Meçhul Sayı 4 - Virginia Woolf

Page 1

Sayı 4 Eylül 2014 Fiyat: 2 TL

meçhul Aylık Edebiyat Fanzini

.

Yazar Bir Okurun Izini Sürmek: Virginia Woolf Latin Amerika Seçkisi


meçhul Memnu’n

Yazar Bir Okurun İzini Sürmek: Virginia Woolf

7

Öykü

Mısra Gökyıldız

Hiç Kurusu

İnceleme

Salih Aras

10

Cemre Açıkgöz

18

Dağılır Saçları Şiirin En Taze Renge Mehmet Emin Katırcı

20

Bismillah Ötesi Bir Arz-ı Hal

Aaah Güzel İstanbul

Büseyne Akıncı

21

Oğuz Ayaydın

Söz Aynı, Deli Farklı

Şiir

11

Mert Öztürk

Latin Amerika Seçkisi

22

Şiir

13

Öykü

Okyanuslar ve Çay Kaşıkları (2. Bölüm)

Derleme

5

Makale

Murat Kılıçaslan

15

Şiir

Ahenk

Mısra Gökyıldız

Şiir

Şiir

Pınar Dönmez

içindekiler

Kediler Cennete Gitmez

4

Şiir

14

Denize Hasret Bir Arap’ın Söyledikleri

Bedirhan Büyükduman Kapak Çizim: Selcan Şap /Tasarım: Elif Karakoç

Şiir

2

Makale

Sonunda Eylül... Sonbahar gibi güzel bir mevsimi Virginia Woolf ile karşılamayı uygun gördük ve bu konuda Mısra Gökyıldız ve Pınar Dönmez makaleleri ile bizleri destekledi. Mehmet Emin Katırcı yazdığı derlemeyle; Cemre Açıkgöz ve Salih Aras öyküleriyle; Bedirhan Büyükduman, Büseyne Akıncı, Lacivert, Mert Öztürk, Mısra Gökyıldız ve Murat Kılıçaslan şiirleriyle; Oğuz Ayaydın ise Atıf Yılmaz’ın Ah Güzel İstanbul filminin incelemesiyle bu sayı sizlerle. Sıhhat ile okuyasın Meçhul Okur...

Sabaha Erişemeyen Şiir Lacivert


Pınar Dönmez

meçhul

KEDİLER CENNETE GİTMEZ “Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır.”

V

Virginia’nın feminizminin, Viktoryen dönemin katı ahlaksal baskıcılığına duyduğu daimi nefrete, genç kızlığında üvey abisinin cinsel tacizlerine maruz kalmasına veya yüksek sesle dillendiremediği ama hayat öyküsünden bildiğimiz – ve Orlando’da az çok açık vereneşcinselliğine dayanıp dayanmadığı ve feministliği aktif bir hareketten ziyade bir sınıf problemi olarak görmüş olması tartışılabilir konular. Fakat bütün bunların önünde önemi münakaşaya lüzum vermeyecek bir nokta vardır: Woolf ’un kadın mevzusuna eğilirken üzerinde durduğu bir üst başlık olarak edebiyat.

irginia Woolf ’un kendisi ve bıraktığı satırlar üzerine konuşmaya cüret ettiğimde, beni bu derece destekleyeceğini tahmin etmemiştim. Aklını sarmalayıp onu ve cebindeki taşları ırmağa sürükleyen hastalığı; fotoğraflarındaki daimi solgunluğunun göstermediği muzip taraf; erkeklere ve onların biçimlendirdiği bütün düzenlere duyduğu öfkeden taşan dehası ve özgüveni; çağının İngiliz romanının sınırlarını yırtıp modern dünya edebiyatına uzanan kaleminin yeni parıltısı… En mühimi: bugünden tam 86 yıl önce kadınlar ve edebiyat hakkında anlattıklarının “Shakespeare neden bir kadın değildi?” sorusuna verilebilecek en iyi cevaplardan biri olma özelliğini hala koruması. Belki bu yüzden, onun feminist tarafını okura – özellikle kadın okurlarına – dönerek kaleme aldığı Kendine Ait Bir Oda neredeyse tüm satırlarıyla günümüz feminist kadın hareketinin başucu kitaplarından biri. Woolf ’un yayımlanan diğer eserlerinde, bilhassa romanlarının büyük bir yekûnunda karakterlerin ve kurgunun köşelerinden, satır aralarından sezilen feminizm kıvılcımları Üç Gine (1938) ve Kendine Ait Bir Oda(1928)’da onun tüm mevzusu olur. Mina Urgan’ın hakkında yazdığı incelemede belirttiği gibi, Woolf romanlarında doğrudan bir feminist karakterle karşımıza çıkmamasına rağmen, neredeyse tüm kadın karakterlerinin bünyesinde kadının çağındaki ekonomik ve sosyo-kültürel konumuna dokunan noktalar mevcuttur. İlk romanı Dışa Yolculuk (1925)’ta kadınların seçme ve seçilme hakkına, Gece ve Gündüz (1919)’de ana karakterlerden biri olan Mary Datchet üzerinden süfrajet harekete, en mühim romanlarından Orlando (1928)’da da ise cinsiyetler etrafında erkeklerin sığ ve dayatmacı bakış açısına ve kadın olmanın bedellerine değinir.

Woolf ’un hayat öyküsüne baktığımızda, aile üyelerinden çevresindeki insanlara kadar sanat uğraşıyla dolu bir ortamda yetiştiğini görürüz. Kadınları eğitim hakkından mahrum eden koşullar sebebiyle Virginia, İngiltere’nin en iyi okullarında eğitim gören erkek kardeşlerinin aksine dehasını besleyecek akademik zeminden yoksundur. Hatta kardeşini ziyaret için Oxford’a gittiğinde okulun kütüphanesinden yararlanması, çimlerinde gezinmesi dahi mümkün olmaz. “… ben de bir kadındım. Burası çim sahaydı, patika oradaydı. Buradan sadece öğretim üyeleri ve öğrenciler geçebilirdi. Benim yerimse çakıl taşlı yoldu.” Sanatın tüm kollarında, akademik alanda, fikir üretmede ve felsefede, bilhassa edebiyatta kadınların yeti eksikliğinden başarı gösteremediğine inanmış, ona kendisi için zarif giysiler giyinmekten, iyi dans etmekten ve çocuk doğurup bakmaktan başka bir şeyin lazım olmadığı fikrini dayatmış erkek zihniyeti, yeteneğine mühür vurmaya hiç niyetli olmayan Virginia için tam da karşısında durmak isteyeceği bir durumdur. 2


meçhul

“Kediler cennete gitmez. Kadınlar kurmaca yazamaz.” gibi patriyarkal otoritenin fikirlerine karşı Virginia’nın elinde kalemi vardır. Kalemi ve onu rahatça oynatabilmesini sağlayan “sabit geliri” ve kendine ait bir oda’sı. Woolf, kadınların oy kullanma gibi haklarını da önemser; yine de onun için asıl konu bir kadının edebiyatta yer edinebilmesinin yollarıdır. Bu sebeple kadınların seçme ve seçilme hakkına sahip olmasından çok, onları erkeğe muhtaçlıktan kurtarıp özgürleştirecek miktarda paraya sahip olması önemlidir. Bedensel ve zihinsel gücü her yönüyle sömürülen bir kadın, ancak maddi gücün sağladığı imkânlarla üretecek ortamı bulabilir. Virginia’dan çağlar önce yaşamış kadınların kabiliyetlerini yetiştirecek elverişli koşullara sahip olamayacağı bu kadar açıkken, Shakespeare’in susmak zorunda kaldığı için tarihe geçememiş dahi bir kız kardeşe sahip olma olasılığı hiç de düşük değildir. Ataerkil düşüncenin nefessiz bıraktığı çaresiz kadınlar, bir kurmaca yazabildiklerinde ise Jane Austen ve Bronte kardeşler gibi kısılan seslerinin kadınlığıyla çay partilerinden ve duygusal ilişkilerden bahsetmek zorunda kalırlar. Oysa Woolf ’un edebiyatı ve ideal zihni androjendir. Tıpkı Orlando gibi, iki cinsiyeti de kapsar ve bu çift cinsiyetle üretir. Woolf kadınlar ve edebiyattan bahsederken, cinsiyet çarpıştırmamıştır hiçbir zaman. O, sanatta kadınların erkekler kadar becerikli olduğunu örneklendirmeye ya da kanıtlamaya da çalışmaz. Sıraladığı sebeplerinden arasından görünen kendisine ait izler, zaten en net delildir. Söylenenlere kulak vermeyip azıcık cesaretli olabilmiş her kadın yazarın yer aldığı zincirde, Virginia’nın halkasının büyüklüğü ortadadır.

