Sayı 5 Ekim 2014 Fiyat: 2 TL
meçhul Aylık Fikir- Sanat Fanzini
Röportaj: ERCAN KESAL Kurtulusun Algoritması .
İnceleme
3
meçhul
Kemal Soydan
9 11
Öykü
Çağdaş Arap Şiir Seçkisi
Birinci Çinko
13
Röportaj
Salih Aras
Ercan Kesal’la Sanat Konuşmaları Mehmet Emin Katırcı
İnceleme
16
Tanrı’dan Uzak Dünyalar: Distopyalar Mehmet Emin Katırcı
18
Öykü
Shelly’in Şiiri ve Okuma
Murat Kılıçaslan
Büyük Cevizin Dibi Oğuz Ayaydın
19
Deneme
7
Çeviri
Bedirhan Büyükduman
Eşik
Yaşatan Yalnızlığa Övgü Feyza Yapıcı
21
Şiir
Kurtuluşun Algoritması
15
içindekiler
5
Deneme
Pınar Dönmez
Şiir
Kapalı Kaynar Tencerem Bilinmez
İnkâr Bedirhan Büyükduman Kapak Çizim: Fatih Sel/Tasarım: Elif Karakoç
meçhul
OKURA AÇIK MEKTUP II Sevgili Meçhul Okur, Doğduğumuz günden bu yana tamı tamına beş ayı devirmiş ve beşinci sayımızla karşınıza çıkmış bulunuyoruz. Mektubumuza bize verdiğiniz maddi manevi desteğe teşekkür ederek başlamayı uygun görüyoruz. Geçtiğimiz dört sayıda sizlere belli başlı edebi yazılar adadık. Kapağımıza bizlerce değerli edebi şahsiyetleri taşıdık. İkinci sayımızda yazdığımız açık mektubu, oluştuğunu düşündüğümüz yanlış anlaşılmayı gidermek amacıyla kaleme almıştık. Bu seferse sizlere gerçekleştirdiğimiz yenilikleri haber vermek amacıyla yazıyoruz bu mektubu. İlk mektubumuzda da belirttiğimiz gibi, çıtayı yükseltebildiğimiz kadar yükselttik. Fakat bu oldukça naif ve çetrefilli bir noktaydı, bunun da bilincindeydik. Özellikle son zamanlarda edebiyat alanında daha da artan bir kutuplaşmaya şahit olduk ve bu ortamda da her kesimden ve düşünceden okuyucuya hitap etmeyi amaçladık. Şimdiyse, yükselttiğimiz bu çıtayı aşarak fikri yazılara daha da ağırlık verme kararı aldık. Sonuçta yazın alanı sabit kalamayacak kadar hareketli ve devinim içerisindedir. Öykü ve şiir gibi edebi ağırlıklı yazılara hız kesmeden devam etmemizin yanı sıra, bu yolda bizlere artık daha fazla fikirsel yazı eşlik edecektir. Bu yazılar siz okuyucularımızın her daim hoşuna gitmeyecek, hatta belki oluşumumuza karşı cephe almanıza dahi sebep olabilecektir. Fakat 21. yüzyılda olduğumuzu ve uğraş verdiğimiz alanı da göz önünde bulundurduğumuz zaman bunlar olağan şeylerdir. Ve yine, yukarıdaki durumları göz önünde bulundurduğumuz vakit, söz ile, kalem ile çözemeyeceğimiz bir şey yoktur ve her zaman sizlere de cevap hakkı doğacak ve verilecektir. Yaptığımız yeniliklere tekrar dönecek olursak, bundan böyle kapakta, istisnai durumlar hariç, herhangi bir şaire veya yazara yer verilmeyecek; onların yerini serbest çalışmalar alacaktır. Ayrıca siyah-beyaz kapak tasarımından, sizlerin de gördüğü üzre çıkmış ve renkli baskıya geçmiş bulunmaktayız. Bir diğer konu, henüz sınırlı illere ulaşabildiğimiz gerçeğini göz önünde bulundurarak açtığımız internet sitesi ve oradan meçhul’ün eski sayılarının paylaşılacak olmasıdır. “Aylık Edebiyat Fanzini” mottomuzsa değişmiş ve “Aylık Fikir-Sanat Fanzini” halini almıştır. Bu sayının içeriğinde sizleri, Pınar Dönmez tarafından çok değerli şair ve çevirmenimiz Behçet Necatigil incelemesi, Mehmet Emin Katırcı’nın distopyalar incelemesi ve önemli bir sinema oyuncumuz ve yazarımız olan Ercan Kesal ile yaptığı güncel röportaj, Bedirhan Büyükduman’ın günümüz bireyi üzerine yazdığı denemesi, Feyza Yapıcı’nın yaşatan yalnızlığa övgüsü, Kemal Soydan’ın serbest şiir ve inceleme çevirisi ve bir de Çağdaş Arap Şiir Seçkisi beklemekte. Salih Aras’ın Birinci Çinko, Oğuz Ayaydın’ın Büyük Cevizin Dibi adlı öyküleri ve Murat Kılıçaslan’ın Eşik, Bedirhan Büyükduman’ın İnkâr şiirleri de sizler tarafından okunmayı beklemektedir. Sıhhat ile okuyasın Meçhul Okur…
Meçhul 2
meçhul
Pınar Dönmez
KAPALI KAYNAR TENCEREM BİLİNMEZ “Kapalı kaynar tencerem bilinmez Et mi pişer dert mi pişer.”
sesi de çıkar. Dizelerinin okuyucu önünde rahatça soyunmaması onu kapalı bulmamızla neticelenir belki, ama onu aynı yıllarda ürün vermiş ve durmadan fazla kapalı olmakla suçlanmış İkinci Yeni’nin çevresine de dâhil etmemize sebep olmaz. Hatta Necatigil onları konserve imgeler üreticisi olarak görmüştür. Necatigil’in İkinci Yeni kadrosu gibi adı çok anılan bir şair olmaması ve tanınma yolunun meraklı okuyucunun çabasında yatması da onun bireysellikten aynı anlama gelmeyen tekilliği sebebiyledir. Şiirlerindeki imgelerin gizliliği yine bir temanın koruması altındadır, kopuk ve dağınık değildir hiçbir zaman. Necatigil okura görevin çoğunu yükler. Onun Sahipsiz Gölge şiirindeki şu dizelerle çarpılmak için tanrıların lanetine uğrayıp yemiş dolu dallara uzanamayan Tantalos’un kederini tanımak gerekir:
Behçet Necatigil kendisi için olduğu kadar birçoğumuz için de ev’in şairi; pencerelerinde perdeler yaklaşıp bakmayanlar için sımsıkı kapalı, görme çabasında olanlar içinse ışık sızdıran, düzeni kendine ait sığınak ev’in. Onu edebiyat bahislerinde hep bu isimle anmış olmanın sebebi şiirleri arasında sokaktan uzak dizelerin çoğunlukta olması. Fakat bana kalırsa, Necatigil’in şairliği ve şahsı –o şair ben’iyle kendi ben’inini ayırmadan yaşamıştır- ev metaforuyla özetlenebilir. Bu onu diklenmenin, başkaldırmanın yeri olan sokaktan uzağa atar belki; ama Necatigil’in sessizliği odasında yankılanmakla kalmaz hiçbir zaman, çünkü sözcüklerini sıcaklığını rahatça hissedebileceğimiz kadar herkesin kılabilmiştir. Her ev kadar kendine mahrem ve küçük, aynı zamanda da herkesin payını aldığı bir şairdir o.
“Vurur yolda giderken. Ve durgun en şen sofralarda bile. Tantalos`un dalları gibi gece yarısı Çekilir geriye, uykular insafsız.”
