mika dergi Aylık Online Edebiyat, Kültür & Sanat Dergisi
sayı 6 | 15 mart 2013
Şiir Hesaplaşan Rekabet Canlı Bomba Modası Geçmeyen Kadın
Spielberg ve Irkçılık
Duygu Asena
Aşkı Sevdiren Feminist HAYALİNİZİ BİZE YAZIN
Hayalinizi bizimle paylaşın, her ay dergimizin sayfalarında yer alma ve kitap kazanma şansı yakalayın.
Detaylar Arka Kapakta
2
İçindekiler
Sayfa 24
Hesaplaşan Rekabet - Kuçu Kuçu İki kadının sadece bir gününü anlatan bu tiyatro oyunu; yaşanan, yaşatılan ve yaşamak zorunda kalınan toplumsal dengesizliklere ayna tutuyor. Aslında hepimizin ortak hikayesini anlatıyor.
Sayfa 42
Modası Geçmeyen Kadın - Anna Karenina
Sayfa 54
Şiir
140 yıl önce çılgınca seven genç, güzel ve kırılgan bir kadın intihar ederek, yaşadıklarının bedelini öder. Bu kadın Tolstoy gibi bir yazara ilham verir ve ortaya 140 yıldır aynı heyecanla okunan bir roman çıkar. Peki, ama neden bu kadar çok okunur?
Eğer siz de Cahit Sıtkı Tarancı’nın, ‘’Şiir- kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır’’ sözüne katılıyorsanız, gelin hep beraber şiirin büyülü dünyasında bir yolculuk yapalım :)
Sayfa 34
Canlı Bomba Bir kadın kendinden ve yaşamak zorunda bırakıldığı hayattan intikam alabilmek için canlı bomba olmaya karar verebilir mi? Büyük bir soğukkanlılıkla o pimi nasıl çektiğini öğrenmek istiyorsanız, Kadın Hikayeler köşesindeki öyküyü okuyabilirsiniz.
Sayfa 30
Spielberg ve Irkçılık Tüm zamanların en iyi yönetmeni olarak kabul edilen Spilberg, birçok filminde neden ırkçılık konusunu işlediğini ve bunun bir tesadüf olup olmadığını merak ediyorsanız yazımızı okuyun lütfen…
Sayfa 16
Aşkı Sevdiren Feminist - Duygu Asena İnandığı her şeyi sonuna kadar savunan ve söylediklerinin arkasında duran bir kadın… İnsanların ikiyüzlü davranmasına karşı çıkarak, kadın-erkek eşitliğini savunur. Erkekleri ve aşkı, onları esiri olmamak kaydıyla sevdiği için de en dürüst ve gerçek feministtir :)
Künye Emin Doğu
Meliha Doğu
Genel Yayın Yönetmeni emindogu@mikadergi.com
Editör & İçerik Yöneticisi melihadogu@mikadergi.com
Merve Odabaşı
Yazar Olun
Sanat Danışmanı merveodabasi@@mikadergi.com
Mika Dergi ‘de Yazar Olun editor@mikadergi.com
3
Editör ‘den,
Bir adam, bir kadın... ‘’Seni Seviyorum!’’ dedi adam. Sıkı sıkı sarılıp, defalarca öptü. Kadın sessizdi. Bir şeyler arıyormuşçasına gözlerini adamın gözlerine dikti… ‘’Güne güzel başlayalım mı? Yoksa çok kötü olacak’’ dedi adam. Kadın söyleyecek bir şey bulamadı. O sadece bir an önce yalnız kalmak istiyordu. Sessiz ve yalnız dünyasındaki huzuru kucaklamak… Saat neredeyse bir olmuştu. Güne başlamak için geç kalınmıştı ona göre. Kendini çok yorgun hissediyordu. Yaşamaktan, konuşmaktan, kırılan kalbini çaresizce iyileştirmeye çırpınmaktan usanmıştı. Hele hele adamı dinlemekten resmen bezmişti. Tehditler, eleştiriler, suçlamalar; nasıl davranması ve konuşması gerektiğini içeren
İletişim
Reklam
o sonu gelmez nutuklar onu çıldırtıyordu. Daha yarım saat önce ‘’Seni öldürürüm! Sus!’’ deyip üzerine yürüyen adam, şimdi ona sarılıp sevgiden ve günün güzel başlamasından bahsediyordu. Kadın, gerçeği görebilir umuduyla adamın gözlerine bakmaya devam ediyordu… Adam gerçekten son derece samimiydi. Gözlerinin içi gülüyordu. Peki, ama yarım saat önceki nefret, gözlerinin hangi köşesine saklanmıştı? Yarım saat önceki adamla şimdiki adam aynı olamazdı… Adam tekrar sarılıp öptü ve evden çıktı. Kadın müziğin sesini açtı ve derin derin nefes aldı. Hiçbir şey düşünmek istemiyordu. Az önce çıkan adamı ise tamamen unutmak istiyordu. Güzel bir kahvaltıyla kendini ödüllendirdi. Duş alıp, bir güzel süslendi.
Genel İletişim info@mikadergi.com
Reklam & Tanıtım reklam@mikadergi.com
Meliha Doğu Editör & İçerik Yöneticisi Evden çıkarken yanına hiç bir şey almadı. Kararlı adımlarla yürümeye başladı. Bir zamanlar ‘’Ben sensiz değil yaşamak, nefes bile almak istemiyorum’’ dediği adamı terk ediyordu. Nereye gideceğini bilmeden yürümeye devam etti… *****Bazı konular vardır ne kadar yazarsan yaz, bitiremezsin. Anlatacak hep bir şey bulursun… Kadın öyle bir konudur… Anlaşılmaya çalışıldıkça tam anlaşılamaz… Ne kadar anlatılırsa anlatılsın, hep eksik kalır… Biz de naçizane ve elimizden geldiği kadar, dergimizin bu sayısının hemen hemen her sayfasının her satırında, editör sayfası dahil, kadını anlatmaya çalıştık… Dilerim beğenirsiniz :)
4
Mika Dergi
Yılmaz Erdoğan
ARŞİV ÖZEL
11.10.1996
KADIN NEDEN AĞLAR? Bir
kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya... En az erkekler kadar yani! Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe!
İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra. Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte. Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır… Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden. Önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli... Ve
kadın ağlar; hem de çok! Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları… Her damla bir derstir çünkü.
5
Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler. İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları. Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar. Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı... Çok ağlayan kadınlar, birçok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden. Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan... İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi
kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar… Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E o zaman niye sarılsınlar ki!
Niye sarılalım ki! Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur. Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır. Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır. O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!
6
Mika Dergi
’’Söz ile musiki arasında olan, fakat sözden ziyade musikiye yakın olan bir lisandır…’’ Ahmet Haşim
Dil içinde ikinci bir dil Şiir, dilin anlamı, ses ve ritim öğelerini belli düzen içinde kullanarak; bir olayı ya da duygusal ve düşünsel deneyimi yoğunlaşmış ve sıradanlıktan uzaklaşmış bir biçimde ifade etme sanatı olarak tanımlanabilir. Yazın tarihçilerine, eleştirmenlere ve kimi kuramcılara göre tüm yazınsal yaratılar şiirden doğmuştur. Çünkü insanoğlu günlük konuşma dilinin sözcüklerine büyülü bir anlam yüklemeyi, günlük konuşma dilini
yüceltmeyi gerçekleştirilmesiyle ilk şiiri yaratmıştır. Tabii ki büyülü anlamlarla yüklenmiş, yüceltilmiş sözcüklerle oluşturulan bu ilk şiirlere çağdaş anlamda şiir denemez.
Yeni Şiirler
Yazının bulunuşundan önce oluşturulan bu şiiri ‘’alelade konuşmadan ayıran ve ona gizemli, biraz da büyülü bir güç veren biçimsel bir yapıyla vezin, kafiye, aliterasyon, eşit uzunluktaki hecelerden
meydana gelmiş mısralar gibi kendini göstermiştir. Şiirin ilk örneklerine baktığımızda, başlangıçta iletim ve iletişimin ana yolu olduğunu görüyoruz. Örneğin İsa’dan önce VIII yüzyılda yaşamış olan Hesidos, köylü yaşamını ve insanların günlük işlerini anlatırken şiiri seçmiştir. Latin şairi Vergilius da kent yaşamının çekiciliğine kapılarak, tarımla uğraşma zevkini yitiren Romalılara bu zevki kazandırmaya çalışmıştır. Ünlü çiftçilik şiirlerini bu amaçla yazmıştır. Bugün de geçerliliğini koruyan atasözlerinin de büyük bir diliminde şiirsel bir söyleyişin kullandığını görüyoruz. Dinsel ve tarımsal törenlerde, bu törenlerde ortaya çıkan ve gelişip boyutlanan Atina tragedya ve komedilerinde hep bu günlük konuşma dilinin yüceltilmiş biçimi, ilkçağların şiiri kullanılır. Yazının buluşundan önce yaratılan şiirler toplumun ortak yaratısıdır. Daha doğrusu topluluğun ortaklaşa coşkularını yansıtmasıdır sözcüklerle… Ortada kesin bir kanıt olmamasına rağmen, ritmik ya da vezinli dilin, yazının bulunuşundan önce hep kaba bir müzikle birlikte olduğu düşünülmektedir.
Mika Dergi
Yani müziğin ilkel şiirle birlikte doğduğunu, hareketler ve sıçramalar, bağırmalar ve anlamsız haykırışlar, sopaların ve taşların birbirine vuruşuyla çıkarılan bir takım yapma seslerle ifade edilen bir yerli beden ritminin, dansın şiirin ve müziğin ortak atası olduğu ileri sürülebilir. Yazının bulunmasından sonra şiir, ortaklaşa bir yaratım olmaktan çıkar, bireysel boyutlar kazanır. İnsana, insanın benliğini ve bilincini belirleyen çevresel koşullara bağlı olarak da değişip, gelişir. Her çağ kendi şiirini yaratır… Ancak, şiirin dil içinde özel bir dil olduğunu, daha doğrusu dilin özel bir kullanım biçimi olduğu gerçeği değişmez. Hemen her çağda şiiri öteki yazınsal yaratılardan ayıran yanı da bu olmuştur.
Şiir’in etki gücü nereden geliyor?
Yazın kuramcıları, şiir eleştirmenleri bu soru üzerinde çok durmuşlardır. Değişik görüşler öne sürülmüş, ama birleştikleri nokta gücünün imgelerden geldiğidir. Şiir geniş anlamda imgelerle düşünme sanatıdır… Şiirin ana yapı taşıdır imge. Çünkü duyularla algıladığımız varlıkların, durumların
zihnimizdeki görüntüleri, bunların şiire yansımış biçimleridir imgeler. Eleştirmenler, yazın kuramcıları, şiirde sözcüklerin gerçek anlamlarından çok, yan anlamlarıyla kullanıldıklarını belirmişlerdir. Çünkü dilin yüceltilmiş, özel kullanımlı bir biçimidir şiir. İnsanoğlunun çağlar boyunca duygularını, düşüncelerini biçimlendirmede iki ana biçimden biri şiir, diğeri düz yazı olmuştur. Konular, duygular değişmiş, anlatım biçimi olarak şiir değişmemiştir. Çok eski bir Mısır şiirini örnek olarak ele alabiliriz:
yaşamak En güzel yemeklere, içkilere değişmem, Yüzümde gezinen bakışlarını.
Şen Türkü
Ama konuya, duyguya yüklenen anlam değişik olmuştur :)
Ben seninim, sevgilim. Bütün güzelliğimle senin. Çiçeklerle, kokulu otlarla Süslediğim bahçem gibi senin. Cana can katıyor bahçede Kendi ellerimle kazdığım suyolları. Meltem okşuyor gönlümüzü. Geziyoruz güzelim şölen yerinde. Kol kola, el eleyiz. Tepen tırnağa hazzın içinde. Sevinçle kıvıl kıvıl yüreğim; Seninle birlikte olmanın kıvancı Sesin şarap gibi iç okşayıcı Seni duydukça güzeldir
Bu şiirin tam olarak ne zaman yazıldığı belli değil. Yüzlerce yıl geçmiştir üzerinden belki de. Ama eskimeyen bir yanı var, okunduğunda insanın içinde bir titreşim yaratıyor… Çağlar boyunca şiirin içeriği de, yapısal özellikleri de değişmiştir. Her çağın, her ulusun kendine özgü bir şiiri olmuştur. Aynı konular, aynı duygular işlenmiştir defalarca belki de…
Şiir Türleri - Epik Şiir
Yunanca epos, epikos, epope sözcükleriyle adlandırılan şiir türüne destan denilmiştir dilimizde. Konusu genellikle olağanüstü kahramanlıkları kuşatan, bir yönüyle de ulusların yaşamını derinden etkileyen savaş, göç gibi tarihsel ve toplumsal olayları anlatan, uzun soluklu ve geniş oylumlu şiirlerdir. Dokusunda da masalla tarih, gerçekle düş iç içedir.
7
8
Mika Dergi
Epik şiirin doruklarından biri Homeros’un yazdığı ‘’İliada’’dır… ‘’Söyle tanrıça, Peleusoğlu Akhilleus’un öfkesini söyle. Acı üstüne acıyı Akhalara o kahreden öfke getirdi, Ulu canların Hades’e attı nice yiğitlerin, Gövdelerini yem yaptı kurda kuşa. Buyruğu yerine geliyordu Zeus’un, İlk açıldığı günden beri araları Erlerin başbuğu Atreusoğluyla tanrısal Akhilleus’un. Onları birbirine düşüren hangi tanrı? Apolon, Leto ile Zeus’un oğlu. Krala kızıp orduya kıran salan o; Atreusoğlu, tanrıların duacısı Khryses’i saymadı diye, İnsanlar kırılıp gidiyordu birbiri ardı sıra…’’ İliada 16000’i aşkın dizeden oluşan 23 bölümlü, dev bir yapıttır. Hem tarihsel gerçeklere, hem günlük yaşam gerçeklerine, hem de söylencelere dayanır. Özellikleri: Epik şiirde düş gücünü kamçılayan, anlatılanı somutlayıp görüntüleyen
bir dil kullanılır. İşlenen kişiler, kahramanlar da belirli özellikler taşır. Eski çağların insanlarıdır. Geçmişi yücelten, genç kuşaklarda onlar gibi olma özlemini yeşerten yanları vardır. Genellikle tek boyutlu bir kişiliğe sahiptirler. Kaba, ilkel davranışlarda bulunurlar. Birbirleriyle çelişen, birbirine ters düşen tutkuları vardır. Eylemlerini de, sözlerini de bu tutkular yönlendirir. İnsanüstüdürler. Yani yansıttıkları zaman dilimi içinde bağlı oldukları toplumun, soyun temsilcisi olarak kişilikleri çizilmiştir. Epopeler ulusların çocukluk dönemlerin, ilkel dönemlerin ürünüdürler. İlkel insan da tıpkı çocuklar gibi olağanüstülüklere düşkündür. Anlayamadığı, nedenlere bağlayamadığı olay ve olguların yöresinde düş gücüne dayanan bir söylence oluşturur. Dinleyenin ilgisini kamçılayacak bir biçimde düzenlenir. Epik şiirleri genellikle iki ana gruba ayrılır: Doğal ve Yapay. Doğal epopeler toplumun ortak yaratısıdır. Homeros’un ‘’İliada’’ ve ‘’Odysseia’’sı bu türdendir. Yapay epopeler tek
sanatçının ürünüdür. Bu ürünler doğallıktan, içten geldiği gibi söyleyişten uzaktır. Örnek olarak Dante’nin ‘’İlahi Komedya’’sını gösterebiliriz. Epik şiir, tarihsel ve terimsel anlamıyla bugün anlamını yitirmiştir. Sadece anlıtısal bir yapı olarak daha değişik türler içinde yararlanılmaktadır.
Şiir Türleri - Lirik Şiir
Lirik sözcüğü de Yunancadan gelmektedir. Lyrikos’tan köklenen bu sözcük, coşkun, esinle dolu anlamına gelir. Lirik şiirin uzun bir geçmişi vardır. Eski Yunan’da lirik terimiyle saz ve dans eşliğindeki şarkıları kuşatan adlandırılmıştır. Sözün, ses ve eylemle uyumsal bir bütünlük oluşturmasına özen gösterilmiştir. Bu tür şiirler Lyr denilen bir çalgıyla söylenirmiş. Söyleniş biçimine göre de iki ana türe ayrılmışlardır. Tek sesle söylenenlere ‘’monodi liriği’’, çok sesli söylenenlere de ‘’koro liriği’’ adı verilmiştir. Halk bayramlarından ve dinsel törenlerden doğan koro liriği, bu türün en özgün örnekleri arasında sayılır. Güçlü ve tutkulu şairlerin yarattığı monodi liriği ise insan ruhundaki aşırı duygusallığın eşsiz anlatımı olarak görülür.
9
Lirik şiiri belirleyen ve temellendiren özelliklerin tam bir belirginlik kazanması, kuramlaşıp kurallara dönüşmesi Romantizm döneminde gerçekleşmiştir. Yıllar yılı lirik şiirin konusu aşk, ölüm ya da din gibi alanlarla sınırlandırılmıştır. Bir Fransız kuramcısı bunu şöyle açıklar: ‘’Lirizm, ozanın ruhunda evrenin bölünmesidir. Şiir evrendeki, insandaki, tarihteki gizlerin, kişisel bir açıklıkla anlatılması sanatıdır. Böyle olunca sevi, mezar, onur, yaşam, lirik coşku ve duygu yaratan evrensel temalardır…’’ Dünyanın en büyük lirik ozanı sayılan Rainer Maria Rilke’nin, ‘’Yalnızlık’’ şiirinde lirizmi bütün yönleriyle bulabiliriz: Yalnızlık bir yağmura benzer. Yükselir akşamlara denizlerden; Uzak, ıssız ovalardan eser, Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir. Ve kentin üstüne göklerden düşer. Erselik saatlerde yağar yere; Yüzlerine sabaha döndürdükçe sokaklar, Umduğunu bulamamış, üzgün, yaslı Ayrılınca birbirinde
gövdeleri; Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde Yatarken aynı yatakta yan yana: Akar akar yalnızlık ırmaklarca… Ozan, yalnızlık gibi evrensel bir duyguyu yoğunlaştırarak vermiş. Doğadaki varlıkların yalnızlığından kalkarak, insanın büyük yalnızlığına varıyor… Şiir Türleri - Dramatik Şiir İnsan yaşamının değişik boyutlarını, tutku, özlem ve istemlerini gerçeğe uygun bir biçimde eyleme dönüştürerek veren tiyatro türünün kaynağı da şiirdir. Dramatik şiir iki ana türe ayrılır: Ağlatı (Trajedi) ve Güldürü (Komedi). Ağlatı ve güldürüler dinsel törenlerden doğmuştur. Şiir Türleri - Ağlatı Ağlatı türünde insanların tanrılarla çatışmasından çok, insanların insanlarla, insanların kendi yazgılarıyla çatışması vurgulanmaktadır. Bu türün ilk ozanı Aiskhylos’tur. İnsanoğlunun karşılaştığı ve karşılaşacağı tüm yıkımları ve acıları, gurur ve para tutkusuna bağlamıştır. Savaşı yıkımların
en büyüğü olarak göstermiş. Ayrıca insanların tanrılarla olan ilişkilerini, insanoğlunu kötülüğe sürükleyen ilkel tutkularını ele almıştır. ‘’Yalvaran kızlar’’, ‘’Persler’’, ‘’Agamemnon’’, ‘’Zincire vurulmuş Prometheus’’ bu türün en güzel örnekleridir. Trajik şiirin drama dönüşmesini sağlayan ozanlardan bir de Euripidestir. ‘’Medea’’, ‘’Elektra’’, ‘’İphigeneia Aulis’’ gibi yapıtlarında her şeyin ölçüsü saymıştır insanı. 9 Bu ölçüyü bulmak için de değişik sınıftan insanların dünyasına eğilmiştir Yaşlı tutsakları, İnmelileri, yoksulları ve dilencileri yakından incelemiştir. Şiir Türleri - Güldürü Bu türün ana özelliği güldürme amacına yönelik olmasıdır şiir. Olaylarda olsun, dil ve anlatımda olsun soyluluk aranmaz. Her türlü olay ve her kattan insan güldürünün öğesi olabilir. Bu türün ilk büyük ustası Aristophanestir. ‘’Bulutlar’’, ‘’Kuşlar’’, ‘’Kurbağalar’’ adlı yapıtlarında güldürü türünün özellikleri bulunmaktadır. Ağlatılar olsun, güldürüler olsun, temelde ‘’hareketin taklidi’’ olarak algılanmıştır.
