert
içindekiler
Filistin Ağıdı
Makale
Adı Yok
Şiir
5
Makale
Makale
3
meçhul
İthaf
Okyanuslar ve Çay Kaşıkları
Murat Kılıçaslan
Cemre Açıkgöz Kapak Çizim: Selcan Şap / Çizgi Öykü: Oğuz Güdek / Tasarım: Elif Karakoç
An itibarıyla bir Kirli Ağustos’a daha adım atmış bulunuyoruz. Üçüncü sayımız olan Ağustos sayımıza Türk şiirinin önemli şairlerinden Edip Cansever’i, doğumunun 86. yılı anısına kapak konumuz edindik. Bu sayıya, Mehmet Emin Katırcı ve Bedirhan Büyükduman Edip Cansever hakkında yazdıkları makalelerle; Pınar Dönmez ve Mısra Gökyıldız şiir incelemeleriyle; adı yok, Metin Eloğlu; Esteban Eminoğlu ise Kemal Tahir hakkında yazdığı makalelerle katkıda bulundular. Lacivert, Murat Kılıçaslan bu sayıdaki şairler; Salih Aras ve Cemre Açıkgöz de öykülerin yazarları oldu. Tiyatro oyuncusu ve yönetmeni Hakan Çimenser ile yaptığımız röportajda ise Türkiye’deki sanata, tiyatroya ve biraz da kendisinin özel hayatına değindik. Bu röportajımızı da ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz. Sıhhat ile okuyasın meçhul okur.
OKURA AÇIK MEKTUP Değerli okur, Üç ay önce yayın hayatına başlama kararı aldığımızda, kafamızda Meçhul hakkında belli başlı noktalar vardı. Geride bıraktığımız iki sayıda amaçlarımızı elimizden geldiğince gerçekleştirdik. Üçüncü sayımızda, bu amaçlardan sapmadan, fakat çıtayı bir nebze yükselterek ilerlemenin daha iyi olacağını düşündük ve bu minvalde çalıştık. Bu açık mektubun yazılış amacı, bazı yanlış anlaşılmaları gidermek ve çizgimizi biraz daha açık etmektir. Bu yanlış anlaşılmaların en önemlisi, sizlerde Meçhul’ün belirli bir ideolojik çerçeveye mensup olduğu algısının doğmasıdır . Bizler, “her düşünceye saygı” mottosuyla yürümekte olup hiçbir fikrin sözcüsü değiliz. Oluşum içerisinde çeşitli görüşlerden yazarlarımız olmasına rağmen her biri konulara objektif bakabilme yetisine sahiptir. Bu mektupta Meçhul’ün yayın politikasına da değinmenin doğru olacağını düşündük. Aslına bakılırsa maddelerden oluşan bir yayın politikasına sahip değiliz. Her şeyin üzerinde tuttuğumuz “saygı” maddesi, tüm politikamızı açıklamaktadır. Oluşum içerisinde, herhangi bir görüşe saldırı niteliği taşıyan yazılar kendisine yer bulamaz. İnsan hakları, düşünce özgürlüğü vb. konulara dair artık alışkın olduğumuz söylemlerin pratikte gerçekleştirildiğine pek şahit olamıyoruz. Durum böyleyken, ayrışmalar edebiyat alanının içinde dahi mevcutken, bunun panzehrinin yine sanat ve alt dalı edebiyat olduğunu düşünüyoruz. Edebiyatın birleştirici ve bütünleştirici gücüyle yolumuza devam etmek, en büyük amacımızdır. Sizlerden gelen ve gelecek olan yazılarda da göz önünde bulundurduğumuz nokta budur. Son olarak mektupta değinme ihtiyacı hissettiğimiz bir konu daha var; o da günümüz yeraltı edebiyatçılarından bizi ayıran nokta; postmodernizm kisvesi altında kullanılan kimi kavramları edebiyatın kalitesini düşürdüğünü, kurgusal edebiyatın estetiyle çeliştiğini ve edebiyatla yan yana düşmemesi gerektiğini düşündüğümüz noktalarda kati surette kabul etmememizdir. Mektubu bitirirken, siz değerli okuyuculara bizleri bu yolda yalnız bırakmadıkları için teşekkür ederiz. Ve sizlerin aktif katılımı ve geri dönüşleriniz sayesinde bu yolda emin adımlarla yürüyeceğimizi düşündüğümüzü de belirtmek isteriz. Arka sayfadan itibaren içerikte kaybolmanız, bir meçhul okur olmanız dileğiyle… 2
meçhul
meçhul
Mehmet Emin Katırcı
UZAKTAN SEYRETMEK BİR KADINI
S
aat gece 04.08, ben geceyi severim ve laciverdini. Laciverde boğulan gecenin içerisinde, bu satırlar yazılırken fonda Kayhan Kalhor çalmakta. “Kim o yahu?” diyenleriniz olabilir. Kısaca Fars diyarının yetiştirdiği çok önemli kamança ustalarından biri diyebiliriz. Uzun bıyıkları, yüzüne düşen beyaz saçları ve yüzündeki tarifsiz kederle müthiş bir mistisizmi resmettiğini söyleyebiliriz. Ki buna kamançasının ezgileri de dâhil olunca ortaya çok daha benzersiz şeyler çıktığı mutlak. Ancak bununla da yetinmeyerek acıya acı kattık ve yeni dertler derdik, kalemimizi karşılıksız bir aşka eğerek. Aynı dava için kalemşorluk yapan dört adamın kalbini ezen ve bunlardan üçüne kalbini açan bir kadın. O kadının kalbine ulaşamayan tek bir adam Edip Cansever…
Cemal’le ancak üç sene yürür bu eşsiz aşk, sonra bir diğer güzel adam oturur Tomris’in gönlündeki tahta. Bu isim “Göğe Bakma Durağı” sakinlerinin abisi Turgut Uyar’dır. Ve şair âşık olduğu kadını deniz mavisi mısralarıyla yani “Tomris” adlı şiirle taçlandırır;
Öyle bir kadın düşünün ki çağının en büyük dört şairini kendine âşık edebilecek kadar benzersiz olsun. Ne Nâzım’ın Vera’sı yaşamıştır böyle bir şeyi, ne de Kafka’nın Milena’sı. Bu harikulade duruma bir tek öykü ve çeviri dünyamızın güzel kalemi Tomris Uyar ulaşabilmiştir. Tomris Uyar’ın kalbini açtığı ilk isim Ülkü Tamer’dir, aşkları kolej yıllarına dayanmaktadır. Ancak çiftin minik kızları talihsiz bir şekilde boğulup hayata gözlerini yumunca daha fazla devam etmez bu birliktelik. Bu ilişkinin hemen ardından en az kendi kadar mutsuz ve güzel bir adamla başlar ilişkisi, bu isim Cemal Süreya’dır. “Sayım” der Cemal ve ilan eder o güzeller güzeli kadına aşkını;
Hepsi tutabilmişti Tomris’in kalbini ellerinde. Biri vardı yalnız Tomris’i uzaktan hayran hayran seyreden. O her daim elleri karanfil kokan adam, nice şiirler döktürdü Tomris’e ama yine de elleri Tomris kokamadı. Her yıl Mart ayının 15’inde yani Tomris’in doğum gününde, yeni bir şiir seslendirirdi ulaşamadığı aşkına. “Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir” diyor Edip Cansever bu şiirlerden birine; “… ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç. seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki hani etiler’den hisar’a insek bile bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın çok yaşında her zamanki çocuksun gene …” Edip hepsinden farklıydı, çünkü ulaşamamıştı uzaktan seyrettiği kadına. Bu yüzden diğer üç şairin Tomris’e karşı olan duyguları yanında, Edip Cansever’in aşkını en ağır ve derin aşk olarak addetmemiz gayet olağandır. Doğum günlerinde Tomris’e şiir hediye etmesi de karanfil ruhlu şairin ne denli zarif bir beyefendi olduğunun en açık göstergesidir.
“Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz Kış gecesi amcamızdır bahar yakından kardeşimiz Alır başımı Erzincan’a giderim seni düşünmek için Dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor Kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için …”
“Ayışığında oturduk Bileğinden öptüm seni Sonra ayakta öptüm Dudağından öptüm seni Kapı aralığında öptüm Soluğundan öptüm seni …”
3
meçhul Antikacılık ve kuyumculukla uğraşan Edip Cansever, mesleğinden de anlaşılacağı üzere çok kıymetli şeyler satmaktadır. Kıymetli ve tarihi objelerin satıcısı olması aynı ölçüde kıymetli mısralar yaratmasına şüphesiz katkı sağlamıştır. Tarihten ve kıymetli olandan anlayan şair âşık olduğu kadında da benzersiz bir tercih yapmıştır, zira âşık olduğu kadın sahip olduğu tüm kıymetli taşlardan daha paha biçilmezdir. Tomris’in doğum günlerinde, elinde bir şişe rakıyla platonik aşkının kapısında soluğu alan şair, Tomris’in rakıyı ne kadar çok sevdiğini bilmektedir. Kendisi de rakıyı sevmektedir ancak bu sevgi Tomris’e olan sevgisi yanında bir hiçtir. Şair rakının yanına şiirler de sıkıştırmaktadır, en az şiir kadar güzel olan kadın için. Sadece doğum günlerinde değil hüzünlü günlerinde de buluşan ikili sahil kenarı lokantalarında karşılıklı rakı yudumlamaktadırlar. Dalgaların kıyıları öptüğü denizi seyredip şiirleştikleri bir günde Edip Cansever tarafından peçetenin üzerine efsaneleşmiş şu sözler yazılır;
gösterdi. Tomris Uyar Cemal’den ayrıldıktan sonra da onunla dostane buluşmalar yapıyor ve eserlerini paylaşıyordu. Edip’le olan ilişkisini de kesmeyen Tomris bir tek eşi Turgut Uyar’dan ziyadesiyle çekinmekteydi. Turgut onulmaz bir âşıktı ve karısını ona âşık olan dostlarından inanılmaz derecede kıskanmaktaydı. Edip’in Tomris’e olan gizli hayranlığını bilen Turgut Uyar, eşini Edip’ten sürekli sakınmaktaydı. Bu kıskançlık o raddeye varmıştı ki Tomris Uyar son aşkı ve kocası olan Turgut Uyar hakkında şunları söylemekteydi; “ Turgut beni her an elinden kaçıracakmış gibi gereksiz bir kaygıyla yıpranacak, ben de hiçbir rekabetin söz konusu olmadığı bir alanda boyuna birinci seçilmekten yorulacaktım…” Ama Turgut Uyar’ın bu kıskançlıkları yine de durduramamıştır Edip’i ve yazımızın hemen başında bir bölümüne yer verdiğimiz “Yaş Değiştirme Törenine Yetişen Öyle Bir Şiir” adlı şiirinin devamında âşık olduğu kadına muzip bir üslupla seslenir şair;
“Tomris rakıyı çok severdi, bense onu…” Edip’in Tomris’e olan hasreti bir türlü nihayete ermemişti. Tomris kalbinin pencerelerini Edip’e açmamış ona kalbinde yer vermemişti. Bu durum şairi daha da şair yapmış daha da büyütmüştü, acı değil miydi şaire şair olduğunu hatırlatan? Ülkü Tamer’i saymazsak bu aşk dörtgeni her ne kadar kabul edilebilir bir durum olmasa da, dört isim arasındaki muhabbeti ve dostluğu asla sonlandırmadı. Ancak benzersiz olan bu dört sanatçının son kez bir araya gelişi Ankara’da, 20 Ocak 1983’te gerçekleşti. Varlık Dergisi için yapılan şiir günü etkinliğinde bir araya gelmişlerdi. Toplantının konusu, “Şiir Eleştirileri ve Şiir Yazıları” idi. Oturumu kimin yöneteceği merakı aslında anlamsız bir meraktı, çünkü üç şaire de kalbiyle hâkim olan güzel kadının, toplantının da tek hâkimi olacağı su götürmez bir gerçekti. Öyle de oldu, oturumu yönetme işini Tomris Uyar üstlendi, böylelikle şairler ve ortak aşkları aynı toplantıda son kez bir araya gelmiş oldular. Bu görüşme dört ismin hep birlikte bir araya geldikleri son toplantı olsa da, Tomris Uyar bu değerli şairlerle devamlı görüşmeye özen
“Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma Oysa güneş pek batmadı senin evinde” Evinde güneş batmayan kadın, Tomris Uyar… Üç dev şairle aşk yaşayan bu eşsiz kadın bir diğer benzersiz şairi de kendine âşık etmiş ve yeryüzünde pek az kadının erişebileceği bir onura erişmişti. Bizim kalemimiz utanır Edip Cansever’e dair son şeyleri söylemeye, zira o şiirinin güzelliğiyle aşmıştır sonsuzluğu. Tomris Uyar için de bitmemiştir onun aşkı, dostunu sonsuz aşkın öğretmeni olarak tanımlayan o güzel kadın şöyle anar Edip’i ve sunar ona kalbini; ”Sevgililik ya da aşk duygusu zamanla yara alabiliyor, örselenebiliyor, bitebiliyor. Bitmeyen tek aşkın gerçek ve lirik bir dostluk olduğunu Edip Cansever öğretti bana.” 4
meçhul
Lacivert
FİLİSTİN AĞIDI Ağlıyor, büklüm büklüm olmuş memleketimin suları, Kana bulanmış babamın gömleği ben bir küçük bebeğim Filistin’de, şimdi çıkarıldım bombalanan evimden bedenim kan ve toprak içinde. Şurada yatıyor amcam, annem kızıl bir bayrak gibi yerde serili abim vardı benim, top oynardı şu bahçede şeker rengindeydi topu kırmızı koyu, kırmızı top bir daha bulamaz onu.