“Sokağa çıkarken dikkat Sokaklarda esen rüzgar çünkü Rüzgarlarla eve dönmek saçma Ev dar çünkü”
Doğu ve Batı mitolojisinin Türk edebiyatındaki sayılı kaynak kitaplarından 100 Soruda Mitologya kitabının yazarı olan Necatigil, Türk şiirinde mitolojiyi en çok kullanan şairlerden biridir ve bence en yerinde kullananıdır. Mesela Panik şiirinde kırların ve tabiatın tanrısı sayılan Pan’ı şehrin göbeğindeki telaşla tanıştırıp onun tedirginliğini anlatırken aslında kendini gösterir. Her şeyin boşa harcandığını, ertelendiğini, demir ve betonların soğuk yığını arasında kaybolup gittiğini gören Pan’ın yok edilmiş tabiata sığınması mümkün değildir. Onun kişiliğinde konuşan Necatigil’in ise, odası vardır. Nizamını, sessizliğini, korunaklılığını, yalnızlığını ve sıcaklığını gördüğü, anne rahmine döner gibi sokaklardan hep geri döndüğü odası. Onun odasından gördüklerinin birazını görmek için Sevgilerde şiirine bakmak gerekir:
Ortaokul çağında tamamını el yazısıyla hazırlayıp dostlarına dağıttığı tam tekmil dergisi Küçük Muharrir, edebiyat öğretmeni şair Zeki Ömer Defne, annesini henüz iki yaşında bir çocukken kaybetmenin sıkıntısı, sırtına yapışan tüberkülozla anneanne evi - baba evi arasında geçen hastalıklı yıllar Necatigil’in şair hamuruna maya olmuş, onu nasıl bir adamsa öyle bir şair yapmıştır; odasına ve zihnine kendi dünyasını sığdıran bir şair. Anlatmaya yaslanarak yazdığı kitaplarına almadığı ilk dönem şiirlerini saymazsak, Necatigil kendini kolayca ele veren bir şair değildir. O, okuyucusundan bekler ve beklemekte de haklıdır. Şiirleri satır satır yarılırsa içinden doğunun ve batının mitolojisi de, halk edebiyatının naifliğiyle divan şiirinin 3
meçhul
“Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı.” Necatigil’in genç yaşta başlayan şairliği sesini deneyerek bulma üzerine kurulmuştur. İlk dönem şiirlerindeki orta halli insan havası, onu Garipçilere yaklaştırırken, yavaş yavaş kalemini kendine sivrilttiği Evler’le kapalılaşır, En/Cam’da ise yoğunlaşır ve Necatigil’in hep sayıkladığı donanımlı okurun karşısına çıkabilecek zırhı bulur. Şiirlerinde modern şiirde bulduğumuz her şey vardır: yalnızlık, ölüm, modernizmin kıstırdığı insan, hayat hızının getirdiği boşluk duygusu, bireyin iç bunalımları… Bunların yanı sıra Necatigil bize kendi deyimiyle sahnenin gerisini de aralar, parça parça birleşip büyük tragedyayı oluşturan küçük ölümleri gösterir, üstelik Garip’in tuttuğu yoldan farklı olarak dili ve biçimi iç dünyasına da yontarak yapar bunu. Disiplinine hayran kaldığı Divan şiirinin genişleyerek yayılan, kendini yetiştiren tutarlılığını şiirlerine işlemiş, sabit kalmayıp eskimez kabul ettiği gelenek ve modern şiirin temellerinden beslenerek büyümüştür. Çok bilinen Kitaplarda Ölmek şiirindeki gibi adının yanına bir parantez açıp doğum ve ölüm yıllarını vererek savuşturacağımız bir şair değildir o; şiirleri avucumuzda hala canlı kuşlar gibidir. “Benim tek düşüncem, büzüldüğüm köşemde Nasıl çekip gideceğim kalk git dediklerinde Çünkü çıkmak sıkışık sıralardan mesele Kalkacaklar yol vermeye, bakacaklar ardımdan Az mı söylendilerdi şuracığa ilişirken Zaten ben geldiğimde.”
4
meçhul
Bedirhan Büyükduman
KURTULUŞUN ALGORİTMASI
İ
“Bakın! Size son insanı gösteriyorum. ‘Aşk nedir? Yaratılış nedir? Hasret nedir? Yıldız nedir?’ – böyle soracaktır son insan ve kırpacaktır gözlerini.” F. W. Nietzsche – Böyle Buyurdu Zerdüşt sonuna kadar direnme ve çaba ile başkaldırmaysa uçsuz bucaksızca evet!
nsanın tekliği ve biricikliği kalabalıklar içerisinde her daim tehlikededir. Üzerinde yüzlerce göz gezer de durur ve tehdit eder onu. Ne kadar yalnız kalabilse de binler içinde, hatta milyonlar, yine de değildir. İnsan, salt yalnızlığa hasrettir ve onun özlemiyle yanıp tutuşur. Ve kimsesiz kalmalıdır ihtiyacını duyduğu anlarda. Bu kimi zaman tek bir odada, kimi zaman koca evlerde, caddelerde olmalı. Ama yine de kimsesiz kalmalı. Kimsesi olan insan öz benliğiyle hareket edemez ve dolaysıyla da özgürlüğü açık bir tehdit altında olur. Çünkü “cehennem, her zaman için, bizim etrafımızdaki insanlar”dır.
Kitlelerden kopmalı ve özlerimize dönmeliyiz. Günümüzde içinde bulunduğumuz kitleler bizlere faydası olmayan, aksine zihinlerimize ölümcül zehirler enjekte eden türdendir. Ve hayır, bunlardan kopmak bizleri pasifize etmeyecektir. Hayatlarımızda daha aktif bir rol almamıza sebep olacak ve insanı salt insani değerlere daha yakın ve düşkün hâle getirecektir. Ancak bu şekildedir ki, insan, yaşam denen döngü içerisinde kendisine bir yer bulabilecek, ona karşı bir duruş sergileyebilecek ve buradaki rolünü layıkıyla yerine getirebilecektir. Başkaldırının yolu, yalnızlıktan geçer.
Düşünüldüğünde bunun sonu boşluk, kalıpsızlık (ait olamama), uçsuz bucaksızlık ve pasifize olmak şeklinde algılanabilir. Fakat bu basit bir algı yanılmasıdır. Bu bir boşluk değil, aksine doluluktur. Hayatın temeli arayış ve çabaya dayanmaktadır. İnsan çabalamadığı ve bir şeyler aramadığı sürece ne anlam ifade eder kendi için? Bir hiç! Ve asıl boşluk da burada başlar işte, bahsettiğimizin tam zıttına. Bizim bahsettiğimizse tam anlamıyla bir doluluk…
Yaşama karşı bir duruşsa mutluluk veya mutsuzlukla sağlanamaz. Bir insan ebediyen bir duyguya bağlı kalamaz. Ebedi mutluluk veya ebedi mutsuzluk gibi bayağı söylemler söz konusu dahi olamaz. Bu bayağılıklara inanmak tek bir şeyin göstergesidir: Çobanlarımız bizi çok iyi gütmüş. Ebedi mutluluk veya mutsuzluk durumları sadece basit birer yanılgıdırlar. İnsanlar sürekli mutlu veya mutsuz olduklarını/olmaları gerektiğini düşünür, buna inanırlar. Hâlbuki hayata karşı sergilediğimiz tek bir duygu durumu vardır: Nötr olmak. Bunun dışında düşünenlerse beyinleri uyuşturulmuş, “gel” dendiğinde giden; “otur” dendiğinde oturan mekanik varlıklara dönüşmüş bireylerdir. Mekanik varlıklarda beyne ihtiyaç yoktur. Çünkü yerlerine düşünen otoriter beyin tarafından verilen komutları harfiyen yerine getirirler.
İnsan kendini bir yere ait hissetmek zorunda mıdır? Dört duvarlar arasına, bilmem kaç katlı binaların yüksek katlarına kendisini hapsetmesi zaruri midir? Bütün yeryüzü, uzay ve zaman ona ait değil midir? O ki, bir noktayken niçin belirli bir cümleyi sonlandırsın, tüm cümleler dururken? Tekrara dayalı bir yaşantı nereye vardırabilir insanı ve onu ne kadar tatmin edebilir? Ve hem evet, hem hayır. Bunun sonu uçsuz bucaksızlık olduğu kadar, değildir de. Bahsi geçen uçsuz bucaksızlık kaybolma, yitme ise hayır; fakat
5
meçhul
Varoluş kaynaklı konular ve çoğunlukla sıkıntılar irdelemez onları, çünkü bihaberdirler bunlardan. Sebebiyse, yaşadıkları hayatlardan başka bir şey bilmiyor olmalarıdır. Yaşadıkları yaşam sürekli çeşitli güçler tarafından önlerine servis edilip durur ve bu artık normal gibi gelir onlara, bizimkiyse fark ettikleri takdirde tabii ki - anormal.
“ölüm” ve “kahve içmek” normal, olabilir ve hatta birbirlerine denk eylemlerdir. “Kendimi öldürsem mi, yoksa bir fincan kahve mi içsem,” cümlesi her şeyi açıklayan niteliktedir. Fakat bizlere, bu zamana dek çok uç şeyler gibi lanse edilmiş ve beyinlerimize öylece işlenmiştirler. Kahrolsun kültürel kodlar!
İnsan denen yüce varlık, tüm bunlardan kurtulmalı ve kendi öz ben’ine göre hareket etmeyi en elzem görev olarak saymalıdır. Bunun yolu da “çabalamak” ve “arayış içinde olmak” gibi iki eylemden geçmektedir.
