mika dergi Aylık Online Edebiyat, Kültür & Sanat Dergisi
sayı 2 | 15 eylül 2012
Kadın Hikayeleri Meliha ’nın Öykü Bahçesi Ekslibris Saçma bir adamın, saçma hayatı
Edebiyat Oteli
Gülşah Elikbank Özel Röportaj
Puşkin
Adım Adım, Ölüme Giden Dahi
HAYALİNİZİ BİZE YAZIN
Hayalinizi bizimle paylaşın, her ay dergimizin sayfalarında yer alma ve kitap kazanma şansı yakalayın.
Detaylar Arka Kapakta
2
İçindekiler
Sayfa 4
Arşivimizden ‘’Sanatın Umut Olduğuna İnanıyorum’’ Yıldız Kenter. 1994 yılında yazılan ve güncelliğini koruyan Ulusal Tiyatro Bildirisi.
Sayfa 6
Anılar Geçmişe ışık tutan, öğreten, unuttuklarımızı hatırlatan, bazen gülümseten, bazen ağlatan; bizi bize anlatan yazılar.
Sayfa 28
Genelevdeki Sürpriz Sevmek! Sadece sevmek ve sevilmek isteyen bir çocuğun, babasının tacizleri yüzünden geneleve sığınıp, kendine huzurlu bir dünya kurması… Onunla röportaj yapmaya gelen gazeteciyi bekleyen sürpriz.
Sayfa 12
Aleksandır Sergeyeviç Puşkin ‘’Aşk bir kişiye felaket, iki kişiye saadet, üç kişiye cinayettir’’ diyen bir dahinin, adım adım ölüme giden hikayesi.
Sayfa 22
Gülşah Elikbank - Röportaj İzmir’de açtığı, Türkiye’de ilk Edebiyat Oteli özelliğini taşıyan Miniotel’in sahibi ve aynı zamanda yazar olan Gülşah Elikbank’la yaptığımız kitap kokulu bir röportaj.
Sayfa 33 - 41
Yeni Yazarlarımız Bu ay aramıza katılan genç yazarlarımız, Cavidan Ünalan ve Ahmet Uçar, yazılarını sizlerle paylaşıyor.
Künye Emin Doğu
Meliha Doğu
Genel Yayın Yönetmeni emindogu@mikadergi.com
Editör & İçerik Yöneticisi melihadogu@mikadergi.com
Merve Odabaşı
Yazar Olun
Sanat Danışmanı merveodabasi@@mikadergi.com
Mika Dergi ‘de Yazar Olun editor@mikadergi.com
Mika Dergi
Editör ‘den,
Meliha Doğu Editör & İçerik Yöneticisi Mini Otele giderseniz, emin olun Edebiyata bir daha aşık olacaksınız. Bunun gerçekleşmesi için Gülşah Elikbank elinden geleni yapacaktır. Albert Camus’un ‘’Yabancı’’ romanını hatırlatarak, saçma kavramın üzerine düşünmeye ve tartışmaya sizi davet etmek istedik…Öykü, şiir paylaşımları konu ve duygu zenginliğini arttırarak sayfalarımızda yer almaya devam ediyor.Dergimizin kapılarını okuyuculara açıyoruz demiştik… Açtık. Bu ay Cavidan Ünalan ve Ahmet Uçar arkadaşımızın yazıları dergimizde yer alıyor.Yeni yazar adaylarımızın yazılarını da beklemeye devam ediyoruz. Hayallerden yola çıkmıştık… Bize hayallerinizi yazın, sayfalarımızda yer alsın, kitap kazanma şansı yakalayın demiştik…Ama kimseden ses çıkmadı :( Hayal etmekten mi vazgeçtiniz? Hayal etmekten mi yoruldunuz? Sakın! Hayallerin olduğu yerde umut vardır! Edebiyat olan yerde de umut vardır!Edebiyat dolu ve umut dolu paylaşımlarda buluşalım! Dünyamızı ve hayatımızı güzelleştirelim lütfen!
Edebiyat olan yerde, umut vardır... İlk sayıda her şey bir hayalle başladı demiştim… Hayallerin, hayal olarak kalmaması için de ilk adımı atmamaya korkmamamız gerektiğini de kendime hatırlatarak, sizin de dikkatinizi çekmek istemiştim. Her şey gerçekten küçük bir adımla başlarmış…Korkunun üstüne giderek, hayallerini gerçekleştirmeye girişen insanın mutluluğu da bir başka oluyormuş. ‘’Keşke daha önce yapsaydım’’ dedirtecek kadar güzelmiş…Beklediğimden daha çok ilgi gören dergimiz bana, bir daha hiçbir şeyi ertelememeyi öğretti.İlginiz için yürekten teşekkürler! Bir de huzurunuzda bu hayalimi gerçekleştirmeye iten ve ikna eden yeğenim Emin Doğu’ya teşekkür etmek istiyorum.Hayallerin peşinde koşulduğunda ve koşan insanların sayısı arttığında hayatın daha umutlu, anlamlı olduğunu ve bunu ‘’bilmeme’’ rağmen, bana öğrettiği için sonsuz teşekkürler! Evet, umudun olduğu yerde hayat vardır! Sanatın olduğu yerde ise sınırsız mutluluk vardır! Mutluluk da paylaşınca
İletişim
Reklam
çoğalan, zor bulunan ve kıymeti bilinmesi gereken bir mucizedir günümüzde.Gelin, hep beraber o karamsar, yürek acıtıcı gerçeklerle dolu dünyamızı güzelleştirelim!En karamsar ve en kötü günlerimizde bile Sanat’a sığınalım, sanatla yaralarımızı saralım, iyileşip tekrar güçlü bir şekilde ayağa kalkalım! ‘’Sanat içimizdeki Tanrı’dır’’ sözü bizim rehberimiz olsun! Dergimizin sayfalarına sanat bahçesindeki renkli renkli çiçeklerden serpiştirmeye devam ediyoruz.Bu ay ‘’Anı’’ yazı türünü ele alarak, bize neler hatırlattıklarını, neler öğrettiklerini ve bize bizi nasıl anlattıklarını dile getirmeye çalıştık.Yazar biyografisi köşemizi bu ay Puşkin’ e ayırdık. Dostoevski’nin niçin onun için ‘’O bize gelecekten haber veren peygamberimizdir’’ dediğini ve neden bu dahinin adım adım ölüme gittiğini öğrenip, size anlatmaya çalıştık.İnanın, zengin bir içerik oluşturmak için çok, ama çok çalıştık :) Bu ay yaptığımız röportajla sizi büyülemeyi ve İzmir’ e göndermeye karar verdik :) Türkiye’de bir ilk olan
Genel İletişim info@mikadergi.com
Reklam & Tanıtım reklam@mikadergi.com
3
4
Mika Dergi
SANATIN UMUT OLDUĞUNA İNANIYORUM Yıldız Kenter “Ulusal Tiyatro Bildirisi” (1994) oyuncusuyla, tiyatrocular ve sizler, seyirciler el ele…
V İ Ş R A ÖZEL
Ne oldu? Ne oldu gene? Nüfus kontrolünün bir türlü gerçekleştirilmediği, bu yüzden de artık her şeyin yetersiz hale geldiği dünyamızda, durmadan değişen, ağırlaşan, ekonomik politik koşulların baskısı altında, birincil amacın, en kestirme, en kolay, en ucuz yoldan bir yerlere çıkmak, çok para, çok güç kazanmak olduğu dünyamızda; insana insan olduğunu hatırlatan, insana insanlığını kazandıran sanattan, tiyatrodan vaz mı geçiyoruz?.. Olmaz. İnanmıyorum.
Sizler, evet. Sizler… Orada uzakta duranlar… Bakar mısınız lütfen!.. Gelsenize, lütfen?
gelir
misiniz
Bizim işimiz sizlerle. İnsanla… Bizim işimiz insan. Kim olursa olsun, dünyanın nerede olursa olsun, dini, dili, ırkı ne olursa olsun insan. Biz sizlerle başladık, sizlerle
var olduk… Eskilerimizi, yokluklarımız oldu çok… Tökezledik zaman zaman… Ama ne olursa olsun yürüdük. Kim ne derse desin büyüdük… Siz vardınız çünkü. Bize bakıyor, bizi görüyor, bizde yansıyan sizi tanıyordunuz. Bize el veriyordunuz… Birlikte zor bir işi yürütüyorduk. Yazarı, çizeri,
Kendi kendimize, kendi gerçeklerimizle yüz yüze gelmekten korkar mı olduk? Bütün dünya bir sahne, kadın, erkek herkes de bir oyuncu, diyor Shekespeare… Ben
buna
inanıyorum.
Herkes oyuncu. İki yüzlü değil, bin yüzlü… Önemli olan bu yüzleri oluşturan içeriği, özü görmek, tanımak…
5
İnsan bedeninin, duygu ve düşüncelerini, direkt kontrolü altına alıp önyargısız, çırılçıplak görebildiği zaman-ki, oyunculuğun ilk koşullarından biridir bu; Hamlet’in dediği gibi, ne muhteşem ve ne berbat bir yaratıkla karşı karşıya olmanın dehşetini yaşar. Sevmez kendini. Nefret eder kendinden, insandan, onun aptal suratından. Öte yandan hayran kalır kendine… İnceliğine, becerisine, kıvraklığına; sevgi düşer içine. Yunus’un dediği gibi, ‘’İçinde bir damla sevgi olan, Tanrı’yı görür orda…’’ İşte önemli olan, bu iki zıt insan hasletini görebilmek, gerçekten iyi görüp tanıyabilmek, cüceliği ile dahi ölçülü bir barış kurabilmek… Kişi ancak o zaman başkalarını da tüm yücelikleri, cücelikleriyle görüp, kabullenip benimseyebilir. Bu ortak insan özelliklerinin, bu benzerliğin kavranması, bu özdeşleşmedir hoşgörüyü mümkün kılan, kişiye düşün gücü, düş gücü kazandıran; ona geniş bir bakış açısı sağlayan, onu ‘’iyi oyuncu’’ kılan… Demokrasi dediğimiz ne bir yerde? Karşı olduğun her şeye hoşgörüyle, anlayışla, sevgiyle bakabilmek… Bu bağlamda ben, demokrasi ‘’iyi oyunculuktur’’
diyebilirim rahatlıkla. Ama öylesine nefes nefese kıran kırana yarış ortamı oluştu ki… Çocuklarımıza, kendilerine bakmayı, kendilerini görmeyi, tanımayı, düşlemeyi, başkalarının pabuçlarına girip, dünyaya bir de onların penceresinden bakmayı sağlayamıyoruz. Onlara meraklı, araştıran, yaratıcı, iyi oyuncular olmayı öğretemiyoruz bu canhıraş koşu içerisinde. Bu yüzden kötü oyuncuların sayısı arttıkça artıyor… Dar bakış açıları, dogmatik saplantılarıyla, sevgisiz, hoşgörüsüz, insan kıymeti bilmeyen, yakan yıkan, işkence eden, ayrımcı, kötü oyuncular… Amacım kötümser tablo oluşturmak değil.
Her insanda ‘’iyi oyuncu’’ olma potansiyelinin var olduğuna yürekten inanıyorum. Bunu kanıtlayabiliriz, birlikte. El ele… Hadi gelin… Sanatın umut olduğuna inanıyorum! Dünyada bunca güzellik olmuşsa, bunda sanatın büyük payı olduğuna inanıyorum. Dünyayı yaşanır kılan ilk faktörün gene İNSAN olduğuna inanıyorum. Hadi, hadi gelin, insana insan olduğunu, insana yalnız olmadığını gösterebiliriz birlikte. Şiirle, müzikle, ışıkla, dansla, düşünceyle, düşle… Yani tiyatroyla. Ancak sizlerle… Sizin yaratıcı gücünün katkısıyla… Birlikte, el ele, dünyaya göstereceğimiz çok şey var… Hadi gelin! Gelin tiyatroya!
6
Mika Dergi
ANILAR
Anı da tıpkı diğer yazı türlerinde olduğu gibi insanoğlunun yaşantılarını, gördüklerini ve öğrendiklerini başkalarıyla paylaşma ihtiyacından doğmuştur. Kişinin yaşamından beslenen bir yazı türü olduğu için de, anılara hem bir yaşantı birikimi, hem de kendine özgü yasaları olan bağımsız bir yazı türü gözüyle de bakabiliriz. Yani insanoğlunun kendisiyle bir tür hesaplaşması, kendini başkalarına kendi dili ve kendi kalemiyle tanıtmasıdır. Bunu yaparken de
gördüklerini ve bildiklerini tüm çıplaklığıyla ortaya koyması çok önemlidir. Anılarını yazan kişiler geçmişin tanıklığını yaparlar. Çünkü yaşanmakta olanı değil, yaşanılmışı anlatırlar, belleklerinde kalanları aktarırlar. Böylece tarihsel gerçeklerin öğrenilmesinde katkıda bulunup, tarihçilere ışık tutarlar. Günlüğe nazaran anılar, üstünden uzun yıllar geçmiş, zamanla tozlar altında kalmış olayları dile getirirler. Bu açıdan gerçeğe uygunlukları daha
‘’Anılar… Anılar…Geçmişe ışık tutan, öğreten, unuttuklarımızı hatırlatan, bazen gülümseten, bazen ağlatan, bizi bize anlatan yazılar…”
sınırlıdır. Çünkü yılların ardından bakarak yazılırlar. Anılarını yazan kimi yazarlar, gerçeğe bağlı kalabilmek için anlattıklarıyla ilgili mektuplardan, kimi belgelerden, dergi ve gazetelerden, tanık kişilerden, kimi günlüklerden yararlanırlar. Yazdıkların gerçekçiliğin ve inandırıcılığı artırmak adına bunu yaparlar. Anılarda zaten iki nitelik aranır: Gerçeğe uygunluk ve İçtenlik. Bundan yoksun olan anılar kendini okutturamaz.
Mika Dergi
Anı türleri: 1. Olay merkezli anılar. Yazar yaşadığı ya da tanık olduğu olayları anlatır. 2. Kişi merkezli anılar. Yazar tanıdığı kişilerin portrelerini çizer, onların kendisinde bıraktığı izlenimlerini aktarır, onlarla yaşanmış ilginç ve önemli olayları dile getirir.
Anıların tarihsel gelişimi: Batıda ilk örneği eski Yunan sanatçısı Ksenophon’un ‘’Anabasis’’ adlı eseriyle vermiştir. Yunan filozofu Etlatun’un birçok eseri bu türdendir. 18. yüzyılda J. J. Rousseau’nun “ İtiraflar”, Goldoni’; Goethe’nin “Şiir ve Gerçek”, Andre Gide’nin “Jurnaller” adlı eseri bu alanda önemli eserlerdir. 19. yüzyılda Fransız edebiyatında Victor Hugo’nun ”Gördüklerim”, Stendhal’ın “Bencillik Anıları, Verlaine’nin “ Rus yazar Tolstoy’un İtiraflarım” adlı eseri bu alanda önemli eserlerdir. 21. yüzyılda dünyanın her ülkesinde çok sayıda edebiyatçı bu türde eserler vermeye devam etmektedir. Bizde, 7. yüzyıla ait “Göktürk Yazıtları” bu türün ilk örneği sayılmaktadır. 16. yüzyılda Hindistan’da bir imparatorluk kurmuş olan Babür
Şah’ın yazdığı “Babürname” , 17. yüzyılda Ebul Gazi Bahadır Han’ın yazdığı “Şecere-i Türk” , Katip Çelebi ve Naima’nın bir çok eseri bu türün örneklerindendir. Edebi tür anlamında anı ise bizde Tanzimat Dönemi’nde başlamıştir. Önceleri Ebuziya Tevfik ve Ali Suavi çıkardıkları gazetelerde anılarını yayınlarlar. Daha sonra Akif Paşa’nın ‘’Tabsıra’’, Namık Kemal’in ‘’Magosa Mektupları’’, Ziya Paşa’nın ‘’Defter-i Amel’’. Servet-i Fünun Döneminde: Ahmet Rasim’in ‘’Eşkal-i Zaman’’ ‘’Falaka’’, ‘’Şair’’; Hüseyin Cahit Yalçın’ın ‘’Edebei Hatıralar’’ı.v.s.
