Mika Dergi - 1. Sayı

Page 1

mika dergi Aylık Online Edebiyat, Kültür & Sanat Dergisi

sayı 1 | ağustos 2012

Kadın Hikayeleri Meliha ’nın Öykü Bahçesi KameraNarkası Siz Hiç Mektup Yazdınız Mı?

Alakarga Yayınevi

Erkan Aslan Özel Röportaj

Franz Kafka Yalnız ve Mutsuz Yazar HAYALİNİZİ BİZE YAZIN

Hayalinizi bizimle paylaşın, her ay dergimizin sayfalarında yer alma ve kitap kazanma şansı yakalayın.

Detaylar Arka Kapakta


2

İçindekiler

Sayfa 6

Siz Hiç Mektup Yazdınız Mı? Sevdiğiniz, özlediğiniz, uzun zamandır haber almadığınız birine en son ne zman mektup yaydınız? Ya da size gelen bir mektubu okurken, heyecandan bayılacak gibi oldunuz mu hiç?

Sayfa 10

Meliha ‘nın Öykü Bahçesi Dergimizin editörü Meliha Doğu’nin öykülerinın yer aldığı bahçesinde bu ay ‘‘Bugün senin doğum günün’’ başlıklı öyküsünü okuyabilirsiniz.

Sayfa 12

Franz Kafka Bazen gerçeğin peşinden koşan, bazen de kaldıramadığı gerçeklerden kaçan; doğuştan yalnızlığa mahkum edilen, ömrü boyunca yalnızlığı seven ve tercih eden bir insan ve yazar.

Sayfa 20

Erkan Aslan - Röportaj Yayınlamazsak deli olacaktık diyerek, Mart 2012 ‘de yayın hayatına başlayan Alakarga Yayınevi Genel Müdürü; Erkan Aslan ile yaptığımız röportaj.

Sayfa 24

Kadın Hikayeleri Seven, sevilen, acı çeken, başarılar peşinde koşan, herşeye rağmen ayakta durmaya kararlı olan kadınların hikayeleri.

Sayfa 32

KameraNarkası KameraNarkası ekibinin çektiği dizi, sosyal medyanın yeni yıldızı olmaya aday.

Künye Emin Doğu

Meliha Doğu

Genel Yayın Yönetmeni emindogu@mikadergi.com

Editör & İçerik Yöneticisi melihadogu@mikadergi.com

Merve Odabaşı

Yazar Olun

Sanat Danışmanı merveodabasi@@mikadergi.com

Mika Dergi ‘de Yazar Olun editor@mikadergi.com


Editörden

Mika Dergi, Yayın Hayatına Başladı... Her şey bir hayalle başlar… Küçücük bir çocuk, dedesinin işten dönmesini beklerken, çiçekleri, böcekleri ve gökyüzündeki bulutları inceleyerek, hayaller kurmaya ve hikayeler uydurmaya başladı. O küçücük hayallerin gerçekleşmesini sağlayan dede ise, uydurulan her hikayeyi alkışlayarak, yeni yeni hikayelerin uydurulmasını teşvik eder. Her şey hayalle başlar, ama uzun süre hayalde kalır… Bir gün o büyümüş, hatta yaşlanmaya başlamış çocuk, kendisi gibi hayal kurmaya seven arkadaşlarını toplayıp, ‘’Hayal’’ adında bir dergi kurmaya ve hikayelerini orada anlatmaya karar verirler. Herkes hevesle çalışmaya başlar, ama hesaba katılmayan bir engel ortaya çıkar. ‘’Hayal’’ adında bir dergi zaten vardır :( Hayallere küsmeden, yeni dergi ismi arayışına girilir ve uzun arayışlar sonunda ‘’Mika’’ olmasına karar verilir. Böylece bir hayalle başlayan

İletişim

Reklam

ve hayallerin peşinde gitmeyi sevenler tarafından hazırlanan; evren pulu anlamına gelen ‘’Mika’’ dergi yayın hayatına başlamış oldu. Amacımız, Mika dergi sayfalarını, sanat bahçesindeki renkli renkli çiçeklerden birer tutam serpiştirmek :) Her ay bir yazarın biyografisini ve bir yazı türünü incelemeyi; ilgi çekici röportajlar hazırlamayı; sevdiğimiz ve yeni çıkan kitaplar tanıtmayı düşünüyoruz. Öykü, şiir, sanat haberleri de ekleyerek, zengin bir içerik oluşturmak için elimizden geleni yapmaya kararlıyız. Bu sayımızda, bizim gibi hayallerin peşinde giden ünlü yazar Franz Kafka’nın biyografisine yer verdik. Röportajımızı ise, yayın dünyasındaki bütün engelleri aşıp, hayallerin peşinde koşmaya kararlı olan Alakarga Yayınevi’nin genel müdürü Erkan Aslan’la yaptık. Hayalden yola çıkmışken özellikle de unutulmaya yüz

Genel İletişim info@mikadergi.com

Reklam & Tanıtım reklam@mikadergi.com

tutmuş bir yazı türünü ele aldık: Mektup. Kim bilir belki de mektup yazmanın ve almanın güzelliğini hatırlatarak, gülümsemek ve gülümsetmek istedik :) Kısıtlı ekip ve imkanlarla, özgün ve kaliteli bir içerik oluşturmaya çalıştığımız dergimizde, var olabilecek eksiklikler konusunda anlayış göstereceğinizi umuyoruz. Bu konuda her türlü görüş, öneri ve eleştirilerinizi bize info@mikadergi.com adresinden iletebilirsiniz. Ayrıca Mika Dergi, kapılarını okuyucularına da açıyor. Sizler de yazı ve hikayelerinizi bize göndererek, dergimizde yer alabilirsiniz. Meliha Doğu Editör & İçerik Yöneticisi

3


4

Mika Dergi

SANAT & SERGİ HABERLERİ Ara Güler ‘in “Aphrodisias Çığlığı” Sergisi

Pera Müzesi ‘nde “Deneyim Ötesi” Sergisi

Hitit Kralı ‘nın “3 Bin Yıllık” Heykeli

Dünyaca ünlü fotoğraf sanatçımız, 1958 yılına ait Aphrodisias fotoğraflarını 1-30 Ağustos tarihleri arasında Datça’da sergiliyor. Renkli ve siyah beyaz toplam kırk fotoğraftan oluşan bu serginin hikayesi de enteresan… 1958 yılında dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in Aydın’da bir baraj açma törenini fotoğraflamak için yola çıkan Ara Güler, törene geç kalınca Aydın Valiliğinin tahsis ettiği jeeple Menderes’i izlemeye giderken yolunu kaybeder ve yolu Aphrodisias ile kesişir. Burada Antik kenti ve bu kentte yaşayan insanları, antik kent kalıntıları altında kalmış çığlık çığlığa “beni gün yüzüne çıkarın” diyen görüntülerle karşılaşır.

Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi, 10 Ağustos-30 Eylül 2012 tarihleri arasında “Deneyimin Ötesi” başlıklı sergiye ev sahipliği yapacak.

Hatay’ın Reyhanlı ilçesi Demirköprü Köyü yakınlarında, Toronto Üniversitesi’nden Prof. Dr. Timothy Harrison başkanlığındaki 8 ülkeden 47 kişilik ekip, Hitit Kralı 2. Şuppiluliuma’ya ait 3 bin yıl öncesine dayanan bir heykel buldu. Sakallı, bukleli saçlı, kollarında özel bileklikler olan heykelin üst kısmı sağlam bir şekilde bulunurken, heykelin alt kısmınaysa henüz ulaşılamadı. Arka kısmında “Şuppiluliuma” ifadesi bulunan ve bazalt taşından yapılan heykel, 1.5 metre yüksekliğinde ve yaklaşık 1.5 ton ağırlığında. Heykelin en büyük özelliğiyse gözlerinin özel taştan siyah beyaz olarak yapılıp sonradan takılmış olması.

Müzeden yapılan açıklamaya göre, müzede, İzmir’den Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin resim, heykel, seramik, geleneksel Türk sanatları, tekstil ve moda tasarımı, sahne tasarımı, grafik, fotoğraf ve sinema gibi farklı sanat dallarından 85 genç sanatçının 150’yi aşkın eseri, Türkiye ve uluslararası sanat çevreleriyle buluşturulacak.


5


6

Mika Dergi

Siz Hiç, Mektup Yazdınız Mı?

Sevdiğiniz, özlediğiniz birine en son ne zaman mektup yazdınız? Gözlerinin içine bakarak söylemekten çekindiğiniz; kim bilir belki de kendinize bile itiraf etmeye çekindiğiniz duygularınızı tüm çıplaklığı ile satırlara dökerek, dile getirdiniz mi? Sayfaların arasına da ortak bir anınızı canlandıracak, alıp bir yerlere götürecek ve baktıkça tekrar tekrar yaşatarak, mutlu edecek bir resim veya çiçek koyup, zarfı da bir tutam sevgiyle yapıştırarak, postaneye koştunuz mu? Sonra da heyecanla postacının kapınızı çalmasını beklerken saatleri, günleri saydınız mı? Beklediğiniz cevap geldiğinde ise titreyen ellerle zarfı açarken, kuş gibi çırpınan yüreğinizin göğsünüzden fırlayacak diye korktunuz mu?

Gezdiğiniz, gördüğünüz ve çok etkilendiğiniz yerleri, olayları yeteneklerinizi sonuna kadar kullanarak ve hayal gücünüzü de katarak anlattınız mı? Cep telefonunu kullanmadan, internetten resimler indirerek, kopyalayıp yapıştırarak, bir tıkla dosyayı gönderip. ‘’ne demek istediğim anla’’ der gibi kuru ve mekanik bir iletişimden uzak… Siz hiç mektup yazdınız mı?!. ‘’…Saçmalama, bu çağda ne mektubu? Komik olma…’’ dediğinizi duyar gibiyim. Evet, ben komiğim, hatta biraz da geri kafalıyım. İnatla siyah-beyaz fotoğrafları sevmeye devam ettiğim gibi, mektup yazmayı da seviyorum. Sevdiklerime, özlediklerime arada bir yazarım. Babama mesela yirmi yıldır düzenli olarak mektup yazarım…

O telefonlardan nefret ederdi. Yüz yüze konuşmayı sever, hele hele mektuplara bayılırdı. O yüzden ona arada bir yazarım ve ona ait olan eşyaların arasına sıkıştırırım. Hayatımda olup bitenlerden haberi olsun isterim. Hatta bazen köşeye sıkıştığımda veya kendimi yalnız hissettiğimde ondan yardım isterim. Mektubumu okuyunca rüyama gireceğini bilirim. Rüyalarımı da hiç hatırlamam, ama sabahları çok mutlu ve huzurlu uyanırım. Yeniden hayata sarılmak ve gülümsemek için birçok sebep bulurum… Bu mektuplar sayesinde yirmi yıl önce ölen babamı yaşar ve yaşatırım… Ya siz hiç mektup yazdınız mı?


