Merhaba... Aman sabahlar olmasın. Gözünüzün nuru, yaşama sevinciniz ve alemin en manken gibi fanzini Bi Haber Fanzin tekrar podyumlarda. Bilirsiniz şoförlük adabında kimi veciz sözler vardır. Bu vecizlerden biri de ‘Biz sürekli gidiyoruz, kiminin hoşuna, kiminin zoruna!’ cümlesidir. Fanzinimiz için söylenebilecek sözler içinde en politik bir o kadarda matrak ve hayatın içinden olan söz bu sanırsak. Biz yolumuzda gidiyoruz, kiminin zoruna, kiminin ise hoşuna! Ne diyelim sevenler için olduğu kadar, sevmeyenler içinde bizde sürpriz çok. Bu zevzek girişimizin ardından sizlere bir özür borcumuz olduğunu biliyor ve bunu hemen ödüyoruz; Özür dileriz, sizi bu kadar politik ve önemli bir mecmuadan yani Bi Haber Fanzinden bu kadar süre ayrı bıraktığımız için. Çeşitli gevşeklik, uyumsuzluk ve saçmalık evreler sonucunda biraz fanzinimizi askıda bıraktık. Ama ihtiyar heyetimizde gerekli düzenleme ve tasfiye operasyonları gerçekleştir-dikten sonra işler tekrar rayında. Bu sayımızın çok da güncel olmayan, aksine birazcık geçmişi değerlendiren bir sayı olduğunu belirtelim. Biz bir şey yazmayınca gündemde aktı gitti. Bizde maziyi yad edelim dedik. Neyse kimi reklamlarda aldık bu sayımızda, çeşitli yazarlardan da yazılarda aldık. Çok Sansasyonel bir ekip yarattık bu sayımız için. Neyse uzattık yine hadi siz okumanıza bakın...
UNUTULUP GİDER Mİ SANIYORSUNUZ? ‘Öyle mi sanıyorsunuz? Unutulup gider mi sanıyorsunuz? Göreceksiniz! Kimsesiz sandığınız insanların arkasındaki on binleri göreceksiniz. Şimdi kendinizi alkışlattığınız okullarda, marifetlerinizin "işte 12 Eylül, İşte Faşizm" diye okutulduğunu da, göreceksiniz!’ diyordu 12 eylül yargılamalarının1 numaralı sanığı. Sanık sandalyesinden kendini yargılamaya çalışanları yargılıyordu. Bu sözlerde hem ONları savunuyor, hem 12 eylülü yargılıyordu. Unutmamızı istiyorlardı. İsyanı unutmalıydık, düşünmeyi, dayanışmayı ve hatta uğruna canını verecek kadar sadık arkadaş olmayı… Olmadı başaramadılar unutturamadılar. Her gün bilincimizde yenilenen ve gelişen isyanı, düşünceleri yok edemediler. Dahası her gün bilincimizde direnen ONları yok edemediler. Oysa ne çok istediler başarmayı,bizim itaatkar olmamızı, milliyetçi ve dindar olmamızı… Hala da deniyorlar, dindar nesil falan filan… Ama olmuyor, her baharda ONlar yeniden çiçek açıyor. Onlar öldüler belki, ama yaktıkları ateş hala yanıyor. Umut kırk yıldır dimdik ayakta ve direniyor, her gün büyüyor, güçleniyor. Ve nice Mahirler, Sabolar, Ömerler dünyaya geliyor, büyüyor ve mücadele ediyor. 40 yıl önce ONları bir köy evinde Kızıldere’de kıstırdıklarında ne çok sevinmişti egemenler. Yok edeceklerdi, öldüreceklerdi onları ve bu iş burada bitecekti. Bir daha isimleri dahi anılmayacaktı, duyulmayacaktı. Ama gördüler olmadı. Birkaç yıl sonra Devrimci Gençler yine ayaktaydı. Yine köylerde, mahallelerde, üniversite ve liselerde halkla omuz omuzaydı. 