10
Şiir Türleri - Didaktik Şiir Grekçe öğretme anlamına gelen didaktikos’tan türetilmiş bir sözcük. Eski çağlardan bu yana bilgilendirme ve öğretme anlamında kullanılagelmiştir. Didaktik şiirin doğuşu, ilkçağlara uzanır aslında. Uyumdan ve uyaktan yararlanarak kimi düşünürler, düşüncelerini belleklere yerleştirmek, aktarmak istemişlerdir. Hesidos (M.Ö.VIII yüzyıl) bunların başında gelir. Onun826 dizeden oluşan, bir tür didaktir epope sayılan ‘’İşler ve Günler’’ adlı yapıtıyla, ‘’Tanrıların Soy Ağcı’’ adlı uzun şiiri bu türün başarılı örnekleri arasında yer alır. Bu yapıtlarında Hesiodos şiiri bir araç gibi kullanarak, yurttaşlarını eğitmeyi amaçlamıştır. ‘’İşler ve Günler’’den küçük bir örnek: Çift zamanı, ölümlülere kendini gösterir göstermez Uşaklarla birlikte koşup Kuru ve yaş toprağı vaktinde sürmeli, Baharda toprağı çevirmeli, Yeni sürülmüş tarlaları henüz gevşekken ekmeli,
Yeni sürülmüş tarla felaket savar, çocukları sevindirir…’’ Didaktik türe giren kimi şiirlerin karmaşık bir yapısı vardır… Şiir Türleri - Fabl’ler Didaktik türün özel bir biçimidir. Yapısı ve tanımlanması üzerine değişik görüşler öne sürülmüştür. Ama bütün uzmanlar şu noktada birleşmiştir: ‘’fabl ahlak dersi veren alegorik küçük hikayedir’’. Alegori, bir düşünceyi anlatmak için kendisinden söz edilen varlık veya bu tarz anlatım demektir. Bunun için fabl’de görülen kişilerin ve olayların altında gerçek kişiler ve olaylar gizlidir. Fabl’lerde simgesel olarak seçilen kişi ve varlıklar, en belirleyici yönleri ile vurgulanır, belirtirler. Gerçeği anımsatıp, çağrıştırsın diye. Bunların aracılıyla verilen ders ya ya başında, ya da sonunda ortaya konulur fabl’ın. Fabl’a en güzel örnek La Fontaine’den verilebilir… Geyikle Asma Yüksek, kocaman bir asmaydı geyiğin yurdu. Bu asmanın yaprakları
arasına dalar, Bütün düşmanlarından rahatça korunurdu. Köpekleri yanıldı sanıp bir gün avcılar Döndüler, Bir felaketten kurtulmuştu yine. Ama o nankörlük etti velinimetine! Yemeye başladı yaprakları asmanın. Köpekler bu gürültüyü duyunca, Yetişip boğazladılar; Budala hayvanın Son sözü şu oldu: ’’Hakkımdır benim bu ceza’’. Avcılar ölümüne yetişmişlerdi ancak; Ne ağlamak fayda etmişti; ne de sızlanmak. Bu güzel bir ders olmalı, barındığı yere Hiyanetlik nankörlük edenlere… Şiir Türleri - Pastoral Şiir Çobanların yaşamını, sevgilerini, serüvenlerini ve acılarını yansıtan şiirlerdir. On dördüncü ve on beşinci yüzyıla değin de sürüp gelmiştir bu tür şiirler. İlk pastoral şiir örneğini, milattan üç yüzyıl önce Saraguza’da yaşamış Theocritus’tur.
11
Pastoral şiirlerin çobanları oldukça incelikli ve yüce gönüllü kişilerdir. Bunlar oldukça incelmiş, kibar bir tavırla konuşur; büyük büyük sorunların üzerinde tartışırlar. Bu da pastoral şiirleri yapay bir duruma düşürür… Örnek: Meliboeus Tityrus, sen yayvan kayın ağacı altında uzanmış, İnce kavalınla kır havaları çalıyorsun; Biz memleketimizi ve şirin tarlalarımızı bırakıyor. Yurdumuzdan ayrılıyoruz. Sense, Tityrus gölgede kaygısızsın, Ormanlara güzel Amaryllis’in adını yansıtmayı öğretiyorsun.
Tityrus: Ey Meliboeus, bize bu rahatı bir tanrı verdi. Ağıllarımdaki körpe kuzuların kanı Onun sunağını sık sık ıslatacak; Onun izniyle ineklerim serbestçe dolaşıyor, Ben de kavalımla istediğim havayı çalıyorum… Bütün yapaylığına rağmen pastoral şiir, yüzyıllarca değişik ülkelerde değişik ozanların ilgisini çekmiştir. Ama bütün canlı türler gibi yazınsal yaratılar da varlıklarını, ancak toplumsal koşulların gereksinimlerini kuşattıkları sürece korurlar. Bu koşullar değişti mi türler de değişir. Ya evrimleşip başka türlere dönüşürler, ya da yitip
giderler. Toplumsal yaşamın karmaşık bir nitelik kazanması, sanayileşmeyle birlikte pastoral şiir varlığını yitirmiştir. Aslında günümüzde şiiri epik, lirik, dramatik, didaktik… v.s diye kesin çizgilerle ayyırmak imkansızdır. Çünkü o da diğer yazınsal yaratılar gibi çağının ürünüdür, çağının damgasını ve havasını taşır. Şiir günümüzde sürekli bir değişim içinde. Bu 11 değişimin ve arayışın nedenini Pablo Neruda şöyle yorumluyor: ‘’İnsanın en eski yaratımıdır şiir. Din törenleri ve dualar şiirden doğdu. Dinlerin çekirdeğinde de şiir vardır. Şair bunu doğanın belirtileriyle kendinin bildi. İlkçağlarda Bu Tanrı görevini korumak için rahip dediler kendilerine. Günümüzün şairi ise şiirini haklı göstermek için, sokağın ve insan yığınlarının kendisine uzattığı belgeyi benimsiyor. Günümüz halkçı şairi din adamlarının en eskisidir. Eski zamanlarda karanlıklarla anlaşma yapardı. Günümüzdeyse ışığın yerini göstermek zorunda…’’ Kaynakça: Vikipedi; Yazı ve Yazınsal Türler, Emin Özdemir
12
Meliha‘nın Öykü Bahçesi
‘nden
Kusursuz Cinayet
‘’İntikam gerçekten tek başına yenilen soğuk bir yemekmiş’’ diye mırıldandı kadın, kanlı bıçağı gelinliğin üzerine bırakırken. Sahne dekorunu son kez kontrol eden bir yönetmenin titizliği ile yatağın üzerindekileri inceledi… Adamın kravatını düzeltip, elini gelinliğe yaklaştırdı. Kırmızı kutunun içindekileri tek tek kontrol etti ve kapağını kapatıp, durması gereken yere koydu. Her şey kusursuz görünüyordu. Mutlu mutlu gülümsedi… Hata yapma şansı zaten yoktu ki. Çünkü tam kırk yıl bu senaryoyu yazmış, uzun uzun hazırlıklardan sonra da defalarca provasını yapmıştı. Bir Alman atasözü
‘’Şeytanla yemeğe oturanın kaşığı uzun olmalıdır’’ diyordu. O da şeytana yenilmemek için bir arının titizliği ile çalışmış ve sabırla bugünü beklemişti. Yatakta yatan adama göz kırparak, cilveli bir ses tonuyla ‘’Hatırlarsan, sana oyuncu olmamı engelleyemeyeceksin’’ demiştim. ‘’İşte bugün sahne benim ve bu başarımın tadını sonuna kadar çıkartıp, bütün dünya ile paylaşacağım’’ diyerek banyoya girdi. Duş alıp, kurulandı. Giyinip, süslendi. Takılarını takıştırıp, parfümlerini sıktı. Kırk yıl öncesine ait şarap kırmızısı elbisesini giyerken epey zorlandı, ama umursamadı. Deforme olmaya başlamış kemiklerini ve akıp, giden yılların vücudundan alıp, götürdüklerini
düşünmenin sırası değildi… En sevdiği şarkıyı mırıldanarak banyodan çıktı ve telefona sarıldı: ‘’Anlaştığımız gibi çekime gelebilirsin. Her şey hazır! Ama unutma sadece sen geliyorsun ve istediğin parayı çekimden sonra alıyorsun’’ dedi. On, on beş dakika sonra gelen genç adama kapıyı açtı ve çekimle ilgili son talimatları verdi. Kameranın açısını, ışıkları kendisi ayarladı. Sonra da kadehine şarap doldurarak, yatağın yanındaki kırmızı koltuğa oturdu ve konuşmaya başladı. ‘’Shekespeare ‘’Komedi bir zamanlar trajik olandır’’ demiştir. Ben bugün karşınıza çıkıp, hayatımın komedisini oynayabilmek için tam kırk yıl bekledim.
13
Beklerken de biriktirdim. Ruhumu öldüren ve yaşlanmaya niyetli olmayan anılarımı biriktirip, yüreğimden akan kanla besledim’’ Kameraya yansıyan sakin görüntüsünün arkasında sırıtan pusuya yatmış o derin siyah boşluğu görünce ürperdi, ama omuz silkerek konuşmaya devam etti. ‘’Bana göre cinayet sadece çaresizlik durumunda başvurulan bir seçenek değildir. Bazen bilinçli bir tercihtir. Ayrıca can almak o kadar da zor bir şey değildir. Tam tersine çok kolaydır. Tek hareketle, birkaç saniyede yapılabilen ve insana Tanrı’ymış gibi hissettiren bir nevi psikolojik bir orgazmdır. Oyunculuk da ruhun bedenle muhteşem bir sevişme sonucu yaşanan üst boyutlu bir orgazm değil midir aslında?!. Çocukken en büyük hayalim oyuncu olmaktı. Her şeyi bir oyun çerçevesine sokarak, kendi uydurduğum rolleri oynayarak büyüdüm. Hayatı öğrenme rolünü hep daha sonraya bırakarak (erteleyerek). Konservatuarı kazanmam ailemi şaşırtmadı. Onların oyunculuk konusunda bir itirazları olmadı, tek şartları vardı… Ne yaparsam yapayım, en iyisini yapmam ve yaparken de mutlu olmamdı… Mezun olmadan bir sene
önce Suat’la tanıştım’’ diyerek yataktaki adamı gösterdi. ‘’Bir kış günü beni fazlasıyla zorlayan bir ödevden bunalmış, kendimi sokağa atmıştım. Saatlerce yürüyüp, kendi kendimle konuşup, kendimle kavga etmiştim. Hayat kadınını anlatan küçük bir oyun yazıp, oynamalıydım, ama cinselliği Romeo- Jüliyet çerçevesinde algılayan ve yaşamak için acele etmeyen ben, hayat kadını kavramından bihaberdim… Yorgunluktan bayılmak üzereyken, kendimi bir barın önünde buldum. İçeri dalıp, önümdeki ilk koltuğa gömüldüm ve masada tek başına oturan adama ‘’ İçimi ısıtacak bir çaya ve bir hayat kadınıyla konuşmaya ihtiyacım var’’ dedim. Adam ellerini dizlerine vura vura gülmeye başladı ve ‘’Burada çay bulman zor, ama bir vodka içini ısıtır ve kendine gelmeni sağlar. O zaman belki de hayat kadınından vazgeçip, benimle idare etmeye karar verirsin’’ dedi. Eğer yaşam bir yolsa, benimki onunla tanıştıktan sonra hep yokuş yukarı giden bir yol oldu… Yakışıklı, ama içi boş, işsiz güçsüz bir adamdı. Kendi tecrübelerine dayanarak, ödevim konusunda
bana yardımcı olmaya çalıştı. Hayatında ilk defa bara giden ve içki içen ben o gece bir güzel sarhoş oldum. Suat gece boyunca çapkınlığını ele veren gözleriyle beni incelemiş, iltifatlar etmiş, ama beni rahatsız edecek bir harekette bulunmamıştı. Ayrılırken, ‘’Çok renkli, eğlenceli, saf bir yaratıksın. Güzel sanatlarda okuyan ve bu kadar rahat bir kızın bakire olduğuna inanmak çok zor’’ dedi. Ben de o sarhoş kafayla, hayatımı kabusa dönüştürecek cümleyi kurduğumu farkına varmadan ‘’Bir gün sana bunu ispatlarım’’ deyivermiştim. Beni öpmeye uzandığında ise kaçmıştım. O da ‘’Ohoo, işimiz var. Sen galiba öpüşmeyi bile bilmiyorsun’’ diyerek gülümsemiş ve el sallayarak gitmişti. İkinci kez karşılaştığımızda ben sinemadan çıkmış, ağlaya ağlaya eve gidiyordum. Ailem seyahatteydi ve ben evde yalnız geçireceğim zamanı azaltmak için sinemaya gitmiş, ama seyrettiklerimden etkilenerek dünyaya küsmek üzereydim. Onun evinde bir kahve içme teklifini hiç düşünmeden kabul etmiş, tıpış tıpı peşinden gitmiştim.
14
İşte o kahve ömür boyu ödeyeceğim bedellere kapıyı açmış ve hayattaki ilk gerçek rolümü oynamama neden olmuştu. ‘’Hadi bakalım küçük orospu, ispatla bakire olup olmadığını’’ diyerek bana saldırmıştı. Korku ve acıdan dilim tutulmuş, kendimi korumaya gücüm yetmemişti. Üzerimden kalkarken de ‘’Gördüğün gibi kan man yok, bakire değilsin küçük yalancı’’ diyerek banyoya gitmişti. Ben de bir an önce elbiselerimi üzerime geçirip, kaçabilmek için ayağa fırlamış, ama anında kan revan içinde kalan halının üzerine yığılmıştım. Birkaç saat hastanede geçirmiş, sonra da evime koşup, odama kapanmıştım. Ailemin o gece olanlardan haberi olmadı. Ama sonraki günlerde okulla ilgimi kaybetmeme, sürekli odama kapanıp boş boş duvara bakmam dikkatlerini çekti ve apar topar hastaneye götürüldüm. Doktorun söyledikleri karşısında yıkılmış, ama ölmek üzere olan ruhumun bedenime yapabileceklerini hissetmiştim. Hamileydim ve namusumu kurtarmak adına bana tecavüz eden adamla evlenmek zorundaydım. Düğünden önceki gece ilk dayağımı yedikten sonra
kendimi banyoya kapattım ve ilk cinayetimi işledim. Herkes mutlu mesut hazırlıklara devam ederken, ben büyük bir soğukkanlılıkla karnımdaki bebeği öldürdüm. Kısa süreliğine Tanrı’nın yerine geçmiş, hayatımın zincirlerinden bir tanesinden kurtulmuş olmaktan büyük bir zevk duymuştum. Suçu olmayan bebeğimle birlikte ruhumu da karanlıklara hapsettiğimi umursamayarak… İkinci cinayetimi kocamın beni vurmasından ve iki üç ay hastanede yattıktan sonra işledim. Okula devam etmeme izin vermemesine rağmen gizli kapaklı derslerime devam etmiş, sınavlara girmiş ve mezuniyet oyunun provalarına katılmıştım. Hayatta en iyi bildiğim ve en çok sevdiğim rolümü bir kez bile olsa oynamamı engellememesi için de ne gerekiyorsa yapmıştım. Oyun gecesinde de annemlere gidiyorum diyerek ve içkisine uyku ilacı katarak kendimi garantiye aldığımı düşünerek evden çıkmıştım. Ama hayatımın en mutlu dakikalarımı geçirirken, Romeo’nun kollarında kapalı gözlerle beni öpmesini beklerken vuruldum. Kocamın bir silahı olduğunu ve kıskançlıktan böyle bir
çılgınlığı bile yapabileceğini bu şekilde öğrendim. Allahtan rol arkadaşıma bir şey olmamıştı, ama ben parçalanmış bir karaciğerle uzun süre komada kalmış, aylarca tedavi görmüştüm. İyileşmeye başladığımda, vurulduğum gece annemin üzüntüden kalp krizi geçirdiğini ve öldüğünü öğrendim. Babamın yüzüne bakamıyor, suçluluk duygusu altında ezildikçe eziliyordum. İşte o günlerde ikinci cinayetimi planladım… Kocam hapisteydi. Hastaneden çıkar çıkmaz onu görmeye gittim. Sorun çıkarmadan benden boşanması karşılığında, özgürlüğüne kavuşmayı kabul etti. Onun tahliye olduğu saatlerde ben cinayetimi işledim… O çok sevdiği annesini kimsenin göremeyeceği ve kurtaramayacağı bir anda itip, denizde boğularak ölmesini zevkle seyrettim. Konuşmanın da en kolay kusma yöntemi olduğunu onu itmeden önce öğrenmiş oldum. Evinde, yan odada oğlu bana tecavüz ederken, on- on beş günde bir bana dayak atarken kılını bile kıpırdatmaması, hatta buna sebep olurken neler hissettiğimi öğrenmesini sağladım’’.