3


Murat Kılıçaslan

AHENK Bir uzvu değil midir çatılar da, gökyüzünün? Atsak elimizi ne çıkar kiremitlerin ardından? Bir tutan bulunur mu elimizi, sefasında akşamın? Mavi bir menekşe kadar susadık, titremesine gönlümüzün. Pembe bir kaldırım çok mu abes kaçar asfalt yollara? Yürüdüğümüz, bazen koştuğumuz, çoğu zaman kaçtığımız dünya; Ne kadar da fümedir! Kaldırımlardan başlasak renk katmaya hayata, Ve merdivenlere ve yollara ve bendimize, Ne kaybederiz? Tutturduğumuz bir şarkı olsun; Emeğe, barışa ve sevgiye. Koşarak gelenlerimiz olsun, rengârenk merdivenlerden. Boşa çıkmasın uzattığımız eller, kiremitlerin ardından. Ah şu kaldırımlar kadar dizilsin sevgimiz, sokak sokak. Elbette bir uzvudur çatılar da, gökyüzünün. Kiremitlerin üzerinden ramak kalan sevdaya. Tutturduğumuz şarkı an gibidir şimdi. Uçlarında parmaklarımızın, hasretini çektiğimiz sonsuzluk. Bir basamak daha koyun taburemin altına. Ermek, tüm renkleriyle hayatın şimdi. Mor kanatlı kuşlarla.

4

meçhul


meçhul

1

Mısra Gökyıldız

YAZAR BİR OKURUN İZİNİ SÜRMEK: VIRGINIA WOOLF

910’larda miâdını dolduran Viktorya Çağı’nın ardından gelen modern çağın edebiyat dilinin kurucularından Virginia Woolf (1882-1941)’ün modernist dilin inşasındaki rolünü, feminist tutumunu, eleştirmen kimliğini, eşi Leonard Woolf ’le olan çetrefilli ilişkisini, kendi sonunu getiren manik depresif psikozlarını hepimiz iyi kötü biliyoruz. Lakin pek az kimse, mesleki bir zorunluluk duymadan, yalnızca kişisel ilgi alanına girdiği için Virginia Woolf ’un edebiyat kritiklerini okumuş ve bu izlekte okumalar yapmıştır. Bu yazımda Woolf ’un kaleme aldığı eleştirilerden, kuramsaldan ziyade deneme tadında yazdığı eleştiri kitaplarında ele aldığı yazarlardan, kitaplardan bahsederek, Prof. Dr. Mîna Urgan’ın da akademik çalışmalarının yardımıyla, Wirginia Woolf ’un eleştirmen kimliğini konu edineceğim.

Virginia Woolf ’un sadece edebi eleştirilerini kapsayan iki eser vardır. Bunlardan ilki 1925’te yayınlanan Common Reader (Sıradan Okuyucu), ikincisi ise 1932 basılmış, devam niteliği taşıyan The Common Reader: Second Series’tir. Kitaplar adını Dr. Johnson’ın sıradan okuyucuların edebi algısını yücelttiği bir satırından alır. Zira Virginia Woolf ömrü boyunca “bir kitabı bitirip ötekine geçen çalışkan bir böcek gibi” okur ve okuma açlığı çeker. Serinin ilk cildi “Bir Okur Olarak: Edebiyat Yazıları” başlığıyla Türkçeye kazandırılmıştır; fakat ikinci cildini ya orijinal dilinden okumak yahut da hakkında edebiyatçıların makalelerinden bilgi edinmek mümkün. Bu kitaplar Virginia Woolf ’un gözünden Klasik Yunan Edebiyatı, Newcastle Düşesi Margaret Cavendish, John Evelyn, Jane Austen, Montaigne, George Eliot, Joseph Addison, Laetitia Pilkington, Dorothy Osborne, Laurence Sterne gibi farklı dönemlerden ve kültürlerden pek çok yazar ve şairin eserleri ve üslupları hakkında bilgi edinebileceğiniz, onları Virginia Woolf ’un okur kimliğiyle değerlendirebileceğiniz türden değerli iki eser, aynı zamanda yazarın edebiyat hakkındaki düşünceleri ve bazen satır aralarında, bazense müstakil başlıklarla poetikasını öğrenebileceğiniz kadar verimli.

Woolf, profesyonel anlamda yazmaya 1900’de, Times Literary Supplement’te yayınlanan edebi eleştiri yazılarıyla başlar. Mîna Urgan’ın, yazar hakkında yazdığı monografiden de öğrenileceği üzere yirmi üç yaşındayken yazmaya başladığı bu kritiklerin sayısının 291 olduğu tahmin edilir. Kimilerinin okuyucuya imzasız sunulmasından ötürü yazdığı tanıtım yazılarının ve kritiklerin sayısı tam olarak belirlenemez ve yayınlanmış yaklaşık yüz elli yazıyı Woolf ’un editörden bağımsız, kendi tercihiyle köşesine aldığı belirtilir. Birkaç yıl sonra yazarın kritiklerine Times’ın edebiyat ekinde yayınlananların yanı sıra aylık olarak basılan “Cornhill” dergisine yazdığı edebiyat eleştirileri eklenir. Bu yazıların bir kısmı 1942’de The Death of the Moth adı altında, geri kalanıysa 1947’de The Moment, 1950’de The Captain’s Death-bed, 1958’de Granite and Rainbow adlarıyla yayınlanır. 196667 yılları arasında ise Collected Essays of Virginia Woolf adı altında dört ciltten oluşan bir deneme derlemesi basılır. Bu ciltler Woolf ’un edebiyat, feminizm, savaş ve geri kalan güncel konularla ilgili denemeleri ve eleştirilerinden müteşekkildir.

Örneğin hepimizin çocukluğunda okuduğu Robinson Crusoe kitabının yazarı Daniel Defoe’nun 1724’te yayınlanan Roxana, or the Fortunate Mistress (Roxana ya da Talihli Metres) adlı eseri, Virginia Woolf tarafından İngiliz edebiyatının en değerli romanlarından biri sayılır. Zira romanın baş karakteri Roxana, erkek egemen toplumda tek başına yer edinen özgür bir kadındır. Feminist teoriye de en az edebiyat kadar kafa yoran Virginia Woolf, bize bu eseri feminist bakış açısıyla sunar. Yazarın kadın mücadelesi adına öncü bir kimlik taşıdığını söyleyerek Daniel Defoe’nun daha önce irdelenmemiş bir özelliğinin üzerinde durur. 5


meçhul

Robinson Crusoe’nun da İngilizler adına Homeros’un destanlarına denk olduğunu söyleyerek okuyucusunu metinlerarası düşünmeye iter. Sterne’nin esprili ve müstehcen dilinin altında santimentalizm, Dickens’ın erkeksi kaleminin satır aralarında şiirsellik sezer. Güçlü tasvirleriyle tanınan Jane Austen’ın, Woolf ’un tabiriyle kadın romancılar arasındaki “en mükemmel sanatçı” (“the most perfect artist”) nın, 42 yaşında ölmeseydi insanın dış dünyası kadar iç dünyasını da yansıtabileceğini ve Marcel Proust’un öncüsü olabileceğini öngörür. Tüm bunları anlatırken asla nesnel eleştiri kalıplarına uymaz, gerçek bir okuyucunun eline aldığı kitaplara karşı duyduğu heyecanı okuyucusuna aktararak yazar. 20’li-30’lu yıllarda kaleme aldığı bu yazılar, Woolf ’un edebiyata getirdiği sorular, yıkıcı ve öngörülü edebi anlayışı, gelişmiş okuma zevki ve karşılaştırmalı okuma becerisi sayesinde hâlâ güncelliğini ve geçerliliğini korumakta. Woolf ’un eleştirmenliğinin izini sürmekle kazanılan en büyük avantaj ise onun tepeden inme ya da mektepli bir eleştirmen değil, yazınsal üretimin ne demek olduğunu bilen ve camianın içinde bir yazar olması.

Sophokles’in Elektra’sı, Joseph Conrad’ın The Rescue’si, Henry James’in The Wings of the Doue (Güvercin Kanatları)’u, “Biraz Homeros: bir Yunan oyunu: Biraz Platon: Zimmern: Ders kitabı olarak Sheppard: Bentley’nin Hayatı… Ve Euripides’le karşılaştırmak için biraz Ibsen… Sophokles’le karşılaştırmak için Racine - belki de Aiskhylos için Marlowe…”, Ulysses… Elbette Woolf ’un hayatının yaklaşık 20 yıllık bir kesitinde elinden geçen kitaplar sıralanmakla bitmez. Lakin özetlenecek olursa edebi değeri yüksek onlarca kitabın, Woolf ’un hayatından geçip gidişini izlemek oldukça keyifli. Güçlü bir kalemin zengin içerikli eleştirilerinden söz eden bir yazıyı, o kalemin roman hakkındaki görüşlerini içeren satırlarıyla bitirmek sanırım yerindedir: “‘Romana uygun malzeme’ diye bir şey yoktur: her şey, romana uygun malzemedir; her duygu, her düşünce, beynin ve ruhun her bir niteliği işe yarar, hiçbir kavrayış boşa gitmez. Roman sanatının hayata gelip aramızda durduğunu hayal edelim; hiç şüphesiz kendisini kırıp zulmetmemizi, aynı zamanda yüceltip sevmemizi isterdi; çünkü bu sayede gençliği tazelenir, bağımsızlığı güvence altına alınmış olurdu.”