Baktığımız zaman meselemiz gayet açık ve basittir. Bizim işimiz Tanrı veya herhangi bir spritüal varlıkla/durumla değil, tüm bunlardan öte ve ayrı bir şeyle; hayatın ve varoluşun ta kendisiyledir.
Rasyonel akıl, bu yolda insanın tek feneridir. Duygularsa aldatıcı, gözlere ve mantığa set çeken olgulardır. “Mutluluk” ve “mutsuzluk” veya 6
Fotoğraf: Alexey Titerenko- Wet Asphalt
meçhul
Kemal Soydan
SHELLY’İN ŞİİRİ VE OKUMA I met a traveler from an antique land Who said:Two vast and trunkless legs of stone Stand in the desert.Near them,on the sand Half sunk,a shattered visage lies,whose frown And wrinkled lip,and sneer of cold command, Tell that its sculptor well those passions read Which yet survive (stamped on these lifeless things) , The hand that mocked them and the heart that fed; And on the pedestal these words appear: My name is Ozymandias,king of kings; Look on my works,ye Mighty,and despair! Nothing beside remains.Round the decay, Of that colossal wreck,boundless and bare The lone and level sands stretch far away. (Ozymandias – Percy Bysshe Shelley) Eski diyarlardan bir seyyaha rastladım Anlattı: “İki büyük ve gövdesiz taştan bacak Çölde dikilmiş...yanlarında, üstünde kumun Yarıya batmış, parçalanmış bir çehre Hiddetli ve çatılmış dudakların, alaycılığın acımasız Anlattığı iyi okuduğunu, bu tutkuları ustasının Ki henüz göçmemiş daha, üstünde bu cansız şeylerin Onlara gülen el ve güç veren kalp Ve alnında kaidenin, şu kelimeler belirdi: Benim adım Ozymandias, kralların kıralı, Bakın Eserlerime, siz Kudretliler ve kapılın umutsuzluğa! Geriye hiçbir şey kalmaz. Çürümesinin ardından O dev harabeliğin, sonsuz ve çıplak Yalnız ve dümdüz kumlar yayılır uzaklara.”
7
meçhul
Shelley’ in şiirinin 9. dizesindeki “appear” kelimesini (ve alnında kaidenin, şu kelimeler belirdi) nasıl okumalıyız örneğin? Bu kelimeleri ortaya çıkaran nedir? “Appear” kelimesi, okumaya dair bütün geleneksel peşin hükümlere karşı bir meydan okuma olarak gösterilebilir. Bizi, özellikle, bir tarafta sadece görünen, orada yalnızca bir abide gibi duran, okunan, her yerinden beliren bir metin ve diğer tarafta “görüntü” manasında ortaya çıkan, “hayalet” mahiyetinde, okumayla oluşturulan diğer bir metin arasındaki ilişkiyi yeniden düşünmeye zorlar. Metin orada mı yahut onu biz mi ortaya çıkarıyor, hayal ediyoruz? Jacques Derrida okumanın çılgın veya halüsinasyonlarla dolu olabilecek halini önermek için okumanın çılgınlığından (delireium) - Fransızca lire (okumak) ile deliriumu (çılgınlık, sayıklama, bilincin kaybolması) bir araya getiren bir kelime oyunu ya da “birleşik kelime” – bahsetti (Derrida 1979, 94, Blanchot’dan alıntı). Heykeltıraşın kralın tutkularını nasıl “iyi”, eksiksiz yahut aslına sadık kalarak okuduğunu asla bilemeyeceğimiz gibi, okumanın ve çılgınlığın dinamiklerinden de asla kaçamayız. Özetle, okumaya asla ara veremeyiz, çünkü son tahlilde şiirde “ortaya çıkanların” bizim okuduklarımız mı yoksa bize okunanlar mı olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Bu, öyleyse pes etmemiz veya umutsuzluğa kapılmamız, ilgisiz kalmamız gerektiğini tavsiye etmek anlamına gelmez. Çizgileri belli hayatlarımız ve kimlikleriz kapana sıkışmış durumda. İddia ettiğimiz gibi, “Ozymandias” diğer her şeyle ilgili olduğu kadar okurlar ve okumayla da bir hayli ilgiliyse, okuma ve okunma arasındaki ilişkinin tuhaf bir şekilde sarmal olduğunu görmemiz gerekir: Sadece biz şiiri okumayız, şiir de bizi okur. Ozymandias’ın kendisi gibi parçalanmış, sessiz ve ölümlüyüz: “Tutkularımız” okunur ve belki de şiirin kendi biçimi üzre heykeltıraş tarafından alaya alınır. Buna rağmen, şiiri okurken, Kral’ın kelimelerindeki, sessiz ya da değil, karından gelen* o hitaptan kendimizi koruyamayız.
My name is Ozymandias, King of Kings, Look on my Works, ye Mighty, and despair (Benim adım Ozymandias, Kralların Kralı, Bakın Eserlerime, siz Kudretliler ve kapılın umutsuzluğa) Nasıl okursunuz onu? Sizin, adınızın başına ne gelir? * Ventriloquistic: Ventriloquism’ in sıfat hali. Ventriloquism sesi değiştirme yoluyla başka bir kaynağa isnat etmeye dayalı bir sahne sanatıdır. Özellikle kuklacılıkta kullanılan bir teknikti. (ç.n.) KAYNAK An Introduction to Literature, Critic, Third edition , ANDREW BENNETT AND NICHOLAS ROYLE, 2004, Edinburgh Gate
8
meçhul
Salih Aras
BİRİNCİ ÇİNKO
Ş
en kahkahalar kopuyordu oturma odasında. Masanın etrafında birkaç kadın kaderin çizgilerinden habersiz tombala
çekiyordu. Bunu gören annesi “Dokunma ona!” diye bağırarak masadan fırladı. Oğlunu belinden tutup çekiştirmeye başladı. Meriç’in kutuyu bırakmaya hiç niyeti yoktu. Sultan avazı çıktığı kadar bağırıyor kutuyu bırakmasını söylüyordu. Meriç ise bu gürültüye belli belirsiz bir ses tonuyla, “Neden?” diye karşılık veriyordu. Meriç’in sabrı tükenmişti artık var gücüyle annesini iterek kapının kenarına fırlatmıştı. Sultanın başını yere vurmasıyla masadakilerin haykırmaları bir oldu. Korkulu gözlerle Meriç’e baka baka Sultan’ın yanına gittiler.
oynuyorlardı. “Kaç?” Diye sordu Hanife, yanındaki arkadaşı Sultan’a bakarak. “28” “Evet anne 28!” dedi, gerine gerine aynadaki heybetini seyreden genç asker, “Bugün babamın vefatının 28. yıl dönümü.” Masadaki ihtiyar kadınlar başlarını önlerine eğmiş her şeyden habersiz bu genç adamın anlattıklarını dinliyorlardı. Genç asker ise gözlerini bir saniye olsun aynadan ayırmıyor, farkında olmadan 28 yıldır kendisinden gizlenen gerçekliğe doğru yürüyordu.
