Mika Dergi - 3.SAYI

Page 1

mika dergi Aylık Online Edebiyat, Kültür & Sanat Dergisi

sayı 3 | 15 ekim 2012

Kadın Hikayeleri Beyaz Zambaklar Ülkesinde Amour Meliha ‘nın Öykü Bahçesi

Ruşen Eşref Ünaydın Yüz Yıllık Röportaj

Halide Edip Adıvar Dili, Fikrin Hizmetkarı Yapan Kadın HAYALİNİZİ BİZE YAZIN

Hayalinizi bizimle paylaşın, her ay dergimizin sayfalarında yer alma ve kitap kazanma şansı yakalayın.

Detaylar Arka Kapakta


2

İçindekiler

Sayfa 30

Yaşam Mimarları Olun Diyen Grigoriy Petrov’un, Beyaz Zambaklar Ülkesi’nden hayata dair öğrenebileceğimiz çok şey var.

Sayfa 22

Ressam Olmayı, Çiçeklere Borçluyum

Sayfa 10

Meliha ‘nın Öykü Bahçesi

Diyen Fransız izlenimci ressam Claude Monet’in 30 yıl yaşadığı ve ilham kaynağı olan ‘’Giverny Bahçasi’ne ‘’ sizi davet ediyoruz.

Hep beraber bireysel ve toplumsal ihaneti sorgulayıp, resmini çizebiliriz elen gazeteciyi bekleyen sürpriz.

Sayfa 6

Deneme Deneme hem iyi bir edebiyat, hem de iyi bir felsefedir düşüncesine katılıyorsanız, bu türün babası sayılan Montaigne ile bir yolculuğa çıkabiliriz...

Sayfa 24

96 Yıl Önce Yapılan Bir Röportajı Okumaya Var Mısınız? Bir dil ustası olan Ruşen Eşref Ünaydın’ın, ‘’Konuştuğumdan daha rahat yazarım’’ diyen başka bir dil ustasıyla yaptığı bir röportaj.Okursanız yazı hakkında ve sanat aşkı hakkında çok şey öğreneceksiniz.

Sayfa 14

Halide Edip Adıvar Yaşadığı dönemde, ‘’Asya’nın en zeki kadını’’ olarak değerlendirilen; ülkesi için demokrasi, kadınlar için eşitlik, çocuklar için akılları esir almayan bir eğitimin savaşını veren bir siyasetçi olarak ve aynı zamanda yazmayı yazmak için seven, son nefesine kadar kalemini bırakmayan bir yazar olarak ele alıp, anlatmaya çalıştık.

Künye Emin Doğu

Meliha Doğu

Genel Yayın Yönetmeni emindogu@mikadergi.com

Editör & İçerik Yöneticisi melihadogu@mikadergi.com

Merve Odabaşı

Yazar Olun

Sanat Danışmanı merveodabasi@@mikadergi.com

Mika Dergi ‘de Yazar Olun editor@mikadergi.com


Mika Dergi

Meliha Doğu Editör & İçerik Yöneticisi

Editör ‘den, “Sanat bir ilahtır! Ona çıplak ruhla gitmeli” Çok sevdiğim bir söz vardır:’’Gerçek bir yazar öğrendiği bir dilde değil, çocukluğundan beri bildiği dilde yazar…’’diye. Ben öyle yapıyorum :) Konuşmaya başladığım günden beri hikayeler uydururum, yazmayı öğrendiğim günden beri de kendimce ve önce kendim için yazarım. Bana yazıyı düşündüren, yazı yazdıran her şeyi severim: çiçek, böcek, kedi, köpek, resim, film, kitap, insan… Evimin her köşesi küçük küçük kağıtlarla doludur. Her yerden ve her şeyden etkilenebilen, satır aralarını okumayı seven bir insan olarak, unutmamak için notlar tutarım sürekli. Sonra da onları birleştirmek için masamın başına geçerim. Bütün maskelerimi çıkarıp, çırılçıplak soyunarak;

İletişim

Reklam

süslemeden, yüreğimden akan sözcüklerle flört ettiririm kalemimi.

yazabildiklerimi sizinle paylaşıyorum Sizi de yazmaya davet ediyorum.

Kalem mutlaka kağıdın üstünde dans etmeli ve ancak o dans bitince, mekanik aletlere geçilmeli :)

Keşfettiklerimizi paylaşarak ruhumuzu zenginleştirir, iç karartıcı gerçekleri değiştirip, güzelleştirebiliriz.