12 Eylül kara bir kış gibi çökerken ülkeye, yine gülüyorlardı. Oldu, bu sefer oldu diyorlardı. Ama bu günün Devrimci Gençleri yine gösterdiler. Bir çiçeği öldürebilirsiniz ama baharı asla demekteler ve isyanları, umutları ile baharı büyütmekteler… Bundan tam kırk yıl önce Mahir Çayan, Hüdai Arıkan, Cihan Alptekin, Nihat Yılmaz, Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, Sabahattin Kurt, Ömer Ayna, Saffet Alp, Sinan Kazım Özüdoğru ve Ertuğrul Kürkçü Tokat’ın Niksar ilçesine bağlı Kızıldere köyünde kıstırıldılar. Yanlarında Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarını engellemek için rehin aldıkları iki İngiliz radar teknisyeni bulunuyordu. ONlar her şeyi göze almışlardı. Ya idamları durduracaklardı, ya bu uğurda arkadaşları için canlarını seve seve vereceklerdi. Ama kuşatanların müzakere gibi bir amacı yoktu. Tanklarla, toplarla ve makineli tüfeklerle çevirmişlerdi o kerpiç evin etrafını. Ateşe başladılar, ilk mahir düştü sonra birer birer diğerleri. Direniş ateşi kesildikten sonra eve girdiler yaralılar vardı, hepsini baştan aşağı tekrar taradılar. Yaralı olanları dahi orda öldürdüler. Yaşamalarını istemiyorlardı çünkü ONların. Bu katliamdan şans eseri bir tek Ertuğrul Kürkçü kurtuldu. Geri kalanlar yani ONLAR Kızıldere’nin kan çiçekleri oldu. Direnişin, umudun ve yoldaşın simgesi oldular. Yarından bu güne miras oldular. Kırk yıl öteden ONlara sesleniyoruz yine;
Sizler özgürlüğün, en doyumsuz tohumları gibi düştünüz toprağa… Bire bin verdi başaklarınız. Kaldırın yattığınız yerden başlarınızı! Bakın, bıraktığınız yoldan yürüyor yoldaşlarınız…
DEVRİMCİ AVUKATLAR ONURUMUZDUR! AKP, iktidara geldiği günden bugüne devlete hakim olan iktidar ilişkileri içerisinde kendi hegemonyasını teşkil etmek, tüm hayatın piyasa çarklarına devrini sağlamak ve bu yolda karşısına çıkacak tüm muhalif sesleri susturmak amacıyla bir çok kişi, grup veya örgüte operasyon düzenledi. Bu bağlamda iktidarın devir teslimini sağlamak amacıyla gerçekleştirilen Ergenekon operasyonlarını, devrimci muhalefeti susturabilmek adına yapılan Devrimci Karargah ve Hopa operasyonlarını, muhalif gazetecileri susturabilmek adına açılan Odatv davalarını örnek olarak gösterebiliriz. AKP gerçekleştirdiği tüm operasyonlarda bir odağı hedef alıp, o odağın tarumar edilmesi üzerine bir strateji geliştiriyor. Bu strateji medya yoluyla karalamayı, itibarsızlaştırmayı, manipüle etmeyi ve her türlü dezenformasyon çabasını içeriyor. Bu bağlamda operasyon yiyen kesimler önce demokrasi karşıtı ilen ediliyor, çeşitli ‘terör örgütleriyle’ bağlantıları açığa vuruluyor ve yakalanmasalardı ne gibi ‘terör’ faaliyetleri yapacakları komuyona ifşa ediliyor. Aslında operasyonların içerikleri de birbirinden farklılık gösteriyor. Ergenekon ve balyoz operasyonları iktidarın devir teslimi üzerine yapılan hamlelerken, Oda TV davası, Hopa davası, Devrimci Karargah davası ve Çağdaş Hukukçular Derneğine düzenlenen operasyonlar devrimci ve gerçek anlamıyla muhalefetin susturulmasına yönelik hamleler olarak gündeme geliyor. Saydığımız ikinci tür hamlelerin iktidar açısından birkaç artı noktası da mevcut. Öncelikle dezenformasyon, ‘terör’ bağlantısı gibi unsurlar bu davalarda da bulunmakla birlikte iktidar bu operasyonları ile; doğru gazeteciliğin yanlış olduğunu ve bunu yapanların yanacağını, emeğin kavgasını vermenin yanlışlığını, sendikaya örgütlenmemenin gerektiğini, HES’lere karşı yaşamı savunmanın suç olduğunu ve ezilenlerin savunusunu yapmanın nasıl bir ‘terör’ işi olduğunu anlatıyor. Bu şu anlama geliyor; emeğinizin hakkını