Mika Dergi

Mektup ‘’…Mektup, soylu ve değerli bir sanattır! Bu sanatı böylesine güzel kılan ve ona bunca engin bir yaşam, bunca zenginlik katan yanı, öteki sanatlar gibi yalnızca sanatçılarla bağımlı olmamasıdır. İç dünyasının coşkularına ya da geçici olarak kapıldığı ruhsal atmosfere mektuplar aracılıyla anlatım kazandırmak, her insanın yapabileceği bir şeydir…’’ Stefan Zwaig

Mektup sözcüğü dilimize Arapçadan gelmiştir. Bir başka kimseye gönderilen yazılı kağıt, yazılmış olan anlamlarını taşımaktadır. Türkçesi ‘’betik’’dir. İlk mektup elbette ki yazı icat edilince yazılmıştır ve çok uzun süre tek iletişim aracı olarak kullanılmış ve gelişmiştir. Yazı türü olarak mektuba kimlik kazandıran Cicero’dur. Zamanla mektubun işlevsel boyutu genişlemiş, insanoğlunun düşünsel ve duygusal birikimini sağlayan bir araç olmuştur. Fransız yazar A. Maurois’a göre üç türlü mektup yazıları var: Sadece fikirlerini, düşüncelerini açıklamak için mektup yazanlar; bir iş, olup bitenleri anlatmak için mektup yazanlar; bir de her şeylerini mektuplarına aktaran, başka türlü edemeyenler… Mektubun gizemine kimse dayanamaz, çünkü özel ve kişisel yanları vardır. ‘’Bir kişiye yazılan mektup, bin kişi okuyacakmış gibi yazılmaz’’. Yazanın kişiliğini

yansıtan, yapaylıktan uzak, doğal bir aynadır mektup. Yaşamın tümüne ve her alanına giren ve yansıtan bir ayna olduğu için de konu zenginliği söz konusudur. İnsanın bir dosta, yakınına, sevdiğine günün getirdiklerini ve götürdüklerini; bir olayı; bir kitabı; bir duyguyu; çevresinde gözlemlediklerini; iç dünyasında olup bitenleri, yani her şeyini anlattığı bir araçtır mektup. Mektupta, yazan yazdıklarının gizli kalacağını düşündüğü için de dolaylı anlatım kullanmaz, içinden geldiği gibi yazar. Çünkü burada geçerli olan tek kural vardır: Doğallık, yalınlık ve içtenlik. Dünya edebiyatında da bizim edebiyatımızda da birçok yazar mektup türünü denemiştir. Goethe, Schiller, Voltaire, Diderot, Balzac, Flaubert, Byron, Gogol, Gorki, Dostoyevski, Puşkin, Kafka, Cahit Sıtkı Tarancı, Hazım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Nabi Nayır gibi yazarlardan çok güzel mektuplar kalmıştır bize.

O mektuplarda hem o yazarların yaşam serüvenlerinden, hem yaşadıkları zaman diliminden hem de toplumsal çevrelerinden izler buluyoruz. Kimi yazarlar da mektup türünden biçimsel olarak yararlanmıştır. Örneğin Laclos’un ünlü yapıtı ‘’Tehlikeli alakalar’’da kişilerin birbirine yazdıkları mektupların örülmesinden oluşan bir romandır. Goethe’nin ‘’Genç Warther’in acıları’’, Richardson’un ‘’Pamela’sı’’ da öyle. Bazı yazarlar ise belirli düşünce, görüş ve öğretilerini mektup biçiminde işlemiştir. Mesela: Herder’in ‘’İnsanlığı ilerletmek için mektuplar’’ı; Schiller’in ‘’İnsanın estetik eğitimi üzerine mektuplar’’. Bazı sanatçılar için mektup vazgeçilmez yaşam belgesi olmuştur. Mektuplarında eserlerini hangi duygularla yarattıklarını yansıtmışlardır. Kaynak : Yazı ve Yazınsal Türler (Emin Özdemir - Varlık Yayınları)

7


8

Mika Dergi

Mesela: Mozart üç bine yakın mektubunda müziğin sırrını anlatmıştır. Van Gogh ise, kardeşi Theo’ya gönderdiği altı yüz elli mektubunda, tablolarının gerçek öyküsünü yazmıştır. Voltaire ise sanki mektuba nefes almak, rahatlamak için sığınmıştır. Öyle olmasaydı on sekiz bin mektubu nasıl yazardı… Bir de kadınlara yazılan mektuplar var. Her biri başlı başına sanat eseri sayılabilecek mektuplar… Hele hele oya gibi işlenen, uzun uzun düşünülerek yazılan, buram buram özlem kokan, aşk dolu mektuplar. Dünya ve Türk edebiyatından sayısız örnekler sayabiliriz. Ama Nazım’la yetinmeyi deneyelim: ‘’…Aynı günde iki mektubunu aldım. İki dünya benim oldu. Mektubun birisi ışık ve neşe dolu, öteki bir sonbahar akşamı gibi gölgeli ve hazin. Sevindim ve mahsun oldum. Bilmem ki ne yazayım… Senin altın gözlü, güneş ışıklı başını kollarımın arasına alıp

ona saatlerce bakmalıyım ki, ne söylemek istediğimi anlayasın… Bana aşk mektubu gönder diyorsun?!. Şimdiye kadar

çam ağaçlı bir balkonda olsun, karanlık yalnız senin gözlerinin ışıltısını gördüğüm ılık bir odada, bir hapishanenin görüşme yerinde olsun, mektupla olsun, mektupsuz olsun, nesirle olsun, şiirle olsun, içimden her gelişte sana, seni seviyorum demişimdir… Kara günler g e ç ir i y o r u z karıcığım… Güzel günler göreceğiz… Bunu laf olsun diye söylemiyorum, buna inanıyorum karıcığım. Edison, her şeye rağmen, havasız camın içinde ateşin yanacağına nasıl inanmışsa öyle inanıyorum…’’

gönderdiklerim çoğu neydi? Ben her yerde her zaman yıldızlı bir denizin üstünde,

Mek tuplar… m e k t u p l a r… Y a z ı l m ı ş , yazılamamış, gönderilmiş, gönderilememiş, okunmuş veya okumaya geç kalınmış mektuplar… Hayatımızdan eksilen güzel bir dünyadır mektuplar… Keşke, Stefan Zwaig’ın dediği gibi ‘’… Mektuptan sevgimizi esirgemekle ne büyülü bir şeyi yitirdiğimizin bilincine varabilsek…’’


9

9


10

Meliha ‘nın Öykü Bahçesi

Bugün Senin Doğum Günün Bugün senin doğum günün! Evimizde bir parti düzenledim ve hiç tanımadığım adamları çağırıp, yardım istedim… Senden kalan, seni hatırlatan her şeyden kurtulmak istediğimi söyledim. Öyle sevindiler ki hemen işe giriştiler ve sağ solu karıştırıp, kırıp dökmeye başladılar. Ben de bir köşeye oturup, bize ait ne varsa alıp, götürmelerini seyredaldım. Beş yıldır seni beklemekten yoruldum. Her zamanki gibi ‘’şaka yaptım’’ diyerek kapıdan, bacadan girip, bütün üzüntülerimi unutturmanı hayal etmekten vazgeçtim… Asla gelmeyeceksin! Artık bunu biliyorum. Seni yüreğimden çıkarıp, beynimden silebilmek için de bu yolu seçtim…

Önce salondan başladılar. O çok sevdiğimiz, özenle biriktirdiğimiz, ilk önce kim okuyacak diye tatlı tatlı çekiştiğimiz kitapları kolilere tıka basa doldurdular. Kitaplık, çıplaklığından utanan mahsun bir kadın gibi boynunu büktü. Ama uzun sürmedi. Onu da parçalara ayırıp, ağlamaktan kurtardılar. Sonra da yemek masasına, sehpalara, koltuklara giriştiler… En sevdiğimiz, hep orada oturduğumuz, uzun uzun konuştuğumuz, bazen seviştiğimiz koltuk direnmek istedi. ‘’Bana dokunma! Kalmalıyım!’’ diye inledi, ama ben bile onu duymak istemediğim için kurtulamadı. Duvardaki resimler ise engel olmam için izin almadan konuşmaya başladılar. Hangi

gün, ne sebeple ve ne şekilde bana hediye ettiğini haykırdılar. A l d ı r m a d ı m … Vücudum taş kesilmiş, yüreğim ise kapılarını teker teker kapatmaya başlamıştı. Çalışma odandaki eşyalar boşaltılırken ben bir kadeh şarap eşliğinde, sigara içmeği tercih ettim. O muhteşem CD koleksiyonunun, fotoğraf makinelerinin ve bilgisayarının yok edilişini seyretmek istemedim. Sıra yatak odasına geldiğinde hafiften çakır keyif olmuştum, ama yine de yatak parçalanırken isterik krizine kapılmadan edemedim. O son geceyi unutabilmek için de gözyaşlarımı özgür bıraktım… ‘’Banyodakileri de alalım mı?’’ diye sorduklarında, başımı sallamakla yetindim.


Mika Dergi

Diş fırçanın, parfümlerinin gidişini umursamadım. Çırılçıplak evde yalnız kaldığımda ise hafiflediğimi hissettim. Çantamı alıp, arkama bakmadan kapıyı çarpıp, çıktım. Partinin son bölümünü de tamamlamak için yola koyuldum. Sana geldiğimde hava kararmış, yağmur yağmaya başlamıştı… Karşına dikildiğimde ellerimi koyabilecek bir yer aradım, ama bulamadım. Veda konuşması da hazırlamıştım sözüm ona, ama ağızım kilitlendi, kelimeler de beni terk etti. Rüzgar, vücudumu acımasızca sarsmaya başlayınca bitkin bir halde soğuk toprağın üstüne çöktüm ve beş yıldır yaşadığım kabus tekrar karşıma dikildi… Doğum gününü sadece benimle kutlamak istediğini ve bana bir sürprizin

olduğunu söylemiştin… Sanki benim doğum günümmüş gibi de yemeği pişirip, muhteşem bir masa hazırlamıştın. Romantik bir yemekten sonra da dans edip, deliler gibi sevişmiştik. Pastanı keserken ise:’’Sonsuza kadar benim olmanı diliyorum!’’demiştin. Bana hazırladığın sürprizi sorduğumda ise’’Sabah erken kalkmalıyız’’ diyerek, beni yatak odasına sürüklemiştin. Sorduğum sorulara cevap vermek yerine ise sırtını dönüp, hemen uyumuştun. Ben de çaresizce sana sarılarak, çabucak sabah olması için dua ederken güzel güzel rüyalara dalmıştım. Uyandığımda nerdeyse öğlen olmuştu. Vücudun buz gibiydi… ‘’Yine mi soğuk duş aldın?’’ diye söylenerek, seni uyandırmaya çalıştım. Kıpırdamadın… Sanki

nefes almıyordun… Sarsıp, gözlerini açman için yalvarmaya başladım, ama sen, sen hiç cevap vermedin… Çünkü ölmüştün… Yüzünde mutlu bir gülümsemeyle ve yastığın altında sakladığın uçak biletleriyle beni sonsuza dek terk etmiştin. Bu gerçeği kabullenmek, yokluğuna alışmak imkansızdı. Beş sene boyunca o uçak biletlerine bakıp, geri dönmen için yalvardım. Ama gelmedin. Asla da gelmeyeceksin. Artık bunu biliyorum. O yüzden bugün senin doğum gününde, evimizde bir parti düzenledim ve bize ait olan her şeyi yok ettim. Uçak biletlerini ise sana getirip, sonsuza dek senin olacağımı söylemek istedim. Evet, bugün senin doğum günün! Benim ise sana kavuşma günüm…

11


12

Franz Kafka

“ionse dolortin henis et ationsecte dit nonsequis ‘’Yaşama başladığın anda ilk görev, sınırlarını her an daaugait, quat. Ut lan utpat. ”

raltmak ve bu sınırları aştığın anda da gizlemeyi başarıp, başaramadığını her an sorgulamak…’’


