Okul açılalı bir ay oldu, lakin havaların güzelliği okula alışmamıza izin vermiyor. Derslere girmek zulüm, adaptasyon sıfır. Darwin’e göre doğal seleksiyonla yok olmaya adayız. İşte tüm bu olumsuzlukların tam karşısında can simisiniz Bi Haber Fanzin yine yayında… Bayram tatili uzun sürdü. Bir sürü gündem arada kaynadı. Bu sayımızda bu gündem başlıklarına dair söz üretmekle birlikte siz değerli okuyucularımıza yeni tatlarda sunmak istedik. Yeni birkaç bölümümüz mevcut. Yeni düzenlemeler yaptık fanzinde. Bu değişikliklerde kesinlikle ihtiyar heyetimizin bir parmağı yok. Yapılan yenilikler tamamıyla taban inisiyatiflerinin baskısıyla ve tamamen demokratik bir biçimde gerçekleşti. Eee her iki haftada bir aynı yemek yenmez… Yazılarımız çok çeşitli ama ana gündem yaklaşan 6 kasım ve eğitimin sorunları yine. Bu fanzinimizin edebi değerinin de çok yüksek olduğunu belirtmek isteriz. Kendimizi durdurmasak kültür ve sanat fanzinine doğru gidiyorduk. Tek sitemimiz odur ki; ‘Niye daha çok yazmıyonuz la bize?’. Bu sitemle birlikte ülkemizin hala AKP tarafından yönetildiğini ve işlerin çok kötü gittiğini hatırlatalım ve bize üniversite, gündem ya da kafanıza göre başlıklarda yazabilirsiniz diyelim. Neyse lafı fazla uzatmadan, karakollara bulaşmadan, Tayyip gibilere bakıp midemiz bulanmadan okumaya geçelim. İyi okumalar…
ÜLKEDE 29 EKİM’İ KUTLAMAK DA YASAK AKP, gerici yüzünü iyice ortaya çıkarmaya devam ediyor. Yıllardır ülkedeki ilerici, aydın ve demokrat insanları hedef alan AKP zihniyeti referandum ve seçimlerden aldığı güçle, tek parti iktidarını pekiştirme yönünde adımlar atıyor. AKP’nin yeni hedefi ise 29 Ekim’i kutlamak isteyen insanlar. Cumhuriyet Halk Partisi’nin öncülük ettiği siyasal yapıların alternatif 29 Ekim mitingi Ankara valisi tarafından yasadışı ilan edildi. Ardından RTE ve adeta Ankara’daki kulu rolündeki İ. Melih Gökçek valinin bu kararını destekleyen açıklamalarda bulundu. Hatta Gökçek rolünü ne kadar iyi oynayabileceğini göstermek istercesine 'Ulus'a olay çıkarmak isteyenler geliyor, gidin Çankaya'da kutlayın' dedi. AKP bir kez daha kendinden başkasına yaşama alanı bırakmayacağını gösterdi. TAKSAV SİYASET OKUMALARI BAŞLIYOR Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf (TAKSAV) İzmir Şubesi Siyaset Okumaları başlatıyor. Marksist yöntem, Etik-Felsefe-Din-Bilim, Cumhuriyet Dönemi Siyasi ve Toplumsal Mücadeleler Tarihi, Eleştirel Medya Araştırmaları ana başlıklarının olacağı Siyaset Okumaları 5 Kasım 2012 tarihinde başlayacak. Derslere Prof. Dr. Tülin Öngen, Doç.Dr. Yeşim Kaptan, Doç.Dr. Zerrin Kurtoğlu, Doç.Dr. Doğan Göçmen, Yrd. Doç.Dr. Erkan Serçe, Hatice Bülbül, Yrd. Doç.Dr.Kurtul Gülenç, Dr. Levent Yıldır, Oğuzhan Müftüoğlu ve Oktay Kaynak katılacak. TAKSAV Siyaset okumalarına kayıt için iletişim bilgileri: Tel: 0232 446 88 60 - 0533 577 50 83 Adres: Konak 1. Beyler 846 Sokak No:13 (Konak Sineması Arkası) BARIŞIN SESİNİ DUYURALIM Türkiye’nin bir çok yerinde binlerce siyasi tutuklu süresiz-dönüşümsüz açlık grevi yapıyor. İstekleri ise evrensel anlaşmalarla kabul edilen insan olmaktan gelen hakları. Anadilde eğitim ve anadilde savunma hakkı istiyorlar. Her şeyden öte açlık grevinde gelinen şu aşamada artık hiçbir tutsağın sağlıklı olamayacağını biliyoruz. Binlerce insan en son çare olabilecek bir eylem biçimini ortaya koyuyorlar. Yapılan eylemi doğru veya yanlış bulabilirsiniz, yapılan eyleme destek vermeye bilirsiniz ama yaşama, barışa ve kardeşliğe destek verin. Siz de sesinizi yükseltin. İnsanlar ölmeden anadilde eğitim ve savunma hakları tanınsın. Artık bu ülkede barışın ve yaşamın dili konuşulsun. BİR ISLIKTA SİNAN ERDEM’DE Serena Williams ile Maria Şarapova'nın oynadığı ve Williams'ın kazandığı WTF tenis turnuvasının finalinin ardından gerçekleştirilen ödül töreninde isimleri okunan AKP'li bakanlar Binali Yıldırım ile Fatma Şahin, Sinan Erdem Spor Salonu'nu dolduran binlerce yurttaş tarafından ıslıklandı. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım protestolar nedeniyle ödül törenini terk etmek zorunda kaldı.