15
Bir iki dakika dinlenip, akan gözyaşlarından boğulan gözlüğün camlarını sildi ve konuşmaya devam etti. ‘’Bu dünyada insan için en zor şey kendisini sevememesidir ve kendinden kaçmasıdır. Daha doğrusu kendinden kaçmak zorunda kalması veya bırakılmasıdır. O günden sonra benim göçebe hayatım başladı. Hayata yeniden başlayabilme, oyunculuk yaparak hayallerimin peşinden gidebilme şansım kalmamıştı. Annemin ölümünden beni sorumlu tutan babamla ilişkim bitmişti. Arkadaşlarım ise köşe bucak benden kaçıyordu. Ben de sırt çantama sığdırabileceğim hayatımı alarak, yollara düştüm. Yıllarca karnımı doyurabileceğim ve yatıp, kalkabileceğim bir yatak karşılığında her türlü işte çalıştım. Kırk yıllık gezgin hayatımın her gününde, aldığım her nefeste bugün oynayacağım rolümün senaryosu üzerinde çalıştım. Bedenim bana rağmen yaşlansa da, parçalanmış yüreğimin yaralarının iyileşmesini engellemiş, beynimi de işleyeceğim üçüncü cinayete kilitlemiştim. Geri döndüğümde benim dışımda herkesin hayata devam ettiğini, hatta mutlu
olduğuna şaşırmadım. Babam da, eski kocam da evlenmiş çoluk çocuğa karışmış, benimle birlikte olup bitenleri de unutmuşlardı. Yaşamın anlamı günden güne ve kişiden kişiye değişen bir şey değil midir zaten?!. Biliyor musunuz katiller, suçları ortaya çıkmadıkça tam tatmin olamazlar. Cinayeti veya cinayetleri nasıl işlediklerini öğrenilmesini isterler. Benim de şu an yapmaya çalıştığım şey de bu… Aslında işlediğim cinayetlerin öğrenilmesinin ötesinde, üçüncü cinayetimi kusursuz bir şekilde işlerken nasıl zevk aldığımı, defalarca ve defalarca tatmin olduğumu gözler önüne s e r m e k t i r … Cinsel anlamada orgazm nedir bilmeyen bu altmış yıllık bedenimin intikamıdır beklide hayatta bana uygun görülen kadere…’’ Katillerin gözlerinde görünen acımasızlık izlerini delip geçen çekingen bir uysallıkla ‘’Şimdilik bu kadar’’ diyerek yerinden kalktı. Çekim yapan genç adama köşede duran bavulu gösterdi. ‘’Paranı al ve haber vermen gereken kişileri ara! Ruhumun tozlanmış kanatlarını yıkayıp, geri döndüğümde herkes burada olsun! Senaryo’nun kırmızı kutunun içinde
olduğunu da unutma.’’ diyerek banyoya yöneldi. Ama geri dönerek, yataktaki adama gülümsedi ve ‘’Düşler hep gerçekleşir, en karanlık olanları bile Suat! Kırk yıl önce bana yaşattıklarından yola çıkarak, kırk yıl boyunca biriktirdiklerimin sonucunda da kırk gün kırk gece sana yaptıklarımı bütün dünyayla paylaşarak hayatımın komedisini noktalayacağım…’’ dedi. Birkaç dakika sonra bir kameraman ordusuyla birlikte polisler içeri daldı ve flaşlar peş peşe patlamaya başladı. Senaryo dosyasını eline alan yönetmen ise’’ İntikam gerçekten tek başına yenilen soğuk bir yemekmiş! KAYIT…’’ diye bağırdı.
16
Duygu Asena “Kadınlara bedenlerini verdi… Doğrudan onlara seslendi. Hiçbir şeyden korkmadı...Karanlık bir ormanda çalan bir flüt gibiydi. Sesi kaybolanları çağırıyor, onlara yol gösteriyordu…” Ahmet Altan
“’Az ve öz söyleme ve bununla etki yaratmasının ustasıydı” Ayşe Ayata
Mika Dergi
17
Aşkı Sevdiren Feminist
“Bir kadın… Yazılarla sürüp giden bir hayat… Yazı ve hayat ancak bu kadar arkadaş olabilir, birbirini ancak bu kadar takip edebilir. Yaşananlar ve satırlar, birbirine ancak bu denli sadık olabilir. Yani ihanet etmez…”
Nebil Özgentürk
Türkiye’de kadın hakları ve özgürlüğü konularında verilen mücadelenin öncü rolünü üstlenen, ’’cesaretinin farkına bile varamayacak kadar cesur’’ bir kadın. Adının önüne bazen ‘’yıkılmayan kale’’, bazen ‘’kahraman’’, bazen ‘’ülkenin en güçlü kadınların biri’’, bazen ‘’bu toplumdaki kadınların hayatını değiştirdi, bazen ‘’aşkı sevdiren feminist’’, bazen de ‘’kadınlara adam gibi sevişmesini öğreten kadın’’ diye kayıt düşülmüştür. Böyle olabilmek, inandığı, bildiği gibi yaşayabilmek, yaşadıklarını yazabilmek, yazdıklarını yaşayabilmek uğruna hayatı boyunca savaş veren bir kadın… 19Nisan 1946 yılında, İstanbul’da dünya gelmiş Duygu Asena. Aile köklerinde Gazi Mustafa Kemal’le Samsun’a çıkan dede Ali Şevket Öndersev başta, ulusal kahramanlar, mebusluk, yaverlik yapmış olanlar vardır. Çerkez kökenli baba Ahmet Muhtar Bey çok sert, otoriter ve tutucu bir adamdır. Kızlarının liseden sonra, ‘’Uzaklara gidip, ele güne, kurda kuşa yem olmasınlar’’ diye üniversitede
okumalarına izin vermeyen bir baba. Duygu Asena’nın ilk savaşı da üniversite konusunda oluyor. Babasını ikna ediyor ve İstanbul Üniversitesi’nde, Pedagoji bölümünde okumaya başlıyor. Evdeki baskıdan o kadar çok bunalıyor ki daha okurken evleniyor. Kimseden korkmaması gerektiğini de o yıllarda öğreniyor… Mezun olduktan sonra iki yıl Haseki Hastanesi Çocuk kliniği ve İstanbul Üniversitesi Çocuklar evinde pedagog olarak çalışır. Sonra kolejdeki arkadaşlarının ısrarıyla Hürriyet gazetesinde ’’Şirin’in Köşesi’’ ne önce fotomodel olur, iki hafta sonra da kendisi yazı yazmayı teklif eder. Yıl 1972… Ele aldığı konular kadınlar, evlilikler, boşanmalar, memleket sorunları… Kendi evliliğindeki sorunlar da günden güne artmaktadır ve kurtarmak için elinden geleni yaptığına inandıktan sonra da boşanır. Bir daha da hiç evlenmez. Evliliğe inancını yitirir, ama aşka asla… O günlerde aldığı kararı da
hayatının sonuna kadar uygular. Yani erkekleri ve aşkı sevecek, ama her ikisinin de esiri olmamak kaydıyla. Yaşadığı her ilişkisinden sonra, aşk diye bir şey olmadığını öğrense de… Aşk uğruna incinmekten korkmaz. Bodoslama dalar ve bazen hatalar da yapar. Hürriyet’te çalıştığı yıllarda yaşadığı bir aşk, tarihe kayıt düşecek kadar bir iş dramına dönüşür. Sevgilisinden ayrılma dayatmalarına karşı çıkar ve ‘’toplumun değer yargıları, ahlaksızlık, iş yerinde aşk olmaz’’ tarzındaki suçlamalarla, tazminatsız işten atılır. Elbette ki pes etmez, dava açar. Tazminat almaya hak kazanır, ama o ahlak davası onda yılarca unutamayacağı şeyler ve derin izler bırakır. Çünkü ekip arkadaşlarının, özellikle de kadın arkadaşların çoğu, ‘’işsiz kalırım’’ korkusuyla aleyhine tanıklık ederler… Bir süre işsiz kalır. Ayrıntı haber gazetesinde muhabirlik yapar, 1976-78 yılları arasında Man Ajans’ta metin yazarlığı yapar.
18
Mika Dergi
1978 yılında Ercan Arıklı’dan hayatını değiştirecek ve gazetecilikte kendi tarzını yaratmasına yol açacak bir iş teklifi alır. 1978’de gelişim Yayınlarında, ‘’Kadınca’’ dergisinin Genel Yayın Yönetmeni olur ve çok geçmeden b asına da topluma da damgasını vuracak bir fenomene dönüşür. Bir moda, dikiş dergisi olan ‘’Kadınca’’ kısa süre sonra farklı bir kimliğe bürünür. Kadın haklarından, 8 Mart’ın yaygınlaşmasına, kadın cinsel sorunlarına ve sağlık durumlarına yer vermeye başlar. ‘’Kadınca’’ bir ilktir. Kadınca haberlerin, kadınca dosyaların, kadın haklarının, kentli kadın değil sadece, kasabalı, köylü kadının hakları; şiddete uğramış tüm kadınlar, dayaktan sinmiş binlerce kadından örneklemeler yer alır dergide. Ve tabii ki sisteme, yasalara, devletin zirvesine ilişkin çarpıklıklar da… Kadınca, korkusuzca ve özgürce sesini yükselttiği ve kadınlara yükseltmeye öğrettiği için de tepki çekmeye başlar. Yönetenlerin tepkisini en çok da ‘’kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı’’ gibi atasözünü(?) savunan erkekler destekler. Karısına, kızına ‘’Kadınca’’ alıyor diye dayak atan erkeklerin sayısı da artacaktır. ‘’Kadınca’’ şiddet konusu yanı sıra, kürtaj, kadınlara özgün iş güvencesi, feminizm,
kadının politik yaşamdaki yeri, mahküm kadınlar, kadın-erkek eşitliğini ele alır. Bu yetmezmiş gibi bir de toplumumuzda tabu olan konulara de el atar… Arzu, sevişmek, kelime olarak anlamı bilinmeyen orgazm, kadının bedeniyle, cinselliğiyle ilgili tabuları yıkmaya kalkışır Duygu Asena. Bunu da bilimsel verilerle, çeviri yazılarıyla, özgün satırlarla, bizim toplumumuza uygun anlatımlarla yapar. Bununla da yetinmez, töre cinayetlerine, çocuk yaştaki evliliklere, çok eşitliliğe de el atar. Bundan dolayı da tepki çeker, eleştirilir, ‘erkek düşmanı’ ilan edilir. Duygu Asena bunlara aldırmaz ve kararlı bir şekilde yoluna devam eder. Çünkü kadınlar onu destekler ve peşine katılan sayısı günden güne hızla artmaktadır. ‘’Kadınlara bedenlerini verdi. Aşağılanmaktan korkmadı. Hiçbir şeyden korkmadı.Cesaretinin farkına bile varamayacak kadar cesurdu. Doğrudan kadınlara seslendi. Karanlık bir ormanda gümüş bir flüt gibiydi sesi, kaybolanları çağırıyor, onlara yol gösteriyordu…’’ Ahmet Altan
KADININ ADI YOK Dergiyle yetinmeyip, söyleyeceklerini, anlatmak istediği hikayelerini kitaplaştırmaya karar verir.
Yazarlar dünyasındaki ilk adımını, konusu kadar adı da çarpıcı bir kitapla atar: Kadının Adı Yok… Konusu çok tanıdık, bildik, her genç kızın, her kadının yaşadıklarını anlatan ve değişmek isteyen, zincirlerini kırmak, duvarlarını yıkmak istediğini dile getiren bir roman. O yüzden çıkar çıkmaz satış rekorları kırar. Çünkü başka örneği yoktur kitabın, bir ilktir bir anlamda… Bir ilk olduğu için de saldırı rekorları kırılır. Edebiyat dünyasından da, basın dünyasından da, devletten de inanılmaz bir eleştiri bombardımanı başlar. Yıl 1987. Özallı yıllar. ANAP Hükümeti, Muzur Neşriyattan Koruma kanunu’nu çıkarmış… ‘’Kitapta kız çocuğu babasını eleştiriyor, aile mahremiyetine zararlı, yok edilmeli’’ sesleri yükseliyor. ‘’Kadının adı yok’’ mecliste bile tartışılıyor. Önce poşete konulmak isteniyor, ama sonra da devlet tarafından yasaklanıyor. Savaşçı Duygu Asena pes etmez. Dava açar, kürsülere çıkıp her satırını savunur. ‘‘Kadının Adı Yok, Dünya Edebiyat tarihine başyapıt diye geçmeyecekti.Ama bir çok edebiyat yapıtından daha has, daha hakiki, daha içten, çığlık çığlığaydı… Zeynep Avcı
Mika Dergi
Bir sene sonra serbest bırakılır roman. Binlerce baskı yapar, 15 dilde yüz binlerce basılarak okunur. Günümüzde de hala okunmaya devam ediliyor. Hatta Atıf Yılmaz’ın yönetiminde, Hale Soygazi’nin başrolünde sinemayla tanışır kitap ve gişe rekorları kırar. ‘’Kadınca’’ ile başlayan, ‘’Onyedi’’, ‘’Ev kadını’’, ‘’Bella Bayan’’, ‘’Kim’’, ‘’First’’, ‘’Negatif’’ gibi dergilerindeki yazıları, yöneticiliği ile esmeye devam eden rüzgar, ‘’Kadın Adı Yok’’ kitabıyla ortalığı kasıp, kavurur. İmzadan imzaya koşar, yazdıkça yazar. Daha çok kadına ulaşmak, daha çok kadını kurtarmaktır amacı. Bu yoldaki başka bir adımı, ‘’Yarın Cumartesi’’ filminde başrol oynamasıdır. Bu filmde oynama dürtüsü de yine kendine has, kendine özgüdür. Kafese kısılmış, baskılar arasında sıkışmış bir kadını canlandırır. Daha çiçeği burnunda evliyken hapse düşen kocasının ardından kayınbiraderle bir ilişki yaşayan ve af sonrasıysa karmakarışık olan, paramparça bir hayatın kahramanı Nurten… Cesaret isteyen, bir kimlik, cesaret isteyen bir rol… ‘’O bir öncüydü. Gerçek bir öncü olarak zorlukları zarafetle aşmasını bildi ve her ne kadar ‘’Kadının Adı Yok’’ dese de, sonuçta kendi adını koymakla kalmadı,
başka kadınların da kendi adlarını koyabilmelerine yardım etti…’’ Fatmagül Berkay
Hayatı boyunca en çok sevdiği şey yazmaktır. Hep yazar, her yerde yazar… Yazdığı gazete ve dergiler bazen kesintiye uğrar, kapanır, yeniden açılır, köşesi yok edilir, atılır. Ama o bir biçimde hep yazmaya devam eder… Söz, Sabah, Güneş, Yarın, Milliyet, Cumhuriyet, Haber Türk, Vatan gazetelerinde köşe yazarlığı, yöneticilik ve röportaj yazarlığı yapar. Bununla da yetinmeyip, ilk kitabın edebi yönü çok eleştirilmesine rağmen o bildiği, içinden geldiği tarzında kitaplarını da yazmaya devam eder… 1989 yılında, ‘’Aslında Aşk Da Yok’’ kitabı 36 baskıya ulaşır, birçok ülkede yayımlanır. 1992 yılında, ‘’Kahramanlar Her Erkek’2 adlı öykü kitabı, 18 baskı yapar. Aynı yıl TRT-2’de ‘’Ondan Sonra’’ programını hazırlayıp sunmaya başlar ve 1997 yılına kadar da devam eder. 1994 yılında, ‘’Kadınca’2 dergisindeki sevilen yazılarından derlediği dördüncü kitabı ‘’Değişen Bir Şey Yok’’u çıkarır. Daha ilk hafta 70 bin satarak, yeni bir rekor kırar kitap. 1997 yılında, ‘’Aynada Aşk Vardı’’ kitabı, ilk dört ayda 12 baskı yapar. 2001 yılında, ‘’Aslında
Özgürsün’’ kitabı yayımlanır. 2003 yılında ‘’Aşk Gidiyorum Demez’’ 2004 yılında ise ‘’Paramparça’’ adlı son kitabını yazar. Yazıyla geçirilen ömrü 30 Temmuz 2006 ererken bile gülümseyen bir kadın imajını korur. Yaşamı boyunca gösterdiği kararlılığı, ısrarı, yaşama sevinci ve azmi, hastalığı boyunca da göstererek son savaşını da verir. Duygu Asena, Türkiye’nin en özel kadınlarından biriydi. İnandığı her şeyi sonuna kadar savundu ve söylediklerinin arkasında durdu. İnsanların ikiyüzlü davranmasına karşı çıktı, kadın-erkek eşitliğini savundu. Yaşadıklarının da hesabını hiç kimseye vermedi… ‘’İnandığı, bildiği gibi yaşadı. Yaşadıklarını yazdı, yazdıklarını yaşadı. Dürüst bir insandı. Ukalalık yapmazdı. Klas bir kadındı. Hayatımda tanıdığım en dürüst insandı. O en hakiki, en gerçek feministti…’’ Seda Kaya Güler Kaynakça: Vikipedi, Gücünüzü Bilin, Duygu Asena’ya Saygı
19
20
Duygu Asena
YALAN Sızlayan ayaklarını ovuşturdu, küskün küskün güldü. ‘’Pazarlamacı’’ dedi kendi kendine… ‘’Pazarlamacılık ne, ben kimim, on yıl önce kapı kapı dolaşıp mal satacağımı biri söylese nasıl gülerdim kim bilir. O ukala memurlar; kapıyı yüzüme kapatan kaba saba ev kadınları, içeri çağıran yılışık adamlar. Başka ne yapabilirim ki, önüme çıkan ilk işti. Karnımı doyurabilecek ilk iyi iş’’. Şimdi izin alabilirdi bir süre. Şimdi izin alıp, onunla kumsalda el ele yürüyebilir;
bütün gün yataktan çıkmadan kalabilir, sabahlara dek sarmaş dolaş içki içebilirdi. O… Kara bıyıkları, kara kıvırcık kirpikleri, simsiyah gözleri, upuzun boyuyla o. On yıl sonra hala içinin titriyor olması ne güzel. Son sevişmelerini hatırlayınca hala yüreğinin hoplaması… Tam dokuz yıl, üç ay önce… Saçlarından kavramıştı, vahşice bükerek yere yatırmıştı. Öptüğü yerler iz iz kalmıştı, bacaklarında, kollarında, boynunda… Boynunu okşadı Nur. Keşke o izler, dokuz yıl üç
ay boyunca hep kalsaydı. Dudakları dudaklarında, bedeni bedeninden ayrılmamıştı yerde saatlerce. Dudakları dudaklarında, bedeni bedenin içinde, inleye inleye öylece kalmışlardı saatlerce. Sevişmek deyince başka hiçbir şey anımsayamazdı Nur, başka hiçbir şey bilmezdi. Sonraları, çok daha sonraları, koskoca avluda, güneşin altında cayır cayır yanarak beklerken de yalnızca bu düşerdi Nur’un hakkına. Uzun kirpikli gözler ve iç içe inleyerek geçen saatler.