Son Dönem Edebiyatında: Yakup Kadri’nin ‘’Zoraki Diplomat’’, ‘’Vatan Yolunda’’; Ruşen Eşref Ünaydın’nın ‘’Atatürk’ü Özleyiş’’i; Halide Edip Adıvar’ın’’Türk’ün Ateşle İmtihanı’’; Yahya Kemal’in ‘’Çocukluğum’’, ‘’Gençliğim’’, ‘’Siyasi ve Edebi Hatıralarım’’ı; Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘’Kerkük Anıları’’, Samet Ağaoğlu’nun ‘’Babamın Arkadaşları’’, Salah Birsel’in ‘’Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu’’, Oktay Rıfat’ın ‘’Şair Dostlarım’’ v.s. Ayrıca son dönemde Celal Bayar, İsmet İnönü, Kazım Karabekir ve Rauf Orbay gibi siyasi kişilerin yazdıkları anılar, yakın tarihimizi aydınlatması bakımından çök önemli eserlerdir.
Anılar ne zaman yazılır? Anıları yazmanın belli bir çağı olmamakla birlikte, genellikle yaşlılık dönemine yakıştırılır. Çünkü yaşlılar, gençlere nazaran gözlerini geleceğe değil, geçmişe çevirir. Bir Fransız atasözü bunu şöyle dile getirir:’’ Gençler umutlarla, yaşlılar anılarla yaşar’’.
Anı türüne örnek ‘’BABAMIN RKADAŞLARI’’ SAMET AĞAOĞLU ‘’Milli Şair’’ Babamın dostları içinde çocukların, bütün arkadaş çocuklarının en çok sevdiği yüz onunkiydi. İstanbul’da Serencebey yokuşundaki evi ilk çocukluğumdan kalan en aydınlık hatıralar arasındadır. Tertemiz, sade, zarif eşyalarla dolu geniş rahat, gönül açan odalar! Gözüktüğü zaman sıralanır, birer birer elini öperdik. Biraz kalın ve daima ıslak dudaklarının temasını yanaklarımda, alnımda hala duyuyorum. Şiirlerini okumasını isterdik. Zaten o da bunu bizden beklerdi. Derhal gözlüğünü itinayla takar, cebinden çıkardığı kağıtlardan yeni şiirlerini, sanki büyük insanlardan mürekkep bir topluluk karşısında bulunuyormuş gibi heyecanla, ciddiyetle okurdu.
7
8
Mika Dergi
Birkaç şiiri vardı ki onları söylerken biz çocuklar ağlayacak hale gelirdik. O gerçekten ağlardı. Bunlardan birisinin ismi ‘’Kesildi mi Elerin’’di. Annesini bıçaklarken elleri kesilen bir adama, annesinin kanlar içinde gördüğü ellerinin kesilip kesilmediğini sorarken biten bir şiir. Milli Şair’in ruhunun bir tarafı ölünceye kadar çocuk kaldı. Onu en ehemiyetsiz hadiseler bedbaht edebiliyordu. Yine en ehemiyetsiz hadiseler ile saadet semalarında uçardı. İşte bir misal: Babamla seyahat ediyormuş. Bir aralık onun kompartmanında evvela inlemeler işitiliyor. Biraz sonra da hıçkırıklar! Babam hemen yanına koşuyor. Gördüğü manzara şu: Arkadaşı kalın yün fanilasını boynuna kadar çekmiş, başından çıkarmaya çalışıyor, fakat fanila, canlı bir inatla bir santim daha yukarı çıkmıyor. Şirin parmakları beyhude yere fanilanın kıvrımları arasında çırpınıp duruyor. Babam, ‘’Ne var, niye ağlıyorsun?’’ diye soruyor, Şair hıçkırıklar arasında, ‘’Beni bu faniladan kurtar Ahmet Bey!’’ diye yalvarıyor. Atatürk, Milli Şair’i Serbest Fırka’ya soktu. Bu hadise onun için evvela büyük gurur sebebi oldu. Çocuk safiyetiyle babama, ‘’Ahmet Bey’’ diyordu. ‘’Gazinin bu işteki samimiyetinin en kuvvetli delili beni de sizin aranıza katmasıdır.
Bu suretle Gazi Milli muhalefet yaratıyor, elbette farkındasınız!’’. Babam gülerek ‘’Öyle dostum öyle’’ diye cevap veriyor, ‘’Elbette seni aramızda bulunman bizim için büyük teminattır’’… Fakat Serbest Fırka macerası en hazin tecellilerden birisini de Milli Şair üzerinde gösterdi. Fırka dağıldıktan sonra bir köşede birkaç ay menkup ve unutulmuş olarak yaşadı. Onun buna tahammülü yoktu. Her devirde sanat ve siyaset salonlarının hakiki süsü olmuştu. Şimdi ise sanki eski Türk Yurdu ve Türk ocakları ile beraber göçmüş, onların enkazı altında yalnız ihtiyar bir nefesten ibaret kalmıştı. Ankara hukuk fakültesinin üçüncü sınıfında iken Behçet kemal Çağlar, Hıfzı Oğuz Bekata gibi yakın arkadaşlarla ‘’Genç Türk Edebiyatı Birliği’’ni yaşatmaya çalışıyorduk. Ankara’da Eski Kız lisesine inen yokuş üzerinde küçük bir dükkanı cemiyet binası olarak kiralamıştık. Burada kanatları altına sığınabileceğimiz manevi bir rehbere ihtiyacımız vardı. Halbuki ortada ellerini öpebileceğimiz tek insan kalmış gibiydi. Ocakların eski reisleri birer birer, bazısı siyaseten, bazısı kaprislerin kurbanı olmuştu. O zaman aklımıza Milli Şair geldi. Onun sevimli beyaz yüzü bir güneş gibi dağınık kalplerimizi etrafına
toplayabilirdi. Hemen karar verdik, gidip görecek, birliğimize manevi reis olmasını isteyecektik. O günü hiç unutmayacağım. Ne istediğimizi öğrenir öğrenmez gözleri yaş doldu, titrek ahenkli sesi heyecandan kısılmıştı. ‘’Biliyordum’’, diye başladı, ‘’bu gençliğin benim hizmetimi nihayet takdir edeceğini biliyordum. Bugün buna mukadderdi. İşte şimdi kuzuların başında mesut çoban gibiyim’’. Fahri reisimizi birliğin merkezi olan küçük dükkana davet ettik. Bize hayatından fıkralar anlattı, şiirler okudu, yeni nesillerin vazifeleri üzerinde fikirlerini söyledi. Sonra hep beraber caddeye çıktık. Otuz arkadaştık, Milli Şairi ortamıza almıştık, adeta mümayiş yürüyüşü halinde ve herkesin hayret dolu bakışları arasında Karaoğlan Çarşısından geçerek Ulus meydanına kadar geldik. O Meclise gitti, biz dağıldık. Babamın bu ak yüzü; şiirleri, sesi ve evinin aydınlığı çocukluk hatıralarımın bir köşesini dolduran arkadaşını bir daha göremedim. Not: Bu kısa, ama güzel örnekte, Samet Ağaoğlu babasının arkadaşlarından, ‘’Milli Şair’’ adı verilen Mehmet Emin Yurdakul’la ilgili anılarını anlatıyor. Öyle de güzel anlatıyor ki adeta bize onu sevdiriyor… Kaynakça: Vikipedi, ‘’Yazı ve Yazınsal Türler’’min Özdemir, Varlık Yaynları
9
9
10
Meliha‘nın Öykü Bahçesi ‘nden ‘’Seni erkeklerden vazgeçirebilecek kadar sevmiş olduğun adamı çok merak ediyorum’’ dedi adam. Aradığı cevabı o güzel gözlerinde bulmak istercesine uzun uzun baktı… Kadın gülümsedi ve önündeki dosyaları çantasına koyup, çıkmaya hazırlandı. ‘’Fazla merak iyi değildir. İnsanı dert sahibi yapar. Toplantımız bittiğine göre ben çıkıyorum. Oğlumun tenis maçına yetişmem lazım. Öğleden sonra evde çalışır, konuyla ilgili dosyayı yarın sabah masana bırakırım. Hoşça kal!’’ dedi. Adam onun gitmesine engel olmak, ona hissettiklerini anlatmak, sarılmak istiyordu, ama sadece gülümseyerek arkasından elini sallayabildi. Aşıktı bu kadına! Hem de deliler gibi… Her an onu düşünüyor, hayaller kuruyordu. Her halini yüreğinde resmetmiştigülerken, konuşurken,
Kaybetmek dosyalara gömülüp çalışırken, yürürken, yemek yerken… On yıldır birlikte çalışıyorlardı. Çok iyi anlaşıyorlardı, ama birbirini fazla tanımıyorlardı. Birisi ona ortağını anlat dese’’Üç çocuk annesi, evli ve mutlu bir kadın tablosu çiziyor’’ derdi. Ama gel gelelim kocasını kimse tanımıyordu, bir kez bile olsun onları birlikte gören olmamıştı… ‘’İnsan ortağını, eriyip bittiği kadını daha iyi tanımalı. Bunu öğrenmenin zamanı geldi galiba. Hem belki de öğrendiklerim şansımı artırır, ona açılıp kavuşmam için sebep olabilir’’ diye düşündü ve umutla yerinden kalktı. Arabasına koştu ve sevdiği kadının peşine takıldı. Bir gölge gibi uzaktan takip etmeye başladı. Gerçekten oğlunun maçına gitmişti. Maç sonrası da anne-oğul bir şeyler içip, gülümseyerek sohbet etmişlerdi. O kadar mutlu görünüyorlardı ki imrendi. Yanlarına gidip, o mutluluktan bir damlacık
da
olsa tatmak istedi. Sonra alışveriş merkezine gittiler, arabayı sebze ve meyve dolu poşetlerle doldurdular. Bir evin önünde arabayı park ettiklerinde, birbirine çok benzeyen iki kız çocuğu onlara doğru koştu. Bir ressamın tablosundan çıkan ve ortalığı aydınlatan ışıklar saçan melekler gibi annesini kucaklayıp, eve sürüklediler… İki saat kadar evin önünde arabasında bekledi. Tam gitmek üzereyken onu kızların ellerinden tutmuş çıkarken gördü. Konuşmalarından kuaföre gittiklerini anladı. Orada bir-iki saat oyalanacaklarını hesaplayarak, takibinin en önemli kısmını gerçekleştirmek için harekete geçti. ‘’Bakalım bu koca gerçekten var mı? Yoksa sadece bir hayal veya masal mı?’’ Umutla, zaferine bir adım daha yaklaştığını düşünerek heyecanlandı.
Mika Dergi
Arabadaki fotoğraf makinesini eline aldı ve sevdiği kadının kapısını çaldı. ‘’Baba! Bir gazeteci seni görmeye gelmiş! İçeri alıyorum!’’ diye seslenen oğlan, onun bir şey söylemesine fırsat vermeden salona götürdü. Şaşkın şaşkın peşinden yürüdü ve kendini kocaman bir salonun içinde buldu. Koltukta, kucağında bilgisayarla oturan adamı görünce kalbi sıkıştı ve nefesi daraldı. Adamın kolları yoktu ve bilgisayarı ayaklarıyla kullanıyordu. ‘’Sizi bugün beklemiyordum, ama gelmişiniz artık. Ziyanı yok! Anlaştığımız gibi ama fotoğraf çekmek yok’’ dedi. O da ‘’Tabi! Tabi…’’ diye cevap verdi ve en yakın koltuğun üzerine çöktü. Başı dönmeye başladı. Düşünceleri beyninde ışık hızıyla dolaşmaya başladı. Duvardaki resimlerden de kiminle karşı karşıya olduğunu anladı. İstanbul’un en muhteşem ve en çılgın projelerin ünlü mimarı karşısında oturuyordu. ‘’Ben bilmiyordum’’ diye fısıldadı. ‘’Üzülmeyin! Kimse bilmiyor zaten. Kazadan sonra kimseyle görüşmediğim için pek bilen yok. Sadece doktorlarım ve ailem. Onlar da, duyulmaması için bana çok yardımcı oldular’’ diyen adam ona mutlu mutlu gülümsüyordu. ‘’Düne kadar bilinmesini istemedim. Yıllardır da evimden
dışarı çıkmadım. Durumu kabullenmem ve alışmam uzun sürdü. Hele hele karım ve çocuklarım olmasaydı, belki de yaşamazdım. Benim karım bir melektir! Sevgisiyle beni yaşatmak için yaşamın kendisiyle savaşmayı öğretti. Her gün hayata bağlanmam için yeni bir sebep yarattı. E, bana da o sebeplere sarılmak kaldı. Nietsche boşuna ‘’Yaşamak için sebebi olan herkes, hemen hemen her koşula katlanır’’ dememiş. Ben de gerçeklerle yüzleşip, hayatla barıştım ve bakın oturduğum yerde harikalar yaratıyorum’’. Bilgisayarın ekranını ona doğru çevirerek konuşmaya devam etti: ‘’Bu benim en son projem. Siz de zaten benimle bu projeyle ilgili konuşmak istiyordunuz değil mi?’’ diyen adama şaşkın şaşkın baktı. ‘’Ben aslında gazeteci değilim’’ demeye başlamıştı ki gürültüyle kızlar ve peşlerinde annesi salona daldılar. ‘İşte benim prenseslerim bunlar! Ne güzel de süslenmişiniz böyle! Anlaşılan bu gece beni dünyanın en mutlu erkeği ilan etmek için yarışa girdiniz’’ dedi ve kızlarıyla karısını büyük bir özlemle öptü. ‘’Hayatım, neler anlatıyorsun sen benim ortağıma? Yoksa beni mi şikayet ediyordun?’’ dedi kadın ve kocasına sarıldı. Adam kahkahalar atarak:’’Hay Allah, ben onu gazeteci
zannettim ve hayat hikayemi bi güzel anlattım. Canınızı sıkmadım inşallah?’’ dedi. Huzursuzca yerinden kalktı: ‘’Yo, hayır! Ben aslında acil bir seyahate çıkacağımı söylemeye gelmiştim sadece…’’ diye kekeledi. Çok üzgündü. Kendinden öyle utanıyordu ki. Neler tasarlamış, neler düşünmüş ve nelerin fantazisini kurmuştu. Şimdi ise yok olmak, yerin dibine girmek istiyordu. ‘’Sizi hiçbir yere bırakmayız! Bugün bizim evlilik yıldönümümüz. Bakın prensesler süslenmiş, partiye hazırlanmış… Hadi, hep beraber güzel bir gece geçirelim!’’ diyen adamın yüzüne bile bakmadan: ’’Sözüm var! Gitmeliyim!’’ dedi ve koşarcasına dışarı çıkıp, arabasına bindi. Evine gidip, soğuk bir duş aldıktan sonra ancak kendine gelebildi. Çıkmak zorunda olduğu seyahat için hazırlanırken bir Meksika atasözünü hatırladı: ‘’Kişi oynamayı öğrenmeden önce kaybetmeyi öğrenmelidir’’. Evet, o sevgi oyununu kendi kendine oynamaya kalkışmıştı. Kendi kendine sevdiği kadının peşine dedektif gibi takılıp, bütün erkeklerden vazgeçebilecek kadar sevdiği adamı tanımıştı. Ama bu da onun kadınlardan vazgeçebilecek kadar sevdiği kadını kaybetmesine sebep olmuştu…
11
12
Aleksandır Sergeyeviç Puşkin “ionse dolortin henis et ationsecte dit nonsequis ‘’Dünyada sonsuz bir mutluluk yoktur; ne ünlü bir soy, ne augait, quat. Ut lan utpat. ”
güzellik, ne güç- kuvvet, ne zenginlik, hiçbir şey bizi
felaketten kurtaramaz…’’
Mika Dergi
13
Adım Adım Ölüme Giden Dahi “Puşkin’in bütün eserleri Rus benliğine, Rus benliğinin manevi gücüne inancı ile dolup taşar. Puşkin olmasaydı kendi Rus benliğimize, Rus halkın yapabileceklerine güvenimiz, Avrupa milletleri arasında Rusya’nın geleceğine inancımız daha sonraki yazarların kaleminden böylesine karşı konulmaz bir güçle dile getirebilir miydi? Onun için bizim milli şairimizdir…’’
Dostoyevski
Hayatı Aleksandır Sergeyeviç Puşkin, 1799 yılında altı yüz yıllık soylu bir ailenin çocuğu olarak Moskova’da dünyaya gelir. Çok küçük yaşlarda yabancı öğretmenlerden ders almaya başlar ve sekiz yaşındayken Fransızcası, Rusçası kadar iyidir. On bir yaşına geldiğinde ise özgürlükçü ve alaycı yazarlarına hayran olduğu Fransız Edebiyatı’nı ezberlemiştir ve Fransız şiirleri ve komedileri yazmaya başlamıştır. Puşkin, çocukluğunda evlerine gelip giden dönemin tanınmış şair ve yazarlarından etkilenmiştir belki, ama ona Rus masallarını anlatan ve eski Rus türküleri söyleyen yaşlı dadısı Arina, ruhunda silinmez izler bırakır, edebi çizgisini şekillendirir. On iki yaşında, Rus I Çarı Aleksandır’ın Tsarskoye Selo’da açtığı okula yazılır ve buradaki altı öğrenim yılı boyunca, tıpkı okulun diğer öğrencileri gibi, Petersburg’a gitme izni bile verilmeden, adeta dış dünyadan koparılarak eğitim görür. İşte o yıllarda şiire nefes alabilmek, rahatlayabilmek ve mutlu olabilmek için sıkı sıkı sarılır. İlk şiir kitabı ‘’Bir
şair dosta’’ 1814 yılında yayımlanır. Bu şiirlerde gerçekçilik eğilimi göze çarpar. Sıkıcı okul yıllarından sonra büyük bir eğlence susuzluğu ile Petersburg’un canlı yaşamına dalar. Yazdığı ve birçoğu yasaklanan özgürlükçü şiirleri ve taşlamaları bu sıralarda dilden dile dolaşmaya başlar. Rus edebiyatı tarihinde ilk kez olarak, herkesin üzerinde hayranlık uyandırır. 1817-1819 yılları arasında da lirik şiirler yazmaya sürdürür. ( Özgürlük, Çadayev’e, Köy). 1920 yılında ilk uzun ve ayrıntılı çalışması olan ‘’Ruslan ve Lyudmila’’yı tamamlar. Şirin ilk dönemin son yapıtı olan bu romantik şiirde, yerleşik kural ve türlerden ayrıldığı için ağır saldırılara uğradıysa da, yetenekli bir şair olarak kendini kabul ettirir.