Mika Dergi

13

Doğuştan Yalnızlığa Mahkum Edilen Adam …‘’Bilgeliğin başladığına ilk işaret, ölmek isteğidir. Bu yaşam dayanılmaz görünür, bir başkası ise erişilmez. İnsan ölmek istediği için utanmaz artık; nefret ettiği ilk hücresinden alınıp ilk işi nefret etmeyi öğrenmek olacağı yeni hücresine konulmak için yalvarıp, yakarır. Bunda belirli bir inancın kalıntısı da etkilidir; taşınma sırasında efendi koridorda görünecek, tutkuyla şöyle bir bakacak ve diyecek ki:’’Bu adamın yeniden hücreye kapatılmasına gerek yok. O bana geliyor artık…’’ Hayatı Franz Kafka, taşralı Çek proletaryasından gelip, zengin bir tüccar konumuna yükselmiş Herman Kafka ile zengin ve aydın bir alman yahudisi Julie Kafka’nın ilk çocuğu olarak, 3 Temmuz 1883’de Prag’da dünyaya gelmiş. Çok küçük yaşlarda ölen iki erkek kardeşin yanı sıra, Kafka’nın üç kız kardeşi de vardır. Aile içinde ona en yakın olan kişi en küçük kız kardeşi Ottla’dır. Kafka, Prag halkının yüzde onluk bir bölümünü oluşturan ve ana dilleri Almanca olan kesimidendir, ama tıpkı babası ve annesi gibi Çekçe’ye de son derece hakimdir. Kafka’nın içe dönük, huzursuz ve depresif kişiliğini annesinden aldığı söylense de, tam bir despot olan babası da onun üzerinde sürekli baskı kurarak ve hayatını yönlendirerek onu yalnızlığa mahküm etmiştir. Çocukluğundan itibaren babasının istediği gibi yaşam sürdürmek zorunda kalan Kafka’ya ne yazık annesi hiç destek olmamıştır. Kocasına nazaran daha

eğitimli olmasına rağmen, onun despotluğundan fazlasıyla nasibini alır, ve doğru bulmadığı değer yargıları değiştirebilecek güce sahip olmadığı için, kabullenmekten başka şansı kalmaz… 1893 yılında babasının isteği ile Avusturya lisesinde okumaya başlaması, Kafka’nın yalnızlığının iyiden iyi yiye artmasına ve tamamen içine kapanmasına sebep olur. Çek kökenli bir aileden geldiği halde Almancayı anadili olarak kullandığı için tam bir Çek sayılmayan Kafka’yı, Almanlar da tam anlamıyla kendilerinden görmezler. 1901 yılında Prag’daki Karl Ferdinand Üniversitesinde, Hukuk Fakültesinde okumaya başlar. Eğitimi sırasında Alman Edebiyatı ve Sanat tarihi derslerini de takip eder. Yiddis tiyatro çalışmalarında yer alır ve ilk eseri olan ‘’Bir Savaşın Tasviri’’ adlı öyküsünü de o dönemde yazar. 1906 yılında hukuk eğitimini, doktora ile tamamlar ve bir yıl boyunca da avukatlık stajı yapar. 1907 yılında ise o dönemde çok ünlü olan ‘’Assicurazioni Generali’’

adlı İtalyan sigorta şirketinde memur olarak çalışmaya başlar. Gündüzlerini, çalışmak zorunda olduğu o sıkıcı sigorta şirketinde geçirir. Gecelerini ise metresi gibi gördüğü, görmek zorunda kaldığı Edebiyat’a ayırır. Yazı yazarken çırılçıplak soyunarak kendisi olmaya çalışır. Kendisi olunca da kendi dünyasında kaybolur… Boşuna :’’Kendimden başka eksiğim yok’’ demez. Eserlerinin hepsinde görülen yabancılaşma olgusu, onun gerçekten de doğuştan gelen yalnızlık mahkümiyetini kabullenip, benimsediğini, hatta sevdiğini gösteriyor. Kendi dünyasından çıkınca da her şey değerini yitirir onun için. Bu yüzden de yazdıklarını paylaşmak ve basmak istemez, fazlasıyla kişisel ve değersiz olduklarını düşünür. ‘’Ben kabuslar gördüm, ancak siz onları gerçek kıldınız’ der. Kafka hayatı boyunca metresine ihanet etmez, edemez. Çünkü bir tek onunla vakit geçirirken nefes aldığını, yaşadığını hisseder… Mutlu olur…


14

Mika Dergi

Aşk ve Yalnızlık Hayatına giren tüm kadınlarla mektuplaşan Kafka, duygularını tüm çıplaklığı ile kaleme alır, aşkın gerçekliğine olan şüphelerini ve korkularını dile getirir. 1912 yılında Felice Bauer’le tanışır. Yedi yıl süren ilişkilerinde iki, üç kez nişanlanıp, ayrılırlar. Onunla evlenmemesine neden olarak hastalığını gösterir. Günlüğünde ise, evliliği bir burjuva bağı olarak nitelendirir ve Edebiyat hayatını sürdürebilmesi için yalnızlığa ihtiyacı olduğunu vurgular. 1920 yılında Milena Jesenska ile tanışır. Milena, Kafka’nın Almanca yazdığı eserleri çek diline çevirmek ister. Mektuplaşmaları önce bir arkadaşlık gibi başlar, ama daha sonra tutkulu bir aşka dönüşür. Milena ondan on iki yaş küçüktür ve evlidir. Bu umutsuz ve imkansız aşk Kafka’yı derin acılara sürükler: ‘’En çok seni seviyorum diyorum, ama gerçek sevgi bu değil sanırım. Sen bir bıçaksın, ben de durmadan içimi deşiyorum o bıçakla dersem, gerçek sevgiyi anlatmış olurum belki…’’ Sadece birkaç kez görüşürler, ama bu görüşmeler Kafka’yı çok üzmekle birlikte, yaratıcılığını olumlu yönde etkiler. Ona yazdığı mektuplar edebi açıdan son derece önemlidir. Milena da öyle düşündüğü için her halde bu mektupları, Kafka’nın arkadaşı, Willy Haas’a yayınlanması için verir.

Böylece, edebiyat tarihinin en güzel eserlerinden biri olarak sayılan ‘’Milena’ya mektuplar’’ bize hediye edilir. Yüzyıllar boyunca kim bilir kaç kişi, imkansız aşkını dile getirirken, Kafka’nın şu satırlarını fısıldamıştır: ‘’… Denize düşmüşüz sanki. Elimizde olmadan oradan oraya sürükleniyoruz… Boğulmuyorsak bu da kötülük olsun diyedir…’’ Kafka’nın son ilişkisi ise, ölmeden birkaç ay önce birlikte olduğu Dora Diamant adındaki bir çocuk bakıcısıdır. Aşk ve kadınlar konusunu, Kafka’nın şu sözleriyle noktalayalım: ‘’…Kötülüğün elindeki en yaratıcı silah, savaşa çağrıdır. Kadınlarla yapılan savaşa benzer ki sonu yatakta biter…’’

Edebi Açıdan Etkilendikleri Nobokov’a göre en fazla Flaubert’den etkilenmiştir. Bunu da şöyle açıklar: ‘’Özellikle hukuk ve doğa bilimleri için kullandığı kavramları almış, onlara kuşkusuz ironik bir doğruluk yüklemiş, bunu yaparken kendi kişisel duygularını katmamıştır. Kafka’ya göre ise en çok Fridrih Nietzshe’den etkilenmiştir. Özellikle de ‘’Böyle buyurdu Zerdüşt’’ eseri onu büyülemiştir. Kendi yaşam paraleli olarak filozof Kierkegaard’ı görür Kafka ve onun için ‘’O beni bir arkadaş gibi doğruluyor’’ der.

Kafka ‘nın Ölümü 1917 yılında Verem olduğunu öğrenir. 1918 yılında ise İspanyol gribine yakalanır. Bütün tedavilere rağmen, Kafka’nın sağlığı yıllar geçtikçe kötüleşir. Akciğer kanseri teşhisi konulduğunda ise tedavi için geç kalınır. Gırtlağına kadar ilerleyen kanser yüzünden konuşma yetisini de kaybeder. Yemek yerken de, bir şeyler içerken de dayanılmaz acılar çeker. En son tedavi gördüğü Kierling Sanatoryumunda, 3 haziran 1924 yılında, 41 yaşında hayata veda eder.

Eserleri Yaşadığı dönemde Kafka geniş çevrelerce pek fazla tanınmıyordu, çünkü kendi eserlerine ve yazarlığına güvenmiyordu. Eğer yazdığı kısa metinlerin dışındaki eserlerin de yayınlanmasına izin verseydi, bu durum farklı olabilirdi. Güvensizliği öyle boyutlara ulaşmıştı ki, en yakın arkadaşı ve vasiyetini bıraktığı Max Brod’a yayımlamadığı bütün eserlerini yakıp, yok etmesini ister. Ne büyük bir şanstır ki Brod arkadaşının vasiyetine rağmen onun eserlerini yayımlar ve biz de bu güzel eserleri okuma şansına sahip olduk. Kafka, ancak İkinci Dünya savaşından sonra dünyaca üne ulaşabilmiştir. Önce ABD ve Fransa’da; 50’li yıllarda ise Almanca konuşulan bölgelerde ünlenmiştir.


Mika Dergi

Yaşadığı Dönemde Yayınlanan Eserleri 1909 – Ein Damenbrevier 1909 – Gespräch mit dem Beter (Dua Eden Adamla Sohbet) 1909 – Gespräch mit dem Betrunkenen (Serhoşlarla Sohbet) 1909 – Die Aeroplane in Brescia (Brescia’daki Uçaklar)

Ölümünden Sonra Yayınlanan Eserleri 1904–1905 – Beschreibung eines Kampfes (Bir Savaşın Tasfiri) 1907–1908 – Hochzeitsvorbereitungen auf dem Lande (Taşrada Düğün Hazırlıkları) 1914 – Erinnerungen an die Kaldabahn (Kaldabahn Hatıraları)

1912 – Großer Lärm (Büyük Gürültü)

1914–1915 – Dorfschullehrer Öğretmeni)

1913 – Betrachtung (Gözlem)

1915 – Blumfeld, ein älterer Junggeselle

1913 – Das Urteil (Yargı)

1916–1917 – Der Gruftwächter

1913 – Der Heizer (Ateşçi) Amerika olarak bilinen romanın ilk bölümü 1915 – Die Verwandlung (Dönüşüm) 1915 – Vor dem Gesetz (Yasanın Önünde) Dava adlı romanın bir bölümü 1918 – Der Mord (Cinayet); Kardeş Katili öyküsünün ilk hali (1919) 1918 – Ein Landarzt (Bir Köy Hekimi) 13 öyküden oluşan bir kitap; aralarında On Bir Oğul ve Bir Akademiye Rapor öyküleri de bulunmaktadır 1919 – In der Strafkolonie (Ceza Kolonisi)

15

Der (Köy

1916–1917 – Die Brücke (Köprü) Brod’un Başlığı

1920 – Die Abweisung (Geri Çevrilme) 1920 – Zur Frage der Gesetze (Yasalar Sorunu Üzerine) 1920 – Das Stadtwappen (Kent Arması) Brod’un Başlığı 1920 – Kleine Fabel (Küçük Fabl) Brod’un Başlığı 1920 – Die Truppenaushebung 1922 – Forschungen eines Hundes (Bir Köpeğin Araştırmaları) Brod’un Başlığı 1922 – Das Ehepaar

1917 – Eine Kreuzung

1922 – Der Aufbruch (Gezinti)

1917 – Der Schlag ans Hoftor (Çiftlik Kapısına Vuruş) Brod’un Başlığı

1922 – Gibs auf Brod’un Başlığı

1917 – Der Jäger Gracchus (Avcı Gracchus) Brod’un Başlığı 1917 – Beim Bau der Chinesischen Mauer (Çin Seddi’nin İnşaasında) 1917 – Eine alltägliche Verwirrung Brod’un Başlığı 1917 – Der Nachbar (Komşu) Brod’un Başlığı

1921 – Der Kübelreiter

1919 – Brief an den Vater (Babaya Mektup)

1924 – Ein Hungerkünstler (Açlık Sanatçısı)

1920 – Heimkehr Brod’un Başlığı

‘’…Sonsuzluğun yolunda nasıl böylesine kolayca ilerleyebildiğine hayret eden birisi vardı ; gerçekte hızla bayır aşağı yuvarlanıyordu…’’

1923–1924 – Der Bau Brod’un Başlığı 1925 – Der Prozess (Dava) 1926 – Das Schloss (Şato) 1927 – Der Verschollene (Amerika) İlk olarak 1912 yılında Kayıp olarak tasarlandı, fakat Brod tarafından Amerika olarak yayımlandı.