Meriç annesine baktı. Görünürde bir şeyi yoktu. Tekrar önüne dönüp bir çırpıda kutuyu çıkardı. Eski bir kutuydu çok da geniş değil ufak dikdörtgen bir kutu. Kilidini açmaya uğraştı bir süre. Olmayınca bütün hırsıyla yere vurdu kutuyu. Sese dönen ihtiyarlar şimdi de yere saçılan zarflara bir anlam vermeye çalışıyorlardı. Sultan’ın gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Yanındaki ihtiyarları iterek Meriç’in üzerine koştu. Tek isteği Meriç’in zarfları ele geçirmemesiydi. Artık annesiyle uğraşmak istemeyen Meriç rastgele yerden bir iki zarf alıp hızla dışarı çıktı. Annesinin hala arkasından geldiğini görünce ilk gelen minibüse atladı. Kadın gözü yaşlı kaldırıma çökmüş oturuyor, Meriç ise çıkmaz sokaklara yolculuk yapıyordu. Minibüse biner binmez ilk gördüğü boş koltuğa oturdu. Cebinden bir miktar para çıkarıp şoföre uzattı. Hemen zarflardan birisini yırtıp içinden çıkan mektubu okumaya başladı:
“Kim bilir belki de…” Biraz duraksadı. Boğazındaki düğümü yutarak devam etti sözlerine: “Belki de şu oturduğun sandalyeye çıkarak astı kendisini. 28 yıl sonrasını görmüş olacak ki gözünü bile kırpmadan vurdu tekmeyi sandalyeye.” Bunca yıllık komşularının bu olanlara şahit olmasını istemeyen Sultan: “Bunları konuşmanın sırası değil Meriç!” diyerek sözünü kesti. Annesinin bu rahat tavırlarına iyice sinirlenen Meriç karşısında duran altın yaldız işlemeli aynayı sesine paralel bir şekilde havaya kaldırdı: “Şu aptal sayılarla oynamanın ne kadar sırasıysa bunları konuşmanın da o kadar sırası!” Yine sesiyle orantılı bir şekilde yere vurdu aynayı. Parçalanan aynanın sesiyle irkilen ihtiyarlar Meriç’in bu tavırlarından korkmaya başlamışlardı. Fakat az sonra masadaki korkulu bakışlar yerini şaşkınlığa bıraktı. Aynanın bulunduğu yerde dikdörtgen bir boşluk ve o boşluğa yerleştirilmiş aynı ebatlarda bir kutu vardı. Meriç kutunun çevresinde bulunan küçük boşluklara tırnaklarını sokmuş büyük bir merakla kutuyu kendine doğru
“Sultan’ım benim. Ati’yi kafana takma sen. Küçükken de ensesine vurur lokmasını ağzından alırdım. Sessizce bitiririm ben onun işini. Meryem konusuna gelince de söz veriyorum şu Ati’yi halledeyim direk boşayıp seni alacağım. Bunları düşünüp de sıkma canını hayatım. Sen sadece karnındaki çocuğumuza iyi bak. İnan bana sevgilim 65 bize şans getirecek…” 9
meçhul
Meriç’in aklından geçenler gözlerinden akıyordu. Başını pencereye yasladı, yanından hızlıca geçen ağaçlara ve kaldırım taşlarına dalıp gitti. Zihni bozuk bir kaset gibi hep aynı cümleyi tekrarlıyordu: “Ati’yi kafana takma sen.” Büyük amcası Ali Rıza hariç herkes babasına Atalay diye hitap ederdi. Fakat sadece buna bakarak amcasını suçlayamazdı. Ama Meryem! Evet, işte Meryem de yengesinin adıydı. İşin en kötüsü de Meriç 1965 doğumluydu ve evin tek çocuğuydu! “Madem öyle babam intihar etmedi. Babamı amcam öldürdü” diye söylendi içinden. Daha sonra zihni yavaş ve acı bir şekilde cümleyi yeniden kurdu: “ Madem öyle annemin kocası intihar etmedi. Annemin kocasını babam öldürdü!” Derken bir el dürttü omzunu.
bilinmezlerden habersiz bu basit aletlerde umarsızca güzelliklerini seyrediyorlardı. Meriç’in ağzının kıpırdayışını sezen amcası: “Bir şey mi dedin oğlum.” dedi. “Oğlum” kelimesi zihninde yankı yapınca kanlanmış gözlerini amcasına dikti. “Aynalar diyorum. İnsanlar nadirde olsa aynalarda gerçekleri görebilirlermiş.” Ali Rıza tepesindeki aynaya baktı. Meriç’in her şeyi öğrenmiş olduğunu düşündü ama yine de kendini ele vermek istemiyordu. “Nereden çıkartıyorsun bunları aslanım.” dedi. Meriç’in bu sahte diyaloğa sabrı kalmamıştı cebindeki mektupları masaya fırlattı. “İşte buradan!” dedi. Amcası büyük bir korkuyla Meriç’e baktı. Meriç ise silahını çekmiş amcasına doğrultmuştu. Hiç fırsat vermeden İki el ateş etti. Amcası bulunduğu koltukta öylece kalmıştı. Birkaç saniye amcasının ölüsüne bakakaldı. Sonra dışarı attı kendisini. Artık katildi. Eve dönmek için minibüs veya otobüs beklemesine gerek yoktu. Herhangi bir taksiyi durdurdu silahı şoförün alnına dayadı. “Sür” dedi. Eve döndüğünde ihtiyarları göremedi annesi ise cam kırıklarının başında oturmuş ağlıyordu. Yüzü perişan haldeydi. Elinde silahla Meriç’in üzerine geldiğini görünce toparlandı. “Beni geçmişimle yargılama oğul!” dedi. O arada polisin siren sesi duyuldu. Pencereden içeri giren mavi kırmızı ışıklara baktı Meriç: “Ne seni geçmişinle yargılayacağım ne de kendi geleceğimin soğuk mahkeme odalarında yargılanmasına müsaade edeceğim,” dedi ve kendisini vurdu. Sultan ise kafasını yere vurduğu zaman beyin kanaması geçirmiş olacak ki daha fazla dayanamadı ve oracıkta can verdi. Polis az sonra içeri girdiğinde duvardaki dikdörtgen boşluğa bakacaktı; ölülere, cam parçalarına, masadaki sayılara… Ve bu çok ölümlü denklemi ancak aynaların ötesine geçebildiği zaman çözecekti.
-Hemşerim son durak! Yaşlı gözlerle minibüsün içine şöyle bir göz attı kimse kalmamıştı. Bakışlarını kendisine çevirdiğinde üzerinde asker kıyafeti olduğunu fark etti. Dik durması gerekiyordu. Hemen gözyaşlarını sildi. Bir şey demeden kapıya doğru yöneldi ki şoför kolundan tuttu. -Bir şeyin mi var komutan? -Bir şeyim yok. Hem de hiçbir şeyim! Minibüsten indiğinde İskenderun’da olduğunu fark etti. Amcasının halı yıkama dükkânının da burada olduğunu hatırlayınca acı bir gülümseme kapladı yüzünü. Eliyle belindeki silahı yokladı. Dükkânın yolunu tuttu. Ne fark edecekti ki, gidip amcasına olanı biteni mi anlatacaktı ya da bu mektuplarla hesap mı soracaktı? Bu boş düşüncelerle daldı içeriye. “Vay askerim gelmiş.” dedi amcası ufak bir tebessümle. Meriç ise hiçbir şey demiyor, masanın arkasında bulunan altın yaldız işlemeli aynaya bakıyordu. Her şey besbelli ortadaydı işte. Demek insanlar yıllardır aynaların arkasındaki 10
ÇAĞDAŞ ARAP “sana görklü bir divandan parçalar okumuştum Nedjma…” Kateb Yasin Latin Amerika ile başladık. “Çevre”den devam ediyoruz. Seçtiğimiz iki coğrafyada da, çok genel bir kanıyla destani mücadele terimini kucaklayan bir şiirin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Seçtiğimiz alıntıları, içeriği büyük oranda aynı olan İlhan Berk’in “Milliyet Dünya Şiiri Antolojisi” ve Özdemir İnce ile Ataol Behramoğlu’nun hazırladığı “Dünya Şiiri Antolojisi” gibi iki büyük havuzdan kopardık. Bu seçkilerin iddiası çok az da olsa bir fikir vermek olabilir. Bu vesileyle bu coğrafyaların şiirine bir kapı aralayan Özdemir İnce, Nuri Pakdil gibi isimlere de teşekkürü borç biliyoruz. “Her zaman bezginliğin sonunda Yolunu şaşıran metroların ağzında Bir uyurgezer andını bozan gibi Sıkılı yumruk” çev. Kaya Öztaş Henri Krea (d. 1925, Cezayir)
“Etimde ruhumda çelikleşen ilkeyi Sürgünle yadsıyorum sanma güvercin Sürgün Cezaevi Nedir ölüm sevi için Onu geri veren bir ülkede” çev. Nuri Pakdil Allal El Fassi (d. 1910, Fas)
“Ağla! diyebilmek için alacakaranlıkta Ben değildim ilk getiren dikenli tacı.” çev. Eray Canberk Mahmud Derviş (d. 1941, Filistin)