Profesyonel olarak kaleme aldığı eleştiri yazılarının yanı sıra Virginia Woolf, kişisel günlüklerinde de içindeki edebiyat cinlerini susturamaz ve günlük hayatta okuduğu eserler hakkında güncesine notlar alır. Ömrü boyunca yaklaşık 26 defter tutmuş olan Virginia Woolf ’un günlükleri, eşi Leonard Woolf tarafından oluşturulmuş bir seçkiyle 1953 yılında A Writer’s Diary (Bir Yazarın Güncesi) adıyla basılır. 1918’den 1941’e kadar tutulmuş yazılar bize Virginia Woolf ’un ruhsal durumu, kişisel ve sosyal hayatı hakkında birincil ağızdan bilgi verirken, günbegün okuduğu kitapların değerlendirmeleri de en az eleştiri yazıları kadar doyurucudur. Zira bu kitapların onda bıraktığı izlenimler ve uyandırdığı duygular Virginia Woolf ’un okuyuculuğunun ve okuma alışkanlığı hakkında bizleri aydınlatır. Katherine Mansfield’in Bliss (Katıksız Mutluluk)’i, Milton’ın Paradise Lost (Kayıp Cennet)’u,

Kaynaklar Mîna Urgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, YKY, 2003 Mîna Urgan, Virginia Woolf, YKY, 2014 Virginia Woolf, A Common Reader, Second Series 1935, A Project Gutenberg of Australia eBook, 2003 Virginia Woolf, Bir Okur Olarak, Alakarga, 2013

6


meçhul

Salih Aras

HİÇ KURUSU “Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor, Hiçbir tabip şu yarama merhem olmuyor, Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor, Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?”

İ

stanbul’un köhne sokaklarında yeni bir sabah. Ayşe’mi görme hevesiyle erkencikten uyanmışım. Yüksek betonarme binalar çevreyi sarmamış o zamanlar, güneşle dostluğumuz var yani. İzin falan almadan dalıyor pencereden içeri. Teybe Neşet Baba kaseti atmışım, yaşım 14-15 veriyorum teybe ayarı. Anam fırlıyor yataktan.

- Oooo biz götümüze giyecek don bulamayalım Halim Efendi gıcır gömlekler ketenler giysin. Babamın dişleri safları sıklaştırmaya başlıyor. O gevşek ve yayvan ağız yapısı bir anda ortadan kalkıyor ve beklediğim soru vuku buluyor: -Harcadın mı ulan maaşı!

- Sesini kıs oğul komşular uyanacak. - Komşular ne zaman ölür anne? - Tövbe de yavrum o nasıl söz. Yanağıma bir öpücük konduruyor Ayakyoluna giderken afyonu patlıyor.

Başımı önüme eğdim. Beklediğim tokat da geldi sonunda. Şılaak! Yere kapaklandım. Anamın feryadı koptu bir anda. Bir tokat da anama geldi: Şılaak! Anamın başı yanıma düştü. Göz kırptım anama. Ağlamayacaktım bugün. İçten içe gülüyordum yediğim dayağa.

anam.

- Sen niye işe gitmedin bugün? - Zalim ustadan aman pardon Salim Usta’dan izin aldım. Diyerek yapıştırıyorum nükteyi. Keyfim yerinde tabii. Ama gülmüyor anam. Belli ki o gece yine babamın tecavüzüne uğramış. Anamın çektiği çilelere bile kafayı takmıyordum. ”Ayşe’mi göreceğim,” diyerek içten içe güç alıyordum. Aynı güç ve neşeyle atıyorum kendimi banyoya. Teypte Neşet Baba. Başım sabunlu sesleniyorum anama. Anam bir güzel keseliyor beni. Gıcır oluyorum. Yeni aldığım gömleğimle keten pantolonu çekiyorum üstüme. Kunduraların yırtık burnu her ne kadar fiyakamızı ters düz etse de idare etme hususunda üstümüze yok. O sırada anam sofrayı hazır etmiş. “Git babanı kaldır,” diyor. Üzerimdeki elbiseleri işaret ediyorum. Kaşları kalkık “Maaş?” diye soruyor. Gülümsüyorum. “Ah oğul! Ne zaman uslanıcan sen bilmiyorum ki. Ben gidip babanı kaldırayım sen de şu üstündekileri değiştir. Görüp de çıngar çıkarmasın şimdi.” Omuz silkiyorum. Hani çocuğum ya o vakitlerde herkese rahat siktir çekiyorum. Babama bile. Bile diyorum çünkü az sonra kopuyor kıyamet.

-Vur baba vur! Yüzüme renk gelsin. Diye bağırdım istemsizce -Bak sen it oğlu ite bi’de utanmadan dalga geçiyor. İki eliyle yapıştı yakama. Tam yerden kaldırıp bir tokat daha atacaktı ki gömleğimin iki düğmesi elinde kaldı. Bak işte bu kötü haberdi. Daha yeni aldığım ve Ayşe görecek diye bin bir türlü hevesle giydiğim gömleğin düğmelerini koparmıştı babam. Var gücümle iteledim hayvanı. Koşarak uzaklaştım evden. Hemen Terzi Bahriye Nine’nin yanına gittim. Buram buram kumaş ve sıcak ütü kokan o küçücük terzihanede kendimi aşırı güvende hissediyordum. İçeri girdiğimde yüzümü belli belirsiz bir gülümseme kapladı. Teypte Neşet Baba vardı. -Vaay be Bahriye Nine dert ortağıyız demek ha -Ne münasebet kerkenez Jargonu vardır. Kafa kadındır Bahriye Nine. -E ikimiz de Neşet Baba dinliyoruz. 7


meçhul

-Bak sen sıpaya. Daha bu yaşta nereden biliyon Neşet Baba’yı?

Ayşe’min boynuna. Eğildi Ayşe’m. Gömleğinin üst cebinden bir iki bozukluk verdi kerataya. Çocuk koşarak büfeye gitti. Sevindirmesini bilirdi Ayşe’m. Doğrulurken gözlerime baktı az önce söylediğim sözü ispatlarcasına. Gülümsedim. O gülmedi bu sefer. Anladım bu işte bir iş var. Bana doğru geliyordu. Kesinlikle bir şey olmuştu. Yoksa Ayşe benim yanıma hiç gelmezdi. Anca uzaktan bakışırdık. Gülerdik. sonra o evine giderdi. Oturduğum bankta doğruldum. Yanıma geldi.

-Aa sen de bizi iyice besi tavuğu yaptın be nine. Gülümsedi. İşinden kafasını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden bana baktı. Somurttu. İşine tekrar döndü -Yine mi dövdü o hayvan seni! -Aynen. -Bu sefer neden? -Boş ver be nine aynı tantanalar işte. Şu gömleğin düğmelerini dikebilir misin?

-Merhaba Halim. -Merhaba Ayşe. -Biz gidiyoruz.

Bir sigara yaktı bana da uzattı. Aldım. Yanında sigara içmeme müsaade eden iki kişi vardı biri Salim Usta biri de Bahriye Nine.

Rabia’ya baktım. “Bu ne diyor?” dercesine o da çaresiz gözlerle bana bakıyordu. Ayşe’ye baktım tekrar.

-Çıkar bakalım gömleği, dedi ve gülerek ekledi. “Hayırdır Ayşe’nin yanına mı?”

-Halim biz yarın Sivas’a taşınıyoruz. -Gelmeyecek misiniz hiç? Hiç göremeyecek miyim seni? Senin gözlerin Sivas’a sığar mı hiç!

Güldüm. Bir şey diyemedim. Neşet Baba daha bi kuvvetli söylüyordu sanki. İki dakikada gıcır etti gömleği. Salya sümük bi öpücük attım yanağına

Bir şey demedi. Gitti. Akşama kadar oturduğum yerde hiçlerle baş başa kaldım. Çoğaldıkça yok olan garip bir şeydi bu hiç. Bir hiç, bir hiç daha iki hiç etmiyordu işte. Rakamların hiçliğinden bihaber yaşıyordu insanlar. Bütün hiçlerle beraber yavaş yavaş evin yolunu tutarken gömleğimin bütün düğmelerini kopardım. Tekmeyi koydum suçsuz günahsız önümde duran gazoz şişesine. Kaldırım kenarına çarpıp patladı. Mahalleye geldiğimde mavi kırmızı ışıklar gözüme gözüme vuruyordu. Her gün mahallede bir olay olduğu için alışkındım polisin yahut ambulansın mavi kırmızı ışıklarına. Derken ambulans arabası hızla yanımdan geçti. Biraz daha ilerlediğimde polis arabasının bizim gecekondunun önünde durduğunu fark ettim. Adımlarımı hızlandırdım. Gecenin karanlığında kalabalığın içinden sıyrılan babamı beyaz atletinden tanıdım. Elleri kelepçeliydi. Demek babalığın da yasalarda bir hükmü vardı. Sevinmiştim bu duruma.