Sürgün Yılları ‘’Elde edilmesi güç olan her şey genellikle diğer insanlar tarafından kolaylıkla küçümsenir…’’ Puşkin ilk şiirlerinde, liberal fikirleri dile getirir. Çarlık baskısı, dönemin birçok aydını gibi,
aristokrat kökenli olmasına rağmen onu da etkiler. ‘’Gavriliada’’ adlı şiirinde geleneksel kurumları ve görüşleri sert biçimde eleştirir. Bundan dolayı da çok geçmeden sürgüne gönderilir. Sürgünde geçen yıllarda, Yekaterinoslav’da, Kafkasya’da, Kişinev’de, Odesa’da yaşar. Uzak yerlere gönderilmesi onun yaratıcılığını daha da kamçılar ve edebiyat onun için büyük bir tutku haline gelir. ‘’Hançer’’, ‘’Şeytan’’,’’Bilge Oleg’in Şarkısı’’,’’Kafkas Mah kümu’’,’’Çingeneler’’,’’Haydut Kardeşler’’,’’Bahçeşehir’’ gibi lirikler bu dönemin ürünüdür ve bu eserlerinde kendi çağının kahraman tipini anlama isteğini dile getirir. Bu dönem, Puşkin’in devrimci düşüncelerden yana kesin tercihte bulunduğu dönemdir. Burada Güney Birliği adlı örgütün üyeleri ile ilişki kurar. Bu grubun üyeleri, Dekabristler devrimci grubu oluşturduklarında da onları desteklemeye devam eder.
14
Mika Dergi
Aralık 1825 yılında ayaklanan Dekabristler’i Çar’a bağlı birliklerce kanlı biçimde bastırılır, ardından da Puşkin’in çok eski dostlarının da bulunduğu yüzlerce devrimci aydın, ağır işlerde çalıştırılmak üzere Sibirya’ya sürülür. İdamlar ve sürgünlerden sonraki boğucu gericilik yıllarında Puşkin yalnızlığı yaşar. ‘’Şiir’’ adlı eserinde, bu yalnızlık ortamında şiirine ve düşüncelerine dayanarak ayakta kalmayı dile getirir. Tahta yeni geçmiş I Nikola’nın liberal vaatlerinden bazen ümitlenmiş olsa da, ilerici görüşlerinden hiç vazgeçmez ve Derabristler’e sonuna kadar bağlı kalır. ‘’Arion’’ ve ‘’Sibirya madenlerinin Derinlerinde’’ adlı eserlerinde bunu açıkça belirtir. Bu sürgün döneminde, yedi yıl sonra tamamlayacağı ‘’Yevgeniy Onegin’’ romanını yazmaya başalr. ‘’Çingeneler’’, ‘’Peygamber’’ ve ‘’Boris Godunov’’ isimli önemli eserlerini de yine bu sürgün yıllarında yazar.
Geri Dönüş ‘’Oyun bitince, Şah da Piyon da aynı kutuya konulur…’’ Çar, Puşkin’in 1826 yılında Moskova’ya, 1827 yılında ise Petersburg’a dönmesine izin verir. Büyük bir hayranlık ve
saygıyla karşılanan Puşkin, liberal fikirlerinden vazgeçmez, ama iktidara karşı açıkça cephe almaktan da kaçınmaya başlar. 1833’te Rus Akademisi üyeliğine seçilir. O yıllarda yazdığı ‘’Tunç Süvari’’ adlı şiiri dışında, yeni eserlerinin hepsi nesir türündendir: ‘’Biyelkin’in Öyküleri’’, Dobrovskiy’’, ‘’Maça Kızı’’. 1836 yılında, Sovremennik (Çağdaş) adlı edebiyat dergisini yayınlamaya başlar. Kısa süren ömrüne rağmen, Sovremennik o dönemde Rusya’da çıkan en iyi edebiyat dergisi olarak kabul edilir.
Evliliği ‘’Aşk bir kişiye felaket, iki kişiye saadet, üç kişiye cinayettir.Aşksız hayat ise tam bir sefalettir…’’ Puşkin, bir baloda eski yüksek rütbeli bir memurun kızı olan Natalya Gonçarova ile karşılaşır ve büyüleyici güzellikteki bu genç kıza aşık olur. Natalya ise edebiyatla hiç ilgisi olmayan, Puşkin’i bir şair olarak umursamayan, aklı fikri kendine rahat bir yaşam sağlayacak bir koca bulmakta olan sıradan bir kızdır. Puşkin ona evlenme teklif ettiğinde, Natalya teklifi belirsiz bir tarihte cevaplamak üzere erteler. Umutsuzluğa kapılan Puşkin, Moskova’dan uzaklaşır ve gözlemci olarak Rus
ordusuna katılır ve Osmanlı topraklarına gelir (1829). Sonradan yazdığı ‘’Erzurum yolculuğu’’ adlı eserinde, yol izlenimlerini anlatır ve daha bir çok eserinde de Erzurum’dan aldığı esinler yer bulur. ‘’Mutluluğun iki biçimi vardır. Biri bir kadına sabırsız bir halde umutla giderken ve diğeri bir kadından ve tutkudan kurtulmuş olarak geri dönerken…’’ Moskova’ya dönünce Puşkin tekrar Natalya’ya evlenme teklif eder ve uzun çekişmelerden sonra nişanlanıp, evlenir ama mutlu olamaz. Çünkü yaşamını çekilmez kılan kayınvalidesi ve kusursuz, ama yapay bir çiçek olan karısı onun hayatını zehir etmek için elinden geleni yapar. Bir de gerici polisler onu bunalttıkça bunaltır… Bitmek bilmeyen soruşturmalar ve yasaklamalar yüzünden içi büyük bir acıyla dolu olsa da Puşkin yazmaya devam eder. ‘’Evgeniy Onegin’’i bitirir, ‘’Maça Kızı’’, ‘’Dubrovski’’ gibi önemli eserlerini bu dönemde yazar. Gogol’la olan arkadaşlığı da bu döneme rastlar. Öyle ki, Gogol’a ‘’Ölü Çanlar’’ romanını yazma fikrini Puşkin verir.
Mika Dergi
Eserleri
Ölümü ‘’Bir insanın kendisiyle mezara götüreceği ruhunun sırları vardır. Ama aile hayatı iki ruhun sırlarından ibarettir. Bu sır saklamanın daha da zor olması demektir.Sırlar olmadan aile hayatı olmaz, ama hayat sona erdikten sonra sır da sona erecektir…’’ Ocak 1837’de bir düelloda, Rusya hızmetinde çalışan ve dönemin Hollanda Büyükelçisi’nin evlatlığı olan Fransız asıllı Georges d’Anthes., Puşkin’i ağır yaralar. Onu düelloya Puşkin çağırmıştır, karısına imzasız mektuplar gönderdiği ve kur yaptığı için. Puşkin bir anlamda ölüme meydan okur, çünkü d’Anthes ordunun en iyi nişancısıdır.
Bir şair dosta (1814)
Altın Horoz (1834, şiir)
Ruslan ve Ludmila (1820) (şiir)
Balıkçı ve Altın Balığın Hikayesi (1835, şiir)
Kafkas Esiri (1822) (şiir)
Yevgeniy Onegin (18251832) (şiirsel roman)
Bahçesaray (1824) (şiir)
Selsebili
Çingeneler(öyküsel şiir) (1827) Poltava (1829)
Bronz Süvari (1833, şiir)
Yemelyan Pugachev isyanının Tarihi (1834, düz yazı)
Küçük Trajediler (1830)
Yüzbaşının Kızı (1836, düz yazı)
Boris Godunov (1825) (drama)
Kırcali (kısa hikaye)
Papaz ve uşağı Balda’nın hikayesi (1830) (şiir)
İvan Petroviç Belkin’in hikayesi (5 kısa hikayeden oluşur: Atış, Kar Fırtınası, Cenazeci, Menzil
Gavriiliada Goryukhino Köyü’nün Hikayesi (bitirilmemiştir)
Şövalye Hikayeleri Mısır Geceleri (kısa şiirsel hikaye, bitirilmemiştir)
Rivayetlere göre, Çar düelloyu durdurmak için adamlarını göndermiş, fakat adamlar kasten yanlış yere yönlendirilmiş.
Müdürü ve Bey’in Kızı) (1831) (düzyazı)
Şairin öldüğünü duyunca halk, nerdeyse hükümete karşı ayaklanma noktasına gelir.
Dubrovsky (1832-1833, yayınlandı1841, roman)
Prenses ve 7 Kahraman (1833, şiir)
Kont Nulin
Olayların artmasından çekinen polis, bir gece yarısı şairin tabutunu gizlice kiliseden alır ve Mahaylovskoye köyüne götürerek, toprağa verir. ‘’Genellikle bütün yanlışlıkların altında yatar…’’
büyük gurur
15
Çar Saltan Masalı (1831) (şiir)
Maça Kızı (1833) daha sonra operaya uyarlanmıştır.
K A.P. Kern – AP. Kern’ne (şiir) Haydut Kardeşler (oyun) Büyük Petro’nun Arabı (tarihsel roman, bitirilmemiş)
Kış akşamı
Ölümünden sonra yayımlanan ‘’Gizli Günce’’
16
Mika Dergi
Ölümünden kısa süre önce kaleme aldığı bu ‘’Gizli Günce’sini en az 100yıl yayımlanmamasını ister. Çocuklarının ve torunlarının mağduriyetine neden olmak istemez. Çünkü bu günce Puşkin’in kendisiyle v e yakın çevresiyle kesin bir hesaplaşmadır. İlk defa 1990 yılında ABD’de yayımlandığından bu yana edebiyat dünyasının en çok ses getiren eserlerinden biri olma özelliğini koruyor. Adım adım ölüme gittiğinin bilincinde olan bir dahinin, aşka, kadınlara, cinsel tutkulara, insanlık
durumuna ilişkin düşünceleri ve itirafları ve bunları ifade ediş gücü, çarpıcı boyutlardadır. Ustanın anlatımı, yaşadığı döneme ait ilişkileri, yaşama biçimini olanca çıplaklığıyla gözler önüne sermekle birlikte, trajik ölümünün ardındaki gizleri de gözler önüne seriyor. 200 yıl özcesinin insanına yön veren ve çoğu kez birbirleriyle iç içe geçmiş sevgi, tutku, nefret, kıskançlık, iktidar, kölelik gibi kavramların ve kadınlık durumunu gözler önüne seriyor ve bugünün duygularıyla kıyaslama olanağı veriyor Puşkin.
Özet Puşkin, modern Rus Edebiyatı’nın oluşmasına ve en çok katkıda bulunan yazar ve düşünürdür. Klasik batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus edebiyatı’nda ‘’gerçeklik akımını’’ başlatan liderdir. Gogol, onun için ‘’Puşkin, olağanüstü bir olaydır’’ der. Dostoyevski ise daha mistik bir tavırla ‘’Puşkin, bize gelecekten haber veren bir peygamberimizdir’’ der. Kaynakça: Vikipedi; ‘’Gizli Günce’’-Puşkin
17
Mika Dergi ‘ye ABONE OL
ÜCRETSİZ KİTAP KAZAN!
HEMEN ABONE OL! abone.mikadergi.com Her ay Mika Dergi ‘ye abone olan 5 okuyucumuza, Meliha Doğu ‘nun, Başını Dik Tutan Hüzün isimli imzalı kitabını hediye ediyoruz. Üstelik kargo ücreti de dahil.Hiçbir ücret ödemeden bu kitaba sahip olmak için tek yapmanız gereken, bu sayfaya tıklayarak açılacak olan sayfada, aktif olarak kullandığınız mail adresiniz ile Mika Dergi ‘ye abone olmak.Her ay, bir önceki sayıda abone olan okuyucularımız arasında yapılan çekilişle kazananlar, Mika Dergi ‘de açıklanacaktır.
05
Abonelik çekilişi, her ayın ilk haftası gerçekleştirilecektir ve kazananlara mail ile bilgi verilecektir.
18
Her ay koltuğa bürünen i anlatıcı, yepyen hiyakelerle sizi şaşırtacak ...
Bir Koltuğun Anıları
Yeni bir gün başlamıştı… Kuşlar, güneşe gülümseyerek daldan dala zıplıyordu. Rüzgar ise ağacın yapraklarıyla flört edercesine, hafif hafif esiyordu.
Sallanan koltuk, uyuşukluğundan silkelenerek konuşmaya başladı:’’ Tanrım, burada olmak çok güzel! Sessizlik, yeşillik ve huzur! Tam da ihtiyacım olan şeyler. Gökyüzünü görebilmek, istediğin zaman ve istediğin kadar bu muhteşem manzaraya bakabilmek. Özgürlük gibisi yok bu dünyada!’’ ‘’Yahu, her gün bakmaktan sıkıldığımız, kırk yıldır değişmeyen manzara. Nereden çıktı sabah sabah bu övmeler,
özgürlüğe şükretmeler? Sen gece kötü bir rüya mı gördün?’’, diye kıkırdadı yaşlı ağaç. ‘’Sen bizden sıkılmışsın galiba’’ diye dudak büktü güneş ve rüzgar. Kuşlar ise:’’Eyvah, kavga çıkacak galiba’’ diyerek bir yerlere saklandı. Ortalığı ağır ve boğucu bir sessizlik kapladı. ‘’Biliyor musunuz, ben bir süre hapishanede kaldım’’ diyerek sessizliği bozdu sallanan koltuk. ‘’Yok, artık vardı’’ diye ‘’Yıllardır öldürmekten bir kadının
orada ne işin zıpladı kuşlar. kocasını hapis yatan çocukları, son
günlerini daha rahat geçirsin diye beni hediye etmişlerdi.’’ ‘’O kadar da değil. Kadın babalarını öldürüyor, onlar ise hediye gönderiyorlar. Tuhaf bir durum’’ diye mırıldandı yaşlı ağaç. ‘’Bana da ilk başta tuhaf gelmişti, ama sonra fikrim değişti. Her evin bir sırrı, bir hikayesi vardır ve istisnasız herkes bir gün birini öldürebilir…’’ diye açıkladı sallanan koltuk. ‘’Anlat bize, anlat! Çok merak ettik’’ diye tutturdu kuşlar. Güneş ve rüzgar ise köşeye kıvrılarak, dinlemeye hazırlandı.