EMPERYALİST
KAPİTALİSTLER TEPEMUZA AYİRUM YAPAYİ Mİ?
BOMBA
YAĞDURURKEN
Sementa Recep, Bircün Gazetesi’ni gösterup, Laz Marks Emice, Latin Amerikali uşaklar birleşeyi… Kosta Rika ve Uruguay’da sosyalistler seçumlerde birleşup, sol adaylari destekleme karari almiş, dedi. Bu nasil iştur, biz Avni Aker Sitadi’nda ayni anda ortak bir tezahürat bile yapamazken habu Latin Amerikalilar kita olarak dayanişma örneği göstereyiler… Evladum, dedum… Kardeşleşmemuz lazim! Lazi, Kürdi, Çerkezi... Bir aile efradinun refleksiyle davranursak emperyalizum ekose kumaş üzerindeki bukalemun gibi paralize olup kalakalur. İdris uşağum, sana gene maç örneği vereceğum. Tirabizonsipor maçlarinda kuyrukta beklerken polis coplamağa başlar sizi… Sen Oflisun sana iki cop, sen Vakfikebirlisun sana 4 cop, sen Maçkalisun sana cop yok, geç kenara, deyi mi? Demeyi!.. Hedef gözetmeden dalayi size… Emperyalist kapitalistler da Vietnam’da, Şili’de, Afganistan’da, Irak’ta tepemuza bombalari yağdururken, “Sen Arapsun, sen sarı irksun, sen Kürtsün, sen Türksün” deyup ayirum yapayi mi? Yapmayi. Direnen herkesun tepesine dipçuği indureyi. Onlarun yapmaduği ayrumi biz niçun yapayiruk, diye bi sorun kendunuza daa!..
‘‘Dikenlerin arasından çıkıp gelen bir yazarım ben, yüzyıllarca karanlıklarda bırakılmış köylerin birinden, Akçaköy'denim. Ailem yoksuldu. Kır bayır kırk iki dönüm toprağımız vardı... Annem babam okuma yazma bilmiyordu. Köyümüze geçten de geç tek açılan ilkokul yalnız üç sınıftı. Evimizde tek bir kitap yoktu. Cumhuriyet beni götürdü, açtığı Köy Enstitüsü'nde eğitti. Öğretmen yaptı elime kalem verdi, yurdun yazarları arasına kattı. Şimdi düşünüyorum, yoksulluktan geliyorum" Diyerek yola çıktı Fakir Baykurt. Baş koyduğu yolda ne geldiği yeri unuttu, ne de gideceği yeri. Asıl adı Tahir’di. Kendisinin de dediği gibi Burdur’a bağlı Akçaköy’de dünyaya gelmiş yoksul bir ailenin çocuğuydu. Ama umut ve kararlılık onu diğerlerinden farklı kılandı. Umutluydu; çünkü bir öğretmendi. Kararlıydı; çünkü bir devrimciydi. ''Beş yıl okuyup öğretmen
olacağım. İçimde iri gövdeli aslanlar dolaşıyor. He-heeey! Yeleleri savrulu aslanlar. Öğretmen olacağım '' Ve dediğini yaptı Fakir Baykurt. Öğretmen oldu. İçinde yürüyen o iri gövdeli aslanlar, şimdi devrim yolunda yürüyen aslan yürekli adamlara dönüşmüştü. Bir adam ki; halkın, köylünün, toprağın, doğunun, ta Almanya’daki Türk işçilerinin, sömürülenlerin, ezilenlerin onurlu sesi... Bir adam ki; yurttaşlarına, yoldaşlarına sanatıyla adeta bir köprü, öyle bir köprü ki; ne bendini aşan suların yıkabildiği ne de zamanın yok edebildiği.. Romanlardan, şiirlerden; mısra mısra,satır satır örülmüş bir köprü. Yazarak örülmüş bir köprü. "Sanatta devrimci tavır, hayatı değiştirme tavrıdır.