-Dur dur deli oğlan. -Ellerine sağlık Bahriye Nine. Şey parayı… -Senden para isteyen mi oldu zırtapoz? Bir tane daha öptüm. Koydum deparı yokuş aşağı. Dedim ya çocuğum o zamanlar, sadece otobüslere yetişmek için değil sevinçten de koşabiliyorum. Kan ter içinde parka geldim. Tabii telefon yok. O vakitlerde iletişimimiz hep gönül yoluyla. Beklemeye koyuldum. Parktan bi abi geçiyordu. Saati sordum. “On ikiyi yirmi geçiyor,” dedi. Güzel bi eyvallah çektim. “İyi on dakika sonra dersi biter,” dedim kendi kendime. 20 dakika sonra geldi dünyalar güzeli. Üzerinde lila gömleği altında kareli eteği. Bi’de bana bakışı yok mu! Tesettürlü gözleri vardı Ayşe’min. Baktım yanında sınıf arkadaşı zilli Rabia. Zilli dediğime bakma iyi kızdı Rabia. Ayşe’den haber getirirdi hep. Rabia’nın yeğeni çıkıp geldi koşarak. Sarıldı 8


meçhul

Kinli gözlerle tiksinerek suratına bakarken, “Acaba ne yaptın yine hayvan?” dedim. Bunu derken yalnızca dudaklarım kımıldadı. O da çaresiz gözlerle yüzüme baktı. Bugün nedense herkes çaresizlik köprüsünden nazar ediyordu bana. Sahi ne yapmış olabilirdi ki hayvan. Az önce yanımdan geçen ambulans şimdi zihnimin içinden geçiyordu zangır zangır siren sesleriyle. “Annee!” diye feryat ettim. Bu sefer dudaklarım kımıldamadı. İşte öylesine zahmetsiz bir şeydi anne. Kendimi Bahriye Nine’nin göğsünde ağlarken buldum. Bahriye Nine koca bir hiçti. O günden bu güne tam 10 sene geçti. Annem öldü. Sen gittin. Geçen 10 senede ben bir hiç kurusu olarak büyüdüm. Nedenler dairesine girdi mi bir kere insan sebepler çemberine ufak bir delik dahi açamıyor. Senin gidişin beni nedenlere boğdu. Tabii bu süreçte çok değiştim. Mesela çocukken lavabodan çıktığımda ellerimi tişörtümün ön yüzüne silerdim. Şimdi kot pantolonumun arka ceplerine siliyorum. Diyorum ya işte çok değiştim! Gönül zarı bir kere yırtılınca ilişkiler de folloş olurmuş. Bir sürü kadınla beraber oldum. Kimisinin burnu benziyordu kimisinin saçları. Yanıma alıp uzaklara gideceğim bir çift göz bulamadım. Annem öldü. Neşet Baba da. Değişik değişik patronlarım oldu. Büyüdüm. Büyümek kölelikmiş. Siktir çekemedim hiçbir patrona. Ben patrona siktir çekmeyince patron altıma araba çekti, ben arabayı sahile… Geceleyin deniz hiçin en somut halidir. Denizle konuştum her gece. Niyetin neydi bilmiyorum. Akıbetin olaydım Ayşe.

9


Oğuz Ayaydın

A

meçhul

AAAH GÜZEL İSTANBUL

tıf Yılmaz’ın yönettiği 1966 yapımı “Aaaah Güzel İstanbul” filmi iki asırdır memleketin bütün entelektüel çevrelerinde tartışılmakta olan toplumsal değişim konusuna odaklanan bir kara komedi. Başrollerinde Sadri Alışık ve Ayla Alga’nın oynadığı bu film tam da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “medeniyet krizi” dediği çatışmaya odaklanmakta olduğundan, toplumun entelektüel, kültürel çehresinin dönüştürülme çabasının nasıl tepkiler yaratacağını göstermesi bakımından oldukça mühim.

hissettiğimiz nokta Haşmet’in boğaz kenarında, bir kültür sanat başkentiyken yavaş yavaş rantlaşmaya kurban verdiğimiz, İstanbul’u, belki de eski medeniyetin en mühim mirasını izlerken kurduğu monologdur: “Zavallı çocuk, cahil kafacığını çürük ümitlerle doldurmuşlar. Ee, ne yaparsın? Aşağılık mecmualar, kötü filmler, pis efsaneler... Ben sana şimdi hakikati nasıl anlatacağım? Ah ihtiyar medeniyet! Çocuklarına sağlam, yepyeni bir dünya kurmaktan bunca aciz misin? Bizi yabancı diyarlardan getirttiğin süslü yalanlarla mı besleyeceksin?”

Paşa torunu olan ancak babasının ve daha sonra kendinin yanlış harcamalarından dolayı beş parasız kalan Haşmet İbriktaroğlu hayatını seyyar fotoğrafçılık yaparak idame ettirmektedir. Bu meslekte karar kılması kendi tabiri ile “üç beş kuruş için hürriyetini satmak istemeyişi”dir. Oblomov’dan beri işlenegelmekte olan tipik bir Doğulu gibi Haşmet İbriktaroğlu da tembel, miskin ve ehl-i keyftir. Bir gün meşhur olmak için İstanbul’a kaçmış bir genç kadın fotoğraf çektirmek için Haşmet’in yanına gelir ve film boyunca işlenecek olan kimlik çatışması başlar. Kadın karakter Ayşe ve etrafındaki tipler ile yanlış batılılaşma, popüler kültür, tüketim odaklı işler ortaya koyan sanat çevresi gibi başlıklar incelenirken Haşmet karakteri kadim değerler, entelektüel birikim, dostluk gibi mefhumlar üzerinden çizilmiştir. Mamafih Haşmet’in bu hali basit ve saldırgan bir batı düşmanlığı değil, aksine Batı’yı tanıyan, seven ancak kadim değerlerin Batı karşısında aciz gösterilmesinden hazzetmeyen, aldığı tedrisat ve terbiye ile tam bir İstanbul beyefendisi profili çizen bir konumdadır. Piyano çalmayı bilmesi dahi Batı medeniyeti karşısındaki tavrını gözler önüne serer. Karşısında bütün artistlerin hayatını bilmek ve bütün artist mecmualarını takip etmekle iftihar eden genç ve cahil bir kadın vardır da o tek kelime etmez, evinde hatmettiği yüzlerce kitaptan bahsetmez. Nihayet, “Artist olmak için kabiliyet lazım, çalışmak lazım, kültür lazım, disiplin lazım,” lafzıyla bunun “art” kelimesinden gelen bir sanat disiplini olduğunu belirtir. Filmde Tanpınar’ın ifadesiyle “medeniyet krizi”ni en yoğun

Haşmet’in film genelindeki tavrı bu yöndedir. Mütemadiyen kayıp değerler için serzenişte bulunur, kadim şiirler söyler, kendi gibi geçmişte yaşayan birkaç arkadaşı ile beraber Dede Efendi eserleri eşliğinde demlenir. Ancak bir noktada Ayşe’ye olan ilgisinden dolayı onun meşhur olma isteği karşısında çaresiz kalır. Değerlerinden vazgeçer ve Şehnaz Longa eserini Batılı formda düzenler. Üzerine basit sözler yazar. Ayşe bu sayede meşhur olur ancak Haşmet tüketme hırsıyla yanan cühelanın heveslerini bu şekilde tatmin edip mütevazı hayatına geri döner. Bu müzik bahsi Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeki müzik bahsine çok benzemektedir. Orada da cahil, müzikten anlamayan bir kadın karakter “Türkçe tango” yaparak başarılı olur. (bkz. Meçhul, Sayı 1, Modern Türkiye’nin İnşasında Türkçe Tango ve Arabesk) Ayşe’nin bu şekilde başarılı olması senaristin oldukça müstehzi tavrıdır ve fazlasıyla ironiktir. Ancak popüler kültürün ürünü olan her şey gibi Ayşe’nin şöhreti de tükenir. Yeni bir beste yapması için Haşmet’in yanına gelir ancak Haşmet popüler kültürün tüketemediği Dede Efendi ile sofralar kurmaya devam etmektedir. Alt metni ve oyunculukları ile eskimeyen bir klasik olan bu film Türk sineması denince aklına 1970’li yılların erotik film furyası ile her duygunun yapay ve abartılı verildiği birtakım “gişe filmleri” haricinde bir şey gelmeyen bizim kuşağımızın izlemesi için oldukça uygun bir film: “Aaaah Güzel İstanbul.” 10