Meliha Doğu
melihadogu@mikadergi.com
Mika Dergi
Kocasını Öldürdüğü İçin Ödüllendirilen Anne ‘’Aylin, elli yaşlarında güzel, bakımlı ve akıllı bir kadına benziyordu. Sabahtan akşama kadar kitap okuyor, spor yapıyor ve arada resim çiziyordu. Hapishanedeki hayatından memnun görünüyordu. Odasından çıkmasına izin verilmemesine rağmen, şikayet ettiğini hiç görmedim. Gardiyanlarla pek fazla konuşmuyor, getirilen yemeği itiraz etmeden yiyiyordu. Haftada bir ziyaretine avukatı geliyordu. Uzun uzun konuşuyorlardı. Çocuklarını soruyor, fotoğraflarını getirmesini istiyordu.Yaptığı resimleri ona teslim ederken, kime isterse verebileceğini söylüyordu.’’ ‘’Merak ettim şimdi kadının çizdiği resimleri. Yetenekli miydi bari? Ne çiziyordu?’’ diye araya girdi rüzgar. ‘’Yetenekli olmasına yetenekliydi de, o tabloları görmenizi istemezdim’’, diye cevap verdi sallanan koltuk. ‘’Niye?’’ diye meraklandı herkes. ‘’Ürpertici, iç karartıcı, ama bir o kadar da gerçekçi resimlerdi. Şiddet ve ölüm ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi…’’ ‘’Belki de kadın yüreğindeki acılardan, beynini kemiren düşüncelerden kurtulmak ve vicdanını rahatlatmak için bunları çiziyordu. Belki psikolojik bir rahatsızlığı vardı ve kriz sırasında kocasını öldürdü…’’ diye kendi kendine konuştu yaşlı ağaç. ‘’Resimlerdeki ana konu
aslında aldatmaydı, ama öyle ustaca işlenmişti ki, dikkatli bakmazsanız sadece şiddeti ve ölümü görürdünüz. Sanki bir sırrı vardı ve bu sırrın resimlerden fırlayıp, ortaya çıkmasını istemiyordu. Ama o resimleri yapmadan da duramıyordu’’ ‘’Peki, çocukları ziyaretine geliyor muydu?’’ diye sordu kuşlar. ‘’Yok, avukatın dışında kimseyle görüştürmüyorlardı. Çocukları her hafta ona mektup, kitap ve hediye gönderiyordu. Uzun uzun onlara sarılıp, öpüp koklardı, ama ağlamazdı. Gülümseyerek mektuplarını okur, hemen cevap yazardı. Üniversitede okuyan bir kızı ve oğlu vardı’’ ‘’Bu hikaye giderek eski Türk filmi kıvamı almaya başladı. Ne bu ya? Ortada bir cinayet var. Herkes mutlu mesut, hediyeler, koklamalar. Bari bir yerden tavşan çıksın da, hikaye tamamlansın’’, diye söylenmeye başlayan yaşlı ağaç, sinirli sinirli: ‘’Anlatma Allah aşkına daha fazla. İçim daraldı bu insanların garip dünyasından’’diye sözlerini tamamladı. ‘’Hayır! Lütfen anlat! Biz hikayenin sonunu merak ediyoruz. Tavşan, kuş veya yılan da çıksa, öğrenmek istiyoruz’’ diye sitem etmeye başladı kuşlar. Rüzgar, ağırlığını koyarak ‘’Sen anlat dostum! Güne özgürlük konusuyla başladık madem… Dinlemek isteyen dinler, dinlemeyense istediğini yapar’’ dedi ve sorun çözüme bağlandı. ‘’Bir gün Aylin’in avukatı
hışımla hücreye girdi ve çantasını masaya fırlatarak, bağırmaya başladı:’’Bravo Aylin Hanım, bravo! Beni de kandırdınız ya! Pes doğrusu! Adaleti yanıltmayı bir tarafa bıraksak bile, bunu kendinize nasıl yapabildiniz? Sırrınızı mezara götürmeye inat ederek, on yıldır bu hücrede kuzu kuzu sağlığınızı tüketiyorsunuz. Pes doğrusu, pes!’’ Sonra çantasından çıkardığı teybin düğmesine bastı ve masaya oturarak, sigara içmeye başladı. ‘’Anne, biz artık gerçeğin ortaya çıkmasını istiyoruz. Bizim anlattıklarımız veya anlatabileceklerimiz yeterli olmaz. Senin her şeyi olduğu gibi anlatman şart! Lütfen anne! Zor olduğunu biliyoruz, ama anlat! Vicdan azabı bitsin artık. Herkes hak ettiğini yaşasın! Seni seviyoruz annem!’’ Teypteki konuşma bitince, hücreye ölüm sessizliği yayıldı.Bir süre ikisi de konuşmadan sigara içti… Aylin, gözyaşlarını silerek konuşmaya başladı:’’ Ben bunu çocuklarım için yaptım ve gerekirse yine yaparım. Gerekirse kardeşim gibi ölürüm, ama kıllarına bile zarar vermelerine izin veremem’’ ‘’Ne kardeşi? Neden öldü ve ne zaman? Gerçeğin tamamını istiyorum hemen, şimdi…’’ dedi avukat ve konuşmayı kaydetmek için teybin düğmesine bastı.‘’Adnan, yani kardeşim, babamın evlilik dışı ilişkisinden doğan gayrimeşru çocuğuydu.
19
20
Mika Dergi
Egoist bir babanın kariyerini etkilenmemesi için yurt dışında, tek başına büyümek ve yaşamak zorunda kalan oğlu.Varlığını öğrendiğim günden, öldüğü güne kadar öz kardeşten bile daha yakındık birbirimize.Türkiye’ye pek gelmezdi, ama biz çocuklarla sık sık ziyaretine gider, beraber çok güzel vakit geçiriyorduk. Adnan hiç evlenmedi. Uzun süreli ilişkiler bile kurmaktan kaçınırdı. Çünkü evlilikten ve çocuk sahibi olmaktan fobi derecesinde korkardı.Ama çok romantik ve ince ruhlu bir adamdı. Kız arkadaşları onu öve öve bitiremiyorlardı. ‘’Enişte unutma ‘’kadın bedeni bir keman gibidir, hakkını vererek çalmak için acayip iyi bir müzisyen olmak gerekiyormuş’’ derdi. Yaşadıklarımdan habersiz, ‘’Ablama keman muamelesi yapmayı beceremezsen, nadide bir çiçek olduğunu unutma’’ diye takılıyordu. Oysa kocam, evlendiğimiz günden beri beni aldatıyordu. Her zaman, her yerde, hem de gözümün içine soka soka bunu yapıyordu.Ben ona sırılsıklam aşık, mutluluktan havalarda uçtuğumuzu zannederken, o kariyerini sağlamlaştırma ve ekonomik gücünü arttırma planları yaparak benimle evlenmişti. Gerçeği görebildiğimde iki çocuğum dünyaya gelmişti bile. Onları babasız büyütmek istemediğim için de tepkisiz kalmayı ve susmayı öğrendim. Kocamın bana yıllarca
uyguladığı şiddetten ve aldatmalardan habersiz olan kardeşim, onun hatalarının bedelini ödemek zorunda kaldı. Gencecik yaşta mezara girdi. Kocam ise metresiyle yurt dışında fink atıyor’’, diyerek ağlamaya başladı Aylin. ‘’Duyduklarıma inanamadım. Nerdeyse yerimden sıçrayacaktım. Kim ölmüştü, kim cinayeti işlemişti’’ diyen sallanan koltuğa, kuşlar takıldı: ‘’Amma da hikaye! Kuş çıksın, tavşan çıksın derken, galiba aslan çıkacak’’ ‘’Sormayın, Aylin’in bundan sonra anlattıklarını zaten nefesimi tutarak dinledim’’ ‘’Peki olay gecesi tam olarak ne oldu?’’ diye sordu avukat. ‘’Adnan’ı zor da olsa Türkiye’ye gelmeye ikna etmiş, çocuklarla birlikte Bodrum’a gitmiştik. Kocam, işlerini bahane ederek bize katılmamıştı. Katılmaması da çok iyi olmuştu. Çok güzel vakit geçirdik. Son tatilimiz olduğunu hissetmiştik sanki birbirimizi doyasıya şımartmış ve şımarmıştık. Tatil dönüşü evde pek hoş olmayan bir sürprizle karşılaştık. Kapıyı açıp, içeriye girdiğimizi duymayan kocam ve metresi, salonun ortasında sevişiyorlardı. Bundan sonra her şey çok hızlı oldu… Çocuklar:’’Baba, sen ne yapıyorsun?’’ diye bağırdı, kardeşim ise bana mısın demeden kocama girişti. Ben çaresizce onları ayırmaya çalışırken, bir an kadının kocama bir silah uzattığını gördüm. Sonra
kardeşim kanlar içinde yere yığıldı. Çocuklar da ‘’Dayı’’ diye inleyip, bayıldı. Kocam apar topar giyindi; kimliğini kardeşimin kimliği ile değiştirdi. Silahı da beni elime tutuşturdu ve:’’ İyi dinle, geri zekalı! Sen siniz krizi geçirdin ve kocanı öldürdün! Kocan o yerde yatan salak oluyor. Ben ise kardeşinin yerine geçerek, onun hayatını yaşayacağım! Eğer gerçeği anlatmaya kalkarsan, yemin ederim önce çocukları öldürürüm, sonra da seni’’ dedi ve çekip gitti. Aylin, gözyaşlarını silerek konuşmaya devam etti:’’Gerçeği istediniz benden, anlattım işte. Çocuklarımı korumanın başka bir yolunu bulamadım bugüne kadar. Peki, bundan sonra onları nasıl koruyacağımı söyler misiniz bana?’’ Avukatın cevabı çok kısa oldu:‘’Hiç merak etmeyin. Ben onun ruhu bile duymadan bulur ve gerekeni yaparım! Nasıl olsa fink attığı o ülkede, idam cezası da kaldırılmış değil. Şimdi hemen gitmem lazım’’ diyerek koşarcasına çıktı. ‘’Vay be! Ne hikayeymiş ama!’’ dedi yaşlı ağaç. ‘’Biz biraz dolaşıp, geliyoruz. Lütfen bir dahaki sefer iç açıcı bir hikaye anlat bize. Yoksa hepimiz depresyona gireriz’’ diyerek uzaklaştı kuşlar.Rüzgar ve güneş de onların peşinden koştu. ‘’Özgürlük gibisi yok! Burada olmak çok güzel!’’ diye mırıldanarak, sallanmaya başladı koltuk.
Mika Dergi
SANAT & SERGİ HABERLERİ Altın Portakal ‘ın Açılışını Türkan Şoray Yapacak
Burhan Doğançay Retroperspektifi
Picasso/Duchamp O Yanılıyordu Sergisi
Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) işbirliyle 6-12 Ekim tarihlerinde düzenlenecek 49. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film festivali kapsamında ünlü sinema sanatçısı Türkan Şoray’a Sanatta Sosyal Sorumluluk Ödülü verilecek. Şoray’a ödülü, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Akaydın tarafından 6 Ekim’deki açılış ve onur ödülleri töreninde sunulacak. Türkan Şoray, 7Ekim’de Antalya Kültür Merkezi önünden başlayıp, Büyükşehir Belediyesi önünde son bulacak geleneklsel festival kortejine de katılacak. Atilla Dorsay’ın hazırladığı Türkan Şoray Fotograf Sergisi’nin açılışına da katılacak. Ayrıca Akdeniz Üniversitesi’nde adına düzenlenecek söyleyişinin de konuğu olacak.
‘’Kent duvarlarının Yarım Yüzyılı’’ başlıklı retrospektif sergisi Doğançay’ın 50 yılını ve dünyanın farklı koleksiyonlarında yer alan çalışmalarını sergi takipçileriyle buluşturuyor.
İşveç’in başkenti Stocholm’deki Modern Sanat Müzesi, bu sergide 20’inci yüzyılın iki modernist sanatçısı Pablo Picasso ile Marcel Duchamp’ın sanatsal yaklaşımlarındaki karşıtlığı vurgulayacak şekilde eserlerini bir araya getiriyor.
1960’lardan bugüne dünyanın farklı şehirlerinde duvarların izini süren Doğançay, duvarlar aracılıyla modern ve çağadaş kent kültürün gözler önüne sermeyi amaçlamış. Sergide ‘’Genel Kent Duvarları’’, ‘’Kapılar’’, ‘’New York Metro Duvarları’’, ‘’Boyacı Duvarları’’ ve ‘’Çerçeveli Duvarlar’’ gibi serilerden eserler yer alıyor. Sergi 23 Eylüle kadar İstanbul Modern, Süreli sergi salonunda yer alacak. .
Serginin adı Picasso’nun, Duchamp’ın 1968’deki ölümü sonrası Fransız sanatçı hakkında sarf ettiği meşhur yorumdan alınmış. Bu nedenle de sergi iki ustanın ölüm sonrası tiyatral bir karşılaşması olarak tasarlanmış.
21
22
GÜLŞAH ELİKBANK
KİTAP DOLU VE KİTAP KOKULU OTEL
İzmir’de açılan ve Türkiye’deki ilk Edebiyat Oteli özelliğini taşıyan, Mini otel’in sahibi ve aynı zamanda yazar olan Gülşah Elikbank bize edebiyat aşkını ve kitap kokulu otelini anlattı.Meliha Doğu ‘nun Özel Röportajı... Edebiyat aşkı ne zaman başladı? Yani nasıl, Küçük yaştan beri çok önemli eserleri okudum, hala daha her ay bir kitap listem olur ve onları neden ve ne zaman yazmaya başladınız? Ben 8 yaşından beri yazıyorum ama profesyonel olarak bu mesleği yapmayı, basılı romanları olan bir yazar olmayı pek hayal ettiğim söylenemez. Daha çok kendi için yazan biriydim lakin ilk roman çalışmam bittiğinde, ki yıl 2009’du o zaman, eşim böyle bir eseri kendine saklayamazsın diyerek, dosyamı (ilk romanım olan Siyah Nefes’i) yayınevlerine gönderdi. Yaralı, kırgın bir çocukluğum vardı ve ben o yaraları yazarak sarmak istemiştim. Hala yazmamın nedeni, içimdeki küskün, küçük kızla barışmak galiba.
Neden fantastik romanlar?
Gerçek hayat, romanlardan daha acıklı ve sarsıcı bana kalırsa. İnsanın hayatın acımasızlığıyla baş etmek için, hayallere ihtiyacı var. Ben hayal ettiklerimi yazıyorum. başka boyutlar, başka ırklar, bambaşka bir kasaba... Fakat buna rağmen, tüm okurlarım yazdığım kasabayı gerçek bir yer olarak niteliyor, rüyalarında orayı gördüklerini, iki hafta okuduklarının etkisinden çıkamadıklarını anlatıyorlar. Demek ki, hayallere gereksinim duyan tek kişi ben değilim.Ben yola bir üçleme yazarak çıktım. Günebakan Üçlemesi... 18 yaşında bir genç kızın hikayesi ama her kadın içinde kendi çocukluğunu, aşklarını ve hayal kırıklıklarını buluyor. Söyleyecek bir sözünüz varsa, hangi yolla söylediğiniz o kadar da önemli değil bence.
Okumak ve yazmak sizin için ne ifade ediyor?
Okumak benim için yazmaktan daha değerli.
alıp mutlaka okurum. Özellikle Türk yazarları takip ederim. Her ülkenin takip ettiğim bir iki yazarı mutlaka vardır. Yazmak daha çok bir iç hesaplaşma ve boşalma. Kendim için yazıyorum ben. Sonra birileri yazdıklarımı okuyup, sevince ve içinde kendinden bir parçaya rastlayınca, yalnız olmadığımı hissediyorum.
23
Kitap kokan, kendini okutmak için kışkırtan, keyif almak için sevdiğim işi yapmalıyım ve tabii para kitaplarla dolu bir otel yaratma fikri nasıl da kazanmalıyım. İnsanın emeğinin maddi ve manevi karşılıkları olmalı. Sevdiğim işi yapmazsam, nasıl doğdu? İstanbul’da uzun yıllar otel yöneticiliği yaptım. Hayatıma yazarlık girince, bu iki mesleği birleştirmek istedim ve bu fikir doğdu. Üstelik yazarlara ithaf edilmiş bir proje üretmek bana çok keyif verdi. Aslında bu iş de, yazma kariyerim gibi, kendim için başlayıp sonradan kamuya mal oldu.
huzurla nefes alırım? Kızıma nasıl iyi bir rol model olabilirim?