Kitaplarımız, bize ün sağlamak ya da kalıcı olmaktan önce, toplumu bu yönde etkilemek içindir. Hayatı değiştirme amacına yönelmemiş bir sanat, insanın bilinçlenmesine ve birleşmesine yardım edemez. Bakıyorum, bazı arkadaşlar, kendini asan kızların öyküsünü yazıyorlar. Kızı, istemediği birine vermiş oluyorlar. Kurtulamayınca asıyor o da kendini. Eski öykülerde böyleydi ve hep böyle gidiyor. Bence bu, sanatta devrimci tavır olamaz. Bir ulusun da bu kızlar gibi davrandığını düşünelim, ne olur sonuç? Böyle olsak, biz Ulusal Kurtuluş Savaşı'na giremezdik. Vietnam halkı saldırgan Amerika'ya direnemezdi." Bir öğretmendi tüm bunları yazan, düşünen, yapan. Köy enstitüsü mezunu, hayatını mesleğine ve inandığı düşüncelere adamış bir öğretmen, ki sadece inanmakla, öğretmekle yetinmemiş bir öğretmen. Mesela Türkiye’deki ilk memur sendikasını kurandı bu öğretmen. Türkiye Öğretmenler Sendikası ve daha nice ilkler, nice buraya sığmayacaklar ya da hakkında bilinmeyenler… Peki ya bizler? Genç eğitimciler? Bizim için tek dert atanmak mı? Ya da atandıktan sonra maaşımızın veya tatilimizin yetersizliği mi? Öyleyse bizim farkımız nerede? Peki ya Tahir hocamız da böyle düşünseydi. Öğretmen olup yoksul köyünden kurtulduktan sonra ‘salla başı al maaşı’ düşüncesiyle emekliliğini bekleseydi. Ya da 'benimle mi kurtulacak memleket' deyip kitaplardaki basmakalıp bilgileri, bir sınıf dolusu öğrenciye anlatmak olsaydı tek derdi. İşte o zaman, öğrencileri bir kaç sınıftan, öğrettikleri kitaplardan ibaret olurdu. Şimdi Fakir Baykurt yok; fakat onun öğrencileri var, hem de bir sınıftan daha çok. Köy enstitüleri yok fakat bu düşüncede bu inançta öğretmenler var. Yani umut var. Yani kararlılık var. Peki sen var mısın?
Üniversiteliler YÖK’ün kuruluşunun 32. yılında Ankara’da olacak. Üniversiteleri gericilikle teslim almaya çalışanlara, savaş çığırtkanlarına, YÖK’e ve AKP’ye karşı Türkiye’nin dört bir yanından gençler 9 Kasım’da buluşacak. YÖK kurulalı 32 sene oldu. Bu 32 sene üniversitelerde YÖK’e karşı verilen eşit, parasız bilimsel ve anadilde eğitim mücadeleleriyle geçti. Bu sürenin son on senesi ise AKP iktidarının üniversiteleri teslim alma çabasına sahne oldu. AKP başaramadı, üniversiteliler teslim olmadı. Ancak AKP durmuyor. Sürekli yeni yollar deniyor. Üniversitelileri tutuklamalarla sindirmeyi denediler. Toplumun AKP’ye karşı direnen bütün kesimlerini hedef alan AKP yargısı üniversitelileri de hedef aldı. Yüzlerce öğrenci, sadece AKP’ye karşı çıktıkları için tutuklandı. Ama bu yetmedi. Üniversitelileri sindiremediler. “Her üniversiteye bir cami” ,“dindar ve kindar nesiller istiyoruz” dediler. Üniversiteleri gericilik eliyle teslim almaya çalıştılar. Gericilik eliyle kendilerine biat eden bir nesil yaratmaya çalıştılar. Üniversitelerde bu maya da tutmadı. Üniversiteleri Suriye’ye yönelik savaş çığırtkanlıklarının bir parçası haline getirmek istediler. Birçok ilde üniversite yurtlarını Özgür Suriye Ordusu militanlarına açtılar. Üniversitelerde savaş yanlısı konferanslar düzenlediler. Yalanlarıyla bizleri Suriye halkına karşı kışkırtmaya, tezkereleriyle yalanlarının peşinden koşturmaya çalışıyorlar. Türkiye’de Kürt halkına yönelik politikalarında yaptıkları yetmezmiş gibi bir de Suriye’deki Kürtlere el atıyorlar. Kürt ve