Yani benim için yazı yazmak, aşktan öte bir şeydir.

Bu sayıda da düşünmeyi, sanat haline getirmiş insanları size anlatmaya ve yaptıklarını elimizden geldiğince paylaşmaya çalıştık.

Bu aşkımı canlı tutabilmek için de her şeyi okumak ve öğrenmek isterim. Bazen okuma açlığımı doyurmadan, ölmekten korkarım :) Sanat benim için sihirli, baştan çıkarıcı ve keşfedilmeyi bekleyen, hazinelerle dolu bir bahçedir. Okuyarak, araştırarak, gözlemleyerek ve küçük küçük keşifler yaparak milim milim ilerlemeye çalışıyorum. Ben keşfettiklerimi, öğrenebildiklerimi ve

Genel İletişim info@mikadergi.com

Reklam & Tanıtım reklam@mikadergi.com

Bir sonraki sayımızda daha güzel sürprizlerle karşınıza çıkabilmek için da sıkı çalışmaya devam edeceğiz :) Montaigne’nin dediği gibi, ‘’Ruhumuzun ele avuca sığmayan akışını gözlemek, onun karanlık derinliklerine kadar inmek, türlü hallerindeki bunca inceliklerini ayırt edip, yazabilmek zahmetli’’ bir iş olsa da sevgiyle yaparak, yazı aşkımızı canlı tutarız…

3


4

Mika Dergi

OKUMA ZEVKİ

Zülfü Livaneli

V İ Ş R A ÖZEL

Hayatta yapılan her iş gibi, kitap da zevk alarak okunmalı. Edebiyat, insanları canından bezdirecek sayfaları art arda sıralamak değil, ne kadar derin düşünceler anlatılırsa anlatılsın, bunları okura zevk verecek, sayfaları

Stendhal, Marquez okurken sıkılan, öf pöf eden birini gördünüz mü? Ben görmedim.

sabırsızlıkla çevirtecek, hatta “Aman bitmesin” dedirtecek bir biçime büründürme sanatıdır. Bütün büyük yazarlar bu özelliğe sahiptir. Siz hiç Cervantes, Dostoyevski, Tolstoy, Dickens, Gogol, Flaubert,

Çünkü bu yazarlar büyük bir ustalıkla okurun ruhuna sızarlar, roman kahramanlarını, gerçek hayatta tanıdıkları kişilerden daha çok tanımalarını, hatta bazılarıyla kendilerini, özdeş kılmalarını başarırlar. Sonra o kahramanların başından geçen aşk, entrika, felaket, savaş, iflas, intihar, ölüm vs. gibi insana ait bütün haller, okuru birinci dereceden ilgilendirmeye başlar. Evet, edebiyat zevklidir dedik. Ünlü bir Fransız yayınevinin adı “Okuma Zevk”iydi zaten. Öğrencilik yıllarımızdaki edebiyat dersleri, ne yazık ki öğrenciyi edebiyattan soğutmak için elinden geleni yapan bir tavra bürünmüştü. Divan edebiyatından iki dize alıp oradaki “sanatları” açıklamak, aruz vezinlerini ezberlemek vs. gibi genç bir öğrencinin içini bayacak derslerdi bunlar. Oysa, o yaştaki çocuklara kitap okumayı sevdirecek ne programlar uygulanabilirdi. Ama yapmadılar, hâlâ da bu tutum devam ediyor herhalde.


5

Yalnız okullar değil, edebiyat âlemi de genç insanları okumaktan soğutmak için elinden geleni yaptı. Çok derin ve entelektüel görünmek isteyen yazarlar, biz zavallı faniler için gönül indirerek yazmak lütfunda bulundukları kitaplarda uzun, upuzun, içinden çıkılmaz cümlelerle, olay örgüsü olmayan ve karakterlerin ancak silik bir gölge gibi kaldığı biçimsel denemeler yaptılar. Sonra da sayfalarını bin bir gereksiz ayrıntıyla doldurdular. Bunların içinde, bakkala giderken yaptığı alışveriş listesini yayınlayanlar bile oldu. (Gülmeyin, bu bir gerçek.) Sonra da bu beceriksizliği, bu tıkızlığı “post-modern” falan gibi cafcaflı lafların arkasına saklayıp, acemi bir piyanistin sürekli tek bir tuşa basıp “Siz anlamıyorsunuz, bu çağdaş müzik” demesi ya da kuş resmi bile çizemeyen bir ressamın (!) tuvalin ortasına küçük bir kırmızı leke yerleştirip “Önemlidir, çünkü o lekeyi oraya BEN koydum” diye kendini, Güzel Helen’in yanağına ben konduran bir Tanrı mertebesine yükseltmesi gibi saçmalıklarla uğraşır olduk. Yani tam bir şarlatanlar döneminin göbeğindeyiz. Bazen bunların yakasından tutup sarsmak ve sorular sormak gelir içimden. “Birader sen Cehov’dan daha mı