sormayın, derelerinizin peşine düşmeyin, doğru haber yapmayın ve aramayın, örgütlenmeyin ve sakına ezilenlere yardım etmeyin. Bu söylediklerimizle AKP’nin devrimci muhalefete karşı yürüttüğü operasyonların aynı zamanda hayata karşıda yürütüldüğünü açıkça söyleyebiliriz. AKP bize kısaca hakkınızı aramayın biat edin demek istemektedir. Bu çerçevede ÇHD’ye gerçekleşen operasyona baktığımızda bu operasyonun aslında ezilenlerin ve yoksulların savunma hakkına gerçekleştirilen bir operasyon olduğu açıktır. Bulunduğu her alanda yaşamı, iyiyi, doğruyu ve güzeli savunmuş halkın avukatlarına yapılan bu saldırı bizzat halkın kendisini savunmasız ve korumasız bırakmayı amaçlamaktadır. ÇHD bu ülkede onurlu ve direnen avukatlık geleneğinin yegane temsilcisidir. Bizler biliyoruz ki; ÇHD dili olmayanların dili, gözü görmeyenlerin gözü ve kulağı duymayanların kulağıdır. Kısacası ÇHD bu ülkede kimsesizlerin kimsesidir. ÇHD’ye yapılan saldırı, ezilenlerin savunma hakkına yapılan saldırı anlamına gelmektedir. İşte bu yüzden cübbeyi giyme sırası bizdedir, artık halkın avukatlarını halkın savunma zamanı gelmiştir. Unutulmamalıdır ki halkın adaleti tam anlamıyla adaleti içinde barındırır. Bu gün Hakim kürsüsünde oturanlar yarın kendilerini savunacak avukat aramak zorunda kalacak olanlardır...
BERFO ANA! Bir sabah uyandığınızda, boğazınızın düğümlendiğini hissettiniz mi hiç? Hiç bir neden yokken hem de. Dertsiz, kasavetsiz bir uykudan sonra aniden gelen bir karabasan gibi. Bir sabah uyandığınızda ve belki büyüyüp koskoca insanlar olduğunuzda yavrunuzun uykudaki masumane duruşuna baktınız mı hiç? Sanki o an yanında anası olmasa tüm tehlikelere açık gibi duran o halini sizde gördünüz mü? Hani güvercin ürkekliği ile gidip alnından öptünüz mü hiç? Bir insanı çıkarsızca gerçekten sevebildiniz mi hiç? Bir sevgili gibi değil, bir arkadaş gibi değil, hiç bir kutsallık katılmadan ve toplumsal bir misyon üstlenmeden bir ana gibi yavrunuza aşık olabildiniz mi? Sanki siz yanında olunca tüm tehlikelerden koruyabilecekmişsiniz gibi hissettiniz mi? O sizden koparıldığında 'ben çaba göstersem olmazdı' diyerek kendinizi yediniz mi ya da yavrunuzun peşine düşüp 'ben onunla toprağa gireceğim' deyip, yavrunuza yoldaş olabildiniz mi? Bu sabah kalktığımızda dertsiz, tasasız uykumuzdan bir karabasan oturuyor hissettik yüreğimizde. Belki de işte o an biraz olsun anlaya bildik yıllar yılı Berfo Anamızın neler çektiğini. Bir çoğumuzun yaşı genç, bilemeyiz belki de evlat denen olgunun ne güzel ve ne menem bir şey olduğunu. Ama evlat sevgisini ve evladına yoldaş olmayı Berfo anadan öğrenebildik. 'Kuzum' diye severken, elinden o ana kuzusunun alınmasının nasıl bir şey olduğu bilemeyiz. Ama oğulun peşini bırakmamayı, ne olursa olsun ve nasıl olursa olsun bulmak için çabalamayı Berfo Anadan öğrendik. Çok atıp, tutabiliriz ve çeşitli acı sözcükleriyle yaşadığımız burukluğu anlatabiliriz. Ama Berfo Ana her 'Arkadaşlar! ben bir anayım benim sesimi duymak zorundasınız, beni dinemek zorundasınız' dediğinde dinlemek için onu, susarız. Berfo Ana yıldızlarda artık. 1995 yılından beri her cumartesi devletçe kaybedilen yakınlarının hesabını sormak için bir araya gelen Cumartesi Anneleri'nin simgesiydi o.