Alevi düşmanlığını yükselterek insanları Suriye’ye yönelik bir savaşa ikna etmeye çalışıyorlar. Ne yapsalar tutmuyor, gençlik bu haksız ve kirli savaşa ikna olmuyor. Harçları kaldırarak gençliğin ağzına bir parmak bal çalmaya çalıştılar. Üniversiteli gençliğin yıllarca YÖK’e karşı verdiği parasız eğitim mücadelesini bir hamleyle unutturabileceklerini sandılar. Ancak, kimseyi parasız eğitim istediklerine inandıramadılar. İkinci öğretim harçlarını kaldırmamaları, AKP döneminde vakıf üniversitelerinin sayısında patlama yaşanması bu konuda samimi olmadıklarını gösteriyordu. Parasız eğitim konusunda samimi olmayanların piyasacılık konusunda samimi olduğu birçok üniversitede yemekhanelere yapılan zamlarla ortaya çıktı. Ellerinde meşruiyetini yitirmiş bir disiplin yönetmeliği vardı. “Üniversitelerde siyaset serbest olacak” deyip yeni disiplin yönetmelikleri yazdılar. Aslında yalnızca daha uygulanabilir bir disiplin yönetmeliği istedikleri hızla açığa çıktı. Şimdi de özel üniversitelerin önünü açacak, yurtdışındaki üniversitelerin Türkiye’de kampus kurmasına olanak sağlayacak, üniversiteleri tamamen piyasanın güdümüne sokacak yeni bir YÖK yönetmeliğinden bahsediyorlar. Mütevelli heyetlerini üniversite konseyi diye yedirip üniversitelilere söz hakkı tanımazken patronlara üniversite yönettirmeye çabalıyorlar, adına da demokrasi diyorlar. Bologna süreci adı verilen neoliberal dönüşümünün üniversitelerdeki bayraktarlığını yapmaya çalışıyorlar. 50/d yasasıyla üniversitelerde asistanları güvencesiz kılmaya çalışıyorlar. Bir de yaptıklarına reform deyip destek bekliyorlar. İstedikleri kadar çabalasınlar kaybetmeye mahkumlar. YÖK’e karşı eşit, parasız, bilimsel, anadilinde eğitim hakkını, AKP’ye karşı Türkiye’nin geleceğini, emperyalistlere ve savaş çığırtkanlarına karşı barışı, AKP gericiliğine karşı özgürlüğü savunanlar 9 Kasım’da Ankara’da buluşuyor. AKP, YÖK, sermaye, gericilik, emperyalizm kaybedecek! Üniversite kazanacak!
Geçen sayımızda bir girişle beraber, bazı önemli noktaları açıklamıştık. Yine geçtiğimiz sayıda ‘Parasız Eğitim’ sorunsalının bazı temel ama önemli başlıklar ile incelenmesi gerektiğini ve bizimde öyle yapacağımızı belirtmiştik. Bu başlıklardan ilki ve belki de en önemlisi: Barınma. BARINMAK YA DA BARINAMAMAK Başlık sanki tiyatral bir metinden kopup gelmiş gibi dursa da, aslında tam olarak sorunun özeti. Bu konu ile ilgili yazılan her yazıda olduğu gibi bu yazıya da barınmanın bir hak olduğunu ve barınma hakkının insan hakları evrensel bildirgesi ile çeşitli anlaşmalarca temel haklar kapsamında sayıldığını söyleyerek başlayalım. Evet, kelli felli adamlar, büyük devlet yöneticileri oturmuşlar ve insanların kafasının üstünde bir dam olması gerektiği kararına varmışlar… Barınma hakkı vardır demek aslında yeterli olmuyor. İnsani şartlar altında, güvenli ve huzurlu şekilde barınma hakkına sahip olmak gerekiyor. Günümüz dünyasında ise kelli felli adamların varisi olan kelli felli adamlar maalesef verdikleri sözü tutmuyor. Binlerce insan aç ve açıkta, kentsel dönüşüm adı altında uygulanan yağma ve talanlar ortada ve biz öğrencilerin iç sızlatan durumu da var tabi. Bu yazı yeri gereği sadece biz iç sızlatan öğrencilerin durumundan bahsedecek. Lise hayatımız boyunca ders peşinde, dershane peşinde koşarız. Son sene yaşamayı askıya alır adeta test kitapları ile yek vücut oluruz. Sonra birkaç saatlik sınavlar ile 12 yıllık eğitimin hesabını veririz. Birkaç ay geçer ve bir yerleri kazanırız, kayıt zamanı gelir ve üniversitenin bulunduğu şehre gider ve kayıt yaptırırız. Peki ya sonra? Sonra hemen kendimize kalacak yer ararız, kolay değil koca 4 yıl geçirilecektir bu yabancı şehirde ve bir an önce barınacak bir alan bulunmalıdır. Karşımıza ilk seçenek olarak devlet yurtları çıkar. Devlet yurtları, bizim barınma denklemimiz içerisinde kilit bir konuma sahip olmakla beraber aynı zamanda devletin çok bilinmeyenli bir denkleminde de kilit öneme