LATİN AMERİKA “Şiire, aşka ve ölüme inanıyorum...” Yannis Ritsos “son silah sesleri ve son öfkeler arasında afrika tabutunun son korkusunda paramparça acımasız uzun yalnız ve güzel rimbaudnun yüzü değecek toprağa” Juan Gelman (d. 1930, Arjantin)

Derin acıların belli belirsiz izlenimi yüzüyor sonu gelmeycek gibi görünen çölde, bırakılmışlık yüzüyor, çözülmeyen bir düş kırıklığı Ricardo Jaimes Freyre (1868-1933, Bolivya)

“Cüppeli ukalaların vaz’ettiği Küçük, zararsız kalıplar önerir onlar Ve özgür bir adam görmesinler kapısında tapınaklarının “Hırsız var” diye koparırlar velveleyi. “ “O zaman Federico, yıkanmış ışıklarla, -Düş gören Federico, ilkyazın Granada’ da ay, karanfil, mum ve sümbüller taşıyarak güzel kokulu sıradağlar arasından” Jose Marti (1853 -1895, Küba)

Cinsel organları Tanrılaştırarak Ayna önünde giyinip soyunmalı Kalemlerle geçmeli güllerin ırzına Tonlarca tükürük yutmada ustalaşarak. Nicanor Parra (d. 1914, Şili)

“Charlie Chaplin ceylanların sıçrayışı üstüne yaptı doktorasını. Kimse yılan X’in cebir denklemini çözemeyecek. Hangi İngiliz hemşire daha iyi olabilir kangurudan? Freud libidoyu onda öğrenmişti Gonzalo Escudero (1903 -1971, Ekvador)

Omuzlarda taşınan tabut, keçinin çektiği süt arabası. Suyun mırıltısı neler diyor simgelerle: Günler geçiyor, günler geçiyor! Ve artık sonuna yaklaşıyor gençlik Manuel Bandeira (1886 -1968, Brezilya) 11

Tavus, uzun pırıltı, demokratik kümesin önünden bir alay gibi geçiyorsun. Jose Juan Tablada (1871-1945, Meksika)


SEÇKİSİ

İmgesiz görüntülerim olmadı benim, Yitene dek döndüklerini görmedim biçimlerin Durgun bir açıklık içinde, Maddesiz varolmasında Sufi’nin. Octavio Paz (1914-1998, Meksika)

“Ama gözlerim uzun pantalon giyiyor bugün Ayak sesleri dilenen sokağa bakıyorum” Carlos O. De Amat (1909-1936, Peru)

Sarı yapraklar düşer kayın korusunda, pek çok aşığın çift çift dolaştığı. Ve hayali bir şarap kalır gözün kupasında senin güllerinin, baharın yapraklarının döküldüğü Ruben Dario (1867 -1916, Nikaragua)

Kuru kuru et, güneşte, öğle sıcağında ışıltılı ve kavruk ve birtakım kararmış eller, yarık, testilerin düşünü görmek için hep uyanık. Jose -Luis Appleyard (d. 1927, Paraguay)

Ah benim güzel, balrengi Marmelat Dükü’m! Kimbilir nerede şimdi Pongo’lu timsahların, Afrika baobablarının yuvarlak mavi gölgesi nerede, Nerede şimdi orman kokan, çamur kokan on beş karın Luis Pales Matos (1898 -1959, Porto Rico) 12

“Kiralık tabancalar ateşlendi ansızın Daha dün gibiydi, gencecik döküldüler Aralı dudaklarında bir mutlu gülümseyiş vardı Çizgi çizgi özgürlüktü parıldayan yüzlerinde” Luis Nieto (d. 1910, Peru)

Başaklar nasıl da dalgalanacak! Nasıl da yeşerecek coşkuyla otlar! Nasıl da yapışacak elmaslar artık Çamların derin dallarına. Juana De İbarbourou (1895 -1979, Uruguay)


meçhul

Bedirhan Büyükduman

DENİZE HASRET BİR ARAP’IN SÖYLEDİKLERİ Üşüyorum. Issız bir boşluğun ortasındayım, Vapur denen tahta parçasının güvertesinde. İki yanımda sarı-beyaz şehir ışıkları Ve işte tam karşımda, Yanmayan deniz feneri. Bu gece kaybolacak bu vapur, Biliyorum. Yolcuların bundan haberi olmayacak Birdenbire Afrika’da bulacaklar kendilerini Ya da bir boğazda, belki Cebelitarık. Bense tam ortasında Marmara’nın Ellerimi atacağım onlara Hatta bir teşekkür dudaklarımla. Gözlerim Adını bilmediğim bir semte takılır Yollarında arabalar, kıyısında dalgalar. Adını bilmiyorum bu semtin, Öğrenmek de istemiyorum. Çünkü yarın döneceğim. Döneceğim ülkeme; Kanlı sınırlardan geçerken Mermiden yapılma notalar çalınacak kulaklarıma. Gözlerim gayrimüslim maçlar görecek, Tinsel fetihlere şahitlik edecek. Ülkeme döndüğüm vakit ben Yeni bir dünya düzeni için basacağım tetiğe Vuracağım, yağmalayacağım şu bedenimi. Adımı, sanımı kimse bilmeyecek Kimsesizler mezarlığına, sela’m verilmeden Gömüleceğim. Taşta adım olmayacak, tarihim olmayacak, Silineceğim işte böylece. Yarın döneceğim ülkeme. Bırakıyorum hasretliğimi bu şehirde. Âşık olmadığım kadınlarla sevişmek varken Atıyorum kendimi Bu bilmem hangi ülkenin karasularına… 13


Mısra Gökyıldız

MEMNU’N Gözlerini örten rehavetle Düşe dalan kadın bilmez Kader değişmezliğe kadirken. Çarhı döndüren Nut’a Geb tüylerini kabartırken. Kahrı gövdesine olanın Küfrü düşünden geçerken. Sızar iki hilal bir dolunaya Cennetin yaldızlı çatısı altında Baştan çıkaranın adımları, Bastığı yerlerde boyan dalları. Uyan Nymphe uyan Adı Priapos rüyanın. Tümünün tutkuları Mahrem yaprağını yakarken. Emdikleri başka kan Düşe damlayan başkanın.

14

meçhul


meçhul

T

Cemre Açıkgöz

OKYANUSLAR VE ÇAY KAŞIKLARI (2. BÖLÜM)

ezgâhın üzerinde duran bir süs eşyasını elime alıp incelemeye başladım, babasından azar işiten bir çocuğun halının desenlerini incelemesi gibi. Çünkü o yersiz soruma aldığım cevaptan sonra araya giren sessizlik, beni utancımdan paralize etmişti. Sessizliği bozmak ve durumu biraz olsun toparlamak adına, pikabın ne kadar süre sonra kullanıma hazır hale geleceğini sordum. 1 saat sonra gelip alabileceğimi söyledi. “Peki, kolay gelsin,’’ diyerek attım kendimi dışarıya.

görüp bir daha aynı hataların kucağına düşmemek için kendisine söz verir ve o malum aptal insanlara karşı içinde bir acıma hissi uyanır. Bense aşkın “maymunlaştırma etkisi’’ üzerine düşündüm daha çok. İnsanı nasıl mantıklı düşünceden uzaklaştırıp sadece içgüdüleriyle hareket eden bir hayvana dönüştürdüğünü... Öte yandan, bu maymunlaşmaya karşı derin bir istek belirdi içimde. Aşkın o insanı sarhoş eden, saflaştıran, dinginleştiren, gündelik olaylar üzerinde ikinci kez düşündürmeyen yanını özledim.

Oldukça ilginçti içeride geçirdiğim birkaç dakika. Hele o aşk mevzusu da neydi öyle? Tamiri bedavaya getirmekten ziyade, içimde bir yara gibi kalmış yaşayamadığım şeyler mi beni bu soruya yöneltmişti? İkinci seçenek daha cazip geldi. Sorulacak onca soru, açılacak onca konu varken ben gitmiş, hiç tanımadığım birine daha önce aşkı tadıp tatmadığını sormuştum. Evet evet, beni bu soruya kesinlikle yaşanmamışlık, yarım kalmışlık yöneltmişti. Hatta Freud, Jung, Reich ve Adler olsaydı onlar da böyle der; tarihin en büyük dört psikiyatristini ilk kez bir çatı altında toplamış olmanın gururunu yaşardım.