Taşlarımız var bizim ve sapanlarımız, Siz bilmezsiniz, beyaz çarşaflı yataklarda uyuyanlar bilmezsiniz siz! Dev yürekler taşır minik bedenlerimiz. Kâğıttan uçaklarımız var bizim ve solan yüzlerimiz, Siz görmezsiniz, çelik elleriyle toprağı kanatanlar görmezsiniz siz! Hep çamurludur bizim ellerimiz. Yüreklere sis çökmüş, duymuyor sesimizi Moskova, kapamış kulaklarını Washington, Paris, Roma üç maymunu oynuyor Madrid, Lizbon ve Ankara.
Ölüyorum, ölüyorum bedenim toz toprak oldu memleketim al kan içinde, kırmızı koyu. Yetişin amcalarım, teyzelerim, kardeşlerim, abimin bir kırmızı topu vardı, artık göremez onu.
Yüreğimden tanklar kalkar, Çiçektendir mermileri. Biz gül medeniyeti çocukları, Sizler güneşlenirken şezlonglarınızda ve elleriniz uzanırken buzlu içkilerinize bizim cesetlerimiz kapladı kumsalları. Biz çölün evlatları, yüzümüz hiç sizinkiler kadar aydınlık olmadı.
Soğuk bir kurşundur delen minik bedenimi, bankerlerin, silah tüccarlarının, kana susamışların yaptığı , ki tanklar yürür yüreğimden, acımasız yüreklere karşı. Doğmadı yine gün, ışıyan güneş değil, Ölüm bombalarıdır ışıyan ve karartan geceyi. Gece bir kez daha karardı bu acıdan.
İşte şimdi çıktım toprağın altından, Bir kurşun açıldı bedenimde, kızıl gül gibi. Gül ki yaprak döktü acıdan. Ben Filistinli bebek, sizler bilir misiniz bebekken ölmek ne demek?
Yeşil bayrağım dalgalanmıyor gönderinde, Bu sabah duyamadım ezanı cami minaresinde, Acı bir sela sesi, bedenim kan ve toprak içinde.
Duyun sesimi duyun, amcalarım, teyzelerim, abimin şeker renginde bir topu vardı, kırmızı koyu kırmızı topu artık bulamaz ki onu.
Yüreğimden tanklar kalkar, Ben minik Filistinli bebek, acı ve zulme karşı, Şimdi çıktım toprağın altından, bedenim hala sıcak, tatlı, Gülüşüm hiç bir zaman çek defterlerinden daha mühim olmadı. Ben minik Filistinli bebek, minik bir yüreğim var tanklara karşı. 5
Mısra Gökyıldız
meçhul
TREGEDYALAR’DAKİ KARAKTER ANALİZLERİ VE SEKSÜEL EĞİLİMLER
B
Tragedyalar’da içki, ailevi ilişkiler, bireyci yaşam anlayışı, yalnızlık, sıkıntı ve erotizm iç içedir. Bu yazıda cinsel kimliklerinin ve eğilimlerinin en çok açık edildiği ve karakterlerin birbirleriyle etkileşime girdikçe doğan sonuçların şiirin tematik yapısını oluşturduğu Tragedyalar’daki karakterlerin cinsel eğilimleri ele alınacaktır.
astırılmış cinselliğin ve libidonun yaşantının başka alanlarına kanalize edilmesi ve sağaltılması freudiyen kuramın temellerini oluşturan fikirlerden biridir ve psikanalizin temel çıkış noktasını teşkil eder. Bir bireyin yaratım güdüsünü besleyen cinsel enerjisi tüm sanat disiplinleri aracılığıyla gerek üstü örtük gerekse apaçık biçimde, estetize edilmiş bir iletiye dönüştürülerek alıcıya aktarılabilir. Bu disiplinlerin çeşitli biçimlerde aktarıldığı önemli türlerden biri de edebiyattır.
1964 yılında ilk baskısı yapılan beş kısımlık Tragedyalar kitabının beşinci kısmında, “korkular, iğrenmeler, anlaşmazlıklar olarak” odalara dolan Vartuhi, Armenak, Diran, Lusin ve Stepan ile tanışırız. Bu kişiler bir aileyi teşkil eder ve her biri topyekûn bir sıkıntıyı büyütür. Tragedyalar’ın “persona” kavramına dayalı bir anlatı şiiri olması gereği sahneyi bir anda dolduran bu karakterler, kişiliklerindeki problemleri adım adım açığa vurur. Şiir diyaloglar içermesine rağmen herkes kendi sesiyle konuşarak kümülatif bir tekseslilik yaratır. Bu sayede karakterler rahatlıkla analiz edilebilir hale gelir.
Edebiyat, iç dinamiği gereği, yazara cinselliği ele alış biçimi açısından çokça olanak sunarken, edebiyatın süreçle olanaklarının genişletilmesi sayesinde yazarın cinselliğe yaklaşımına göre kendiliğinden şekillenir. İkinci Yeni şairlerinin, şiirlerindeki erotik ögeleri imgelerle açımlaması ve dilin imkânlarını genişleterek cinselliğin yaşanışındaki farklılıkları şiirlerine konu etmekten geri durmaması, bir önceki tanıma uygun düşmektedir. Onların şiirlerinde, geçmiş akımların aksine, birey bizzat varlık göstermekte, bireyin varoluşunun cinsellik de dahil tüm boyutları imge perdelerinin aralanmasıyla apaçık okuyucuya sunulmaktadır.
Durmadan sıkılan Baba Armenak, tasvir edilen ilk karakterlerden biridir. Edip Cansever, Füsun Akatlı’ya verdiği röportajda Tragedyalar’ı, kendisinin de müdavimi olduğu Çiçek Pasajı’nı ve içinde olan bitenleri gözlemleyerek yazdığını belirtmiş, Armenak’ın yaratılmasında hüznün baş duygu olduğunu söylemiştir. 60’ların düşmüşlerinin ruhu Armenak’ta can bulmuş, Cansever’in Çiçek Pasajı’nda geçirdiği vakitlerdeki gözlemleri o karakter üzerinden tasvir edilmiştir.
Şiirlerini dramatik monolog* tekniğini kullanarak kuran ve yarattığı karakterleri konuşturan Edip Cansever, bu tekniğin yapısı gereği lirik ben’ini perdeler. Şiirlerinde ağırlıklı olarak çağın getirdiği modernite ve yabancılaşmayı farklı yönlerden işleyen şair, kendisinin ve çevresindeki dünyanın sancılarını bir dekorun önünde sergiler. Ruhsal sorun ve sıkıntıların etki ettiği en önemli kişisel bölge olan cinsel yaşantı ve cinselliğe bakış açısı ister istemez şairin dekoruna eklenir. Bilhassa
Gününü karısı Vartuhi’nin domine edici bedenine sığınarak sonlandıran, karısıyla “yarı kalmış bir” çiftleşme neticesinde doğan Stepan
6
meçhul
gibi eşcinsel ve istenmeyen bir oğula babalık eden, Diran’ın kendi oğlu olmadığı şüphesiyle yaşayan, “bir orospuyla ölümün ekşi sarı kokusuna” dalan ve karısıyla söndüremediği şehvetini yabancı bedenlerde dindiren, yalnızlığı karısı tarafından bile dile getirilen, erki saygı görmeyen, ölüme ve erkekliğe “saplı bir bıçak gibi” en yakın olan, sıkıntılı, unutkan ve netameli Armenak hem ailenin babası hem de şiirin sonundaki tek anlatıcıdır. Reel karşılık bulmayan erkeklik ve bu durumun doğurduğu tüm sonuçlar şiirde bu karakter üzerinden betimlenmiş ve Armenak’ta âdeta prototipleştirilmiştir.
/ Çıkagelmesi bir gün). Çocukluk travmalarının etkisinin hayat alışkanlıklarına yansımaları şiir boyunca izlenebilir. Babasının ona acır tavırları ve onu istemezliği, Stepan’ın annesiyle olan ilişkisine de dayandırılabilir. (Bir gece gözetlerken Lusin ile Diran’ı / Ağzını dürbünleri gibi büyütüp küçülttüğü bir gece / Neden sanki Stepan’ın onun [Vartuhi] sırtını okşayıp / İncilin can alıcı bir yaprağını eline / Küfürden bir dua gibi bırakması.) Stepan, eşcinselliğini de kendi ağzından “Olsa olsa bunca çıkmazı / Sürdürmek benimkisi bir zevk biçiminde boyuna / Ve yaratmak yeniden bütün iğrendiklerimi” şeklinde açıklar. Yani cinsel tercihiyle ve kendiyle barışık değildir; bunu kabullenmemiş, bir çözüm yolu olarak bir çıkmaza girdiğini ima etmiştir.
Kadınları yalnızca erotik bir haz nesnesi olarak değerlendirmesi ve onlarla ilişkisinin hep buna odaklı olması (“Kadınlar kapıları başka türlü açarlardı gene de / Yumuşak sesler çıkarırlardı. Yatakları tertemizdi.”) ondaki kadına bakış açısını çözümlememize yardımcı olabilir. Bir erkeği sanrılanarak öldürmesi (Diran’ın babası zannettiği bir kumar masası arkadaşı) ve onu gömdükten sonra karısıyla “topraksı bir titremeyle” ağlayarak sevişmesi de ödipal bir kompleks neticesinde cinsellik aracılığıyla günah çıkarıp arınma, cinselliğe sığınma olarak yorumlanabilir. Oysaki adamı öldürmesinin tek sebebi yine karısı, karısına karşı beslediği güvensizliktir.