Projenizi gerçekleştirme aşamasında nasıl bir yol izlediniz?
Önce yazar listemi çıkardım. Hepsine tek tek yazı yazdım, gönderdim. Bu arada aklımdan, otelde olmasını planladığım herşeyi de onlara anlattım. Neden İzmir’de? Özel bir sebebi var mı? Kızımın doğumundan sonra, İstanbul’da Cevaplar ardı ardına geldi ve proje birden hepimizin yaşamak istemiyordum. En büyük sebebi bu. Ve oldu. yaşamak istediğim ideal şehir de İzmir’di.
15 odalı otelinizin her odasını bir yazara Edebiyat oteli projenizi (belki de hayalinizi) ayırmışsınız. Yazar seçimini nasıl yaptınız? Elbette kişisel okuma zevkimin etkisi yadsınamaz. gerçekleştirmeye karar verdiğinizde amacınız Bunun dışında geniş bir okur kitlesi olan, en az bir neydi? kitabı yabancı bir dile çevrilmiş yazarları düşündüm. Hayat çok acımasız ve sevimsiz. Bu hayattan
24
Hepsi çok sıcak yaklaştı. Özellikle Buket Uzuner ve Hangi yazarların isimleri odalarınızı süslüyor? (Ben haberlerden sadece 10 ismi tespit Ayşe Kulin. Zaten Buket Hanım açılışımıza katılarak, son romanından bir bölüm okudu bizler için. 2 edebildim) gecede odasında kaldı. Ayşe Kulin, özel eşyalarından gönderdi. Eşiyle ziyaretimize geldi. Keza kasım ayında kalmak için gelecek. İnci Aral ve Ahmet Ümit de ziyarete geldi ama gelemeyen yazarlar da en kısa zamanda uğrayacaktır. Hepsinin ne kadar merak ettiklerini biliyorum Günümüzün yazarları projenize nasıl yaklaştı ve ne kadar destek oldu? Özellikle Yaşar odalarını.Hakan Günday da projeyi en çok sahiplenen Kemal, Buket Uzuner ve Ayşe Kulin’i merak isimlerden oldu. Zaten kendisinin bendeki yeri de özeldir. ediyorum. Ayşe Kulin, Hakan Günday, Buket Uzuner, Sevgi Soysal, İnci Aral, Nazım Hikmet, Ahmet Ümit, Oya Baydar, Rıfat lgaz, Nazlı Eray, Yaşar Kemal, Doğan Hızlan, Tanpınar, Sabahattin Ali ve Leyla Erbil.
Mika Dergi
Hoteliniz Nisan ayında açılmış (?). Memnun ifade ediyorlar. musunuz ilgiden? Hayalinizi gerçekleştirdiğiniz Edebiyatla ve sanatla ilgili etkinlikler düzenliyor için mutlu musunuz? Elbette, ilgi güzel ama daha iyi olmalıydı. Zamanla musunuz? yazar söyleyişileri, gençlere kitap olacaktır, diye düşünüyorum. Henüz hayalim okumayı sevdirmeye yönelik etkinlikler? Evet. Yazarlar İzmir İçin Okuyor, etkinliğimiz tamamlanmadı. Bu otelle ilgili aklımda çok daha var. Moderatörlüğünü de özellikle ben yapıyorum. ilginç fikirler var:) Bugüne kadar İnci Aral, Ahmet Ümit ve Yekta Hotelinizin, Türkiye’deki otelcilik anlayışına Kopan’ı ağırladık. Ekim ayında yeniden başlıyoruz. yeni bir boyut kazandırdığına inanıyor Bir de 3 yıldır İstanbul’da yapılan Tanpınar Edebiyat festivalinin İzmir’e gelmesi için Kalem Kültür ile iş musunuz? Tabii. Şimdiden birçok otelci beni arayarak, konsept birliği yaptık. O da Ekim ayının ilk haftası...Başka bir oluşturma konusunda onlara da destek olup projem daha var. Üzerinde çalışıyorum. Olursa, o da olamayacağımı sordu. Bazılarına olacağım elbette. bir ilk olacak ve çok sevilecek. Farklı fikirler, edebiyat merkezli olmak koşuluyla Otelde kalan misafirlerinize kitap hediye ettiğinizde onların tepkisi ne oluyor? Neticede tabii...
Yurt dışından gelen misafirleriniz tepkisi ne oluyor?
bu da Türkiye’de ilk defa yapılan bir şey:))
Çok seviniyorlar. Ama biz bu hediyeyi, 3 gün üzeri kalan konuklara veriyoruz. Her konuğa vermek Onlar hayran kalıyor, ellerinde not defteri çok maliyetli. Bunu da belirtmekte fayda var. Bazı koridorları gezip notlar alıyorlar. Böyle bir oteli, kitaplar imzalı oluyor. Onları alan konukların sevinci Türkiye’de gördükleri için çok şaşkın olduklarını görülmeye değer.
25
26
Mika Dergi
‘’Saçma, yalnızca bir çıkış noktası sayılabilir. Ne olursa olsun, her şeyin anlamsız olduğu, her şeyden umudu kesmek düşüncesiyle kalamaz insan. Çünkü her şeyin anlamsız olduğunu söylediğimiz anda bile anlamlı bir şey söylemiş oluyoruz. Dünyanın hiçbir anlamı olmadığını söylemek, her çeşit değer yargısını ortadan kaldırmak demektir. Ama yaşamak bile kendiliğinden bir değer yargısıdır. Ölmeye yanaşmadığı sürece, insan yaşamayı seçiyor demektir. O zaman da, görece de olsa, yaşamaya bir değer vermesi söz konusudur…’’
“Katı yürekli insanlardan tiksindiğim kadar hiçbir şeyden tiksinmedim…”
27
Saçma Bir Adamın, Saçma Hayatı ‘’Yabancı’’, 1942 yılında yazılmış bir roman… O yıllarda Fransa, Hitler ordusunun işgali altında. Bu şartlarda yaşayan, Meursault adlı kahramanın çevresine ve kendine yabancılaşmış; sıradan, mantık dışı bir dünyada, aklın hiçbir yardımı olmaksızın günlerini, dakikalarını nasıl geçirdiğini anlatan bir roman. Öylesine, tesadüfen yaşayan, hiçbir şeyi umursamayan bu adamın garip dünyasına davet edildiğimiz ilk cümle bizi şöke ediyor:’’Anam ölmüş bugün. Belki de dün, bilmiyorum…’’ Yazar zaten, yabancılaşmanın en üst noktasında yaşayan Meursault’un hayatının, bir başkasının ölümüne karşı hissettiği duygusuzluk yüzünden, ummadığı bir noktaya gelmesini anlatmayı amaçlamış. Annesinin cenaze merasimi sırasında üzülmesi, ağlaması, ölümle yüzleşmesi gerekirken kahramanımız, başka her türlü saçma sapan detayla ilgilenmektedir. Yıllar önce onu bıraktığı ve çok az ziyaret ettiği İhtiyarlar yurduna giderken yoldaki, çevredeki her türlü ayrıntıyı verirken, soğukkanlılığı ve kayıtsızlığı dikkat çekiyor. Yaşanan şeyin, yani ölümün günlük hayatın sıradan bir parçası gibi anlatması, sevgiyi ve ayrılığı sadece alışkanlıklara bağlaması, bencilliğe mantıklı nedenler bulması ürkütücü bir etki yaratıyor. En çok kullandığı ve hayat felsefesini özetleyen
‘’Bence bir…’’ cümlesidir. Yani hayatında bir şeyin olsa da olur, olmasa da olur şeklinde; onun için fark etmediğini, fark edip etmediğini düşünmeye bile değemediğini anlatan bir cümle. Annesinin kaç yaşında olduğunu bile bilmeyen, sabırsızlıkla cenaze merasimin bitmesini bekleyen ve biter bitmez de anlamsız hayatına balıklama dalar kahramanımız. Marie ile yüzer, filme gider ve eğlenir. Onunla ilişkisi tuhaf, ama doğaldır.Marie’nin ‘’Beni seviyor musun?’’ sorusuna dürüstçe :’’Bu anlamsız bir şey, ama sanırım sevmiyorum’’ diye cevap verir. ‘’Kendimi mutlu hisseder gibi oldum’’ derken de hiçbir duyguyu tam anlamıyla hissetmediğini, ‘’sandığını’’, ya da ‘’hisseder gibi olduğunu’’ görüyoruz. Sevip sevmemek, evlenip evlenmemek, Tanrı’ya inanıp inanmamak, bir hiç yüzünden adam öldürüp elini kana bulamak gibi sorunları kendine dert etmeyen, saçmalıklar içindeki yaşamına kendini kaptırmıştır. Sartre’nin deyimiyle ‘’Saçmalık insanın dünyayla ilişkilerinden başka bir şey değildir’’. Meursault bu saçmalığı yaşamaktadır. Anasının ölümüne, Marie’nin sevgisine, hatta kendi ölümüne duygusuz kalabilmenin saçmalığına sırtını dayayarak yaşamaktadır. Tutuklanıp hapse atılınca, kendini bir oyunda gibi hisseder. Kendi elleriyle birini öldürdüğü için pişmanlık duymak yerine, saçma hayatındaki saçma alışkanlıklarından mahrum
edilmenin sıkıntısını yaşar. Mahkeme süresince kendine gösterilen ilgiye şaşırır. Gazeteler aracılıyla kendi suçunun gündeme daha iyi şeyler olmadığı için gazete haber olacağını öğrenir ve ancak o zaman suçlu olduğunu anlamaya başlar. Fakat Meursault, bir adamı öldürmekten çok annesinin ölümüne ve cenazesi sırasındaki tutumundan dolayı mahkum edilir. Yani cezalandırılan cinayet değil, onun duygusuzluğudur. Yargılama sürecinde Meursault, ‘’bence bir’’ çerçevesinden izler, tek kelime etmez. Her şeyden emindir, istediklerinden, yaşadığından, ölümünden. Tanrı’ya olan tutumunu da sonuna kadar değiştirmez. Tanrı’ya yüzünü dönerse, ona yardım edeceğini dair ikna etmeye çalışan papazla konuşurken, ilk defa ‘’gibi olmayan’’, ‘’tam’’ bir his yaşar: Öfke. ‘’Bana yardım edilmesini istemiyorum! Çünkü beni ilgilendirmeyecek bir şeyle ilgilenecek kadar vaktim yok ’’ diye bağırır.Ama öfkesi geçtiğinde geriye hiçbir duygu kalmaz. Ölümü kabullendiğinde, eski kayıtsızlığına geri döner. ‘’Ama herkes bilir ki, hayat yaşamaya değemez. Aslında bakarsanız, insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü her iki halde de pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Sözün kısası, hiçbir şeye böylesine açık değildi…’’
28
Mika Dergi
Kadın Hikayeleri
Genelevdeki Sürpriz ‘’Tanrıya inanacak şeyler buldum, ama varlığını hissedebilecek şeyler yaşamadım. Tam tersine. Ona en çok ihtiyaç duyduğum zamanlar benden köşe bucak kaçtığını gördüm. Benim varlığımı yok saymak, unutmak istercesine beni terk ettiğini anladım. Ben de elimden gelen tek şeyi yaptım. Şeytanın kollarına sığındım ve onun omzunda ağlarken hayatta nasıl ve neden kalmam gerektiğini öğrendim. Hepimiz bir gün istesek de istemesek de hayatımızı kökten değiştirecek bir seçim yapmak zorunda kalıyoruz. Bir şeye evet derken, başka bir
şeye hayır diyoruz. Bir yaşamın kapısını açarken de başka bir hayatın kapısını kapatıyoruz değil mi?’’ diyen kadına uzun süre cevap veremedi. Evet, hayat aslında insanı her gün tercih yapmak zorunda bırakıyordu… O da bugün buraya gelerek, hayatının röportajını yapabileceğini düşünürken, kariyerini noktalayabilecek bir tercih de olabileceğini hesaba katmıştı… Kim bilir belki de mesleki merakından öte onu bir şeyler buraya getirmişti?!. Karşısında oturan kadının
yüzünde yama gibi duran bir gülümsemenin gölgesi, ortadan kaybolmak için fırsat kolluyor gibiydi… ‘’Peki! Neden yirmi yıl sonra konuşmaya karar verdiniz ve neden ben?’’ diye sordu. ‘’Yılar önce üniversitede okurken çok sevdiğim bir hocam, gazetecilik mesleğinin püf noktalarını anlatırken: ‘’İyi sonuçlar iyi sorularla başlar. Sorulmamış bir soru, açılmamış bir kapıdır’’ demişti. Çoğu gazeteci soru sorup, dinleyip düşünmektense yorum yapar, yargılar, konuştukça konuşur.
Mika Dergi
Bu da onların neler olup bittiğini anlamasını ve gerçeği aktarmasını engeller. Yıllardır sizin yazılarınızı ve kitaplarınızı okurken hep kendimi sizde görür gibi oldum, kendimden bir şeyler buldum veya bulmak istedim. Platon’un ‘’Düşünmek, ruhun kendisiyle konuşmasıdır’’ noktasından bakarak değerlendirmeler yaptığınız için belki de benim ‘’Gerçek, çoğunluğun fikri değildir’’ projemi anlayıp, ulaşması gereken yerlere ulaştıracağınızı ve ruhumun huzur bulmasına yardımcı olacağınızı düşündüm. Neden bugün sorunuza gelince… Düne kadar itirafların belaya davetiye olduğunu ve sırların mezarlarda saklanılması gerektiğini düşünürdüm. Ama bugün gizli kalmış şeylerin yıllardır yüreğimde yaşayan bir fare gibi beni kemirip, vücudumu zehirlediğini öğrendim. Doktorlara teslim olmadan önce de kendim o zehirden kurtulabilmek için bir şeyler yapmaya karar verdim’’ diyen kadının gözlerinden etrafa nefret kıvılcımları yayılmasına rağmen, yamalı gülümsemenin gölgesi bir şeyler bekliyor gibi hala orada asılı duruyordu. Hayatında ilk defa geneleve gelmiş olmasına rağmen adam bu odada ve bu kadının yanında kendini evinde gibi hissediyordu. Sanki onları birbirine yaklaştıran bir şeyler vardı… Kim bilir belki de ikisi de
hasara uğramış birinin ayakta kalabileceğini ve bir gün acılarından arınıp, çok tehlikeli olabileceğini bildikleri içindi… ‘’Sizi buraya getiren ve yıllardır burada tutan nedir? Birilerinden kurtulmak, kendinizden kaçmak mı? Ekonomik sebeplerle burada olmadığınızı tahmin ediyorum. Çünkü bu tarz çatıların altında istediği kadar ve istediği zaman çalışan tek kişi olduğunuzu öğrendim’’ diyerek merakla kadının cevabını beklemeye başladı. ‘’Yaşam arzumu yitirip, ölümden korkmaktan vazgeçtiğim gün özgürlüğüme kavuşabilmek için buraya geldim. Hayatımızda bizi köleleştiren isteklerimiz, umutlarımız ve korkularımızdır. O günlerde beni köşeye sıkıştırmaya çalışanlar hala istediğim, korktuğum, ya da özlediğim bir şeyler kalmış olmasını arayanlara yapabileceğim en büyük kötülüğü yaptım. Onların köleliğinden kurtulabilmek ve özgürlüğüme kavuşabilmek için kendi isteğimle buraya bedenimi satmaya geldim. Yirmi yıldır da hiç tanımadığım erkeklere bedenimi paspas gibi çiğnetiyorum. Ama kendime karşı dürüstüm. Kimliğimi satmıyorum, kişiliğimi paspas gibi çiğnetmiyorum ve kendi ihanetime ihanet etmiyorum’’ dedi kadın ve kalkıp, ortamın kokusunu güzelleştiren iki kahve hazırladı. ‘’Kitap yazıyor muşunuz?!. Yakında çok ünlü, aralarında çok başarılı politikacı
müşterilerinizin ipini pazara çıkaracak mışınız?!.’’ diye sorarak işin can alıcı bölümüne yavaş yavaş kaymaya başladı adam. ‘’Evet, ben de yazar sayılırım. Yirmi yıldır hemen hemen her gün kendi hikayemi yeniden yazıyorum. Yaşadıklarımı, yaşamak istediklerimi yaşamış gibi süsleyip püsleyip satırlara döküyorum. Belki de unutmak istediklerimi unutmuş gibi yapabilmek ve her gün yaşadıklarımı yaşanabilir kılmak için yazıyorum. Ama başkaları için değil, kendim için yazıyorum. Ünlü müşterilerime gelince… Bana zorla bir şey yaptırıp, zarar vermeyen ve en önemlisi canımı acıtmayan insanlara niye zarar vereyim ki?!. Ayrıca başarılı politikacıların her gün kendi içlerinde hep yenildikleri için, başkalarının önünde yenilmeye dayanamayacaklarını bilirim. Her insan benim gibi çifte yenilgiye katlanamaz. Ayrıca ben onların o halleriyle çok eğleniyorum. Başkalarının üzerine kurdukları iktidar onlara bir üstünlük duygusu veriyor. Yenilgiye uğradıklarını unutup, hep zafer kazanıyormuş gibi kendilerini kandırıyorlar. Her yalanın bir alıcısı vardır. Keşke yalanlarını yarattıklarını unutmuş gibi yaparak, alıp da vicdanlarını rahatlatan sadece politikacılar olsa…’’ diyerek yerinden kalktı kadın.