derinsin, Yunus Emre’den daha mı akıllısın, Tolstoy’dan daha mı büyük anlatıcısın? Onlar okunuyor da sen niye okunamıyorsun? Eğer anlatacak hikâyen yoksa sus. Eğer okurların etine kemiğine işleyecek ve bir daha da unutulmayacak karakterler yaratamıyorsan başka bir işin ucundan tut.’’ Ama durun; daha kurnazlıklar silsilesi bitmedi.

Kemal, Tolstoy, Yaşar Kemal okuyabiliyorsunuz da niye bu kitaplardan sıkılıyorsunuz?’’ Cevap basit. Çünkü kitaplar sıkıcı. Yazar işini beceremiyor, kendini okutamıyor. Bu yüzden de ortalık; edebiyat niteliği taşımayan, sadece vakit geçirtme amacına yönelik, aşk ya da cinayet gibi konuları sömüren popüler kitaplara kalıyor. İyi yazılmış edebiyat örnekleri de bu can ve mal pazarında kaybolup gidiyor.

Bütün bunları yaparken, bir de okurda “Galiba bende bir yanlışlık var. Kitap bir türlü ilerlemiyor, anlayamıyorum. Galiba aptalın biriyim ben” duygusu uyandırmak gerekir ki, işlem tamamlansın.

Ey sevgili okur. Eğer bir kitap kendini okutamıyorsa, ilerlemiyorsa, o zaman derhal bu kitabı kaldırıp atmak ve dünyada okunmayı bekleyen nitelikli eserlere yönelmek en iyisi.

Sevgili okurlar, eğer içinizde böyle düşünenler varsa lütfen şu soruya cevap verin: “Bayıla bayıla Cehov, Orhan

Kapitalizmin kafa karıştırıcı ürün pazarlama tekniklerinden kurtulmanın tek yolu, kendi okuma zevkinize güvenmektir.


6

Mika Dergi

DENEME

“Yaşantı insanıdır denemeci. Yaşadıklarını dile getirir, yaşamalarını işler o.Yaşamadığı hiçbir şeyi almaz denemesinden içeri… Yani yaşantı sanatçısıdır denemeci…’’ Nermi Uygur

Deneme, özgürce seçilen bir konuda gelişen, düşünsel boyutlar içeren, bir konuşma havası içinde biçimlenen, genellikle orta uzunlukta bir düzyazı biçimidir. Deneme türünün ele aldığı konuların sınırı yoktur. Hayat, ölüm, sevgi, gurbet, sanat, felsefe, din, ahlak, gelenek, siyaset, özgürlük, giyim, kuşam gibi kişiyi veya toplumu ilgilendiren her şey denemeye konu olabilir. Deneme, dil ve anlatım özellikleri bakımından değer düşünce yazılarından farklıdır. Denemede; yeniliklere kesin sonuçlara erişme, bir düşünceyi kabul ettirmeye çalışma, kesin bir sonuca gitme gibi bir amaç söz konusu değildir. Denemeci kendi kendisiyle konuşur gibi, karşısında biri varmış da onunla dertleşiyormuş gibi yazar. Bu türün babası sayılan Montaigne’nin, ‘’Her insanda insanlığın bütün halleri