Peşinden “her yerde dürbünleri olan” Anne Vartuhi çıkar sahneye. Vartuhi kendini kıstırdığı küçük dünyasında inanç kisvesiyle yaşamaya çalışan, alkole en az oğul Stepan kadar sarılan, çevresini yalnızca gözlemleyen, hatta “Bir gece gözetlerken Lusin ile Diran’ı / Ağzını dürbünleri gibi büyütüp küçülttüğü bir gece” dizeleriyle röntgenciliği ima edilen Vartuhi, doyumsuzluğunu ve sıkıntısını bu yolla gideriyor olabilir. Bu karakterin yaratım sürecini Edip Cansever şöyle anlatmıştır: “Sanırım yıl bin dokuz yüz altmış üçtü. Bir akşam üstü Kapalıçarşı’dan çıktım. Çiçek Pasajı’ndaki meyhanelerden birine girdim. Cam önünde, mermer bir masanın kenarındaki tabureye iliştim. İçkimi söyledim. Nedensiz bir sıkıntı vardı içimde. Meyhanelerin üstündeki binaları, pencereleri seyretmeye başladım. Bir yandan da belleğim geçmişten bazı anıları taşımaya başladı. Birden Vartuhi’yi gördüm. Nasıl mı? Şöyle: çocuk yaşımı aşmıştım. Yanımda bir eskiciyle Pasaj’ın üstündeki katlardan birine girdik. Bir şeyler satın alacaktık. Babam göndermişti. Ne var ki kapı açılır açılmaz korkuyla karışık bir duygu çöreklendi içime. Karşımda saçları çok kısa kesilmiş (Vartuhi, kısa saçlı Vartuhi), iriyarı, kadına benzemeyen bir kadın duruyordu. Hemen ayaküstü bir özür bularak eskiciyle birlikte kaçarcasına çıktım.
Ardından Stepan hakkında okuyucuya bilgi verilir. “Bir ölü gömme töreninden doğmuş olan”, kuvvetle muhtemel eşcinselliğinden ötürü “yarı yaratık” şeklinde betimlenen, kardeşinin ilk karısı Lusin’i kendine hayran bırakan, Diran’ın imrendiği, istenmeyen bir çocuk olduğu babası tarafından hatırlatılan ve kendi doğum gününde, “doğmuş olmaktan” duyduğu rahatsızlığı doğum günlerini kutlamama teklifiyle dile getiren, annesiyle olan gerilimli ilişkileri, “Stepan’la kesin anlaşmaları olan / Çıldırmak, vuruşmak için geceleri” dizelerinde belirtilen Stepan, taşıdığı buhranların aksine özgürlükçü ve hazcı bir karakterdir (Oğlanlarla kapanıp bir yerlere günlerce / Sapsan dudakları ve yağlanmış teniyle 7
meçhul
Eskiciden kadın hakkında bilgi aldım. Bana, bu kadın zürafadır, dedi. Zürafanın ne olduğunu soramadım ama sonradan araştırdım, sevici kadın anlamında kullanılan bir sözcük olduğunu öğrendim.”
yol gösteren değil, bir uğrak / Olabilir misin bana?) Erkeğinin iktidarsızlığı onda komplekse dönüşmüştür; erkeği tarafından arzulanmamak onu kadınlığına yabancılaştırmış, kendini bir et parçası olarak görmesine, gündelik ilişkilerle tatmin edilmek istemesine sebep olmuştur. Buna istinaden şu dizeler gelir: “Ama ben yüceltmek istiyorum kendimi / Etimi, her şeyimi, yeniden / Yüceltmek istiyorum. / Şimdi sorarım sana / Bir aşkınlık değilse bu, kısa bir mutluluk olsun değilse”. Fakat Stepan onu eşcinselliği nedeniyle geri çevirir ve bu reddediliş üzerine, bu psikolojiyi işleyen Belle de Jour (Gündüz Güzeli) filmini akıllara getiren bir fikir sunar: “Diyorum bir geneleve gitmeli / Hiç değilse bir karşı koyma biçimi. Ve belki / O yalanlardan, o yalan ilişkilerden / Daha önemli bu, kim bilir.” Karşı koyma biçiminden kastı, kendisini bir haz nesnesine dönüştürüp tatmin edemediğinde gurur meselesi haline getiren kocasına karşı bedenini yine kocasının zihniyetiyle metalaştırmak ve kendi cinselliği üzerindeki kontrolü ele geçirmektir. Bu durum, cinsel açıdan tatmin duymayan kişilerin sıkça başvurduğu bir çözümdür. Şiirde yine onun genelevlere gittiğine dair bir emare göremesek de aile fertlerine yüzünü unutturacak kadar evden ayrılması ve geri dönmesi, okuyucuda böyle bir intiba uyandırabilir.
“Ve Diran, Armenak’ın sinirli oğlu”. İlk karısının dokunulmamış olmasıyla iktidarsızlık problemi çektiği açığa çıkan Diran, şiirde anlatıldığı gibi kendi öfkesiyle “Unutulmuş bir erkekliğin / Acısından oluşan bir Anka gibi” kendini durmadan yakar. Cinsel gerilimini, başarısızlığını, eksik erkekliğini ve dile getirilmese de karısını tatmin edemeyişinin sıkıntısını öfke krizleriyle, bağırarak yansıtır. Öfke, karakterin katharsisi olmuştur. Öyle ki; “saydam bir duygu lekesi Diran ile Lusin’in karışık evlilik fotoğrafı üzerinde giderek eroinleşir.” Anne Vartuhi’nin de onları gözetlemesinden, bu problemin Diran’ın üzerinde baskı oluşturduğu çıkarımı yapılabilir. Karısının Stepan’a duyduğu ilgiden haberdar olduğu bilgisi verilmese de Stepan’a açıktan açığa imrenir. Son olarak Lusin, Diran’ın ilk (lakin bir ikincisi de söz konusu değildir) karısı, dokunulmamışlığıyla; Tanrı’ya, kocasına ve kendine inancının adım adım tükenişiyle, (“Ve Lusin / Bembeyaz ağlaması Lusin’in, dokunulmamış Lusin’in / Dokunan parmak uçlarına hep aynı / Parmak uçlarıyla. Ve gözlerine / Hep kendi gözleriyle bakan Lusin’in / Saçlarını saçlarıyla yoklayan / Orgların, ilâhilerin / Coşkuyla tükenen ve yangınlaşan / Ve durmadan kendini / Bir tebeşirle çizer gibi karanlığa) hayal kırıklıklarıyla, yalnızlığıyla aileye sonradan dahil olan (ve ardından geri dönen) fakat şiirin en dramatik karakteridir. Kocasının iktidarsızlığı, ilgisini Stepan’a, kocasıyla zıt bir profil çizen diğer kardeşe yöneltir. Kitabın üçüncü kısmında Lusin’in, Stepan’ın odasına geçmesiyle aralarında başlayan diyalog Lusin’in tüm cinsel yönelimlerini açık eder. Lusin yalnızlığını Stepan’la dindirmek, Stepan’la kendisine bir kurtuluş yolu bulmak ister. (Bana yardım edebilir misin? Daha doğrusu / Bir
Kaynaklar *Devrim Dirlikyapan, Ölümü Geliyorum, Metis Yayınları
Gömdüm
Edip Cansever, Yerçekimli Karanfil (Toplu Şiirleri I), Adam Yayınları Kayhan Şahan, Edip Cansever’in Şiirinde Anlatı Ögeleri, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Kültür Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yıldız Ecevit, Kurmaca Bir Dünyadan, İletişim Yayınları
8
meçhul
U
Salih Aras
GEÇİM SIKINTISI
yandığımda karşımda dikilen isli tavana okkalı bir küfür savurdum. Telefona baktım. Saat sekizi on geçiyordu. İşim başlayalı on dakika olmuş ve yurdun müdürü hala beni aramamıştı. Şaşırdım. Şaşkınlığım midemin bulantısıyla beraber son buldu. Danışmaya, yani işimin başına inmem için ne kadar acele etmem gerekiyorsa o kadar yavaş adımlarla lavabonun yolunu tuttum. Dün akşam yediklerimi bir bir çıkardım. Anlaşılan o ki aşçının yağlı ve baharatlı yemekleri yine mideme dokunmuştu. İki elimi lavabonun kenarına dayayarak aynaya baktım. Gözlerimin altı kızarmıştı. Bu kırmızılık bana annemin son hallerini hatırlattı. Daha sonra babamı ve babamın karısını. Mardin’den ayrılalı tam 18 sene olmuştu. Annem öldüğünde babam başka bir kadınla evlenmiş ve o kadına anne demem için bayağı bir diretmişti. Böyle olayların eski Türk filmlerinde kaldığını, o kadına anne demeden de rahatça yaşayabileceğimizi defalarca söylemem fayda etmemiş, bu işin neticesinde bavulumu toplayıp İstanbul’a gelmiştim.
türlü ayrılmıyordu. Çünkü haftanın altı günü 600 lira maaşla çalışacak başka bir enayi bulamıyordu. Müdürün bütün bağırışına kısa bir “tamam” çekip telefonu kapattım. Geçmişime bir su vurup aşağıya indim. Kulübemin kapısını açtım. Masadaki kitapları toparladım. Bunlara da bir yer bulmak lazımdı. İstanbul’a gelince kendimi okumaya vermiştim. Hayır, üniversite bitirmedim. Gerçekten kendimi okumaya verdim. 18 senede bir sürü kitap birikmişti. Şiir, roman, deneme… Ne ararsan vardı bunların içinde. Haftanın 6 günü çalışıp 600 lira maaşa göz yummamın sebebi de buydu. Danışmanlık, işime geliyordu. Akşama kadar kitap okuyordum. Yaptığım tek iş, gelen giden öğrencileri önümdeki deftere not etmekti. Bense işime biraz canlılık katıyor, sadece öğrencilerin giriş çıkışlarını değil, kitaplarda gördüğüm güzel sözleri de bu deftere not alıyor, yeri geldikçe çevremdekilere aktarıyordum. Hatta bu aktarımlarımdan dolayı artistlik yaptığım zannediliyor ve çoğu zaman azar işitiyordum.
Mardin’deki o eski günleri ve dahi tüm vefasızlığımı gözaltlarımdaki kırmızılıklar tek tek yüzüme vuruyordu. Değil mi ki babam sabahın beşinde iş için çıkıp da akşam onda eve geri dönüyordu. Asker yeşili ceketini sobanın tellerine asar asmaz sırtını sobaya dönüp kalçalarını ovuşturuyor, o sırada annemin getirdiği yemeği yiyip televizyon karşısında sızıyordu. Bense o yaşlarda buz gibi yorganın içinde ısınmaya çalışırken babamın ceketine dalıp gidiyordum. Her gün yüzlerce insan suratı görüyordu bu ceket. Sadece insan suratı mı? Otobüs durakları, kaldırım taşları…
-Oku babam oku. Okumak kurtaracak seni Hıdır. Bizim aşçı Kemal’in sesiydi bu. Kafamı işimden kaldırmadan cevap verdim: -Yok la, ne okuması, toparlıyordum buraları. Sabah yaşadığım mide buhranı geldi aklıma. -Ulan it horoz! Yine nasıl yaptıysan yemekleri, hepsini çıkardım. -Koskoca yurtta kimseye bir şey olmuyor da bir sana mı oluyor? Senin midende var bir şey, midende… Kemal’in her zamanki halleriydi işte. Bir türlü kabul etmiyordu yemeği kötü yaptığını. Sürekli malzemenin adiliğinden yakınıyordu. Aldırış etmedim. Akvaryumdaki balıklara takıldı gözüm.
Cebimdeki aptal titreşim geçmişimi muhayyilemde yaşamama daha fazla izin vermedi. Telefonu açtım. Müdür yine geç kaldığım için fırça kayıyor, böyle devam ederse yollarımızı ayıracağımızı söylüyordu. Yaklaşık 18 senedir böyle devam ediyor fakat yollarımız bir
-Bunlara yem verdin mi? -Yok daha vermedim. -Sen bana peynir ekmek bir şeyler getir de midemi 9
meçhul
yatıştırsın. Ben de şu balıklara yem atayım. Cevap bile vermeden mutfağın yolunu tuttu. Bütün kitapları toparlamıştım. Yalnızca Albert Camus’nün Yabancı isimli romanını masamda bıraktım. Bu kitabı okumak ne zamandır nasip olmuyordu. Çekmeceyi açtım. Balıkların yemini çıkardım. Akvaryuma yöneldiğimde her zamanki gibi balıklar yukarı doğru çıktılar. Ulan şu balıkların üç saniye hafızası olduğuna inanmıyorum arkadaş. Üç saniye hafızası olan bir balık varsa o da kesin vatoz balığıdır.