“Gene geleceğiz gölgeleri arasında özlemin, yadırgamanın mezarlarında bizim de yerimiz var.” çev. A. Kadir-S. Salom Abu Salma (d.1906, Filistin) “uzaktaydık uzaktaydık kuşatılmış arenadan ve adımlarımızın arkasında güneşlerin kuyruk izleri ve özgürlük sürgünleri antlaşma ağacının dallarında” çev. Özdemir İnce Abdüllatif Laâbi (d. 1942)
“o belli etmeden söylediğimiz vahşi şarkılarda kesiniz göbek bağını atamızdan fışkırsın sel sularının kaynakları ve değişmeyen tasanlar gelsin bize varoluş” çev. Nuri Pakdil Ben Salem Himmiş (d. 1947) 11
ŞİİR SEÇKİSİ
“Tiren getirecek bizim için Armağanlar kar ve çiçek ülkesinden Ama tren Geçti gitti, ben uyurken, sevgilim Tiren...” çev. Melih Cevdet Anday Abdülvahap El-Beyati (d. 1926, Irak)
“Yoktur unutulma olanağı büyüdüğümüzün Büyüdü içimizde yaşam ki gururu kırık sunulur Ustayız oluşturmakta yurtsamayı ki hüzün Nasıl unutulur” çev. Nuri Pakdil Beşara El-Huri (d. 1890, Lübnan)
“Bırak beni Kış uykusunda Konuşmaya gelişi esrik güzel bir ölü gibi Geçmiş düşümün çocukluğunda kalayım bırak beni Bırak sürmeli kapının arkasında” çev. Nuri Pakdil Haşan Abdullah El-Kureyşi (d. 1926, Suudi Arabistan)
“Uçsuz bucaksız bir mezarlıktın Fatihlerin atlarının çiğnediği, Bir ettin çürümüş Tükürdüğü yüzyılların.” çev. Özdemir İnce Muhammed El Feyturi (d. 1931, Sudan)
“Kavalımı alsam Çünkü Said’deki köyümde benim Ne karanlık vardır, ne korku, Ne de gün ışığındı kesen yüksek duvarlar.” Çev. Özdemir İnce Jili Abdurrahman (d. 1931) “Güneş sınır mınır tanımaz, güneş aşar sınırları. Ateş açmaz bir tek nöbetçi.” çev. A. Kadir-S. Salom Salim Jabren (d. 1938)
“bugünün suskunluğuna boyun eğmiş kolejlerin kürsülerin kanın örten nazik güzellikleri var iktidarlarının toprağın üzerinde dağıldığı zamana doğru dönüyorlar” çev. Nuri Pakdil Salim El-Zurkali (d. 1903)
“Anımsamak toprağı biraz anlamak demektir Anımsamak kirli topraklan Sürgün kollan ortağı Çaprazlaştırılmış göğüsleri” çev. Nuri Pakdil Muhammed Maghut (d. 1930) 12
Hazırlayan: Kemal Soydan
meçhul
Mehmet Emin Katırcı
ERCAN KESAL’LA SANAT KONUŞMALARI
E
rcan Kesal, bir doktor, sinema oyuncusu, yazar ve baştanbaşa tevazu. 1959 yılında perili kent Nevşehir’de dünyaya gelen Kesal, Anadolu’nun birçok şehrinde hastalara şifa olduktan sonra 2002 yılında Nuri Bilge Ceylan tarafından yönetilen Uzak filmiyle sinema dünyasına giriş yaptı. Daha sonra 2008’de Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödüllü Üç Maymun filminde yer alan Kesal, sinema serüvenine 2009’da Vavien, 2011’de bir başka ödüllü film Bir Zamanlar Anadolu’da, 2012’de Küf, 2013’de İstanbul Film Festivali’ni sarsan Sen Aydınlatırsın Geceyi ve Hükümet Kadın serisiyle devam etti. Daha birçok filmde seyrettiğimiz Ercan Kesal asıl dönüm noktasını Yozgaz Blues filmiyle yaşadı. Yozgat Blues filminde gösterdiği üstün oyunculuk performansıyla 20. Altın Koza Film Festivali’nde En İyi Erkek Oyuncu ödülünü alan Kesal, bu ödülle tam anlamıyla sinema dünyasının gündemine oturdu. 2002’den bu yana ulusal ve uluslararası boyutta sayısız başarıya imza atan ve çeşitli ödüllere layık görülen Ercan Kesal, kendisiyle yaptığımız söyleşide sorularımıza içtenlikle cevap verdi. O halde başlayalım…
adına benimle ilişkiye geçtiğinizdeki duygum ve niyetim aynıdır. Ünlü müyüm, bilmiyorum. Ama birilerine göre tanınırlığım daha fazla olabilir. Yüzüm birçok insan için daha aşina artık. Bu, tercih ettiğim ve hiç önemsediğim bir şey değil, emin olun... Mutluluk, sürekli ve düz bir çizgi gibi tarif edilemeyen, göreceli bir kavramdır. Kendime olan saygımı ve kendimden memnun olma halini daha çok önemserim. Bunlar varsa mutluyum diyebilirim. M: Filmlerinizde hep acıları, Anadolu’nun çeşitli yerlerindeki dramları ele aldınız. Sen Aydınlatırsın Geceyi filminde kan ağlıyordunuz ve bu filmin en vurucu sahneleri arasındaydı. Kan ağlayan adam olmak ne kadar korkutucu? Ağlamak sizin için ne ifade ediyor, gerçek hayatta da ağlar mısınız? E: Oyuncu olarak yer aldığım filmlerdeki dramı kastediyorsanız (Küf, Yozgat Blues, Ben O değilim, Sen Aydınlatırsın Geceyi vs.) o daha çok senaristlerinin ya da yönetmenlerinin tercihi olarak ele alınabilir. Ama kendi yazdığım senaryo ya da hikâyelerde, haklısınız çoğunlukla Anadolu vardır, oraya ait dramlar vardır. Sen Aydınlatırsın Geceyi filmindeki doktorun kan ağlaması bir metafor. Metaforlar, (Tarkovski’den de ödünç alırsak) kendi üstlerine dönen oluşumlardır, bir kendiliktir. Onu betimlemeye çalışırsanız, hemen parçalarına ayrılır. Zaten hayatımızın tamamı metaforlar üzerine inşa edilir. Kan ağlayan adam da böyle bir metafor işte.
Mehmet Emin Katırcı: Birçok gazete, dergi ve internet üzerinden yayın yapan mecraya röportaj verdiniz. Başlangıçta bunlardan biraz daha farklı olarak size “Bu kadar ünlü olmasaydınız tahminen hayatınız nasıl şekillenecekti, bundan önce de mutlu muydunuz?” sorusunu sormak istiyorum. Ercan Kesal: Gazete, dergi ve internet üzerinden yayın yapan bir çok mecraya röportaj verme konusundaki cömert tavrımın nedeni, adı ya da bilinirliği ne olursa olsun, ‘’söyleyecek sözüm varsa onu sakınmanın ne kadar manasız’’ olduğuna dair inancımdır. Çok satan ve çok yaygın olan bir gazetenin röportaj teklifindeki duygumla, daha önce hiç duymadığım, bilmediğim bir öğrenci çalışması olan ‘’Meçhul’’
Ağlamak benim için ne ifade ediyor? Gülmek, üzülmek ya da şaşırmak ne ifade ediyorsa o kadar. Tabii ki ağlarım...
13
meçhul
M: Anadolu coğrafyası size ne ifade ediyor, Anadolu hayatınızın ve sanatınızın neresinde?
M: Yazmayı ne boyutta seviyorsunuz ve en çok neyi yazarken büyük bir haz duyuyorsunuz?
E: Anadolu coğrafyası bence dünyanın en özgün en kıymetli coğrafyası. Bu yüzden kendimi çok şanslı hissederim. Anadolu, tüm hayatımın ve yaptığım, ettiğim şeylerin orta yerinde durur. Bir yandan onlara sebep olan, öte yandan onları besleyen, büyüten, ama aynı zamanda koruyan da bir coğrafyadır. M: İlk üç sorumuz hep hüzünlere ve acılı bir coğrafyaya dairdi. Şimdi biraz daha ümitli bir sorum olacak. Sizin ütopyanız nedir, geleceğe dair en büyük hayaliniz, umudunuz?
E: “Yazmasam çıldırırım’’ diyenlerden değilim. Ama yazıp bitirdikten sonra kendimi çok iyi hissediyorum. Sadece mutlu olmak, rahatlamak ya da kendini gerçekleştirmek gibi kelimelerle açıklanamayan bir duygu bu.
E: Bu sorunun daha ümitli olduğuna emin misin? Yaşlılığın insan fizyolojisi üzerindeki etkilerinin bir benzerini insanın ruhunda da izleyebilirsiniz. Yaşlandıkça ütopyalar seçilmez olur, hayaller katılaşır, umutlar azalır...
M: Edebiyatımızı dünya edebiyatı içinde ne denli büyük ve önemli görüyorsunuz?
M: Sizin için yazmak eğlenceli mi yoksa ıstırap verici bir süreç mi? E: Yorucu, uykusuz, zorlayıcı ve zahmetli bir süreç... Bitmeye yakın eğlenceli oluyor ama.
E: Edebiyatımız, kendi büyük okyanusundan hala kaşıkla su almaya çalışıyor gibi geliyor bana. Dünya edebiyatı kuşkusuz çok daha derinlikli ve yetkin bir yerde duruyor.
