mika dergi Aylık Online Edebiyat, Kültür & Sanat Dergisi
sayı 4 | 15 kasım 2012
Kadın Hikayeleri Doğuştan Suçlu Bir Adam Gezi Yağmur Ağlıyor
Sinirlenmek Medeniyettir Özel Röportaj
Aziz Nesin
Türkiye ‘nin Huzursuz Vicdanı HAYALİNİZİ BİZE YAZIN
Hayalinizi bizimle paylaşın, her ay dergimizin sayfalarında yer alma ve kitap kazanma şansı yakalayın.
Detaylar Arka Kapakta
2
İçindekiler
Sayfa 26
Kültür Mafyası Silahı kalem olan bir mafya üyesi olmak ister misiniz? Biz olduk bile…Siz de acele edin :) Çünkü yakında bu mafya yazı dünyasını ele geçirecek gibi…
Sayfa 24
Sayfa 8
Nefretle Tüketilen Bir Hayat Siz de nefretin çok ağır bir kelime olduğunu düşünüyorsanız, Bir koltuğun anılarını okuyup; tekrar sevgiye gülümseyerek el sallamaya karar verebilirsiniz…
Olağanüstülükler Avı Gezi yazıların gizemli, renkli ve heyecanlı dünyasına sizi davet ediyoruz. Gezmeyi seven, görmeyi bilen ve gördüklerini meraklandıracak kadar güzel yazanların peşinden gitmeye ne dersiniz?.
Sayfa 38
Doğuştan Suçlu Bir Adam - “Böcek” Erhan Bener Daha doğmadan ölmeye mahküm edilen; kaba, ilkel, işkenceci, kadın ve aydın düşmanı olan komiser Recayi’nin hikayesini okurken, kendinizi ona acırken yakalayabilirsiniz. Hatta yaşama yeteneğini yitiren, ama yüreğindeki sevgi açlığını bastıramayan ‘’Kızıl Panter’’in hazin sonuna da üzülebilirsiniz…
Sayfa 28
Sinirlenmek Medeniyettir 26 Aralık 1994 yılında, Sivas davasının karara bağlandığı gün, okul ödevi olarak yapılan ve hiçbir yerde yayımlanmayan röportaj.‘’Bu konuda benim düşüncem bu! Siz nasıl isterseniz öyle düşünün, ama yeter ki düşünün’’ diyen bu adamı özlememek elde değil…
Sayfa 16
Türkiye’nin Huzursuz Vicdanı ‘’Ben bir simyacıyım, gözyaşlarımı gülmeceye çevirerek dünyaya sundum’’ diyen Aziz Nesin’nin renkli dünyasında bir yolculuğa çıkmak ister misiniz? Bizi düşünmeye, sorgulamaya iten, dürtükleyen bu yazarın neden bu kadar çok yazdığını, neler yazdığını ve yazarak kime borcunu ödemeye çalıştığını öğrenmeye ne dersiniz :)
Künye Emin Doğu
Meliha Doğu
Genel Yayın Yönetmeni emindogu@mikadergi.com
Editör & İçerik Yöneticisi melihadogu@mikadergi.com
Merve Odabaşı
Yazar Olun
Sanat Danışmanı merveodabasi@@mikadergi.com
Mika Dergi ‘de Yazar Olun editor@mikadergi.com
3
Meliha Doğu Editör & İçerik Yöneticisi
Editör ‘den,
Atatürk, Allah sevgisi ve ben... Ben Atatük’ten korkulan; Türk dilin, Türk kültürün ve dinin yasak olduğu bir ülkede büyüdüm. Bir Türk olmama rağmen dilimi ve kültürümü ancak Türkiye’ye geldikten sonra öğrenebildim… Ben Atatürk’ü ve Allah’ı sevmeyi anneannemden öğrendim… Çocukluğumun o uzun, soğuk kış günlerinde beni oyalamak için, kuranda anlatılanları masal tadında anlatıp, bana küçük küçük dualar ve Allah’la konuşmayı öğretmişti. Geceleri ise kimsenin gelip de ne yaptığımızı göremeyeceği saatlerde, özenle sakladığı Atatürk’ün portresini çıkarıp, ağlayarak bana onu anlatırdı. Ben Atatürk’ten korkulan, ama bir o kadar da saygı
İletişim
Reklam
duyulan bir ülkede büyüdüm ve okudum… Bütün yasaklara, kısıtlamalara ve korkulara rağmen, her şeyi sorgulayan ve araştırmayı öğreten bir eğitim gördüm. O yüzden düşünen, düşünmeye teşvik eden yazarları ve sanatçıları çok sevdim… Ben sanatın, sadece yaratanı tatmin etmek için yapılmaması gerektiğine inanan bir insanım :) Öyle karmaşık cümlelerle dolu, öğretmek ve düşündürmek niyetinden uzak, sırf yazılmış olmak için yazılan kitapları; karmaşık şekillerle ve renklerle, bakanı bunaltacak ve çıkmaza sürükleyecek tablolar; uyumsuz, kuru gürültüden uzağa gitmeyen, notalar içinde bunalan ve bunaltan müziklerden hoşlanmam ve sanat çerçevemim içine almam.
Genel İletişim info@mikadergi.com
Reklam & Tanıtım reklam@mikadergi.com
Ben kim olursa olsun, beni düşünmeye ve düşündüklerimi ifade etmeye teşvik eden, söylediklerime saygı duyan, bana bir şeyler öğreten, hayal gücümü hareketlendiren herkese yüreğimin kapısını açarım… Ben Tanrı’nın bizi ve dünyayı yaratırken, çok çeşitliliği ve çok renkliliği bir tercih olarak değil, bir gerçek olarak önümüze koyduğuna inanırım :) Bunu unutmadan, birbirimize saygı duymayı ve bu güzellikleri koruyup, çoğaltmayı ve paylaşmayı öğrenmek de bizim payımıza düştü. Ben kendi payıma bunu öğrenebilmek ve yapabilmek için elimden geleni yapıyorum… Ya siz?
4
Hayatı Çaresizliklerle Dolu Bir Adamın Hikayesi
Mustafa Kemal Atatürk 7 Yaşındayken babasını kaybetti ve yetim kaldı. 8 Yaşında okuldan alındı ve köyde yaşadı. 10 Yaşında yüzü kanlar içinde kalacak şekilde, yeni okulundaki hocasından dayak yedi. 17 Yaşında hayalindeki okulun istediği bölümü için gerekli not ortalamasını tutturamadı. 24 Yaşında tutuklandı, günlerce sorguya çekildi ve 2 ay tek başına bir hücrede hapis yattı. 25 Yaşında
sürgüne gönderildi. 27 Yaşında kendisinden bir yaş büyük meslektaşı, kendisinin de üyesi bulunduğu derneğin çalışmaları ile kahraman ilan edilirken, kendisi hiç önemsenmiyordu. Doğduğu şehrin merkezinde rakibi törenlerle karşılanırken, o kalabalık arasında yalnız başına onları izliyordu. 30 Yaşında kendisi başka şehirlerin düşman elinden kurtarmaya çalışırken, doğduğu şehir düşmanların eline geçti.
30 Yaşında amiri, onu kendisinden uzaklaştırmak için başka göreve atanmasını sağladı. Yeni görevinde fiilen işsiz bırakıldı. 37 Yaşında böbrek hastalığından Viyana’da iki ay hasta yattı. Yanında kimse yoktu. 37 Yaşında komutan olarak yeni atandığı yeni ordu dağıtıldı. 38 Yaşında Savunma Bakanı tarafından görevinden atıldı. 38 Yaşında bir toplantıda giyebileceği bir tek sivil elbisesi bile yoktu ve başkasından bir redingot ödünç aldı. Ayrıca cebinde sadece 80 lirası vardı. 38 Yaşında kendisi için tutuklama kararı çıktı. 38 Yaşında en yakın beş arkadaşından üçü, onun Kongre temsil heyetine üye olmaması için oy kullandı. 39 Yaşında idam cezasına çarptırıldı. Sonra ne mi oldu? 42 Yaşında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı oldu… Bütün engellere, çaresizliklere rağmen, hala dünyanın saygı duyduğu efsane liderimizden öğrendiğimiz ve öğreneceğimiz çok şey var… Kaynakça: ‘’İnsan isterse’’ Mümin Sekman
Mika Dergi
5
6
Mika Dergi
Melih Cevdet Anday
V İ Ş R A L ÖZE
11.10.1996
YAZMAK VE YAŞLILIK Gazetemizde okudum; ‘’Ağ’’, ‘’Tek boynuzlu at’’, ‘’Meleklerin zamanı’’, ‘’İtalyan kızı’’, ‘’Kesik bir baş’’, ‘’Çan’’, ‘’Kumdan kale’’ adlı kitaplarıyla bizde de tanınan ünlü yazar Iris Murdoch son zamanlarda yazamamaktan sıkıntı çekiyormuş. Eşi diyor ki, ‘’Daha önce de böyle olmuştun. Çünkü sende öteki yazarlara benzemeyen bir şey var, masa başına oturup saatlerce başını kaldırmamak yerine canın çektiğinde yazıyorsun…’’ Bir şairin bir yazarın çalışma yaşamı içinde bu gibi olaylar olağan sayılmalıdır, öyle de sayılır; ama gene de şaşırtıcıdır. O şair, o yazar ‘’Birdenbire
bana ne oldu?’’ diye düşünür, ‘’Yaratıcılığımın kaynağı mı kurudu?’’ Ve en önemli soru geliverir arkasından: ‘’Yaratıcılığımın kaynağını besleyen neydi?’’ Nobel ödülü Octavio Paz, ‘’Şiir her zaman yazılmaz’’ demişti. Demek ki eşref saati var. Nedir o? Bu sorunun yanıtı olarak ilk akla gelen esindir. Bana sorarsanız, şairi yazarı yaratıcı çalışmaya götüren esin değildir; tersine, yaratıcı çalışma esini getirir, bir konu üzerinde yoğunlaşmanın ürünüdür o. Öyleyse edebiyatta, sanatta tembelliğe hiç yer yoktur. Vardır, ben bu alandaki
tembelliklerime ‘’kar toplama’’ derim. Hani biraz sonra yağışı getirecek olan yalancı güzel hava. Belki de yaratıcılık süreci aralıksızdır. Ama yorulmak yok mu, tükenmek yok mu? Iris Murdoch’un başına gelen nedir? Şuracıkta söyleyeyim; yaşlanmış şairlere, yazarlara, sanatçılara, sanatın gençlik hevesi olmadığını kanıtlamaları bakımından büyük bir saygı duyarım. Bunun başka bir anlamı da şudur: Yaratıcı için yaşlanma söz konusu olamaz. Tam tersine, yıllar geçtikçe akıl ve zeka ölümsüzlüğün diriliğine yaklaşır.
7
Ama beden bu sürece eşlik edemiyorsa? Başka örneklere bakalım… Somerset Maugham (1874-1965), ölümün yaklaştığını duyumsamış olacak ki yaşlandığında yazmayı bıraktı, ‘’Dünyayı dolaşacağım’’ dedi, dolaştı da. Burada konumuz bambaşka bir duruma giriyor… Yazmak, yaratıcıyı yaşamaktan mı alıkoyuyor yoksa? Sanat bir özveri midir? Böyleyse yaratıcı, niçin katlanıyor özveriye? ‘’Ölümsüzlüğe kavuşmak için’’ diyebiliriz, ama buradaki ’ölümsüz’lüğün uydurma bir şey olduğunu en iyi o bilmektedir. Ayrıca yaratma bilici, yaşamın en yoğun ve en sıkıcı aşamasıdır; böyle olduğu için de ölümsüzlükten üstündür. Ayrıca ölümsüzlüğü tanıyan hiçbir yaratıcı yoktur; geleceğin ne getireceğini bilemeyiz. Demek ki yaratıcı hiç de özveride bulunmuyor, seçtiği bir yaşam yolunu izliyor. Ancak tanrılıktan bıkmak diye ya da padişahların, kralların ‘tebdil gezme’lerine benzer bir sıradan olma gereksemesi vardır ki, yaratıcı sık sık bu yola başvurur. Belki de bir savunma içgüdüsüdür bu. Yaratıcılık kolay taşınır şey değildir… 34 oyun bırakmış olan (yazarlık yıllarına vursak yılda
2 oyun eder) Shakespeare’in son on yıl hiçbir şey yazmaması düşündürücüdür, nitekim bütün araştırıcılar bu konu üzerinde önemle durmuşlardır. Dahası, o oyunları Shakespeare’in yazmadığını kanısında olanlar, son on yılın boşluğunu, kendi savlarının kanıtı diye göstermişlerdir. Ben hiçbir zaman bu sava yakın olmamışımdır; çünkü bu büyük yaratıcının oyunlarına bilebildiğimizce tarih sırasına göre baktığımızda bir ‘gelişme’nin yadsınamaz olduğunu görürüz. Başkaları böyle bir gelişme sürecini oluşturamazdı. Peki, ama son on yılda ne yaptı Shakespeare, neden hiç yazmadı? Yaşlanmanın rahatsızlıkları erincini bozmaya başlamıştı
büyük yazarın; yeni bir sone yazmaya kalksa iki dizeden öteye gidemiyordu; yeni bir oyun tasarısını ise boyuna ileri atıyordu; sevdiği içkiyi süreklileştirmişti… Yaşamanın en saf anlamı ile yaşıyordu, yalnızca yazmakla yazmamak değil, yaşamakla yaşamamak da özdeşleşmişti artık onun için. Bütün sesler, bütün renkler, bütün biçimler onu şaşkınlık içinde bırakıyordu artık. Yazmak önemli değildi, ama yaşamak da önemli değildi. Varlığının bilincini denetliyordu sürekli, oyunlarının kahramanlarından biri olmuştu sanki… Ölümsüzlüğü hiç düşünmüyordu, ölme korkusu da kalmamıştı…
8
Mika Dergi
GEZİ Gezi türü yazıların konusunda bir sınırlama yoktur. Gezilebilecek her yer; oraya gitmek, orada bulunmak, gözlemlenen ve tespit edilen her şey gezi türüne konu olabilir.
“İnsan, hayatın tatsızlığından ve etrafında görüp baktığı şeylerin o yorucu aleladeliğinden bir müddet kurtulabilmek ümidiyle seyahate çıkar.Bu bakımdan seyahat, olağanüstülükler avıdır…’’ Ahmet Haşim
Olağanüstülükler Avı Gezi yazısı, bir yazarın yurt içinde ve yurt dışında yaptığı gezilerde gördüklerini, okurları için ilgi çekici bulduğu yönlerini edebi bir anlatımla yansıttığı düzyazı biçimidir.
yazılarını merakla okur. Hele hele görmesini bilip, ilginç yerleri ve olayları renkli, çekici ve şiirsel bir dille yazıldıysa, okuyan oraları gitmiş görmüş gibi hayal kurar ve yaşar…
Eski çağlardan bu yana insanoğlu yaşadığı yerlerin dışına çıkmak, başka yerleri gezip görmek ister. Kendisi gidemese bile gezip, gördüklerini anlatanların
O yüzden gezi yazısı yazarken okuyucu için sıradan şeyler değil, ilginç şeyler anlatarak, ilgiyi uyanık tutmak şart. Ancak o şekilde okuyucuda, okuduğu yerleri görme isteği uyanır.
Ancak bu gözlem, tespit ve izlenimler arasında bir denge, ölçü olmak zorundadır. Yani gidilen yerlere ait doğal güzelliklerle birlikte tarih, coğrafya, edebiyat, kültür, sanat, bilim, teknoloji, gelenek ve görenekler, siyaset gibi pek çok alanda tespit ve değerlendirmelerin de yapılması gerekiyor. Çok yönlü konuların bir arada ele alınması, gezi türünü edebî bir tür olmakla birlikte aynı zamanda başvurulacak kaynaklar arasına koyar.
Gezi yazısı nasıl yazılır?
Çoğu kez kronolojik zamanlı plan uygulanır. Gezi için yapılan hazırlıklar, yolculuk, yolculuk sırasında görülen ilgi çekici olaylar; varış, varıştaki ilk izlenimler… Gezi yazılarında da kendinden önceki söylenmişlerden, yazılmışlardan ayrı olmak önemlidir.