sahiptir. Devlet büyükleri her sene üniversite kontenjanlarını –mezun olan milyonlarca kişinin işsiz olmasına rağmen- arttırır. Fakat buna karşılık nedense yurt kontenjanlarını arttırmaz. Yani çocukların sahibi olan devlet, onların geleceklerini kötü ellere teslim etmeyiz diyen devlet biz çocukları sokağın ortasına atar adeta. Bu durum akıllarınızda soru işareti yarattıysa dahası var! Kontenjanların yeterli olmamasından dolayı devlet yurtlarına asil olarak değil, yedek olarak yarleşirsiniz. Eğer şanslıysanız birkaç ayda gelir, şanslı değilseniz asla gelmez yurt sıranız. Hoş yurda yerleşseniz de nitelikli ve sağlıklı bir ortamla karşılaşmayacağınız kesin. Küçük olan 6 ile 8 kişilik odalar, haftada bir yapılan temizlik, bozuk duş ve tuvaletler, yemekhanelerde porsiyonu küçük olmasına karşı fahiş fiyattan satılan yemekler, sanki 5 yaşındaki çocukmuşsun gibi gece 12’den önce yurtta olma kuralı, kadınlar ile erkekler arasında yapılan dayanılmaz ayrımcılık ve daha bir sürü sorun…
Yani yurt, seçeneğin olsa bile başlı başına bir sorundur. Zaten ilk 6 ile 12 ay arası öğrencilerin çoğu, yurttan daha rahat olan ev ortamına ayrılır. Yurdun tek yararlı yanı ev arkadaşı elde edebilmeni sağlamasıdır. Devlet yurdu gibi bir seçeneğin yoksa özel yurtları denersin. Özel yurt fiyatları çok yüksek olmakta ve devlet yurtlarında sağladığı çoğu ekonomik avantajı sağlamamaktadır. Örnek olarak özel yurtların çoğu yemek vermez, verse de yüksek fiyatlardan verir. Özel yurtlarda da sıkıcı disiplin kuralları mevcuttur. Ama çoğu özel yurt, koşullar açısından devlet yurdundan iyidir ama parası olana. Dediğimiz gibi özel yurtlar pahalıdır. Okula kayıt olurken şöyle etrafına baktın mı hiç? Bizi demiyorum; elbette yardımına koşan ilerici, aydın ve en önemlisi örgütlü gençleri görmüşsündür. Ama bir de sürekli sırıtan, sırıtırken yanına sinsi sinsi yanaşan badem bıyıklı abiler ve başı örtülü ablalar da görmüşsündür. Eğer onlar etrafında ise o ortamdan uzaklaş. Çünkü amaçları seni tam anlamıyla kafeslemek. Şüphesiz devletin üniversite kontenjanlarını artırırken, yurt kontenjanlarını arttırmaması en çok cemaat örgütlenmelerinin işine yarmaktadır. Çünkü cemaatler dindar nesil yetiştirme projesini başbakandan çok önce kurguladıkları için, asıl olarak eğitim alanına yatırım yapmıştırlar. Bu nedenle üniversiteye gelen her öğrenci onlar için potansiyel av niteliğindedir. Ellerinde yurtlarının broşürleri yanına gelirler, ‘Yurdumuz şöyle iyi böyle iyi’ derler. Ücret dersin sorun değil bedava kalırsın derler. Hoşuna gider zaten ihtiyacın da vardır. Ama bir kaptırdın mı elini bırak kolunu, gövdenin yarısından aşağısını onlara vermeden kurtulamazsın. Tüm bu işleri yaparken üstelik Allah’ın adının arkasına sığınırlar. Cidden bunların dini imanı para. Cemaat yurduna gidersen inancının önemi yok, namaz kılmak zorundasın, onların yaptıkları etkinlik ve sohbetlere katılmak zorundasın, katı disiplin kuralları vardır, devlet yurtlarını mumla ararsın, kadınlar için durum çok daha vahimdir anlatsak sayfalar yetmez. Yani cemaat yurtları para almama karşılığı, ruhunu, özgürlüğünü ve ileride mezun olduktan sonra da istedikleri her şeyi sana yaptırarak da bedenini alırlar. Cemaat karanlıktır, cemaat riyakardır ve cemaat haindir. Söyledikleri yalandan ibarettir. Cemaat karabasanını da geçtikten sonra elinde tek seçenek eve çıkmak kalır. O da yine pahalı bir seçenektir. Kiralar 400 liradan başlayıp okula yakınlığına göre artar. Ayrıca, ilk kez geldiğin bu şehirde emlakçıdan ev bulmayı tercih edeceğin için emlakçıya komisyon, ev sahibine ise depozito verirsin. Bir de eşyalar vardır ki, onları da katarsak sadece eve çıkma masrafın en az 2500 – 3000 TL’dir. Ayrıca eve çıktığın zaman internet, elektrik, su ve doğal gaz faturası da ödeyecek olman ilk yıl barınma masrafının 7500 lira olması sonucunu doğurur. Bu rakama eğitim görmek için katlanırız. Şimdiden, parasız eğitimin sadece harçların kalkmasıyla sağlanamayacağını biraz olsun kavramışsındır. Ama bitmedi daha bir sürü sıkıntı seni bekliyor olacak. Bu zamanlar zor zamanlar ve bu ülkede her şey parayla. Şimdilik bu kadar. Devamı gelecek…