M: Sizi sinema dışında pek fazla yerde göremiyoruz. Nadiren bazı televizyon dizilerine konuk oluyorsunuz. Dizilere karşı tutumunuz nedir, sizi televizyonda konuk olmanız dışında görebilecek miyiz?
Kısa Soru Cevaplar: M: En sevdiğiniz yerli yazar? E: Yenilerin hilafsız hepsini de çok seviyor ve merak ediyorum. Hepsini de sıkı takip ediyor ve okuyorum. Eskilerden ise en çok Refik Halit Karay’ı, Sabahattin Ali’yi ve Sait Faik’i severim. M: En sevdiğiniz yerli şair? E: Edip Cansever, Turgut Uyar ve Ergin Günçe’nin yeri ayrıdır. M: En sevdiğiniz yabancı yazar? E: Çehov, Dostoyevski, Marquez... M: En sevdiğiniz yabancı şair? E: Lermontov, Rilke, Furuğ... M: Herkes bu kitabı okumalı dediğiniz kitap? E: Dostoyevski ‘’Ecinniler’’ M: Ve son olarak “Peri Gazozu” kitabınıza istinaden sormak istiyorum, sizce de devlet çocuklara bedava gazoz dağıtmalı mı? E: Devlet egemen sınıfların baskı aracıdır, o kadar. Devletin içinde olduğu hiç bir işten hayır beklenmez, biz gazozumuzu kendimiz yapar, içeriz.
E: Sinemanın eğlence sanatı olduğuna inanmıyorum. Bu yüzden televizyon dünyasından uzak duruyorum. Ama ilerde ulaşılabilirlik ve yaygınlık açısından sinema sanatının televizyonla ya da sanal dünyayla daha özel bir ilişki kuracağını da tahmin edebiliyorum. O günlere yetişirsem belki daha sık görebilirsiniz beni. M: Sinemadan ve televizyonun dışına çıkıp edebiyata geçersek “Edebiyatta aradığınız nedir?” sorusuna yanıtınız ne olur? E: “Bütün sanatlar en büyük sanat olan yaşama sanatına katkıda bulunmak için vardırlar’’ demiş Marks. Aynen katılıyorum. Sinema, edebiyat ya da yaratıcı sanat dallarından herhangi biri, hangisinde yer alırsam alayım aslolan hayattır. Bu yüzden aradığım en önemli şey “samimiyet”dir. Sahicilik ve dürüstlük zaten hayatın aynası değil midir? 14
meçhul
Murat Kılıçaslan
EŞİK Yittiğimiz bir nokta var. Çakamadığımız bir kibrit. Her köşe başında ellerimizin bırakılışı; Hiç büyümeyen, yedi yaşında. Fıldır fıldır gözlerimiz, arayan. Ufak pabuçlarımız, jilet gibi. Hiç tepmemiş biçtiğimiz şu hayatın yollarını. Şu ellerimiz, hiç tutulmamış gibi pak, Aldatılmamış gibi masum ve beyaz ve yedi yaşında. Yittiğimiz bir nokta var. Bir ağacın kovuğunda sıkıştırılmışız. Çakamadığımız kibritlerin bini bir para. Hiç büyümeyen gözlerimiz, fakir bir seyyah. Yedi yaşında değiliz ve pabuçlarımıza jilet atılmış. Her köşe başında bilmem kaç kere ellerimiz bırakılmış. Ve siyahın kaç tonuna boyanmışız? Yittiğimiz bir nokta var. Kovalamaktan bıktığımız şu saatlerin dilimleri. Masa başlarında biriken her mektup, bir yaş göstergesi. Geçen vakte yıpranmış dedik ve yıprandık. Bırakılan her köşe başında yıllandık. Yittiğimiz bir nokta var. Her yittiğimiz noktadan sonra, hüznümüz başlar. Aldandığımız şu son kavisine kadar zamanın, Sevemediğimiz bir çentiği var, hayatımıza atılan. Yittiğimiz bir nokta var, orası aşikâr. Kaybettiğimiz, attığımız her adımda. Yittikçe tükenemediğimiz bir nokta var. Bir nokta var, orası aşikâr.
15
Mehmet Emin Katırcı
meçhul
TANRI’DAN UZAK DÜNYALAR: DİSTOPYALAR
H
iç uzatmadan konuya giriyorum, zira iki sayfa bu konu için çok yetersiz o yüzden uzun ve havali girişleri bir yana bıraktım. Başlıyoruz!
dönersek, karşımıza şiirselliğiyle göz dolduran bir film çıkmaktadır. Meleklerin dünyayı siyah-beyaz görmesine rağmen insanların renkli görmesi de melekler için bir distopya örneği olarak gösterilebilir. Ama burada asıl aklımıza gelmesi gereken şey tadını kaybeden insanın, renklerin aslında ne kadar muazzam olduğunu unutmasıdır.
Berlin Üzerinde Gökyüzü: Film başlar, siyah beyaz ekranda iki melek görünmektedir. Melekler derin bir keder içerisinde Berlin semalarından insanları seyretmektedirler. O insanların aklından geçenleri duyabilen bu melekler onları sadece seyretmektedirler. İşte işin distopik tarafı tam da burada başlar. Melekler artık insanlara müdahale edememektedirler, onları koruyup kollama görevi ortadan kalkmıştır. Arabayla kaza yapanlar, intihar edenler, isyana sürüklenenler ve bunları sadece izlemekle yetinen melekler. Filmin konusu baştan sona bu vasıfsız melekler olmasına rağmen Tanrıya veya daha doğrusu dine dair tek emare bir Türk ailenin arabasından yükselen Kur’an sesidir. Bunun dışında din konusunda herhangi bir ize rastlamadığımız filmin bir diğer ilginç tarafı meleklerin erkek olarak ele alınmasıdır. Film içerisinde gördüğümüz yüzlerce melek arasında bir tane dahi dişi meleğe rastlanmamaktadır. Bu ayrıntı Hıristiyan inancındaki melek olgusuyla tam anlamıyla ters düşmektedir. Çünkü Hıristiyan inancında melekler “Tanrının Kızları” olarak geçmekte ve bu şekilde inanılmaktadır. Filmin bu özelliği Hıristiyanlıkla ters düşmesinin yanında İslamiyet’le de büyük bir tezat oluşturmaktadır. Zira Kur’an meleklere bir cinsiyet yüklenmesini kesin bir dille reddetmektedir. Bu noktada değinmeden edemeyeceğim bir diğer mesele de dört büyük melek olarak kabul edilen “Azrail, Cebrail, İsrafil ve Mikail”in erkek oldukları konusundaki algıdır. Burada kastettiğimiz şey kültürümüzde onların erkek olduklarının iddia edilmesi değil, erkeksi vasıflarla anlatılmalarıdır. Böyle bir algının olması ve Kur’an’da meleklere cinsiyet yüklenmenin kesin bir şekilde yasaklanmasına rağmen ülkemizde birçok kız çocuğunun adının “Melek” olması ve melek adında erkeğe rastlanmaması da aynı şekilde düşündürücü bir durumdur. Tekrar konumuza
V For Vendetta: Çok değerli bir arkadaşımın bana hediye ettiği ve bu sayede tabularımı bir yana bırakarak seyrettiğim V For Vendetta tam anlamıyla destansıydı. Tüylerimi diken diken eden nadir filmler arasında yerini alan V’ye karşı olan önyargım, filmin ana karakteri tarafından takılan maskenin toplumumuz içerisinde fazlasıyla bayağılaştırılmasıyla ilgiliydi. Haksızlık edip izlememe gafleti gösterdiğim V’de, din olgusu yaratılan yeni dünyayla birlikte yıkılmış ve yerine dinin yer almadığı, tanrının yöneticilerden ibaret olduğu bir sistem oluşturulmuştu. Filmin sonlarına doğru “Gordon” isimli televizyon sunucusunun şarap mahzeninde karşılaştığımız 14. Yy.’a ait Kur’an ve İncil filme dair tek dini değinmeceler olarak karşımıza çıkmakta. Bunun haricinde herhangi bir dini motife değinmeyen film işleniş tarzı, şiirselliği ve destansılığıyla izlediğim en iyi distopik film olarak zihnimdeki yerini aldı. Uyandığında: İşte size Hillary Jordan’dan kâbus dolu bir kitap. Bir gün bembeyaz bir odada uyanıyorsunuz ve kırmızısınız. Çünkü artık hapis cezaları yok, onun yerini işlediğiniz suça göre bedeninize enjekte edilen ve derinizin renginin değişmesine neden olan kimyasallarla adeta damgalanıp sokağa salınmaktasınız. Tam anlamıyla Katolik öğretisinin tüm etkilerini göreceğiniz ve papazların ana karakterleri oluşturduğu bu kitapta toplum tarafından ayıplanmanın nasıl bir şey olduğunu iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Tanrının unutulup insanların kendilerini tanrılaştırdıkları bu kitapta aşkı, erotizmi, günahı ve lezbiyenliği sıkça görebilirsiniz ve reddedilmiş bir tanrıyı. 16
meçhul
Cesur Yeni Dünya: Öyle bir dünya ki üretim bandının yaratıcı ve makineleşmenin en büyük simgesi Henry Ford bir tanrı. Fordumuz söylemi ve ona yapılan elektronik, mekanik temelli tapınma. Kitap içerisinde bilindik tüm semavi ve pagan dinler reddedilmekte hatta bilinmemekte. Ford’un tek tanrı olduğu ve onun öğretileri çevresinde gelişen din olgusu tamamen makineleşmiş bir din olgusunu resmetmekte. Cinselliğin, içkinin, uyuşturucunun bir tabu olmaktan çıktığı bu kitapta yaşlanmak da yasak! Tam bir modern korku dünyası olan kitabın konusu, bu moderniteyi İncil’le yıkmaya çalışan ve vahşi olarak nitelendiren bir gençle birlikte bambaşka bir boyuta taşınmakta. Aldous Huxley’le Fordizm’i ve kusursuz korkunçluktaki bir dünyayı iliklerinize kadar tadacaksınız.