29
30
‘’Ben konuşmaktan biraz yoruldum. Size hazırladığım dosyayı gözden geçirin, sonra da onun üzerinde konuşalım. Rahat etmeniz için de sizi yalnız bırakacağım. Bitirdiğinizde zile basarsınız, ben hemen gelirim’’ dedikten sonra odadan çıktı. Adam hemen elindeki dosyaya gömüldü ve satırları yutarcasına okumaya başladı. Bitirdiğinde kalp atışlarını yavaşlatabilmek ve nefesini rahatlatabilmek için kalkıp, pencereye yöneldi. Telefonunu çıkarıp, kızını aradı, ’’Meleğim iyi misin? Akşam seninle gezmeye gidelim mi? Babacığın seni çok seviyor! Bunu biliyorsun değil mi?’’ derken gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Okudukları onu derinden sarsmıştı. Normal hayata dönebilmek ve düşünebilmek için zamana ihtiyacı vardı… Odayı incelemeye koyuldu. Bir duvar boydan boya kitaplarla kaplıydı. Öyle süs olsun diye alınmış, eften püften kitaplar değildi üstelik. Onun bildiği ve bilmediği felseficilerin, tarihçilerin ve sanatçıların kitaplarını hayranlıkla seyretti. Diğer duvarları süsleyen resimler ve müzik setinin yanındaki CD koleksiyonu bu çatının altına sığmayan ve var olmayan başka bir dünyayı anlatıyor gibiydi sanki… Kendini çok garip hissediyordu. Sanki burnunu tanıdık bir koku tırmalıyor, kaybettiğini unuttuğu bir şeyi bulacakmış gibi bir
düşünce beyninde çırpınıyordu. İşyerinden gelen telefonla kendini toparladı ve bu garip röportajı bitirebilmek için zile bastı. Kadın, elinde bir tepsiyle içeri girdi. Odaya börek, kurabiye ve kek kokusu yayılınca acıktığını hissetti. Uslu uslu kadının uzattığı tabağı ve çayı aldı. Nazlanmadan yemeye başladı, ama bir iki lokma sonra hayretle kadına bakarak ‘’Bu ne tesadüf, çocukluğumdan beri en sevdiğim…’’derken gözyaşları içinde gülümsemeye çalışan kadının uzattığı küçücük bir resme gözleri takıldı ve kalbi tekrar hızla çarpmaya başladı… Hayatının tokadını yemiş gibi, şaşkın şaşkın ‘’Sen babamın intiharına sebep olan ve annemi kandıran… adamın kızı, benim çocukluk aşkım olamazsın’’ diye fısıldadı. Sonra dosyada okuduklarını hatırladı… Yıllarca babasının tecavüzlerine katlanan, hatta ondan çocuk-kardeş doğuran, babasından kurtulmak için kendini bu geneleve hapseden kadının hikayesi… Midesinin bulantısını bastırmaya ve etraftaki dünyanın dönmesini çaresizce durdurmaya çalışırken, ‘’Bu kadarı da fazla, hem de çok fazla’’diye bağırdı. ‘’Bana yardım edecek misin? Babamdan hep beraber intikamımızı alabilmek için her şeyi göze alabilecek misin? ‘’diye yalvaran gözlerle soran kadına: ‘’Hem de seve seve! Ruhunu şeytana satan o adama yaptıklarının bedelini ödetmem
hayatıma mal olsa bile!’’ dedi. Genelevden ayrılırken de elinde patlamaya hazır bir bombayı taşımanın heyecanını ve mutluluğunu vücudunun her hücresinde hissediyordu… Herkes tarafından sevilen, sayılan ve yakında siyasete atılmaya hazırlanan felsefe profesörün kirli çamaşırlarını ortaya döküp, ipini çekerken de aynı heyecanı hissetti… Sonra da babasının ve çocukluk aşkının fotoğraflarına bakarak uzun uzun ağladı. ‘’Sırlar öyle ya da böyle bir gün açığa çıkmaya mahkümdur. Ortalık toz duman, her şey paramparça olsa bile…’’ diye düşündü.
Meliha Doğu
melihadogu@mikadergi.com
Mika Dergi
31
YARIŞMA ve FESTİVALLER
Güncel Sanat Dergisi “Şiir ve Öykü” Yarışması
Tilki Kitap “Şiir” Yarışması
Galata Sanat, Selçuk Baran “Öykü Yarışması”
Her iki yarışma için konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde yayımlanmamış iki şiir ve bir öykü ile katılınabilir.
Yarışmada konu, ölçü sınırı yoktur. Yarışmacılar en fazla beş şiir ile katılabiliyor ve katılım sadece www.tilkikitap.com adresi üzerinden yapılacaktır. Yarışmaya katılım 5 Haziran’da başlamıştır ve 26 Ekim 2012 ‘ye kadar devam edecektir ve aynı gün oy oranına göre dereceye girenler belirlenmiş olacak.
Jale Sancak tarafından kurulan, 2006 yılından bu yana kent kültürüne katkı sağlamak amacıyla, sanat ve edebiyat etkinlikleri yapmakta olan İstanbul Galatapera Kültür ve Sanat derneği, 4 Kasım 1999 tarihinde yitirdiğimiz, Türk edebiyatının usta yazarlarından Selçuk Baran adına, bu yıl ilki gerçekleştirilecek olan bir öykü ödülü düzenliyor.
Katılım süreci 1 Temmuz’da başlamıştır, 24 Ocak 2013 tarihinde sona erecektir. Her iki yarışma için, a l a n y a g u n c e l @ g m a il . c o m ve 05324094521 numaralı telefondan bilgi edinilebilir.
Tanpınar Edebiyat Festivali : “Şehir ve Korku”
İlki düzenlenen bu yarışmanın amacı yeni şiir ve şairlerin ortaya çıkmasına önayak olmaktır. İstanbul Tanpınar Edebiyat festivali(İTEF), dördüncü yılını dört ayrı şehri gezerek kutluyor. 1-4 Ekim’de İstanbul’da, 4-7 Ekim’de Ankara, İzmir ve Hatay’da edebiyata dair her şeyi okurlarla buluşturuyor. 20 farklı ülkeden 60 yazar okuma ve tartışma etkinlikleri, öğrencilerle buluşmalar, atölye çalışmaları, imza etkinlikleri ve edebiyat partileri ile Türk ve Dünya edebiyatının en iyi örnekler örnekleri sunulacak. Festivalin bu yılki teması ‘’Şehir ve Korku’’.
Son başvuru tarihi 9Kasım 2012. Ayrıntı bilgi, www.galapera. org adresinden edinilebilir. Korkuyu edebi bir tür, bir kip, bir roman kahramanı, bir motivasyon olarak en geniş anlamıyla ele alacak olan tartışmalar, bireysel korkulara ve ifadesini günümüzün toplumsal ve siyası karışıklıklarında ifadesini bulan ortak korkulara da değinecek. İTEF- Profesyonel Fellowship programı, dünyanın dört bir yanından yayıncılar, festival organizatörleri, gazeteciler dahil olmak üzere çeşitli alanlarda faaliyet gösteren 10 yayıncılık profesyonelini ağırlayacak ve onlara Türk yayıncılık sahnesini tanıtacak.
32
Ekslibris Nedir Biliyor Musunuz? Gelin Hep Beraber Öğrenelim :) Ekslibris- kitabın kartviziti, ya da tapusudur. Sanatı insanın elleri arasına, kitabın içine kadar getirir, onun büyüleyici sıcaklığını hissettirir... Ekslibris, kitapseverlerin kitaplarının iç kapağına yapıştırdıkları üzerinde adlarının ve değişik konularda resimlerin yer aldığı küçük boyutlu grafik çalışmalardır. İngilizce “Bookplate” olarak da bilinen Ekslibris, kitap sahibini tanıtır, onu yüceltir ve kitabı ödünç alan kişiyi geri getirmesi konusunda uyarır. Bir mülkiyet işareti, sahiplenme göstergesi olmanın yanında kitabın hırsızlığa karşı korunmasını sağlama işlevinin de olduğu söylenebilir. Sözcük olarak ...’nın kitabı, ...’nın kitaplığına ait veya ...’nın kütüphanesinden anlamına gelir. Ekslibris önemli bir iletişim aracıdır. Bir ihtiyaç grafiği olarak doğmasına karşın, estetik kaygılarla yapılan özgün yapıtlardır. Çok uzun bir geçmişe sahip bu sanat dalı, yapıldığı döneme ait kültürel ve tarihsel özellikleri günümüze taşır. Ekslibrisin ilk ve en eski örneğinin M.Ö. 1400 yıllarında açık mavi renk bir fayans üzerine yapıldığı, bunun da III. Amenofis’in kitaplığına ait olduğu ve bu levhaların papirüs rulolarını korumak için kullanılan ağaç sandıklara takıldığı tahmin edilmektedir.
Gerçek anlamda Ekslibrisler, matbaanın icadıyla birlikte yapılmıştır. Önceleri sadece kilisenin ve prenslerin ellerinde bulunan çok değerli el yazması kitaplar, matbaa sayesinde alt düzeydeki soylular ve eğitim görmüş burjuva sınıfı tarafından da elde edilmiştir. Böylece tek sayı olma durumunu kaybeden bu kitapların, hırsızlıktan ve kaybolmalardan korunması için özel bir mülkiyet işareti gerekliliği doğmuştur. İlk Ekslibrisin 15. yüzyılda Güney Almanya’da kullanıldığı bilinmektedir. Bunlardan biri, 1450 yıllarında “Igler - kirpi” takma adıyla bilinen Alman papaz Johannes Knabenberg için yapılan ve çayırda bir çiçeği ısıran kirpinin resimlendiği 19 cm. boyutundaki Ekslibristir. 16. yüzyılda, kitapların çoğalmasıyla yaygınlaşan Ekslibrisler, sadece Almanya’da değil diğer Avrupa ülkelerinde de görülmeye başlanmıştır. Albrecht Dürer (1471-1528), Lucas Cranach (1472-1553), Edvard Munch (1863-1944), Kaethe Kolwitz (1867-1945), Emil Nolde (18671956), Paul Klee (1879-1940), Pablo Picasso (1881-1973), Oscar Kokoschka (1888-1980) gibi
ünlü sanatçılar, zamanın önemli devlet ve bilim adamlarıyla yakınlarına Ekslibris yapmışlardır.
Türkiye ‘de Ekslibris Türkiye’nin Ekslibrisi tanıması, batıdan alınmış kitaplarla olmuştur. Kendi adına ilk Ekslibriz yaptıranlar da yabancı uyruklu kitapseverlerdir. 1980’li yıllardan bu yana, özellikle güzel sanatlar eğitimi veren kurumlardaki özgün baskı resim ve grafik tasarım derslerine giren öğretim elemanlarının özendirmeleriyle, Ekslibris yapan kişiler yetişmeye başlamıştır. 1997 yılında kurulan Ankara Ekslibris Derneği, Ekslibriz sanatçılarını, tasarımcıları, koleksiyoncuları ve kullanıcılarını bir araya getirerek, Ekslibriz sanatına ilgiyi arttırmayı amaçlamıştır. Eklibriz Derneği’nin en önemli hedefi olan Ekslibriz Müzesi ise Ocak 2008’de IMOGA İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi bünyesinde kurulmuştur. Üsküdar Ünalan Mahallesi’nde bulunan müzede, 15000 ekslibris örneği ziyaretçilerin beğenisine sunulmaktadır.
33
Cavidan Ünalan
cunalan@mikadergi.com
Sevgi, Pırlanta ‘yla Mı Olur? Uzun zaman önce yayınlanan bir televizyon reklamında genç kadın, sevdiği adama “Beni şu kadarcık bile sevmiyor musun?” diye soruyor… Bu reklama göre; sevdiğine pırlanta alamayan bir insan sevmeyi ve sevilmeyi de hak etmiyor demektir. Peki, sevdiği insana pırlanta değil bir demet papatya alan bir insanın ruh hali nasıl olmaktadır? Ülkemizin bu zor koşullarında bir kişinin geleceğinden bile endişe duyduğu bir ortamda, yiyecek bir lokma ekmek bulamayan ve bunun sonucunda ailelerin de büyük bir sosyal ve ekonomik çöküntünün eşiğinde olduğu zamanlarda böyle bir reklam “hangi akla hizmet” yapılmıştır? Bunu
anlayabilmek mümkün değildir! Aşkın içine maddiyat girdiği zaman aşk başka bir şeye “çıkar ilişkisine” dönüşmez mi? Sevgi zor zamanda birlikte olmak değil midir? Bu ve bunun gibi soruları çoğaltmak mümkündür… Bunun için reklam yapan ve reklam verenlerin de sağduyulu bir şekilde davranıp reklamların artısını ve eksisini düşünüp öyle yayınlamaları gerekmektedir. Aşkın ve sevginin içtenliğinin taksitlere bölünmesi hiç onaylanmayacak bir şeydir. Hani bir atasözünde “İki gönül bir olursa samanlık seyran olur” deniyor ya… Her ne kadar bu söz şimdilerde geçerliliğini yitirse
bile (kişiye göre değişir) yine de sevginin galip gelmesi için her iki tarafın da ellerinden gelen gayreti gösterip aşkı ve sevgiyi korumaları lazımdır. Fakat maalesef şimdi çoğu evliliklerde evlenmeden önce kadın ve erkek kendi aralarında evlilik sözleşmesi dedikleri bir kağıt parçasını karşılıklı olarak imzalıyorlar. E v l i l i k l e r i n i n mahremiyetlerine avukatlarını da karıştırarak bu güzel evlilik kurumunu başlamadan bitirmiş oluyorlar. Kadın ve erkeğin evliliğe giden zorlu yolda daha başlarda, “ne kadar paran varsa ben seni o kadar seviyorum; ev, araba, bankada paran var mı, o zaman yakınıma gel” demek ne kadar doğrudur? O da ayrı bir sorun…
34
Mika Dergi
Sadece “beni şu kadarcıkta sevmiyor musun?” diyen bir kadının veya erkeğin sözlerinin iyi düşünülüp analiz edilmesi ve o kişiden de hemen uzaklaşılması tavsiye edilir.
Sevginin ne yazık ki maddiyata dönüştüğü günümüzde Ferhat’ın aşkı için dağları delmesinin veya Kerem’in Aslı için yanıp tutuşmasının herhalde hiçbir önemi yokmuş!!
Ne
diyelim...
Umalım ki gelecek nesiller paranın ön planda olmadığı sevgiler yaşarlar...