Mika Dergi
Aynı yerler daha önce de başkaları tarafından görülmüş, yazılmış olabilir. İkinci gidişte görülenlerle, ilk gidişte görülenler arasındaki farklara bile değinmek gerekir. Bu da gezi yazılarının zamanla tarihsel belge olduğunu ortaya koymaktadır. Gezi yazılarında yazar; açıklayıcı anlatım, öyküleyici anlatım, betimleyici anlatım ve tartışmalı anlatım gibi bütün anlatım yollarından yararlanır. Ayrıca okuyucuya değişikliği gösterebilmek için örnekleme, karşılaştırma, tanık gösterme gibi nesnel verilerden de yararlanabilir. Yani rivayetlerden, hikayelerden, efsanelerden, anılardan, anekdotlardan, atasözlerinden ve deyimlerden faydalanabilir…
Diğer edebi eserlerden farkı:
Gezi yazıları dil ve anlatım özellikleri bakımından anı ve günlük türüne, kısmen mektup ve röportaj türüne yaklaşsa da kesin çizgilerle onlardan ayrılmaktadır. Ancak anlatım tekniği olarak anı ile iç içe girdiği durumlar görülebilir. Gezinin en önemli farkı, gerçekleri esas alması yanında yazarın bakış açısı ve yorumlarının esere kattığı zenginlik ve renktir. Röportajda
gezi yazılarına göre objektif olma şartı, daha sade bir dil kullanma mecburiyeti vardır. Oysa gezi edebî sanatlardan ve dilin bütün imkânlarından faydalanır.
şekiller ve haritalar kullanarak hazırlanmış gezi türü eserleri de vardır. Hatta şiir ve fotoğraflar için ayrı bölümlerin bulunduğu görülmektedir.
Zaman zaman günlük tarzında yazılmış gibi görünse de gezi yazılarında günlüklerdeki gibi basit bir yer ve zaman kaygısı yoktur.
Yurt içinde ve yurt dışında yapılan gezilerden hareket ederek yazılan eserler olmak üzere gezi türü eserleri ikiye ayrılır.
Gezen, anlatan ve yazan kişinin aynı olması sebebiyle gezi, otobiyografilere yakın görülebilir. Ancak gezi yazılarında otobiyografilerdeki gibi tek kişinin hayatı ile sınırlı kalma ve biyografilerdeki gibi yazarın kendi hayatı ile kısıtlanma durumu söz konusu değildir.
Gezi Yazılarının Tarihsel Gelişimi:
Mektup türü ile de bağlantılı gibi görünen gezi türünün içerikleri, amaçları, anlatım biçimleri ve yapısal özellikleri birbirinden farklıdır. Mektup, gezi eserine oranla daha özneldir. Gezi yazıları genellikle günü gününe yazılmaz. Ancak doğruluk, açıklık ve etkileyicilik için bazen günlük alınan notlardan faydalanılabilir. Asıl metinler yanında şiirler, fotoğraflar, resimler,
Gezi Yazı Türleri:
Gezi türünün uzun bir geçmişi vardır. Bu günkü tanımına ve niteliğine tam uymasa da çok eski çağlarda gezi türünden sayılabilecek örneklerin bulunduğu bilinmektedir. Eski Yunanistan’dan başlayarak günümüze kadar çeşitli ülkelerden birçok gezgin, elçi, şair ve yazar gezip gördükleri yerleri anlatan eserler meydana getirmişlerdir. İlk önemli eselerini verenlerin başında şüphesiz Venedikli ünlü gezgin Marco Polo ile yine ünlü Arap gezgini İbn-i Batuta’yı anmamız gerekir. Marco Polo, Yakın Doğu ve Orta Asya ülkelerini kapsayan uzun bir yolculuğa çıkmış ve bu yolculuğunda gezip gördüğü yerleri anlatan bir eser yazmıştır.
9
10
Mika Dergi
Birçok dile çevrilen bu eser gezi edebiyatının ilk klasik örneklerinden biri sayılır. Arap gezgini İbn Batuta da Anadolu, Harezm, Maveraünnehir ve Horasan’ı dolaşarak oralarda yaşayan Türklerin teknik ve toplumsal özelliklerini anlatan bir kitap yazmıştır. Türk edebiyatında ilk seyahatname, Hoca Gıyasettin Nakkaş’ın Acaibü’l- Letaif adlı Hıtay Sefaretnamesi diye de bilinen eseridir. 19 yüzyıl gezi türü açısından verimli bir yüzyıl olmuştur, 20 yüzyılda ise iş gezileri ve politik
geziler bu ebedi tür beslemiştir. Cumhuriyet Dönemi, yurt içi ve yurt dışı gezilerin iyice arttığı, gezilen coğrafyaların çeşitlendiği, farklı bakış açıların getirildiği bir dönemdir.
Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Reşat Nuri Güntekin, Gülten dayıoğlu, Buket Uzuner, Nedim Gürsel ve daha birçok yazarımız gezi türü yazıları kaleme almıştır…
Özet:
Önceleri
daha
çok
tarihçilerin ilgi gösterdikleri bu eserler, sonradan edebiyatçıların da dikkatini çekmiştir. Ele alınan konular, kullanılan dil, yazarların gözlem ve anlatım özellikleri bakımından gezi yazı ve kitapları artık edebiyatın bir kolu. ‘’Gezip görmek, ölümlü insanoğlunun gerçekleştirmek istediği büyük bir özlem bir bakıma. Gidip gezdiği yerlerde bir şeyler görebilene, elbette. Gördüklerinden yeni güçler kazanmasını bilenlere…’’ Burhan Arpat
11
Gezi Yazı Türüne Örnek: “Frankfurt Seyahatnamesi’’ Ahmet Haşim
Frankfurt’a gelen herkesin sorduğu şunlardır: ‘’Eski şehri gezdiniz mi? Rothschild’in evine gittin mi? Goethe’nin evini gezdin mi?’’ Frankfurt şehri meşhur gezgin Rothschild’in ve şair Goethe’nin vatanı olmakla iftihar eder. Vardığımın ilk günü Goethe’nin evine koştum, Romanyalı hasta arkadaşımla beraber. Gün pazardı. Eski bir İstanbul sokağını andıran gürültüsüz, tenha, temiz, loş bir sokakta eski bir İstanbul konağının tokmaklı kapısı önünde durduk. Ve bir elektrik zilinin düğmesine dokunduk. Goethe ne kadar büyük bir şair olursa olsun, ölümünden yüz sene sonra, bütün duvarları, bahçeleri, meydanları taze sarı çiçeklerle dolduran bu neşeli ve güneşli sonbahar sabahında, loş bir sokaktaki loş evinde kendine kâfi bir müşteri bulabileceğini pek de ummuyordum. Şahlanan maddiyetin ruhunu ifna etmesi icap ediyorsa, artık harikulâde fennî keşifleri sayılamayacak bir hâle gelen, semada koca “Zeppelin”i uçurup kuşları eski bir makine gülünçlüğüne düşüren, Atlantik’te Bremen vapurunu işitilmemiş bir hızla
kaydıran, hava azotundan sun’î gübre, odundan şeker, kömürden benzin çıkaran şu altın gözlüklü, kenevir saçlı, golf pantolonlu kimya muharebesi hazırlayıcıları genç “Herr doktorlar” vatanında eski bir şairden başka bir şey olmayan Goethe’yi ölümünden yüz sene sonra ziyaret edecek iki kişi bile bulunamaz, diye düşünüyordum. Meğer aldanmışım. Bir mezara inecekmişim gibi soğuk bir ürperme ile açılan kapıdan içeriye girince hayretten donakaldım. Burada ruhun aydınlığı bir şafak ziyası gibi yüzümüze vurdu. Evin içi talebe yaşındaki çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden, yaşlı efendilerden müteşekkil gayet temiz ve müteheyyiç büyük bir kalabalıkla dolu idi. Bunların hepsi de Alman’dı, yani bizim gibi tecessüsün oraya çektiği seyyah ve yabancı nevinden vâhi ve lâkayt bir gölge yığını değil. Frankfurt’un zengin iki üç ailesinden birine mensup olan Goethe’nin konağı kuyulu idi. O zamanlar kuyusu olmak bir aile için mühim bir imtiyazdı. Ancak Rothschild’lerin, Goethe’lerin kuyusu vardı. Umum için sokakta çeşmeler akardı. Mutfakta Goethe ailesinin muhteşem kuyusuna hürmetle baktık. Mutfağın duvarları
üzerinde dizili duran elli, altmış tatlı ve pasta kabı Goethe’nin annesinin ne sıcak bir ev kadını olduğunu gösteriyordu. Ev, olduğu gibi muhafaza edilmişti. Bütün pencereler eskisi gibi çiçekli ve tül pencereliydi. Şairin hatırası bu evin her tarafında nefes alıyordu. Yüz sene evvel içinde can verdiği oda, memleketin her tarafından yeni gönderilmiş çelenk yığınlarıyla dolu idi. Sanki şairin cesedi henüz kaldırılmamıştı ve havada esen 11 şan ve şerefinin ıtri, o sabah açmış iri bir kırmızı gülün kokusu gibi taze ve kuvvetliydi. Nihayet şairin çalışma odasına vardık. Kafileye kılavuzluk eden memur, üstü baştanbaşa mürekkep lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de “Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler Faust’un lekeleridir!” dediği zaman, kalabalığın son hadde varan merakı ve heyecanı, ışık hâlinde gözlerden taştı. Herkes o mukaddes gölgeleri yakından görmek için medenî nezaketi unutarak masaya yaklaşmak üzere kendine yol açmaya çalışıyordu. Bu hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, bir ebedî lâcivert semada namütenahi yıldız serpintileri idi. Kaynakça: Vikipedi, ‘’Yazı ve yazınsal türler’’, Emin Özdemir
12
Meliha‘nın Öykü Bahçesi
‘nden
Yağmur Ağlıyor
Koşmaktan nefes nefese kalmıştı… Peşinden kimsenin gelmediğinden emin olduktan sonra kocaman çam ağacın altına çöktü. Karanlık koşup karşısına oturdu ve gözlerini ona dikip, ters ters bakmaya başladı. Korkudan elleri, ayakları, bütün vücudu titriyordu. Etrafına bakındığında Taksim parkında olduğunu fark etti. Evdeki terlikleriyle ve üzerindeki yırtık elbiseyle buraya kadar nasıl gelmişti? ‘’Bu kaçıncı kez Tanrım? Kaçıncı? Neden bana yardım etmiyorsun? Neden beni terk ettin?’’ diye söylenerek ağlamaya başladı. Kızgındı… Herkese, her şeye, ama en çok da Tanrıya…
Onu doğuştan yalnızlığa mahküm etmişti. Hep ölümle koyun koyuna ve nefes nefese yaşamıştı… Zaten yaşamdaki gerçek yalnızlık, sürekli ölümü çağrıştıran yalnızlık değil midir?!. Rüzgar acısını hafifletmek istercesine esmeye başladı. Yağmur ise onunla birlikte ağladığını çaktırmamak için kızgın kızgın etrafı yıkamaya başladı… Yanında polis arabası durunca irkildi. Kalkıp, kaçmak istedi, ama gücü tükenmişti. ‘’Gecenin bu saatinde ne yapıyorsunuz burada?’’ diye soran polise’ ‘’Arkadaşımı bekliyorum’’ diyebildi. Çapkın bakışların vücudunda dolaştığını hissedince, ağacın altına iyice büzüldü.
‘’Dağılmışsınız vallahi. Elbiseniz yırtılmış, makyajınız akmış. Sarhoşsunuz galiba? Hadi bakalım merkeze gidelim’’. İmalı bir ses tonuyla konuşan polis iyice ona doğru yaklaştı. Çaresizce ne yapacağını düşünürken, birbirine sarılmış genç bir çifti fark etti. Koşup: ‘’Canım, geldin demek’’ diyerek kıza sarıldı ve kulağına: ‘’Lütfen bana yardım edin! Kocamın tecavüzüne uğradım ve evden kaçtım. Şimdi polislerle uğraşamam. Lütfen yardım edin!’’ dedi. Genç kadın şaşkın şaşkın sevgilisine baktı, bir an tereddüt etti, ama sonra ‘’Islanmışsın canım! Hadi gel bir taksiye binelim’’ deyiverdi.
13
Taksiye nasıl bindiğini ve neler olduğunu hatırlamıyordu, çünkü bayılmıştı. Kendine geldiğinde küçücük bir salonun ortasındaki koltuğun üzerinde yatıyordu. ‘’Gitmeliyim’’ diye düşünerek kalktı, ama ‘’Kahveler geldi’’ diyen bir ses onu durdurdu. ‘’Ben Elif. Merak etmeyin güvendesiniz. Erkek arkadaşımı gönderdim, baş başayız. Sizi burada hiç kimse rahatsız etmez’’ dedi ve yanına oturdu. ‘’Ben de Yağmur. Kusura bakmayın, sizi rahatsız ettim. Gecenizi tamamen mahvetmeden gideyim’’ dedi, ama nereye gideceğini bilmediği için ağlamaya başladı. ‘’Vallahi gecenin bu saatinde, yağmurun altında, garip bir şekilde Yağmur adında bir arkadaş edindikten sonra, onu kolay kolay bırakmaya niyetim yok’’ diyerek gülümsedi Elif. Elini omzuna koydu ve ‘’Yüreğim sana güvenmem gerektiğini ve çok iyi arkadaş olacağımızı söylüyor. Hadi önce şu elbiseden kurtulalım. Gel, bir duş al! Şu pijamalarımı da giyersin’’ dedi. Yağmur gözyaşları arasında gülümseyerek Elif’e baktı ‘’Tanrım, bana bir melek mi gönderdin acaba?’’ diye düşündü. Duştan sonra ise Elif ‘’Geç oldu. İkimiz de yorulduk. Hadi yatıp, güzel bir uyku çekelim. Sonrasına da sonra bakarız’’ dedi. Yağmur ‘’Hayatta
bazen böyle mucizeler de oluyormuş demek ki’’ diye düşünürken uykuya daldı. Sabah güneş yüzünü gıdıklamaya başlayınca mecburen uyandı. Salona gittiğinde güzel bir müzik ve muhteşem bir kahvaltıyla karşılaştı. Mutfakta ise çaydanlığın önünde bir not buldu. ‘’Kusura bakma canım, benim bir duruşmam var ve gitmek zorundayım. Lütfen keyfine bak ve sakın gitme!’’. Çayını doldurup bir güzel kahvaltı etti. Masayı toplayıp, bulaşıkları yıkadı. Nedense içinde bir sevinç, bir heyecan kabarmaya başladı. Salondaki akvaryumun önüne oturup, balıkları seyretmeye başladı. Aslında çocukluğundan beri bir akvaryumun olmasını isterdi, ama hayat ona istediği değil, hep istemediği şeyleri sunmuştu. Yüzünü cama dayadı ve balıklarla konuşmaya başladı. Bugüne kadar hiç kimseye anlatamadığı, gerçekleşmesini istediği, ama gerçekleşemediği hayallerini anlattı. Balıklar da sanki onu dinliyormuş gibi bir sıraya dizilip, bir süre ona baktılar. Sonra da coşkuyla suyun içinde dans etmeye başladılar. Büyük bir gürültüyle kapı açıldığında, Yağmur korkudan zıpladı. ‘’Ben geldim’’ diyerek
Elif, elindeki paketleri Yağmur’a uzattı. ‘’Bunlar senin! Bak bakalım beğenecek misin?’’ ‘’Ama bunu neden yaptın?’’ diye soran Yağmur’ u elinden tutup, koltuğa karşısına oturttu. ‘’Benim bir ailem yok. Bu dünyada tekim. Çocuk esirgeme kurumunda büyüdüm. Ben bir tecavüzün ürünüyüm, ama ne tecavüz edeni, ne de tecavüze uğrayanı tanımıyorum. Annem beni hiç görmek istememiş ve doğurur doğurmaz benden kurtulmuş. Ben de onu bulmak, tanımak istemedim. Babama gelince. Onun yaptıklarının hesabını sormak ve bedelini ödetebilmek adına hukuk okudum ve şiddete, tecavüze uğrayan kadınların haklarını savunmak ve onlara yardım etmek için yemin ettim. Beni hayatta mutlu edebilen tek şey kazandığım davalar sonucu hayatlarını kurtardığım kadınların gülümsemesidir. Hep bir ailem, bir kardeşim olsun isterdim. Olmayacağını bile bile de hayaller kurardım. Dün gece hayalim gerçek oldu. Seni gördüğümde sanki Tanrı kulağıma ‘’Al sana kardeş işte!’’ diye fısıldadı. Beni kardeşim olur musun?’’ dedi ve elini Yağmur’a uzattı. Yağmur, bir sağanak yağmuru gibi akmaya başlayan gözyaşları arasında Elif’in elini tuttu ve konuşmaya başladı.