Eserlerinin Özellikleri Kafka’nın edebiyatı büyük ölçüde babasıyla olan ilişkileriyle şekillenir. Birçok eserinde baba, ailenin reisi, her şeye gücü yeten ve baskıcı biri olarak anlatılır.


16

Mika Dergi

Bu karşı konulmaz gücünün yarattığı baskıyı en çarpıcı şekilde, 1912 yılında bir gecede yazdığı ‘’Yargı’’ adlı eserinde satırlara döker ve betimlemeye çalıştığı kişi de kendisidir... Hikâye bir tüccarın oğlu olan Georg Bendemann’ın yaşamını konu alır. Georg, aşıktır ve Petersburg’daki onun için son derece önemli olan arkadaşıyla yazışmaktadır. Bu arkadaşlığı devam ettirmek için kendi yaşamındaki birçok başarıdan mektubunda bahsetmemiştir. Uzun süre düşünüp taşındıktan sonra Georg sevgilisine onunla evlenmek istediğini belirtir. Georg mektuplarla babasına gider; fakat babası bu duruma olumlu bakmaz. Onun bu dönemde evliliği düşünmek yerine ticaretle daha sıkı ilgilenmesini gerektiğini söyler. Bunun üzerine Georg her şeyi geride bırakıp evi terk eder, kendi yolunu çizmeye karar verir. Bu ilk uzun soluklu eserinde Kafka yaratıcılığını ortaya koymuş ve Edebiyat dünyasında stil bakımından da özünü bulmuştur. Kafka, eserlerinde günlük yaşamdaki bir olaya basitçe şekil vermek yerine kendi kurallarıyla, kendi dilini ve kendi dünyasını yaratmıştır. Kafka’yı Kafka yapan da budur… Eserlerindeki kahramanları sonunun nereye varacağını bilmedikleri labirentlerden geçerler ve sonunda bilinmeyen kudrete ulaştırılırlar. ‘’Şato’’ romanının da tıpkı ‘’Dava’’ romanındaki

mahkeme binasında olduğu gibi karmakarışık odaların bulunduğu labirentlerden oluşmaktadır. ‘’Kayıp’’ romanında ise birbiriyle alakası olmayan sahnelere yer verir, kahramanları da devasadır. Kafka’nın birçok eserinde, mesela:’’Çin Seddi’’, ‘’Bir köpeğin araştırmaları’’, ‘’Küçük Fabıl’’, hikayelerinin kahramanları başarılı olamamıştır ve boş yere ölmüştür. Bu hikayelerde her şey gerçekçi değildir ve olaylar bilinçli olarak ironiyle anlatılmıştır.

En Güzel Eserleri Şüphesiz en güzel eserleri: ‘’Şato’’ ve ‘’Dava’’dır. ‘’Şato’’ 1922 yılında, yani 90 yıl önce yazılmış olmasına rağmen, sanki günümüzü anlatan bir hikaye gibi… Romanın kahramanı K, bir köydeki şatoda çalışmak için gelir. Köyde kalabilme izni olup olmadığını sorduklarında K, şatoya kadastrocu olarak atandığını söyler. Ama köy muhtarı, şatonun bir kadastrocu isteyip istemediğinden emin olamaz ve K’ nın durumu muallakta kalır. Daha sonra da, şatoda kadastrocu olarak çalışmak yerine, köy okulunda hizmetli olarak çalışmaya başlamasına karar verilir. Şatonun köy ve insanlar üzerinde tartışılmaz bir otoritesi söz konusudur. Şato ulaşılmazdır, en üst kademedir. Aynı zamanda tam bir hiyerarşi söz konusudur… K’nın bütün çabası

şatoya ulaşabilmektir. Hatta oraya ulaşmak onun için bir saplantı haline gelir, bu yüzden birçok sorun yaşar. Bütün bu olan biten onu öyle yıpratır, yorgun düşürür ki, şatoyla görüşebilmek için bir randevu aldığında, yorgunluktan uyuyakalır ve yetişemez. Bu eser nedense bana Aziz Nesin’i ve onun çok sevdiğim hikayelerini hatırlatır. ‘’Dava’’ise 1925’yılında, yani Kafka’nın ölümünden sonra yayımlanan eseri. Romanın başkahramanı Josef K, 30. yaş gününün sabahı tutuklanır; fakat kendisi de ne suç işlediğini bilmemektedir. Alışılmadık bir biçimde, tutuklu olmasına rağmen bu durum onun günlük hayatını pek etkilemez. Josef K bir taraftan neden tutuklandığını anlamaya çalışır, bir taraftan da kendini nasıl haklı çıkarabileceğini düşünür. Yargılanacağı mahkeme de son derece gariptir, mahkeme çatı katındadır ve mahkemeyle bağlantıları olan kadınlar da bulunmaktadır, bu kadınlar K’yı cazibeleriyle baştan çıkarmaktadır. Bir çıkış yolu bulmaya çalışır, ama işler her geçen gün daha da karmaşık hale gelir. K ne için, kim tarafından yargılandığını anlama çabaları boşa gider ve sonunda bir türlü ulaşamadığı mahkemenin en üst mercisi tarafından ölüm cezasına çarptırılır. Kaynak : Vikipedia - Kafka


17

Bazen gerçeğin peşinden koşan, bazen de kaldıramadığı gerçeklerden kaçan; doğuştan yalnızlığa mahküm edilen, ömrü boyunca yalnızlığı seven ve tercih eden bir insan ve yazar. ‘’…Gerçek bölünemez, bu yüzden kendini tanıyamaz; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorunda…’’


18

Her ay koltuğa bürünen i anlatıcı, yepyen hiyakelerle sizi şaşırtacak ...

Bir Koltuğun Anıları

Hüzünle dökülen yaprakların yerde oluşturduğu şekillere bakarken, sessizliği yırtarcasına delen bir iniltiyle irkildi yaşlı ağaç. Kendini unutup, sinirle sallanarak kendi kendine konuşan koltuğa doğru başını çevirdi.

‘’Çok yoruldum, çok… Hayattan, insanlardan, gördüklerimden, duyduklarımdan ve tahmin ettiklerimden… Nefes alamıyorum! Gitmek istiyorum buralardan…’’ ‘’Hayrola dostum? Ne oldu sana birden bire böyle? Daha birkaç gün önce buraları ne kadar çok sevdiğimizi konuşmadık mı? Ömrümüzün son baharını hep beraber burada geçirmeye

karar vermedik mi? Beni yalnız bırakmaya mı niyetleniyorsun?..’’ diye endişeyle sordu yaşlı ağaç. ‘’ Dayanamıyorum dostum, dayanamıyorum… Belleğimi susturmak, hatta yok edip, sonsuza kadar ondan kurtulmak; sessizliğin içinde eriyip, huzura kavuşmak istiyorum…’’ diye cevap verdi koltuk. Rüzgar, onu söylediklerini duymuş ve acısını yavaş yavaş savurmak istercesine hafifçe esmeye başladı. ‘’Sana hak vermiyor değilim. Kimler geldi, kimler geçti hayatından… Kiminin sevincini, kiminin mutsuzluk ve çaresizliklerini; kiminin ise sırlarını dinledin. Kolay değil bu yükü taşımak. Keşke sana

yardım etmenin bir yolunu bulabilsem…’’ diye üzgün üzgün konuştu yaşlı ağaç. ‘’ Anlat, anlat, içini boşalt, rahatlarsın!..’’ diye cıvıldadı kuşlar. ‘’ Hangisini anlatsam, nerden başlasam ki? ‘’ diye mırıldandı sallanan koltuk. ‘’ Belki de seni en çok etkileyen, mutlu eden veya en çok üzen kişiyle başlamalısın’’ diye tavsiye etti ağaç. Rüzgar esmekten, yapraklar da dökülmekten vazgeçip, sessizliğe bürünen ve dinlemek için hazırlanan kuşlara katıldı. Sallanan koltuk, karşısındaki dağlara dalgın dalgın bakarak anlatmaya niyetlendi…


Mika Dergi

Kilimin Motiflerini Ezberleyen Kadın Antikacıdan alınıp, Ortaköy, Papatya sokak, Sevda apartmanına götürüldüğüm günü dün gibi hatırlıyorum. Kapıdan girer girmez, kendimi bir sevgi bulutu içinde buldum sanki… Dört duvarı kaplı kitaplarla bir odaya yerleştirildiğimde ise mutluluktan havalara uçtum. Benim en sevdiğim koku kitap kokusudur, çünkü ömrümün büyük bir kısmını kütüphanelerde geçirdim…’’ diyerek kendi kendine gülümsedi sallanan koltuk. ‘’ Hadi, ama artık bize arkadaşını anlat! Meraktan çatladık…’’ diye sitem etti kuşlar. ‘’ Tamam, tamam başlıyorum size Necla’yı anlatmayı…’’ diyerek kendini toparladı koltuk. ‘’ Onunla sadece on, on beş gün kadar birlikte olduk, ama bir ömre sığdıracak şeyler paylaştık. Necla, edebiyat mezunu, birkaç dil bilen, sanatın her dalına aşık bir kadındı. Seksen yaşında olmasına rağmen hala çok güzel bir kadındı. Zamanın çoğunu klasik müzik dinleyerek ve yazı yazarak geçiriyordu. Uzun uzun düşünerek, bazen gülümseyerek, bazen de ağlayarak yazdığı satırları herkesten köşe bucak saklıyordu. Deliler gibi aşık olup, altmış yıl evli kaldığı kocasına; canından çok sevdiği kızlarına da yazdıklarını göstermiyordu. Nedenini sorduklarında ise : ‘’ Ben öldükten sonra

okumanızı istiyorum. Sabırsızlanmayın! Fazla zamanımın kalmadığını biliyorsunuz. En azından son günlerimi istediğim gibi geçirmeme müsaade edin. Sadece sessizlik istiyorum…’’ diye cevap veriyordu. ‘’Sessizliğin aslında bir çeşit konuşma sanatı’’ olduğunu ondan öğrendim. Benimle sessizliği yudumlayıp, paylaşarak yaptığı konuşmaları asla unutamam. Hele hele pencere kenarına oturup, bana yaslanarak Boğaz’ı seyrederken yüreğinden akanları bir ömür boyu yanımda taşıyacağım. Yaşanmış güzellikler arasında can çekişen umutların ve suçlarcasına isyan eden gerçekleşmemiş hayallerin sesi hala kulağımı tırmalar… Bazı insanlar hayatımıza çok kısa süreliğine girer, ama çok derin izler bırakır. Paylaştıklarınızı isteseniz de unutamazsınız. Hep yanınızda, yüreğinizde taşırsınız onları. Hatırladıkça yüreğiniz ısınır, hatırladıkça yaşarsınız, yaşadıkça da yaşatırsınız sizi etkileyen o güzel insanı… Necla’yla geçirdiğim her dakika benim için unutulmazdı, ama o son gece olanlar gözümün önünden hiç gitmeyecek… Yazdıklarını tamamlamış olmanın mutluluğu gözlerinden okunurken, solgun yüzünden yorgunluk akıyordu.