Oğlu Cemil Kırbayır yanında yedi kişi ile birlikte gözaltına alınmış, daha sonra diğer yedi kişi geri dönerken Cemil geri dönememiştir. Berfo Ana oğlunu son kez gördüğü anı 'Anne dedi. Yavrum dedim. İşte onun o sesini özledim' diyerek anlatıyor bizlere. Berfo Ananın tek istediği oğlunun kemiklerine sarılmak, ona bir mezar açmak ve yanına gömülmekti. O otuz sene boyunca bir gün çıkar gelir diye asla evini boyamadı, asla eşyalarını değiştirmedi ve asla evinin kapısını kilitlemedi. Gelirde bir gün yavrum evini tanımaz dedi, eşyalarını yadırgar dedi, gelirde kapıda kalır belki dedi. Berfo Ana otuz sene boyunca sadece beklemedi, o aynı zamanda oğlunu aradı, darbecilerin ve işkencecilerin peşini bırakmadı. Sözde 12 Eylül yargılamalarında Hakim onu karşısında gördüğünde yanındakilere 'Ana Türkçe biliyor mu?' diye sorarken, o ayağa kalkıp hakime; ''Kenan Evren'i neden getirmedin?'' diye karşılık verdi ve Kenan Evren'e "Elin ayağın titremesin Evren buraya gel!'' diyerek meydan okudu... Berfo Ana otuz yılı aşkın süre oğlunu aradı. O ve oğlu Cemil Kırbayır bir mücadelenin simgesi oldular. Berfo Ana yeri geldi sokaklarda, yeri geldi başbakanın karşısında ve yeri geldi elleri darbecilerin yakasında hep oğlunu sordu. Tek isteği vardı; oğluyla beraber mezara girmek. Olmadı çok büyük devlet bir ananın son isteğini yerine getirmedi. Dediğimiz gibi o hep bekledi bir gün oğlu çıkarda gelir belki diye. O, oğlunun 'Anne ben geldim' sözlerini duyabilmek için her gün ne cehennem ateşlerinde dağladı yüreğini de, zalimlerin karşısında dik dura bilmek için acısına tuz bastı. Oğlunu bulamayan devlet, ona en büyük kötülüğü yaptığını sanıyordu belki de. Ülkesi ve halkı için mücadele edenleri işkencelerde katletmek, gözaltılarda kaybetmek, sokak ortalarında vurmak ve idam etmek bu devletin işiydi. Cemil şahsında hem Berfo Analara gözdağı vermek istediler hem de yetişecek nice Cemillere. Ancak diyordu ya şair dizelerinde 'Saraylar
saltanatlar çöker/ kan susar birgün/ zulüm biter./ menekşelerde açılır üstümüzde/ leylaklarda güler./ bugünlerden geriye,/ bir yarına gidenler kalır/ bir de yarınlar için direnenler...' işte bizlerde oğullarının yerini doldurmasak da her seferin de Berfo Anaların yanına gidip 'Anne biz geldik' diyeceğiz. Çünkü Cemil Kırbayır ve Berfo Ana yarınlarımıza gitmiştir ve bizlere düşen ise yarınlar için direnmektir artık. Sözler anlamsız ve kifayetsiz kalsa da, damarlarımızdaki kan çekilene kadar Cemil'i arayacağız. Cemilleri katledenlerden mutlaka ama mutlaka hesap soracağız. Rahat uyu Berfo Ana, nasıl başaracağını bilmesek de 'rahat uyu' sen. Sözümüz sözdür ana, Cemil'den tanırsın bizi. Biz sözümüzden dönmeyiz. Sen yeter ki ana koyabilmemiz için başlarımızı, dizini hazırla o muhteşem güne...