21
Sabah saatin beşinde doluşmuşlardı avluya, sıra öğleden sonra üçte gelmişti. O asık suratlı askerler, polisler, gardiyanlar… Her şey ne denli ürkütücü, vahşi… B koğuş…Ömer…Bir er, hazır olda. Fısıldıyor, Ömer şimdi D koğuşta, onların görüş günü bugün değil… İnanamıyorum, onu çok özledim, görmeliyim, ne yapacağım şimdi ben, o kadar yoldan geldim. Er fısıldıyor hiç kımıldamadan, ‘’Not yazın, götürürüm.’’ ‘’Götürmüştü de yazdığı notu, Ömer’in eline geçmişti. Evet, böyleleri de vardı. Yedi ay yaşadım o hoyrat, tutkulu, yoğun aşkı. Yedi ayın içindeki beraberliklerimizi toplasan, tümü üç ay etmez her halde. Her gece derginin işleri, yazıları, derginin toplattırılmaları… Bilselerdi derginin sorumlusu olduğu için tan dokuz yıl üç ay ayrı kalacaklarını… Kim bilir, her şey başka mı olurdu? Bu kentteyken her hafta görüşebilirdik. Öteki kentlere gittikten sonra ayda bire düştü görüşmeler. Üstelik bir cam arkasından, telefonla... Hiç değilse tel örgüden parmaklarımız değerdi birbirlerine. Öteki kentteki hapishanede, telefonların cızırtısından seslerimizi bile zor duyardık. Sonunda telefonu iptal edip camı kesmişlerdi, küçük bir delikten konuşabiliyorduk,
parmaklarımızın birbirine dokunmasının o inanılmaz hazzını duyabiliyorduk’’. Bir kez aşk tünelinden öpebilmişti onu. Ömer pek istemese de, utansa da, çamaşırların uzatılıp verildiği duvardaki delikten kafasını iyice sokup, Ömer’in dudaklarına dokundurabilmişti dudaklarını… Sonra gülmüştü aşk tüneli adını verdikleri deliğe bakıp uzun uzun. Geride kalan kollar, gövdeler, bacaklar… Artık sona gelinmişti. O, yılda iki kez gelen bayramlar bekler gibi bekliyordu kalan son üç günü. Sevinci tüm hırslarını, hıncını, nefretini yok etmişti. O güne dek düşündükleri aklından uçup gitmiş gibiydi. Yıllar yılı sorduğu o soru da artık içinden geçmiyordu. Bu yılların elinden kim almıştı, kim geri verecekti? Bu yılların hesabı kimden, nasıl sorulacaktı? ‘’Artık bunları düşünerek acı çekmenin hiç yararı yok. Yedi ay süren, on on yıllık evliliğimiz, yeniden başlıyor’’. Kucaklaştılar. Demir kapı kapandı ve onlar kucaklaştılar. Onca kalabalık içinde, onca tanıdık yüz arasında hiçbir şeyi görmedi, fark etmedi. Ömer’in kardeşleri, annesi sarmıştı çevresini. Büyülenmiş gibi ona baktı durdu Nur. Gece yarısından sonra, yalnız kalabildiklerinde kucaklaşabildiler yine. Dokuz
yıl, üç ay önceki sevişmeye hiç benzemese de, seviştiler o gece. Çekingen, tutuk, yavaş hareketlerle ama çabuk… Ömer uyudu. Nur hiç uyuyamadı, hep dokundu, sardı, sarmaladı. Yani bir yanlışlık varsa, ya onu yarın sabah gelip alır götürürlerse… Götürmediler. Tam bir hafta boyunca, küçücük evlerinde gelen, giden dostlarıyla, kucak kucağa mutlu yaşadılar.. Eve vapurla dönmeye karar verdiler, serin serin, ne güzel. Vapura bineli beri Ömer hiç konuşmadı. ‘’Neyin var, canın mı sıkılıyor?’’ diye sordu Nur. ‘’Hiç’’ dedi Ömer sert sesiyle. Vapurdan indiler, eve gittiler. Yine konuşmadı Ömer. Yanına gitti, kolundan tuttu, ‘’Neyin var canım?’’ dedi Nur. ‘’Sus, Allah’ın belası, bari sus, utan da sus’’ diye kükredi Ömer. İnanamadı Nur, kötü bir düşte sandı kendini. Yine de ‘’N’oluyor’’ diyebildi. Gözlerinden ateşler saçarak baktı Ömer Nur’a. Nur hala düşte gibiydi. Ömer yürüdü Nur’a doğru, yolunu kesen iskemleyi devirdi eliyle, önünde durdu kadının, yumrukları sıkılı, ‘’İskeledeki adamla ben mi kırıştırıyordum’’ diye bağırdı. ‘’Hangi adamla?’’ diye sordu Nur. ‘’Bana bak sinirlerimi bozma, sanki bilmiyorsun hangi adam. O bakıştığın, gülüştüğün adam, görmedim sanıyorsun değil mi? İyi alışkanlıklar edinmişsin yokluğumda’’.
22
Dondu kaldı Nur. O yaşlar gözlerinden nasıl fışkırdı, nasıl aktı saatlerce hiç anlamadı. Anlayış göstermeliyim diyordu, anlayış. Az çekmedi, daha dur, daha ne kadar oldu şunun şurasında? ‘’Yemeği hazırlayayım… Ben yemek memek yemeyeceğim, çıkıyorum’’. Kapıyı vurdu, çıktı. Sonraki gece seviştiler. Evet, eski Ömer’di işte. Tutkulu, arzulu, hoyrat, ‘’yavrum yavrum’’ diye diye sevişen Ömer’i. Ondan epey sonra uyuyabildi Nur. ‘’Bununla mı çıkacaksın?’’, ‘’Ne demek bununla mı?’’, ‘’Yani bu elbiseyle mi çıkacaksın sokağa?’’, ’’Anlamıyorum nesi var bu elbisenin?’’, ‘’Kızım sana bir haller olmuş böyle, şu kollara bak, yandan bakınca ta nerelere kadar gözüküyor. Yakası da nerene kadar açık öyle, çıplak çık bari. Git, değiştir şunu’’. ‘’Normal bir elbise bu. Sana neler olmuş böyle. Ömer, lütfen eskisi gibi ol!’’, ‘’Bana bir şey olmadı, ben eskisi gibiyim. Hem eskisi dediğin ne ki, ne kadar yaşadın benimle? Nasıl biriyim sanıyorsun ki beni? Sana yaramamış yalnız günler, yalnızdıysan tabii. Git çıkar şunu. Adamı sinirlendirme’’. Nur elbiseyi çıkardı, uzun kollu bluzunu giyerken söylediklerini düşündü… ‘’Ne kadar yaşadım onunla? Yedi ay. Yedi ayın kaç günü birlikte olduk? Hep savaşım, hep heyecan, hep kaçış… Alışacak
dışarıya, alışacak bu adam. Bu herkese akıllar veren adam böyle olamaz. Alışacak. Şimdi onu üzmeyeyim’’. ‘’Bak şimdi ne güzel oldun yavrum. Senin açılıp saçılmaya gereksinimin yok ki. Gel yanıma, gel yavrum…’’ Nur izni bitince, işine döndü. Ömer pazarlamacılık işini hiç sevmese de, şimdilik başka çaresi yoktu. Nur bu kez iki gün dayandı. İki gün boyunca, Ömer neyin var demeden durdu. Üçüncü akşam Ömer yine yemek saatinde gelmeyince, tam yatarken sordu Nur, ‘’Ömer neyin var? Üç gündür eve geç geliyorsun, suratını asıp, duruyorsun’’. Ters ters baktı Ömer. Yüzü bembeyaz oldu, titremeye başladı Nur.(Bu ne?) dedi içinden, (Bu ne? Niye titriyorum böyle? Korkuyor muyum, üzülüyor muyum?) Dudakları titreyerek sordu, ‘’Ne oluyor sana Ömer?’’. ‘’Bana bak, kafamın tasını attırma. Kendimi tutuyorum, konuşmuyorum, beni zorlama…’’ Haykırarak koştu Ömer’e doğru, ‘’Ne oluyor Ömerciğim, neler oluyor sana?’’ Ömer sertçe itti Nur’u, ‘’Ben değişmedim kızım, ben hep aynıyım. Ama sen benim bildiğim kadın değilsin artık. Ya efendi gibi çalış, aya da o işi bırak evinin kadını ol! Ya da git öğlene kadar bir yerlerde hizmetçilik yap’’, ‘’Ömer neler
söylüyorsun’’ diye fısıldadı Nur. Yüzü morardı Ömer’in, boynundaki damarları şişti, yumrukları sımsıkı, kadının üzerine yürüdü. ‘’İki gündür eve kaçta geldiğini biliyor musun? Yediyi geçiyordu farkında mısın?’’ diye haykırdı ve yumruğu Nur’un yüzünün hemen yanında, duvardaki fotoğrafın üzerine indi. Cam parçalandı, kanlar Ömer’in bileğinden aşağıya akmaya başladı. Nur koşa koşa banyoya gitti, pamuk ve kolonya getirdi, Ömer’in kanlarını temizledi, elini sardı. Nur her şeyi unutmaya, sebepsiz sebepsiz ağlamaya başladı. Karşısında kim olursa olsun, herhangi bir konuşmanın ortasında gözlerinden yaşlar yağmur gibi inmeye başlıyordu. Direniyordu, Ömer’in değişmesini bekliyordu. Ama değişmiyordu bir türlü… ‘’O sokakta selamlaştığın adam kimdi?’’ diye sordu Ömer, ‘’Hangi adam?’’ dedi Nur, ‘’Hani mağazanın önünde, merhaba dedi hem de’’, ‘’Aaa, evet, şirketten bir çocuk. Muhasebede çalışıyor sanırım’’, ‘’Hakkında bilmediğin yok bakıyorum. Kaç yaşında, hangi yemekleri seviyor? O ne samimi gülüştü öyle?’’, ‘’Ömer ne diyorsun sen ya? Onun için mi surat asıyorsun? Ayıp, hiç sana yakışır mı bunlar?’’
23
‘’Ayıp mı… Ayıp mı…’’ diye bağırdı Ömer. ‘’Sen ayıbı bana mı öğreteceksin Manyak!’’ ve tokadı Nur’un yüzüne patladı. Nur ilk kez tokat yiyordu. Gözlerinden yaşlar aktı, bakakaldı… Ömer henüz iş bulamadı, ama mutlu. Son yılların modası panellerin, konferansların en aranan konuğu oldu. Gazetelerde konuşmaları çıkıyor, eve ondan akıl almak isteyen mektuplar geliyor. Çok iyi bir konuşmacı, etkileyici, üstelik yakışıklı oluşu da avantaj. Özellikle kadın derneklerinin en popüler konuşmacısı, tıklım tıklım doluyor onun bulunduğu paneller. Nur onun konuşmalarını dinlemeye gitmiyor, gidemiyor. Ömer istemiyor, ‘’Ben senin işyerine geliyor muyum?’’ diyor. ‘’Bu ne?’’ dedi Ömer. ‘’Yemek işte, nesi var?’’ dedi Nur. ‘’Bu mu yemek? Tavada yumurta, çoban salatası, makarna…’’, ‘’Evet çok yorgunum, ayaklarım şişti dolaşmaktan, aceleyle yapıverdim. Fena mı?’’ diye cevap verdi Nur. ‘’Biz yurgun değil miyiz? Bütün gün dil döküyoruz elaleme… Bu daktiloda aşk mektubu yazmıyoruz değil mi? Kitap yazıyoruz, kitap. Oku bakalım bir satır, anlayabilecek misin? BU sorunlardan haberin var mı?’’ ‘’Ömer lütfen, şu akşamı rezil etme. Çok güzel olmuş
yumurtalar. Al bi çatal’’, ‘’Yumurta da sen de yerin dibine bat’’. Ömer bir ucundan tuttuğu gibi, mutfaktaki küçük kare masayı, Nur’un üzerine devirdi. Nur o an kör oldu, dilsiz oldu, sağır oldu. Hep şaşırdı, hep şaşırdı. Dün geceki adam, ‘’Yavrum, kızım, kadınım seni kırıyorsam özür dilerim, unut olanları, bir daha olmayacak’’ diye sevişen adam… Kapı vuruldu, Ömer gitti… (Ömer olağanüstü bir insan. Ömer beni seviyor. Sevgi dolu, tutkulu… Ama Ömer sana vuruyor, Ömer seni yedi kez dövdü… O seni küçük görüyor. O sana vurmayı kendine hak görüyor. Niçin ona izin veriyorsun? Bunlar geçecek. O beni seviyor… Bana Vuran Ömer değil… Ben onu çok seviyorum, onu on yıl bekledim. Çıkacak ve beni sevecek diye… O beni seviyor…) ‘’Ne oldu ağzına şişmiş, çenen çürümüş? Kaza mı geçirdin? Geçmiş olsun?’’ diye soran arkadaşına, ‘’Bilmem’’ dedi Nur. ‘’Düşmüş olacağım… Düştüm, evet düştüm. Hatta Ömer çok heyecanlandı, kucaklayıp, eczaneye götürdü. Nasıl kanadı ağızım bilseniz. Zavallı Ömer, bütün gece başımda bekledi. Ağzımın içi de patlamış, bütün gece kan yuttum. Aaa, evet, neden beni sorguluyorsun? Geçen hafta kolum sıyrıldı değil mi? Hatırlamıyorum ama
arabanın kapısına sıkışmıştı sanırım. Az kalsın kırılıyordu. Ömer nasıl da üzülmüştü. Koşa koşa gidip, eve doktor getirmişti. Ne oldu bana bilmiyorum. Bir sakarlık çöktü üzerime… Ömer’i de çok üzüyorum…’’ Bugün önemli bir gün… Dünya kadınlar günü. Ömer Sosyalist Parti’nin panelinde konuşacak. Ömer gelme dedi, ama Nur gidecek. Düğün salonu ağızına kadar dolu… Kadınlar durmadan alkışlarla kesiyor konuşmasını. Ömer ne güzel konuşuyor, ses tonu ne kadar etkileyici… ‘’Kadınların en önemli sorunlarından biri de dayaktır. Bugün kırsal kesimde olsun, kentlerde olsun egemen güç erkekler, ikinci sınıf gördükleri kadınları eziyorlar, dövüyorlar. Döven erkek sorunludur, gelişmemiştir. Kaba kuvveti, bilek gücünü kullananlar, aslında güçsüz kişilerdir. Kadınların dayağa hayır demeleri, ilk tokada karşı çıkmaları, erkeklerin feodal düşünceleriyle…’’ ‘’Yalan, yalaaaaaaaaaaan, yalaaaaaaaaaaaaan…’’ Kalabalığın soluğu kesildi, binlerce göz Nur’a çevrildi. Ömer ile Nur’un gözleri buluştu. Nur tüm diyeceklerini dedi Ömer’e… Gözleriyle… Koşarak dışarı çıktı. Treni gördü, koştu… Tren Nur’un küçücük bedenini çiğnerken, yalan sesi trenin frenlerine karıştı.
24
25
HESAPLAŞAN REKABET Fransız yazar Fabrice Roger-Lacan’ın Chan-Chan uyunu, Kerem Ayhan tarafından çevrilip, Türkiye toplumuna uyarladığı ve yönettiği ‘’Kuçu-Kuçu’’ tek perdelik, dram komedi tarzındaki oyununda Özgü Namal ve Selen Uçer muhteşem oyunculuklarıyla bizi bize anlatıyorlar…
İki kadının sadece bir gününü anlatan oyun, yaşanan, yaşatılan ve yaşamak zorunda kalınan toplumsal dengesizliklere ayna tutuyor. Bunu da toplum olarak alışık olmadığımız bir şekilde yapıyor… Çünkü bizim toplumumuzda hep erkek hikayeleri anlatır. Bizim kahramanlarımız hep erkeklerdir. Kadınlara ise onları seyretmek, alkışlamak ve gölgelerinde yürüyüp, ezilmek kalır. Oyunda bu tabunun üstüne gidiliyor ve erkek egemen toplumun kadına uyguladığı fiziksel ve psikolojik şiddete göndermeler yapıyor. Çocukluktan beri bastırılan kadın, büyüdüğünde daha iktidar sahibi, daha kıskanç ve daha kontrolcü oluyor. Oyunun en önemli tarafı da bu galiba… İki kadın üzerinden anlatılan hikaye, günümüzdeki gerçeklere yaptığı göndermeler. Bugün hepimiz sosyal yaşamın içinde bir iktidar kavgası sürdürüyoruz. Hepimiz güç manyağı olmuş durumdayız. Gerçek arkadaşlıklar ve gerçek
evlilikler kuramıyoruz. Çünkü sistem bizi böyle yetiştiriyor…
Melda’yla Melis’in Hikayesi Önemli İşadamı Kudret Bey hafta sonunu geçirmek üzere gözde çalışanı Ragıp ve karısı Melis’i adadaki villasına davet eder. Kocasından önce gelen Melis’i Kudret Bey’in eşi Melda karşılar. Tanışıp, sohbet ederek kocalarının işten gelmesini beklemeye başlarlar. Zaman ilerledikçe sohbetin rengi değişmeye başlar. Geçmişlerindeki sırlar ortaya çıktıkça da olaylar yavaş yavaş
çığırından çıkar. Aslında bu iki gen kadın ilk kez 9 yaşında karşılaşmıştır ve yıllar sonra tekrar karşılaşmaları, geçmişlerinde yarım kalan şeylerin hesaplaşmalarına dönüşür. İkisi de bağımlı aslında. Birisi yönetilmeye, diğeri ise yönetmeye. Toplumumuzda ne yazık ki bir sürü kadın böyle büyütülüyor, hayatı böyle öğreniyor ve ilişkilerini bunlar üzerine kuruyor. Melda ile Melis’in hikayesi, hepimizin ortak hikayesi aslında :)
26
Her ay koltuğa bürünen i anlatıcı, yepyen hiyakelerle sizi şaşırtacak ... Güzel başlayan ve huzur içinde geçirilen bir ilkbahar günü bitmek üzereydi… Baharın getirdiği canlılık, yeni umutların yeşermesine ve yepyeni hayallerin peşinde koşma isteklerin çoğalmasına sebep olmuştu. Rüzgar oradan oraya koşturarak, gitmek istediği yerlerin ve görmek istediği kişilerin listesini yapmıştı. Güneş, kelebeklerin çiçeklerle cilveleşmesini gülümseyerek seyretmişti. Kuşlar ise, günü bir köşeye saklanıp, dedikodu yaparak geçirmişlerdi. Karıncalar her zamanki gibi yoğun çalışıp, günlük programlarını tamamlamışlardı. Yuvalarında uzanıp, şarkı söyleyerek, keyif yapıyorlardı. Yaşlı ağaçla sallanan koltuk gün boyu güneşlenip, derin
Bir Koltuğun Anıları derin düşüncelere dalarak, kendi dünyalarında uzun uzun yolculuklara çıkmışlardı.’ ‘’Şimdi aşık olmanın tam zamanı’’ diyen kelebekler, çiçeklere el sallayarak uzaklaştılar. ‘’Kim bilir belki de ölmenin veya öldürmenin de tam zamanıdır…’’ diye kendi kendine söylendi sallanan koltuk. Yaşlı ağaç silkindi ve üzerindeki anılar telaşla kaçıştı. ‘’Ölüm, öldürmek ne kadar da ağır kelimelerdir…’’ diye fısıldadı. ‘’Hayat sürprizlerle doludur. Bir an gelir herkes birilerini öldürebilir veya birileri tarafından öldürülebilir. Kimse ben asla öldüremem dememeli…’’ diye ekledi. ‘’Sana katılıyorum dostum. Sabahtan beri bu konuyu düşünüp duruyorum. Birkaç geceden beri de zaten yıllar önce öldürmek istediğim
bir kadın rüyalarıma girip duruyor…’’ dedi sallanan koltuk. ‘’Öldürdün mü onu?’’ diye sordu yaşlı ağaç. ‘’Yok, sadece istedim, hem de çok istedim… Ve Allah biliyor ya, yapmak üzereyken kendisi intihar etti. Hayatım boyunca beni en çok etkileyen, üzen ve çıldırtan o kadını unutamıyorum. Acaba onun için yapabileceğim bir şey yok muydu diye sorup, duruyorum kendime birkaç gündür…’’ diye ağlamaklı bir ses tonuyla sözlerini tamamladı. ‘’Anlatmak istersen dinlerim dostum. Belki rahatlarsın’’ diye teklif etti yaşlı ağaç. ‘’Bir faydası olmaz, ama konuşmak belki biraz kafamı dağıtır’’ diyen sallanan koltuk, dalgın dalgın gökyüzüne bakarak anlatmaya başladı:
27
‘’Milena’yla bir ay kadar beraber olduk. Hapishaneye benzeyen o küçücük odasında, başını omzuma dayayarak oturur, elindeki resme bakarak sabahtan akşama kadar, yorulup baygın düşene kadar hep aynı şeyi tekrarlıyordu.
Tam bir ay bıkmadan devem etti. Onu susturmak, kaçıp gitmek istiyordum, ama bunu yapma şansım yoktu. İkimiz de tıkılıp, unutulmuştuk bir akıl hastanesinde…’’ diyerek ağlamaya başladı koltuk.