Güçlükle nefes almasına rağmen, kocasını ve kızlarını yanına çağırdı. ‘’ Veda zamanı geldi. Size teşekkür etmem için bir sebep yok. Çünkü siz değil, ben hayatımı size adadım! Ben ünlü bir diplomatın karısı ve iki kıymetli dekanın annesi olarak çok başarılı bir hayat yaşadım. Kocamın gizli ve zor görevlerine destek oldum; gereken yerlerde, gerektiği gibi temsil ettim. Çocuklarımın eğitimi ve kariyeri için elimden gelen en iyisini yaptım. Ailemi mutlu etmek için kendi hayatımdan vazgeçtim. Siz başarı peşinde koşarken, ben evde oturup sizi bekledim. Beklerken de kilimin motiflerini ezberledim. Benim hayatımın sahnesi o kilimdi ve yine o kilimde oyunun son perdesi tamamlanacak. Hoşça kalın!..’’ dedikten sonra oturduğu yerde derin bir uykuya daldı. Derin bir sessizlik ortalığı kapladı… Kuşlar ağladıkları görülmesin diye dalların arasına saklandı. Rüzgar ise sanki toz olup, kayboldu. Yaşlı ağaç iç çekerek: ‘’… Sonrasını da merak ediyorum, ama şu an başka bir şey duymak istemiyorum dostum…’’ dedi. Sallanan koltuk ise :’’ Ben de çok yoruldum. Sonbahar daha yeni başladı. Konuşmak için çook zamanımız olacak…’’ diyerek dinlenmeye çekildi.

19


20

Mika Dergi

ERKAN ASLAN

ALAKARGA YAYINEVİ

Mika Dergi Editörü : Meliha DOĞU soruyor, Alakarga Yayınevi, Genel Müdürü : Erkan ASLAN yanıtlıyor.

Kuruluş hikayeniz?

anlamda butik, damıtılmış bir yayıneviyiz. Bunu söylemek belik de kendini beğenmişlik olacak, ama biz öncelikle kendimizin okurken zevk alacağı şeyleri yayımlamayı seviyoruz. Çok satması, kolay okunması, güncel zevklere, akımlara uyması bizi pek ilgilendirmiyor.

Kurucuları arasında bulunduğum ‘’Alakarga yayınları’’, ‘’beş balakarga’dan oluşuyor. Suat Duman, Nalan Kiraz, Cem Kalender, Onur Barış Aksakal ve ben. Çok iyi bir okur olan Onur hariç, hepimiz yazıya ucundan kulağından bulaşmış insanlarız. Yayınevinin kuruluşu dostluklarımızın başlamasıyla eşzamanlıdır. Sanırım biz yazmakla Asla basmayız dediğiniz tür? Bu sorunun cevabı bence bir yayınevinin temel ve okumakla yetinmedik ve bu işe giriştik. Dediğimiz gibi, ‘’Yayımlamasak Deli olacaktık’’. ilkesini belirler. Ve belki de bizim gibi Kapitalizme bulaşmamış, Ama ben bu soruya türden çok, basmayacağımız parayı saymasını bile beceremeyen insanların ortaya koyacağı tek şey var, o da gönülleridir. yazarlar diye örtük bir cevap vermeyi tercih ederim… Ama isimleri bizde saklı kalsın.

İlk kitabınız Mart 2012’de çıkmış. Bugüne kadar bastığınız kitaplarla ilgili bilgi verebilir misiniz?

Evet, ilk kitabımızı Mart 2012’de yayımladık. Mart ayında üç kitapla çıktık ve şu ana kadar 15 kitap yayımladık. Aralarında yerli ve yabancı edebiyat eserleri bulunmaktadır ve tabii ki ilk kitaplar… Bizi en çok mutlu edense, yerli yazarların ilk kitaplarını yayımlamak, onlara edebiyat yaşamlarının ilk anlarında yoldaşlık edebilmek.

Hedef ‘’İyi Edebiyat ve nitelikli eserler’’ diyorsunuz. Bunların çerçevelerini çizip, sınırlarını belirler misiniz? Nereye kadar ‘’iyi edebiyat’’? Sınırlar yaratmak, çerçeveler çizmek bizim hoşlandığımız sözler ve içinde bulunacağımız eylemler değil pek. Biz bir


Mika Dergi

Hedef kitleniz?

Bir kitabı reklamlarda, orada burada duydu diye almayan, kendi okuma zevkini oluşturmuş, iyi edebiyatı, iyi kitabı sezen kitap dostları diyebilirim.

Yeni yazarlarla çalışma ölçütleriniz nelerdir?

Eğer onlar lütfedip bize gözlerinin nurlarını, ellerinin emeklerini yollarlarsa, biz de aynı emekle okur ve kendilerine olumlu ya da olumsuz mutlaka döneriz. Yani ölçütlerimiz bu anlamda yok, heyecan verici ve nitelikli eserlere gönlümüzün kapısı hep açık. Ve ancak satmayı düşündüğümüz bir şey üzerine çalışırsınız. Biz çalışmıyoruz, beğenirsek yayımlıyoruz…

da yayınevini kurunca öğrendik. Biz başkalarının yaptıklarıyla değil, kendi yapabileceklerimize odaklanmış durumundayız. Kargalar çok uzun yaşarlar, alakargalar daha da uzun. Boşuna alakarga değil adımız… Biz, bizden sonra yerimizi alacak kişileri bile şimdiden belirliyoruz. Bunların arasında daha kundakta olan Asya da var, doğmayı bekleyenler de…

Öykü dergisi çıkartma hazırlıkları içerisindesiniz, ilk sayısı ne zaman çıkacak?

Aylık olarak yayınlamaya planladığımız dergimizin adı’’ Sarnıç’’ olacak, yayın yönetmeni ise İnan Çetin. Genç ve usta öykücülerin yer alacağı dergimizde, tek koşul iyi ve nitelikli olmasıdır öykülerin.

Öykü ‘nin odağı olacak bir merkez amaçlıyorsunuz yani?

Tanınmamış bir kişiye para yatırmanın delilik Aynen öyle ve herkese açıktır dergimiz, özellikle olarak bakıldığı günümüzde, siz ‘’Gönlümüz iyi de yeni öykücülere. romana ve iyi öyküye açık’’ derken, ne kadar Ayrıca her ay bir öykü kitabı, ‘’Odak kitap’’olarak samimisiniz? yer alacaktır. Yazarıyla söyleyişi yapılarak ‘’İrem Karabaş, İzzet Dönmez, Bora Abdo, ve kitap hakkında derinlemesine incelemeler Özcan Doğan’’ dersem sanırım ne kadar samimi yaparak. olduğumuzu anlatmış olurum. Bora Abdo ve Özcan Doğan’ın kitaplarını eylül ayında yayımlıyoruz ve çok heyecan verici kitaplar olduğunu söyleyebilirim.

Kitaplarınızın tanıtımı ve satışı ile ilgili neler yapıyorsunuz?

Tüm varlığımızı kitapların basımına ve teliflere ayırıyoruz. Reklam anlamında pek bir şey yapmıyoruz. Kitap eklerinde ve dergilerde kitaplarımız hakkında yazıların çıkmasını çok önemsiyoruz.

Kendinize ne kadar ömür biçiyorsunuz? Çok satan yazarlar yaratan, reklamın her türlüsünden nemalanarak, paket programlarla çalışan yayınevleri arasında nasıl ayakta kalmayı düşünüyorsunuz? Nereye kadar ve nasıl dayanacaksınız? Sanırım, Alakarga’da da keçi inadı var, onu

21


22

‘’…Kaybedilen en kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Bunun sebebi her halde, ‘’Bu böyle olmayabilirdi!’’ düşüncesi, yoksa insan mukkader telaki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır…’’

“Okumadıysanız, okuyun! Okuduysanız da bir daha okuyun! Her okuduğunuzda, farklı bir tat almak ve yeni şeyler öğrenebilmek için...”


23

Tüm Zamanların En İyi Romanı ‘’Kürk Mantolu Madonna’’, Sabahattin Ali’nin 1943 yılında yazdığı bir roman. Sade ve akıcı dili bizi daha ilk satırlardan sürükleyip, olayların içine sokar. Okurken yaşarız ve yaşarken de aynanın karşısına geçip, hayatı, her şeyi sorgulamaya başlarıs. Çevremizdeki insanlara daha farklı bir gözle bakmaya öğreniriz. Bize sıradan, değersiz, boşu boşuna yaşayan gibi görünen insanlarının da zengin iç dünyaları olabileceğini keşfederiz. Kişiliksiz, yeteneksiz; işinde sessiz ve sakin; evinde ise itilip kakılan, değer verilmeyen bir adam olan Raif Efendi ‘nin hikayesi bize ilk başta çok sıradan gibi görünür. Hatta sık sık hastalanıp, evde geçirdiği günlerde kızlarının ona gösterdiği ilgi, ‘’bir fukaraya gösterilen yalancı merhamet‘’ gibi gelmez. Ama yavaş yavaş gerçek hikayesini öğrendikçe onun için üzülmeye başlarız. ‘’Ben onlar için hiçbir şey değilim. Senelerden beri aynı evde beraber yaşadık. Bu adam kimdir diye merak etmediler…’’ sözleri ise sizi sarsar ve onu tanımak için okumaya sabırsızlıkla devam edersiniz.

Çocukluğunda aile sevgisi görmediğini ve gerçeklerden uzak, hayal dünyasında yaşayan bir çocuk olduğunu anlarız. Resim çizerek ve yazı yazarak kendini bulmaya çalışan, ama içindeki herhangi bir şeyi dışarı vermekten korkan bir çocuk. Belki o yüzden de hiçbir konuda başarılı olamıyor ve oradan oraya sürükleniyor. Almanya’ya sabunculuğu öğrenip, ticarete atılmak için gönderilir, ama gittiği fabrikada çabuk sıkılır ve tekrar, kendinde ve hayatında eksik olan şeyleri aramaya başlar. Müzeleri dolaşırken, bir gün kürk mantolu bir kadının portresinin önünde mıhlanıp, kalır. O resme bakarak saatler, günler geçirir. ‘’…Kendimi bildim bileli, bütün günlerimi haberim olmadan ve nefsime itiraf etmeden bir insanı aramakla geçirmiş ve bu yüzden bütün diğer insanlardan kaçmıştım. O resim, aradığım bu insanı bulmanın mümkün olduğuna beni inandırmıştı…’’ diyor Raif Efendi. Resimdeki kadının gözlerinin anlattıkları onu derinden etkiler ve tutkulu bir şekilde onu aramaya başlar… 24 yaşında, başından hiçbir macera geçmemiş genç Raif ile,

hayattan fazlasıyla bezmiş ve erkeklere inancını kaybetmiş 26 yaşındaki Maria Puder’in hastalıklı aşkı başladığında şaşırmıyor, tam tersine sevinerek okuyoruz. Ama ‘’Boğulacak kadar yalnız’’ bir adamla ve ‘’hasta bir köpek kadar yalnız’’ bir kadının ilişkisi elbette ki mutlu sonla bitmez. Öyle olacağını bile bile de kahramanlarla birlikte kavuşma hayalleri kurarken, onlarla birlikte ağlamaya ve üzülmeye başlarız. Hele hele günlüğün son sayfalarında, Maria Puder’in kızını doğururken öldüğünü öğrendiğimizde, Raif Efendi ’den bile daha çok sarsılırız. Ona kızmaktan, yargılamaktan vazgeçip, ölmeye yatmasını doğru bulmaya başlarız. ‘’…Hayat ancak bir kere oynana bir kumardır, ben onu kaybettim. İkinci defa oynayamam. O bana dünyada başka türlü bir hayatın da mevcut olduğunu, benim de bir ruhumun bulunduğunu öğretti. Birkaç ay, birkaç ömür kıymetindeydi… Artık yaşamanın bir anlamı yok! Her şeyi, her şeyi, bilhassa ruhumu hiç bulunmayacak yerlere saklamalı…’’ Yaşlı gözlerle onu hayalimizde uğurlarken de, ‘’Sınırsız, sonsuz ve imkansız aşk budur işte…’’ diye fısıldamadan edemeyiz.