"Belki de bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz" (Maria Teresa Mirabel 1936) "Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı; kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü" (Minerva Argentina Mirabel 1926) "Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da" (Patria Mercedes Mirabel 1924)
Bu sözlerin sahiplerini tanıyor musunuz? Yer Dominik Cumhuriyeti. 1960 yılının 25 Kasımında, bu cesur üç kadın, yani Mirabel Kardeşler, bir “kaza“ya uğradılar, 1930’da iktidara gelen Rafael Trujillo’nun, diktatörlük yönetiminin sürdüğü dönemde. Peki kimdir Rafael Trujillo? Komünizm karşıtı Trujillo, ABD Deniz Piyadeleri tarafından eğitilmiş, 1930’da Başkan Horacio Vasques’i askeri darbeyle devirerek iktidara gelmiştir. Yönetimde olduğu süre boyunca iktidarını koruyabilmek için ağır uygulamalara başvurmuş, Dominik halkı insan hakları ve özgürlükler alanında büyük baskılara, kayıplara maruz kalmıştır. Kendisine karşı gelişen en ufak muhalefete dahi tahammülü olmayan Trujillo, kadın mücadelesine karşı da tepkisini korkunç şekillerde göstermiştir. Mirabel Kardeşler olarak tanınan üç kız kardeş Patria, Minerva ve Maria, Trujillo hükümetine karşı mücadele veriyordu. Patria’nın, Clandestina Hareketini kurmasıyla bu mücadele sembolleşti. Dönem dönem ağır baskılara maruz kaldılar, hapsedildiler, işkence gördüler. Trujillo diktatörlüğünün, Mirabel Kardeşler'in kendileri için büyük bir tehlike olduğunu açıklamasından hemen sonra, 25 Kasım 1960'da, bir uçurumun dibinde üç kadının cesedi bulundu. Devlet eliyle gerçekleştirilen bu katliam, medyada ‘araba kazası’ olarak yer aldı fakat aslında olan, hapishanedeki eşlerini ziyarete giden üç kadının, arabalarından zorla indirilerek tecavüze uğramış olmaları, ardından işkenceyle katledilmiş olmalarıdır. Mirabel kız kardeşlerin anısı, özgürlük ve insan hakları için verdikleri mücadele, tüm dünyada insan hakları savunucuları ve kadın hareketleri için bir sembol haline geldi. 25 Kasım, 1981'de Kolombiya'da toplanan Birinci Latin Amerika ve Karayip Kadınlar Kurultayı ve 1999'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aldığı kararlardan bu yana "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü" oldu. Tarihten günümüze ilerleyen kadın mücadelesine rağmen toplumlar kadına yönelik şiddetin önüne geçememiştir. Kadınlar yaşamın her alanında, evlerinde, iş yerlerinde, kamusal alanda, hala daha şiddetin birçok türüne maruz kalmaktadır. Türkiye’de de her gün namus cinayetlerine kurban giden, tecavüze uğrayan kadınlara ilişkin, üstü örtülmeye çalışılan haberleri almaya devam ediyoruz. Bir öncekini sindiremeden, her gün yeni bir trajediyle daha karşılaşıyoruz. Peki biz kadınlar susup, iktidar tarafından göz yumulan, hatta desteklenen bu uygulamaları kabul mu edeceğiz? 25 Kasım, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine, ayrımcılığa, ataerkil toplum yapısına ve beraberinde getirdiği aile içi şiddete, savaşa, ırkçılığa ve kadınları, kadın haklarını yok saymasına karşı kadınların eylem günüdür. Haydi kadınlar, sokağa mücadeleye !