Üzerine oturduğum karton parçasını ikiye katlayıp çöp kutusuna fırlattıktan sonra, yavaş adımlarla dükkânın yolunu tutmaya başladım. Bu arada, halkın tamamının işitme sorunu çeken 70 yaş üstü insanlardan oluştuğu yönünde bir duyum almış gibi davranan sevgi abidesi adaylarımıza ait seçim otobüslerinin dev hoparlörleri, yol boyunca kulaklarımıza iğrenç melodiler eşliğinde birbirinden ilginç sözler göndermeye devam ediyordu. Dükkânın önüne geldiğimde bu işkence biraz hafifledi ve içeriden hoş sesler işitmeye başladım. Girdim içeriye. Gördüm ki Pikap tamir edilmiş, hatta dinlenilmeye başlanmış bile. Yanaklarını ellerinin arasına almış, başka dünyalara dalmış bir vaziyette oturuyordu Pikap’ın başında. Geldiğimi ve onun o halini gördüğümü fark edince utangaç bir gülümseme aldı yüzünü. Çalan parçayı sordum. “Lonesome Town,’’ dedi. “Ricky Nelson söylüyor, çok güzel değil mi?’’ Gerçekten de öyleydi. Fakat anlamadığım şey bu adamın – halamın söylediğine göre adı Ercan olan ve güleç bir insan olan bu adamın – neden böyle ağladı ağlayacak kıvama gelmiş olmasaydı. Bir an için, dükkândan çıkmadan önceki patavatsız sorumun, onu bu hale getirmiş olabileceğini düşündüm. Daha sonra tamir ücretini sorduğumda, “Peki ya sen, sen hiç aşık oldun mu?’’ diye karşılık alınca, anladım ki evet, adamı bu hale getiren bendim.

Dışarıdaki 1 saati apartman merdivenlerinde, mağaza önlerinde, kaldırımlarda oturarak geçirdim. 1 saatin faturası yarım paket sigara, iki meyveli soda ve kalabalığın üzerimde yarattığı etkilerdi. İnsanı hiçbir zaman tek bir duyguya yöneltmez kalabalık. Çünkü yüzlerce insan, yüzlerce duygu demektir. Eğer insan mutluysa bunun farkında bile olmayabilir ama yalnızsa, beyin istemsiz bir şekilde birbirinden şahane tespitler yapmaya başlar ve kişi, bu tespitlerin yarattığı duyguları büyük beklentilerle transfer edilmiş bir savunma oyuncusu gibi karşılamak zorunda kalır. Geçip giden kalabalığın üyeleri, sanki kişiye kendini göstermesi için vardır. Kiminde eskiden olduğu mutlu kişiyi görür insan, şöyle bir iç geçirir; kiminde ise eski aptallıklarını 15


meçhul

Bir müddet bakıştık. Herhangi bir cevap beklediğini anlatmak istercesine başını biraz öne eğip sağ kaşını kaldırdı. Yutkunup, belli belirsiz “evet’’ dedim. Kapının arkasında duran kahverengi tabureyi gösterip oturmamı rica etti. Oturdum, ismimi takdim ettikten sonra izin alıp bir sigara yaktım. İki çay söyledi. Çaylar geldikten sonra o da bir sigara yaktı. Ellerini sakallarında gezdirdi ve “Önceden sadece patatese aşıktım ben,’’ dedi. “Patates kızartmasına. Sonra birine aşık oldum ve bana patates kızarttı. “İkisinin arasında mı kaldın peki?” diye soracak olursan; “hayır, bana patates kızartan elleri daha çok sevdim.’’

üzeresin; artık sadece hissetmiyor, biliyorum da. Haydi durma, ağla…’’ Ağlıyordum. Yıllar sonra ağlıyordum. Ricky Nelson eşliğinde uzaklara daldığını görünce acıdığım Ercan, beni daha da acınacak hale sokmuş, ağzıma sıçmıştı. Kalkıp gitmek istedim. Uzun zamandır hissetmediğim sızı, kontrol altına alındığı sanılan fakat sonra çok daha tehlikeli bir halde geri dönen virüsler gibi oturmuştu yüreğimin her yerine. Birkaç dakika yere baktıktan ve ikinci sigaramı kül tablasına bastırdıktan sonra kalmaya karar verdim. Ama hiç konuşmadım bu konu hakkında. Leyla Erbil’in, birisine içini dökmenin işi ucuzlattığını anlattığı satırları geldi aklıma. Sustum bu yüzden. Melih Cevdet’in uyumaktan, her şeyi unutmaktan bahsettiği şiirindeki gibi her şeyi unutmak istediğimi söylemedim. Evet, kendime her baktığımda, hatırladığım şeylerin beni her seferinde yeniden öldürdüğünü her gördüğümde; Alzheimer’in benim gibi insanlar için bir hastalık değil bir lütuf olduğunu düşünüyorum. Ve evet uyumak istiyorum. Ama beynin acıyı daha fazla hissetmemesi için değil, gerçekten, bebekler gibi ya da bol torun sahibi sıhhatli ve saadetli teyzeler gibi. Zaten yeterince uyudum acımın dinmesi için. Birinden ayrıldığında, ilk dönemlerde o sürekli duyulan uyuma isteğinden bahsediyorum. Ayağa kalktığında, göğsündeki ağırlığın seni aşağı çekip sersemletmemesi için yatağa adapte olma durumundan. Zihninden akan iltihabın göğsünde birikip seni dibe çekmesinden… O yüzden sürekli uyudum. Sonra bir sabah, telefondan gelen mesaj sesiyle uyandım. Haftalardır haber alamadığım halde, gelen mesajın, zihnimde iltihap ve tahribat yaratan kişiden geldiğini biliyordum. Ve bunun son bir veda olduğunu da biliyordum. Annem odada sabah haberlerini izliyordu. Karşısında ağlamamak için tuvalete geçtim. Açtım mesajı. Okudum. Ağladım. Kendimi bok gibi hissediyordum ve aslında bakarsanız, mekân da manidardı.

İkimiz de aynı anda güldük. Çayını iki dikişte bitirdi, sigarasından bir nefes çekti ve devam etti: “Okumaya ve dünyayı tanımaya başladığımdan beri, ruhum yavaş yavaş yırtılmaya başladı. Önceleri heyecanlaydım tabii. Ne bileyim, okuduklarımı ve gördüklerimi anlatmak istedim. Öyle de yaptım. Kısa sürdü. Birine aşık oldum. O da bana aşık oldu. Her şeyi boşlamaya başladım ve bildiklerimi de unuttum. Yalnız onunla ilgilendim, onun bana öğrettiklerini aldım. Burayı da onun sayesinde açtım. Hani aşıkken her şeye gücünün yeteceğini düşünür ya insan, o mesele. Zamanla bencil biri olmaya başladım. Birini çok severken başka bir şeyle uğraşamıyor insan. Siyasetmiş, felsefeymiş, varoluşmuş, evrenin gizleriymiş, toplum baskısıymış, bir canavar varmış adı kapitalizmmiş her şeyi ham demiş yutmuş… Çekici gelmiyor hiçbiri. En azından, üzerinde fazla kafa yormuyorsun. Kafanda yorduğun ve üzerinde yoğunlaştığın, siyasetten de felsefeden de üstün tuttuğun bir figür var çünkü beyninin tamamına çizilmiş. Gözlerini kırpmadan pür dikkat dinleyişinden beni anladığını ve aynı şeyleri hissettiğini çıkarıyorum. Zamanında aynı şeyleri sen de tecrübe ettin. Sen yerel seçimler zamanı Belediye’nin “bakın nasıl da çalışıyoruz!’’ temalı asfalt yapım çalışmaları sırasında sıcak asfaltın üzerinde yürüyüp sandaletlerini asfalta yapıştırıp çıkartarak eğlenen çocuklar gibi masumca severken biri seni gaddarca terk etti. Hissedebiliyorum. Hah, şimdi de ağlamak 16


meçhul Kendisi gibi olmadığımı, birine içini dökmenin enerji israfından sayan insanlardan olduğumu anladı Ercan. Üstelemedi o yüzden. Anlat kurtul, demedi. Ağla, dedi. Anladığı bir şey daha vardı Ercan’ın. O da içimde katran gibi biriken, beni zehirleyen öfkeydi. Yalnız bu, başka insanlara duyulan öfkeden ziyade, kendime duyduğum bir öfkeydi. Bir insanın kendini sevememesi... Yaptığı hatalarla güzel giden hayatını cehenneme çevirmesi ya da zaten yolunda gitmeyen hayatını şarampole yuvarlaması... Siyah ve üst bölgeleri yırtık olan koltuğuna yaslandı, çekmecesinden çıkardığı tükenmez kalemi parmaklarının arasında ustaca dolandırdı ve “Bilmem bana katılır mısın,’’ dedi. “His Transferi modern dünyanın kurtarıcısı olabilir. Empati denilen şeyi daha da öteye taşıyabiliriz. Şimdilik kulağa bir fantezi ürünü olarak gelebilir, çünkü çok zor ve karmaşık. Ama en azından benim teorime yaklaşabileydik, dünya daha iyi bir yer olabilirdi. Mesela başkalarının büyük acılarını tecrübe edip, küçük şeyleri dert etmezdik kendimize. Ya da sevdiğini kaybetmenin acısını –mesela anne, baba, oğul, dost, kardeş, sevgili– dünyadaki bütün insanlara nasıl bir şey olduğunu hissettirebilseydik, insanlar öldürme ve kalp kırma eylemlerine girişeceklerinde bunu bir kez daha düşünmek zorunda kalacaklardı.’’