24

Kadın Hikayeleri

Mezarda Bitebilecek Bir Aşk ‘’İstanbul bugün benim gibi yorulmuş, yaşlanmış ve mutsuz görünüyor… Takılarını kenara fırlatmış, aylardır aynaya bakmamış, değil makyaj yapmak, saçını bile taramaktan vazgeçmiş, ağlamaktan gözleri morarmış…’’ diye düşündü pencere kenarında oturan kadın. Dışarıya baktıkça içi daha çok kararıyor, umutsuzluğu ve çaresizliği arttıkça artıyordu. Bu kanserli kentten, kanserli ilişkilerden ve kanserli gerçeklerden kaçmak istiyor, ama kendi kendini hapsettiği bu evden çekip gidemeyeceğini de çok iyi biliyordu…

‘’Sevmek, acaba katlanmak mıdır?’’ diye sormak istedi bulutlar arasında kaybolmak üzere olan İstanbul’a, ama ağlayarak ruhunu temizlemekle meşgul olduğunu görünce vazgeçti… Düşünceleri de çıkmaz sokaklarda dolaşmaktan yoruldu ve pes etti. Düşünmenin de bir anlamı yoktu… Bir mucize bile olsa, şu an yaşadıklarını değiştiremezdi. Zaten hiçbir şeyin değişmesini de istemiyordu. Elinde kalanla son nefesine kadar idare edecekti. Zaman akmış, ömür tükenmiş, son tekrarlar

sahnede can çekişiyordu… Yerinden kalktı, yıllardır yatakta bitki gibi yaşayan kocasının yanına gitti. Altını temizledi, yastıklarını düzeltti ve midesine takılı olan hortumdan mamasını verdi. Ona minnetle bakan kocasının elini tuttu, yanağından öptü ve yanına oturdu. Her gün yaptıkları gibi birbirine bakarak, sessizlikleri karıştırıp, paylaştılar. Kocası zaman zaman ağlıyor, gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışıyor, özür diler gibi bakıyor, ama bu sessizliği delmeye ve azaltmaya yetmiyordu.


Mika Dergi

Yıllar önce okuduğu bir yazıyı hatırladı :’’ Her kadın bir gün öyle ya da böyle susmayı öğrenir. Her şeyden vazgeçmesi gerektiğini ve hayattan fazla bir şey beklememesi gerektiğini anlar…’’ Yıllarca buna karşı çıkmış, sürekli mücadele etmiş ve direnmişti. Ama işte hayatının sonbaharında o da pes edip, susmayı ve kabullenmeyi öğrenmişti… Çünkü başka şansı kalmamıştı… On sekizinde, üniversitede okurken aşık olmuştu kocasına. Yakışıklı, zeki ve eğlenceli bir adamdı. Onun sayesinde çok güzel bir üniversite hayatı oldu. Beraber ders çalışıyor; konserlere, sergilere gidiyor, çok güzel eğleniyorlardı. Tatillerde ise ayrı kalmamak adına dans kursuna gidiyorlardı. O rengya renk ışıkların altında tango yapmaya bayılıyorlardı. Herkes onlara gıptayla bakıyor ve evlenmeleri için baskı yapıyordu. Mezun olur olmaz iki genç mühendis olarak iş hayatına atıldılar. İş hayatına alışınca da evlendiler. Hemen çocuk sahibi olmak istediler ve ilk oğulları dünyaya gelince mutluluklarına mutluluk kattılar. Hele hele kısa süre sonra ikinci oğulları da onlara katılınca mutluluk tabloları daha da güzelleşti. O çocuklarla daha çok ilgilenebilmek için işini evden yürütmeye başladı.

Kocası da artan masrafları daha rahat karşılayabilmek için işini geliştirmeye ve daha çok çalışmaya başladı. Çocuklar büyüdükçe sorumluluklar artıyor, sinirler geriliyor ve bütün işlere yetişmeye çalışırken, bazen birbirine vakit ayıramıyorlardı. İlk kırılmalar, küçük küçük küslükler başladı, ama esas evliliklerinin ilk ciddi depremi aldatılmayla yaşandı. Dışarıda yemek yedikleri bir akşam kocası gerçeği itiraf etti. Başka bir kadınla ilişkisi vardı. Onu sevmiyordu, ama vazgeçemiyordu da. Yardım istiyordu… Özürler, yeminler, yalvarmalar havada uçuştu, ama arkadan gelen kavgalar mutsuzluk bulutlarını yavaş yavaş onlara doğru sürükledi. Kocasını çok seviyordu ve çocuklarını da babasız büyütmek istemedi. Sonunda affetti ve olayı unutmaya çalıştı. Ama ikinci kez aldatıldığında boşanmaya karar verdi. Kocası ise özür dilemek yerine, onu bir güzel dövdü ve çocukları göstermemekle tehdit etti. Bu olay da evliliklerini temelinden sarsan ikinci bir deprem oldu… Enkazın altında ikisi de uzun bir süre debelendiler. Kocası alkole sarılarak atlattı ve aynen devam etti. O da her annenin

yapacağı gibi çocukları adına her şeye katlanmaya karar verdi. Katlandı da… Dört duvar arasında yaşananlar hep dört duvar arasında kaldı. Çocuklar anlamasın, duymasın ve üzülmesin diye sustu, içine attı ve Polyanacılık oynadı. Ama çocuklar büyüdükçe gerçekleri anlamaya, kavgalara ortak ve taraf olmaya başladılar. Kocası daha da çok sinirlenmeye, şiddet dozunu arttırıp, çocuklara da saldırmaya başladı. Aldatmalar da devam etti. Ama daha da kötüsü alkol batağına saplandı. Birbirini takip eden rezaletler peşinden büyük bir fırtınayı da getirdi… Oğullarıyla tatil dönüşü evde kocasını bir kadınla yakaladı. Kadın hemen ortadan kayboldu ve büyük bir kıyamet koptu. Oğulları babalarına saldırdı, o da onlara… Araya girmeye çalışırken onun da burnu kırıldı. Polis gelince tablo pek vahimdi. Birbirini öldürmekten beter etmişlerdi. Dördünü de hastaneye götürdüler. İyileşip, eve geldiklerinde oğulları karşısına dikilip:’’Bu adamdan boşanacaksın anne! Ya babam, ya biz!’’ dediler. O da kocasının karşısına dikildi ve :’’Ya ben ve çocuklar, ya alkol! Tedavi görüp, alkolü bırakırsan burada kalırız’’ dedi.

25


26

Mika Dergi

Kocası tercihini alkolden yana kullanınca da otuz yıllık evlilikleri bitti. Bunca yıl sonra yüreği ne kocasından, ne de çocuklarından ayrı kalmak istemiyordu, ama ne olursa olsun çocukları daha önce geliyordu. Boşandıktan sonra beş sene kadar hiç görüşmediler. Oğulları üniversiteyi bitirdi ve evlendi. Babalarına o kadar kırgındılar ki düğünlerinde bile onu görmek istemediler. Kuşlar uçup, kendi yuvalarını kurunca hayat onun için anlamsızlaştı. Yaşamın sonbaharı getirdiği yorgunluk ve yılların biriktirdiği hüzün yüreğini yıpratıp, tüketti . Evin bahçesinde otururken kalp krizi geçirdi. Allahtan komşuları gürdü de, hastaneye yetiştirildi… Ameliyattan sonra onu ilk ziyaret eden eski kocası oldu. Çok üzülmüş, ama kurtulduğu için de sevinmişti. Onu hiç yalnız bırakmadı. Hastaneden çıkınca da sık sık ziyaret etmeye devam etti. Oğulları buna tepki göstermedi. ’’Bu, senin hayatın. İstediğini yapabilirsin! Ama bizim babamla ilişkimiz asla eskisi gibi olamaz’’ dediler. İyileşince daha sık görüşmeye başladılar. Deniz kenarında oturup sohbet ediyor, parklarda dolaşıyorlardı… Ama bir süre sonra kocası gelmekten vazgeçti, aramaz sormaz oldu.

‘’Huylu huyundan vazgeçmez. Bulmuştur yine birisini…’’ diye düşündü. Ama iki ay sonra kocasının hastanede yattığını öğrendi. Hemen onu görmeye gitti ve içler acısı bir manzarayla karşılaştı… Peş peşe iki kez beyin kanaması geçirmiş, felç bütün vücuduna yayılmış, nefes almasına bile makine yardım ediyordu. Yaşadığına dair tek işaret gözleriydi. Yorgun, üzgün, yardım dileyen gözleri… Yıkıldı. ‘’İşte bizim sonumuz’’ diye düşündü. Ona yaşattığı acıları, dayakları, aldatmaları hatırladı. ‘’Sen bunu hak etmiştin’’ demek istedi, ama yapamadı. Hemen oğullarına haber verdi ve eski kocasını evine alıp, bebek gibi bakmaya başladı. Beş senedir de bu böyle devam ediyordu.

Çok yoruluyordu. Vücudu bazen onu dinlemek istemiyordu, ama o inatla devam ediyordu… Odanın içi karardı. Kalkıp, ışığı yaktı. Eline bir içki şişesi aldı ve kocasının yanına gitti. ‘’Bize bunu yapmamalıydın! Bu zıkkımın yüzünden kendini perişan ettin. Beni de genç yaşımda yaşayan ölüye çevirdin. Ne geçti eline? Memnun musun bu halimizden?!. Ama aptallık bende… Ne diye seni böylesine sevdim ki?’’ diye söylendi. Kocası gözlerini alkol şişesine dikmiş, mutlu mutlu bakıyordu. Ancak mezarında unutabileceği bir aşkına bakar gibi… Kadın tekrar pencere kenarına oturup, İstanbul’u seyredaldı. Yağmur haklı haksız demeden, herkesin üstüne bir yağdırmaya devam ediyordu. Bu dünyada ve bu hayatta hiçbir şeyin niçini, nedeni yoktu…


27


28

Mika Dergi

PABLO NERUDA BU GECE YAZABİLİRİM

Bu gece yazabilirim en hüzünlü dizeleri. Sevmiştim onu ve ara sıra o da beni. Bu gece gibi gecelerde uzanırdı kollarımda. Sonsuz gökyüzü altında öperdim onu sayısızca! Sevdi beni ve ara sıra ben de onu. Büyük sakin gözlerini sevmemek olur mu ki! Bu gece yazabilirim en hüzünlü dizeleri. Düşünmek artık benim olmadığını. Hissetmek onu kaybettiğimi. İşitmek sonsuz geceyi, onsuz gece daha da sonsuz. Ve düşer dize ruha, çayıra düşen çiy gibi. Sevdam onu bağlayamıyorsa, ne fayda. Gece yıldız berrağı, ve benimle değil o. Hepsi bu. Uzaklarda bir şarkı çalınır. Uzaklarda.