''bir sabah anne bir sabah acını süpürmek için açtığında kapını adı başka sesi başka nice yaşıtım koynunda çiçekler çiçekler içinde bir ülke getirirler başlarını koymak için yorgun dizine sen hazır tut dizini anne o mükemmel güne''
BİRGÜN GERÇEKTİR, GERÇEKLER DEVRİMCİDİR! "Sahtekârlığın evrensel düzeyde egemen olduğu dönemlerde, gerçeği söylemek devrimci bir eylemdir." Böyle söyler George Orwell. Onu bir çoğumuz 1984 isimli romanından tanırız. Tasvir ettiği baskıcı ve otoriter toplum sanki bugünün Türkiye’sini anlatır gibidir. Orda da tek adam vardır bizdeki gibi. Orda da tüm aykırı fikirler bastırılır, tarih istenildiği gibi düzenlenir ve sürekli sansür egemendir. Yani büyük birader sizi izlemektedir. Bizim büyük birader bizleri izleye dursun ‘dönen dönsün yolundan ben dönmezim!’ diyenler yollarına devam edecekler. İşte BirGün gazetesi de tam olarak böyle bir kararlılığın ürünüdür aslında. Sözünü esirgemeyen, ezilenlerin gözü-kulağı olan, toplumsal muhalefetin sesi ve gerçeklerin devrimci olduğunun kanıtıdır BirGün. Bin bir zorlukla çıkarılan, her şeyi gönüllülük ile giden, patronu olmayan kısacası halkın gazetesi olan gazetedir BirGün. Yanlışları da olur özür diler. Hata yapar düzeltir. Asla sansürlemez, en çizgi dışı fikirlerin bile yeri vardır BirGün’de. Kolay değildir farklı olmak ve farklı olanı savunmak... BirGün yeni bir ‘sürece’ girdi. Bu doğrultuda çeşitli değişiklikler yapıldı. Türkiye’nin tartışmasız en iyi kitap ve Pazar ekleri BirGün ile ücretsiz sunuluyor. Ece Temelkuran, Turan Eser, Hayri Kozanoğlu, Ali Murat İrat, Nuray Mert, Ertuğrul Mavioğlu, Burhan Sönmez, Ahmet Şık, Banu Güven ve Yıldırım Türker gazetede yazmaya başladılar. Zaten içinde A. İlyas Başsay, Melih Pekdemir, Meryem Koray, Selçuk Candansayar, Fikri Sağlar, İbrahim Özden Kabaoğlu, Cüneyt Cebenoyan gibi çok değerli kalemleri barındıran gazete, yazar kadrosunu daha da güçlendirmiş oldu. Şimdi sıra bizde bu hamleyi görmeli ve gazetemize sahip çıkmalıyız. Her gün daha iyi BirGün için, BirGün’ü okumalı, okutmalı ve abone yapmalıyız. Şimdi dayanışmayı ve toplumsal muhalefetin sesini büyütme zamanıdır. Büyük birader bizi izlerken biz işimizi yapalım, dönüp sağlam bir nanikle ‘bizi izlemeye devam edin’ diyelim. Evet BirGün’ü izlemeye devam edin...
VEDA YAZISI... İnsanlığın karamsarlık ve ölümle pençeleştiği bir çağda o güzel kıtada yine birileri bir şeyler yapıyordu. Bir adam, Latin Amerika yerlilerinden gelen ve onlar gibi olan bir adam bir şeyler fısıldıyordu. Bu fısıltı o kadar büyüdü ki bir çığlığa ve bir devrime dönüştü. Chavez, Venezüella’da tam olarak bunu yaptı. Halka kendilerine inanmaları gerektiğini hatırlattı. Bir fısıltıdan devrim çıkarttı. Bir umut ışığı ki dünyada ezilenlerin yolunu aydınlatan ve parlaklığı ile Amerikalı eşeklerin ve onların sıpalarının gözünü kamaştıran bir ışıktı. Chavez cesur bir adamdı, farklıydı. Yaşamayı ve insanları seviyordu. Son sözleri ve hastalığı süresince söyledikleri buna kanıttır. Birazda onu aykırı kişiliği ile hatırlayabiliriz. Yankee büyük elçisini ülkesinden kovması, Bush’un konuşmasından sonra ki gün BM genel kurulunda konuşurken ‘sülfür kokusunu hala alıyorum, dün şeytan buradaydı’ sözü, karısına olan sevgisini her platformda göstermesi, sivri dilli söylemleri... Halkın adamının nasıl olacağının kanıtıydı Chavez. Başkalarının sözlerine aldırış etmeden kendi yolunda yürüdü. İlkesi hep ezilenden yana olmaktı. Latin Amerika halkalarının Ernesto’dan, Victor Jara’dan tanıdığımız enfes gülüşü ondada vardı ve güzel bir kahkaha atıp geçti bu dünyadan. İyi adamdı şu Chavez bizi güldürdü, umutlandırdı, kendine inandırdı. Diktatör mü dedi birleri? Kusura bakma Amigo, böyle bir diktatör bizim için çok daha makbuldür. Şimdilik hoşça kal yoldaş, sana cennetteki devrimci mücadelende başarılar!