Cavidan Ünalan
cunalan@wmdergi.com
Topaç
Evimize geldiğinde minnacıktın. Seni kucağıma alsam sanki küçük bir biblo, oyuncak gibiydin. İçimden derdim ki “elime alsam şimdi kırılacak parçalanacak...” böyle hissederdim ve korkardım senden. Sana zarar vereceğimden… Ben seni çok sevmiştim biliyor musun? Bir iğde kokusunda seni bulmak gibiydi seni sevmek. Hani Mayıs’ın ortalarında açan iğde çiçeklerinin kokularındaki
sarhoşluğa benziyordu. İlk başlarda unuturum sanmıştım seni. Ama zaman her zaman unutturmuyor insanlara sevdiklerini… Acısı kalıyor uzun zaman bir çizik atıyor kalbine, bir fırsatını bulduğunda da o yara bir yerden tekrar kanıyor işte. Çok yalnızdım o sıralar. Yalnızlıktan ne yapacağımı bilmez haldeyken sen çıktın aniden karşıma… İlk önceleri sana bir isim veremedim. Daha sonra ismini veririm dedim. Evimiz düzayaktı, ahşap iki katlı bahçesinde çeşit çeşit meyve ağaçlarının ve
her türlü çiçeğin olduğu cennetten bir bahçe gibiydi. İşte sen o zamanlar evimizin bahçe kapısına kadar gelip eşikte öylece beklersin sanki birisinin davet etmesini bekler gibi. Geldiğin gittiğin zamanlar hiç belli değildi. Evin içindeyken de bir o yana bir bu yana kıpırdanıp dururdun, hiç durmazdın ki yerinde. Topaç gibiydin fır fır dönerdin. Bazen de sessiz kalırdın evde olup olmadığın bile belli olmazdı. Suskunluğun kısa sürerdi bu sefer de mırıl mırıl konuşurdun. Tepeden bir bakışın vardı senin sanki küçük dağları ben yarattım der gibi.
Mika Dergi
Gözlerine güneş yansıyınca bir gözün mavi-gri, diğeri yeşil olurdu. Büyülerdin herkesi ve beni, hep böyle baksam hiç usanmam derdim. Dinlenmek ve sakinleşmek için klasik müzikten başkasını dinlemezdin. En çok hoşlandığın da “Dört Mevsimdi”. Sonra sakinleşir gelir yanıma otururdun. İstediğin zaman sevdirir istediğin zaman hiç yaklaştırmazdın kendini. Elimi değdirsem sana sinirlenir misin bilemem ki? Klasik kedi halleri işte… Fakat yine de korkuturdun beni apansız bir yerde. Her an dikenlerini çıkarmaya hazır bir kirpi gibi bakışların
yeterdi beni tedirgin etmeye. Kötü alışkanlıkların başladı son zamanlarda… Şimdi sen hastalık zamanlarında evden kaçıp kaçıp gitmeler tutturmuşsun kendince. Seni kaç kere eve döndürmeler için neler yapmadık ama yine de aldın başını çekip gittin. Aradık aylarca, ilanlar verdik “bulanların insanlık namına, şu telefonu aramaları” diye… Sonunda bir gün çıktın geldin ama kalıcı değildi bu gelmen anlamıştım halinden. Kim bilir nerede ne halde bulunuyordun ki üstün başın per perişan, bitkin, avurtların çökmüş, gözlerinin feri gitmişti geldiğinde. “Hastalığını burada geçir, ne
olur artık gitme…” dediğimde artık yorulmuş olacaksın ki vazgeçtin gitmekten. O an dünyalar benim oldu işte. Hastalığın ilerlerken sessizce sen bu halinin görülmesini istemediğin için, sevmediğin halde sana hazırladığım mavi kareli sepete girdin sessizce… Haberin bile yoktu ama ben seni gizliden gizliye çok sevmiştim. Ama senin haberin yoktu… Bir gün boynuna taktığım madalyonunla, gri uzun tüylerinle, güzel suratınla ve haşmetli upuzun kuyruğunla derin bir uykuya daldın. Öylece… Hoşça kal Topaç! Benim sevgili kedim…
Sabahleyin “Artık git! Seni görmek,sesini duymak istemiyorum…” demiştim. Nereden bileyim bu sözlerimi ciddiye alacağını. Annem derdi ki: “İnsan çok sevdiğini, değer verdiğini yerden yere vurur. Onun canını acıtır. Halbuki aslında acıyan kendi canıdır, yarasıdır. O an farkında değildir ama zamanla o yara kabuk bağlamaz, hep açık kalır bir şekilde de hayatınızda o acı hep olur…“ İşte şimdi de olan oldu. Sen gittin… Gitmekle kalmadın evimizin
yaşayan ruhunu yani “sen’i “ de götürdün. Öksüz, yetim bıraktın beni. Kimsesiz kalmanın ne demek olduğunu bilmiyordum, işte şimdi çok güzel öğrettin bana. Çok acı bir şekilde öğrettin… Kurşun gibi oturdu yüreğime, biliyor musun? Sesine alışmışım işte. Nefesine… Uykudayken sen, senin nefes alışverişlerini dinlemeyi severdim. Küçük küçük, bir kedi gibi ufak nefesler alırdın. Sanki ilk defa görüyor gibi, seni tanımak ister
gibi, bir şey olacak gibi özlemle seyrederdim seni… Gülleri çok severdin, özellikle kırmızı olanlarını. Kocaman yeşil gözlerinle bakarken bana, içlerinde kim bilir ne manalar saklıydı ama… Ama ben anlamadım işte. Belki de anlamak istemedim… Artık kırmızı gülleri sevmiyorum, Diktiğin kırmızı eteği de, dans ettiğin kırmızı pabuçlarını da… Öyle yalnızım ki Eftelya… Gidişin, yüreğimin ortasına kor bir ateş düşürdü ve hala o ateş de sönmedi.
Müsait Olduğunda, Lütfen Beni Sever Misin?
35
36
Bertolt Brecht ÇAĞRI
Doğrudur yıldırımın düştüğü, yağdığı yağmurun, Bulutların rüzgarla sökün ettiği. Ama savaş öyle değil, savaş rüzgarla gelmez; Onu bulup getiren insanlardır. Duman tüten topraktan bahar boyunca, Dökülüp yükselir birden gökyüzü. Ama barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin: Sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir. Sizsiniz uluslar, kaderi dünyanın. Bilin kuvvetinizi. Bir tabiat kanunu değildir savaş, Barışsa bir armağan gibi verilmez insana: Savaşa karşı Barış için Katillerin önüne dikilmek gerek, ‘Hayır yaşayacağız! ‘ demek.
İndirin yumruğunuzu suratlarına! Böylece mümkün olacak savaşı önlemek. Onlar demir çeliği elinde tutan birkaç kişidir, Yoktur karabasandan bir çıkarları Dünyaya bakıp ‘ne küçük’ derler, Bir şeylerle yetinmezler ucunda, Para hesap eder gibi hesaplıyorlar bizi, Savaş da bu hesabın ucunda. Ürkmeyin tutmuşlar diye suyun başını: Korkunç oyunları, davranın, bitsin. Söz konusu olan çocuğundur, ana: Koru onu, dikil karşılarına, Biz milyonlarca kişi Savaşı yener miyiz? Bunu sen bileceksin. Bunu biz bilecek, biz seçeceğiz. Bir de düşün ‘Yok! ‘ dediğini: Düşün ki savaş geçmişin malı ve barış taşıyor gelecekten.
Mika Dergi
MADEM İYİSİN
Anladık iyisin, Ama neye yarıyor iyiliğin. Seni kimse satın alamaz, Eve düşen yıldırım da Satın alınmaz. Anladık dediğin dedik, Ama dediğin ne? Doğrusun, söylersin düşündüğünü, Ama düşündüğün ne? Yüreklisin, Kime karşı? Akıllısın, Yararı kime? Gözetmezsin kendi çıkarını, Peki gözettiğin kimin ki? Dostluğuna diyecek yok ya, Dostların kimler? Şimdi bizi iyi dinle: Düşmanımızsın sen bizim Dikeceğiz seni bir duvarın dibine Ama madem bir sürü iyi yönün var Dikeceğiz seni iyi bir duvarın dibine İyi tüfeklerden çıkan İyi kurşunlarla vuracağız seni. Sonra da gömeceğiz İyi bir kürekle İyi bir toprağa.
ADA
Her insan kendi adasında yaşar Takırdatarak dişlerini ya da terleyerek. Gözyaşları, içer Şeytanın edebiyat bilgilerini Onun dişlerini takırdatması Kimseyi yerinden kıpırdatmaz. Her insan kendi dilinde konuşur Ve hiç kimse anlamaz ne söylediğini Kafasındakı ışığın. Sonra iyi olarak da anlaşılmaz.
Düşkırıklığı ve incinmedir Gerçek utanmazlıklar
SONE
Eskiden beri alışkınım pencerede Suyun ya da ormanın uğultusuna Çabucak uyudum böylece Yatıp kaldım onun uzun saçlarında O acılı geceden çok şey kalmadı aklımda Biraz dizinden, azıcık boynundan Sabun kokusu siyah saçlarında Ve onun için kulaktan duyduklarım Yüzü çabuk unutulur demişlerdi İnce bir şey olduğundan üstünde Yazılmamış boş bir kağıt gibi Yüzü pek gülmez demişlerdi Çabuk unutulacağını bilir kendisi de Anımsamaz kim olduğunu belki, okusa bu şiiri
SABAH AKŞAM OKUNMASI İÇİN Sevdiğim Söylüyor Bensiz olamayacağını
Bu yüzden Kendime dikkat ediyorum Yolda yürürken önüme bakıyorum Ve korkuyorum her yağmur damlasından Sanki beni ezecekmiş gibi.
GELEN SAVAŞ
Bu gelen savaş ilk değil. Çok savaş oldu bundan önce. Bittiği gün en son savaş bir yanda yenilenler vardı gene, bir yanda yenenler vardı. Yenilenlerin yanında kırılıyordu halk açlıktan. Yenenlerin yanında halk açlıktan kırılıyordu.
37
38
Mika Dergi
KİTAP TANITIM
39
“ses” SİZ
Yetişkin Beynin Sırları
Haberleri en iyi sunan adam, bu kez kalemi eline almış ve gerçek insanların hikayeleriyle bize ulaşmaya çalışıyor. Kitabın adı ‘’Ses’’Siz, ama içindeki hikayelerde gerçekler yüksek sesle konuşuyor maalesef… Yanı başımızda olan, bazen bizi derinden sarsan, bazen gözyaşları içinde gülümseten, bazen de çıldırtan hallerimizi; yanı bizi bize anlatıyor. Kelimeleri ve olayları süslemeden, abartmadan, olduğu gibi önümüze koyarak, yüreğimize dokunuyor,’’bu kadar çabuk unutmayalım’’ diye hatırlatıyor.
Yetişkin beyni kendini yeniden düzenlerken, karmaşık sorunları çözüp benzersiz çözümler bulan yeni ve güçlü sistemler yaratıyor. Genelde daha mutlu oluyoruz çünkü beynimiz duyguları daha sakin bir biçimde idare ediyor. Modelleri daha iyi tanıdığımız için durumları tartıp yanıtları çabucak bulabiliyoruz. Yüzlerce e-postayı nasıl gözden geçireceğimizi, karmaşık bir anlaşmayı nasıl sonuca bağlayacağımızı, konuşan bir araba ve konuşmayan bir yeniyetme ile aynı anda nasıl başa çıkacağımızı biliyoruz.
Zlata ‘nın Günlüğü
Hayalet Kitap
Yu g o s l a v y a ’d a savaş patlak vermeden önce, Saraybosna’da, on yaşındaki Zlata, gündelik hayatını kendi kelimeleriyle anlattığı bir günlük tutar. Birdenbire yaşamına giren dehşet, Zlata’nın günlüğünde de yansır. Sıradan hayatının yerini aniden korku, öfke ve çaresizlik alır. Dünyası bombardımanlar, keskin nişancılar, ölümler, susuzluk ve açlıkla yıkılırken Zlata yazmaya devam eder. Onun yazdıkları, bir toplumun çaresizliğini ve acılarını ortaya sererken, eski Yugoslavya’nın yakın tarihinin büyük çatışmasına da ışık tutuyor.
Üniversitede geçen bir hayalet hikayesi anlatılıyor, ama aynı zamanda da bir aşk hikayesi. Karşılıksız ama ölüme meydan okuyacak kadar büyük bir aşkın hikayesi. İktisat Fakültesinde okuyan Güldem, bir gün posta kutusunda ona yıllardır aşık olan Gökalp’in intihar mektubunu bulur. Gökalp’in ölümünden bir yıl sonra üniversite kampusunda, esrarengiz olaylar baş gösterir. Sürprizli kurgusu, şaşırtıcı mizahı, platonik aşka dair yaptığı tespitlerin yanı sıra, ülkedeki eğitim sistemini de mercek altına alıyor ‘’Hayalet Kitap’’.
Fatih Portakal
Zlata Filipoviç
Barbara Strauch
Doğu Ücel
40
Mika Dergi
Notre Dame ‘ın Kamburu
Gönülsüz Kökten Dinci
Victor Hugo bu romanında insanların yaşamında kaderin egemenliğini göstermek istemiştir. Ayrıca yoksulluğun, insanların duygu ve düşüncelerini köreltmediğini de çok güzel anlatmıştır. Notre Dame kilisesi’nin kambur zangocu Quasimodo, güzel çingene kızı Esmeralda’ya âşıktır. Ne var ki velinimeti rahip Claude Frollo da bu kıza karşı ilgisiz değildir. Esmeralda’nın âşık olduğu Yüzbaşı Phoebus da bu üçgene eklenince, “Sevmek sahip olmak mıdır yoksa fedakârlık mı?” sorusunu akla getiren üç farklı insan ve üç farklı aşk gözler önüne serilir.
Kitapta, Batı ile Doğu arasındaki hayali ve hakiki gerilim ve uyumlar, bu ikisinin arasında mekik dokuyan bireyin trajedisi çok güzel bir şekilde işlenmiş. Mohsin Hamid bu ‘’seçilmiş’’, ‘’sürüden ayrılmış’’, fazlasıyla Amerikanlaşmış Pakistanlı gencin nasıl olup da 11Eylül sonrası kendi içinde derin bir kimlik bölünmesi yaşadığını; etrafındaki herkesten ve her şeyden soğuduğunu, tepkisel ve kindar olduğunu anlatıyor.
Flaman Tablosu
Tepedeki Kadın
Victor Hugo
Arturo Perez Reverte
‘’Kapalı bir zarf, içinde başka bilmeceler olan bir bilmecedir…15 yüzyılın Fransa’sında, bir dük, bir düşeş ve bir şovalye arasında yaşanan gerilimli bir aşk hikayesi. 1471 yılında, ünlü bir Flaman ressam tarafından yapılan dükle şovalye arasında satranç
oyununu konu alan bir tablodan yola çıkan genç restoratör, beş yüzyıl önce işlenmiş bir cinayete ışık tutmaya çalışır. ‘’Satranç tahtasının üzerinde sadece aptalca bir pozisyonlar oyunu oynanmıyordu, bu tahta yaşamın ta kendisiydi- et ve kan; yaşam ve ölüm, kahramanlık ve fedakarlık yaşatan bir aynaydı…’’
Mohsin Hamid
Berna Durmaz
Yazarın ilk öykü kitabı olmasına rağmen, insanın temel bireysel sorunlarını özgün yöntemlerle anlatan bir yazar olduğunu düşündürüyor. Kitapta yer alan öyküler, adı anılmayan bir taşra kasabasında geçiyor. Burada yaşayan insanların sıkışmış, olağanlaşmış hayatlarını anlatırken, Durmaz kasaba hayatının boş inançlar, hayaller ve şiddet yaratan ürkütücü yanını resmediyor.
41
Dünya ‘daki İlk Kitap Dünya ‘nın İlk Kitap Kulübü
Dünyada yazılan ilk kitap Kuzeybatı Çin‘de bulunmuş ve M.S. 868 yılında yazılmıştır. Adı “Diamond Sutra”dır. Diamond, ingilizcede elmas anlamına gelmektedir. Sutra anlamı ise dini bilgi ve vaaz anlamı taşımaktadır. Tarihte basılan bu ilk kitap, Buda’nın öğrettiği bilgileri içeriyordu ve bu bilgiler, Buda’nın ağzından, müritlerinden biri olan Subhuti ‘ye söylenen sözleri ve öğütleri içermektedir. Tamamı 7 sayfadan oluşan bu kitap, 6 sayfası metin, 1 sayfası ise Buda ve onun müritlerini gösteren bir tablo olarak oluşturulmuştur. Bu tabloda; erkek ve kadın müritler ve 2 adet de tombul kedi bulunmaktadır. Kitabın ebatları 30×75 cm olmakla beraber, ağaçtan yapılmış bir kalıpla basılmıştır. Kitap 1900 yılında Taoist bir rahip tarafından Türkistan‘ın Tunhuang yöresinde Bin Buda Mağaraları ‘nda bir duvar dibinde yığılı halde bulunmuştur. Yanında 1300 adet el yazması ile beraber bulunmuştur.