Hoşnutsuz ruhum benim, çünkü kaybetti onu. Onu yakına getirir gibi arıyorum bakışlarımla. Arıyorum yüreğimle onu, ve benimle değil o. Aynı gecedir soluklaştıran aynı ağaçları O yitik zamandan olan bizler, aynı değiliz artık. Artık onu sevmediğim kesin, ama bir zamanlar, ah! Erişmek için kulağına çağırmıştı sesim rüzgârı. Bir başkasının. Bir başkasının olmak istiyor. Öpüşümden öncesi gibi. Onun sesi, berrak bedeni. Dipsiz gözleri.

Artık onu sevmediğim kesin, ama gene de – belki. Ne kadar kısa sevda ve ne uzun unutuş. Bu gece gibi gecelerde uzanırdı kollarımda. Hoşnutsuz ruhum benim, çünkü kaybetti onu. Bu onun neden olduğu son acıdır ne de olsa, Ve bu dizeler elimle yazılan son dizeler ona.


Mika Dergi

UNUTMAK YOK

SEVİYORUM SUSKUNLUĞUNU

Nerelerdeydin diye sorarsan, ‘’Hep eskisi gibi’’ diyeceğim. Toprağı örten taşlardan söz edeceğim. Sürdükçe kendini harcayan ırmaktan; Ben yalnız kuşların yitirdiklerini bilirim, Gerilerde kalan denizi bilirim, Bir de ağlayan ablamı. Neden ayrı adlarla anılıyor ülkeler? Neden günler yeni günleri izliyor? Neden koyu bir gece birikiyor ağızda? Neden ölüler?

Seviyorum suskunluğunu Sanki sen yokmuşçasına burada, duyarsın beni uzaktan. Dokunmaz sana sesim. Uçup gitmiş gibi gözlerin ve ağzın bir öpüşle mühürlenmiş.

Nereden geliyorsun diye sorarsan, Bölük pörçük kelimelerle konuşmak zorundayım. Ağzı zehir gibi yakan araçlarla, Çoğu çürümeye yüz tutmuş hayvanlarla, Ve avutamadığım yüreğimle. Andaç değil yanımızda gördüklerimiz. Unutuşta uyuklayan sarımsı kumru değil, Yaşlarla kaplı yüzler, Boğazımıza yapışan eller. Ve yapraklardan sıyrılan şey: Aşınmış bir günün karanlığı, Acıyı kanımızda tatmış bir günün. İşte menekşeler, işte kırlangıçlar. Bize sevinç veren ne varsa, Geçici ve küçük duyarlıkların, Yan yana göründüğü süslü kartpostallarda. Ama bu sınırın ötesine geçmeliyim, Dişlemeliyim sessizliğin çevresindeki kabuğu. Ne karşılık vereceğimi bilemem… Öyle çok ki ölüler, Ve öyle çok ki güneşle yarılmış hendekler, Ve öyle çok ki gemilere vuran miğferler, Ve öyle çok ki öpüşlerle kilitli eller. Ve öyle çok ki unutmak istediklerim…

Seviyorum suskunluğunu. Çok uzakta görünüyorsun. Sanki yas tutuyorsun, kumrular gibi cilveleşen kelebek benzeri. Uzaklardan duyuyorsun beni, ulaşmıyor sana sesim. Bırak da varayım dinginliğine sessizliğinde. Ve konuşayım sessizliğinle, bir lamba gibi parlak, bir yüzük gibi yalın. Gece gibisin, suskunluğun ve takım yıldızlarınla. Yıldızlarınki gibidir sessizliğin, öyle uzak, önyargısız. Seviyorum suskunluğunu, Sanki sen yokmuşçasına burada. Uzakta ve hüzün dolu, sanki ölmüşsün gibi. İşte o zaman bir sözcük yeter Uçarım, uçarım sevinciyle yaşadığının.

BİZLER SUSUYORDUK Bilmek acı çekmektir. Ve bildik; Karanlıktan çıkıp gelen her haber, Gereken acıyı verdi bize: Gerçeklere dönüştü bu dedikodu, Karanlık kapıyı tuttu aydınlık, Değişime uğradı acılar. Gerçek bu ölümde yaşam oldu. Ağırdı sessizliğin çuvalı.

29


30


Mika Dergi

31

Tüm Zamanların En İyi Filmi İngiliz Film Enstitüsü’nün, Sight and Sound dergisinin yaptığı ankete göre Ünlü yönetmen Alfred Hitchcock’un Vertigo adlı filmi tüm zamanların en iyi filmi.

1952 yılından bu yana her on yılda bir düzenli olarak yapılan araştırmada, 846 dağıtımcı, eleştirmen, akademisyen, yönetmen ve yazar oy kıllanmaktadır. Bu yıl yapılan oylamada ünlü İngiliz yönetmeni Alfred Hitchcock’un, ‘’en kişisel filmim’’ dediği Vertigo, Ölüm korkusu filmi, Orson Welles’in ‘’Citizen Kane( Yurttaş Kane) filmini 34 oyla geçerek, tahtından etti. Fransız yazarlar Pierre Boileau ve Thomas Narcejak’ın 1954’te birlikte yazdıkları D’entre les morts adlı romandan uyarlanan filmi Hitchcock yönetmiş, başrollerini ise Kim Novak ve James Stewart paylaşmışlardır. Filmin Konusu San Francisco polislerinden

Sottie, bir suçluyu kovalarken damdan düşen ortağını kurtaramaz. Bu olaydan sonra başlayan yükseklik korkusu yüzünden polisliği bırakır ve özel dedektiflik yapmaya başlar. Eski okul arkadaşı Gavin, karısını takip etmesi için onu tutar. Gavine göre karısı bazen içine kapanıp, alışık olmadık davranışlar sergilemektedir. Scottie, arkadaşının karısını takip etmeye başlar başlamaz, onun haklı olduğunu görür. Madeleine, bir resim müzesindeki özel bir resme bakarak, saatlerini geçirir. Resim, geçen yüzyılda yaşamış bir asilzade kadına aittir. Bu kadını kendine örnek alır. Onun gibi giyinip, onun gibi olmaya çalışır. Hatta onun gibi

intihar etmek istemektedir. Olayları derinlemesine incelerken, Scottie’nin de ruh sağlığı bozulmaya başlar, ama sorunu da çözmeyi başarır. Film Hakkında Bilgiler Filmde kullanılan, geri giden kameranın zoom yapması tekniği, sinema tarihine Vertigo hareketi olarak geçmiştir. ‘’Vertigo’’, 1989 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından ‘’kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli’’ filmler arasına seçilerek, ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. Filmdeki plaj sahnesi 2002 yılında, filmlerdeki ‘’gelmiş geçmiş en şık sahne’’ unvanını almıştır.


32


Figüranlar,

Mika Dergi

33

Ayaklandı Bile... “Kameranarkası ekibinin çektiği dizi, sosyal medyanın yeni yıldızı olmaya aday gibi gözüküyor...”

Ülkemizde en sevilen, en özenilen ve en kolay görünen meslek oyunculuktur. Zaten millet olarak kamerayı çok severiz. Tesadüfen bir yerlerde kamera bize yönelirse, anında değişime uğrayıp, kırk yıllık oyuncu gibi rol kesmeye başlarız. Diziler cenneti ülkemizde her gün mantar misali yeni oyuncuların türemesi de normaldir… Genci, yaşlısı, birçoğumuz bunaldığımız hayatımızdan, oyuncu olarak kurtulabilme hayalini kurarız. Ama öyle çalışarak, okulunu bitirerek; zor ve meşakatli yollarda sürünmek yerine, daha yaratıcı ve kestirme yollar bulmaya çalışırız. Günün her saatinde, sosyal medyanın bütün imkanlarından yararlanarak, kendi fırsatını yakalamaya veya yaratmaya çalışan örneklerle karşılaşıyoruz…

yorumcu gibi tanımadığı kişilerin hayatı ile ilgili ahkam keser. Kimileri ise saçma sapan yarışmalarda kendini rezil etmek için elinden geleni yapar. Bazıları da, ‘’Benim neyim eksik’’ diye düşünerek, figüran ajansına kaydolup, sabahtan akşama kadar setlerde nöbet tutmaya başlar. Oyuncu olabilme hayallerini gerçekleştirebilmek adına bazen de garip, komik ve riskli durumlarla karşılaşırlar. İşini ciddiye almayan oyunculara, yapımcılara ve yönetmenlere kızarlar; kaderlerine isyan ederler. Hatta ayaklanıp, yollara dökülürler… Tıpkı Kameranarkası gibi. ‘’Figüran candır’’ sloganıyla yola çıkan ekip, sıfır bütçeyle, internette yayınlanacak, 20 dakikalık bir dizi çekmeye karar verir.

Kimileri kanal kanal dolaşıp, sabah programlarında dansöz gibi kıvırır, kimileri kırk yıllık

Haşmet Tüfenk bu projenin senaristi, yönetmeni ve fikir babasıdır.

Oyuncu kadrosu ise: Kerem Kaya, Emrah Bozdemir, Başar Uğur, Yasemin Yüksel, M. Baran Erdoğan, Ali Biber, Zeynep Tuğçe bayat, Seçil Kaplan, Emre Kantar, Ezgi Burçin, Serdar Bozdemir ve Hüseyin Bozdemir. Ağustos’un ilk günlerinde yayımlanan ilk bölümün hikayesi ise: ‘’Herkes kolayca televizyona çıkıp ünlü oluyor, benim neyim eksik’’ diyen Deniz Toprak figüran ajansına kaydolur. Oyuncu olma yolundaki maceraları, figüranlık deneyimi ve başına gelen gülünç olaylar anlatılıyor. Dizi tutulacak gibi görünüyor. Hikaye güzel işlenmiş, oyunculuk ise dikkat çekici. Birkaç bölüm sonra bir televizyon kanalına transfer olurlarsa şaşırmayız… Zaten onların amacı da o. Kendilerini gösterip, bu işi paraya dönüştürmek için yapıyorlar. Yolları da açık gibi gözüküyor.


34

Mika Dergi

Ölümle yüzleşen sıradan bir adamın, sıradışı hikayesi!

Hazırlayan: Emin Doğu

Şimdiye dek, namusum ve şerefim ile dürüst bir insan olarak yaşadım, ancak kanserden başka bir sonuç elde edemedim!.. IMDB sıralamasında 105.579 izleyici oyu ile, dünya ‘nın en iyi 4. dizisi olan Breaking Bad ‘in bu yıl 5. sezonu yayınlanmakta. 20 Ocak 2008 yayınlanmaya dizinin konusu şu

tarihinde başlayan şekilde;

Doktor, hasta olduğunuzu ve yaşamak için iki seneniz kaldığını söyledi... Ne yapardınız? Dünyayı gezmek, sevdiklerinizle vakit geçirmek, asla cesaret edemediğiniz bir şeyi denemek... Tüm bunlar sizin için bir seçenek olabilir. Ancak Walter White için durum biraz farklı.


Mika Dergi

35

The X-Files’ın yapımcısı Vince Gillian’ın imzasını taşıyan Breaking Bad, ölümle yüzleşen sıradan bir adamın sıradışı hikayesini anlatıyor. Walter, eşi ve engelli oğlu Jr. ile New Mexico’da tüm hayatını kurallara göre yaşayan kendi halinde bir kimya öğretmeniyken, 50. doğum gününde ölümcül safhada akciğer kanseri olduğunu öğrenir. Yaşamak için iki senesi kalmıştır. Bu haberle sarsılan White, hayatının denklemini değiştirir. Tüm günlük endişelerden ve toplumun dayattığı sınırlamalardan sıyrılarak yeni bir adama dönüşür... Kimya bilgilerini farklı bir neden için, uyuşturucu üretip satmak için kullanan bir adam. Amacı ölümünden sonra ailesinin geçinebilmesini sağlayacak parayı kazanmaktır. Ancak işler kontrolden çıkar. Basit bir aile babasının uyuşturucu çetesinin elebaşına dönüşmesinin heyecanlı ama aynı zamanda duygu yüklü hikayesini kaçırmayın. Hele Malcolm in the Middle’ın babası Bryan Cranston, Emmy’ye aday gösterilen ve “Drama Dalında En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü kazanan Walter rolünde hayatının performansını sunarken... Başroldeki Walter White ‘ı canlandıran Bryan Cranston, üst üste 4 En İyi Erkek Oyuncu EMMY ödülü almıştır. Konu alıntısı : e2.tv.tr


36

Üstün Oyunculuk Performansı Başrolde, kanser hastası Walter White rolü ile üstün bir performans sergileyen Bryan Cranston, En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde üst üste 4 yıl EMMY ödülü almıştır...