-Baban yaşam mücadelesi veriyor. -Olabilir. Hepimiz yaşam mücadelesi veriyoruz. Sesindeki telaş öfkeye döndü. -Ulan gerizekalı! Bırak edebiyat yapmayı, baban öldü. Telefon kapandı. Öldü, öldü, baban öldü, öldü… Di’li geçmiş zaman hiç bu kadar yakınımdan geçmemişti. Hiçbir şey hissedemiyordum. Bu hissizlik beni korkutuyordu. İstemsiz bir şekilde akvaryuma yöneldim. Ölümü merak ediyordum. Ölümü hissetmek istiyordum. Bunun için akvaryuma yöneldim. Şöyle bi’ balıklara göz gezdirdim, önce hangisini öldürmeliydim? Tabii ki sarı prensesleri! Böylesine basit bir akvaryum için fazlasıyla güzellerdi. Ne gerek vardı ki şaşaalı pullara. Salaş kazağımın kollarını çemirleyip iki elimi birden suya daldırdım. Balıklar bir o yana bir bu yana kaçıştılar, vatoz hariç. Ölümden kaçış yoktu. Tuttuğum gibi çıkardım sarı prensesleri. Pulları elimde kaldı. Ölülerini bir pet bardağa koydum.
“Ne konuşuyorsun yine kendi kendine deli,” dedi Kemal, elindeki kahvaltı tabağını önüme bırakırken. -Balıkların diyorum, hafızası kuvvetlidir. -Sen onu bırak da müdürle tartışmışsınız gene. Hayırdır, ne oldu? -Amaan hep aynı tantana işte, boş versene. -Senin işin de zor be Hıdır. Ailen Mardin’de, sen çocuk yaşta buralara gelmişsin. E aldığın maaş belli, bir de üstüne geçim sıkıntısı. Özcan’ın yurda girmesiyle Kemal’in acılarımdan güç alması da son buldu. -Hıdır Ağbi benim adımı not alırsın, yukarıya çıkıyorum. -Tamam Özcan.
Sıra gelmişti lepistes balıklarına. Şu akvaryumdaki yaşama gayelerinin seks ve doğurmaktan ibaret zannediyorlardı. Ölmeyi en çok onlar hak ediyordu. Bir çırpıda onları da çıkardım akvaryumdan. Pet bardağa koydum. Akvaryumdaki ayrı bölmede bulunan beta balığına hırsla baktım. Onu çıkarmadan, suda öldürmek istiyordum. Gözümü hırs bürümüştü. Nasıl olur da bir balık kendi cinsiyle dahi aynı akvaryumda yaşayamazdı? Kendini bu kadar özel hissettirecek yahut bu kadar sinire sebebiyet verecek neydi? Yaşayacaktın işte, hepsi bu. Büyük bir hınçla, burnu havada yüzen beta balığını sudan çıkardım, avucumun içinde sıktım ve sarı prenseslerin yanına bıraktım. Akvaryumda bir tek vatoz balığı kalmıştı. Şu koca akvaryuma araç olarak alınan bir canlıyı öldürmek ancak ona iyilik olurdu. O yüzden vatoza hiç dokunmadım. Soğuk terler akıyordu sırtımdan. Pet bardakları elime alıp kapıya çıktım. Balıkları kediye verdim. Derin bir nefes aldım. Hava babam kokuyordu. Sobanın tellerine asılan insan suratları, otobüs durakları, kaldırım taşları…
Benden yüz bulamayınca Kemal de mutfağına döndü. Zeytinleri birer ikişer ağzıma tıkıştırıyordum. Kemal haklıydı aslında. Geçim sıkıntısı denildiği zaman aklına maddi olaylar gelen insanlarla aramda büyük bir geçim sıkıntısı vardı. Bunların hiçbirini önemsemiyordum artık. Peyniri ikiye bölüp ekmeğimin arasına sıkıştırdım. Peynirin verdiği acımsı tat suratımı ekşitirken telefonum çaldı. Arayan, babamın karısıydı. Dibi paslanmış demir bardağa sebilden biraz su doldurdum, ağzımdaki acı peyniri suyla beraber yuttum. Sağ elimin dışıyla ağzımı silip telefonu açtım: -Efendim? -Alo Hıdır! Acilen Mardin’e gelmelisin. Sesindeki telaşa aldırış etmeden sordum: -Hayırdır? Ne oldu? 10
meçhul
Pınar Dönmez
PHOENIX Ben orda, akşamına orospular dadanan Camlarında pis sinekler gezinen, ben orda Eskimiş bir tutuşla şarabını içiyor Kadınlarda oluyor kadınsız bakışlarla Başıyla öne düşmüş yüreğiyle beraber Ya Tanrıya inanır ya da isyana.
varoluşculuktan yükselten her şiirde olduğu gibi onun şiirlerinde de vardır. Edip Cansever’de mitolojinin yoğunluğunu görmek için yalnızca 1964’te yayımladığı Tragedyalar’ın nehir şiirlerine eğilmek bile yeterlidir. Onun sıkça kurcaladığı mitik imgelerden biri olan “Phoenix” de Tragedyalar’ın farklı dizelerinde gizlidir.
Kimseye vermiyor ki acılardan artarsa Kuytular çıkarıyor sevişmeler onlardan Bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla Ya da hep kar yağıyor da düşünmesi siyahtan Öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam.
“Unutulmuş bir erkekliğin Acısından oluşan bir Anka gibi Ve yakan kendini durmadan Zavallı Diran.” “Bu nasıl bir anlamdır ki, her yerde biraz duyuluyor Stepan Bir ölü gömme töreninden doğmuş olan Stepan.”
Orası bir ölümdür şarabımı doyuran Ölünen yüzler gibi bir bütündür adamlar Vaftizi gün ışığında bir garip protestan Tanrısıyla sevişir, herkes bilir sevişmeyi o kadar Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum Yeniden doğmak için çıkardığım yangından.
Bize yakın gelecek adıyla Simurg / Zümrüdüanka yani Phoenix, pek çok milletin mitolojisinde bulunan, devasa büyüklükte ve altın renkli kanatlarıyla görkemli bir kuştur. Öleceğini anladığında bir ağaca zamkla yapıştırdığı dallardan kendine bir mezar hazırlar, mezarına kurulup güneşin onu tutuşturmasını bekler ve yanıp kül olduğundaysa küllerinden çıkan yumurtadan yeni bir Phoenix doğar. Mitolojilerde ve onun kaynaklık ettiği eserlerde yokluğun, tükenmenin ardından yeniden doğuşun simgesidir bu kırmızı kuş.
Ömer Edip Cansever: İkinci Yeni tabelasıyla başımızda asılı duran ve ışığı hâlâ zihnimizde yanan şiir yekûnunda yalnızlık, umutsuzluk, ölüm, trajedi, sıkıntı kavramlarının anahtarlığıyla kendini bir ölçüde açan ve bize içini hem göstermek hem de içimiz kılmak için konuşan, durmadan konuşan şair. Onun aynı bunaltının etrafında dolaşan, dönen şiirleri hep farklı bir yol izler; okunmaktan ziyade dinlenmek istediğinden soluksuz anlattıklarında dinleyicisine bu farklı yolların duraklarını ve dayanaklarını da belli belirsiz işaret eder. Sıkça geçtiği geniş yollardan biri de mitoloji olmuştur. Kendisine bir birey olarak kıstırılmışlığın ve ezilmişliğin sıkıntısından başka bir şey vermeyen çağda ve toplumda, var olamamış bir ben’in daima kaçtığı köşelerden biridir mitoloji. Topluma ideal karakter sunmak ya da ritüellerle inanca yeniden dayanmak için değil de, kendi benini geçmişte, yani bozulmadan kalanda, hâlâ arkaik olanda bulma çabası, temelini
Cansever’in yeniden doğuş mitini diğer dizelerine nispetle en belirgin kullandığı şiirdir Phoenix. Yine mitolojiyi kullandığı “Meduza” şiirinde olduğu gibi doğrudan mitik hikâyenin ya da kahramanın betimlendiği bir şiir değildir bu da, öyle ki başlık dışında bir yerde kuşun adı da geçmez. Şiirde bizi Feniks’e götüren –başlığın haricinde– son iki dizedir: “Kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum Yeniden doğmak için çıkardığım yangından.” Bu iki dizenin üzerinde yükselen diğer mısralar 11
meçhul ise hikâyenin tersine akışı dinleyiciye yokoluşu çağrıştırır.
gibi
Şiir, Cansever’de kemikleşmiş bir kullanım olarak birinci tekil anlatıcıyla açılır ve devam eder: bir meyhane masasında demlenen yalnız bir adamın bilinçaltı monoloğu gibidir. İlk altı mısrada Cansever’in şehirliğini kaybetmiş kentlerin mat griliğinde nefessiz kalmış, göğü görememiş, umutsuz ve çaresiz şiir ben’inin daima sığındığı ya da eline aldığı iki noktayı da görürüz: içki ve bir erotizm çağrışımı yaratan tarafıyla kadın. “Bu nasıl bir bakış ki dünyaya intiharla Ya da hep kar yağıyor da düşünmesi siyahtan Öyle ya kim sevişirdi acıları olmasa Kim bakardı uzağa köpekleri saymazsam.” dizelerinde ise bir başka tanıdık Cansever imgesi çıkar karşımıza: ölüm ve ölüm düşüncesine çivilenmiş intihar. Şairin ben’i, yaşamı ölümün karşısında koyup baktığında ikisi arasında irice bir fark görememiş, sonluluğun karşısında anlamını bütünüyle yitirmeye meyilli hayatı zaten kendinin yapamamış, onun içinde varoluşunu kuramamıştır. Ölüm ve intiharın görüş alanına girdiği yerde kendini kurcalamak için içe dönmüş gözlerini kaldırıp uzaklara bakmak, bu çağın insanının yapabileceği iş değildir.
ve onunla çarpışan yaşamda tutunabileceği az sayıdaki dallardan biri olan alkol. Ve Feniks son iki dizede bir dilemmayı yaratır: günleri çürüten ve günlerin çürüttüğü, kavramak için baktığı her yerde yalnızca hiçliği gören insanın tükenişinin Sisifos’tan başlayan kısır döngüsü ve umutsuzluğu mu, yoksa zamanın devinişinde ufukta hep küllerinden yeniden doğan Feniks’in umudu mu?
“Anlaşıldı yarın bir gün kar yağacak Eski bir aşkın da anısına.” dizeleriyle başlayan “Kar Yağacak” şiirindeki gibi, kar burada da sıkıntı veren her şeyin üstünü örtmesi beklenen bir mucize çağrışımı verir. Şiirin son mısralarına yaklaştıkça ölüm daha da çok dolaşmaya başlar anlatıcının ağzında, ölüm 12
13
14
meçhul
Cemre Açıkgöz
OKYANUSLAR VE ÇAY KAŞIKLARI
“
Tanrım beni dinliyorsan ve eğer sevgili bir kulunsam; ne olur bir tufan daha gönder...”
hemen hiç değişmediğini gördüm. İlkelerine bağlı bir insan mıydım yoksa iflah olmaz bir muhalif mi? Sanırım birincisi. Her şeyi tarafsızca bir teraziye koyduğumda, olumsuzlukların daha fazla olduğu bir dünya görüyorum her defasında. Binlerce yıldır şairler, yazarlar, düşünürler daha iyi bir dünya hayal ettiler. Yazdılar, çizdiler fakat Güneş’in aydınlattığı karanlık gezegenimizin kanaması hiçbir zaman durmadı. Ben de durmadım. Hiç istemediğim, her zaman kaçtığım halde bu yozlaşmış insanların arasında Dünya gibi döndüm durdum. Belki de bu yozlaşmış insanlar, tıpkı Güneş gibi, tıpkı yıldızlar ve gezegenler gibi kütle çekim kuvvetine sahiplerdi. Sen onlardan kaçmak istesen bile nafileydi, bir kere sınırlarına girdiğinde her zaman kendilerine çekmeyi başarıyorlardı ve aralarına yeni yozlaşmış bireyler katıyorlardı.