vardır’’ noktasından hareket ederek, kendisini anlatarak bütün insanlığı anlatmak ister. Anlatımı içten ve doğaldır, ‘’Eğer mümkün olsaydı karşınıza anadan doğma çıkardım. Size bir şey kanıtlama gibi bir iddiam yoktur. Elimden geldiğince size beni anlattım. Bana hak vermenizi ya da yargılamanızı istemiyorum…’’ Bu satırlardan da anlaşıldığı gibi denemeler, iddialı olmayan, ispat kaygısı taşımayan; temel anlamda insan doğallığına dayanan eserlerdir. Deneme yazıları daha çok kısa bir makale veya köşe yazısı gibi bir çırpıda okunabilecek uzunlukta olur. Denemeler belirli bir plana göre oluşmaz. Yazar düşüncelerini, duygularını rahat bir şekilde kendi kendisiyle konuşur gibi yazarken birçok konuya da değinmekten geri kalmaz. Eskiden denemeye verilen ‘’muhasebe’’ ismi, onun konusu hakkında bir ipucu

vermektedir. Çünkü denemeler toplumsal konulardan daha çok kişisel konulara, iç hesaplaşmalara daha yakındır. Deneme türünde yazarın kişisel duyguları, düşünceleri, istekleri, hayalleri ön sırada yer alır. Bu yüzden deneme yazılarında yazar birçok kültür öğesinden yararlanırsa da daha çok kişisel deneyimlerinden, yaşantılarından esinlenir. Denemeci bir dil ustasıdır. Yazdığı cümleyi pırıl pırıl işleyerek ortaya çıkarır. Deneme dilinde çeşitli bilim, felsefe ve sanat dallarına ait terimlere yer vermekten ziyade, çoğunluğunun ortak günlük konuşma dilinin düşünce diline dönüştürülme çabası hâkimdir. Denemede bilimsel yazılardaki kuruluk ve şematiklik bulunmaz. Düşünce şiirsel, akıcı, samimî bir üslûpla sunulur. Bu bakımdan deneme yazılarının geniş halk yığınlarınca kolayca ve rahatlıkla okunabilme özelliği vardır.


Mika Dergi

Deneme türleri: İçerik ve anlatım özellikleri bakımızdan ‘’senli benli’’ ve ‘’düzenli’’ olmak üzere ikiye ayırabiliriz. ‘’Senli benli’’ deneme Fransa’da Montaigne’le başlamıştır. Bu yazılarda canlı ve içten bir dil kullanılır. Betimlemeye, mizaha ve nükteye oldukça geniş yer verilir. ‘’Düzenli’’ denemenin ilk örneklerine Bacon’da rastlanır. Bu tür deneme yazılarında anlatım genellikle yoğun, kısa ve özdür.

Denemenin tarihsel gelişimi: Bazı edebiyat tarihçileri denemenin önce Japonya, Hindistan gibi Doğu ülkelerinde başladığını öne sürerler. Ancak denemenin bağımsız bir edebiyat türü olarak benimsenmesi 16 yüzyılın ilk yarısında gerçekleşir. Bunda da Fransız yazar Montaigne’nin büyük payı vardır. Montaigne, denemelerinde yalın, akıcı ve içten bir dille kendi gözlemlerinden de yararlanarak dostluk, okumak, eğitim, ölüm, yalnızlık gibi farklı konuşlarda görüşlerini kaleme almıştır.

Örnek: Yalnızlık

‘’Yalnız yaşamanın bir tek amacı vardır sanıyorum; o da daha başıboş, daha rahat yaşamak. Fakat her zaman, buna hangi yoldan varacağımızı pek bilmiyoruz. Çok kez insan dünya işlerini bıraktığını sanır; oysaki bu işlerin yolunu değiştirmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aileyi yönetmek bir devleti yönetmekten hiç de kolay değildir. Ruh nerde bunalırsa bunalsın, hep aynı ruhtur; ev işlerinin az önemli olmaları, daha az yorucu olmalarını gerektirmez. Bundan başka, saraydan ve pazardan el çekmekle hayatımızın baş kaygılarından kurtulmuş olmuyoruz…’’ Deneme türünün en önemli yazarlarından biri de İngiliz yazar F. Bacon’dur. Özlü denemeleriyle insanlara yol gösteren bir yazar. 16 yüzyıldan sonra deneme, özellikle edebiyat ve sanat konularında eleştiri ağırlıklı bir nitelik kazanmaya başlar. R. De Gourmont, Albert Camus ve Jean-Paul Sartre gibi yazarlar eserleriyle deneme türüne çağdaş bir içerik kazandırmaya başarmışlardır.