Mükemmel senaryosu ve muhteşem performansa sahip oyunculukları ile Breaking Bad ‘in aldığı ödülleri altta görebilirsiniz.Bu ödüllerin yarısı, Walter White rolü ile hayatının performansını sergileyen Bryan Cranston ‘a aittir.

2008 Emmy Ödülleri Drama Dalında En İyi Erkek Oyuncu - Bryan Cranston

2008 Satellite Award Drama Dalında En İyi Erkek Oyuncu - Bryan Cranston

2009 Prism Awards Best Drama Series Multi-Episodes Storyline (1. sezon)

2008 Emmy Ödülleri Outstanding Single-Camera Picture Editing for a Drama Series - “Pilot”

2009 Emmy Ödülleri Drama Dalında En İyi Erkek Oyuncu - Bryan Cranston

2010 Emmy Ödülleri Bryan Cranston (En İyi Erkek Oyuncu)

2009 Emmy Ödülleri Outstanding Single-kamera Picture Editing for a Drama Series - “ABQ”

2010 Emmy Ödülleri Aaron Paul (En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu)

2008 Writers Guild Award En İyi Drama Bölümü - “Pilot”


Mika Dergi

Tüm hayatını kurallara göre yaşamış ve yaşamakta olan bir öğretmen, ailesine daha iyi imkanlar sunabilmek için 2. bir iş olarak da oto yıkamacıda çalışıyor. İşte böyle bir adam , ileri seviye akciğer kanseri olduğunu ve 2 yıl ömrü kaldığını öğrendiğinde sizce nasıl bir değişim geçirebilir?

37

Walter White ‘ın dizide kurduğu şu cümle ise izleyenleri derinden etkiliyor; “Şimdiye dek, namusun ve şerefim ile dürüst bir insan olarak yaşadım, ancak kanserden başka bir sonuç elde edemedim!..” Bu yıl başlayan 5. sezonu , toplam 16 bölümden oluşuyor ve 2012 yılında 8, 2013 yılında 8 bölüm şeklinde yayınlanacak dizi final yaparak sona erecek. Henüz yeni duyduysanız, dünya ‘nın en iyi dizileri arasında 4. sırada yer alan bu muhteşem diziyi mutlaka izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Ayrıca ek bir bilgi vermek gerekirse, Breaking Bad ‘i ülkemizde E2 kanalı yayınlamakta.Ancak E2 kanalı güncel bölümleri yayınlamakta olduğu için, yeni izlemeye başlayacak okuyucularımız, dizinin DVD setine sahip olarak hem izleyebilir hem de arşivlerine değerli bir yapım katabilirler.

Bu değişimin ve hayatına yansımalarının sınırları ne ölçüde olabilir? Breaking Bad ‘de bu süreci adım adım izleyecek, bir insanın ölümle yüzleşmesinin ardından kalan zamanında neler yapabileceğini göreceksiniz. Yaşadığı korku ve geçirdiği travmalar sonrası hayatını yeni baştan şekillendiren bu adam, geride bırakacağı özürlü oğlu, yeni doğacak bebeği ve karısına rahat bir yaşam hazırlayabilmek ve bol para bırakabilmek için, hayatı boyunca sahip olduğu kişiliğine tamamen zıt bir karaktere bürünüyor ve gözü hiçbirşey görmüyor. Önceki sayfalarda yer alan konu metninde de belirtildiği gibi, dizide başrolde gördüğümüz kanser hastası Walter White ‘ı canlandıran Bryan Cranston tabiri caizse hayatının performansını sergiliyor ve izleyenleri etkileyerek, resmen diziye kilitliyor.


38

Mika Dergi

YARIŞMALAR Güncel Sanat Dergisi “Şiir ve Öykü” Yarışması

Tilki Kitap “Şiir” Yarışması

Cevdet Kudret “Edebiyat” Ödülü

Her iki yarışma için konu ve tür serbesttir.

Yarışmada konu, ölçü sınırı yoktur. Yarışmacılar en fazla beş şiir ile katılabiliyor ve katılım sadece www.tilkikitap.com adresi üzerinden yapılacaktır.

Beş ayrı dalda dönüşümlü olarak verilmekte olan ‘’Cevdet Kudret Edebiyat ödülü’nün bu yılki konusu ‘’Tiyatro’’.

Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde yayımlanmamış iki şiir ve bir öykü ile katılınabilir. Katılım süreci 1 Temmuz’da başlamıştır, 24 Ocak 2013 tarihinde sona erecektir. Her iki yarışma için, a l a n y a g u n c e l @ g m a il . c o m ve 05324094521 numaralı telefondan bilgi edinilebilir.

Yarışmaya katılım 5 Haziran’da başlamıştır ve 26 Ekim 2012 ‘ye kadar devam edecektir ve aynı gün oy oranına göre dereceye girenler belirlenmiş olacak. İlki düzenlenen bu yarışmanın amacı yeni şiir ve şairlerin ortaya çıkmasına önayak olmaktır.

Ödüle son 5 içinde yazılmış, ancak sahnelenmemiş oyunlar aday olabilmektedir. Başvuru Ağustos’ta

süresi 31 sona eriyor.

Ayrıntılı bilgi için;www. ce v d e t k u d r e t o d u l l e r i . co m


39

KİTAP TANITIM


40

Mika Dergi

Yazı Odasında Yolculuklar

Sessiz Çığlık

Günümüz Amerikan edebiyatının en yaratıcı yazarı Paul Auster, yeni romanında, gizemli metinlerle, bilmece kimliklerle, kahramanın gizli geçmişini hatırlamaya zorlarken, okuru güçlü bir beyin jimnastiğine davet ediyor. Sabırsızlıkla sayfaları okurken, kendi hayatımızdan ve yaşadığımız dünyamızdan da kesitler buluyoruz. Bulduğumuz için de Bay Boş’un durumuna şaşırmıyoruz. Onun kurmaca yaşamı, Kafka, Bekett ve Borges’in yarattıkları dünyadaki yerini alıyor belleğimizin kütuphanesinde.

‘’Değer miydi hayatta başına gelenlere o kadar üzülmeye? Yürekten sevdi, yürekten verdi, yürekten yandı. Gitti… Yüreklerde acı bıraktı…’’ Erkek egemen toplumda, ezilmeye, horlanmaya, itilip kakılmaya, acı çekmeye mahküm edilen kadınların hikayeleri. Bize bizi, annemizi, komşumuzu, yüreğimize dokunarak, bir daha düşünmeye teşvik ederek anlatıyor yazar.

Klon

Beyninize Hoş Geldiniz

Küçük bir çocuğun bir gizemi çözmesi için dünyaya getirilişinden yola çıkarak, kötülüğün kaynağını sorgulayan bir roman. Klonlama uzmanı Doktor Davis Moore’un on yedi yaşındaki kızı tecavüze uğrayıp acımasızca öldürülür. Olay hakkında soruşturma açılır, anacak bir sonuca ulaşılmaz. Aylar sonra Moore kızının eşyalarını polisten geri alır ve bunların arasında kazayla unutulmuş, içinde katilin DNA’sı bulunan küçük bir şişeye rastlar. Korkunç bir karar vererek, kızının katilinin klonunu yapar…

B e y n i m i z i hayatımızın her alanında kullanırız, ama pek azımız onun nasıl iş gördüğü hakkında bilgi sahibiyiz. Bildiğimizi sandığımız şeylerin büyük kısmı, aslında kulaktan dolma bilgilerden oluşuyor; beyinlerimizin sadece yüzde onluk kısmını kullanıyoruz, ya da içki içmek beyin hücrelerini öldürür gibi…

Paul Auster

Kevin Guilfoile

Nilgün Erdem

Aile kavramının önemini vurgularken, sevginin yaratabileceği mucizeleri de hatırlatıyor.

Sandra Aamodt - Sam Wang

Oysa nörobilim, beyinle ilgili bu türden bilgilerin doğru olmadığını çoktan ıspat etmiş durumda…


Mika Dergi

Stefan Zweig ‘in Son Günleri Laurent Seksık

Laurent Seksık, Stefan Sweig ve karısı Lotte’nin ölüme doğru çıktıkları yolculuğun son altı ayında onlara eşlik ediyor. İçine düştükleri o derin bunalımı, mücadeleyi değil de kaçmayı seçmiş olmalarının o dayanılmaz vicdan azabını her sayfasında hissettiriyor. O kederli günleri onlarla birlikte onlarla birlikte yaşıyor, yaşatıyor… Bu hikayenin gerçek olduğunu bilerek okumak; bir dönemin, bir dünyanın yok oluşuna tanık olmak hüzünlü…

Uyuyana Kadar S.J.Watson

İnsan her akşam uyuduğunda anıları kaybolabilir mi? Adını, kimliğini, geçmişini, hatta sevdiği insanları bir gecede unutabilir mi? Her sabah bomboş bir varlık olarak güne başlayarak; hatırlamak ve olup bitenleri kendini bulabilir mi? Aldatmanın bedeli bu kadar ağır olabilir mi? Gerçekten sevdiğimi zannettiğimiz kişiler bize zarar verebilir mi? Ya affetmek… Her şeye rağmen affetmek gerçekten mümkün mü?

Gabriel Garcia Marquez Gerald Martin

Latin Amerika edebiyatı uzmanı ABD’li Gerald Martin, benzerine rastlanmayan bir biyografi ortaya çıkarmış. Tam 17 yıl süren bu çalışmasında, üç yüzden fazla kişiyle röportajlar yapmış, araştırmış. Ama sonunda Nobel Edebiyat ödüllü yazarın hayatını, edebiyat anlayışını, siyasi görüşlerini, mizahla harmanlayarak muhteşem bir biyografi hazırlamış.

Kız Kulesi Efsanesi

Cüneyt Özdemir -Aylin Atasoy -Özgül Apaçe Bu üç yazar okurlarına aşık olunan, unutulan, sevilen, aldatılan, kötü yola düşen, zehirlenen, yaşlanmayan, güzelliği dillere destan bir hanımefendiyi anlatıyor. Efsanelerin doğurduğu, tanıkların büyüttüğü Bizans Prensi’nden, Osmanlı Sultanı’nın ve bir cumhuriyet Kızının iki bin beş yüz yıllık hayat hikayesini gözler önüne seriyor. Aslında bu hikaye yalnızca Kız Kulesi’nin değil, onun yaşadığı devirlerin de hikayesi bir anlamda.

41


42

BİZE

İ Z İ N İ L A Y HA IN YAZ

HAYALİNİZİ YAZIN, YAYINLAYALIM... editor@mikadergi.com Bize hayalinizi yazın, Mika Dergi sayfalarında yer alma şansı yakalayın. Gönderen kişiler arasında yapılacak çekiliş ile, 5 okuyucuya kitap hediye edilecektir. Bize; editor@mikadergi.com adresinden ulaşabilirsiniz. Gönderilen makaleler, bir sonraki sayı itibariyle Mika Dergi ‘de yayınlanmaya başlayacaktır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.