Böyle yazıyordu 12 sene öncesine ait bir günlüğümde. Aradan onca sene geçmesine rağmen hâlâ iyi hatırlıyorum o günü. Nasıl unutabilirim ki? Aynı gün hem “ciğerim’’ dediğim insandan koca bir darbe almış hem de haksız yere okuldan uzaklaştırılmıştım. Üstelik Mahzuni Şerif de ölmüştü! Aklımda onun Adaletsiz Dünya şiiriyle isyanın zirvesine çıkmış, bir tufan daha istemiştim. Gaddarlar, krallar, soytarılar, riyakârlar, kibri tavan yapmış bütün alçaklar için. Aldığı her nefesle gökyüzüne zalimlik tohumları eken ve ruhlarındaki hastalıkları sokaklarda bir uyuşturucu gibi pazarlayan bütün insanlar için, bir tufan daha... Ancak bir sel paklayabilirdi bütün bu kokuşmuşluğu. Böylece her türlü kötü sıfatı üzerlerinde şık bir takım elbise gibi taşıyan insanlar yeryüzünden silinecek, geriye kalan bir avuç dürüst ve adaletli insanla devam edecekti medeniyet. Aslında bu konuda kararsızdım. Yani medeniyetin devam edip etmemesi konusunda. Zaten medeniyet değil miydi her şeyin sorumlusu? Bu kurulan düzen, rekabet değil miydi insanı vahşi ve çıkarcı bir yaratığa dönüştüren? Bir anlığına tufanın gerçekleştiğini ve tufandan sağ çıkan insanlara liderlik yaptığımı hayal etmiştim ve medeniyeti devam ettirtmemiştim. Yarı göçebecilik, hayvancılık, tarımcılık… İyiydi bunlar. Daha fazlasına ne gerek vardı? Tuvaller üzerine süslü resimler yapmayı bırakıp mağara duvarlarına figürler çizebilirdik. İnsanı anlatabilirdik. Tufandan önceki insanı. Paranın, teknolojinin esiri olmuş insanı. Her şeyin gitgide değersizleştiği bir dünyada yaşayan insanı. Bir ateşin etrafında toplanan büyük büyük dedeler, bunları bir korku hikâyesi olarak anlatabilirdi çocuklara.
Eski dünyama ait binlerce kelime canımı sıkmaya başladı. Geçmişe göz atıp bugünle kıyaslama yapmak iyi bir fikirdi, evet. Fakat ‘’yapacağım’’la biten cümlelerin çokluğuna bakıp hiçbirinin yapılmadığını görmek özgüvenimi ziyadesiyle sarstı. Ve geçmişi hatırlamak… Az da olsa birkaç güzel şeyi... Anılar arasından seçip bir tanesini oynattım kafamda. Önceden insanın, eskimiş ve uzak şeyleri tekrar canlandırıp kendisine acı çektirmesine anlam veremezdim. Şimdi cevabı buldum sanırım. Hissetmek. İnsan hissetmek için yaşar. Birisinin ona kendisini hissettirmesini bekler ömrü boyunca. Ya da hiç karşılık beklemeksizin, birine karşı bir şeyler hissetmek. Elinde hiçbir şey kalmayanlarsa geçmişte yaşar, hafızasındaki dev arşivde. Güzel anılar olup olmaması da önemli değil üstelik. “Hey sen, benim bu ölü ruhuma, şu köhne hayatıma bir şeyler verebilecek misin? Ne kadar yaralayıcı, dehşet verici olduğun umurumda değil. Hissetmek istiyorum. Benim yüreğime değebilecek misin? Öyleyse çık dehlizlerimden de gel buraya!”
Günlüğümü biraz daha karıştırınca, 12 seneden bu yana, dünya hakkındaki görüşlerimin hemen 15
meçhul
Kapattım günlüğü. Daha fazla okuyup bunalmanın bir anlamı yoktu. Şikâyet etmekle geçen bir ömrün yansımasıydı işte. Hâlâ aynı yerde olduğuma bakarsak, kendime tuttuğum bir aynaydı. Yakmak geldi içimden ve yaktım. Çünkü şimdi baktığımda nerede hata yaptığımı çok net görebiliyordum. Onca yıldır hep iyi şeylerin gelip beni bulmasını bekledim. Hayal ettim ama harekete geçmedim.
Bu yüzden olacak ki, hemşehrilik bağlarını kullanmak yerine, kendimden hiç beklemeyeceğim şekilde, gayet ciddi bir tavır takınarak, “Abi hiç âşık oldun mu?” dedim. Kendime şaşırdım daha sonra. O da şaşırdı. Suratındaki donuk ifade hâlâ kendisini koruyordu fakat aramızda oluşan o garip bağı onun da hissettiğine emindim. Derin bir nefes alıp hafifçe güldü ve sanki yıllardır bu soruyu bekliyormuş gibi, “Bir kere çok beter âşık oldum kanar durur hâlâ,” dedi.
Şimdi tam zamanıydı işte, ne duruyordum, yeterince beklemedim mi zaten? Artık bir yerden başlamam gerekmiyor muydu? Ama nereden? Kendimden başlamalıydım. Ama hayır, bu en zor olanıydı. Çevremden başlamak, tıkırında gitmeyen şeyleri düzene koymak daha mantıklı geldi. Pikabıma kaydı gözüm bir ara, uzun zamandır bozuktu, işe onu tamir ettirmekle başlamak fena fikir değildi. Halamın “hemşehrimiz’’ dediği bir adamın yanına gittim tamir için. Uzun boylu, beyaz tenli, kirli sakallı bir adamdı bu. İlk kez görüyordum. Benden biraz büyük gibiydi. Kıyafetlerinden mütevazı bir yaşamı olduğu belli olmasına karşın suratından hiçbir şey okunmuyordu. “Bir arkadaşa bakıp çıkacaktım,” edasıyla girdiğim dükkânda saatlerce kaldım. Zira hayatımda ilk kez bir insanla ortak açı yakalamıştım. Nasıl olmuştu bu? Maddi imkânlarım iyi değildi, bu yüzden hemşehri oluşumuzu değerlendirip indirim almayı hedefliyordum. Ama bunu her ne zaman yapsam kendimden tiksiniyordum. Sanki bir insanla aynı memleketi paylaşmak, onun sana her türlü fedakârlığı yapması için yeterliydi. Birbirinden habersiz olan ama aynı şehirde doğan iki insan alt tarafı. Bunun menfaatler için kullanılması yüzsüzlük gibi geliyordu bana. “Merhaba benim bir maruzatım vardı da, duydum ki hemşehriymişiz, ehe ehe ehe…” Bir keresinde, üniversite yıllarımda arkadaşlarımın zoruyla “yeni şeyler görmek için” gittiğim bir genelevde, hemşehrilik bağlarını kullanıp indirim alma niyetinde olan bir amca görmüştüm. O günden beri özellikle dikkat ederim bu hemşehrilik menfaat ilişkisine.
Aranılan kan bulunmuştu. Bildiğim, tanıdığım, hissettiğim bir şeydi bu. Kanamak. Bu kadar aşina olduğum bir konuda, ne kadar çekingen biri olsam da herhalde konuşabilirdim ve aynı dertten muzdarip iki insanın birbirine içini açması, elbette ki sohbetin “yok canım, ne parası, benden olsun’’ cömertliğiyle bitmesini sağlayabilirdi. Peki, ben ne ara bu kadar yozlaşmıştım? Ne ara kendimin ve diğerlerinin acısını, mağdurluğunu kullanacak kıvama gelmiştim? İçimden, “Politikaya atılma vaktin geldi de geçiyor Caner,” dedim. Ve sanırım beni bağrına basacak, anlattığım hikâyelerle duygulanıp siyasi tecrübesizliğime ya da her türlü negatif özelliğime hiç aldırmayarak kendilerine lider seçecek binlerce insan halihazırda, bir sevgiliyi bekler gibi beni bekliyor olmalı.
16
meçhul
Adı Yok
“bu soyadı bana haram”
T
ürkiye’de “İkinci Yeni”den sonra şiirin yeni bir atılım yapamadığı iddiası vahim ve ciddi bir iddia, farkındayız. Velakin şairimizi iyi bilmeden, şiirimizin geçmişinden beslenilmeden, bu şiirlerle ölçülmeden yazılacak her şiir, hedefine varamadan kendi boşluğunda tükenen, fırlatılmış bir taş olacaktır. Öylesine güçlü bir şiir geleneğimiz var ki çok iyi şairler olmasına rağmen birçok isim çağının efsaneleşen şahıslarının gölgesinde kalmış, birkaç şiiri dışında yeterince okunmamış, eleştirmenler tarafından okura hakkıyla işaret edilme fırsatı bulamamıştır.
de İsmet Özel tarafından modern şiirimizin zirvesine oturtulması, üzerinde derhal özenle durulması gereken bir konu edebiyatseverler için. Modern kimliği şiirlerinin adlarından da anlaşılabilir, buyrun: “Türkiye’nin Adresi”, “Horozdan Korkan Oğlan”, “Rüzgâr Ekmek”, “Odun”, “Düdüklü Tencere”, “Sultan Palamut”, Ayşemayşe”, “Yumuşak G”… Metin Eloğlu’nun şiirleriyle bir müddet içli dışlı olduktan sonra yavaş yavaş İsmet Özel’in, Eloğlu’nu modern şiirimizin zirvesine oturtan değerlendirmesinin nedenlerini keşfetmeye başlarsınız. Özel’in yargısı üzerinde şairin kabiliyeti kadar, şiirinin Özel’in bugünkü fikirlerini kısmen destekleyebilecek özelikler taşıması da etkili olmuş olmalı. Eloğlu’nun birçok şiirinde yer verdiği “Türkiye”, “Türk” kelimeleri; bazen alttan alta sezdirdiği bazense doğrudan dillendirdiği “millet” olma özlemi; dil konusundaki endişeleri; çarpık modernleşmenin değerler üzerindeki tahribatına vurgusu; tarihî göndermeleri; tepeden tırnağa İstanbullu bir şair olmasına rağmen Anadolu’nun sorunlarına oldukça gerçekçi bir şekilde eğilmesi; şiirlerine hem dil hem de içerik açısından sinmiş yerellik İsmet Özel’in yargısını belirlemişe benziyor.
Şiirle belirli düzeyde ilişki kurmayı başarmış ancak derinlemesine bir ilgi için gerekli imkânlardan yoksun okurlara bu isimleri hatırlatacak, bu şairlere onları tevcih edecek kılavuzluk eksik kalmıştır. Yeni, güçlü şairlere duyulan özlemi sürekli dillendirmektense şiir geleneğimiz içerisinde bugün birçok ihtiyacımıza cevap verebilecek, yenilikler konusunda kendilerinden ilham alabileceğimiz, esaslı dersler çıkarabileceğimiz, kendilerine gıpta edebileceğimiz şairlerin yeniden keşfedilip okunması için daha yoğun bir gayret gösterilmesi gerekiyor. *** Şiirimizin görünmez kahramanı Metin Eloğlu’suz bir Anadolu şiiri eksik kalacaktır. Peki, kimdir bu acayip soyadlı Şair Metin? Kendisi evvela ressamdır; popüler edebiyat yayınlarında sıklıkla bahsedilmediği için kendisini pek okumadığımız, tanımadığımız bir şair. Ben onunla “Ayşemayşe” şiiri ile tanıştım.