AKP’YE DİRENELİM! Son günlerde, Ankara merkezli olmak üzere Türkiye’nin birçok üniversitesinde polisler ve faşistler üniversiteye ve öğrencilere saldırıyor. Hemen her gün yeni günü polis saldırısı ya da bıçaklanan arkadaşlarımızın haberiyle başlıyoruz. Kampüsler polis tarafından işgal ediliyor. Polis olanca kiniyle amfileri, derslikleri gaza boğuyor! Cebeci’de Özel Güvenlik öğrenci bıçaklıyor! Beyazıt’ta polis, kadın öğrencinin başını duvara vurarak, beyin kanaması geçirmesine neden oluyor! Satırla bıçakla saldıran faşistler polis tarafından korunurken, saldırıya uğrayan öğrenciler gözaltına alınıyor! Soruşturma ve cezalara maruz kalıyor! Her türlü bilimsel çalışma üniversite yönetimleri tarafından dinen caiz değildir denilerek iptal ediliyor! Özgür ve bilimsel eğitimden yana tutum alan hocalarımız okullardan uzaklaştırılıyor! Üniversite piyasanın at koşturduğu ticarethanelere dönüştürülüyor! Hacettepe Üniversitesi, Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi, Cebeci ve Tandoğan yerleşkeleri gerekçe gösterilmeksizin tatil ediliyor! Üniversiteye Neden Saldırıyorlar? AKP ve onun elebaşı RTE, sivil diktatörlük yolunda ilerleyişini sürdürüyor. AKP ve onun temsil ettiği politikalara dönük itirazlarını dile getiren kesimler baskı ve şiddet yoluyla sindirilmeye çalışılıyor. RTE, adım adım inşa ettiği sivil diktatörlük sürecinde, kendisine "ayak bağı" olacağını düşündüğü dinamiklerden kurtulmak istiyor. ODTÜ ile başlayan direniş, AKP karşısında büyük ölçüde umut ışığı oldu. Geleceğine, özgürlüğüne ve üniversitesine sahip çıkan gençler, ODTÜ direnişinin izinden iktidar budalası rektörlerden, onun piyasacı ve gerici politikalarından hesap sordu! Bu yüzden hangi AKP’li üniversiteye gitse polis ordusunu beraberinde taşıdı... Şimdi üniversiteyle, geleceğine sahip çıkan gençlerle hesaplaşmak istiyorlar! O yüzden, üniversitelerimize gaz bombalarıyla saldırılıyor, en demokratik taleplerimiz şiddetle bastırılıyor! Emir eri faşistler, emir gelmiş olmalı ki her gün bir üniversitede öğrencilere saldırıyor! Satırlarla, bıçaklarla öğrencileri yaralıyor! AKP’nin rektörlerine ve baskıcı uygulamalarına karşı nerede bir itiraz olsa, arkasından faşist saldırı oluyor! İnsanlığa düşman olan fikirlerini üniversitede şiddet yoluyla hakim kılmak için AKP’nin rektörleri ve polisiyle büyük bir uyum içerisinde çalışıyorlar.. Faşistler saldırıyor, polis kolluyor, rektörler örgütlenme zemini yaratıyor! Polis-idare-faşist ittifakı üniversitede düşünen, sorgulayan ve geleceği için mücadele eden öğrenciler istemiyor! Direnelim! AKP’nin sivil diktatörlük hevesi üniversiteler üzerine karabasan gibi çöküyor! Bilime düşman, gericiliği ve piyasacılığı dost edinen anlayışı üniversitelerimizde istemiyoruz. Bilimsel ve demokratik eğitim için, özgürlüğümüz ve geleceğimiz için AKP diktatörlüğüne direneceğiz! Üniversitelerimizi polise ve faşistlere teslim etmeyeceğiz!