14
‘’Benim de bu dünyada hiç kimsem yok. Tabii o hayvan kocamın dışında… Annem ben 5 yaşındayken öldü. Çok güzel ve duygusal bir kadındı. Onunla ilgili hatırladığım şeyler çok az… Melankolik bakışlarını, hüzün fışkıran güzel gözlerini ve yazdığı şiirleri akşamları babama okumasını… Babam ise karısına tapan ve sadece karısının resimlerini çizen bir ressamdı. Annem intihar edince babam da fazla dayanamadı ve peşinden gitti. Ben yapayalnız kalınca amcam ailemin evlerine ve paralarına el koyabilmek adına beni evlat edindi. Çok şansız bir çocuktum. Daha 10 yaşında amcamın tacizlerine maruz kalmaya başladım. Beni sevdiğini düşünerek ve ne yaptığını algılamayarak iğrenç şeylere katlandım. On sekiz yaşıma geldiğimde hayatımın ilk ve kaldırılması imkansız darbesini yedim. Amcamın tecavüzüne uğradım. Öyle korkunçtu ki… Yardım isteyebileceğim, gerçeği anlatabileceğim kimsem yoktu. Depresyona girdim ve uzun süre tedavi gördüm. Amcam hatasını düzeltmek, kendini affettirmek için çok uğraştı, olanları anlatmam için çok yalvardı. Tanınan, sevilen bir işadamı
olarak onu mahvedip, bitirmeyi çok isterdim, ama yapamadım. Ailemden kalan ne varsa elinden alarak, onu hayatımdan sonsuza kadar çıkararak, başka bir şehirde sadece kendime ait bir dünya kurmaya çalıştım. Ha, bir de kürtaj olmak zorunda kaldım. O kürtaj da benim anne olma şansımı elimden aldı. Üniversitede işletme okudum, ama bitince beni hayatta mutlu edebilen tek şeye yöneldim- yazmak. Yazmak benim için çırılçıplak soyunmak gibidir. Bütün maskeleri çıkartıp, hayatın en kuytu, en karanlık ve en sessiz köşelerine dalarak orada olanları ve hissettiklerimi yazmayı seviyorum. Bazı yazarlar gerçeklerden uzak hikayeler uydurup yazarlar ve o hikayelerdeki gibi yaşarlar. Veya yaşadıklarını zannederler… Ama ben gerçek hayatta yaşananları olduğu gibi, süsleyip püslemeden yazmayı ve hayatı da öyle yaşamayı tercih ediyorum. Hiç tercih etmesem de acıların yüksek sesle konuştuğu bir hayatı yaşıyorum zaten… Yıllarca aşka, sevgiye tövbe ederek yaşadım, yanıma hiç kimseyi yaklaştırmadım. Ama kader bu! Biz engel, yasak koysak da o yapacağını yapar… Bir gün babamı anımsatan
ve onun gibi ressam olan kocamla tanıştım. Aşık oldum mu? Bilmiyorum… Belki de babamı çok özlediğim için ve her davranışında onu görmek istediğim için kapılıp gittim. Evlenmeden önce ona hayatımla ilgi her şeyi anlatmaya karar verdim. Öyle ya, insan hayatını birleştireceği kişiyle bir saklısı, gizlisi olmamalı diye düşünür. Hatırlamak istemediğim ve unutmak için elimden geleni yaptığım o tecavüzü ona anlattım. Ama çok pişman oldum… Evliliğimin ilk gecesinde kocam bana tecavüz etti. Bunu da fantezi olsun diye yaptığını söyledi. Hani benim cinsel hayatım öyle başlamıştı ya… Bundan zevk alıp, almadığımı test etmek istemiş… Dünyam yıkıldı, ama beni sevdiğini düşünerek ve kendimi kandırarak onun her türlü işkencelerine katlanmaya başladım. Biliyorsun, işkencecilik de tıpkı fahişelik gibi dünyanın en eski mesleğidir. Utançların da en eskisi, en vazgeçilmezidir. İnsan bir kez bunu yaptı mı, tıpkı uyuşturucu gibi bir daha vazgeçemez…
15
Kocam sözüm ona beni deliler gibi seviyor, uçan kuşlardan bile kıskanıyor, ama işkenceden de vazgeçemiyordu. Diyeceksin ki yıllarca katlandın da, dün gece niye kaçtın? Hep bitirmek, gitmek istedim, ama korktum. Yardım isteyebileceğim hiç kimsem yoktu. Ayrıca yaşadıklarımı hiç kimseye anlatamazdım. Ben tanınan, okunan bir yazar. Kocam da, çok sevilen ve toplumda el üstünde tutunan bir ressam. Dün gece ise her şeyimi paramparça eden bir şey oldu. Kocam son zamanlarda alkolün miktarını iyice artırdı ve bu da yaptığı çılgınlıkların dozunu arttırdı. Bana gece çok değerli bir misafirin geleceğini ve evde bir parti düzenleyeceğini söyledi. Süslenip, hazırlanmamı istedi. Eve gittiğimde yıllardır görmediğim, görmek istemediğim ve unuttuğumu zannettiğim kişiyle karşılaştım- amcam. Neler hissettiğimi sana anlatamam. İkisini de öldürmek istedim… Kocam çok neşeliydi. Amcamla oturmuşlar, içki içiyorlardı. Bana da onlara hizmet etmek kaldı. İçtikçe içtiler… Ben bir köşede oturmuş, onları seyrediyor ve Tanrı’ya bana yardım
etmesi için yalvarıyordum. Ama Tanrı bana her zaman olduğu gibi yardım etmedi… Gece yarısına doğru devrilen birkaç şişe alkolün etkisiyle kocam kendini kaybetti ve bana hayatımın en iğrenç işkencesini yaşatmaya kalktı. Bana işkenceciliğin insanın onurunu tüketen bir şey olduğunu göstermek için amcamın karşısında tecavüz etmeye kalkıştı. Hatta direnmeye başlayınca amcamdan yardım bile istedi. Kendimi nasıl kurtardığımı, o evden nasıl çıktığımı hatırlamıyorum. Nişantaşı’ndan Taksim parkına kadar nasıl koştuğumu da… Sen oradan geçmeseydin, seni görmeseydim başıma neler geleceğini bir Allah biliyor’’ diyerek Elif’e sarıldı ve tekrar ağlamaya başladı. Elif, onun saçını okşayarak ‘’Tamam canım, artık yalnız değilsin. Ben varım! O kocanın da, amcanın da hesabına bakarım ben, merak etme. Birbirimizi bulduk ya, gerisi önemli değil.’’ dedi. Yağmur, gözyaşlarını sildi ve pencere gitti. Dışarıda yine yağmur yağmaya başlamıştı. Gülümseyerek ‘’Biliyor musun, çocukken pencereden yağmuru seyretmeyi çok seviyordum. Onun da benim gibi yalnızlıktan ve sevgisizlikten ağladığını düşünüyordum. O
yüzden de ismimi çok seviyorum. Bak yine yağmur ağlıyor, ama artık o da, ben de yalnız değiliz’’ dedi. Elif kalktı ve ‘’Hadi giyin, gidiyoruz!’’ dedi. ‘’Nereye?’’ diye sordu Yağmur. ‘’Hayallerimizi gerçekleştirmeye! İlk önce de benimkinden başlıyoruz. Şimdi yağmurun altında yürüyerek, hayvanat bahçesine gideceğiz’’. Birbirine gülümsediler ve hazırlanıp, sokağa çıktılar. El ele tutunup, çocuklar gibi zıplayarak yürümeye başladılar. Yağmur onları öyle görünce ağlamaktan vazgeçti ve gülümsemeye başladı…
16
Aziz Nesin ‘’Ben bir simyacıyım! Gözyaşlarımı gülmeceye “ionse dolortin henis et çevirerek,dünyaya sundum...Ezildiğim zamanlarda bile ationsecte dit nonsequis kendime inandım augait, ve güvendim…’’ quat. Ut lan utpat. ”
“Çehov, tüm Rus yazarların Gogol’un Palto’sundan çıktığını söylüyordu.Biz Türk yazarları ise nazım’ın soluğundan çıktık…”
Mika Dergi
17
Türkiye’nin Huzursuz Vicdanı
“Satırbaşı… Yok, yok, o satır başı da değil, o bir bölüm başıdır. Mizah edebiyatımızda bir bölüm başı. Kalemi aldı mı, yazamayacağı şey yoktur Aziz Nesin’in: Hikaye, roman, fıkra, taşlama, yorum, alay, kalay…İki insan yaşar onun varlığında: Biri subay Aziz Nesin, öbürü şair, sanat aşıkı,güzel sevdalısı, gönül adamı Aziz nesin…’’ Yusuf Ziya Ortaç
Mehmet Nusret Nesin ya da bilinen adıyla Aziz Nesin, 20 Aralık 1915’te İstanbul Heybeliada’da doğdu. Babası Abdülaziz Bey, Giresun’un Şebinkarahisar köyünden İstanbul’a yerleşmiş, geçimini bahçıvanlık yaparak sağlarmış.
Eğitimi 1924’te İstanbul Süleymaniye’deki adı daha sonra İstanbul 7. İlkokul olarak değiştirilecek olan “Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi’nde okudu. İki yıl Darüşşafaka Lisesi, oradan da askeri lisesine geçti. 1935’te Kuleli Askeri Lisesi’ni bitirip, Ankara Harp okuluna geçer. 1937’de Harp Okulu’nu bitirip, asteğmen olmuş. Öykü ve şiir yazmaya başlamış. 1938 yılında Vedia Hanım’la nişanlanmış. 1939 yılında Maçka’daki Askeri Fen Tatbikat Okulu’nda okurken aynı zamanda İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Doğu Süsleme bölümünde de öğrencidir. Minyatür, tezhip, çinicilik, ciltçilik dersleri alır. Teğmen rütbesiyle Fen Okulu’nu bitirir. Millet ve
Yedigün dergilerinde ilk öykü ve şiirleri yayımlanır.
Çalışma Hayatı 1940 yılında 3. Kolordu İstihkam Taburu, 2. Bölük’te Takım Subayı olarak Muratlı’da görev alır. Evlenir ve ilk çocuğu Oya dünyaya gelir. 1941-İkinci Dünya Savaşı yıllarında 2 yıl Trakya’da çadırlı ordugahta görev yapar. 1942’de Erzurum Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu Bölük Komutanlığı’na atanır ve bir bomba kazasında yaralanır. Erzincan’da depremde yıkılmış bir cephaneliğin boşaltılmasıyla görevlendirilir. 1942 yılında Kars Müstahkem Mevkii İstihkam Taburu’na atanır. Üsteğmenliğe yükselir. 1943 yılında ikinci çocuğu dünyaya gelir. 1944’te Ankara’da Harp Okulu’nda açılan ilk tank kursuna katılır. Aynı yıl Zonguldak’ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla görevlendirilir. Aynı yıl görevini kötüye kullanmak suçundan üç ay on gün hapse mahküm edilir ve askerlikten uzaklaştırılır.
Gazetecilik ve Yazarlık A s k e r l i k t e n uzaklaştırılmasının ardından bir süre bakkallık, muhasiplik gibi işler yaptıktan sonra 1945 yılında Sedat Simavi’nin çıkardığı ‘’Yedigün’’ dergisinde, daha sonra da Karagöz gazetesinde redaktörlük ve yazarlık yapmaya başlar. Aynı yıl ‘’Tan’’ gazetesinde yazarlığa başlar. 4 Aralık 1946’da bir grup üniversite gencinin Tan gazetesini yakması üzerine, sekiz sayı süren, “Cumartesi” adlı haftalık magazin dergisini çıkarmaya girişir. Bu dergi denemesi de sonlanınca, “Vatan” gazetesinde çalışmaya başlar. Aynı yıl, ilk bağımsız yapıtı olan “Parti Kurmak Parti Vurmak” adlı 16 sayfalık broşürü de yayınlanır. 1946 yılında, yaşamında ilk ve son kez bir partiye girer. Arkadaşı Esat Adil Müstecaplı’nın kurduğu Türkiye Sosyalist Partisi’nde ancak iki ay üye olarak kalır ve istifa eder. 1946’da Sabahattin Ali’yle birlikte ‘’Marko Paşa’’adında mizah gazetesini çıkarırlar.
18
Mika Dergi
Dergi büyük ses getirir. Çünkü dönemin politikacılarını ve tiplemelerini sözünü esirgemeden eleştirmeyi bilmiş, tüm baskıların ve defalarca kapatılmasının getirdiği zor koşullara karşın çok büyük satış rakamlarına ulaşmıştır. Ancak davalar ve suçlamalar dergi yazarlarına zor dönemler yaşatmıştır. Nitekim takma adlarla sürdürmeye çalıştıkları “Makro Paşa” ekolünün hararetle eleştirdiği Amerikan yardımının Türkiye üzerindeki emellerine değindiği henüz yayınlanmamış olan “Nereye Gidiyoruz?” adlı yazısı nedeniyle, Aziz Nesin 12 Ağustos 1947’de on ay ağır hapse mahküm olur. 1948 yılında ilk eşinden ayrılır. 1948 yılında, ikinci kitabı olan ‘’Azizname’’ adlı taşlama çıkar. Bu kitap için İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açılır. Dört ay tutuklu olarak süren yargılanma sonunda aklanır. 1949 yılında İngiltere Prensesi Elizabeth, İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk’la birlikte Ankara’daki elçilikleri aracılığıyla Türkiye Dışişleri Bakanlığı’na resmen başvurarak, bir yazısında kendilerini aşağıladığı iddiasıyla aleyhine dava açınca 6 ay hapse mahkûm edilir.
Hapishane Maceraları
Bir yazar olarak Aziz Nesin üç yerden yakınlık görmüştür:
Okurlarından, Emniyetten ve sıkı yönetimden :) 1950 yılında ‘’Baştan’’ dergisini çıkarır. Kapatılınca ‘’Yeni Baştan’’ adlı başka bir dergi çıkarır. Dergide Fransızcadan çevrilmiş, ama Fransızca bilmediği için kendisinin çevirmediği bir yazı yüzünden mahkemeye verilir. TCK’nin 142. maddesinden, on altı ay hapse ve on altı ay da güvenlik gözetimi altında tutulmaya mahküm edilir. 1951 yılında Sultanahmet Ve Üsküdar caza evlerinde yatar. 1952 yılında nakledildiği Nevşehir cezaevinden tahliye edilir. 1952 yılında İstanbul’da yeni kurulmaya başlayan Levent’te bir dükkan kiralayarak, ‘’Oluş Kitapevi’ni’’ açar. Sabahları evlere gazete dağıtır. 1953 yılında iki küçük çocuğuyla birlikte kitapevinden geçimini sağlayamayınca, Beyoğlu’nda Bursa Sokağı’ndaki yeni yapılmış hanın bir odasında, bir ortağıyla “Paradi Fotoğraf Stüdyosu”’nu kurar. 1954’te fotoğrafçılıktan da geçinemeyince, Yusuf Ziya Ortaç’ın önerisiyle ‘’Akbaba’’ gülmece dergisinde takma adlarla öyküler yazmaya başlar. 1955 yılında, 6-7 Eylül faciası olarak tarihimize gelen İstanbul’daki azınlıkların ev ve dükkânlarının korkunç yıkımına suçlu aranmaya başlandığında,
Aziz Nesin de suçlu olarak Sıkıyönetimce tutuklanır. 1955 yılında Harbiye Askeri Cezaevi’ndeyken Meral Çelenle nişanlanır. Altı ay tutuklu kaldıktan sonra, sorguya bile gerek görülmeden salıverilir. Hapisten çıkınca da ikinci kez evlenir. Halil Lütfi Dördüncü’nün ‘’Yeni Gazete’’sinde köşe yazarlığına başlar.