Özellikle kavramları -demokrasi gibi- gerçek mahiyetinden uzaklaşarak ele almadaki hünerimize; modernleşmeyi bir tereddi yarışı olarak gören eğilimlerimize; kolayca ahlaki zaafların pençesine düşüşümüzdeki maharetimize; Doğululuk ve Batılılık arasında yaşadığımız çatışmaların bizi içine düşürdüğü trajikomik durumlara; bir türlü sorunlarımızın asıl sebeplerini kavrayamayışımız ve onlara müdahale edemeyişimizdeki çaresizliğe Metin Eloğlu’nun ironik üsluplu değinileri de İsmet Özel’in onun hakkındaki görüşlerini etkilemiş olmalı.
Şahsi kanaatimce şiirimizi en yüksek edebi seviyeye çıkaran İsmet Özel, onun için, “Metin Eloğlu modern Türk şiirimizin zirvesidir,” ifadesini kullanmıştır. Kendisiyle dönemdaş veya kendisinin ardılı ustalar tarafından değil 17
meçhul
Hatta İslami duyarlılığa sahip olmamasına rağmen Eloğlu’nda İsmet Özel’in Türkiye merkezli İslamcılığının izlerine rastlamak bile mümkün:
gözlem gücünü korur; seçtiği kelimelerdeki farklılık ve yakaladığı sesle şiirimizin en özgün şahsiyetlerinden biri olmayı başarır. Şiirinde meydana gelen değişimler içine sinmedikçe bunlarda ısrarcı olmaz, şiirinin her merhalesinin kendisine kattıklarını muhafaza eder, ustalıkla bunları harmanlar.
“Al ama dikkat et canım, yaz bile ertelemedi sakıncalı bir güz bu Şu’muz mu onu da al, ne ödüncü allasen, hürlük süsümüz Al ya, ananın ak sütünü andırıyor, ko cebine Al ömründe hiç mi hiç Türkiye görmemişliği Uyku sersemliğini de tatsın diye uyutuldu o, alsana Ha, al o mavimsiyi, günde kırk kez gökleşir sulaşır mineleşir Ve… Al ya, al da bir kuşa göster kırıntısını, bak bir kanat çırpsın ki Hicaz’a; Mekke kimindi?” (1)
Metin Eloğlu halkla hakikaten bütünleşebilmiş, halkın içinden konuşan ender şairlerden biridir. Ancak münferit durumlar olarak şiirlerinde vurgulasa da çok sıkça şahit olduğu eşitsizlikler, çarpıklıklar, toplumu kuşatan ahlaki düşkünlükler nedeniyle epey muzdariptir. Öfkesini genellikle bir arada yaşamanın gereklerine uygun davranmayan; toplumdaki düzenbaz, fırsatçı, riyakâr, kültürel ve ekonomik açıdan tereddi içindeki kişilere yöneltir fakat hiddeti onu halktan koparacak şekilde geneli kapsamaz.
İlkinden sonuncusuna tüm şiirlerinde sürekli bir yenilik arayışında olduğu hissedilmesine, biçimsel bazı değişiklikleri sınamış olmasına, zaman zaman bir şiiri sezdiği ve onun peşinde olduğunu hissettirmesine rağmen aynı şiiri yazmayı başarabilmiş, o şiir dışına çıkmamış bir şairdir Eloğlu.
Yozlaşan toplumdan ve ahlâki zaaflardan yakınırken oldukça samimi, umut-umutsuzluk karışımı bir “elden ne gelir” tavrıyla gündelik yaşamın alışkanlıklarına sarılarak kendini tamamen yabancılaşmaktan korur. Kimi zaman çevresinde olan bitenleri çok kızgın bir şekilde eleştirmesine, karamsarlığa düşmesine rağmen nihayetinde çevresindeki insanlara beslediği sevgi ve onlarla bir arada olmaktan duyduğu memnuniyet de hissedilir.
Şiir yazdığı ilk günden şiirinin son gününü hissetmiş; yazabileceği, varacağı şiir, O daha yola çıkmadan bütünüyle kendisini duyurmuştur. O’nun şiirlerine bütünsel bakıldığında şiirdeki yolculuğunun ortasındayken bazen yolun başındaymış gibi davrandığını gözlemlemek, henüz yolun başındayken yolun sonunda olduğunu hissettirdiği birçok örnekle karşılaşmak mümkün. Şiirinin bazı aşamalarındaki, dil ve biçim açısından bir değişim gerçekleştirmeye çalıştığına yönelik belirgin işaretlere rağmen şiirini kesin çizgilerle ayrılan dönemler halinde ele almak zor.
Türkiye’nin, toplumumuzun müzminleşmiş çetrefilli hallerine, sorunlarına şair duyarlılığıyla derinlemesine nüfuz eder, kendine has ironisiyle bunları sıradanlaştırır, belki de biraz masumlaştırır. Onun bütün toplumsal sınıfları hicvettiği ve bir “Kısa Türkiye Tarihi” niyetine okunabilecek uzun “Masal Masal Matitas” şiiri tavsiye olunur. Metin Eloğlu’nun şiirleriyle haşır neşir olunduktan bir süre sonra şairin kendine özgü atmosferinin büyüsüne kapılmamak elde değil.
Dilinin ilk şiirlerine nazaran ağırlaştığı ve biçimsel yenilikler peşinde olduğu dönemlerde bile kendine özgü ironiyi, duyarlılığı yansıtır;
Eloğlu’nun şiiri belki de Türkçenin en içten, 18
meçhul
yüreğe işleyen, bütün duyguların en doğal haliyle dışavurumuna olanak veren, tüm yönlerimizle bizi kavramış şiirdir ancak kimi yerde okurunu, “Biraz daha itinalı davransaydı daha büyük bir şiir ortaya çıkabilirdi,” diye de düşündürür. Bize özgü dağınıklığı, öfkeyi, rahatlığı, yerleşememişliği, rehaveti, bocalamayı gözümüze sokmak için şair sanki kasten böyle düşünmemizi ister. O, modernleşme yolunda karşılaştığımız güçlüklerin, tecrübelerin sonuçlarının halkın günlük yaşamına yansımasını tamamen bize özgü bir mizah anlayışıyla, bakış açısıyla, bize dair olandan güç alarak ve en önemlisi, dilimizdeki olanakları bize hatırlatarak şiirleştirdiği için modern şiirimizin zirvesine aday olmayı fazlasıyla hak ediyor. Türkiye’nin boğuştuğu sorunlara çok duyarlı olmasına rağmen onun ortaya koyduğu, Türkçeden biçtiği yepyeni olanaklar şiirinde göze çarpan birçok unsurun bir adım önüne geçiyor. Sadece kelimelerin başarabileceği bir coşkuya okurunu kolaylıkla gark edebildiği için Metin Eloğlu, şiirinin diğer bütün özelliklerini görmemizi engelleyecek şekilde tek amacının okurunun Türkçeden haz almasını sağlamak olduğuna da bizleri inandırabilir. Eloğlu’nun bir diğer yönü de aşka, sevgiye inancını sürekli yineleyişi ve hayatın ortasına bir sofra gibi kurduğu şiiridir. Eloğlu sevgiye çağırır, bundan başka hiçbir meziyetin bize yetmediğini yineler durur “Aşklama” şiirinde; “Doğayla el ele bizi üreten bir sevgi var Evrende en soylusu sezdim ki bu çoğalma” Eloğlu’nun poetikasını en iyi yansıtan şiiri, şiirleri okuruna göre değişecektir mutlaka. “Kalıncacık”, “Huy”, “Eşçil”, Çiğ Çiğ”, “Sarkış”, “Sayrı Doğa”, “Kolonya’ya Selam-Sabah”, “Kavşak”, “Hadisene”, “Varken”, “Çimdik”, “Çılgar” ve diğerlerini okuyun ve buna siz karar verin.
19
Bedirhan Büyükduman
meçhul
YALNIZLIĞIN ÜÇ ANITI: EDİP CANSEVER, CAHİT SITKI TARANCI VE TURGUT UYAR “ben ki cehennemde bir allah gibi yalnızım” Attila İlhan – kaptan
İ
bu toplumsal çatı altında, bir yalnızlık anıtından başka hiçbir görünümümüz kalmaz.”
nsan olarak hepimiz sosyal varlıklarız. Dünyaya atıldığımız andan itibaren çevremizde hep bir başkaları vardı. Doğum esnasında doktorlar, doğumdan sonra ebeveynler, gittiğimiz parklarda arkadaşlarımız olabilecek çocuklar, sınıflarda öğrenciler, otobüslerde yolcular… Hayatımızın başından itibaren sürekli kalabalıklar içerisinde yaşamaya itildik ve hâlâ da itiliyoruz. Bu kalabalıkların, bir diğer tabirle toplulukların, normlarını istemeyerek de olsa kabul edip benimsiyor ve onlara göre hayatlarımızı şekillendiriyoruz: Toplum içerisinde yüksek sesle konuşulmaz, toplu taşıma araçlarında yüksek sesle müzik dinlenmez, sokaklarda öpüşülmez…
Edip Cansever’in “yalnızlık anıtı”na dönüşme olarak tanımladığı durumu, çok bilinen bir kavram olan “yabancılaşma” ile de açıklamak mümkündür. Şiirlerinde yalnızlık, yabancılaşma, bireyin içine düştüğü çıkmazlar gibi temaları en iyi şekilde işleyen şairlerden biri olan Cansever, Umutsuzlar Parkı’nda da bu konuyu irdelemiş ve bizlere şu dizeleri bırakmıştır: “… Ve kahkahalar arasında kahkahalar Orada, aşağıda Tek umut, tek varış, tek kurtuluş gibi Ve kaskatı kesilmiş, beyaz Sallanıyorsunuz boşlukta…”
Tüm bunların karşısında ise dimdik, tüm aykırılığıyla bir kavram boy göstermektedir: Yalnızlık. Bu kavram, toplum ve normları tarafından sürekli dışlanmakta, yalnız olan kişiler ötekileştirilmekte ve hatta “hastalıklı” ilân edilmektedir. Bireyi yalnızlığa sürükleyenin içinde bulunduğu toplum olduğu sürekli göz ardı edilmekte, toplumların yalnız bireylerden oluşan yığınlardan oluştuğu kabul edilmemektedir hiçbir zaman.
Fakat Edip Cansever’in yalnızlık anlayışında her daim bir umut ışığı da görmek mümkündür. Kendisi toplum içinde erimekte olan bireyi, bir gün kurtuluşa erecekmişçesine ele alır. Şiirin de bu yönde kullanılması gerektiğini söyler ve Tragedyalar’dan seslenir bize:
Sürekli farklı topluluklara dâhil olan birey, farkında olmadan, içine girdiği toplumda “farklı” olarak yaftalanmamak için kişilik bölünmesine uğrar. Böylece de öz benliğinden sürekli uzaklaşmakta olan bizlerin, “giderek,
“… Ey umut, ey beyaz örtülerin tükenmez uzunluğu Kimse bir gün sana koşmaktan kendini alamaz.”