SOL KANAT (Sol kanadı bu sefer Cemal Süreya yazdı.) “Şükrü’nün köşe vuruşu. Top döne döne, hiçbir oyuncuya değmeden kaleye giriyor. Fenerbahçe kalecisi Cihat umarsız. Gol! Dönem Beşiktaş’ın ve “emsalsiz” Hakkı’nın dönemi. Ama o golden sonra Baba Hakkı’nın sahanın bir yerinde Şükrü’yü kıstırdığı görülür:“Atacaksan doğru dürüst gol at!” Kornerden doğrudan atılan golde bir rastlantı rüzgârı da sezmiş olacak. Ya da niçin kızmışsa işte. İkinci bir olay Hakkı Yeten’i daha iyi açıklar. Suat Mamat’ın tanıklığı: Suat Galatasaray’dan Beşiktaş’a transfer olmuş. Ama son bir şampiyona maçı var iki takım arasında. Suat’lı Galatasaray çok etkili bir oyunla Beşiktaş’ı yenip şampiyon oluyor. Maç sonunda Beşiktaş soyunma odasına giren Suat’a şöyle diyor Hakkı Yeten: “Çok iyi oynamasaydın buraya giremezdin.” Vodina’lı Hakkı. Son tulumbacı. Tehlikeli melek. Altın yürekli ve çıkarsız haydut. “Yenilmez Armada”nın azıcık boydan kısa kaptanı. Lise yıllarında birçok kez seyretme olanağı bulmuştum Baba Hakkı’yı. Fenerli olduğum için çok ürkerdim ondan. Gittiğim Hakkı’lı maçların hepsini kaybettik. Taş gibi bir adam kalmış belleğimde. Kendisi de anlatır anılarında, futbolun yanısıra barfix, güreş, boks da yapmış. Ama asıl heybeti hızından, inanılmazı gerçekleştirebilmesinden geliyordu. Granit amatör. Elini beline koydu mu karşısındakilerin işi bitik. 1910 doğumlu. Halıcıoğlu Askeri Lisesi’nin kart öğrencisi. 9. sınıfta profesyonel de oldu. Diyelim ki profesyonel. Transfer ücreti de şu: Sivil lise giderleri (tramvay bileti, vb.) kulüpçe karşılanacaktı. Baba… Doğan Koloğlu’nun “baba” kavramı için getirdiği yorum çok ilginç. Ona göre Hakkı Yeten’in “baba”lığı, “şambabalığı ve parababalığının uzlaşmaz karşıtıdır.” (1) Gerçekten Hakkı’nın “baba” sanında bir yiğitlik, bir özveri de saklı ki hemen hiçbir futbolcuya nasip olmamış. Beşiktaş takımının tarihsel görüntüsünü de açıklar. Daha neler var bu adda: Hocalık, şövalyelik, tok söz, kurumlaşmış ağabeylik… Daha daha: Sıkı denetim, içinde ürkü bulunmayan saygı, son ânı hiçbir zaman gündemden düşürmeyen gizil güç, uyluğuyla top alan bıçkınlık, şıklığı dışlamayan sert oyun. Ve kahraman şımarıklığı… Tribünlerdeki aykırı gösterilere, hatta kimi zaman hakeme donunu indirip orasını da gösterebilmiştir. Sarışın bayan gazeteciyi Şükrü Enişte’ye havale ettiğini sezdirmiştir. Ama “Baba” imgesindeki büyük karizma her zaman çirkin görünmesini önledi onun. Baba Hakkı, hem başkan, hem kaptan, hem oyuncuydu. Aynı zamanda da seyirci. Hakemin ürktüğü tek oyuncu da o oldu sanırım. Beşiktaş’ın Mao Zedung’u.