Ödüller 1956 yılında İtalya’da yapılan uluslar arası gülmece yarışmasında, birincilik ödülü olan Altın Palmiye’yi, ‘’Kazan Töreni’’ adlı öyküsüyle kazanır. 1956 yılında üçüncü çocuğu Ali, 1957’de ise dördüncü çocuğu Ahmet dünyaya gelir. 1958 yılında, ‘ ’A k ş am’ ’gaze tesinde köşe yazarlığına başlar. 1960 yılında İtalya’da kazandığı Altın Palmiye ödülünü devlet hazinesine bağışlar. Gazeteciler cemiyeti Fıkra Birincilik Ödülünü kazanır. 1961 yılında ‘’Tanin’’ gazetesinde köşe yazarlığına başlar. Buradaki yazılarından ötürü, TCK’nin 142. maddesinden tutuklanıp, Balmumcu Cezaevine konulur. Dört ay tutuklu kaldıktan sonra aklanır. 1961 yılında ‘’Zübük’’ adlı haftalık gülmece gazetesini çıkarmaya başlar. 1962 yılında, sahibi olduğu ‘’Düşün Yayınevi’’ anlaşılmayan bir nedenle yanar.
Mika Dergi
1965 yılında, elli yaşındayken ilk kez pasaport alabilir ve yurt dışına çıkar. Davetli olduğu Berlin ve Weimar’daki Antifaşist yazarlar toplantısına katılır. Oradan Polonya, Sovyetler Birliği, Finlandiya, Romanya ve Bulgaristan’a gider. 1966 yılında Bulgaristan’da yapılan uluslar arası gülmece yarışmasında birincilik ödülü olan Altın Kirpi’yi, “Vatani Vazife” adlı öyküsüyle kazanır. 1968’de Milliyet Gazetesi’nin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında, “Üç Karagöz” oyunuyla birincilik ödülü alır. 1969 yılında, Moskova’da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında “İnsanlar Uyanıyor” adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülünü kazanır. 1970 yılında Türk Dil Kurumu’nun Oyun Ödülünü,’’Çiçu’’ adlı oyunla kazanır. 1972 yılında Nesin Vakfı’nı kurar. Vakıfta her yıl belirli sayıda alınan kimsesiz ve yoksul çocukların bakım ve eğitimlerini üstlenir. Kitaplarının tüm gelirini vakfa bırakır. 1974 yılında Asya-Afrika Yazarlar Birliği’nin Lotus ödülünü kazanır. 1975’da bu ödülünü almak için Filipinler’in başkenti Manila’da yapılan törene katılır. Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), genel Başkanlığına seçilir. 1989 yılına kadar da bu görevini sürdürür.
1976 yılında Bulgaristan’da Gabrovo kentinde düzenlenen gülmece kitabı uluslararası yarışmasında birinciliği elde ederek, Hitar Petar ödülünü kazanır. 1978 yılında “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı romanıyla Madaralı Roman Ödülü’nü kazanır. 1982’de Vietnam’daki Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısından dönüşte Moskova’da kalp krizi geçirir ve hastaneye kaldırılır. “Kalp Hastalıkları Araştırma Merkezi”nde bir ay kalarak tedavi görür. 1983 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde Indiana Üniversitesi’nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, pasaportu geri alındığı için bu toplantıya katılamaz. 1983 yılında, sağ tarafına inme iner. Bir ay kadar Çapa hastanesi, Nöroloji Kliğini’nde tedavi görür. 20 Aralık 1984’te Şan Sinema Salonu’nda, 70’nci doğum günü töreni yapılır. ‘’Bütün insanların avukatıyım ben. Salt ben değil, bütün aydınlar, yazarlar, halkımızın avukatıyız…’’ 1984 yılında Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulunur ve dava açılır. 1985 yılında Ekin A.Ş’nin kurulması girişiminde bulunur. Aynı yıl, İngiltere’de PEN Kulüp
onur üyeliğine seçilir ve TÜYAP’ın düzenlediği “Halkın Seçtiği Yılın Yazarı” ödülünü kazanır. 1986 yılında, TÜYAP’ın düzenlediği ankette bir kez daha ‘’Halkın Seçtiği Yılın Yazarı’’ olarak belirlenir. 1989 yılında, “Demokrasi Kurultayı”nın toplanmasında etkin görev alır ve oluşturulan “Demokrasi İzleme Komitesi”nin iki başkanından biri olur. Aynı yıl, Sovyet Çocuk Fonu’nun ilk kez verilen “Tolstoy Altın Madalyası”na değer görülür. 19 Mart 1990’da Ankara Sanat Kurumu’nda 75. yaşı kutlanır. 1990 yılında, TÜYAP İstanbul Fuarı’nın ‘’Onur yazarı’’ seçilir. 1990 yılında, Asya-Afrika Yazarlar Birliği toplantısı çerçevesinde, İstanbul Abdi İpekçi Spor Salonu’nda düzenlenen ‘’Aziz Nesin Şiir ve Müzik Gecesi’nde 75 yaşı tekrar kutlanır. 1991 yılında Fransa devletinin Şövalyelik Nişanını alır. 1992 yılında Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü Madalyasını alır. Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü’ne laik görülür. 1993 yılında, Dionysos Şiir Ödülü ve Carl- Von Ossietzky madalyasını alır. 2Temmuz 1993 yılında, 35 yazar ve aydının yakıldığı Sivas’ta tesadüf eseri kurtulur. 1994 yılında İnsan Hakları Ödülünü alır. 6Temmuz, 1995 yılında, Çeşme’deki imza günü sonrası hayata veda eder.
19
20
Mika Dergi
Yalnızlık ve Ölüm 1955 yılında eşi Adnan Adıvar’ı kaybı ile sarsılır ve evine kapanarak, yalnız hayatına katlanabilmek için yazılarına sarılır. Halide Edib, 9 Ocak 1964 yılında İstanbul’da 80 yaşındayken hayata veda eder. Ölümünden sonra onun için söylenen ve onu anlatan en güzel söz bekli de… ‘’Aziz Nesin’in yazarlık serüveni, aynı zamanda tutarlılığın da bir serüvenidir…’’ Cemal Süreyya
Eserleri Öyküleri
Parti kurmak ve Parti Vurmak (1946) Geriye Kalan (1953) İt Kuyruğu (1955) Yedek Parça (1955) Fil Hamdi (1956) Damda Deli Var (1956) Koltuk (1957) Kazan Töreni (1957) Deliler Boşandı (1957) Mahallenin Kısmeti (1957) Ölmüş Eşek (1957) Hangi Parti Kazanacak? (1957) Toros Canavarı (1957) Memleketin Birinde (1958) Havadan Sudan (1958) Bay Düdük (1958) Nazik Alet (1958) Gıdıgıdı (1958) Aferin (1959) Kördöğüşü (1959) Mahmut ile Nigar (1959) Hoptirinam (1960) Gözüne Gözlük (1960) Ah Biz Eşekler (1960) Yüz Liraya Bir Deli (1961) Bir Koltuk Nasıl Devrilir (1961)
Biz Adam Olmayız (1962) Yeşil Renkli Namus Gazı (1964) Sosyalizm Geliyor Savulun (1965) İhtilali Nasıl Yaptık (1965) Rıfat Bey Neden Kaşınıyor (1965) Vatan Sağolsun (1968) İnsanlar Uyanıyor (1972) Hayvan Deyip De Geçme (1973) Seyyahatname (Duyduk Duymadık Demeyin) (1976) Büyük Grev (1978) Benim Delilerim (1979) 70 Yaşım Merhaba (1984) Kalpazanlık Bile Yapılamıyor (1984) Maçinli Kız için Ev (1987) Nah Kalkınırız (1988) Rüyalarım Ziyan Olmasın (1990) Aşkım Dinimdir (1991) Gözünüz Aydın Efendim (1997) Herkesin İşi Gücü Var (2005) Bende Çocuktum (1979) Zübüklüğün Sonu Yok
Romanları Kadın Olan Erkek (1955) Gol Kralı (1957) Erkek Sabahat (1957) Saçkıran (1959) Zübük (1961) Şimdiki Çocuklar Harika (1967) Tatlı Betüş (1974) Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (1977) Surnâme (1976) Tek Yol (1978) Bay Düdük (1958)
Anıları Bir Sürgünün Hatıraları (1968) Böyle Gelmiş Böyle Gitmez (1. bölüm 1966, 2. bölüm 1976)
Poliste (1967) Salkım Salkım Asılacak Adamlar (1987) Rüyalarım Ziyan Olmasın (1990) Türekiye Şarkısı Nazım (1998) Bir Vicdan davası (1998)
Masalları
Memleketin Birinde (1953) Hoptirinam (1960) Uyusana Tosunum (1971) Aziz Dededen Masallar La Fontaine’nin Yazamadığı Masal
Taşlamaları
Azizname (1948)
Fıkra Kitapları
Nutuk Makinası (1958) Az Gittik Uz Gittik (1959) Merhaba (kitap) (1971) Suçlanan ve Aklanan Yazılar (1982) Ah Biz Ödlek Aydınlar (1985) Korkudan Korkmak (1988)
Gezi Notları
Duyduk Duymadık Demeyin (1976) Dünya Kazan Ben Kepçe
Şiirleri
Sevgiye On Ölüme Beş kala Sondan Başa (1984) Bağışla (1986) Kendini Yakalamak (1988) Hoşçakalın (1990) Sivas Acısı (1995) En Uzun Maraton Kimin Var ki
21
Konuşmaları İnsanlar Konuşa Konuşa (1988) Çuvala Doldurulmuş Kediler (1995) Sora Sora Cennet Bulunur (1990) Onursal Doktor Olamamanın Büyük Onuru (1993) Bir Dokun Bin Dinle (1994)
Mektup Aziz Nesin- Ali Nesin Mektuplaşmaları I(1994) Aziz Nesin- Ali Nesin Mektuplaşmaları II, III, IV(1995) Aziz Nesin- Tahsin Saraç Mektuplaşmaları(1995) Aziz Nesin- Meral Çelen Mektuplaşmaları( 1998) Aziz NesrinSaliha Sceinhard Mektuplaşmaları(1999)
İnceleme
Leyla ile Mecnun(1972) Cumhuriyet Dönemi Türk Mizahı(1973)
Çocuklar İçin Hayvan Deyip Geçme(1973) Bu Yurdu Bize Verenler(1975) Borçlu Olduklarımız(1976) Pırlatan Bal(Oyun 1976) Anıtı Dikilen Sinek(1976) ‘’’En büyük yapıtım benim. Bunca yıl karalamasını yapıp, bi türlü yazamadığımdır.Halkıma çok şey borçluyum. Yazdıklarımla bu borcumu ödüyorum. Kendimi yazarak başkalarının gizlerini; başkalarını yazarak kendi gizlerimi anlatmış oluyorum...’’ Aziz Nesin
05
22
Mika Dergi ‘ye ABONE OL
ÜCRETSİZ KİTAP KAZAN!
HEMEN ABONE OL! abone.mikadergi.com Her ay Mika Dergi ‘ye abone olan 5 okuyucumuza, Meliha Doğu ‘nun, Başını Dik Tutan Hüzün isimli imzalı kitabını hediye ediyoruz. Üstelik kargo ücreti de dahil.Hiçbir ücret ödemeden bu kitaba sahip olmak için tek yapmanız gereken, bu sayfaya tıklayarak açılacak olan sayfada, aktif olarak kullandığınız mail adresiniz ile Mika Dergi ‘ye abone olmak.Her ay, bir önceki sayıda abone olan okuyucularımız arasında yapılan çekilişle kazananlar, Mika Dergi ‘de açıklanacaktır. Abonelik çekilişi, her ayın ilk haftası gerçekleştirilecektir ve kazananlara mail ile bilgi verilecektir.
23
24
Her ay koltuğa bürünen i anlatıcı, yepyen hiyakelerle sizi şaşırtacak ...
Bir Koltuğun Anıları Öğlen uykusunun huzurlu kollarına kendilerini bırakıp, tadını sonuna kadar çıkarırken, atılan bir çığlıkla yerlerinden sıçradılar… ‘’Senden nefret ediyorum’ Nefret!’’ Neler olduğunu anlayabilmek için sersem sersem bakınmaya başladılar. ‘’Senin her gün özgürce ve sorumsuzca istediğin yere gitmeni, istediğin kişilerle sohbet etmeni kıskanıyorum! Bir de gelip, neler gördüğünü ve neler yaptığını bana anlatman yok mu? Çıldırmamak elde değil ya…’’ diye bağırmaktan rengi kan kırmızısı olan gülü fark ettiklerinde çok şaşırdılar. Eşi, benzeri olmayan güzelliği herkesin gözlerini kamaştırır ve kendine hayran bırakırdı… ‘’Utanmadan bir de aşktan
bahsediyorsun bana ya! Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Ömrünü aynı yerde geçirmeye mahkum birine kim aşık olur ya? Defol git! Seni bir daha görmek istemiyorum! Nefret ediyorum senden! Nefret…’’ diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı gül. Onun söyledikleri karşısında iyice büzülen rüzgar, akan gözyaşlarının görülmemesi için sessizce uzaklaşıp, bir köşeye saklandı. Cesaretini toplayıp aşkını ilan etmişti, ama rezil olmaktan başka bir şey eline geçmemişti. ‘’Nefret, ne ağır bir kelime’’ diye mırıldandı yaşlı ağaç. ‘’Kıskançlık kelimesi beni hep tedirgin eder, ama nefret korkutur. Çok yıkıcı, yok edici bir duygudur…’’ diyerek sözlerini tamamladı. Uzun süre herkes
kendi sessiz dünyasında dolaşarak, düşüncelere daldı. Saatler sonra koltuk, hafif hafif sallanarak, konuşmaya başladı: ‘’Hep birilerinden ve bir şeylerden nefret ederek hayatını geçiren bir kadın tanıdım. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevmeden seksen yıllık ömrünü geçirmişti.’’ ‘’Aman Allah’ım ne korkunç bir şey…’’ diye mırıldandı kuşlar. ‘’Pek hatırlamak istemediğim bir insan olmasına rağmen, bugün özellikle onun hikayesini anlatmak istiyorum size ‘’ diyerek, uzun uzun güle baktı. Gül uslu uslu gözyaşlarını kuruladı ve dinlemeye hazırlandı. Rüzgar ise olduğu yerde, onları duyabilmek için iyice kulaklarını kabarttı.