20
meçhul
Çoğulcu bir yalnızlığa sahip olduğunu söylediğimiz Cansever şiirinden ayrılıp bir başka “yalnızlık anıtı” olan şair Cahit Sıtkı Tarancı’ya döndüğümüzde durum farklı bir boyut kazanır. Tarancı şiirinde yalnızlık teması toplumdan uzak ve bireyseldir. Birey kendi yalnızlığını yine kendisinde avutur:
“… Kardeşçe uzatıyorum yanaklarımı, işte İnsanca ateşler almak için Gelip geçtikçe öpen dudaklardan.” Şairlerin hayatlarının vazgeçilmesi olan yalnızlık duygusu, görüldüğü gibi sanatlarında da oldukça geniş yer buluyor. Gerçek anlamda yalnız olmasalar, yani tek başlarına bir hayat sürmeseler bile, bu hissin kendisi insanı mahvetmeye, kimsesizleştirmeye yetiyor. Değindiğimiz şairlerin üçü de kendi alanlarında birer yalnızlık anıtı ve bir anlamda bu anıtın aslında yaratıcılarıdırlar. Yazdıkça varolan, varoldukça acı çeken/ çekmiş tüm şairlere buradan selam olsun!
“O gün bugün sırtımı kendim sıvazlıyorum Sabahları sokağa çıkmadan evvel Cesaret şairim cesaret Kendi saçlarımı okşuyorum geceleri Sevgilimin saçları niyetine.” Yine Tarancı’da ne kadar istenmese de kabullenilmiş bir yalnızlık vardır. Çirkin olduğunu ve bu sebepten şiirde biçeme dikkat ettiğini Ziya Osman Saba’ya yazdığı mektuplardan birinde belirten şair, hayatında eksiklik olarak gördüğü şeylerin farkına vararak bunları bilinçli bir şekilde yaşamına ve sanatına büyük bir ustalıkla uygulamıştır. Yalnızlığının da bilincinde olan şair, bir şiirinde “Yalnızlık dediğin hayatta başlar; / Kabir boyunca devam etmek için.” dizeleriyle, bizleri bir paradoks olarak betimlediği yalnızlığın çıkılmaz sokaklarına dâhil eder.
“Bana yollardan bahsedin artık, Büyüsün yalnızlığım. Bir kadın ve bir gecelik sarhoşluğun peşinde Ölüme benzer duraklardan. Şimdi bir garip ürüzgâr geçer bilir misiniz? Perdesiz, yataksız, ateşsiz Saplı’nın hanındaki kavaklardan.” Kaynaklar
Ve, uzanıp kendi yanaklarından öpecek derecede yalnız Turgut Uyar… Zaman zaman çoğul bir dil kullansa da, şiirlerinde tekillik ve yalnızlık hâkimdir Uyar’ın. Tüm ömrünü sevgi olgusu üzerine kurmuş olan şair, “Bir define çıkarır gibi kayalardan, Âdemden beri / Sımsıcak sevgilere muhtacım.” der ve bizlere açlığını ve kimsesizliğini farklı bir pencereden sunar. Tarancı’da olduğu gibi, Uyar’da da yalnızlık kabullenilmiş ve içselleştirilmiştir.
Cansever, Edip, “Sonrası Kalır I”, Bütün Şiirleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 10. Baskı 2013 Cansever, Edip, “Şiiri Şiirle Ölçmek” Şiir Üzerine Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, Hazırlayan: Devrim Dirlikyapan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2. Baskı 2012 İlhan, Attila, “sisler bulvarı”, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 14. Baskı 2014 Tarancı, Cahit Sıtkı, “Otuz Beş Yaş” Bütün Şiirleri, Derleyen: Asım Bezirci, İstanbul, Can Yayınları, 45. Baskı 2013 Tarancı, Cahit Sıtkı, “Ziya’ya Mektuplar”, İstanbul, Can Yayınları, 1. Baskı 2007 Uyar, Turgut, “Büyük Saat” Bütün Şiirleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 14. Baskı 2013
İçine düştüğü yalnızlığı dindirecek şeyleri kendisinde değil de başkalarında araması yönüyle Tarancı’yla ayrı düşer şair. Yalnızlığını dindirecek şeyin yanaklarına kondurulacak bir yabancı öpücük olduğunu düşünür, bu öpücüğün sahibi dudaklara seslenir sayfalar arasından: 21
Esteban Eminoğlu
meçhul
KEMAL TAHİR VE ÇAKMA POLİSİYE ROMANLAR
P
olisiye roman türünün dünya edebiyatı tarihinde geçmişi 1830’larda yayınlanan Edgar Allen Poe’nun Morgue Sokağı Cinayetleri isimli öyküsüyle başlar ve Sherlock Holmes, Peder Brown gibi kahramanlarla Batı edebiyatında örnekleri gitgide çoğalır. Türk edebiyatında polisiye türündeki ilk örneği veren Ahmet Mithat Efendi, 1884 yılında yazdığı Esrar-ı Cinayat isimli eseriyle Türk polisiyesinin başlamasına vesile olur.
çeviriler yapmaya başlar ve macera, polisiye kitapları yazmaya koyulur. Aslında ilk başlarda Kemal Tahir gazetelere tefrika için yazmış olduğu romanlarını yani bugün klasik Kemal Tahir romanları diye adlandırabileceğimiz romanlarını yollar, ama gazeteler 1940’lardaki siyasi ortamda bunları yayınlamaya cesaret edemez. Bunun üzerine parasal ihtiyaçları günden güne artmakta olan Kemal Tahir, müstakbel eşi olacak Semiha Hanım’dan Fransızca romanlar yollamasını ister. Özellikle polisiye romanlarının fazla olmasını belirtir çünkü bu kitapları çevirerek gazetelere yollayıp para kazanmayı amaçlar. Kemal Tahir’in Agatha Cristie’nin On Küçük Zenci’sini çevirmeye başladığını 1947 yılında Semiha’ya yazdığını mektuplardan anlıyoruz. Hatta mektuplarda vaktinin bolluğundan bazı romanları ikinci kez okumaya başladığından dem vurur. Malumunuz polisiye romanların içyüzü ortaya çıkınca onları bir daha okumak imkânsızlaşır.
Devam eden yıllarda bu türe ait birçok eser yayınlamışsa da, sanat camiasında bu türe pek sanatsal gözle bakılmaz. Örneğin hepimizin bildiği Cingöz Recai serisinin yazarı Peyami Safa, Server Bedi müstearıyla bu romanları yayımlar. O dönemlerde polisiye edebiyatına karşı olan bakışı anlayabilmek için herhalde Necip Fazıl Kısakürek’e ve onun ilk roman yazma deneyimine bakmak daha iyi olacaktır. Kısakürek, arkadaşı Peyami Safa’nın para kazanmak için yazdığı Cingöz Recai’nin maceralarından esinlenerek, kendiside polisiye roman yazmaya koyulur ve Meşum Yakut isimli romanını yazar. Ama daha sonraları şair olarak ün salınca bu eserini toplatır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllarda Amerika’da Mickey Spillane’ın yarattığı Mike Hammer karakteri bütün dünyada yankı uyandırır. Mike Hammer kanunları hiçe sayan bir özel dedektiftir. Katili bulduğunda polise vermekle hiç uğraşmaz ve 45’liğindeki demir leblebileri katilin midesine boca eder. Amerikan polisiyesindeki karakterler İngiliz polisiyesindeki kahramanlar kadar kibar ve bilgili değil, tam tersine haydutvâri tavırlarıyla savaş sonrasında halk tarafından beğeniyle okunur. Zaten ilk kitabın ismi ‘I, The Jury’( Kanun Benim)’dir.
Kemal Tahir’e gelecek olursak, O kuşkusuz Türk edebiyatının en usta romancılarından birisi, hatta en sağlam gözlem yeteneğine sahip olanıdır. Tahir İstanbullu şehirli bir ailede büyümesine karşın 1938’deki ‘Donanma Davası’ olayında Nazım Hikmet’le beraber hüküm giyer. Bu mahpus hayatı bize Türk edebiyatının Tolstoy’unu yetiştirecektir. Kemal Tahir Çorum, Yozgat gibi şehirlerde hapis hayatı sürer ve buraların yöresinin şiveleri ayna gibi eserlerine yansıtır. 1950 yıllara kadar Anadolu zindanlarında yaşamını sürdüren yazar para kazanmak için 22
meçhul
1954 yılında Çağlayan Yayınevi ‘livre de poche’ diye adlandırılan, günümüzdeyse cep kitapları dediğimiz boyuttaki kitap ebatlarıyla Mickey Spillane’ın Kanun Benim isimli eserini Kemal Tahir’e çevirterek yayınlatır. Kitap ülkemizde büyük beğeni toplar ve ardı ardına yeni basımları yapılır. Bir yıl geçmeden bu yayınevi Spillane’ın yazılmış bütün romanlarını yayınlar. Satış rakamları yüz binin üzerine ulaşır. Ama bir sorun vardır; Spillane ‘Yehova Şahitleri’ tarikatı müridi olup roman yazmayı bırakmıştır.
herhangi bir romanın başkahramanlarından biri olamazken, insancıl yönü daha ön planda olan Kemal Tahir’in kitabında ırkçılığa yer yoktur. Çakma Mike Hammer romanlarından bahsetmeye başlamışsak unutmadan Afif Yesari’nin de ismini anmak gerekir. Afif Yesari ve o dönemdeki Plastik Yayınları da çakma Hammer maceraları yayınlama işine girişir. Ama Yesari’nin dediğine göre, kendisi haftada bir macera yazmak zorunda kalır. Yüzlerce çakma Hammer, Türk okuyucusuyla buluşmuştur. Yesari, yayınevinin sahibinin her hafta kitabın kapağı olacak bir resmi kendisinin önüne koyduğunu ve ondan kapak ile ilintili bir macera yazmasını istediğini belirtiyor. Yesari de önünde New York haritası ile sokakların isimlerini kullanarak sayfalar dolusu macera yazmaya koyulur. Bunun sonucunda Türk okuyucu 1950’li yıllarda yüzlerce çakma polisiye romanla buluşmuş oldu.
Yayınevi, çevirmen F.M. İkinci’nin (Kemal Tahir bu müstearı kullanıyor) tatlı kalemiyle Mike Hammer romanlarını tercüme ede ede ustalaştığını ve artık onun yeni Hammer maceralarını devam ettireceğini söyler. Yayınlanan ilk eser, Derini Yüzeceğim isimli romandır. Peş peşe dört yeni macera daha yayınlanır. Ardından 1955’teki 6-7 Eylül Olayları’ndan ötürü Kemal Tahir’e yine hapis yolu gözükünce çakma ‘Mayk Hammer’ maceraları da son bulmuş olur. Kemal Tahir’in polisiye roman yazarken kendi yazarlık kumaşı da eserlerde hemen kendini belli eder. Ustalıkla kurgulanmış polisiye romanlarda Tahir’in romancılığının da etkisiyle maharetle örülmüş diyaloglar göze çarpar.
Ama Kemal Tahir’in yazdığı; Ecel Saati, Kıran Kırana, Derini Yüzeceğim, Kara Nara isimli, Mayk Hammer’ın maceralarını anlatan dört roman hiç şüphesiz edebiyatımızdaki kaliteli polisiye romanların arasında kendine yer edindi. Günümüzde İthaki Yayınları tarafından bu romanlar tekrardan basıldı ve rahatlıkla bulunup okunabilir. Ayrıca aynı dönemde Kemal Tahir’in kendi yazdığı özgün karakterlerden oluşan polisiye romanları da tekrardan yayımlandı: Merhaba Sam Krasmer, Gangsterler Kraliçesi.
Diğer bir ilgi çekici husus da, Tahir’in İngilizce bilmediğinden, kitapları Fransızcadan dilimize aktarmasıdır. Romanlarda Mayk Hammer Çorumlu bir ağabeyimiz gibi konuşur ve bu şiveye ait küfürler savurarak pislikleri temizler. Mesela gerçek Mike Hammer asla bizim Mayk Hammer gibi “herifçioğlu”, “köpoğlusu” ya da “temeline tükürdüğümünün New York’u” demez. Ama Mayk bu tabirleri kullanır.