İlk kitap kulübü 1936 yılında “France Today and the People’s Front” ismi ile Londra ‘da kurulmuştur. Üyelerine indirimli fiyatlarla kitap satan ilk kitap kulübü, 1936 yılında Mayıs ayında hizmete giren Maurice Thorez’in, “France Today and the People’s Front” adlı kulübüdür. 5bin üyesi olan bu kulübün fikir babası, faşizm, yoksulluk ve savaşın tehlikelerine ilişkin yapıtları ucuz ve kolay bir biçimde iletmeyi amaçlayan Londralı yayınevi sahibi Victor Gollancz’dır. Üyelere iletilecek kitapları seçmekle görevli komite, John Strachey, Harold Laski ve bizzat Gollancz tarafından oluşturulmuş. Seçilen her kitap, özel portakal renkli bir kap içinde üyelere gönderilmiş. İlk kitap kulübü içerisinde normal satış fiyatları üç, ya da dört katıymış.
Özel bir konuyla ilgilenen üyelerden ziyade herkese Kitabın son kısmında “11 Mayıs 868 ‘de, çok açık ilk kitap kulübü ise, 1937 yılında kurulan “Readers saygıdeğer ebeveynlerinin anılarını yad etmek Union” (Okurlar Birliği) adlı kulüptür. Bu kulüp, halen için ücretsiz olarak dağıtılmak üzere Wang Chieh kendi türünde en eski kuruluş olma özelliğini de tarafından basılmıştır.” notu bırakılmıştır. taşımaktadır.
42
Rüyada Keramet Vardır Bugün çokça zaman sonra Çakırcalı Mustafa’nın kahvesine uğradım. Son on yıldır her pazar, kahvaltımı yaptıktan sonra adımımı attığım kahveye beş altı ay olacak, biraz sonra anlatacağım bir olay yüzünden ayak basmamıştım. Hiç de kolay olmamıştı benim için bu güzide alışkanlıktan öylece vazgeçmek. Her öğlen önünden geçerken kafamı çeviriyor, tam karşıda bulunan manavın önünde dizili karpuzları inceliyordum. Biri laf atacak olsa yüzüne bakmadan elimi kaldırarak ufak bir selamla geçiştiriyordum. Eve gelen misafirler sebebini soracak olsa bazen hanımdan çayları tazelemesini istiyor, bazen ise kanalı değiştirip ağlamaklı bir dizi açarak sorunun kadınların muhabbeti arasında kaynamasını gözlüyordum. Kulağıma da gelmiyor değildi ara sıra mahallelinin kahveye
uğramayışım hakkındaki düşünceleri. Önceleri bunu çok kafaya takmışlar, sebeplerini anlamaya çalışmışlardı. Zaman içinde ben boş verdikçe, tepkisiz kalmaya devam ettikçe onlar da sıkılmış, arkamdan atıp tutmaya kadar götürmüşlerdi işi. Öyle ya, benim küçük oğlanın Çakırcalı’nın kızı kirlettiğini, Çakırcalı’nın da bunun üzerine beni kovduğunu söyleyenler bile vardı. Düpedüz palavra. Bir ben biliyorum sebebini, başka da biliyorum diyen yalan söyler. Müşterilerinin hepsi ya çevre esnafı ya da yıllardır bu mahallede oturan memur emeklilerinden oluşan kahve, ayak basmadığım bu zaman diliminde hiç değişmemişti. Derinden gelen lakırdılar, ocakta kaynayan suyun buhar sesi ve Çakırcalı’nın çay dağıtırken kullandığı ton hala aynı yerindeydi. İçeriye
girdiğim andan itibaren olanca tedirginliğiyle üzerimde toplanan bakışlara aldırış etmeden her zamanki yerime, televizyonu çaprazdan gören ve birazcık açıklık kalsa ılık bir esintiye neden olan pencerenin önündeki masaya oturdum. Bu vakitler her geldiğimde üç kişiyi oturup okeye dördüncü olarak beni beklerken bulduğum masa, bugün pek tabii ki boştu. Kahveye şöyle bir göz gezdirdiğimde kafamdaki sebebi doğrulamak çok da zor olmamıştı; benim geri döneceğimden umudu kesen arkadaşlarım farklı farklı masalara yancı olarak dağılmışlardı. Ben tek tek hepsiyle göz göze gelirken henüz benim geldiğimi görmemiş olacak ki Çakırcalı’nın derin sesi ocağın arkasından duyuldu:
43
“Alık alık nereye bakarsınız hepiniz yahu, yine mi şu esmer bombanın klibi çıktı yoksa?” Demek bu alışkanlıkları da ben gittiğimden bu yana değişmemişti. Adını şu vakit hatırlamıyorum ne zaman o uzun bacaklı, esmer tenli kadının klibi dönmeye başlasa tüm kahve milleti şu an bana baktıkları gibi televizyona kilitlenirler, şarkı bitene kadar da gözlerini kırpmazlardı. Kimsenin sorusunu cevaplamaması üzerine Mustafa ocağın penceresinden kafasını çıkarıp -esmer bombayı göreceğini düşünmüş olacakilkin televizyona doğru uzattı. İlk başta fark etmediyse de televizyonda beklediğini bulamamanın verdiği şaşkınlıkla çevresine bakarken göz göze geldik. Yumruk yaptığı eliyle gözlerini ovuşturduktan ancak bir müddet sonra gerçek olduğumdan emin oldu sanıyorum. Bakışlarını benim üzerimden çekip, hala bana dik dik bakmaktan sakınca görmeyen insanlara doğru çevirerek: “Hiç mi görmediniz lan adamı, işinize bakın.” dedi. Çakırcalı’nın uyarısıyla işlerine dönen insanların yüksek ihtimalle benim hakkında konuştukları şeyler tavla pulları ve okey taşlarının sesleri arasında bir süre sonra kayboldu. Ben onların nasıl bu kadar süratli bir şekilde başka bir
duruma konsantre olabildiklerini düşünürken, Mustafa da yanıma kadar gelmiş, karşımdaki sandalyeye çökmüştü. Bir beş dakika bekledikten sonra onun konuşacağından ümidi keserek: “Bir hoş geldin, yok mu bize Mustafa?” diye sordum. Soruyu bitirdiğimde suratındaki şaşkınlık karşısında kahkahayı basmak istediysem de ufak bir tebessümle yetindim. Şaşkınlığını benim yüzümde gördüğü ifade sayesinde atan Çakırcalı, sert bir ifade takınarak hemen durumu anlatmamı istedi: “Hoş geldin, hoş geldin de aylardır niye gelmedin be adam, ne demeye kafa çevirirsin dükkanın önünden geçerken bizlere, ne demeye eve gelen misafirlerine bir şey söylemez, sanki hepimize küsmüş gibi durursun?” Acıdım Çakırcalı Mustafa’ya. Bu kadar ay geçmiş olmasına rağmen neden ona kırıldığımı anlamamış, bir süre sonra da unutmuş ve benden ümidi kesmişti. Yahu kardeşim ben unutulacak adam mıydım? Çakırcalı gelip bana rüyasında benim onu tüm kahvenin önünde kötü çay yaptığı için azarladığımı gördüğünü anlatmamışmıydı, ben mi yanlış anlamıştım sanki. Hem oldum olası ben severdim Çakırcalı’nın çaylarını, yoksa ne diye buraya geleyim evimde ocağım yanarken, ne diye diğer kahvelerde çay kırk kuruşken elli vereyim değil mi ya. Ama yok, Çakırcalı öyle
düşünmemişti demek ki. Meğer aklının kuytu köşelerinde hep dururmuş benim onun çaylarını içtikten sonra memnuniyetsizlik duyduğum düşüncesi. Çok içerlemiştim Çakırcalı’ya çok. Baktım onun düşüneceği yok: “Hadi bir çay getir de içerken anlatayım Mustafa, ama bu çay senden olsun” dedim. Mustafa kararsız ve anlamamanın üzgün bir ifadeyle ocağa doğru giderken onun halinden gizli bir zevk alıyordum. Bununla beraber çayı içerken ona hiçbir şey anlatmayacağımı, Mustafa’nın da bu konuyu fazla deşmeyeceğini beynimin en derinlerinde adım gibi biliyordum. Belki bugün de gelmezdim Çakırcalı’nın kahvesine ya, bizim hanımın çaylarını oldum olası beğenmem. Otuz yıldır öğrenemedi kadın demli içtiğimi. Yahut, belki başka kahveye giderdim, ne olacak tavla aynı tavla, okey aynı okey, esmer bomba aynı esmer bomba değil miydi. Fakat aksilik bu, ay sonu gelmiş çatmıştı. Öyle ya, kırk kuruşu çaya versek bakkala manava nasıl giderdik. Hem Çakırcalı’nın ısmarlayacağı çaylar varken olacak iş miydi. Olmazdı tabii. “Ah be Çakırcalı, haydi bu sefer de affettim seni, bir çay da barışmamız şerefine.”
Ahmet Uçar
aucar@mikadergi.com
44
Hepimizin hayatı, bir şekilde elektriğe bağlı...
Hazırlayan: Emin Doğu
Peki ya elektrik aniden kesilirse neler olur? Hayat daha yavaş ama daha güzeldir. Öyle midir gerçekten? Lost dizisi ile tüm dünya ‘ya adını duyuran J.JAbrams ‘ın senaryosu ve yapımcılığını üstlendiği Revolution (Devrim) dizisinde popüler oyuncular da göze çarpıyor. 10 Eylül ‘de pilot bölümü ile yayın hayatına başlayan dizinin konusu şu şekilde; Hepimizin hayatı bir şekilde elektriğe bağlı. Peki ya elektrik aniden kesilirse neler olur? Bir gün, sanki bir düğmeyle kapatılmış gibi, dünya aniden karanlık çağlara geri döner. Uçaklar düşer, hastaneler kapanır, iletişim imkansız hale gelir. Modern teknoloji olmadan, bunun sebebini kim açıklayabilir ki?
45
15 yıl sonra, hayat sanayi devriminden çok önceki haline dönmüştür. Sessiz sakin bir hayat yaşayan aileler güneş batınca mumlar ve fenerler yakmaktadır. Hayat daha yavaş ama daha güzeldir. Öyle midir gerçekten? Küçük kasabaların sınırlarında tehlike pusu kurmuştur. Yerel bir milis kuvvet gelip babasını öldürünce, genç bir kadının hayatı sonsuza dek değişecektir. Çünkü genç kadın babasının bu “büyük kararma” ile bir bağlantısı olduğunu öğrenir. Bu ölümcül tesadüf genç kadınla iki arkadaşının geleceği kurtarma umuduyla geçmişe dair cevaplar bulmak için yolculuğa çıkmalarına neden olur. Dizi oyuncuları arasında, Breaking Bad ‘den tanıdığımız Giancarlo Esposito da bulunuyor ve yine kötü adam rölünde yer alıyor.Bence başarılı oyuncu, bu rolün altından da çok güzel kalkıyor ve hakkını veriyor. Birinci sezonu 13 bölüm olarak yayınlanacak olan Revolution ‘u izlediğimizde kafamızda bazı konularda sorular da oluşmuyor değil.Örneğin tüm dünyada elektrik ve enerjinin kesilmesi sonrası neden arabaların motorları da susuyor? Peki doğal enerji kaynaklarına ne oldu? (rüzgar enerjisi vb.) Bu konularda insan sormadan edemiyor ne alaka diye.Ancak ilerleyen bölümlerde bu konularda da ipucu veya açıklayıcı bilgileri izleyeceğimizi ve bu soru işaretlerini kafamızdan atacağımızı düşünüyorum, daha doğrusu umuyorum.
46
Geleceği Kurtarmak İçin Ne Kadar İleri Gidebilirsin?
10 bölümlük bu aksiyon ve bilim kurgu draması 2077 yılında başlıyor. Vancouver şehrinde, günümüzden epey farklı bir teknoloji ile donatılmış dünyaya açıyoruz gözlerimizi. .. Geçtiğimiz sene Kasım ayında ilk olarak Out of Time ismiyle duyurulan, bu sene başında isim değişikliği yaşayarak Continuum ismini alan Kanada televizyonu Showcase’in bilim-kurgu dizisini henüz izlemediyseniz, bu makaleyi okumanızı ve denemenizi tavsiye ediyoruz. Bir bilim-kurgu polisiyesi
olan Continuum, Kiera Cameron (Rachel Nichols) karakteri üzerine odaklanıyor. Cameron, 2077 yılında yaşayan bir kadın polis olup geçmiş zamana (2012) dönerek bir şekilde kaçmayı başarmış bir grup fanatik teröristin peşine düşecektir. Genç teknoloji dehası Alec Sadler’ın (Erik
Knudsen; Jericho, Scream 4) yardımıyla Cameron, günümüz Vancouver’ında bir yandan acımasız suçluların tarihin akışını ve geleceği değiştirmek için yaptığı planları bozmaya çalışırken bir yandan da zorluklarla karşı karşıya geleceği ve kapana kısılacağı bu ortamdan evine dönmek için mücadele verecektir.
47
Özgürlükleri için savaştıklarına inanan suçlularla ilgili soruşturmasını hızlandırmak için yerel polis kimliğine bürünen Kiera, yeni iş ortağı dedektif Carlos Fonnegra (Victor Webster; Castle, Melrose Place) ile sıkıntılı geçecek bir ittifak kuraracaktır. Dizinin oyuncu kadrosunda bashettiğimiz isimlerin dışında Stephen Lobo (Smallville, Little Mosque On The Prairie), Roger Cross (The Gates, First Wave, 24, Fringe), Lexa Doig (V, Andromeda, Stargate SG-I), Omari Newton (Blue Mountain State, Sophie), Luvia Petersen (The L Word) ve Terry Chen (Combat Hospital) gibi isimler rol alıyor.
Dizinin yaratıcısı ve showrunner’ı Simon Barry (The Art of War), projenin idari yapımcılığını Jeff King (White Collar, The Black Donnellys), Tom Rowe ile birlikte yürütürken Patrick Williams (Shattered) ve Jon Cassar ikilisi sezon içerisinde yönetmenlik yapan isimler olarak karşımıza çıkıyor. Fox’un iptal edilen bilim kurgu serisi Terra Nova’nın üç bölümünün yönetmenliğini üstlenmiş olan Emmy ödüllü ve DGA adayı Jon Cassar dizinin pilot bölüm yönetmenliğini yapan isim oldu.
Cassar, kariyerinde daha önceden Terra Nova ve The Kennedys dışında 24, Criminal Minds ve Fringe gibi yapımlarda da yönetmenlik koltuğuna otururken, Kanada yapımları için de çalışmalarda bulunmuş ve Mutant X, Queen of Swords, Due South, Forever Knight gibi dizilerde yönetmenlik yapmıştı. Emmy adaylığı bulunan Joel Ransom (Band of Brothers, Camelot, The X Files) görüntü yönetmenliğini, Chris August (Battle In Seattle, War) ise yapım tasarımcılığını üstlenen isimler. Reunion Pictures ve Shaw Media ortaklığında hazırlanan Continuum’un çekimleri Vancouver’da gerçekleştirildi. Dizinin ilk bölümden itibaren belirlenen bölüm isimleri ise şöyle: A Stitch in Time, Fast Times, Wasting Time, A Test of Time, Time’s Up, The Politics of Time, Playtime, Family Time ve End Times.
48
mika dergi
#mikadergi edebiyatâ€˜Äą takip et
05
49
50
BİZE
İ Z İ N İ L A Y HA IN YAZ
HAYALİNİZİ YAZIN, YAYINLAYALIM... editor@mikadergi.com Bize hayalinizi yazın, Mika Dergi sayfalarında yer alma şansı yakalayın. Gönderen kişiler arasında yapılacak çekiliş ile, 1 okuyucuya kitap hediye edilecektir. Bize; editor@mikadergi.com adresinden ulaşabilirsiniz. Gönderilen makaleler, bir sonraki sayı itibariyle Mika Dergi ‘de yayınlanmaya başlayacaktır.