25
Nefretle Tüketilen Bir Hayat
Nesrin, doğduğu günden beri kimsenin onu sevmediğine inandı. O yüzden herkesten nefret etti. Önce babasından… Çok çalıştığı, evde olup bitenleri göremediği ve annesinin söylediği her şeye inandığı için nefret etti. Çok şansızdı zaten. Ne yaparsa yapsın, kendini ona sevdiremeyeceğine inandırdı. Çünkü kardeşinin yaptığı yaramazlıklardan ve hatalardan bile hep onu sorumlu tuttu babası. Kardeşini değil, onu cezalandırdı. O yüzden belki de hayatta en çok kardeşinden nefret etti. Zamanla nefreti öyle bir boyuta geldi ki, otuzlu yaşlarda bir trafik kazasında kardeşi ölünce hiç üzülmedi. Tam tersine ondan kurtulduğu için sevindi. Annesini ömür boyu affetmedi… Evin bütün işlerini, hayattaki bütün yükleri onun omuzlarına yüklediğinde, bununla başa çıkabildiğini görmezden gelmesinden; sürekli hayatına karışıp, yönlendirmesinden ve eleştirdikçe eleştirmesinden ölesiye nefret etti… Nesrin, bütün öğretmenlerinden ve arkadaşlarından da nefret etti. Okuldaki en sessiz, en düzenli ve en çalışkan öğrenci olmasına rağmen, hiçbir zaman sınıf başkanı seçilemedi. Çok güzel şiir yazıp, okumasına rağmen, bir kez olsun şiir gecelerinde sahneye çıkmasına fırsat verilmedi. Herkes onun güzelliğini
ve yeteneklerini kıskandığı için, ilerlemesini engellemek için elinden geleni yaptı. Kıskanılmak hoşuna gidiyordu aslında. Çünkü nefret duygusunu canlı tutuyor ve besliyordu. Hiç sevmediği, ama annesi yüzünden mimarlık okumak zorunda kaldığında bile, arkadaşları tarafından kıskanılacak kadar başarılı oldu derslerinde. Mimarlık mesleğinden nefret ede ede ve bu işi yapmayacağına yemin ede ede, birincilikle mezun oldu. Ama çalışmak yerine annesine inat, zengin bir koca bulup, evlendi. Kocasına elbette ki aşık olmadı. Hiç, ama hiç sevmedi… Güzelliği sayesinde onu kendine kul köle misali bağladı ve parasının sağladığı konforu ve ayrıcalığı sonuna kadar kullandı. Altmış yıllık evliliği boyunca kocasının tek bir isteğini yerine getirdi. İki çocuk doğurdu, ama onlarla hiç ilgilenmedi, hiç sevmedi. Tam tersine onlardan nefret etti… Kocasının akrabalarıyla, iş arkadaşlarıyla hiç muhatap olmadı; evinde ağırlayıp, hizmet etmedi. Annesinin evinde bu tür şeylerden fazlasıyla bunalmış ve nefret etmişti… O tek başına gezmekten, istediği gibi vakit geçirmekten ve kendi kendini eğlendirmekten hoşlanırdı. Dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünerek, canı ne isterse ve ne zaman isterse yaptı. Hiç kimsenin planlarını
bozmasına izin vermedi. Annesi ölüm döşeğindeyken, kocası ameliyat olurken bile seyahatlerinden vazgeçmedi. Ko n u ş ul anl ar ı, özellikle de çocuklarının söylediklerini umursamadı. Hayatını herkesten ve her şeyden nefret ederek geçirdiği için, değil yüreğinde ve bedeninde; tek bir hücresinde bile başka bir duyguya yer yoktu. Annesi de, kocası da can verip ölürken, o odasına çekilip, kitap okumayı tercih edecek kadar rahattı. Onun da ötesinde, cenazelerine gitmeyi bile tenezzül etmedi. Nefret dolu ve nefret kokan dünyasında, kendinden bile nefret edebilecek hale geldiğini fark ettiğinde çocukları, torunları, hatta hizmetçileri bile onu terk etmişti…’’ diyerek konuşmasını noktaladı sallanan koltuk. Bir süre herkes onun anlattıklarını sessizce düşündü… ‘’Bu akşam parti yapıyoruz!’’ diye birden cıvıldamaya başladı kuşlar. ‘’Dostluğumuzu, paylaştığımız ve paylaşacağımız güzel günleri ve anları kutlayacağız…’’ diyerek zıplamaya devam ettiler. Kırmızı gül, utana sıkıla:’’Aşkım, özür dilerim! Beni affedip, sevmeye devem edebilecek misin?’’ diye sordu. Rüzgar ise, hışımla saklandığı yerden çıktı ve ‘’Arkadaşlar, parti başlıyor! Müzik benden…’’ diye bağırarak mutlulukla esmeye başladı…
26
27
Silahı Kalem Olan Mafya
Bir gün mafya üyesi olmak isteyeceğim aklıma gelmezdi. Ama oldu işte… En başta kullandıkları silaha bayıldım :) Çünkü kırk yıldır ben de o silahı kullanmayı öğrenmek için çırpınıp, duruyorum. Takıntılarım bile var bu konuda… Mutlaka siyah olacak ve onu elime aldığımda yüreğimin çarpıntısı, hayallerimle kucaklaşacak… Koleksiyonum bile var. Kimsenin değil dokunup kullanmak, yanına bile yaklaşamadığı bir koleksiyon… Gönlümü almak, gözüme girmek isteyen bana güzel bir kalem hediye ederse, dünyanın en şanslı insanı oluyor :) Yani öyle bir aşk, hem de tutkulu bir aşk var kalemle aramda… O yüzden silahı sadece kalem olan mafya haberini alınca, üye olmaktan başka şansım kalmadı…
Bu satırları da üye sayısını arttırmak ve onların gözüne girebilmek için yazmaya karar verdim :) Hadi gelin, hep beraber üyesi olmadan bu Kültür Mafyasını tanıyalım… Kurucular: Turgay Özçelik, Cansel Uygun, Engin Karabacak. Tetikçileri ise Sinan Sülün. Sanat dünyasındaki, özellikle de Edebiyat dünyasındaki kemikleşmiş, dinozorlaşmış; kapılarını yeni, genç yeteneklere sıkı sıkı kapatmış, adı konulmayan mevcut mafya düzenine çomak sokarak, biz de varız diyebilmek için kendi mafyalarını kurmaya karar verirler. Mart 2010 yılında kolektif bir blog kurarlar ve çok kısa bir süre içerisinde yirmi küsur yazarlı bir web sitesine dönüşürler. Samimi, bağımsız ve özgün içerikle dertlerini, hayallerini paylaşarak, kendileri gibi genç ve sesini duyurmak için can
atan yazar adaylarını etrafına toplayarak, iki yıl içerisinde ciddi bir takipçi sayısına ulaşırlar. Sonra genç yaşlarına rağmen, internette suya yazı yazmaktan sıkılıp, yazılarının ömürlerini uzatmak ve sayfalarını koklarcasına çevirip, okumak ve okutmak için Ekim ayında dergi çıkarmaya karar verirler. Birbirlerinin hayallerine sahip çıkarak ve hayallerinin peşinden giderek, kurdukları bu kültür mafyasıyla, sadece kalemlerini kullanarak mutlu olmak ve mutlu etmek istiyorlar. Öğrenciden öğretim görevlisine, gazetecisinden televizyoncusuna kadar, birçok farklı meslek grubundan olan yazar kadrosu, tecrübe ve birikimlerini paylaşarak okumayı ve okutmayı daha zevkli hale getirebilmek için bütün yeteneklerini kullanıyorlar. Ve bir mafya gibi çalışmaya kararlı görünüyorlar. Çünkü yakında kitap yayıncılığına da el atmayı düşünüyorlar… Sizi bilmem ama ben, ironik bir çerçeveden bakan ve mevcut merkeziyetçi sanat dünyasına rağmen, ayakta kalmaya kararlı görünen bu mafyanın peşinden gözü kapalı giderim… :)
Meliha Doğu
melihadogu@mikadergi.com
28
AZİZ NESİN
SİNİRLENMEK MEDENİYETTİR
Dergimizin editörü Meliha Doğu’nun 18 yıl önce, Marmara Üniversitesi, Gazetecilik bölümünde okurken, ödev olarak yaptığı bir röportaj… Sivas davasının karara bağlandığı güne denk gelmesi tamamen tesadüf olsa da, davanın yarattığı o karamsar havada yapılmış olsa da, yine de düşündürürken, gülümsetebilecek bir röportaj… Tarih 26 Aralık, 1994 yılı… Her söylediği olay yaratan ve sürekli gündemde olan Aziz Nesin’le görüşmeye gidiyorum. Çok heyecanlıyım. Çünkü hayatımda ilk defa röportaj yapacağım. Çocukluğumdan beri sevdiğim ve tanımayı çok istediğim bir insan… Çok gerginim. Çünkü birkaç saat önce Sivas davası karara bağlandı. 124 sanığın yargılandığı davada 26 kişi 15’er yıla, 60 kişi 3’er yıla mahküm edildi; 12 sanık ise tahliye edildi. DGM Başsavcısı Nusret Demiral, sanıkların katliamda ‘’asıl fail olmadıklarını’’ belirtirken, yazar Aziz Nesin’i ‘’olayların sorumlusu’’ olarak ilan ettiği bir dava… Bu düşüncelerle Beşiktaş’taki evinin kapısını çalıyorum. Gülümseyerek, sinirli olduğunu gizlemeye çalışıyor… Zamanımızın çok kısıtlı olduğunu, bir saat sonra onun adına düzenlenmiş bir toplantıya gitmek zorunda olduğunu özür dilercesine söylüyor… Yorgun görünüyor. Onunla konuşmak isteyen sadece ben değilim. Telefon sürekli çalıyor, Kanal 6 ve ATV muhabirleri de Sivas davası ile ilgili görüşlerini almak için sırasını bekliyor. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyor, elim ayağım titriyor. Heyecandan bayılmak üzereyim. Taparcasına sevdiğim ve onun gibi olmayı hayal ettiğim bir yazar var karşımda… Gerginliği azaltmak için, Sivas davasından değil de, çocukluğundan başlamak istiyorum, ama heyecandan hazırladığım bütün
soruları unutuyorum. Ve en son, hatta hiç sormamam gereken soru ağzımdan çıkıveriyor.
Dine önem verilen bir ailede yetiştiniz. Arapçayı öğrenip, hafız oldunuz. Ne zaman dinsiz oldunuz? Aman Allah’ım acayip sinirleniyor. ‘’Ne biçim soru bu ya? Kimsin sen?’’ diye gürleyerek, yanıma yaklaşıyor. Bulgaristan göçmeni olduğumu ve dört sene önce Türkiye’ye geldiğimi öğrendiğinde, gülümseyerek elini omzuma koyup ve konuşmaya başlıyor: ‘’Kızım insan durup dururken ve kendi kendine dinsiz olmaz:) Yirmi, otuz yaşlarında bir kuşku üzerine dinsiz oldum. O zamana kadar da hiç dindar olmadım. Çocukken de dindar değildim, ama müslümandım. Bir korku vardı içimde. Belki de Allah korkusu… Sonra okuya okuya bu hale geldim. Bana göre Tanrı insanları değil, insan Tanrı’yı yarattı.
29
karalamasını yapıp, bi türlü yazamadığımdır’’ Ben çok erken, daha ilkokuldayken yazarlığı diyorsunuz.’’ Derdiniz ne? Niye yazıyorsunuz?
Ne zaman yazmaya başladınız?
seçtim kafamda. Hayalimde benim için ideal olan yazarlıktı. Tiyatro yazarlığı, şiir yazarlığı ve her şey… Yazar olmak istiyordum, ama bi fiil Harp okulunda yazmaya başladım.
Peki, ama siz o yıllarda Kurmay, General olmak için girmediniz mi Harp okuluna? Atılmasaydınız ne yapacaktınız?
İşte öyle zannediyordum ki General şair de olabilir aynı zamanda. Nitekim böyleleri de var. Hikaye, roman yazan generaller var. Sonra da onları ordudaki askerlere satarlar.
Benim sanatımla önce kendimi, sonra okurlarımı değiştirmek istiyorum. Yani bulundukları durumlardan memnun olmasınlar, iyiye doğru kendilerini değiştirsinler istiyorum. Ben kendimi yazdıklarımla değiştiriyorum. Tabii ki yazın yoluyla bu değişim olmaz. Ama insanlara değişme isteği verir. Ben yazarken düşünen bir insanım ve hep daha iyisini yazmak için çabaladım. Sürekli yazma fırsatı çok az buldum hayatımda. Zaman boşluklarını çok iyi kullanabildiğim için bu kadar yazabildim. Eğer sürekli yazma fırsatı bulabilseydim, daha çok yazabilirdim.
Yazı konularını kolay bulabiliyor musunuz?
Ergenlik çağımdan sonra bütün yaşamım boyunca Oldu! Yaşamıma, insanlığıma katkısı oldu. En zor hiçbir gece yalnız yatmadım :) Her gece koynumda şartlarda nasıl çalışabileceğimi ve sürekli çalışmayı bir dünya güzeli saydığım bir öykü, bir şiir, bir oyun, bir roman, herhangi bir yazı tasarısı olmuştur, onlarla askerde öğrendim. Hem bireysel yaşamımda, hem toplumsal rüyalarımda yaşamışımdır… yaşamımda o denli kötü durumlarda kaldım ki, Bir de ben şanslı bir adamım. Sevdiğim işi bütün bunlara dayanma sebebim, askerlikte yapıyorum! İnsanın sevmediği bir işi yapması ve öğrendiğim dayanma gücü oldu. sevmediği bir kadınla yaşaması dünyanın en zor işidir. ‘’En büyük yapıtım benim. Bunca yıl Zor değil, olanaksız bence…
Askerliğin, yazarlığınıza katkısı oldu mu?
30
Kolay yazar mısınız? Ben yazarken düşünen insanım. Bir de yaratıcı eserler yazmam için benim bizzat elimle yazmam gerekiyor. O zaman düşünebiliyorum ancak. Beni yazabileceğim en iyi eseri yazamadığım duygusu kemir hep. Bu kadar yıllık yazarım, hala bir öykü yazmak için, bir şiir yazmak için, bir deneme, bir roman yazmak için kağıdın başına oturunca içime bir korku girer. Ya yazamazsam, ya bundan önceki çizgimi tutturamazsam diye… Sizin şöyle bir sözünüz var:’’Sosyalist bir ülkede yazar, kapitalist bir ülkede tüccar olmalıymışım’’ O espri olarak söylenmiştir. Çünkü bizim ülkede ancak tüccarlar zengin olabiliyor, o ülkelerde ise yazarlar zengindir.
Salman Rüştü’nün ‘’Şeytan ayetleri’’ kitabını yayınlamak istediğinizde karşılaştığınız tepkiler sizi korkuttu mu? Şu anlamda korkuttu. Her insan, hele aydınsa ölmekten, öldürülmekten korkar. Bu normal bir olaydır. Ama ben etkisine girmedim. Öldüreceklerse öldürsünler. İşte devlet de onlara yardım ediyor. Nasıl yardım ediyor, öldürün diye değil. Öyle yasalar çıkarıyor ki, işlerini kolaylaştırıyor. Laik ise Türkiye, bu kitap yayımlanır. Ama devlet, bu kitap Türkiye’ye giremez diye bir kararname çıkarıyor. Bu kararnameye ben karşı geliyorum ve kitabı yayımlamak istiyorum. Ama kitabı çevirecek adam bulamıyorum. Bazıları geliyor, 5-10 sayfa çeviriyor, sonra korkup kaçıyor. Onun için ben her zaman söylediğim gibi bu Türk milletin %60 aptal diyorsam, %60’tan daha da fazlası korkaktır, ikiyüzlüdür.
Kaç yaşında sosyalist oldunuz ve neyin etkisi Aydınlarımız korkuyor. Siz neden oldu? Aman Allah’ın, yine yanlış bir soru sordum. korkmuyorsunuz? Aydınlar korkuyor, halk korkuyor, ben de Yine sinirleniyor. korkuyorum. Ama korkudan yüce duygular vardır Yaş dönemi 18-19 diye bir şey olur mu? Öyle insanda. Neden kokmayayım. Ben öldürülmekten yaprak yaprak çevrilmez. İnsan yavaş yavaş gelişir, kokmuyorum demekle, ben hayvanım demektir. Ben hayvan değil, insanım. Öldürülmekten korkuyorum, geliştikçe de seçimler yapar. Ben düşüncelerimi yoklayınca gençliğimden ama ölüm korkusundan daha yüce duygular var beri sosyalist tohumların bende bulunduğunu insanda. anlıyorum. Ocak ayında Hiroşima Vakfı ödülünü alacaksınız. İktidar neden sizi her zaman sakıncalı biri Ne hissediyorsunuz? Elbette seviniyorum. Paralı olduğu için daha olarak gördü ve gösterdi? Doğru tabi. Ben her zaman iktidara da çok seviniyorum. Bugüne kadar çok ödül aldım, karşı sakıncalı bir insandım. Çünkü iktidarı ama hiç biri paralı değildi. Ödül töreni Stokholm’da beğenmiyorum, beğenmedim hiçbir zaman. Zaten olacak. o iktidar meydanda. Bakın Türkiye’yi bu hale Yurt dışında daha çok seviliyorsunuz ve daha getirdi. Ben Türkiye’nin bu duruma gelmesinden çok ödül alıyorsunuz. Bu sizi rahatsız ediyor mu? memnun değilim. Ekonomik olarak, toplumsal Tabi, çok rahatsız ediyor. Taa başından beri. Bir olarak, kültürel olarak yavaş yavaş bu hale yazar önce kendi memleketinde değeri bilinmelidir. getirdiler. Tabii bu halkın sizi sevmediği anlamına gelmez.
31
Korktuğu için bunu ifade edemiyor. Beni halk ödüllendiriyor zaten. En çok kitap satan yazar benim. Fakat diğer ödüller aydınlar tarafından veriliyor. Onlarla aram iyi değil demektir. Bu beni rahatsız ediyor tabi. İnsan önce ulusal değer olmalıdır, ondan sonda uluslar arası.