Ne yazsam bilemedim. Son dakika yazıları hep böyle olur zaten, konu sıkıntısı falan… Koskoca fanzinde de kendimden bahsedemem ya! En iyisi okuldan konuşalım. Nedir üniversite mesela? Akademisyenler ne işe yarar? Öğrenci ne yapar? Hadi bu saydıklarım üniversitenin olmazsa olmazları arasında. Yani öğrenci olmazsa üniversite zaten mantıksız. Akademisyen de,öğrenciye ‘ders verecek’ kişi. Peki Özel güvenlikler necidir üniversitede? Yani şöyle diyebilirsiniz; bizi koruyorlar. Peki ama kimden ve ya neyden? Yani bizler 18 yaşını geçmedik mi? Artık bizler yaptığımız her eylemin sonucuna katlanmak zorunda değil miyiz? Hani bizim Suriye ile savaşarak ölmemiz normaldi veya Afgan dağlarında Talibana çerez olabiliriz ya biz. ÖGB neyi korur peki? O şeyi kimden korur? ÖGB bizi koruyorsa polis neden üniversitede? Polis var, ÖGB var, güvenlik kameraları neden var? Yani geçen sene bir kadın arkadaşımız üniversite içinde tacize uğrarken neredeydi bu güvenlik önlemleri? Veya kendini Atatürkçü gösteren faşistler, elinde demir sopalarla demokrat, ilerici ve yurtsever öğrencilere saldırırken neredeydi bu güvenlik tedbirleri? Gerçi doğru, öğrencilerin beyinlerini bildirilerde yazan ‘sakıncalı’ fikirlerden korumak için bildiri dağıtan öğrencilere saldırıyorlardı. Yurt şartlarını protesto eden sağlıklı ve ucuz beslenme hakkını isteyen öğrencilere saldırıyordu polisler. Formasyon hakkını isteyen öğrenciler çok tehlikeliydi ve rektörleri korumak için saldırıyordu ÖGB elemanları. Rektör ne işe yarar? Ben mi seçtim ki, beni yönetecek bu vatandaş. Kim verdi ona bu hakkı. Yandaşı olduğu parti aldığı 3 oya bakmaksızın atadı onu. Sanki ondan çok oy alanlar faklıydı. Biz verdik mi hiç oy o rektör adaylarına. Burjuvazinin ahırları parlamentolar dolsun diye verebilirken oy, neden kendi rektörümüzü seçemeyiz? Bizde mi sorun var yoksa bu çelişkiyi yaratanlarda mı? Düşün hele mahalle muhtarını şeçiyorsun, ama okulunu, sen olmazsan hiçbir anlamı olmayan okulunu yönetecek kişiyi seçemiyorsun. Bu ne yaman çelişki böyle? Bence bunların hepsi bir yanılsama ve yalan. Güvende olmadığın yanılsama. ÖGB, Polis ve güvenlik kameraları işe yaramaz! Rektör seçimleri yalan ve meşru değil. Bunlar doğruda ne yapmalı? Ne yapmalı? Ne yapmalı?...
Bu memleket böyledir işte. Önce linç ederler sonra sahiplenir gibi yapıp kendi oyunlarına alet ederler. Nazım Hikmet misal. Dünya’nın gelmiş geçmiş en iyi şairlerinden biri yüreğinde memleket hasretiyle göçüp gitti. Ama asla mücadeleyi bırakmadı da. Her sözü memleket olan Nazım’ı vatan haini ilan ederken, ‘Demokrasi Yıldızları’ o tokat atar gibi cavap veriyordu; Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim./ Vatan çiftliklerinizse,/ kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,/ vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,/ vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,/ fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, / vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, / vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,/ ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,/ vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, / vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,/ ben vatan hainiyim./ Aynı şeyler Ahmet Kaya’nın da başına geldi. Çok sevdiği memleketinden sürülüp uzaklara memleket acısına yenik düştü kalbi. 28 Ekim Ahmet Kaya’nın doğum günü. Ahmet Kaya bu ülkenin yarattığı en büyük değerlerden biriydi. Şarkılarında herkes kendinden bir parça bulurdu. 12 Eylül’ün karanlık günlerinde ‘olmasaydı sonumuz böyle’ derken Ahmet abi milyonların gözleri doluyordu. Bu ülkeyi cennete çevirmek isteyenlerin duygularına tercüme oluyordu. Herkesin yılgınlık içerisine düştüğü dönemlerde o ‘artık susma yorgun demokrat’ diyordu. Ahmet abi bu düzene meydan okuyanları dili oluyordu; ‘kısa çöp uzun çöpten hakkını alacak elbette!’. Ahmet abimiz yitirdiklerimize söylüyordu; ‘güneşten ışık yontarlardı, sert adamlardı’. Kimi zaman kişisel bunalımlarımıza tercüman oldu şarkıları, kimi zaman sevgimizi ortaya koymamızı sağladı. Rakım sofrasında da dinledik onu, en heyecanlı zamanımızda da. Kısacası tercümanıydı duygularımızın. ‘Başım belada’ derken de bir şeyler bulduk kendimizden, ‘güzel günler’ derken de… Yani bizdi Ahmet abi. Onu dinleyen bizler çok da, ayıp ettik ona. Kendini bilmez üç beş zibidi çatal kaşık fırlatırken ‘durun ulan siz kimsiniz!’ diyemedik. Linç edilirken arkasında duramadık. Yaşadığı o çok zor günlerde istediği selamımızı ondan esirgedik. Sahipsiz bıraktık. Şimdi affet bizi Ahmet abi, bağışla bizi. Senin sesin ve şarkıların bu ülkeyi kana bulayanların, bu ülkeyi satanların değildir. Senin sesin bu ülkenin kardeş halklarının, yoksul köylülerinin ve emekçilerinindir. İşte bu yüzden; bizlerin her yürüyüşü, ıslıkla söylenen her Ahmet Kaya türküsü, iktidara yönelen her çığlık, gurbette çekilen her ah, siyasi fikirleri ve eylemleri nedeniyle yaşama hakkını kaybeden yahut toprağından ayrılmak zorunda bırakılan her mülteci için saygı duruşudur.Aksini tahayyül ettiğimiz anda; Üşür ölüm bile..