onun ölümsüzlüğünü ve onun temsil ettiği ülkünün yıkılmamasını sağlamaktadır. Kısacası okumadıysanız vakit kaybetmeden edinin, her ne kadar kitabın yeni kırmızı baskısı bir çirkinlik denizi oluştursa da. Not: İki sayfa içinde çok az değinebildiğim distopik film ve kitaplar bunlarla sınırlı değil. Jose Saramago’nun “Körlük” kitabıyla “Bütün bir ülke kör olursa ne olur?” sorusuna, “Görmek” kitabıyla “Başkentin tamamı başkanlık seçimine gitmezse ne olur?” sorusuna, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş” kitabıyla “Bütün bir ülke ölmemeye başlarsa ne olur?” sorusuna, “Yitik Adanın Öyküsü” kitabıyla “İber Yarımadası Avrupa’dan kopar ve okyanusta dolaşmaya başlarsa ne olur?” sorusuna yanıt bulabilirsiniz. Ursula Le Guin’in “Mülksüzler” kitabıyla büyük bir devrime, “Karanlığın Sol Eli” kitabıyla çift cinsiyetli uzay soyuna, “Rüyanın Öte Yakası” kitabıyla rüyaları gerçeğe dönüşen ve bu sayede yeni bir dünya yaratan iki kişiye rastlayacaksınız. Michael Ende’nin “Momo”suyla Duman Adamlar’a ve yaratılmaya çalışılan kirli dünyaya rastlayabilir ve dünyanın en güzel kitap finaliyle karşılaşabilirsiniz. William Golding’in “Sineklerin Tanrısı”, Anthony Burgess’in “Otomatik Portakal”ını, Paul Auster’in “Son Şeyler Ülkesinde” kitaplarını da unutmayalım…
1984: Hepimizin bildiği bir George Orwell kitabı olan 1984 benim nazarımda asla bir Cesur Yeni Dünya olamayacaktır. Zira içerik bakımından Cesur Yeni Dünya kadar ileri bir tarihi resmetmemesi ve konunun yine onun kadar akıcı olmaması kitabın cazibesini benim için bir tık düşürmekte. Tanrı olgusuna gelindiğinde ise karşımıza Büyük Birader dışında hiçbir put/tanrı çıkmamakta. Burada put tabirine yer vermem Büyük Birader’in görünmeyen bir tanrı olmasının yanında fotoğraflarıyla putlaştırılmasıdır. Büyük Birader ölümsüzdür ve sadece fotoğraflarda vardır. Sizi sadece fotoğraflarla izlemektedir. Bu şekilde bir tarzın seçilmesi, olmayan bir liderin öldürülemeyeceği ve sistemin bu sayede çökertilmesinin imkansız kılınmasıdır. Bu örneğin aynısını V For Vendetta’da da görebiliriz. Maskeli bir kahraman binlerce maskeli kahramanı doğurmakta, birey değil maske kahraman olmaktadır. Böylelikle esas kahraman öldürülse bile, o maskeyi takan yeni bireyler doğacak ve böylelikle ölümsüzlük veya tam karşılığıyla tükenmezlik sağlanacaktır. Büyük Birader’in fotoğraflardan ibaret olması 17
Oğuz Ayaydın
M
meçhul
BÜYÜK CEVİZİN DİBİ
im dudaklı dilberlerin göz süzdüğü, ceviz, çınar ve meşe ağaçlarından müteşekkil, daima sukûn içerisindeki bostan 27 Haziran günü pek de sakin değildi. Öyle ki aşkın, ölümün ve şiirin en şiddetlilerinin teşekkül ettiği bu ay bir takım tabiat-perest tarafından “on bir ayın sultanı” olarak dahi anılırdı. Şemsi bir ayın mübarek Ramazan-ı Şerif ile mukayese edilmesine bozulan Hafız Reşid Paşa Camii imamı haricinde hemen herkes adeta bir şenlik alanına dönen bu bostanda toplanmıştı. Saime Hanım bir köşede çocukları ile oturuyor, bir başka köşede tuhafiyeci Ahmet Efendi arkadaşlarıyla çene çalıyor, biraz uzakta çırak taifesi top oynuyordu. Büyük cevizin dibini ise Nureddin Bey ve musikişinas arkadaşları mesken edinmişti. Arkadaşları sofrayı kurup Satmayalı Agop’tan aldıkları rakıyı taksim ederken Nurettin Bey tamburunu ahenk etmeye başlamıştı.
vefat edince yine bu büyük cevizin dibine gelmiş oturmuştum. Dört beş sokak ötedeki Silivrikapı’dan çıkıp on dakika yürüyünce mezarlıklar başlar. Sağdan üçüncü kabir merhum validem Nezihe Hanım’a aittir. Tam altı sene evvel, validemi defnettiğim gibi koştum. Silivrikapı’dan içeri girdiğim gibi eve gidip tamburumu aldım. Yine bu büyük cevizin dibine geldim ve o Hüzzam Peşrevi çaldım. Akşama doğru beni burada sarhoş ve elimde sazla bulan akraba taifesinin de tahkirine hatta tecridine maruz kaldım. İşte o günden beri tek varlığım Silivrikapı Kabristanı’nda meskûn anamın ruhu ile bu büyük cevizin gölgesidir. Tam altı yıldır her gün bu cevizin dibine gelir o Hüzzam Peşrevi çalarım.”
“Altı sene evvel, tam altı sene evvel validem
-Hüzzam peşrev…
-Eline sağlık Nurettin Beyciğim, ne de güzel çaldın. Adı ne idi bu eserin?
18
Çizim: Veli Asım Öztürk
meçhul
Y
Feyza Yapıcı
YAŞATAN YALNIZLIĞA ÖVGÜ
alnızlık, üzerinde konuşulması epey güç olan konulardan biri. Güç oluşu, hem baştan aşağı insan ile alakalı oluşundan hem de her insan için biricik oluşundan kaynaklanıyor. Her insan için biricik oluşu ise, insanları yalnızlığa yönelten sebepler aynı olsa dahi yalnızlığın bir his olması hasebi ile her insandaki tezahürünün farklı oluşundan yani o hissin biricikliğindendir. Ben, yalnızlık hissi ile kavrulan insanların o hissi nasıl duyduğunu bilemem, anlatamam. Fakat sanıyorum hangi yalnızlığın insanı öldürdüğünü, hangi yalnızlığın insanı yaşattığını anlatabilirim.