Bazı edebiyatçılar sizi edebiyatçı olarak değil, sadece mizahçı olarak değerlendiriyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Mizah edebiyat sayılmaz mı? Ben insanlara, ben edebiyatçıyım diye anlatmak zorunda değilim. Kim ne isterse düşünsün. Yalnız bunun neden böyle olduğunu düşünmek gerekiyor. Düşünmek ne demek? Bir olay olduğu zaman, bu olayın niçinini araştırmak demektir. Ben size anahtar verecek değilim. Siz düşünün. Bu kadar korkak sürüsü, bu kadar koyun sürüsü, elbette içlerinden çıkan başka bir adama, kendilerine benzemeyen bir adama söylemedikleri laf kalmayacak. Benim öykülerim, romanlarım, oyunlarım, şiirlerim, bütün yazdıklarım ortada. Ben düşünen ve hesaplaşmayı seven bir insanım… Kendimle, başkalarıyla, dünyayla, hükümetlerle, yaşamla, gericilikle, cuntalarla, diktatörlüklerle, akılsızlıklarla, korkaklıkla, yasalarla hesaplaştım. O yüzden tutuklandım, yargılandım, sürgünlere gönderildim. ‘’Benim düşüncem bu! Siz nasıl isterseniz öyle düşünün, yeter ki düşünün’’ diyerek, insanları dürtüklemek istedim. Ben daima reddedilen bir yazar oldum Türkiye’de. Eleştirmenler beni yok saydılar. Bir edebiyatçı olarak ben yoktum bu dünyada onlar için. Ama halkım kitaplarımı okuyarak beni sessizce ödüllendirdi. Ben Türkiye’de en çok yazan, en çok satan ve sadece yazdıklarıyla geçinen yazarım. Belki de bunu çekemedikleri için beni yok saydılar. Ama politik olarak hiçbir zaman yok
sayamadılar…
Gelelim Sivas olayına… Oraya gitmeden önce böyle bir tepkiyle karşılaşacağınızı bekliyor muydunuz? Nasıl tahmin edebilirim. Nasıl böyle bir soru sorabiliyorsunuz siz? Tepki olacağını bilseydim gitmezdim oraya. Ayrıca böyle bir şey olmaz. Bir şeyler olacağını bile bile kimse gitmez. Ben kendimden gitmedim ki oraya, beni çağırdılar. Benim memleketimin yakını, Şebinkarahisarlıyım ben. Oraya kaç kere gittim. Her zaman beni iyi karşıladılar. Ben yine öyle karşılanacağım diye gittim. Mahkeme kararıyla ilgili ne düşünüyorsunuz? Şimdi mahkeme kararı verilmiş. Ben sanıyorum ki 15 yıl değil, 15 ay yatıp çıkarlar. Aflarla, iyi hallerle filan ailelerine kavuşurlar. Ama onlar suçlu değil zaten. Suçlu, onları bu suçu işleyecek ortamını hazırlayanın. Yani yasaları hazırlayan hükümetler, bakanlar, cumhurbaşkanları. Asıl suçlu onlar. Bu ödün verici yasaları çoğaltarak, bu ortamı daha da gerginleştireceklerdir. Ne zamandan beri başladılar? Taa Atatürk’ün ölümünden sonra yavaş yavaş, parça parça ödün vere vere bu noktaya geldiler. Sonra hızlandılar. 20 yıllık cezalar 15 yıla indirildi. Buna neden olarak da tahrik unsuru gösterildi. Tahrik eden hem kendileridir, hem de devlettir. Benim konuşmalarımda tahrik bulan insanların ana dillerini bildiklerini sanmıyorum. Tabi bu mahkeme kararıdır, bir şey söylemek istemiyorum. Doğru da olmaz. Siz de söyletmeyin. Dokunulmazlıkla zırhlanmış bu adamlar. Dokunulmaz, dokunamazsınız. Dokunursanız yanarsınız. Ben öyle tehlikeli bir adam oluyorum ki, 15 yıldan daha ağır bir ceza da alabilirim. Mümkündür.
32
Böyle bir dava açıldı mı? Hayır, bugüne kadar böyle bir dava açılmadı. Ama açabilirler. Mümkündür… Ama aydınlara büyük görev düşüyor. Artık namus borcu haline geldi. Yarın bunun nereye kadar gideceğini hiç kimse bilemez bugünden. Çünkü hiç bu duruma gelmemiştik. Bunları yıllardan beri söyledim, yazdım. Ümraniye’de fiziksel çöplük patladı. Türkiye şaşırdı, fiziksel çöplük patlar mı diye. Patlar. Fizik, kimya kitapları yazıyor. İşte bu Sivas olayı da bir patlama. Orada toplumsal çöpler birikti. Kim biriktirdi bu çöpleri? Parlamento biriktirdi. Bakanlar, Başbakanlar, Cumhurbaşkanları. Devleti temsil eden bu adamlar bu çöpleri biriktire biriktire bu noktaya getirdiler. Şimdi beni, onu bunu suçlayacaklardır, gereken cezayı vereceklerdir. Versinler. Sorun değil. Vicdanları da rahat etsin. Bir hafta, 10 gün önce Berlin’de Uluslar arası mahkemesinde jüri üyesiydim. Bu Vietnam savaşının suçlularını bulmak için zamanında kurulan bir mahkemedir. O zamandan beri, 20 yıldır bu mahkeme toplanmaktadır. Ben bu toplantıya katıldım. Bu toplantıda Fransız, İngiliz, İtalyan…vs avukatları, profesörleri gelip konuştular. Söyledikleri de şuydu. Türkiye insan hakları ihlalinde dünya ikincisidir. Ben bundan utandım. Ama devlet temsilcileri utanmıyor. Ve hala Gümrük Birliği, Avrupa Birliği’ne geçeriz diye uğraşıyorlar. Ama nasıl? Hangi sıfatla? İnsan hakları ihlalinde dünya ikincisi olarak mı? Utanmak bana düşüyor… Avrupa’da da insan hakları ihlali çok fazla… Sizce Avrupa’nın Türkiye’deki demokratikleşmeye katkıda bulunabilir mi?
Tabi Avrupa aydınlarını ve Avrupa politikacılarını ayırmak lazım bir kere… Avrupa’da has aydınlar var. Onların mücadelesi bize destek olabilir. Ama ben Avrupa devletlerine güvenmiyorum. Ben aslında dünyada hiçbir hükümete, devlete güvenmiyorum. Bütün alçaklıkları yapanlar, savaşları çıkaranlar devletlerdir. Kendi çıkarları için. Ondan sonra da aydınları, halkı kandırıyorlar. Gelen bir telefonla görüşmemiz sona eriyor. Toplantıya yetişebilmek için hemen çıkması gerektiğini söyleyerek, özür diliyor. Çok yakında bir daha görüşmek ve uzun uzun sadece edebiyat konuşmak için sözleşiyoruz…
33
mika dergi
/mikadergi beÄ&#x;endiniz mi?
34
Mika Dergi
İnsanlar Uyanıyor
Son hapisliği çok zor gelmişti. Cezaevinden çıktıktan sonra, bir taşra ilçesindeki hele o sürgünlüğü canına tak etmişti. Sürgün süresi dolup da başkente dönünce, kendisini kentin kalabalığı içinde büsbütün yalnız buldu. Karısı, daha cezaevindeyken ondan boşanmıştı. Bu durumda insan ister istemez karamsarlığa düşer, hele parası, bir geçim yolu yoksa… Politikadan elini eteğini çekip geçinebileceği bir iş mi aramalıydı? İlkin başını sokacak bir dam altı bulması gerekiyordu. Kentin orta yerlerindeki evlerin kirası çok yüksekti, yalnız oradakiler değil, dolaydakiler de öyle… Kirasını ödeyemediği için, icra memurlarının evine gelip, külüstür daktilo makinesini,
bir iki parça eski püskü eşyasını haczetmelerinden artık bıkıp usanmıştı. Hele konu komşunun, ilk gördükleri bir yabansı yaratığa bakar gibi, süzerek kendisine bakmalarından, korkulu, meraklı gözlerden, düşman bakışlarından bıkmıştı. Onun için uzaklarda, dış mahallelerden de ötelerde, tenha bir yerlerde, ucuz, küçücük bir ev, kiralık ev arıyordu. Araya taraya buldu böyle bir yer; bir buçuk odalı küçücük bir gecekondu. Aşağı yukarı yaya gidişle kente iki saat uzaklıkta, bir tepe üzerine kurulmuş beş on gecekonduluk bir küçümencik mahalleydi burası. Üstelik gecekonduların birbirinden uzak oluşu, onun için çok iyiydi. İki eski bavul dolusu kitaplarından, bir parça eski
öteberisinden başka bir şey yoktu. Gecekondunun pencereleri bile, perde yerine eski gazete kağıtlarıyla örttü. Mutluydu. Şimdi artık, geçinebilmek için bir küçük iş arayıp bulmalıydı. Evinin az ötesinde, ama tam karşısında, baraka içinde bir bakkal dükkanı vardı. Bakkalın az solunda, derme çatma bir sundurmada da manav vardı. Alışverişini bu ikisinden yapıyordu. Gide gele, bakkalla manavın ahbabı olmuştu. İkisi de durumlarından, az kazançlarından yakınıyordu. Alışverişleri pek azdı. Günde beş, altı müşteri ancak geliyordu dükkanlarına. Onlar da çok para bırakan yağlı müşteriler değildi. Büyük sermayeleri olmadığı için de daha işlek yerde dükkan açamıyorlardı. G e c e k o n d u y a taşınmasından birkaç gün sonra, bakkalın önünde bir simitçi gelmeye başlamıştı. Her öğleden sonra gelir, hava kararıncaya kadar orda kalırdı. Daha sonra simitçinin yanına bir mısırcı gelmeye başladı. Manavın köşesinde bir adam, camekan içinde tatlı, kurabiye filan satmaya başladı.
35
Derken bir kundura boyacısı, daha sonra bir gezgin şerbetçi, bir helvacı da oraya yerleşti. Hatta eski şemsiye altında bir kundura tamircisi bile ortaya çıktı. Kısa zamanda gecekondunun karşısı bir küçük pazar yeri olmuştu. Bir çöpçü, sabahtan akşama kadar oraları süpürür dururdu. Bir sürü gezgin esnaf dolmuştu. Bakkalla manavın arasına bir kır kahvesi bile kuruldu. Gidiş-geliş, gelip-geçen arttı. Ne zamandan beri boş duran komşu gecekonduların odaları da kiralandı. Bu cümbüşlü, neşeli havadan mutluluk duyuyordu. Ne var ki, hala işsizdi. O kadar iş aradığı halde bulamıyordu. İş verecek gibi olup, hemen onun arkasından gelen polisten kimliğini öğrenenler iş vermekten vazgeçiyorlardı. Arkadaşları da onun gibi parasız, işsiz olduklarından borç bulması da olanaksızdı. Hiç olmazsa, oturduğu gecekondunun kirasından kurtulmak için, bir arkadaşının kentte bir apartmandaki tek odasını onunla bölüşecekti. Arkadaşının bu önerisini kabul etti, ama buradan çıkması kolay değildi. Bakkal, manava, daha bir iki satıcıya çok küçük de olsa borçları vardı. Borçlarını ödemesi gerekirdi. Bir gece evinde, neyini satıp da borçlarını
ödeyeceğini, nasıl taşınacağını düşünürken kapısı çalındı. Gelen üç kişiydi; bakkal, manav, bir de kır kahvesinin sahibi. Yoksul odasına utanarak bu üç konuğu aldı. ‘’Kusura bakmayın, size ikram edecek ne kahvem, ne başka şeyim var’’ dedi. Bakkal gülümseyerek, ‘’Zararı yok, biz bir şeyler getirdik, işte kahve, işte şeker…’’ diye elindeki kese kağıdını masanın üstüne koydu. Pek şaştı. Niçin bunları getirmişlerdi? İlkin, alacaklarını istemeye geldiklerini sanmıştı, ama bu hediyeler ne oluyordu. Manav, ‘’Duyduğumuz doğruysa, buradan taşınıyormuşsunuz’’ dedi. ‘’Evet, taşınacağım’’. Şimdi anlamıştı, neden geldiklerini. Onlara olan borcunu ödemeden taşınacağını sanıp, telaşlanmış olmalıydılar. ‘’Evet, ama siz nerden duydunuz taşınacağımı?’’ Kahveci, anlamlı anlamlı, ‘’Biz duyarız, hem de yerinden duyarız’’ dedi. ‘’Merak etmeyin, sizlere olan borcumu ödemeden taşınacak değilim’’ Kahveci, ‘’Şimdi ayıp ettin işte abey, senden alacak isteyen mi var?’’ dedi. Bakkal, ‘’Sözünü etmeye bile değmez beyim, zaten kaç para ki…’’ dedi. Manav, ‘’Benden sana helal olsun, katiyen istemem
ve de versen almam…’’dedi. ‘’Ama niçin?’’ ‘’Biz senin değerini bilenlerdeniz beyim… Senin bize çok iyiliğin var’’. Boğazına bir düğüm oturdu, zorlukla,’’ Estağfurullah’’ diyebildi. Demek ki onu tanıyorlar, bu halk için çalıştığını biliyorlardı. Ne diye umutsuzluğa kapılmıştı, ne diye karamsarlaşmıştı da, politikadan çekilmeye karar kalkışmıştı. Hiç bu insanlar bırakılır mıydı?’’ Kahveci,’ ’ Vazgeçin buradan taşınmaktan, çok rica ederiz’’ dedi. Manav ekledi: ‘’Evet, bunu ricaya geldik’’. ‘’Taşınmak zorundayım, çünkü kirayı veremiyorum’’. Manav, ‘’Biliyoruz, her şeyi biliyoruz’’ dedi. ‘’Biz, bura esnafı düşündük, danıştık, sonunda sizin kiranızı aramızda toplayıp her ay ödemeye karar verdik. Yeter ki siz buradan çıkmayın…’’ Bakkal,’’Bizden ayrılmayın yeter, kirayı hiç düşünmeyin’’ dedi. Gözleri buğulanmıştı sevinçten, nerdeyse ağlayacaktı. Halk uğruna bunca yıllık mücadelenin sonunda, kendisine ilk olarak değer veriliyordu.‘’Olmaz, kabul edemem’’ dedi. ‘’Sonra yalnız kira değil, Sonra yalnız kira değil, işsizim. Burada geçinmek zor, bir arkadaşımın yanına sığınacağım.
36
Kahveci, ‘’Biz bura esnafı kaç gündür hep bu işi konuşuyoruz’’ dedi, ‘’Biz her şeyi düşündük, sizin geçiminizi de… Sizin aylık geçiminiz her ne kadarsa biz aramızda denkleştirip vereceğiz... Ne olur, çıkmayın buradan… Bizi yüzüstü bırakmayın…’’ Üçü birdeb yalvarıyordu. Nerdeyse kendini tutamayıp ağlayacaktı. Kim ne derse desin, memlekette büyük bir gelişme, insanlarda büyük bir uyanma vardı. Demek bunca yıl boşuna çalışmamışlardı. Eskiden olsa, bu adamlar ona selam bile vermezlerdi. ‘’Çok teşekkür ederim, sağ olun!’’dedi. ‘’Beni çok duygulandırdınız. Ama kabul edemem yardımınızı…’’ Yeniden yalvarmaya başladılar. Bakkal, ‘’Bu yer size laik değil, oturulacak ev değil… Burasını beğenmiyorsanız, hemen şuracıkta iki katlı bir ev var, üst katı kiralık. Banyosu da var hem de. Orasını size tutalım’’. Kahveci, Bizim istediğimiz, sizin bu mahalleden, bizden uzaklaşmamanız’’ dedi. Çok merak etmeye başlamıştı: ‘’Peki ama niçin burada kalmamı istiyorsunuz?’’. ‘’Besbelli beyim… Bunca esnaf sizin sayenizde geçiniyoruz’’. ‘’Estağfurullah… Ben sizden öyle büyük alışveriş yapamıyorum ki…’’ ‘’Sizin alışverişiniz hiç…
Asıl alışveriş başka. Siz buraya uğur getirdiniz. Siz gelmeden önce dükkanıma günde üç dört müşteri ancak uğrardı. Siz burasını canlandırdınız, neşelendirdiniz. Baksanıza yeni yeni dükkanlar açıldı’’. Bakkal, ‘’Hep sizin sayenizde’’ dedi. Kahveci, ‘’Bize acıyın, siz buradan taşınırsanız biz hepimiz hapı yuttuk. En başta ben, kahveyi kapatmak zorunda kalırım’’. Manav, ‘’Siz bu mahalleden taşınırsanız, buraları yine eskisi gibi sönük kalır, bütün esnaf dağılır. Bizler de çoluk çocuk aç, sefil kalırız…’’ dedi. Bir yalvarma daha tutturdular. Çoluk çocukları vardı, onlara acımalıydı. Hepsi onun sayesinde geçinip gidiyorlardı işte… İstese ona aylık bile bağlayacaklardı. ‘’Sağ olun, ama benim öyle büyük hizmetlerim yok’’ dedi. ‘’Hem elim ayağım tutarken çalışmalıyım… Ben ne yaptım ki size ki buradan ayrılmamı istemiyorsunuz?’’ Manav, ‘’Daha ne yapacaksınız, sizin iyiliğinizi unutamayız. Siz bu gecekonduya taşınınca, sizi dikizleyip gözaltında tutmak için, çöpçü kılığında polisler geldi. O polisleri kontrol için de başka polisler geldi. Buraları ana-baba günü oldu’’ dedi. Bakkal,’’İlkin bizden sorup öğrenirlerdi sizin neler yaptığınızı’’dedi.