‘’Allah, Allah şimdi daha da merak ettim bu kadının söylediklerin…’’ dedi yaşlı ağaç. Sallanan koltuk mekanik bir ses tonuyla konuşmaya başladı:
Biliyor musun anne? ‘’Biliyor musun anne ben 40 yaşındayım… Eminim sen bunu çoktandır biliyorsun, ama ben daha yeni öğrendim. Önce korktum, sonra yıkıldım ve oturup ağladım, ama gerçeği değiştiremedim. Diyeceksin ki, bunun böyle olacağı 39 yıl önce belliydi! Haklısın, ama ben bunu görmezlikten gelmek ve algılamamak için elimden geleni yaptım... Ne saçlarımda artan akları, ne de yüzümde ve özellikle gözlerimin altında çoğalan kırışıkları görmek istemedim. Ben sadece yılların değiştiremediği vücuduma sarıldım. 20 yıldır aynı hızla ve heyecanla hayat yarışında koşuyorum. Hep bir şeylere yetişmeye, bir şeyleri yakalamaya, gerçekleştirmeye ve yaşatmaya çalışıyorum. Biliyor musun anne,
bugün ilk defa yorulduğumu hissettim, başaramayacağım kaygısına kapıldım ve durdum. Gidip aynaya baktım ve kendimle yüzleşerek, kendimi inceleyerek gerçeği gördüm... Evet, ben 40 yaşındayım. Bir genç kızın bedenine sahip olabilirim, ama yüzüm beni ele veriyor. Yıllardır ağır yükler taşımaktan yorulan alnım iyice kırışmış ve gökyüzünde bir şeyler yakalamak yerine, yere daha sağlam basabilmek için eğilmiş. Ya o gözlerim… Eskiden pırıl pırıl ışık saçan, her şeyi görebilmek için kocaman kocaman bakan gözlerimin ışığı yok olmuş ve küçülüp, ağlamaktan büzülmüş. Burnum hala değişmemiş ve bir karış havada durabilmek için direnmekten, tıpkı bir palyaçonun burnuna benzemiş. Sonra dudaklarım... Yaşanmamışlığın hayalleri ile
yaşanmışlığın gerçeği arasında sıkışıp, büzülen dudaklarım. Beklemekten yorulan ve yorgunluktan konuşmaya bile cesaret edemeyen dudaklarım. Korkularını yenebilseler, neler anlatırlar acaba? Biliyor musun anne, ben bile konuşmalarını istemiyorum... Belki de o dudaklar arasından akabilecek acı dolu gerçeklerden korkuyorum. Birden ellerimi fark ediyorum anne... Yıllarca kırılmış umutlarımı ve kanatlarımı birleştirmeye, yapıştırmaya ve dikmeye çalışmaktan yorulan ellerim... Neden ellerimin bu kadar yetenekli olmalarına rağmen, bu kadar çabalamalarına rağmen bomboş kaldılar anne? Neden? Sen değil miydin: “...Hayatta ne kadar çok şey öğrenebilirsen, ne kadar çok güzellik yaratmaya ve yaşatmaya çalışırsan, o kadar güçlü ve mutlu olursun...”
28
Evet anne, ben hep daha fazlasını ve daha iyisini yaratmaya, yaşatmaya ve dağıtmaya çalıştım. Ama dağıtmaktan almaya vakit bulamadım. Veya almayı öğrenemedim anne. Bu yüzden ellerim hep boş kaldı ve yalnızlığı hep dipte yaşadım. Benim gölgem, en iyi dostum ve asla terk etmeyen yalnızlığım... Neden hayat bana bu kadar acımasız davrandı anne? Neden senin bana verdiğin, vermek istediğin her şeyi elimden aldı anne? Önce yüreğimde tükenmeyeceğini zannettiğim sevdamı, bütün hayallerimi, düşlerimi ve umutlarımı aldı. Sonra hayat, seni benden aldı anne… Asla hazır olamayacağım ve hazır olmak istemediğim bir kayıptı bu. Çünkü hayat boyu sana bir nefes, bir damla su ve bir kıvılcım ateşin yaydığı sıcaklığa gereksinim duyacağımı bildiğim için... En son da doğmadan, ölmeye mahkum olan çocuğumu aldılar anne. Oysa ben onu ne çok istemiştim... Aylarca, yıllarca ona verebileceklerim ve yaşatabileceklerim için kendimi
hazırladım. Onun küçücük ve sımsıcak yüreğini yüreğimde hissettim. Küçücük ellerini ısıtabilmek için günleri, saatleri saydım, ama o günler asla gelmedi ve gelmeyecek anne... Neden yıllar bu kadar çabuk geçti ve her şeyimi alıp, götürdü anne? Neden? Neden onları durdurmadın anne? Ve neden bütün bunları yaşayacağımı bilmene rağmen beni dünyaya getirdin anne?’’ *** Sallanan koltuk sustu ve boğucu, ağır bir sessizlik etrafı kapladı… Etrafın kararmış olmasına rağmen yaşlı ağaç, sallanan koltuğun ağladığını gördü. ‘’Onu öldürmeyi gerçekten istedim. O konuştukça ben türlü
türlü fantaziler kurdum. Ama bir taraftan alışmıştım da ona. Biraz sakinleşip, bana neden bu halde olduğunu anlatacağını bile düşünmeye başlamıştım. Ama bir gün o aniden, nereden geldiği belli olmayan bir silahla kendini vurdu. Kanı her tarafıma bulaştı…’’ diyerek daha da içli içli ağlamaya başladı sallanan koltuk. ‘’Tamam tamam, dostum! Daha fazla anlatma! Üzme kendini! Başka zaman konuşuruz bunu. Şimdi derin derin nefes alalım’’ dedi yaşlı ağaç. İkisi de ölüm ve öldürme kelimelerin ağırlığı altında ezilmemek için ne yapmaları gerektiğini bilmeyerek, gökyüzüne bakmaya ve oradan çare beklemeye başladılar…
29
mika dergi
@mikadergi edebiyatâ€˜Äą takip et
30
31
Spielberg ve Irkçılık Çocukken Yahudi aleyhtarı ayrımcılığına maruz kalan yönetmen Spilberg, ‘’Yaşamımın önceki bölümünün çoğunda kendimi dışlanmış hissettim ve bu durum filmlerime de yansıdı. Kendimi iyi yaptığımı düşündüğüm filmeler çekerek kabul ettirdim’’ açıklaması ırkçılıkla ne kadar ilgili olduğunu kanıtladı.Tüm zamanların en iyi yönetmeni olarak kabul edilen Spielberg’in, köleliğin kaldırılmasını başaran Linkoln’un hayatının son dört ayını anlatan bir film yapması elbette ki tesadüf değildir. Birçok filminde ırkçılık konusunu işlemesi de tesadüf değildir.Hatta filmlerin birçoğunda yer alan ‘dışarıdan gelen, bulunduğu topluma yabancı’ temasını, kendisinin bir Yahudi olarak uzun süre benzer şekilde hissetmesinin bir sonucu olduğunu vurgular. Bütün filmlerinin bir şekilde kendi çocukluğuna gittiğini de kabul eder.Steven Spielberg, 1946 yılında Ohio’da doğmuş. Çocukluğunu üç kız kardeşiyle birlikte Phoenix Arizana’da geçirmiş. Ne okul hayatında, ne de spor hayatında başarılı
olamayan, mutsuz bir çocukmuş. Annesinin kendisine bir ebeveynden çok büyük kız kardeş gibi davranmış. İşkolik olan babasının onu ihmal etmesine duyduğu kızgınlığını, filmlerindeki çocuklarını terk eden kötü baba figürlerinde dışa vurur. Annesinin ve babasının boşanmasından sonra yaptığı ‘’E.T’’ ve ‘’Hook’’filmlerini de buna örnek olarak gösterir. İlk karısının yardımıyla 15 yıl görüşmediği babasıyla barışır ve yaşadığı değişimi, ‘’Dünyalar Savaşı’’ filminde çocuklarını uzaylı istilasından koruyan baba figürüyle anlatır. Spilberg, Lincoln’ün de başarılı liderliği ve politik dehası yanında, filmindeki kahraman baba imajının, yine babasıyla sadece 25 yıldır yaşayabildiği bu olumlu ilişkinin bir uzantısı olduğunu da kabul ediyor. Irkçılık konusunda en kişisel işlerimden biri dediği ve tüm dünyada bir numara olarak gösterilen ‘’Schinler’in Listesi’’ filminde de çocuklundan izler vardır.Phoenix’in Yahudi olmayan mahallesinde geçen çocukluğu boyunca Yahudi
ayrımcılığına ve saldırılara maruz kalan Spilberg, ona ‘’Pis Yahudi’’ diyen çocukların pencerelerine gizlice tırmanıp, camlarına fıstık ezmesiyle bulayarak, intikam almaya çalıştığını da itiraf eder. Kim bilir belki de her filmine kendinden bir şeyler kattığı için Spilberg tüm zamanların gelmiş geçmiş en iyi yönetmeni olarak kabul edilir.
Meliha Doğu
melihadogu@mikadergi.com
32
33
İSTANBUL MÜZİK FESTİVALİ İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen Festival, bu yıl 4-29 Haziran tarihlerinde gerçekleşecek ve İstanbul 500’e yakın yerli ve yabancı sanatçı ağırlayacak. Borusan Holding sponsorluğunda düzenlenen festival, bu yıl 41’inci yaşını kutlayacak. Teması da ‘’Zaman ve Değişim’’ olacak. Genç müzisyenlere yönelik özel projelere ve verdiği eser siparişleriyle çağdaş müzik repertuvarına katkıda bulunmaya devam ederek çeşitli dünya ve Türkiye prömiyerlerine ev sahipliği yapacak. Programında orkestralı konserler, oda müziği ve resittaller ve bazı özgün programlardan oluşan toplam 22 konser yer alacak. Farklı mekanlarda izleyiciyle buluşacak festival, bu yıl ilk defa Surp Vortvots Vorodman Kilisesi’ni kullanacak. Festivalin diğer mekanları arasında Aya İrini Müzesi, Süreyya Operası, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı, Galata Mevlevihanesi Müzesi, Galata Rum İlköğretim Okulu, İstanbul Modern ve İş Sanat Kültür Merkezi bulunuyor. 41’inci İstanbul Müzik Festivali’nin ‘’Onur Ödülü’’,
piyano ikilisi olarak yaptıkları uluslararası kariyer ve Türkiye’de çok sesliliğin yayılması ile genç müzisyenlerin eğitimi konusundaki çalışmaları sebebiyle Güher ve Süher Pekinel’e verilecek. ‘’Yaşam Boyu Başarı Ödülü’’nün sahibiyse, yirminci yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuş, çok zengin bir eser birikimine sahip Polonyalı besteci Krzysztof Penderecki’nin olacak. Ödüller, 4 Haziran Salı
akşamı Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’ndaki açılış töreninde verilecek. Festivalde ağırlanacak yabancı sanatçılar arasında Vadim Rapin, Maxim Vengerov, Shlomo Minitz, Mario Joao Pires, Khatia Buniatishvili, Magdalena Kozena, Sol Gabetta, Dünyanın önde gelen orkestralarından Deutsche Kammerphilharmonie Bremen ve Münih Oda orkestraları yer almaktadır.
34
Kadın Hikayeleri
CANLI BOMBA Karnının üzerine yerleştirilen patlayıcıyı eliyle kontrol etti. Giydiği gömleğin rengine uygun makyaj yaptı, takılarını takıştırdı, saçını taradı. Ayakkabılarını, çantasını hazırladı. Yarım saati kalmıştı… ‘’Kendi çayımı son kez içeyim bari’’ diye düşündü ve mutfağa gitti. Çayını doldurup, sigarasını yaktı. Yaşayacağı şeyden pişman olma şansı olmayacaktı. Çünkü ölecekti. Öyle bir anlaşma yapmış ve her şey ona göre ayarlanmıştı. Nihayet yaşadığı bu rezil hayattan kurtulacak, acıları sona erecekti… Bugüne kadar birçok kez ölmek istemiş, birkaç deneme yapmış, ama başarılı
olamamıştı. Çünkü son anda birileri ona engel olmuştu. Bugün başaracaktı ve bunu gerçekleştirirken kimlerin zarar göreceği, acı çekeceği umurunda değildi. Bir Çin atasözünü hatırladı: ’’Başlangıç ve bitiş noktaları birbirine uzanır’’. Acı acı gülümsedi… O daha hayata gözlerini açarken acı çekmeye ve ölmeye mahküm edilmişti. Yıllarca hayatını güzelleştirmek için bir mucize yaratmaya çalışmıştı, ama hep yenilmişti, hep cezalandırılmıştı… Annesi onu doğurmaya çalışırken ölmüştü. Ablası ona bakmış, büyütmüştü. Babası sürekli içki
içen, herkesle, her şeyle kavga eden bir adamdı. Kendini bildiği günden beri babasından dayak yedi. Ama öyle tokat atılan cinsten değil, hortumla, odunla, sıcak demirlerle gerçekleştirilen işkence fantezileri. Bir korku filmine ilham verecek kadar kendini geliştirmişti babası bu konuda. On beş yaşında ağzı, burnu ve kolu kırık bir halde evden kaçtı. İstanbul’da yaşayan anneannesinin kapısını çaldığında bayılmak üzereydi. Zaten çok geçmeden bayılmıştı ve apar topar onu hastaneye götürmüşlerdi. Birkaç ameliyat yapıldı ve uzun süre tedavi gördü.
35
Liseyi bitirene kadar anneannesinin yanında kaldı. Okul biter bitmez dayıları onu biriyle tanıştırıp, apar topar evlendirdiler. ‘ ’ E v l e n m e k istemiyorum, okuyacağım’’ dese de dinlemediler. Okuyup da ne olacaktı, çok iyi kısmet ayağına kadar gelmişken, bu fırsatı tepmemeliydi onlara göre… İlk tecavüzünü düğününden iki- üç gün önce yaşadı, hem de güzel bir dayak eşliğinde… Düğüne gelenler çenesi morarmış, hüzünlü bir gelinle karşılaştılar. ‘’Düştüm’’ yalanına kimileri inandı, kimileri damadı çok iyi tanıdığı için inanmadı. Evliliği sekiz ay kadar sürdü. Nerdeyse her on beş günde bir dayak yedi. Sebep ise kıskançlıktı. Evden dışarı adımını bile atmazken, kocası onu uçan kuşlardan, evin duvarlarından, okuduğu kitaplardan bile kıskanıyordu. Ona yapılanlar karşısında susuyor tepki göstermiyordu. Zaten onu anlamak, yardım etmek isteyen kimsesi de yoktu. Anneannesi ve dayıları ondan kurtulmuş, ablası ise köyde babasıyla debeleniyordu. Kayınvalidesi ve görümceleri ise hayatını daha da zorlaştıracak olaylara çanak tutmaktan zevk alıyorlardı. Birkaç kez intihar etmeyi denedi, ama fark
edip engellediler. Hele bir keresinde ölüme çok yaklaşmış, nefesini hissetmişti… Evde kimsenin olmadığı bir saatte, en dipteki odanın kapısını kilitleyerek, bir sandalyeye bindi. Tam ipi boynuna geçirmişti ki kocası kapıyı yumruklamaya başladı. Onu sevgilisiyle yakalayacağını düşünerek, delirmiş bir halde kapıyı kırıp, içeri daldı. Girerken de tavandaki ipe asılan karısını gördü ve kurtardı. Kocasından yediği son dayaktan komşuları kurtarmıştı. Hastaneye götürmüşler, polisi çağırmışlardı. Hastanede ona bakan hemşire ise Adli Tıp’tan rapor almasına yardım ederek, boşanmasını kolaylaştırmıştı. Boşandıktan sonra kocasından sadece kitaplarını istemişti. Elbiselerini bile almamıştı. İki-üç ay o hemşirenin evinde kalmış, ev işlerinde yardım etmiş, çocuğuna bakmıştı. Aynı zamanda ders çalışıp, sınavlara girmiş, üniversiteyi kazanmıştı. Üniversitede okurken yurtta kaldı, ama çalışmaya devam etti. Yeri geldi ev temizliği yaptı, yeri geldi çocuk, hasta baktı, yeri geldi lokantada bulaşık yıkadı, ama hiç kimseye muhtaç olmadan yaşamayı öğrendi. Hatta para biriktirip, mezun olur olmaz kendine bir ev tuttu.
Güzel de bir iş bulunca dünyalar onun oldu. Bir akşam iş dönüşü evin önünde yıllardır görmediği babasıyla ablasını buldu. İçeri almak istemedi, ama ablasını kıramadı. Babası çökmüş ve yaşlanmıştı… İstanbul’ a geliş sebepleri ise babasının hasta olmasıydı. Tedavi paraları elbette ki yoktu. O yüzden ona gelmişlerdi… Yardım etmek istemedi, direndi, ama sonunda kıyamadı. Teşhis konulup, hemen tedavi başlandı, ama babası iki ay içinde öldü. İçki ve sigara kansere davetiye çıkarmış, o da bütün vücudu sarıp, sarmalamıştı. Günlerce acılar içinde kıvrandı durdu. Zor, ama hak ettiği bir ölümdü... Son nefesini vermeden önce çocuklarından gözyaşları içinde af diledi. Ablasını bilmiyordu, ama o affedemedi. Onu Allah’a havale ederek unutmak, hatırlamak istemedi. İşyerinden izin alarak, ablasıyla beraber babasını köye götürüp, gömdüler Cenazeden sonra ablası bir süre daha kalması için yalvardı. O evden kaçınca, kısa süre sonra ablası evlenmiş, iki çocuğu olmuştu. Kocası tıpkı babasının kopyasıydı. Evde alkol muhabetleri, dayak eksik değildi.
36
Ablasına üzüldü ve acıdı. ‘’Bırak bu adamı, benimle gel’’ diye yalvardı, ama çocuklarını babasız büyütmek istemeyen ablası kabul etmedi. Köyde güzel vakit geçirdi. Yeğenleriyle oyunlar oynadı, yürüyüşlere çıktı. Çocukluğunda yaşadığı olaylarla yüzleşti ve babasının açtığı yaraları iyileştirdi. Hafifledi. Umutla yeniden hayata sarılmak için sabırsızlanmaya başladı… İstanbul’a dönmeden önceki son gece yatağına uzanmış, hayaller kurarken evin içinde bir gürültü koptu. Eniştesi eve zil zurna sarhoş dönmüş, ablasını ve çocukları dövüyordu. Ablasına yardım etmeye çalışırken o da dayaktan nasibini aldı ve kan revan içinde odasına saklandı. Dünya tekrar üzerine çökmüşçesine ağladıkça ağladı… Gece yarısına doğru kapısı gürültüyle açıldı. Eniştesi yatağına yaklaştı ve ona saldırdı. İçki kokusu bulutları arasında ve tokatlar eşliğinde ona tecavüz etti. Ona engel olmaya, direnmeye çalıştı, ama gücü tükenince bayıldı… Kendine geldiğinde, evdeki ölüm sessizliği onu ürküttü. Sürüne sürüne odasından çıktı ve korkunç bir manzarayla karşılaştı.