idik, normal olan yalnızlık hissine boğulmadan yaşıyor olmak olurdu. Fakat bize yabancı bir dünyanın, düşüncelerin, hissiyatların, önceliklerin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyor iken ve tüm bu yabancılıklar bizi içine çekmek için üstümüze üstümüze gelir iken nasıl yalnız kalınmaz? Eğer yaşadığımız dünya bizi biz olmaktan alıkoyacak ise, bizi “Eve dön”mekten, “Şarkıya dön”mekten “Kalbe dön”mekten gittikçe uzaklaştıracak ise kendimizi kötü kalabalıklara teslim mi edeceğiz? Zaman zaman tüm günüm özlediğim diyarları hayal etmek ile geçer. Bu zamanlarda sokağa çıkmak istemem, çıkmam da. İşte o zamanlar sıklık ile sorarım kendime: “Yalnız mısın?” Evet, sıklıkla kendimi toplumdan ayırdığım, kendimi onların dünyasına yabancı hissettiğim, kendi başıma kalma arzusu ile dolduğum doğru idi. Fakat doğru olan bambaşka bir şey daha vardı; Bu yalnızlık olmasa yaşayabilir miydim? İnsanın hüzne, acıya, merhamete yani kalbe bu denli uzak olduğu bir dünyada yaşar iken yalnızlıktan başka gidecek yer var mıydı? Yalnızlığın ıstırap ile, kalbe acı çekişi ile birleştiği zamanlar insanı mahvettiği doğrudur. Fakat bu yalnızlık nefs ile ruh arasında kalmış kalbin ruha gidişinin tek yolu ise, yalnızlık ruha üflenen bir nefes ise, bu zamanlarda yalnızlık olması gereken bir şeydir. Ve psikologların “sağlıksız yalnızlık” dedikleri yalnızlığı yaşadığımız dünya bağlamında “yaşatan yalnızlık” olarak kabul etmekten kendimi alıkoyamayacağım. Evet, yalnızlık hissi ile kendini toplumdan soyutlama normal şartlarda patolojik bir duruma işaret edebilir. Fakat ben, bu durumun yaşadığımız dünya şartlarında olması gerektiği inancındayım. “İnsan yaradan yokmuş gibi hüzünsüz ve ağlamasız” iken bu hüzünsüz, ağlamasız insan karanlığına doğru nasıl yürünür? Evet, bizi yaşatacak olan yalnızlık, kendini böyle bir düzene, bu düzenin ürettiği bir topluma ait hissetmeme durumudur. Ve en önemlisi bu yalnızlık, insana kalbini unutturmayan bir yalnızlıktır.
Psikolojik anlamda yalnızlık hissi, aidiyet ve bağlılık ile alakalı bir husus olarak tanımlanır. Ve işte tam bu “his” ile başı derttedir insanın. (Derhal şunu da eklemeliyim; yalnızlık hakkındaki fikirlerimi beyan eder iken, doğal olarak günümüz insanını temel alarak konuşacağım.) Özellikle modern dünyada yalnızlık kaçınılmaz bir vakadır. İnsanların bu denli yalnız olduğu bir dönem daha evvel yaşanmış mıdır, bilemiyorum. Ve bilemediğim bir başka husus da yalnızlığın bu denli farklılaştığı bir başka dönem olup olmadığıdır. Evet, yalnızlığın farklılaşmasından bahsedeceğim ve soracağım: “Hangi yalnızlık?” Bu soruya cevap olarak ise yalnızlığı ikiye ayıracağım: Yaşatan yalnızlık ve Öldüren yalnızlık. Belki ilginç gelebilir bu ayrım. Yalnızlık hem öldüren hem yaşatan nasıl olabilir? Psikologlara göre, birey eğer içinde yaşadığı topluluğa aidiyet ve bağlılık hissetmez ise kaçınılmaz olarak yalnızlığa gark olur. Yine psikologlara göre, bireyin çevresi ile ahengini ve uyumunu bozan bu sağlıksız yalnızlık, kişinin toplum içinde olduğu halde yalnızlık çekmesi, kendisini adeta toplumdan dışlanmış hissetmesi biçimlerinde ortaya çıkar. Bu açıklamalar düşüncelerimi ilginç mecralara sürüklüyor. Ve çeşitli sorular dolaşıyor zihnimde. Evet, eğer bizim olan bir dünyanın, düşüncelerin, hissiyatların, önceliklerin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyor olsa 19
meçhul
Psikologlar için yalnızlığın “deva”sı olarak görülen, insanın topluma uyum sağlaması, kendini toplumun bir parçası olarak görmesi her zaman için yalnızlığı engelleyici bir şey midir? Pekiyi, modern insan için sık sık söylenen “kalabalıklar içinde olan fakat yalnız insan” tanımlaması niçin yapılır? İşte bu noktada, “öldüren yalnızlık” üzerinde konuşulması gerektiğini düşünüyorum. Öldüren yalnızlık, modern insanın tutulduğu amansız hastalıktır. Zira bu yalnızlık modern insanın en belirgin özelliği olan “kalbi unutmak” ile alakalıdır. Pozitivist modern dünya, akıl ile anlaşılmayan hiçbir şeyin var olamayacağını söyleyen, her şeyi beş duyu organı ile anlamlandırmaya çalışan bir düzeni dikta ediyor insana. Kalp ile hissetmeyi tamamıyla gereksiz bir durum olarak görüyor. İnsanının düşünüşünü tam da bu şekilde biçimlendiriyor. Dolayısı ile modern dünyanın insanları, hem birbirlerinin kalplerine hem de bizzat kendi kalplerine hitap etmekten, dokunmadan çok uzak. Oysa burada yalnız olan, insanın aklı değil kalbidir. Yalnız olan bu kalbi, yalnızlıktan kurtaracak olan ise kalbi yeniden titretecek, canlandıracak bir cevherdir. Bu yalnızlığın öldürücü oluşu işte tam da bu noktada kendini gösterir. Modern insan, kalbi canlandıracak cevheri bulmaktan çok uzaktadır. İnsan uzaktan bir acının feryadını duyar, hatta tüm ömrünü bir acının pençesinde geçirir. Hazin olan ise, bu acının nereden geldiğini dahi anlayamamasıdır. Ne kendi kalbini tedavi edecek bir merhemi vardır elinde, ne de ona yardım elini uzatacak bir insan vardır çevresinde. Çünkü çevresindeki herkes aynı dertten mustariptir. Evet, bahsettiğimiz yalnızlık kimilerince “klişe” bir ifade olarak görülse de apaçık bir gerçek olan modern insan yalnızlığıdır. Zarifoğlu’nun “Seni nasıl sürüyordu içine çürüyen uygarlıkların” diyerek daha can alıcı biçimde işaret ettiği gibi içine, çürüyen uygarlığın içine girmektir öldüren yalnızlık.
Sonuç olarak; modern dünyada yalnızlık, tek anlamlı bir şey değildir. Kimi zaman insanı öldüren, kimi zaman yaşatandır. Ve bu şartlarda insan bir seçim yapar. Ya yaşatan yalnızlık ile kalbini ayakta tutacak, kalabalığa dışarıdan bakacaktır ya da kalbi olmayan insan kalabalığında, adını dahi koyamadığı bir acı ile bir “ölü” gibi yaşayacaktır.
Monet
20
meçhul
Bedirhan Büyükduman
İNKÂR
Seslen bir aşkın iflah olmaz hüznünde boğulanlara. Anlat genel-geçerliği, ebediyeti Düştüğün vakit bir kuyuya Nasıl boğulmadan kurtulduğunu. Sevmek-sevilmek ayrımı, Bakmak ve görmek farkı: Söyle tüm gördüğün yüzleri. Bağır artık, bağır İçinde tutamadığın Ve duygularına köle olan sözcüklerini haykır. Bir ölüm muştular gibi En soğuk ses tonunla konuş. Konuş ki, dönsün günler geceye, Konuş ki, gelmesin doğudan o güneş. Bir umudun ışığı varolmasın hiç İçten içe yanan; Kahret tüm içtenlikleri.
21
meçhul
Değerli Meçhul Okur, bize öykü, şiir, deneme gibi yazılar göndermiş olsaydın şu anda bu cümleyi okumakta bu denli zorluk çekmezdin… Bizim de sizin yazılarınızı okumakta güçlük çekmemizi istiyorsan, mail adresimiz: mechuldergi@gmail.com İstediğin puntoda yazabilirsin, yeter ki yaz.
22
meçhul
"- Hani, nerede saygıdeğer söylevcilerimiz gelip konuşmuyorlar her zamanki gibi? Çünkü barbarlar gelecek bugün söylevler, ince sözler canlarını sıkar onların. - N'oluyor, nedir bu huzursuzluk, bu kaynaşma? (Yüzler asıldı birdenbire). Hızla boşalıyor sokaklar, alanlar, evinin yolunu tutuyor herkes düşünceler içinde. Çünkü karanlık bastı barbarlar hâlâ görünmedi. Sınır boylarından gelenlerin dediğine bakılırsa barbar marbar yokmuş ortalıkta. Peki şimdi hâlimiz n'olacak barbarlarsız? Onlar bir tür çözümdü bizim için." K.Kavafis (Barbarları Beklerken)
mechuldergi@gmail.com www.facebook.com/mechuldergi www.twitter.com/mechuldergi