Manav, ‘’Bunlar hep bizden alışverişe başladılar. Sonra eskici geldi, kundura tamircisi, şekerci, turşucu, simitçi filan geldi. Kahveci, ‘’Ben de bir kahve açıp sayende geçinmeye başladım beyim. Akşama kadar kahvemde oturuyor, tavla iskambil oynuyorlar. En azından üçer dörder kahve içseler, tamam’’. Onlara acı acı baktı, ‘’Bunlar hepsi sivil polis mi?’’ dedi. ‘’Polis olan da var, olmayanı da… Bir yerde on kişi birikti mi, yanına elli kişi toplaşır… Şimdi siz buradan taşınırsanız, burası yine eski haline dönecek. Arkanızdan bütün polisler gider’’. Bakkal, ‘’İşte o zaman yandık!’’ dedi. Manav, ‘’Fakir fukaraya acıyın!’’dedi. Kahveci, ‘’Hiç olmazsa, biz sermaye toplayana kadar buradan taşınmasanız…’’dedi. Düşündü. Başka yerde aynı durum başına gelecekti. ‘’Peki, buradan taşınmayacağım, ama alın şu getirdiklerinizi’’. Masa üstünde duran dört kesekağıdını bakkal verdi. Giderken manav, ‘’Öbür arkadaşlara müjdeyi verelim mi?’’ dedi. ‘’Evet, taşınmayacağım… Sizden bir şey istediğim de yok…’’ Kahveci, ‘’Allah razı olsun…’’ dedi.
37
mika dergi
#mikadergi edebiyatâ€˜Äą takip et
38
Mika Dergi
‘’Onun acısını kendisinden başka kimse bilemezdi. Onu öldüren, daha doğrusu yavaş yavaş ölüme götüren bir yaraydı bu… Ölmekten değil, ölememekten korkuyordu. Ona ‘’Kızıl Panter’’ adını takmış olanların karşısında sorguya çekilmekten korkuyordu…’’
Mika Dergi
Doğuştan Suçlu Bir Adam ‘’Böcek’’, Erhan Bener’in 1981 yılında yazdığı, 12 Eylül 1980 öncesi dönemine tanıklık eden, o ortamı ve havayı yansıtan bir romanıdır. Hümanizmini en çarpıcı biçimde sergilediği bir başyapıt… Yazar olayları ve çatışmaları, devletin bir maşası olan Komiser Recai Bey’in çerçevesinden bakarak, anlatmayı seçmiştir. Her yönüyle nefret edilebilecek bir polisin, psikolojik çözümlemesini yaparak, onun da aslında insan olduğunu hatırlatarak, nasıl bu hale geldiğini anlatmıştır. Daha çocukken öldürülen, ölmeye mahküm edilen hikayesini okudukça, onun adına üzülmeye, onu anlamaya ve hak vermeye başlıyoruz. Babası bir kalasın altında can veren, dayısının şiddetine maruz kalan, otomobil tamircisinin dükkanında çıraklık yapan; basımevinde herkesin itip kaktığı, koca koca adamların, kağıt deposu diye kullanılan bodrumda ırzına geçmeye kalktıkları Recai’nin başka türlü olması da olanaksız gibi görülüyor zaten… Hiç kimseden, annesinden bile sevgi görmeyen, yapayalnız; yaşarken ölmeye mahküm edilen bir insan. Bir kaza sonucu çıkan yangında ölen kardeşinin ölümünden sorumlu tutulmuş, onun da o kazada küçücük
bir çocuk olduğunu unutup, kendini savunmasına olanak vermeden suçlu ilan edilmiştir. Oysa o da kardeşiyle birlikte ölmüştür o yangında. Vücudu yanmamıştır, ama ölüm daha o zaman girmiştir vücuduna… Çocukluğundan beri yaşadıklarının yarattığı bilinçaltı öfkeyle, etrafındakileri birer böcek gibi görmektedir. Her yana pisliklerini bulaştıran, mikrop saçan birer hamam böceği… Neron gibi olmayı düşler. Yakmaktan başka çaresi yoktur, çünkü başka türlü bu pisliğin temizlenemeyeceğini düşünür. Aynı pisliğin kendi içinde de olduğunu bilir. İçinde ve dışında… Kafasında, giysilerinde, iç çamaşırlarında, düşlerinde. Özellikle de düşlerinde… Psikasteni, yani hastalık hastası, mikrop hastası olduğunu söyleyen doktoruna kızsa da, kapı tokmağını mendiliyle tutarken yakalar bazen kendini. Karpuzu ve kavunu kesmeden önce sabunlu suyla yıkarken de biraz titiz olmak zorunda olduğunu düşünerek, kendini kandırır ve avutur… Kaba, ilkel, işkenceci, rüşvetçi, kadın ve aydın düşmanı olan Komiser Recai’nin lakabı boşuna‘’Kızıl Panter’’ değildir. Amansızdır… Yalnız memurlarına karşı değil, suçlulara karşı da amansızdır. Onun eline düşmekten ödü kopar sabıkalıların. Onun için
‘acımak’ gülünç bir sözcüktür. O kimseye acımaz, ama zalim de değildir. Yalnız görevini en iyi biçimde yapmaya çalıştır. Kendisince en iyi olduğunu sandığı biçimde yapar. Ama maalesef yirmi yıllık lekesiz bir meslek yaşamından sonra hayatına bir kadın girer, hayatı alt üst olur ve hızla ölüme doğru sürüklenmeye başlar. Ondan nefret eden, her gününü cehenneme çeviren, onu bir kadınla aldatan karısına nedense karşı çıkamaz, her istediğini yerine getirir. Tıpkı hükümlü olduğunu bile bile ve her gün biraz daha saplandığı çıkmazdan değil kurtulmak, tersine daha da çok batmak için gözlerini bağlamayı yeğlediği gibi… Çünkü gerçekte yufka yüreklinin biridir o. Bütün katı görünüşü belki de bu yumuşaklığını veya korkaklığını örtmek içindir… Yaşama yeteneğini yitirse bile, yüreğindeki sevgi açlığını bastıramaz… ‘’Bağıra bağıra ağlamak istiyor şimdi. Bomboş geçen yaşamına… Anlamsız ölümüne.Kimse ağlamayacak arkasından… İnsan yaşadığına inanması ve ona bir değer vermesi için, ölümünden sonra arkasından birilerinin ağlayacağına inanması gerektiğine düşünüyor…’’
39
40
Kadın Hikayeleri
SEVİŞMEM LAZIM ‘’Artık sevişmem lazım anne! Öyle ya da böyle sevişmem lazım. Kazık kadar oldum. Otuz beş yaşındayım yaa… Benim yaşımdakiler birkaç kez aşık oldu, evlendi, ayrıldı, çocuk doğurdu, ihanete uğradı, ihanet etti… Ya ben?!.’’ Genç kadın elindeki fotoğrafa kızgın kızgın bakarak, konuşmaya devam etti: ‘’Hem bu defa istesen de engel olamazsın anne. Çok kararlıyım.’’ ‘’Bu adamı tanıyor musun’’ der gibi bakıyordu annesi ona. ‘’Tanımıyorum anne, tanımıyorum! Ayrıca tanımak da istemiyorum! Sadece sevişmek istiyorum. Sana ne ya? Bu benim hayatım. Ne
istersem onu yaparım. Öyle bakma anne! Öyle bakma!’’ ‘’Hiçbir şeyin eksik değil. Paran, pulun var. Daha ne istiyorsun?’’ teranesini duymak istemiyorum. ‘’Her şeyim var öyle mi? Ama ben yokum, ben… Sayenizde benim bir hayatım yok! Olmadı. Kusura bakma ama artık olmalı! Sen öleli beş sene oldu, babam öleli ise on sene. Sizin yüzünüzden hayatı ve insanları tanıyamadım. Tek başıma sokağa bile çıkamadım. Değil erkek arkadaşım, kız arkadaşım bile olmadı. Üniversiteye bile her gün babam götürüp, getirdi. Bir mahkum hayatı yaşattınız bana… Pısırık, kişiliksiz ve
korkak biri olup çıktım…’’ Genç kadın elindeki fotoğrafı yere attı. ‘’Bana nankör deme anne! Beni çıldırtma! Hayatınızı bana adadığınızı, beni mutlu etmek için bunları yaptığınızı söyleme! Ben hiçbir zaman mutlu olmadım. Mutluluğun ne olduğunu bile öğrenemedim. Her şeye siz karar veriyordunuz. Ama artık bitti… Buraya kadar!’’ Müziğin sesini açtı. Etrafı toparlamaya başladı. Kitaplığın tozunu aldı. Kitapları düzeltirken babasının fotoğrafı yere düştü. Alıp, yerine babasının bakışını
koyarken hüzünlü yakaladı.
Mika Dergi
‘’Kızım, senin üzülmeni istemiyorum. Sen öyle tecrübesizsin ki, kolayca aldanabilirsin’’ der gibi bakıyordu. ‘’Hayır baba, senin söylediklerine kulak asmayacağım. Hem öyle bakma bana! Sen çok mu iyi davrandın anneme? Onu çok mu mutlu ettin? Bir kez olsun annemin güldüğünü, mutluluktan havalara uçtuğunu görmedim. Görevi sana hizmet etmekti bu hayatta! Evden dışarı çıkması, televizyon seyretmesi, müzik dinlemesi bile yasaktı. Haftada bir kez dışarı çıkabiliyordu, o da seninle beraber alışveriş yapmak için’’… ‘’Şunu getir, bunu götür, yemek hazır mı, ilaçlarım nerede’nin dışında şu kadının elini tutarak ve gözlerinin içine bakarak onunla hiç konuştun mu? ‘’Ben sizin için köpek gibi çalışıyorum’un dışında başka bir cümle duymadım ben bu evde. Ben senden bu şatafatı, bu evleri, bu serveti istedim mi?’’ Birden bir tokat sesi duyuldu. Genç kadın elini yanağına götürdü ve korkudan ayakları titremeye başladı. Yere düşmüş fotoğraftan babası ona
meydan okuyordu sanki. ‘’Seni gidi nankör! Prensesler gibi büyüttük, en iyi okullarda okuttuk. Karşılığı bu mu olmalıydı?’’ ‘’Evet, altın kafeste büyüdük, en iyi okullarda okuduk. Sonra da turşumuz kuruldu ve eve kapatıldık. Artık beni korkutamazsın baba! Sen annemle beni eve hapsederken, sekreterinle eğlenmesini biliyordun ama?!. Sonra da utanmadan eve gelip, namus nutukları çekiyordun. Yediğin haltlardan haberimizin olmadığını mı zannediyordun? Mükemmel bir baba, mükemmel bir koca, namus abidesi bir işadamı rolünü çok severdin. Ama kendinden başkasını kandıramazdın’’. Genç kadın, babasının fotoğrafını küçük küçük parçalara yırtıp, çöpe attı. ‘’Senin yerin orası işte! Of ya, kurtuldum zincirlerinden! Ben bunu şimdiye kadar niye yapmadım ki?’’
eline aldı, sonra birden vazgeçti ve şişeyi çöpe attı. Bu yaşına kadar hiç içki içmemişti… Şarap şişesini aldı:’’Bugün bütün ilklerin günü olsun’’ diyerek içmeye başladı.
‘’Adam öleli on sene olmuş ben hala ondan korkuyorum ve hala onun saçma sapan kuralları çerçevesinde yaşıyorum. Yaşamak denirse buna tabii ki?!. Bugün her şey değişmeli…’’
Banyoya koşup duş aldı. Elbisesini giydi ve güzel bir makyaj yaptı. Kendini çok heyecanlı, mutlu ve garip hissediyordu. Yirmi yaşında yaşaması gereken şeyleri otuz beş yaşında yaşayacaktı. En cahil olduğu konuya da balıklama dalmak üzereydi. Ne olacağını, nasıl olacağını düşünmek istemiyordu… Parfümünü sıkmış, aynada kendine bakarken kapı çaldı. Genç kadın heyecanlandı. Tam kapıyı açmaya gidiyordu ki bir çığlık onu durdurdu. Annesinin sesini duyar gibi oldu. Fotoğrafını eline aldı: ‘’Kızım ya bu adam senin canını acıtırsa, seni üzerse? Ben mezardan çıkıp seni koruyamam, yardım edemem!’’ ‘’Merak etme anne, hiçbir erkek beni babam kadar üzemez, canımı acıtamaz. Kendimi korumasını öğrenmeliyim ve artık sevişmelim anne! Seni seviyorum!’’ diyerek, fotoğrafı öptü ve çekmeceye koydu…
Çok gerilmişti. Rahatlamak için bir şeyler içmek istedi. Pasiflora şişesini
Kapıyı açtı. Karşısında duran erkeğe sarıldı ve ‘’Uzun yıllardır seni bekliyorum’’ dedi.
41
42
Aziz Nesin BOŞUNA
Sen yoksun... Boşuna yağıyor yağmur. Birlikte ıslanmayacağız ki. Boşuna bu nehir, Çırpınıp pırpırlanması. Kıyısında oturup göremeyeceğiz ki... Uzar uzar gider. Boşuna yorulur yollar. Birlikte yürüyemeyeceğiz ki… Özlemlerde ayrılıklar da boşuna. Öyle uzaklardayız. Birlikte ağlayamayacağız ki. Seviyorum seni boşuna… Boşuna yaşıyorum. Yaşamı bölüşemeyeceğiz ki ...
ÖLÜME EĞİLMEK
Uyumaya değil Rüyalarıma gidiyorum Orada yaşayacağım isteğimce Uyanıkken hiç yaşayamadığım
Hepsi de gençti güzeldi Sevdim sevildim diye aldanarak Son gördüğüm onlar olacak Bunca yıldır sevgiye dayanamadığım Ölüme değil Sonsuzluğa gidiyorum Orda dinleneceğim gönlümce Yaşarken hiç mi hiç dinlenemediğim Kalemim yine elimde Kağıtlarım da önümde Son uykusunda düşecek başım Sağlığımda hiç eğmediğim.
KENDİME ÖĞÜT
Uslanma hiç hep deli kal Büyüme sakın çocuk kal Es deli deli böyle kal Son harmanında sevdanın Tüken toz toz savrula kal Suçüstü bulmalı ölüm Ölürken de sevdalı kal ...
43
HOŞÇAKAL GÜZEL DÜNYAM
Hiç kimse buyur etmedi beni. Bu dünyada hiçbir yere. Ama açtım bütün kapıları tekmeleyerek. Bütün engelleri göğüsleyip yıkarak. Buyurun dediler o zaman incelikle. Buyur ettiler ve buyurdum. Elimden geldiğince görevimi yaptım. Gülümsedim hıçkırıklarımı boğarak. Sonunda kimsenin yorulmadığı denli yoruldum. Artık kapılar açık kalsın. Bundan sonra gireceklere. Şimdi dinlenmeye gidiyorum… Hoşcakal güzel dünyam.
SİVAS ACISI
Ben tanırım Bu bulut bizim oranın bulutu Hemşeriyiz ne de olsa Benim için kalkmış ta Sivas’tan gelmiş Yurdumun bulutu Başımın üstünde yeri var Ben bilirim Bu rüzgar bizim oranın rüzgarı Hemşerimiz ne de olsa Benim için kopup gelmiş yayladan Yurdumun rüzgarı Kurutsun diye akan kanlarımı Ben anlarım Bu acı bizim ora işi, hançer acısı Bir ülkedeniz ne de olsa Aynı dili konuşsak da Anlamayız birbirimizi Hançerin nakışı Tanıdım acısından, Sivas işi Ben duyarım, duyumsarım Bizim oranın sızısı bu Binip kara bir buluta Sivas ilinden
Sivas rüzgarında uçup gelmiş Helallik dilemeye Ey yüreğimin onmaz acıları Ey beynimin dinmez sancıları Suç ne bende, ne de sende Ne de olsa yurttaşımsın Kapalı da olsa bütün vicdan kapıları yüzüme Bilmelisin, bir yerin var can evimde…
YAŞIYORUM DEMEK
Çok merak ediyorum kendimi Başıma bir şey mi geldi Öldüm mü kaldım mı Hiçbir haber yok kendimden Bu sabah kapımı çaldım Kapıyı açan kendim Bir süre kendime baktım Bu güleç yüz bendim Oh ne güzel bir sabah Bugün de yaşıyorum demek Benden başka yok kimsem Beni merak edecek.