Filmimiz 1968 ABD'sinde geçiyor. Vietnam savaşı, 68 öğrenci ve halk hareketleri, hippiyuppi saflaşması gibi dönemin toplumsal olaylarına dokunduran film aslında Beatles şarkılarının yeniden yorumlanmasıyla önümüze sunulan güzide bir müzikal diyebiliriz. Holivud'un olmassa olmazı "AŞK" teması üzerine oturan film birbirini seven ama çeşitli sebeplerden dolayı bir türlü kavuşamayan kahramanlarımızın, yer yer yürekleri ısıtan, bazen ise duygulandıran hikayelerini anlatıyor… Ben filmi bütünlük olarak pek beğenmediğimi ima ederek işe başlamış olsam da, şarkıların yeniden yorumlanması konusunda gayet güzel bir iş çıkarılmış ortaya (Gerçi filmin elle tutulur tek tarafı da bu aslını isterseniz) … Eeee beğenmedik meğenmedik de nedir bu filmi bu kadar kötü yapan şeyler? Öncelikle bu seyirciye aktarılmak istenen her düşüncenin "tatlı bir aşk hikayesi" altında verilerek meşrulaştırılma çabası bırakın Holivud'u, dünya sinemasının bütünü açısından klişe haline geleli bir 20 sene oldu herhalde. Orjinal şeylerle gelin artık karşımıza adamım! Bunun yanında koskoca 68 hareketi eli kanlı bir maceracının arkasına dizilmiş bir grup iyi niyetli, pasifist gençten ibaretmiş gibi sunuluyor önümüze. 68 ABD'sinin geçekten eleştirilmesi gereken durumlarından biri olan yaygın uyuşturucu kültürü ise renklendirilmiş sahneler ve bir yandan aşk yaşayan baş rol kahramanlarımızın kendinden geçmiş mutluluğuyla ballandıra ballandıra anlatılıyor. Kapitalizmin yoz kültürünü güzellemek için Beatles teması seçilmiş olması çok başarılı bir tercih bence. Lennon - Mccartney arasındaki rasyonel - metafizik kutuplaşma, grubu bu iş için biçilmiş kaftan haline getirmiş. Bestelerine filmde yer verilmiş olsa da Con amcanın felsefi ve siyasi duruşunun esamesi okunmuyor doğal olarak. Filmin adını "Let it be" olarak değiştirseler çok da oturaklı olurmuş aslında… Kapanış tahmin edilebildiği gibi Amerikan polisinin, gösterici öğrencileri dövüp içeri almasının akabinde (aman diyim savaş karşıtlığına falan kalkışmayın kafanız kırılır!) kaos atmosferinin dağılıp her şeyin "normale" dönmesiyle son buluyor ve yönetmenimiz son vuruşu yapıyor "All you need is love". Paramız olmayabilir, şerefimizle geçinemiyoruzdur belki, e hadi doğa da mahvolsun, tamam savaşırız da devletimiz için, lan ne giyeceğimize de siz karar verin, zaati aşk bize yeter! Yemezler sayın hocam, YEMEZLER!
2 Kasım 1989 – Kadınlar ‘cinsel tacize karşı mor iğne kampanyası’ başlattı… 6 Kasım 1981 – YÖK kanunu kabul edildi… 7 Kasım 1917 – Büyük Sosyalist Ekim Devrimi. Lenin’in öncülüğündeki Bolşevikler halkın desteği ile iktidarda… 8 Kasım 1938 – Almanya’da Naziler Yahudilere saldırdı… 1980 – İlhan Erdost Mamak cezaevinde işkence sonucu yaşamını kaybetti… 9 kasım 1989 – Berlin duvarı yıkıldı…
TEHLİKELİ YOL
OLMAK İSTEDİĞİM YER
(ROUTE IRISH)
(THIS MUST BE THE PLACE)
2 - 8 Kasım 2012
9 - 15 Kasım 2012
Cuma 14.30 - 16.45 - 19.00 Cumartesi 14.30 - 16.45 - 19.00 Pazar 14.30 - 16.45 - 19.00 Pazartesi 14.30 - 16.45 - 19.00 Salı 14.30 - 16.45 - 19.00 Çarşamba 14.30 –16.45 - 19.00 Perşembe 14.30 - 16.45 - 19.00
Cuma 14.30 - 16.45 - 19.00 Cumartesi 14.30 - 16.45 - 19.00 Pazar 14.30 - 16.45 - 19.00 Pazartesi 14.30 - 16.45 - 19.00 Salı 14.30 - 16.45 - 19.00 Çarşamba 14.30 –16.45 - 19.00 Perşembe 14.30 - 16.45 - 19.00
Salon: 75. Yıl Amfisi
Öğrenci: 4 TL
Tam: 6 TL