Ablası, karnına bıçak saplanmış halde, kanlar içinde yerde yatıyordu. Eniştesi de, çocuklar da ortalıkta görünmüyordu. Çığlık çığlığa ablasına nefes alması için yalvarmaya başladı, ama o çoktan kan kaybından ölmüştü. Komşular yardıma koşup, polisi çağırınca daha korkunç bir gerçekle yüzleşmek zorunda kaldı. Yeğenlerin cansız bedenleri yatak odasından çıkarılınca onu hayat bağlayan her şey koptu ve karanlığa gömüldü… Bir yıl kadar tedavi gördü. Tekrar konuşmaya başlaması altı ay sürdü. Yaşamak istemiyor, ama doktorlar ısrarla hayata tutunabilmek için bir sebep, bir şey bulması konusunda ısrar ediyordu. ‘’Güneşi gözden kaçırdım diye ağlarsan, yıldızları da göremezsin’’ demişti psikoloğu. Onun baskısı ve yardımıyla resim dersi alıp, resim yapmaya başlamıştı. İlk başta elbetteki yüreğini sıkıştıran ve beyninden çıkaramadığı ablasının, yeğenlerinin cansız bedenlerini ve şiddeti yansıttı çizdiklerine. Ama sonra yavaş yavaş doğadaki güzelliklere, çiçeklere, böceklere yöneldi ve böylece de iyileşme sürecini de hızlandırdı. Hastaneden çıktığı gün ürkek
bir kuş gibi evine koşup, kapandı. Birkaç gün hiç dışarı çıkmadı. Ama nihayetinde hayatta kaldığı için çalışmak zorunda olduğunu kabullendi. Eski işine döndü ve yavaş yavaş normal hayat adapte oldu. Boş zamanlarında resim yapmaya devam etti. Zaten iş dışında hiç kimseyle görüşmüyor, etrafına hiç kimseyi yaklaştırmıyordu. Yalnızlığına sarılıp, resimleriyle mutlu olmak ona yetiyordu. Bir de her pazar günü Çocuk Esirgeme Kurumu’na gidiyordu. Onlara hediyeler dağıtıyor, oyunlar oynuyor ve resim çizmeyi öğretiyordu. Onları mutlu ederek, mutlu oluyordu. Yıllar böyle yuvarlanıp gitti. Kırk yaşına geldiğinde yalnızlığı batmaya başladı.Bir-iki çocuk evlat edinmek istedi, ama evli olmadığı için kanunları aşamadı. Sonra evini hayvanat bahçesine çevirdi: İki kuş, iki kedi, bir köpek, bir sürü balık ve bir kaplumbağa aldı. Sevgi dolu bir ortamda hepsi birbiriyle barışık bir halde yaşamayı öğrendiler. Derken bir gün parkta köpeğini dolaştırırken Ahmet’le tanıştı ve garip bir şekilde ondan etkilendi. Sık sık görüşmeye başladılar ve çok kısa süre içerisinde evlendiler… Yıllarca etrafına kimseyi sokmazken, her şeyi sorgulayıp,
Mika Dergi
herkesten şüphelenirken, Ahmet’i tanımadan gözü kapalı güvendi. Ahmet eve yerleşince evdeki hayvanlar huzursuz oldu. Özellikle de köpek. Günlerce hırlayıp, havladı. Mecburen onu sattılar, kedileri ise birilerine hediye ettiler. Deliler gibi aşık olduğu kocası için her şeyden vazgeçebilirdi. Evliliğin ilk yılı çok güzel geçti. Çalışmaktan vazgeçip, evde Ahmet’le vakit geçirmeye ve resim çizmeye devam etti. Zaten resimlerden kazandığı para ona yetiyordu da, artıyordu bile. İlk başta Ahmet’in çalışmamasına, sabahtan akşama kadar oturmasına aldırmadı. Yavaş yavaş içtiği alkolün miktarın arttığını da umursamadı. Kocası onu sevdiğine göre, gerisi önemli değildi. Ama kendi kendini kandırdığını ve kullanıldığını anlaması uzun sürmedi. Önce Ahmet’in aslında bir uyuşturucu bağımlısı olduğunu öğrendi. Sonra da onu aldattığını… Hemen karşısına alıp, konuştu. Boşanmak istediğini ve evi terk etmesini istedi. Kızılca kıyamet koptu ve böylece dayaklarla ve tehditlerle dolu günler başladı. Bir uyuşturucu bağımlısının
yaptığı ve yapabileceği bütün çılgınlıklar evinde normal bir hal aldı. Defalarca tedavi olması için yalvardı, bir iki kez hastaneye yatırdı, ama sonuç değişmedi. Yaşanmaya başlanan bütün çirkinliklere rağmen kocasını hala çok seviyordu, ama ona yardım edemiyordu ve sorunu çözememek her ikisini de dipsiz bir kuyuya doğru sürüklüyordu. İKİ yıl sonra gücü tükendi, resim yapmayı bıraktı, hayat küstü ve kendini olayların akışına bıraktı. Uyuşturucu önce eldeki parayı tüketti, sonra da evdeki eşyaları teker teker alıp götürdü. En son da onuru yok sayan ve kişiliği bitiren noktaya gelindi. Yağmurlu bir gecede hayata dair son ışığı da acımasızca yok edildi. Kocası onu uyuşturucu getiren adama satmış ve bir taraftan uyuşturucu çekerken, iğrenç kılıklı adamın ona tecavüz etmesini kahkahalar atarak seyretmişti. Bu olaydan sonra ne mi yaptı?!. Kendi elleriyle Ahmet’in aldığı uyuşturucu dozunu arttırmış ve komaya girmesini sağlamıştı. Polise haber verip, olaydan bi güzel sıyrılmıştı… Sıyrılmıştı sıyrılmasına ama çok ciddi de bir karar vermişti. Ölümünü garantileyecek bir karar… Hiç tanımadığı, savundukları
fikirlere ve uyguladıkları yöntemlere zerre kadar katılmadığı insanlarla bağlantıya geçmiş ve onların adına canlı bomba olabileceğini söylemişti… Sigarasını söndürüp yerinden kalktı. Hemen hazırlanıp, sokağa çıktı ve karşı taraftaki büyük alışveriş merkezine doğru hızlı adımlarla yürüdü. Merkezin önündeki bankamatiğe girdi, para çekiyormuş gibi yaparken hatırladığı bir şey onu gülümsetti… Yıllar önce gazete okuduğu bir haberden çok etkilenmiş ve üzülmüştü. Bilinen bir örgütün son olayda canlı bomba olarak kanser hastası bir kadını kullandığını yazıyordu. Yapılanı da, yapanı da anlamaya çalışmış, ama ne olursa olsun insanlıktan çıkılmaması gerektiğini düşünmüştü. Şimdi ise o böyle bir olayın parçası olmuş ve olaydan sonra insanlar neden ve niçin bunu yaptığını sorgulayacaklardı… Umurunda değildi… Zaten evden çıkmadan önce, örgütün talimatları doğrultusunda aldığı ilaç zihnini karıştırmaya başlamıştı. Beyninden gelen tek komutu yerine getirdi. Karnındaki patlayıcının pimini buldu ve çekti. Patlamayla birlikte vücudu paramparça oldu…
37
38
YENİ VÜCUT ARAYIŞI
Genç sanatçı Damla Özdemir 3 boyutlu dijital kolaj çalışmalarını 2 Mart- 7 Nisan tarihleri arasında Galeri İlayda’da sergileyecek. Sergiye ismini veren “Yeni Vücut” kavramı, Damla Özdemir’in kolajlarında kullandığı kadın imajlarının, kendi müdahalesiyle başkalaşma ve dönüşüm sürecini vurguluyor. Bu imajları bilinçaltının yönlendirmesiyle özgün biçimde kullanan sanatçı, her birini ahşap katmanlara yerleştirerek onlara üç boyutlu yeni vücutlar kazandırıyor. Genellikle malzeme olarak ahşap ile çalışmayı tercih eden sanatçı, aynı zamanda sergisinde pleksiglas ve aynalara da yer veriyor. Sanatçı işlerinde organik bağlarından
koparılmış kadın, erkek ve hayvanların temsillerine ve toplum içindeki algılanış biçimlerine yer veriyor. Onların kendilerini gerçekleştirme ve “kendi olma” süreçlerini sorguluyor. Bir kadın olarak çocukluğundan beri kendini ifade etme yolları arayan genç sanatçı, her yola başvurduğunu anlatıyor… ‘’Yazdım, çizdim, kestim, diktim ve yavaş yavaş kendi tarzımı yarattım... Zor bir dünyada yaşıyoruz. Her gün binlerce insan yaşama hakkını yok eden engellerle
karşılaşıyor. Bir de b u dünyada kadın olmanın zorluğunu yaşadığımı fark ettim. Doğduğun anda bedenin zaten pembe bir kumaşla kaplanıyor ve etiketin hazır. Büyüdükçe etiketi görünür kılan bedenin kapatılsa mı, yoksa açılsa mı, bir türlü bilinmiyor. Kadın olarak asla kendine ait olamıyorsun. Başkalarının senin üzerine koyduğu fabrikasyon etiketlerle kimliğini tamamlayabilirsin ancak...
39
‘’Kadının kimliğinin temeli vajinası. Kendisine asla ait olmayan vajinası… Toplumun babasına aittir, çocuk doğurmak için. Toplumun erkeğine aittir, boşaltmak için…’’
40
Mika Dergi
‘’Eskiden üretici güçlerin özgürleştirilmesi söz konusuyken, günümüzde bedenin ve cinselliğin özgürleştirilmesinden bahsediliyor…’’
Mika Dergi
mika dergi
/mikadergi
beÄ&#x;endiniz mi?
41
42
MODASI GEÇMEYEN KADIN
‘’Mutlu aileler hepsi birbirine benzer; mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine özgüdür…’’ 140 yıl önce Lev Tolstoy tarafından yazılmış olan ‘’Anna Karenina’’ eseri, dünya edebiyatının ölümsüz eserleri arasında yer almaktadır. Yapılan birçok ankette, bütün zamanların en iyi romanı olarak da boşuna gösterilmemektedir… 140 yıl gündemde kalan, merakla okunan, onlarca kez filmi çekilen, oyunları sahnelenen, hakkında binlerce yazı yazılan başka bir kadın yoktur her halde. Aşık bir kadının ruhunu çok iyi bilen; kırgınlıklarını, kararsızlıklarını, yaşadığı duygusal iniş ve çıkışlarını çok iyi anlatabilen erkek yazarların başında elbette ki Tolstoy gelir… Oysa eşi Sofya öyle düşünmez: ‘’Eğer Tolstoy kadınları yazdığı kadar iyi tanımış olsaydı, onunla çok mutlu bir hayatımız olurdu’’ der. Kim bilir belki de aşkın bir delilik hali olduğunu ve bazen ilişkileri zehirlediğinden haberi olmadığı için böyle düşünür.
Aslında Tolstoy 1873 yılında bir tiyatro eseri kaleme almak isterken, tıkanıp kalır. Bir türlü ilerleme kaydedemediği için de bir sene önce onu derinden etkileyen bir olayı yazmaya karar verir. Yani ‘’Anna Karenina’’ önceden planlanarak ve kurgulanarak yazılan bir roman değil. Kişisel, içten ve bir o kadar da üzücü olan bu romanı yazdıran olayı ise, Tolstoy’un biyografisinden öğreniyoruz… Komşusu ve aynı zamanda da arkadaşı olan Bibikov, Anna Stepanovna Pirogova adlı bir kadınla yaşar. Uzun boylu, geniş yüzlü bu kadın, onun metresidir. Adam onu pek umursamaz. Hatta başka biriyle evlenme planları yapar. Onun bu ihanetini öğrenen Anna, sadece birkaç eşyasını alıp, kaçar. Ve ardından kendini trenin altına attığı haberi gelir. Ölmeden önce Bibikov’a bir mesaj gönderir:’’ Katilim sensin’’ diye. 1872’de yaşanan bu olayı Tolstoy yakından takip etmiş.
Hatta intihar edilen tren istasyonunda polisle birlikte incelemeler yapıp, cesedi görür ve kadının yaşadıklarını hayal eder… 140 yıldır Anna Karenina’nın tüm dünyayı etkileyen bu yasak aşkı değildir sadece. Çılgınca seven bu genç, güzel ve kırılgan kadının, intihar ederek yaşadıklarının bedelini ödemesidir. Aşkını ölümsüzleştirerek, herkesi kendine hayran bırakır…
43
Mika Dergi ‘ye ABONE OL
ÜCRETSİZ KİTAP KAZAN!
HEMEN ABONE OL! abone.mikadergi.com Her ay Mika Dergi ‘ye abone olan 5 okuyucumuza, Meliha Doğu ‘nun, Başını Dik Tutan Hüzün isimli imzalı kitabını hediye ediyoruz. Üstelik kargo ücreti de dahil.Hiçbir ücret ödemeden bu kitaba sahip olmak için tek yapmanız gereken, bu sayfaya tıklayarak açılacak olan sayfada, aktif olarak kullandığınız mail adresiniz ile Mika Dergi ‘ye abone olmak.Her ay, bir önceki sayıda abone olan okuyucularımız arasında yapılan çekilişle kazananlar, Mika Dergi ‘de açıklanacaktır. Abonelik çekilişi, her ayın ilk haftası gerçekleştirilecektir ve kazananlara mail ile bilgi verilecektir.
44
45
Film Şöleni İstanbul Kültür sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen İstanbul Film Festivali’nin bu yıl 32’ncisi gerçekleşecek. Festival kapsamında 30 Mart-14 Nisan tarihleri arasında 200’ü aşkın film sinema seyircisiyle buluşacak…
Sponsorluğunu dokuzuncu kez Akbank’ın üstlendiği İstanbul Film Festivali, sinemaseverlere 20’nin üzerinde bölümde 200’ü aşkın filmin yanı sıra, usta sinemacıların katılacağı söyleyişiler, atölye çalışmaları ve sinema dersleriyle dolu iki hafta sunacak. Festival bu yıl 2012 ve 2013’ün parlak filmlerinden unutulmaz sinema klasiklerine, usta yönetmenlerin başyapıtlarından Ocak ayında Sundance ve Şubat’ta Berlin Film Festivali’nde prömiyeri yapılan filmlere, Altın Lale ve FACE yarışmalarından belgeseller ve çocuk filmlerine uzanan bir yelpazede izleyiciyle buluşacak. Festival programında “Kadın Hikâyeleri” gibi yeni bir bölümün yanı sıra, uzun bir aranın ardından yeniden canlandırılan “Edebiyattan Beyazperdeye”, Eylül’de başlayacak 13. İstanbul Bienali işbirliğiyle hazırlanan “Ben-Kentli Vatandaş Değil Miyim?” ve “Gerçek Mucizedir: Carlos Reygadas” gibi özel bölümler yer alıyor. Festival kapsamında sektörden her yıl daha çok ilgi toplayan Köprüde Buluşmalar’ın da sekizincisi düzenlenecek. İstanbul Film Festivali’nin
belgeseller bölümünün sponsorluğunu bu yıl da NTV üstlenecek. Bu kapsamda önemli belgeseller sinemaseverlerle buluşacak. Onur Ödülleri: İstanbul Film Festivali Onur Ödülleri bu yıl 6 önemli isme veriliyor.Festivalin açılış töreninde Türkiye sinemasına yıllar boyu emek vermiş oyuncu Lale Belkıs, görüntü yönetmeni Aytekin Çakmakçı, oyuncu Ahmet Mekin ve senarist Ayşe Şasa’ya festivalin Sinema Onur Ödülü takdim edilecek. Atıf Yılmaz’ın 1966 yılında çektiği, senaryosunu Ayşe Şasa’nın yazdığı Ah Güzel İstanbul, Lale Belkıs’ın rol aldığı Kalbimin Efendisi ve Ahmet Mekin’in oynadığı Bir Türk’e Gönül Verdim filmleri de festival programında gösterilecek. Usta yönetmen Costa-Gavras da festivalin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’nü alacak. Missing / Kayıp, Z ve Eden is West / Cennet Batıda gibi filmlerinin ünlü yönetmeni Costa-Gavras’a ödülü, “Akbank Galaları” kapsamındaki filmi Capital / Kapital’in 7 Nisan Pazar günü Atlas sinemasında saat 13.30’da gerçekleştirilecek gösteriminden önce verilecek.
Festivalin bu yılki en son onur ödülü ise, 32. İstanbul Film Festivali Altın Lale Uluslararası Yarışma Jüri Başkanı Peter Weir’e takdim edilecek. Gallipoli / Gelibolu, Dead Poets Society / Ölü Ozanlar Derneği, Green Card / Yeşil Kart ve The Truman Show / Truman Show gibi filmlerinin usta yönetmeni Peter Weir’e Sinema Onur Ödülü, festivalin 14 Nisan Pazar akşamı yapılacak kapanış ve ödül töreninde verilecek. Festivalin açılış ve kapanış törenleri: 32. İstanbul Film Festivali, 29 Mart Cuma akşamı İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı’ndaki açılış töreniyle başlayacak. Törenin hemen ardından, Pedro Almodovar’ın, festival kapsamında “Akbank Galaları”nda izlenebilecek son filmi I’m So Excited / Aklımı Oynatacağım, festivalin açılış filmi olarak gösterilecek. Festivalin kapanışı ise 14 Nisan Pazar akşamı Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapılacak. Gecede, Altın Laleler ile festivalin diğer ödülleri açıklanacak. Törenin ardından Altın Lale Uluslararası Ödülü’nü kazanan film gösterilecek.
46
GÜLDEREN ABLA Ne güzeldi gözleri, masmavi deniz mavisi. Saçları kıvırcık, bukle bukle altın sarısıydı. Daima bakımlı ve temiz bir kadındı. Alımlıydı. Bir bakan bir daha bakardı. Kimden mi söz ediyorum? Mahallemizin efsane kadını Gülderen Abla’dan… Büyüklerimiz her zaman “insanda çirkin şansı olsun” derler. Çok da doğru söylerler. O güzel kadının sonu da hiç de iyi olmadı. Ben kim miyim mahallenin terzisi Nefise. Her şey kocasının bir deniz kazasında ölüp iki çocukla ortada kalmasıyla başladı. Önceleri ilk günlerin acısıyla gelen giden komşuların, eş
dost ve akrabaların başsağlığı dilekleriyle günler geçiyordu. Ne zaman ev ıssız bir hal alıp tenhalaşınca, taziye için gelen gidenin de azalmasıyla evdeki kasvet havası iyice ortaya çıktı. Alem kadındı Gülderen Abla. Çok acayip huyu vardı, devamlı para bozdururdu. Komşularımız da dahil elindeki bütün paraları bozduracak insanlar arardı. En çok da Ali Amca’ya. Ali amca mahallemizin bakkalıydı. Gülderen Abla çok sık para bozdurduğu için elinde bir tomar parayla gelir ve “sen benden yirmi lira aldın, bana on sekiz lira verdin” deyip Ali amcayı şaşkın bir halde bırakıp giderdi.
Bakkal amca, Gülderen’in arkasından çoğu kez kızgınlıkla bakarak “yine beni dolandırdı bu kadın, bir daha para bozarsam bana da Ali demesinler” derdi. Bizler bu halleri göre göre alışmıştık artık, ama yine de gülmekten de kendimizi alamazdık. G ünler böyle neşe içinde geçerken bir ay sonra eldeki paralar suyunu çekmeye başlayınca çalışmaya başlaması gerektiğini düşündü. Mahalledeki tanıdıklara iş aradığını, bu konuda yardım edip edemeyeceklerini, herhangi bir şey duyduklarında kendisine bildirmelerini uzun uzadıya tembihledi.