YOK
Kitabımı sana adamak istedim. Gözlerine baktım, Gözlerin yok… Öpmek istedim. Yüzüne baktım, Yüzün yok… Tutmak istedim elini. Elin yok. Isıt sözlerimi yüreğe işleyen kulakların yok Anlat bana bir şey anlat Dilin yok Haydi yan yana yanın yok Kitabımı sana adamak istedim Adın yok Güvercin getirdi şiirimi geriye Bu dünyada anlattığın kadın yok…
44
Mika Dergi
Nereye Gidiyoruz? Çocukken dedelerimiz ninelerimiz ne zaman bizleri bir arada görseler hemen yanlarına çağırıp, ‘’Biz eskiden büyüklerimizin yanında yaramazlık yapmazdık. Yolda bir yaşlı görsek izin almadan önüne geçmezdik. Elinde bir şey varsa taşımasına yardım ederdik’’diye eski anılarını kendi çocukluklarını daha fakir olduklarını, ama daha saygılı ve mutlu olduklarını anlatırlardı. Bizler de sıkılır onların bizi çağıracaklarını anlayınca hemen bir bahane bulup ortadan kaybolurduk. Şimdi hepimiz birer birey anne baba olduk. Hayat yaşam çevre koşulları eskiye nazaran daha da zorlaştı. Çocuklarımızla, çevreyle ve insanlarla çıkmaza girer çözüm bulamadığımız anlarla karşılaşırız öyle anlar olur ki ne eğitim işe yarar ne de sağduyu ve işte o zaman, ‘’Keşke büyüklerimizin yanından kaçmak için bahaneler üreteceğimize onlarla daha çok şeyler paylaşsaydık daha çok öğrenseydik ki çocuklarımıza o kültürü, dostluğu, insanlığı daha kolay ve doğru aktarabilseydi…’’ deriz.
Etrafıma bakıyorum da büyüklerle büyüyen çocuklar daha saygılı, daha sağduyulu, akıllı daha az hata yapan bireyler olarak yetişiyorlar. İnsanlara güvenmeyi sevmeyi daha iyi biliyorlar. Bizler çocukluğumuzda mahallede toplanır önce yapmamız gereken işlerimizi birbirimize yardım ederek çabucak yapar, sonra da akşama kadar oyun oynardık. Karnımız acıkınca arkadaşlarımızla birlikte her gün birimizin evine gider yemek yerdik. Annelerimiz evde olmasa bile komşularımız bize annemizi aratmazdı. Düşsek ya da biriyle kavga etsek, komşu teyzeler önümüzde durur bizi korurlardı. Ben okula gidene kadar komşularımızın evlerini kendi evim biliyordum. Onlar bizim komşumuz değil Ayşe teyzem ya da halamdı. Akraba bağımızın olmadığını onların evlerinin benim evim olmadığını idrak ettiğimde çok üzülmüş günlerce ağlamıştım. Bizim evde olmayan bir şey komşumuzda var ise bizimdi. Annem değişik bir yemek yapacak olsa, bir tabakta mutlaka komşuya gönderir onlarla paylaşırdı.
Öyle burada olduğu gibi her köşe başında bakkal ya da market yoktu. Ev hali akşam ansızın misafirimiz gelse evde asla bir telaş yaşanmazdı komşular gelir herkes bir şey hazırlar çarçabuk misafir ağırlanırdı. Şimdi bırakın misafir için hazırlık yapmayı komşumuz günlerce evinde aç kalsa kimsenin haberi olmuyor. Nerde o eski komşuluklar nerde o eski insanlar… Hala çocukluğum aklıma geldiğinde duygulanırım. Benim çocuklarım bu sıcak ilişkiler içerisinde büyümediler. Etrafındaki insanlar, komşularımız onlar için hep birer yabancı oldular. Bu bizim çocuklarımızın suçu mu yoksa çevrenin mi? Bazen onları yanıma çağırıp ninemle dedem gibi eski anılarımı anlatmaya kalkarım. Onlarda bizim yaptığımız gibi ‘’Off anne’’ deyip kaçarlar. Yirmi senede ilişkiler bu hale geldiyse bir yirmi sene sonrasını düşünmek bile istemiyorum.
Ayşegül Atalay
a.atalay@mikadergi.com
Mika Dergi
45
46
KİTAP TANITIM
Mika Dergi
O Muhteşem Hayatımız
Bizim Diyar
Oya Baydar
Sevinç Çokum
Roman derinlerde saklı gerçeklerle y ü z l e ş m e y e davet ediyor. Muhteşem, ışıltılı, kusursuz görünen yüzümüzde kendi kendimizden bile sakladığımız ne yıkımlar gizler? Kendini yüzleşmek
tanımak, kendi insanı nerelere
Balkanlardan göçün hazin hikayesi… Atalarının topraklarını, bavulunu toplayıp, istemeye istemeye terk edenlerin yaşadıkları. Başlarına gelen ve gelecekleri kabullenmeme savunmasının zaman
gerçeğiyle sürükler?
zaman küçük bir ailenin fertlerini bile nasıl karşı karşıya getirebildiğini gözler önüne seriyor.
‘’Hangisi gerçek hayatım benim? Kendi yaşadığım mı, onun anlattığı mı…’’
Yazar ustalığını sadece tarihi bir süreci aktarmakla göstermiyor, bir çok gelenek ve göreneğini de, o zamanın penceresinden anlatıyor.
Yaşar Kemal:Sözün Büyücüsü
Gönül Meseli Tuna Kiremitçi
Feridun Andaç
Yaşar kemal’i anlatmaya değil, anlamaya yönelik bir yazı yolcuğuna bizi davet ediyor kitap.
Maneviyat üzerine bir roman. En geniş anlamıyla maneviyat… Aşk, dostluk, ya da vefa bunun birer parçası. Romandaki karakterler de manevi dayanak noktaları bularak trajedileriyle başa
Aslında kitaba, Andaç’ın ‘’yazın ve Yaşamın Gerçeğinde Yaşar Kemal’’ çalışmasına uğrakları da
giden demek yerinde
yolun olur.
Bir tür yazarla/yapıtla kurulan söyleşim. Sözün büyülü evrenine yolculuk…
çıkmaya başarıyorlar,
çalışıyorlar. Bazen bazen başaramıyorlar…
Sahip olma hırsı bizi nereye kadar götürür? Sahip olmayı başarsak bile, bu defa kaybetme korkusu bizi yiyip bitirmeye başlamaz mı? Ya sonunda sahip olunabilecek bir şey kalmazsa?
47
48
Espas
Bir Avuç Mazi
Selma Sancı
Fügen Ünal Şen
Matbaalarda, tekstil atölyelerinde çalışan roman kişilerin yaşamlarından sunulan kesitler yakın tarihimizin önemli bir dönemine, 1980 darbesi günlerine rastlıyor. S e l m a Sancı, o tedirgin
Üçüncü kuşak bir mübadil olan yazarın, küçükken masal gibi dinlediği tek tük anıları elle tutulur kılabilmek kaygısıyla yazdığı bir roman... 1924 yılında, mübadele nedeniyle, Yunanistan’daki evini,
dönemdeki insanların iç dünyasına giden bir yolculuğa bizi davet ediyor, orada olup bitenleri anlamamıza yardım ediyor. Roman hem matbaaların işleyişine, hem de demokrasiye verdiğimiz uzun araya gönderme yapıyor.
toprağını, mazisini kısaca memleketini bırakmak zorunda kalan bir ailenin hikayesi.
Tutunamayanlar
Hadiye’ye Mektuplar
Oğuz Atay
Tarih sayfalarında sıkışıp kalmış olan o günlerdeki yaşananlar, çekilen eziyetlere rağmen taze tutulan umutlar…
Reşan Nuri Güntekin
Selim Işık’ın intihar ettiğini öğrenen Turgut Özben, ihmal ettiğini düşündüğü arkadaşının geçmişinin izini sürmeye ve Selim’in tanıdığı insanlar aracılığıyla onu tanımaya çalışır. Her insana farklı bir yönünü gösteren Selim’in görüntüsü, Turgut’un bu insanlarla konuşması sonucu okuyucunun ve Turgut’un gözünde netlik kazanacaktır. Romanda bir çok kişi vardır ama her biri aslında Selim’in hayatındaki kişilerdir ve tüm anlatılanlar Selim Işık’ı aydınlatır. Selim Işık “düşünen ve sorgulayan insan”ın simgesidir ve bu yüzden “tutunamamış”tır.
Genç ve âşık bir öğretmen, karısından ayrı kalan bir koca, hayat mücadelesi veren bir adam... Reşat Nuri, eşi Hadiye Hanım’a yazdığı mektuplarda bilinmeyen yönleriyle ya da kimliğiyle
tam
da hayatın karşımıza
ortasındaki çıkıyor.
1927 ile 1941 yılları arasında yazdığı bu mektuplarda, zor, telaşlı ve değişken hayatlarına tanıklık etmeye davet ediyor.
49
Cumhurbaşkalığı Ödülleri
Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük ödülleri bu yıl, eserlerinde gelenekle yeni arasında köprü rolü üstlendiği için Selim İleri’ye, Türk tarihini evrensel bir boyuta taşıması dolayısıyla Prof.Dr.Şükrü Hanioğlu’na ve klasik Türk ve tasavvuf müziğini geniş kitlelere ulaştırması dolayısıyla Ahmet Hatipoğlu’na verildi. Türkiye’nin arkeoloji alanındaki zengin birikimini dünya mirasına sunulacak zenginlikte sergiledikleri için Zeugma Antik Kenti ve Müzesi de ödüle laik görüldü. Ödül töreni, daha sonra duyurulacak bir tarihte Çankaya Köşkü’nde yapılacak.
ÖDÜLLER Nobel Edebiyat Ödülü
Booker Edebiyat Ödülü
Siyasetten ekonomiye 2012’nin en çok konuşulan ülkesi Çin oldu. Nobel Akademisi de modaya uydu ve 1901’den beri ilk kez bir Çin vatandaşı olan Mo Yan’a edebiyat Ödülü’nü verdi. Henüz Türkçeye çevrilmiş bir eseri olmayan Mo Yan’ın 80’e yakın roman, öykü ve deneme kitabı var. Kendisine sorulduğunda, ‘’Tavsiye etmesem de isterseniz bütün romanlarımı atlayabilirsiniz, ama bunu mutlaka okumalısınız’’ diyor. İngilizceye ’Big Breasts& Wide Hips’ (Büyük Göğüsler&Geniş Kalçalar) adıyla çevrildi. Eserde tarihi, savaşı, siyaseti, açlığı, dini, aşkı ve seksi yazdığını söylüyor, ama aslında başından sonuna kadar Çin’in 20. yüzyılını anlatıyor.
Altmış yaşındaki Hilary Mantel ülkesinin ve edebiyat dünyasının en prestijli roman ödülünü, Bring Up the Bodies’’ adlı romanıyla kazandı. Romanında 1500’lü yılların İngilteresinde iktidara gelen ve ülkesinin kaderini değiştiren Thomas Cromwell’le Anne Boleyn’in hikayesini anlatıyor. Modern İngilizce dilinde yazanlardan en iyisi olduğunu söyledikleri Hilary Mantel, son üç yılda ikinci kez bu ödülü almaktadır.
50
Mika Dergi
AŞK
Haykırışım sana değil ki Yüreğime, dağlara,denizlere Artık güneş doğmuyor Isıtmıyor içimi Her yer zifiri karanlık Sen yıldızları bile esirger oldun Ben den Bir kara kaplı defterim var Sürekli seni anlattığım Bir de şekerli kahvem Soruyorum her gün kendime Aşk nedir aşk acı çekmek mi Aşk kavuşamamak mı Aşk sevilmediğini bilerek Sevmek mi
SEN YOKSUN
Artık güneş eskisi kadar parlak değil Deniz de sanki da hırçın ve karanlık Üzeri yosun tutmuş siyah kayalara Öfkeyle çarpıp dururken haykırıyor sanki Etrafına saçılan köpükler Yanağımdan akan damlalara karışıyor. Ben buradayım.Aynı yerde,aynı masada
Sana söz verdiğim gibi Şahitlerimiz de burada benimle birlikte Ama sen yoksun Sadece ben siyah kuğular ve birde Şekerli kahven….
YAŞAMAK MI BU?
İçi boşaltılmış bir mumyayım sanki Öylece camın önünde oturmuş Dalgın gözlerle etrafı seyreden Anılar gözümün önünden Bir film şeridi gibi akıp giderken Ben sadece dalgın gözlerle seyrediyorum. Ruhumdun sen benim Bedenime can veren İşığımdın , yolumu aydınlatan Suyundum ruhumu besleyen Uzanan elimi tuta bilseydin Dokuna bilseydin kanayan yüreğime Gözlerim gözlerinde yüreğim yüreğinde Yok olup giderken
Ayşegül Atalay
a.atalay@mikadergi.com
51
YARIŞMA ve FESTİVALLER
Güncel Sanat Dergisi “Şiir ve Öykü” Yarışması
Tilki Kitap “Şiir” Yarışması
Naim Tirali “Öykü Yarışması”
Her iki yarışma için konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde yayımlanmamış iki şiir ve bir öykü ile katılınabilir.
Yarışmada konu, ölçü sınırı yoktur. Yarışmacılar en fazla beş şiir ile katılabiliyor ve katılım sadece www.tilkikitap.com adresi üzerinden yapılacaktır. Yarışmaya katılım 5 Haziran’da başlamıştır ve 26 Ekim 2012 ‘ye kadar devam edecektir ve aynı gün oy oranına göre dereceye girenler belirlenmiş olacak.
Gazeteci ve yazar Naim Tirali’nin adını yaşatmak ve onun öykücülük anlayışını gelecek kuşaklara aktarmak amacıyla, ailesi tarafından her yıl verilecek öykü ödülü düzenleniyor. Ödül 5bin TL değerinde.1Ekim 2011- 31 Ekim 2012 tarihleri arasında yayımlanmış eserler katılabilir. Seçici kurul, Doğan Hızlan, Semih Gümüş, Yekta Koparan, Prof. Cevdet Çapan, Oktay Akbal, Nursel Duruel ve Dr. Emine Tirali’den oluşmaktadır. Son başvuru tarihi 25 Aralık 2012
Katılım süreci 1 Temmuz’da başlamıştır, 24 Ocak 2013 tarihinde sona erecektir. Her iki yarışma için, a l a n y a g u n c e l @ g m a il . c o m ve 05324094521 numaralı telefondan bilgi edinilebilir.
Türkan Saylan “Sanat ve Bilim” Ödülleri
İlki düzenlenen bu yarışmanın amacı yeni şiir ve şairlerin ortaya çıkmasına önayak olmaktır.
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği tarafından 2011 yılında başlatılan Türkan Saylan Sanat ve Bilim Ödülleri’nin üçüncüsü sanat dalında “öykü” bilimsel araştırma dalında “demokrasi açısından sivil toplum kuruluşlarının önemi ve işlevi” alanlarına ayrılmıştır.
yayımlanmış bir kitap ya da hazır bir “kitap dosyası” yla aday olunabilir.
Sanat Dalı: Öykü.Ödüle 19 Mayıs 2012 ile 19 Şubat 2013 tarihleri arasında öykü olarak
Son başvuru : 15 Mart 2113
Seçici Kurul: Oya Adalı, Prof. Dr. Aysel Çelikel, Yusuf Çotuksöken, Prof. Dr. Selahattin Dilidüzgün, Yrd. Doç. Dr. Necdet Neydim, Prof. Dr. Sedat Sever
52
BİZE
İ Z İ N İ L A Y HA IN YAZ
HAYALİNİZİ YAZIN, YAYINLAYALIM... editor@mikadergi.com Bize hayalinizi yazın, Mika Dergi sayfalarında yer alma şansı yakalayın. Gönderen kişiler arasında yapılacak çekiliş ile, 1 okuyucuya kitap hediye edilecektir. Bize; editor@mikadergi.com adresinden ulaşabilirsiniz. Gönderilen makaleler, bir sonraki sayı itibariyle Mika Dergi ‘de yayınlanmaya başlayacaktır.