Beşiktaş’a ne kaldı ondan? Tek kişiden kalabilen en çok şey… Bu gün, Fenerbahçe’yi zaman içinde var olmuş birçok oyuncuyu yan yana koyarak tanımlayabiliriz. Galatasaray’ı da. Beşiktaş’ı yalnız onu düşünerek de açıklayabiliriz. Bu bir olay. Mutlaka adı olmalı. Bulaşıcı güç. İkinci devrede 6 gol atarak ve attırarak bir maçı 6-3 alan kaptan (2). Beşiktaş sermayesi insan olan bir kulüp. O yarattı bunu. Bir Recep, bir Mehmet Ali, bir Lefter, bir Can, bir Metin… Bunları tek tek sanatçılar olarak anımsıyor kişi. Baba Hakkı ise bir kurum gibi, bir ordu gibi, bir okul gibi… Tuhaf şey çok büyük buluyorum, ama tek başına düşünemiyorum onu. Maksim’den Kristal’den, Novotni’den, başka eğlence yerlerinden çıkmazmış. O yanını ise hiç düşünemiyorum. Şükrü’sünü bulmuş bir Hakkı benim için çok büyük şey. Beşiktaş bugün gerçek bir spor kulübü. Galatasaray daha da sağlam bir spor kulübü. Fenerbahçe ise bir türlü kulüpleşemedi. Beşiktaş’ınkini burda biraz da Baba Hakkı geleneğine bağlayamaz mıyız? Beşiktaş’la özdeşleşen ad. Yöneticilik, genel kaptanlık, başkanlık ve onursal başkanlık da yaptı kulüpte. Kulübüne böylesine damga vurmuş başka bir sporcu var mı ülkemizde? Kurtuluş Savaşı tadı var Baba Hakkı’nın adında. O da var. Şemsiyesi koskoca bir palto. Çok da uzun geliyor ona.” (1) Cemal Süreya burada “şambaba” diyerek, ölmeden önce, “Fenerbahçe için her şeyi yaptım. Hakem de satın aldım, futbolcu da” açıklaması yapan “şambaba” lakaplı Fenerbahçe yöneticisi Semih Bayülken’i kastedediyor. Parababalığından kasıt ise meşhur gümrük komisyoncusu Müslüm Bağcılar. Hani Metin Oktay’ı transfer etmek isteyen Fenerbahçe yöneticisi. (2) Beşiktaş’ın ilk yarıyı 3-0 yenik kapatması üzerine Baba Hakkı’nın soyunma odasında, “tren biletlerinizi yırtarım, İstanbul’a yürüyerek dönersiniz” dediği Ankara’daki tarihi Harbiye maçı. Beşiktaş bu maçı ikinci yarıda attığı 6 golle 6-3 kazanmıştı.
ALTERNATİF FİLM - KORO Film savaş sonrası Fransa'da 1949 yılında geçer. İşsiz müzik öğretmeni Clement Mathieu gelen bir teklif üzerine yatılı erkek öğrencilerden oluşan bir okulda işe başlar. "Suyun Dibi" (Fond de l'Etang) adı verilen okulda tamamen birbirlerinden farklı karakterlerden oluşan ve oldukça asi tavırlar sergileyen genelde kimsesiz fakir öğrenciler bulunmaktadır. Okulun müdürü ise öğrencilere karşı oldukça sert davranmakta, hücre cezası ve dayak gibi acımasız cezalar vererek disiplini sağlamaya çalışmaktadır. Bu gibi cezalar ile hiçbir sonuca varılamayacağını düşünen Clement, cezaların caydırıcı olmak bir yana öğrencilere ispiyonculuğa özendireceğini ve aralarındaki çatışmanın artacağını düşünür. Aklına gelen en iyi çözüm, en iyi bildiği iş olan müzik sayesinde öğrencilere ulaşarak onlara farklı bir dünyanın kapılarını aralayabilmek olur. Film konu itibari ile Ölü Ozanlar Derneği İle benzeşse de izlenebilecek güzel bir film.
ALTERNATİF KİTAP - CESUR YENİ DÜNYA Uzak sayılabilecek bir gelecekte geçmektedir olaylar. Dünya öyle bir hal almıştır ki artık savaşlar, hüzünler ve hayal kırıklıkları yoktur. İnsanların ne olacakları kuluçkada oldukları sırasında belirlenir ve doğumlara dahi gerek yoktur. Teknoloji gelişmiş ve mutlak refah sağlanmıştır. Böyle bir tanım bir bakıma bir ütopyaya işaret etse de aslında durum tam tersidir. Gerçek anlamda bir sevgi mevcut değildir, hayat anlamsızca seks yapmak ve uyuşturucu ile kendini avutmaktan ibarettir. Yeni bilgiye ve dolayısıyla kitap okumaya ve araştırmaya gerek yoktur çünkü gereken bilgi insanlara zaten kuluçkada yüklenmiştir. İnsanlık tarihinin tüm artıları sayılabilecek felsefe, kültür ve sanat değerleri yasaklanmış ve bu durum barışın ortamının bir bedeli olarak sunulmuştur. Aldous Huxley, Cesur Yeni Dünya kitabı ile mükemmel sanılan fakat felaketten öte bir şey olmayan bir geleceği bize sunmaktadır.