Not: Türk polisiye tarihiyle ilgili daha detaylı bilgiler, Erol Üyepazarcı’nın Korkmayınız Mister Sherlock Holmes isimli inceleme kitabında bulunabilir.
Siyaseten Marksist olduğu bilinen Kemal Tahir’in Kara Nara isimli başka bir Mayk Hammer romanında, Mayk’a siyahi bir Amerikalı eşlik eder ki bu, Spillane’ın siyasi görüşüyle asla uyuşmayacak bir durumdur. 1950’lerde bir siyahi,
23
Mehmet Emin Katırcı
meçhul
HAKAN ÇİMENSER’LE SANATA DAİR
T
ekirdağ’da 24 Mart 1968’de dünyaya gelen tiyatro oyuncusu ve yönetmeni Hakan Çimenser 1990 yılında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı tiyatro bölümünden mezun oldu. Aynı yıl Diyarbakır Devlet Tiyatroları’na atanan sanatçı 1994-96 yılları arasında Diyarbakır Devlet Tiyatrosu müdürlüğü yaptı. 1996 yılında Ankara Devlet Tiyatrosu’na atanan sanatçı, 1997-2003 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda öğretim görevlisi oldu. Daha sonra İstanbul Devlet Tiyatroları’nda görev alan sanatçı, İstanbul’daki ilk yılında yönettiği “İmparatorluk Kuranlar” oyunuyla Afife Tiyatro Ödülleri’nde en iyi yönetmen dalında ödüle layık görüldü. Kendisiyle yaptığımız kısa söyleşide sorularımıza içtenlikle cevap veren değerli sanatçımız, sanata dair kıymetli fikirlerini bizimle paylaştı. O hâlde başlayalım…
gelmezse bu böyle devam edecek. M: Diyarbakır Devlet Tiyatrolarında görev aldınız, Güney Doğu seyircisinin tiyatroyla ilişkisini nasıl tanımlarsınız? H: Biz orada tiyatro yaparken seyirci o kadar iyiydi ki, Ankara ve İstanbul’dan gelen oyunları beğenmiyorlardı. Shakespeare gibi oyunlara alıştıktan sonra bu gayet olağan bir şey tabii. Benim dönemim için gayet iyi bir seyirci kitlesi vardı diyebilirim. M: Bir diğer konu olarak dizi sektörüne değinmek istiyorum, televizyona bu noktada bakışınız nedir? H: Uzun süreler akademik bir çalışma içerisindeydim o yüzden dizilerden uzak kaldım. Ancak şu sıralar Fox Tv’de bir dizi çalışmamız söz konusu. Artık daha nitelikli çalışmalar yapılıyor ama yine de dizi sektörü benim için tiyatronun yanında zayıf ve sığ kalmakta.
Mehmet Emin Katırcı: Özel bir kurumda oyunculuk dersleri vermektesiniz bunun haricinde ne tür faaliyetler içerisindesiniz, yeni projeleriniz var mı? Hakan Çimenser: Diksiyon ve oyunculuk derslerine girmekle birlikte her yıl düzenli olarak Bilkent Üniversitesi’nde ve İstanbul’un çeşitli üniversitelerinde oyunlar sergiliyorum. Bunun yanında Zenne filminin yapımcılarıyla Çekmeceler adlı ikinci bir filme başladık. Orada bir psikiyatrı oynamaktayım. Elbette tiyatro da çalışmalarımız içerisinde var, bu yıl hem devlet hem de özel tiyatrolarda oyunlarımız olacak.
M: Anladığım kadarıyla tiyatronun yanında birçok şey sığ kalıyor sizin için ve siz 2010 yılında İmparatorluk Kuranlar oyunuyla hayatınızı adadığınız sanatın en önemli ödülü olarak kabul edilen Afife Tiyatro Ödülleri’nde En İyi Yönetmen dalında ödül alma başarısı gösterdiniz. Böyle bir ödülü kazanmak nasıl bir duygu? H: Bu büyük bir gurur, çünkü bu ödülü alan çok fazla kimse yok. En fazla 14-15 kişi bu başarıya erişti. Afife Ödülü’nün benim için bir başka değeri de İstanbul’a gelip burada sahnelediğim ilk oyunla bu ödülü kazanmış olmamdır. Bu anlamda birçok yönetmenin de önüne geçtiğimi düşünüyorum. Ödül almak büyük motivasyon kaynağı, yaptığınız işe değer verildiğini anlıyorsunuz.
M: Devlet Tiyatroları’na değindiniz, peki Devlet Tiyatroları’nın her anlamda yeterli seviyeye sahip olduğunu düşünüyor musunuz? H: Devlet Tiyatroları nereden baktığınıza göre değişen bir konumda. En önemli işlevi ülkenin her yerinde tiyatro yapıyor olması. Yılda yüz otuz oyun sahneye koyması azımsanacak şeyler değildir. Bu açıdan tiyatronun amiral gemisi gibidir. Tabii yeni yasa tasarısıyla başına bir şey
M: Sinemaya gelirsek, en son yer aldığınız Hayat Boyu filmiyle Avrupa Film Festivali’nde jüri özel ödülünü aldı, bunun yanında İstanbul Film Festivali’nde de en iyi yönetmen ve en iyi görüntü yönetmeni ödülünü aldı. Hayat Boyu filminin 24
meçhul çekim süreciyle alakalı neler söylersiniz ve sinemayla ilişkinizi nasıl tanımlarsınız? H: Sinemayı seviyorum ve bütün oyunculuk zevkini orada aldığımı düşünüyorum. Sinema, oyunculuğun bir anlamda arenası. Hayat Boyu filminin çok titiz bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Çok uzun süre alt metin çalışmaları yürüttük. Benim oynadığım karakter bir mimardı ve ben mimarlık ofisinde bu karakteri daha çok özümsemeye çalıştım. Aynı şekilde rol arkadaşım Defne Halman bir fotoğraf sanatçısını canlandırmaktaydı ve bu role uygun olarak çalışmalar yürüttü. Film yedi haftalık bir sürede Van, Ankara, Bolu ve İstanbul’u kapsayan geniş bir coğrafyada çekildi. Bu süreç bizim için çok zorlu bir süreçti, çünkü Türkiye’de sinema yapma koşulları çok zor.
biz binalara çok para harcıyoruz. Dünyanın en büyük on beşinci ekonomisiyiz diyoruz ve bence bu tiyatro sanatının yapılması için yeterli. Ancak kültür politikamız olmadığı için sorunlar çözüme kavuşamamakta. Mecliste bulunan partilerden hiçbirinin aklına “biz kültür işlerini ne yapacağız?” sorusu gelmiyor. Devlet Tiyatrolarının çok para harcadığı söyleniyor, ama bu harcama miktarının atıyorum İçişleri Bakanlığı giderlerinin yüzde biri bile olmadığını görüyoruz. M: Biraz da edebiyata geçelim. Siz edebiyatımızın dünya edebiyatı içerisinde iyi bir yer edindiğini düşünüyor musunuz? H: Türk Edebiyatı böyle bir yer edinmiş midir bilemiyorum ama edebiyatçılardan bazıları yer edinmiştir bu kesin. Orhan Pamuk gibi bir takım yazarlar kendi çabalarıyla büyük ödüller kazandılar. Bunun yanında çok önemli öykücüler ve romancılarımız var. Ancak yine de kültür politikasındaki eksikliğimiz Rus, İngiliz veya Fransız edebiyatına yetiştiğimiz düşüncesini bende doğurmuyor.
M: İzlemekten zevk aldığınız oyuncuları sorarsak kimleri sayarsınız? H: Bülent Emin Yarar ve Celal Kadri Kınoğlu çok beğendiğim ve izlemekten zevk aldığım oyuncular. Ancak genç oyuncuları izlemekten daha çok zevk aldığımı söyleyebilirim.
M: Günümüz edebiyatında en beğendiğiniz yazar ve şairler kimlerdir? H: Edip Cansever çok sevdiğim, çok okuduğum bir şairdir. Neredeyse okumadığım şiiri yok gibidir. Yaşayan isimlerden Kürşat Başar, Orhan Pamuk, Cemil Kavukçu çok beğendiğim isimler arasında. Yabancı yazarlar arasında da Julian Barnes, Zadie Smith ve Milan Kundera’yı sayabilirim.
M: Türk halkının tiyatro sever bir halk olduğunu düşünüyor musunuz? İzleyici kitlenizi nasıl değerlendirirsiniz? H: Modern Türk Tiyatrosu çok kısa bir sürede büyük bir ilerleme kaydetti. Ben bu sanatın karşılığını insanlara götürüldüğü zaman bulabildiğine inanıyorum. Devlet Tiyatroları’nda on liraya bilet satıldığında salonların dolduğunu görebiliyoruz ama özel tiyatrolarda bu böyle değil. Giderler hesaba katıldığında bilet fiyatlarının özel tiyatrolarda elli liraya vardığını görebiliyoruz. Böyle bir durum olunca dört kişilik bir ailenin tiyatroya gitmesi pek olası değil. Bu yüzden Devlet Tiyatroları’nın önemi yine gözler önüne seriliyor. Maddi meseleler bu noktada çok belirleyici olabilmekte.
Kısa Soru Cevaplar: M:En sevdiğiniz yerli yazar? H: Orhan Pamuk M:En sevdiğiniz yerli şair? H: Edip Cansever M: En sevdiğiniz yabancı yazar? H: Marcel Proust M: En sevdiğiniz yabancı şair? H: Pablo Neruda M: Herkes bu kitabı okumalı dediğiniz kitap? H: Milan Kundera – Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği
M: Sorunlara değindik, siz Türkiye’deki sanatsal yetersizlik sorununu ekonomik temelli mi görüyorsunuz? H: Ekonomik olduğunu zannetmiyorum, çünkü 25
Murat Kılıçaslan
İTHAF Hali hazır değil hiçbir şeyin. Ellerinin değmesini bekliyor kâinat. Çırpılmaya kanat ver kuşlara, Çiçeklere biraz öz, Yağmaya yağmur, damla. Ve biraz renk; Anka’ya ve Kaf ’a. Bekliyor, Tanrı ve ondan olma insan. Hava ver biraz, üfle. Dağıt taşları, otursun yerine her şey. Üfle, uyansın insan. Otursun, kaba taşların üzerine. Ramak kalmadan dengeye, Dağıt her şeyi tekrar. Hak eden var bunları, Tanrı ve ondan olma insan. Alabildiğine avucunun, tut yıldızları. Ve doyabileceğin kadar, Çek içine gökyüzünü. Maviyi hak etmeyen var. Patlayan yeşili, fışkıran sarıyı Ve kızaran narçiçeğini de. Koş, çektiğin gökyüzünün altına. İnat olsun insana. Parçaladın ardında, çocukluğunu topla. Utansın, olduğun Tanrı ve insan! Yücel; basamak, basamak. Ardında ezdiğin çocuklukla. Bul; Tanrını, çocukluğunu ve utancını. Maviyi hak edeni; sarıyı, yeşili, narçiçeğini. Topla; eteğine dökülen yıldızları ve saç gökyüzüne. Uçur; renk kattığın Anka’yı, Kaf ’a. Dur; kanat verdiğin kuşları uğurla. Ellerin değsin kâinata, yüceldiğin noktadan. Getir yağmuru ve damla damla öz verdiğin, -çiçekler açsın. Açsın çiçekler, Hali hazır, her şeyin. Vakit sevmek, vakit sevişmek, vakit aşk. Aşk ver bir nebze, Tanrı ve ondan olma insana.
26
meçhul
“Ve ant içerim ki, bir mendil işleyeceğim yarına kadar, gözlerine sunduğum şiirlerle süslü ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı: ‘Bir Filistin vardı, bir Filistin gene var!’ “ Mahmud Derviş (Filistinli Sevgili)
www.facebook.com/mechuldergi www.twitter.com/mechuldergi