özgün ve dünyamıza faydası dokunabilecek bir teori. Geliştirmeyi düşündün mü?’’ Konuşunca ne de güzel konuşabiliyormuşum, diye geçirdim içimden. Ercan’ın suratında bir gülümseme belirdi, biraz sert konuşmama rağmen hoşuna gitmişti demek ki. Ağzını açtı, ne söyleyeceğini bilememiş gibi bekledi dört-beş saniye. “Teşekkür ederim. Aslında bu His Transferi teranesi daha aklıma yeni geldi,’’ dedi. “Nasıl olduğunu soracak olursan ki soracaksın; az önce dükkânın önünden bir teyze geçti ya? ‘Allah düşmanımın başına vermesin.’ dedi? İşte oradan geldi aklıma.’’ Güldük. “Haha. Fark etmemiştim. O zaman çok da özgün değilmiş,’’ dedim. Aslında hiç özgün değilmiş. İçeriye girdiğimden beri tezgâhın arkasında duran büyükçe bir fotoğraf dikkatimi çekiyordu. Daire içine alınarak gösterilmiş soluk bir nokta... Sıcak sohbetimizden cesaret alarak, fotoğrafın neyin nesi olduğunu sordum. O soluk nokta, o toz zerresi, dünyamızmış. 6 milyar kilometre uzaklıktan bir uzay aracı tarafından çekilmiş. Bazen ona bakarak haddini biliyormuş ve bir ayağı çukurda olan insanların bile bu soluk noktadan pay kapmak için delicesine bir savaş verdiğini düşünüp kafayı sıyırıyormuş. “Biz dipsiz, devasa okyanuslardaki çay kaşıklarıyız sadece,’’ dedi. “O kadar küçüğüz. Biz, üzeremize gelen dalgaları çay kaşıklarıyla savuşturmaya çalışan varlıklarız, o kadar zavallıyız. Biz çay kaşıklarımızda Dünya’yı taşıyoruz Caner. Ve dökülüyor dünya; mal-mülk, sevgi-aşk, eş-dost. Ne varsa işte. Her şey... Niye böyle?’’ Bilmiyorum… Belki de Caraco haklı, –bu dünyayı ancak harabelerin ortasındayken yeniden düşüneceğiz. Gerçi, harabelerin üzerinde göğe yükselmek üzereyiz; ne zaman düşüneceğiz?

Cümlesini bitirdiğinde, parlak fikrine zatımdan bir tepki gelmediğini görünce, hayal kırıklığına uğramış bir vaziyette, “Hiçbir şey demeyecek misin?’’ dedi. Bu sefer konuşmam gerekiyordu. En klişe 100 giriş cümlesi arasından birincisini seçtim ve başladım: “Açık konuşmak gerekirse… Başkalarının acılarına bakıp, kendi acılarımı küçümsemem gerektiği saçmalığına inanmıyorum. Öte yandan, 4 kişilik ailesine bakmak için asgari ücretle 12 saat çalışan babalardan ya da cefakâr annelerden daha zor bir yaşamın içinde olmadığımı da biliyorum. Ama şu da var: Hayat denen şey, binlerce kulvardan oluşur, çoğu insan ayrı kulvarlarda koşturur; ama aynı kulvarda ter döken insanların, aynı yorgunluğu hissettiğini de söyleyemezsin. ‘Her insan farklı bir dünyadır,’ olayına geliyor söylediklerim. Eğer beni reddedersen, kendini de reddetmiş olursun… Teorine gelince... Bayıldım. Çok

Bir an Pikap’a da, Ercan’a da, onca dükkân varken beni buraya gönderen halama da lanet ettim. Hayatımı düzene sokmak için bir başlangıç olarak seçtiğim şey, yaşamak için içimde çırpınıp duran umudumu nokta atışı yaparak öldürmüştü. Ercan 2 çay daha söyledi. 2 şeker attı çayına, karıştırdı. Onu izledim. Zihnim sanki bardaktaydı ve Ercan onu karıştırıyordu. Çaylar bittikten sonra müsaade istedim. Para istemedi. Yok isteseydin! Benden umudumu aldın; bir de paramı mı alacaktın!? 17


Mehmet Emin Katırcı

meçhul

DAĞILIR SAÇLARI ŞİİRİN EN TAZE RENGE

B

eyaz: Güzel olan her şeyin istisnasız en büyük nişanesi olan beyaz rengi barışı, evliliği, saflığı, temiz olmayı ve daha nice hoş şeyi karşılamakta. Renkler arasında en fazla anlam yüklenen bu rengin tam karşılığını biliyor muyuz peki? Beyaz kelimesi Arapça “bayda” yani “yumurta” anlamına gelmektedir. Kelime Arapçada sıfat olarak kullanılmazken, dilimize sıfat olarak geçmiş ve bir rengin karşılığı olarak kabul edilmiştir.

kökeni noktasında aynı şeyi resmetmemektedir. Şekerden, duvar rengine kadar her yerde görebildiğimiz pembe rengi Farsça kökenli olup Farsçada “panbe” yani tam karşılığıyla “pamuk” sözcüğünden dilimize geçmiştir. Dilimize uçuk kırmızı renk olarak geçişi şaşırtıcı bir durumdur. Farsçada pamuk dışında kullanılmayan bu rengin dilimize uçuk kırmızı olarak geçişinin 17. Yy. da gerçekleştiği düşünülmekte ve pamuk helvası rengiyle ilişkili olarak türediği düşünülmektedir.

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, Birinciliği beyaza verdiler.” (Özdemir Asaf/Jüri)

“Senin dudakların pembe Ellerin beyaz, Al tut ellerimi bebek Tut biraz!” (Cahit Külebi/Hikâye)

Kırmızı: Kadınlar en sevdiği renklerden olan kırmızı, kadınların pek de sevmeyeceği bir geçmişe sahip. Arapça ve Farsçada “kirmiz/kirmizī” olarak geçen bu kışkırtıcı renk Farsça ve Arapçaya koşnil veya kırmız adı verilen bir kurtçukla geçmiştir. Batı dillerine de Arapça ve Farsçadan geçen bu kelime İngilizcedeki “crimson-koşnil kırmızısı” sözcüğünün temelini oluşturmaktadır. Bu küçük kurtçuğun salgıladığı kırmızı renkli sıvı, kırmızının kadınların eteklerinden, dudaklarına kadar olan serüveninin yaratıcısıdır.

Siyah: Asalet ve ölümün rengi olarak bildiğimiz bu renk, ışığın olmadığı her yerde krallığını ilan etmiştir. Kıyafetlerde ve taşıtlarda en çok tercih edilen siyah rengi geride bıraktığımız beş rengin dördünde olduğu gibi Farsça kökenlidir. Edebiyatımızda da kendine çok fazla yer bulan siyah renginin Türkçe karşılığı çok iyi bildiğimiz “kara”dır. Farsçada “syāv/syāva” olarak geçen ve kelime karşılığı “koyu renk/esmer” olan sözcük, dilimizde “siyah” olarak değişime uğramıştır.

“Kırmızı bir kuştur soluğum Kumral göklerinde saçlarının Seni kucağıma alıyorum Tarifsiz uzuyor bacakların” (Cemal Süreya/San)

“Monna Rosa, siyah güller, ak güller; Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak. Kanadı kırık kuş merhamet ister; Ah, senin yüzünden kana batacak, Monna Rosa, siyah güller, ak güller!” (Sezai Karakoç/ Monna Rosa)

Mavi: Dünyada en fazla rastlanılan renk olan mavi dünyada en çok muhtaç olunan şeyden yani sudan türemiştir. Arapça “mā – su”ve “wī – dair/ait” sözcüklerinden türetilen mavi kelimesi Arapçada “mā’î” olarak da geçmektedir.

Mor: Ece Ayhan severlerin yüzünde minik bir gülümseme oluşturan bu renk aynı zamanda Behçet Aysan’ın da şiirlerinde çok fazla yer verdiği bir renktir. Her ne kadar bu iki şairle yakın bir ilişkisi olsa da benim nazarımda mor renginin en güzel kullanıcısı hem şiirinde hem de tablolarında bu renge hayat veren Bedri Rahmi Eyüboğlu’dur.

“Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar! İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.” (Yahya Kemal/Deniz Türküsü) Pembe: Ülkemizde tam anlamıyla bir kadın rengi olarak lanse edilen bu tatlı ve canlı renk 18


meçhul Dilimize Ermeniceden geçen sözcük Ermenicede “morm” şeklinde yer almaktadır. Ermenice karşılığı “karadut/böğürtlen” olan mor rengi yine aynı şekilde Yunancada “móron”, Latincede “morum” şeklinde geçmekte ve Ermenicede olduğu gibi “karadut/böğürlen” anlamı taşımaktadır. Farsçada “mūrd” bizim bildiğimiz şekilde “mersin” olarak geçen bu renk çok iyi bildiğimiz yaban mersininin de adını oluşturmaktadır.

evrilmiştir. Sözcük yaş/körpe/taze manasında kullanılmaktadır. Canlılığı ve hayatı temsil eden bu renk dini bağlamda daha farklı bir anlam kazanmıştır. Batıdaki siyah rengi yerine, ülkemizde türbelerde ve tabutlarda sıkça tercih edilen yeşil renginin tazelik ve körpeliği yeniden dirilme/yeniden doğuş noktasında karşıladığı söylenebilir. Rengin bu şekilde kullanılması en az rengin kendisi kadar zarif bir düşüncedir. “Yeşil pencerenden bir gül at bana, Işıklarla dolsun kalbimin içi. Geldim işte mevsim gibi kapına Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.” (Ahmet Muhip/ Serenad)

“Buğday tarlasında devedikenlerinin moru, Yeryüzünde ne kadar insan varsa bir o kadar mor… İnsanların hesabı kimden sorulur bilmem Ama morların hesabı benden sorulur, benden…” (Bedri Rahmi Eyüboğlu/Mor)

Lacivert: Ortaya çıkış şekliyle geride bıraktığımız tüm renklerden daha şaşaalı olan ve yine tarihi bağlamda büyük öneme sahip olan lacivert rengi Farsça kökenli olup, Farsçada “lācivardī ” olarak geçmektedir. Tam anlamıyla bir krallık rengi olan lacivert Afganistan’da çıkan koyu mavi süs taşı, “lapis lazuli” sözcüğünden türetilmiştir. Farsçaya Sanskritçeden geçen sözcük, Sanskritçe de aynı anlama gelen “rācāvarta” sözcüğünden alıntıdır. Sanskritçe sözcük Sanskritçe rācā “kral” ve Sanskritçe varta “tayın, rızk, pay” sözcüklerinin bileşiğidir. Afganistan yakınlarında çıkarılan taş halkın büyük geçim kaynaklarından biridir ve bir süre sonra taşı çıkarttıran kralın unvanıyla anılmaya başlamıştır. Racavarta için çıkarılan koyu mavi rengindeki taş günümüze kadar evrilerek “lacivert” halini almıştır. Edebiyatımızda mavi rengi nedeniyle kendine pek fazla yer bulamamıştır. Ama yine de tüm geceler laciverttir.

Sarı:Ayrılığın ve hastalığın rengi olması sebebiyle halkın dimağındaki yeri bir hayli kötü olan sarı rengi geride bıraktığımız altı renkten farklı olarak öz Türkçedir. Basma elbiselerde ve yeşil düzlükleri renklendiren papatyalarda gördüğümüz bu harikulade renk eski Türkçede “sar/sarığ” şeklinde geçmektedir. Moğolcada da “sira” olarak geçen sarı rengi safran bitkisiyle yakın ilişkilidir. İran’da çok fazla bulunan ve maliyeti bakımından oldukça kıymetli olan safran bitkisi yani bir diğer adıyla “zerde”, “zer/sarı” kelimesinden türemiştir. Eski Türkçede geçen “sarığ” hali “saz” sözcüğüyle de yakın ilişki içerisinde olup, saz sözcüğü sarı sözcüğünün varyant telaffuzudur. Edebiyatımızda Nazım Hikmet’in Saman Sarısı şiiriyle efsaneleşen sarı rengi, en çok yakıştığı yerin bir kadının saçları olduğunu da açıkça ortaya koymuştur. “saçları saman sarısı kirpikleri mavi kırmızı dolgun dudaklarıysa şımarık ve somurtkandı … ak boynu uzundu yuvarlaktı yıllardır böyle derin uykulara dalmışlığı yoktu “ (Nazım Hikmet/Saman Sarısı)

“Upuzun gözlerin ki –lacivertÖrtüldü akşamın asmalarıyla Unutma, yaşamından iyisin Yaşamın senden iyi Kutsalsın, görkemlisin, kendine verilmişsin.” (Edip Cansever/Seniha’nın Günlüğünden)

Yeşil: İç ferahlatıcılığın ve mistisizmin en bilinen rengi olan ve tabut üzerine serilen örtülerden, daldaki yaprağa kadar her yerde görülen yeşil rengi öz Türkçe olup “yaş/yaşıl” sözcüğünden

*Yazımızda yer alan renklerin tümünün etimolojisi Nişanyan Sözlük’ten yararlanılarak kaleme alınmıştır. 19


Büseyne Akıncı

meçhul

BİSMİLLAH ÖTESİ BİR ARZ-I HAL Seni bana vermezler diyorum Sevgilim Seni benim rüzgâr gibi esişime vermezler Bismillah doğduğuma Bismillah yaşadığıma Ama seni bana vermezler Sevgilim Aydınlığından yonttuğum şiirlerin Böyle hırçın böyle siyah duruşuna aldanma Şarkısı söylenmeyen Semerkand maviliğinde Bir savaş ritmiyle yüzün yüzüme değer Seni bana vermezler Beni de harbin şairi yaparlar Sevgilim Kılıç keskinliğinde kelimelerle Dağdaki ceylanların şehre inmesi gibi sevdim seni Dudaklarımda soluğunun izleri hiç soğumadı Çölde rüzgârların ve şarkıların bembeyaz gölgesinde Mukaddes yalnızlıklara karıştı çığlıklarımız Yeşil evlere güzel evlere geniş evlere sığamadık Dağlardan ceylanlar inip oturdu evimize Biz soluğumuzu alıp birbirimizin dudağından Dağlara hep dağlara sığındık Yıldızlardan kırpılma aynaların sağanağı Ve güvercin gözleri seccade üzerinde Bir anne örümceğin ördüğü ışık ağı Hep ellerinin izleri şehirlerin üstünde bulutların üstünde Seninle uysallaştırırlar çölde her karanlığı Ama yine de seni bana vermezler Sevgilim Beni ellerinin değdiği hiçbir şehre almazlar Zamandır bahanesi mermerin üzerinde kan Bir cam kesiği büyür avucumun ortasında Duvağı açılmamış duası edilmemiş Ne kadar söz varsa vaktinde dile getirilmemiş Ne varsa biriktirdiğin gözlerinin kıyısında Bismillah Bismillah Bismillah Ne diyeceğimi bilseydim mutlaka söylerdim Seni sırf bu yüzden bana vermezler Sevgilim

20


meçhul

Mert Öztürk

SÖZ AYNI, DELİ FARKLI kuyu, içi boşluk, ruhsuz koftiden entel teyerlerin tutmayacağı kadar boş pardonsuz müstehcen lakırdıların dolduramayacağı kadar deli, taşı atmamış, kırklar, çıkın gelin kibir’in karanlığından böbürlendiğinizi, aklınızı çiğneyip attı öbürlediğiniz elindeki taş, iyisinden gediğe konulan cinsinden

Goya

21


Lacivert

SABAHA ERİŞEMEYEN ŞİİR

“Duygu’ya” Gecenin en acı saatidir şimdi ki seni düşünmüşümdür, şiir okumuşumdur belki çamaşır asmıştır annem ipe ruhumu yıkamıştır elbiselerle birlikte. Gecenin en acı saatidir şimdi ki seni görmüşümdür düşümde belki ocağa çay koymuşumdur bir sigara yakmışımdır belki annem karanfilleri sulamıştır saksıda hüznümü silkelemiştir kapıda. Gecenin en acı saatidir şimdi ki seni sığdıramamışımdır içime uzun uzun yıldızları seyretmişimdir geceye hüzünler sermişimdir kurusunlar diye annem kayboluyor bir anda hüznüm hiç kaybolmadı, yanımda.

22

meçhul


“Amerika sana her şeyimi verdim, şimdi bir hiçim ben. Amerika, iki dolar yirmi yedi sent 17 Ocak 1956. Kendi kafama bile dayanamıyorum. Amerika, ne zaman bitireceğiz insanlarla savaşı? Al da kıçına sok atom bombanı. Keyfim yerinde değil, sıkma canımı.” Allen Ginsberg (Amerika)

www.facebook.com/mechuldergi www.twitter.com/mechuldergi


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.