47
Zaman hızla geçiyor fakat hiçbir haber çıkmıyordu. Ekmek aslanın ağzındaydı, iş bulmak kolay olmuyordu bu da her geçen gün o güzel kadının yüzünde derin kederin ortaya çıkmasına sebep oluyordu. İki erkek çocuğu vardı Gülderen Abla’nın. Biri on sekiz, diğeri on dört yaşındaydı. Ne kadar büyük olsalar da bakıma ihtiyaçları vardı. Tahsin lise son sınıfta ve küçük kardeşi Ayhan da lise birdeydi. Çocuklar annelerini kırmamak için okullarına son bir aydır zorla gidip geliyorlardı. Bazen içinden “ahh, keşke kızım olsaydı bana nasıl yardımcı olurdu” dediği de olmuyor değildi. Gülderen çocuklarına her zaman “Siz okuyup en yüksek seviyelere geleceksiniz bu zamanda elinizde bir altın bileziğiniz olmalı.” derdi. Tahsin kendisinden beklenmeyecek büyük bir olgunlukla annesine hep şöyle söylerdi… “Üzülme anneciğim, en iyi yerlere, mevkilere geleceğim ve seni kimselere muhtaç etmeyeceğim. Sana ben bakacağım.” Gerçekten dediği gibi de oldu. Tahsin bir sene içinde hem iyi bir iş yerinde satış danışmanı oldu hem de liseyi çok iyi bir dereceyle bitirdiği için
İstanbul’daki bir üniversiteden burs alarak istediği bölüm olan İngiliz Dili ve Edebiyatına gitme şansı elde etti. Genç kadın bazen eşiyle mutlu günlerini hatırlar, gözlerinden yaşlar süzülerek oğullarına sarılıp onları öpüp koklar “Siz de olmasanız benim halim ne olurdu gözümün nuru evlatlarım” derdi. Mahalleden iş bulma haberi gelmeyince kendisi bir tanıdığının yardımıyla Çocuk Esirgeme Kurumunda iş buldu. Bir süre sonra Gülderen Çocuk Esirgeme Kurumunda gönüllü anne olarak çalışmaya başladı. Herhangi bir ücret almayacaktı orada, çeşitli sebeplerden ailesinden ayrı düşen ya da ailesini hiç tanımayan çocuklara annelik yapacaktı. Bir şey yapmayacaktı ki, sadece sevgisini paylaşacaktı. Ama aslında o kadar çok şey yapıyordu ki henüz kendisi bile farkında değildi. Sevgisiz kalmasınlar, dostluğu, arkadaşlığı öğrensinler ve böyle bir ortamda kendilerini yabancı hissetmesinler hayata daha çabuk alışsınlar diye… Gülderen ilk başlarda çok sevabı vardır diye sabretti ama gönüllü annelik yaptığı için ve herhangi bir para da almadığı
için de başka bir iş bulmak zorunda kaldı. Anneleri bir gün eve sevinçle geldi. “Çocuklar bir iş daha buldum. Hem bu çok kolay. Evde düğün süsleri hazırlayacağız. Siz de bana yardım ederseniz daha çok süs yapıp daha çok kazanırız. Ne dersiniz?” dedi. İki çocuk da annelerinin elindeki poşetler dolusu süs kağıtlarını alıp “Tamam anne. Gece gündüz çalışıp hepsini bitiririz. Sen merak etme…” dediler. O akşam Gülderen ’in ve çocukların ilk defa yüzleri gülüyordu. Zaman geçip giderken, günler ayları aylar yılları kovalarken ve her şeyin sütliman olduğu zannedilen vakitlerde Gülderen’ de sağlık sorunları baş göstermeye başladı. Sabahları elleri ve sol kolu uyuşuyor kendini çok yorgun hissediyor ve bir süre yataktan kalkamıyor ama bütün işler ona baktığı için mecburen kalkmak zorunda kalıyordu. Hani “canını dişine takmak” derler ya öyle işte. Bir Nisan sabahı bir gün yataktan kalkamadı. Yataktan doğrulmaya çalıştıkça dünya çevresinde dönüyor ve midesi bulanıyordu.
48
“ Bir şey hissetmesin evlatlarım şimdi telaşa kapılırlar “ dedi. Son bir gayretle ayağa kalkacakken birdenbire gözleri karardı, bacaklarının canı kesildi ve muşamba zemine hızla düştü. Düşerken gayri ihtiyari bir yerlere çarpmayayım diye kafasını korumak için ellerinin arasına alması da bu yüzdendi ama yine de koruyamadı. Düşerken başını çarptığı için iki gün baygın yattığı söylendi ona… Sonra biraz toparlanınca çocukları iyi bir dahiliye doktoruna gitmesi gerektiğini söylediler. Canı hiç gitmek istemiyordu, hem de aslında doktor parası verecek durumları yoktu “iyiyim, iyileştim işte ısrar etmeyin çocuklar” dese de yine de kendisinin de içinin rahatlamasını istediğinden bir gün doktorun kapısını çaldı. Doktor iyice bir muayene ettikten sonra hiçbir şey söylemedi fakat Gülderen ’in eline tomarla yazılmış tahlil kağıtları verdi. “Bunları yaptırın gelin Gülderen Hanım. Hatta hemen şimdi yaptırsanız sizin için daha iyi olur. En yakın yerde yaptırabilirsiniz. Sonrasında çıkan sonuçlara göre size bir tedavi yöntemi uygulayacağız” dedi. Gülderen “hepsi bu kadar mı?” diye şaşırarak sorduğunda
doktor “evet” anlamında başını salladı. Elinde tahlil istekleriyle çıktığında “hemen tahlillerimi yaptırsam mı” diye düşündü. Özelde yapılan tahlil masrafları için Tahsin çalıştığı mağazadan avans almıştı” anne al bu parayı, bununla ihtiyaçlarını giderirsin” demişti. Sabahtan beri aç olduğunu hatırladı ve yetkililere sormak üzere bir kat aşağıda olan laboratuvara gitti. Kapı kapalıydı tıklattı ve içeriden “gir” sesi duyulunca beyaz giysili elinde ince uzun cam tüpleri yerleştirmekte olan genç bir kıza “evladım kan alma yeri burası mı” diye sordu. Kız “evet, kanınızı aldıracaksanız bir saatiniz var öğleden sonra çalışma yapacağız” dedi. Genç kız buyurun anlamında eliyle oturacağı yeri işaret etti. Gülderen oraya doğru yöneldi. Kolunu sıvayıp beklemeye başladı. Görevli kız “tahlil istek kağıtlarınızı alayım” deyince elinde tutmakta olduğu kağıtları kıza verdi. Kızın elindeki iğneyi gördü bir anda. Hiç sevmezdi çocukluğundan beri ama ne yapsın eli mahkumdu, bunları düşünürken iğnenin batıp çıktığını bile hissetmemiş olacak ki genç kızın “geçmiş olsun, kolunuzu beş dakika
kadar bükmeyin” sözü ile düşüncelerinden sıyrıldı. “Aaa… bitti mi evladım? Ne çabuk elinde ne kadar hafifmiş yani.” Kız güldü ve teşekkür eder manasında başıyla selam verdi. “İyi günler kızım.” Kapıdan çıkarken kız arkasından “iki gün sonra tahlil sonuçlarınızı alabilirsiniz” dedi. Saatine baktı vaktin hayli geç olduğunu gördü ve adımlarını sıklaştırdı. Eve vardığında yorgun olduğunu hissetti. Kapıdan girerken birkaç kere seslendi. Tahsin sabah geç kalacağını arkadaşıyla yemeğe gideceğini söylemişti. Ayhan “ anne hoş geldin” diyerek odasından çıktı. Nasılsın anne, günün nasıl geçti, doktor ne dedi ?” “Hoş bulduk oğlum, doktor bir şeyim olmadığını, tansiyonumun yükseldiğini söyledi. Dinlenirsem geçecekmiş telaşlanacak herhangi bir durum yok yani”. “Sen ne yaptın oğlum günün nasıl geçti? Karnın aç mı? “Çok iyi anne, derslerime çalışıyordum. Bende sen gelmeden önce bir şeyler atıştırmıştım. Sana yemek hazırlamamı ister misin? “ “Sağol oğlum. Yemeyeceğim, çok yorgunum birazdan uzanacağım “
49
“Tamam anne, hadi sana Allah rahatlık versin “ “Sana da oğlum .“ Oğlu içeriye gittikten sonra radyonun sesini açtı. Üstündeki ceketi çıkardı eteğiyle divana uzandı .”Birazdan kalkarım “ diye düşündü. En sevdiği şarkıcı vardı radyoda. Spiker “şimdi sayın dinleyiciler Frank Sinatra’dan şarkılar dinleyeceksiniz. İlk şarkı Newyork Newyork” şarkıya eşlik ederken biraz ağırlık geldi. Yorgunluğun etkisiyle uyudu kaldı . Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu kapının zil sesiyle sıçradı. Koltuktan kalkarken yine sol kolundan göğsüne doğru yayılan ağrıyı hissetti ama “çok yoruldum bugün” diye geçiştirdi. Tahsin “Anne, nasılsın çok merak ettim seni” diye sordu . Gülderen gülümsemeye çalışarak “ yok bir şey, tahlil yaptırdım biraz yoruldum o kadar” dedi. Tahsin annesinin gözlerine soru sorar gibi bakarak bir cevap aramaya çalıştı ama Gülderen “ korkma” gibilerinden bir işaretle oğlunu sakinleştirdi. “Anne hadi yat sen yorgunsun. İyi geceler anneciğim .” “ İyi geceler oğlum “ Uyku bir battaniye gibi vücudunu sarıp sarmaladığında çoktan uyku dünyasının
yolcusu olmuştu bile… Sabah acı acı çalan telefon sesiyle uyandı. Telefonun ucundaki ses “ Gülderen Hanımla görüşmek istiyorum” dedi. Gülderen “benim buyurun.” dedi. “Gülderen hanım, ben müdür Yeşim Akarca. Uzun zamandır işinizi aksattığınız tespit edildi. Çocukların size ihtiyacı vardı. Neredeydiniz bunca zamandır?” diye sordu. Gülderen şaşırmış bir halde, “Rahatsızdım uzun zamandır, doktora gittim onun için gelemedim. Ben yarın işe geleceğim zaten” dedi. “Artık gerek kalmadı gelmenize.” dedi ve telefon yüzüne hızlı bir şekilde kapandı. İşte bir iş kapısı daha kapanmıştı. Şimdi elinde ne kalmıştı, hiçbir şey… Kocaman bir umutsuzluk ve çaresizlik vardı şu anda. Kalan sadece buydu işte. Düğün süsleri hazırlamaktan başka bir çaresi yoktu artık. İşten çıkarılma haberinin şokunu çabuk atlattı, bir divana oturdu kenarda duran çuvaldan gökkuşağının bütün ışıklarını paylaşan renk renk pulları aldı. Ve başladı hızlı hızlı konfeti yapmaya bu çuvalı sabaha kadar bitirmem lazım diye düşündü. Çocuklar
okuldan gelmiş ve yemek yiyip yatmışlardı. Gün yerini yavaş yavaş geceye bırakıyordu. Gülderen, elindeki işe daldığından saatin kaç olduğunu fark etmedi başını kaldırıp saate baktığında dörde doğru geldiğini gördü, “bıraksam iyi olacak” diye düşündü. Gün ışıdığında yataktan kalkmak istemedi ama üstünde tarif edemediği bir ağırlık vardı. Neden sonra kolundaki yara bandını görünce “tahliller çıkmış olmalı, bugün doktora gitmem lazım” diyerek kalkıp hazırlandı. Kendi kendine “ bugün daha iyi olmalıyım “ diye telkinde bulundu. Güzel giysilerini giymeliydi. Gözlerinin rengini çıkartacak sarı renkte bir elbise giydi, genç kızlığından beri kullandığı yasemin kokusunu çok hafif sürdü. Havada uçuşan koku damlacıkları sanki ona itaat eden bir pervane gibi dönüyorlardı. Çantasını koluna taktı evin kapısından çıkarken anahtarını alıp almadığını bir daha kontrol etti. Evden çıktığında ilk duyumsadığı şey mutluluk veren iğde kokusuydu. Mis gibi havayı içine çekti. Bir daha ve bir daha… “İnsan, böylesi bir havaya aşık olmaz mı” dedi içinden.
50
Yollar ne kadar kalabalıktı böyle. İğne atsan yere düşmeyecekti D o k t o r u n muayenehanesinin bir kat altındaki laboratuvara girdi. “Kan aldırmıştım iki gün önce, sonuçlar çıktı mı acaba?” Laborant sesin geldiği yöne doğru baktı. “İsminiz nedir?” diye sordu. “Gülderen Demirci” Laborant önündeki bilgisayarın açtığı bir sayfasına isim soy isim yazdı, sonra bir tuşa bastı ve kağıt takılı makineden gıcırdayan bir gürültü içinde çıktı. Kağıtları uzattı ve “geçmiş olsun” dedi. Gülderen teşekkür edip çıktı. Tahlil sonuçlarını aldığında şöyle bir baktı kağıtlara ama bir dolu rakam vardı, bazıları koyu yazıyla yazılmıştı . “Hemen doktora bunları göstereyim” diye düşündü bir kat yukarıda olan doktorun muayenehanesine girecekken sekreter hanım “Doktor Bey birazdan gelecek. Buyurun!” diye koltuğu işaret etti. Gerçekten de koltuğa oturduktan beş dakika olmadan doktor geldi. Gülderen oturduğu yerden kalkarak “Doktor bey, benden istediğiniz tahlilleri yaptırdım” diyerek tahlil sonuçlarını uzattı. Doktor sonuçları aldı, o da arkasından yürüdü.
Gülseren doktorun odasına girdiğinde içini kaplayan merak duygusunu iliklerine kadar hissetti. Beklemek bekleyen kişi için oldukça zordu. Doktor uzun bir soluk aldıktan sonra söze başladı. “Tahlillerinizde kalp hastalığınız olduğu gözüküyor, çocukken bir kalp hastalığı geçirmişsiniz. Çok kilonuz var, şekeriniz çok yüksek, kolesterolünüz de öyle. Bundan böyle yaşamınıza çok dikkat etmeniz lazım, üzülmeyecek sıkılmayacaksınız. Size bazı ilaçlar yazıyorum, bunları sabah akşam almanız lazım reçeteye nasıl kullanılacağını yazıyorum… Kilo vermeniz için size bir liste vereceğim, spor da yapacaksınız bunları yaparsanız her şey düzene girer. Üzülmeyin rahat olun.” Gülderen’in morali bozuldu , rengi birden limon sarısı oldu. Konuşacak hiç hali kalmamıştı, kekeleyerek sadece “teşekkürler” dedi. Hemen kalkmak istedi nefes alamıyor gibiydi başının yine döndüğünü hissetti, belli etmemeye çalışarak sandalyeye tutunarak kalktı . Doktor “geçmiş olsun Gülderen Hanım, bir ay sonra görüşürüz iyi günler dilerim” dedi. Gülderen muayenehaneden
çıktığından beri doktorun söylediklerini düşündü durdu. Yol bitmek bilmiyor, her şey sanki üstüne üstüne geliyordu. Ayhan okuldan arkadaşının evinde ders çalışacağını söylemişti. Onun için ertesi gün gelecekti. Evine geldiğinde üstünü başını çıkarmadan hemen bir divana uzandı ve yorgunluktan sızdı kaldı . Ne kadar olduğunu kestiremediği bir zamanda uyuduğunu duyumsuyor ama yine de başını yastıktan kaldıramıyordu. Bir elin yavaşça dokunmasıyla uyandığında, cama yansıyan sokak lambasının soluk, seyrek ışığından içeriye yansıyan loş gölgede uzun boylu bir kişinin yanında durduğunu fark etti... Korktu ve hızlıca doğruldu. “ Kimsin, ne istiyorsun? Nasıl girdin buraya !” Genç adam “anne benim korkma Tahsin. Sen ne zamandır uyuyorsun böyle” diyerek endişeli bir şekilde annesine sordu. Gülderen saatin kaç olduğunu sordu iki olduğunu öğrenince “Evladım sende uykusuz kalma. Hadi yat.” Tahsin tamam diyerek iki adım attı sonra geri dönerek “ışıkları açayım mı ?” diye sordu, annesi “hayır, masa lambasının ışığı yeter “dedi.
51
Sabah Tahsin kızarmış ekmek kokusuna uyandı. Banyoda hemen yüzünü yıkayıp bu nefis kokunun geldiği yere doğru yöneldi. Annesinin hazırladığı kahvaltıyı fazla bekletmek olmazdı Masadaki kahvaltı sofrası kısa süre içinde silip süpürülmüştü, neşe içinde bir güne başladıkları için ana oğul çok mutluydular. Aslında Tahsin doktorun ne dediği ile ilgili bilgi almak istiyordu. Tahsin annesine “anne bırak şimdi masayı toplamayı, gel biraz oturup konuşalım.” Gülderen oğlunun yanına oturdu. “Hayrola oğlum, ne oldu?” “Anne dün doktora gitmiştin, hiç konuşamadık seninle, doktor ne dedi ?” Gülderen şimdi ne söylese bilemedi. Sonra toparlandı ve anlattı kısaca. “Doktor tahlil sonuçlarını göstermemi istemişti. Bende ilk önce tahlillerimi aldım laboratuvardan sonra doktora gittim. Doktor bey “ kilonuz fazla biraz kilo verin, tansiyonunuz ve şekeriniz çıkabilir. “ dedi. Diyet ve spor yapmamı istedi. Yiyeceğim gıdalar hakkında liste verdi. Üzülecek bir şey yok oğlum, sakın kardeşine çok bahsetme de telaşlandırma onu” dedi.
Tahsin annesinin yüzüne sözlerinin doğruluğunu anlamak ister gibi dikkatli dikkatli bakıyordu. Bir süre sonra “anne benden sakladığın bir şey yok değil mi?” diye de sormadan yapamadı. Annesi, “Yok oğlum yok… Aman annesini de nasıl merak edermiş canım benim” diyerek oğluna sarıldı. Ana oğul bir süre birbirlerine sarılıp kaldılar böylece. Tahsin annesine bir şeyler daha söyleyecekti ama söze nasıl başlayacağını da kestiremiyordu. Onun kafasından geçen bu düşünceleri Gülderen anlamış gibi “oğlum bana söyleyeceklerin var mı?” dedi. Delikanlının gözlerinde mutluluk pırıltısı belirdi birden “anne ben bir kıza aşık oldum, çok tatlı şeker mi şeker. Bir görsen sende bayılırsın. Ben evlenmeye karar verdim anne… Gülderen “Ne kadar zamandır tanıyorsun oğlum bu kızı ?“dedi. “Aslında liseden arkadaşımdı . Birbirimizi üç senede iyice tanıdığımıza inandık ve evlenmeye karar verdik . “ Sanki zaman durmuş gibiydi uzun bir sessizlik oldu. Neden sonra, Gülderen “Hayırlı olsun
oğlum” dedi. Altı ay sonra… Aceleye gelen nikah telaşı Gülderen’i yormuş, acısı da iki ay sonra çıkmıştı. O hareketli, şen şakrak, herkese neşe ve mutluluk veren kadın gitmiş, onun yerine sanki üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi hareketsiz yatan, durgun, sesi çıkmayan bir kadın gelmişti. Doktorun dediklerinin tersine gençliğinden beri kendini çok yormuştu zaten. Bir de eşinin ölümünden sonra dur durak bilmeden hem annelik hem babalık görevi yapmak sağlığından çok şey kaybetmesine yol açmış, tuz biber ekmişti. Şimdi yaşadığı bütün güzel günler gözlerinin önünden gitmiyor, yattığı odanın sarı boyalı duvarlarına baktıkça gözlerinden yaşlar akıyordu. Onu sadece mutlu eden şey küçük tahta camlı pencereden gökyüzünün maviliği görmesiydi. Gelininin adı Karanfil’di... İlk başlarda çok iyi davranan melek gibi bir kızdı Allah için.. İki lafının arasında “bir lafını iki etmez ,el üstünde tutardı.” der adını düşürmezdi dilinden . Ama her güzel şey gibi bu da çok kısa sürdü.
52
Tahsin evlendiğinde bir süreliğine elleri rahat edene kadar annesinin evinde yaşamaları gerektiğini karısına söyledi. Karanfil ilk başlarda “ Tamam , nasıl olsa ben de çalışıyorum, paramız da birikir “ dediyse de sonraki günlerde incir çekirdeğini doldurmayacak durumlardan evde küçük tartışmalar çıkarmaya başladı. Her gün Tahsin’e, “Biz daha ne kadar burada kalacağız? Bıktım artık, kendisi hiçbir şey yapmıyor. Bütün gün dinleniyor, evin temizliğinden sizin bakımınıza, yemeğe kadar her şey bana kaldı. Ya bu evden beni götürürsün ya da ben yapacağımı bilirim! ” diye bağırırken ev inim inim inliyor, bütün komşular bu bağrışma seslerini duyuyordu. Gülderen bunları duyuyor ve için için çok üzülüyordu. İki oğlunu da çok seviyor ve bu durumdan etkilenmeleri karşısında elinden bir şey gelmemesine karşı kendini yiyip bitiriyordu. Sonunda evdeki bu huzursuzluktan etkilenen Ayhan okuldaki notları iyi olduğundan dolayı burslu olarak yatılı bir okulda okumak için evden ayrıldı. Küçük oğlunun evden ayrılmasıyla
Gülderen ilk felcini geçirdi. Sol eli hariç, bütün vücudu felç olmuştu. Sadece konuşulanları anlıyor cevap veriyordu. Gülderen o anda bir şeyin farkına vardı ki ev içten içe alev almış yanıyordu. Ve alevlerden çıkış yok gibi görünüyordu. Evdeki hava biraz yumuşasın diye Gülderen elindeki avucundaki takmaya kıyamadığı takıları, değerli eşyaları, bir kere bile kullanmadığı çeyiz sandığındaki giysi ve eşyaları verdi. Karanfil verdikçe aldı, yeni bir şey verince birkaç gün iyi olup sonra… Sonrası yine aynıydı işte.. Karanfil’in huysuz davranışları günden güne artmakta ve sorun üstüne sorunlar çoğalıyor. Tahsin Karanfil’e bir gün müjdeyi verdi ev tuttuğunu söyledi. Çok sevinen Karanfil koşarak diğer odalardaki eşyalarını topladı ve o günden sonra da o eve bir daha gelmedi. Artık Gülderen’in ne verecek bir şeyi kaldı ne de takati, günden güne eriyordu. Tahsin’e ulaşamadıkları için komşuların getirdiği doktor bile “artık kendinizi sıkmayın, hiçbir şey için üzülmeyin lütfen” dedi ve gitti. Ayhan da abisinden annesinin son
durumu hakkında bilgi alıyor arada bir ziyarete geliyordu. Son zamanlarında Gülderen’e bakacak kimse olmadığı için Tahsin gelip bakıyor, annesinin temizliğine varıncaya kadar her şeyiyle ilgileniyor ve onun yemeğini bile hazırlıyordu. Ne yazık ki bu kısa süreli bakımlarla olacak gibi değildi. Uzun süre yattığından dolayı vücudunun çeşitli yerlerinde yaralar oluşmuş, o yaralar da mikrop kapıyordu. Tahsin annesini ziyarete geldiği gün ateşinin çok çıktığını, vücudunun belli yerlerinde de morarmalar olduğunu gördü. Gülderen belli belirsiz nefes alıp veriyordu. Hemen doktoru çağırdı fakat doktorun da yapacak bir şey yok manasında kafasını sallamasıyla birlikte o koskoca adamın çocuk gibi ağlaması görülecek şey değildi… Artık o güzel kadın yoktu. Bütün acılarını, sıkıntılarını ardında bırakmıştı ve bu dünyadan bir kuş misali uçmuştu…
Cavidan Ünalan
cunalan@mikadergi.com
53
54
Kadın Şiirleri GÖZLERİ SİYAH KADIN
Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki Çok sevdiğim başına yemin ediyorum ben Koyu bir çiçek gibi gözlerin kapanırken Bir dakika göğsünün üstünde olsa yerim Ömrümü bir yudumda ellerinden içerim Gözleri siyah kadın o kadar güzelsin ki. Nazım Hikmet
KADINLAR
Ve kadınlar… Bizim kadınlarımız: Korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle… Anamız, avradımız, yârimiz. Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen, Ve soframızdaki yeri Öküzümüzden sonra gelen… Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız. Ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki, Ve karasabana koşulan, Ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların. Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar. Bizim kadınlarımız. Hazım Hikmet
KADIN GÖĞÜSÜ
Bir kadın göğsü başlarsa konuşmaya, En güzel deniz olur; En sakin demiyorum Başın döner dalgasından Nereye gittiğini unutup İntihar etmek istersin Baktıkça bu muhteşem denize. Vapurdan atlayanlara selam... Bir kadın göğsü başlarsa konuşmaya En güzel deniz olur Ümit Yaşar Oğuzcan
55
BEN SANA MECBURUM
Ben sana mecburum bilemezsin Adını mıh gibi aklımda tutuyorum Büyüdükçe büyüyor gözlerin Ben sana mecburum bilemezsin İçimi seninle ısıtıyorum. Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor Bu şehir o eski İstanbul mudur Karanlıkta bulutlar parçalanıyor Sokak lambaları birden yanıyor Kaldırımlarda yağmur kokusu Ben sana mecburum sen yoksun. Ölmek kimi zaman rezilce korkuludur İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur Tutsak ustura ağzında yaşamaktan Kimi zaman ellerini kırar tutkusu Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından Hangi kapıyı çalsa kimi zaman Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu Fatih’te yoksul bir gramofon çalıyor Eski zamanlardan bir cuma çalıyor Durup köşe başında deliksiz dinlesem Sana kullanılmamış bir gök getirsem Haftalar ellerimde ufalanıyor Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem Ben sana mecburum sen yoksun. Belki haziranda mavi benekli çocuksun Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden Belki Yeşilköy’de uçağa biniyorsun Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin Kötü rüzgar saçlarını götürüyor Ne vakit bir yaşamak düşünsem Bu kurtlar sofrasında belki zor Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden Ne vakit bir yaşamak düşünsem Sus deyip adınla başlıyorum İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin. Atilla İlhan
SEVEN BİR KADIN İÇİN SONE
Siz ne zaman sevdiyseniz çaresizlik vardı Bir karanlıktı basan içinizi aşkla beraber Sevince her yeriniz bir humma ateşiyle yanardı Sonra gözlerinizde yaş, alnınızda ter Onu severdiniz bilirim ama gidemezdiniz ki Sizin gibi niceleri sevip gidemediler İste ümitsiz askınızın şahidi Dişlediğiniz yastıklar, kirdiniz kadehler Ve sizi o keder güzelleştirdi o keder O isyan etmeler Tanrıya, o içinizdeki kırıklık Siz ne zaman sevdiyseniz çaresizlik vardı Bir karanlıktı basan içinizi aşkla beraber Ümit Yaşar Oğuzcan
EY KADIN
Sana ey kanımda eriyen kadın Can nasıl dayansın, nasıl dayansın? Mezara çekmekse beni maksadın Önümde o siyah gözlerin yansın. Bir sütun alevsin, bir sütun duman, Yalnız seni görür gözünü yuman. Senden ateşine bir deva uman Bari gitsin kara toprağa kansın. Bir çukur solumda, bir taş sağımda Kabre girdiğim gün bu genç çağımda Öyle bir yüksel ki sen toprağımda Görenler ruhumu tütüyor sansın Necip Fazıl Kısakürek
56
ÖLÜ KADIN
Ansızın yoksan, ansızın yaşamıyorsan, yaşamayı sürdüreceğim.
Pablo Neruda
ÖZLEDİM SENİ
Özledim seni... ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor Cesaretim yok, nicedir. cesaretim yok yazmaya, beynimi uyuşturuyor özlemin... ölürsen. çok sık birlikte olmasak bile benimle olduğunu bilmenin Yaşamayı sürdüreceğim. bunca zamandır içimi ısıttığını yeni yeni anlıyorum Çünkü bir insanın sesini kullanamadığı yerde Yokluğun, sesim var benim. Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sizi olmaktan çıkıp Zencilerin dövüldüğü yerde mütemadiyen bir boşluğa ölü olamam. Sabahları seni okşayarak başlamaları Kardeşlerim hapishanelerdeyken, aksamları her isi bir kenara koyup onlarla birlikteyim ben. seninle baş başa konuşmaları özlüyorum; oynaşmalarımızı, Zafer, yürüyüşlerimizi, benim zaferim değil, sevimli haşarılığını, ama o büyük zafer çocuksu küskünlüğünü... geldiğinde, Nasılda serttin başkalarına karşı konuşmalıyım, dilsiz olsam da: beni savunurken; görmek isterim geldiğini, kör olsam da. ve ne kadar yumuşak bir çift kısık gözle kendini Hayır, bağışla beni. ellerimin okşayışına bırakırken Yaşamıyorsan, Gitmeni asla istemediğim halde eğer sen, canım, buna mecbur olduğunu görmek aşkım, ve sana bunları söylemeden ölmüşsen, ‘git artık’ demek bütün yapraklar düşer göğsümde, ‘beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk yağmur yağar ruhuma gece gündüz, kavuşacaksın mutluluğa’ yüreğimi yakar kar, demek sana nede zor dolanırım soğukla ve ateşle ve ölümle ve seni görmemek ve belki yıllar sonra karla, karsılaştığımızda ayaklarım uyuduğun yere gitmek ister yalnızca, bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden... fakat yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz yaşamayı sürdüreceğim, geçirmek... çünkü her şeyden önce sen istemiştin benden boyun eğmememi, ve sevgilim, Can Yücel çünkü biliyorsun, ben yalnızca bir insan değilim, fakat bütün insanlarım.
57
BİR KADIN
duygusudur.
Bir kadın çocuktur aslında… Bir kadın yalnızdır aslında. Çocuk gibi davranmayı sever. Hiçbir zaman kadını bütünüyle elde edemezsiniz. Erkeğin kendisine bir çocuğa gösterdiği şefkati Kendisine ait bir dünyası vardır ve orada hep göstermesini de ister. Bir çocuğu okşar gibi incitmekten korkarak yalnızdır. O dünyaya kimsenin girmesine izin vermez. okşamalıdır erkek kadını. Hiçbir anahtar o dünyanın kapısını açamaz. Ama her kadın çocukça da olsa dinlenilmesini, Yalnızlık onun sığınağıdır. dikkate alınmasını ister. O sığınağa ne zaman gireceğine, ne kadar Yani bir kadının çocukluk yapmasına izin kalacağına hep kendisi karar verir. vereceksiniz, Sığınaktayken oradan çıkmaya zorlarsanız onu ama asla onu bir Çocuk olarak görmeyeceksiniz. sonsuza dek kaybedebilirsiniz. Bir kadın güçlüdür aslında. Bir kadın bilgindir aslında. Hatta erkeklerden çok daha güçlüdür. Neler yapabileceğini erkek aklI hayal bile Ama bu gücünü her zaman ortaya koymasını edemez. sevmez. Yaratıcılığının sınırı yoktur. İster ki Erkeğin gücü kendisine huzur versin. Ama bunu ortaya çıkartmak için hayatının Kendi kendine yapabileceği şeyleri bile erkeğini bekler. Erkeğin yapmasını bekler. Hoyratça harcamaz yaratıcılığını sadece Böylece hem daha kadın olduğunu erkeğine saklar. hissedecektir hem de Bir kadının gerçek erkeği olmayı erkeğinin ne kadar güçlü olduğunu görecektir. Ancak kadın gücünü göstermek istediğinde başarabilmişseniz çok şanslısınız demektir. Çünkü yaşamınız asla sıradan olmayacaktır. onu engelleyemezsiniz. Yapmak istediği bir şey varsa mutlaka yapar. Bir kadın hayattır aslında. Çünkü hayatın içinde olan her şey ancak kadınlar Bir kadın sevgilidir aslında. olduğunda anlam kazanıyor. İçinde her zaman sevgiyi taşır. Yemek yemek, su içmek bile. Sevdiklerinden kolay kolay ayrılamaz. Bir kadının elinden içtiğiniz suyla kendi Sevdiklerini kolay kolay kıramaz. kendinize bardağı doldurup Zor sever ama tam sever. içtiğiniz su arasındaki lezzet farkını anlayabiliyor Bir kadının tam anlamıyla sevebilmesi için yüreğinin kabul ettiğini beyninin de kabul musunuz? etmesi gerekir. Anlıyorsanız ne mutlu size! Ve sevmezse de onu asla sevmeye Anlamıyorsanız, ne yazık ki yaşamıyorsunuz... zorlayamazsınız. Belki kolayca yüreğine girebilirsiniz. Can DÜNDAR Ancak beyninde yer etmemişseniz her an terk edilebilirsiniz. Sevmediği halde terk etmeyen kadınlar da var elbette. Bunun nedeni ise engelleyemedikleri “acımak”
58
ŞİŞLİ’DEKİ EMEKÇİ KADINLAR -
NEŞE UZUN
Şişli’de 8 Mart Dünya kadınlar günü büyük bir coşkuyla kutlandı.Dergimizin yazarı Neşe Uzun hem o muhteşem kadınlar arasında yer aldı,hem de orada olanları bize anlattı… Saat 10.30 da Şişli Belediye Başkanı, Sayın Mustafa Sarıgül eşliğinde, içlerinde değerli sanatçılarımızın da bulunduğu kalabalık bir halk kitlesiyle Şişli Kent Sineması önünden başlayıp 11.00 de Cevahir AVM önüne gelindi. Yürüyüşte kadına uygulanan şiddet ve son dönemlerde artan kadın cinayetlerine dikkat çekmek amacıyla “Kadına Şiddete Erkekçe Hayır” pankartıyla erkek sanatçılarımız ön sıralarda yer aldı… 11.00 de Cevahir AVM önüne gelen kalabalık kitleyi Şişli Beldiyesi, Ekrem Ataer Çağdaş Halk Müziği Korosu Türkülerle karşıladı.
Başkanımız kısa bir konuşma yaparak, Emekçi Kadınlar Günü’ müzü kutladı. ‘’Sizleri toplumun her alanında daha fazla görmeyi diliyorum, sizler bizim en değerli varlıklarımızsınız’’ dedi ve ekledi “Cinsiyetimiz farklı da olsa gözyaşlarımız” aynı… Bu anlamlı konuşmanın ardından benimde içinde bulunduğum koromuz, bir Sevda Türküsüyle “Çemberimde Gül Oya”yla merhaba dedi. Sonra Burçak Tarlasında gelin olmanın zorluğunu dile getirdi. Mahzuni Şerif’in dizeleriyle Fakiri soyana, Emeği sömürene, rüşvetçiye, haine, vatanı soyup kaçanlara, en önemlisi de İnsana kıyanlara
YUUHHHHHHHHHHH dedi…. Daha sonra Aynalı Körük olmazsa ben gelin gitmem diye nazlandık… 8 tane bir birinden güzel halk türkümüzden sonra Eftelya’yla sınırların ardına uzattık ellerimizi, sevdalarımızı büyüttük kardeş topraklarda. ‘’Uzat elini, divane gönlüm seni istiyor…’’ dedik. ‘’Aynı topraktan geldik ve biz bize benziyoruz o halde Neden kavga ediyoruz Sevmek varken’’ diye haykırdık. Tüm dünya için, Tüm Dünya Emekçi Kadınları için, Özgürlük ve Barış mesajlarımızla her alanında Varız ve Olmaya da devam edeceğiz mesajlarıyla bitirdik konserimizi…
59
KİTAP TANITIM
60
Cam Kırıkları Parkı
Zorlu Yalnızlık
Alina Bronsky
Atilla keskin
On yedi yaşındaki Sasha Naimann’ın hayatı üzerine sarsıcı bir roman. Üvey babası, annesini öldürünce hayatı tamamen değişen Sasha’nın artık sadece iki hayali vardır. Üvey babasını öldürmek ve annesi hakkında roman yazmak.
bir
Berlin’de Rus gettosunda geçen hikaye, bir intikam hikayesinden çok; başına felaket gelen insanların nasıl dışlanıp ötekileştirildiği üzerine bir ‘’kadın’2 hikayesi.
Spinoza’yı Anlamak Hadi Rizk
‘’Sevmek, belki de salt birine sığınmaktır…’’ Doktor Engin bir hücre evinde yaralı olan bir illegal örgüt üyesine yardım etmeye çalışırken bir anda kendini zorunlu bir kaçak durumunda bulur. Bütün kurulu düzeni, ait olduğu içsel ve dışsal mekanı, alışkanlıklarını, mesleğini, ailesini, hatta sevdiği kadını geride bırakarak bir bilinmeze doğru yola çıkar.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Stefan Zweig
Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektubun gönderenin adı yoktur.
Yazar, sonsuzun yapıları ve deneyimin gerilimi gibi konuları ele alırken, gerçeğin tamlığı, tözün nedenselliği gibi Spinoza eğitimin temel kavramlarını açıklıyor.
Bu kavramlardan faydalanarak
Mektubun başında tek bir hitap vardır: Sana, beni asla tanımamış olan sana.
birey, doğa yasası, toplumsal sözleşme, politik iktidar, ortak hak, rasyonel arzu gibi evrensel kavramları tartışıyor.
Kadın büyük tutkusunu hep bir bilinmeyen olarak yani tek başına yaşamaya razıdır. Yani bu aşk öyküsünde tek bir taraf vardır.
Spinoza’yı isteyenler için
güzel
bir
anlamak kaynak.
aşk
Peki
buna denilebilir
gerçek mi
anlamda acaba…
Mika Dergi
Mozart: Tanrıların Sevdiği
Kar İzleri Örttü
Michel Paroti
Kırmızı Kedi Yayınları
Yazar, Mozart’ın kısa ama çarpıcı hayatını anlatırken, müziği nasıl oluyor da ruha bu kadar etki ettiğini de bulmaya çalışıyor. Altı yaşındayken ilk menuetini besteleyen, 11 yaşında ilk operasını yazan
20 yazarın öykülerinden oluşan bir kitap. Kimi ilk kez öykü yazıyor, kimi ise bu türde bir öykü yazıyor. Kimi kısa, kimi uzun ama birbirine hiç benzemeyen bu öyküler okuru
bu pudralı ve peruklu harika çocuk imajı nasıl yıkılmış ve bunun bedeli ne olmuştur?
alışılmadık olaylara ve
Neden Mozart’ın hayatında gülüşler her zaman gözyaşlarıyla atbaşı gitmiştir…
Yağan karın romantikliğine ya da donduran soğuğa kanın kırmızısı karışıyor hep…
Ölümün Süt Dişleri
Güz Sancısı
farklı götürüyor.
Yılmaz Karakoyunlu
Osman Şahin
Dokuz anı- öykü içeren kitabında yazar, 1950’li yılların Türkiye’sinde, kırsal kesimde yaşanan yoksulluğu, geriliği, Enstitülerle başlayan uyanışı, muştuyu gözler önüne seriyor. Bu uyanışın önünün kesilmesindeki acıyı, burukluğu da hissettirmek istiyor okura. Hissettirmenin ötesinde, resmen yaşatıyor…
dünyalara, tuhaf insanlara
‘’Bağışlamasını bilmeyenlerin af talep etmeye hakkı yoktur…’’ Yazar, Türkiye tarihinde kara bir leke gibi duran 6-7 Eylül olaylarını Rum, Ermeni, Yahudi azınlıkların ülkelerini kalmalarını bir roman ‘’Aslında affetmeye
terk kendine kurgusu
etmek has içinde
kimsenin niyeti
zorunda üslubuyla, anlatıyor. kimseyi yoktu…’’
61
62
BİZE
İ Z İ N İ L A Y HA IN YAZ
HAYALİNİZİ YAZIN, YAYINLAYALIM... editor@mikadergi.com Bize hayalinizi yazın, Mika Dergi sayfalarında yer alma şansı yakalayın. Gönderen kişiler arasında yapılacak çekiliş ile, 1 okuyucuya kitap hediye edilecektir. Bize; editor@mikadergi.com adresinden ulaşabilirsiniz. Gönderilen makaleler, bir sonraki sayı itibariyle Mika Dergi ‘de yayınlanmaya başlayacaktır.