Türk edebiyatında, denemenin gelişimi: Deneme edebiyatına

türü Türk Tanzimat’tan

sonra girmiştir. İlk denemeciler arasında Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, fatih Rıfkı Atay’ı sayabiliriz. Cumhuriyetten sonra gelişen deneme türünde eser veren yazarlar arasında Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyüboğlu, Kemal Yetkin sayılabilir. Günümüzde deneme türü büyük bir yaygınlık ve yeni bir boyut kazanmıştır.Deneme yazarları çağın tüm bilgilerinin ve konuların ardına düşmüş gibidir. Bu bilgileri okuyucusuna aktarmaktan çok, bu bilgilerin yardımıyla onları düşündürmeye, doğru diye bildiklerinden kuşku duymaya götürmek ister. Yazdıkları denemelerle dikkat çeken yazarlar arasından Melih Cevdet Anday, Vedat Günyol, Salah Birsel, Adnan Binyazar, Mehmet Fuat,Bilge Karasu, Doğan Hızlan, Enis Batur’u örnek verebiliriz.

Deneme örneği: Montaigne Nasıl Konuşmalı Sözümün akışını bozup güzel tümceler aramaktansa, güzel tümceleri bozup sözümün akışına uydurmayı daha doğru bulurum.

7


8

Mika Dergi

Biz sözün arkasından koşmamalıyız, söz bizim ardımızdan koşmalı, işimize yaramalı. Söylediğimiz şeyler sözlerimizi almalı, ve dinleyenin kafasını öyle doldurmalı ki artık kelimeleri hatırlayamasın. İster kağıt üstünde olsun, ister ağızdan benim sevdiğim konuşma, düpedüz içten gelen, lezzetli, şiirli, sıkı ve kısa kesen bir konuşmadır. Güç olsun, zararı yok, ama sıkıcı olmasın; süsten, özentiden kaçsın, düzensiz, gelişigüzel ve korkmadan yürüsün. Dinleyen, her yediği lokmayı tadarak yesin. Konuşma, Sueton’un, Julias Cesear’ın konuşması için dediği gibi, askerce olsun; ama ukalaca, vaizce olmasın. Söylev sanatı, insanı söyleyeceğinden uzaklaştırıp

kendi yoluna çeker. Gösteriş için herkesten başka türlü giyinmek, gülünç kılıklara girmek nasıl pısırıklık, korkaklıksa, konuşmada bilinmedik kelimeler, duyulmadık tümceler aramak da bir medreseli çocuk çabasıdır. Ah, keşke Paris’in zerzevat çarşısında kullanılan kelimelerle konuşabilsem…

Örnek: Ruh ve beden Güzellik, insanlar arasında, çok tutulan bir şeydir. Aramızda ilk anlaşma onunla başlar. İnsan ne kadar vahşi, ne kadar kötü yaradılışlı olursa olsun, onun büyüsüne kapılmaktan kendini alamaz. Bedenin varlığımızdaki payı ve değeri büyüktür. Bu bakımdan onun yapısına ve düzenine verilen önem pek

yerindedir. İki temel taşımızı (ruh ve bedeni) birbirinden ayırmak, koparmak isteyenler yanılıyorlar; tam tersine onları çiftleştirmek, birleştirmek gerek. Ruhtan istenen şey bir köşeye çekilmek, kendi kendine düşünmek, bedeni hor görüp kendi başına bırakmak değil. Ona bağlanmak, onu kucaklamak, sevmek, ona arkadaşlık ve kılavuzluk etmek, öğüt vermek yanlış yola saptığı zaman geri çevirmek. Kısaca onunla evlenmek, onunla gerçekten bir koca olmaktır. Ta ki ikisinin hareketleri arasında başkalık ve karşıtlık değil, uygunluk ve benzerlik olsun. Kaynakça: Vikiapedi, Yazı ve Yazınsal TürlerEmin Özdemir, Denemeler- Montaigne


9

9


10

Meliha‘nın Öykü Bahçesi

İhanet ‘in Resmi

Heyecanla tuvalin önüne boyaları ve fırçaları hazırladı… Perdeleri hafiften kapattı ve teybi açtı. Odanın her köşesini süsleyen değişik renklerde ve boyutlardaki mumları yaktı. Her şey tamam mı diye son kez kontrol etti ve sandalyesini alıp, tuvalin önüne oturdu. Çok heyecanlıydı, çünkü hayatında ilk defa resim yapacaktı. Gençliğinde resim sergilerini dolaşırken ve tablolardaki güzellikleri hayranlıkla seyrederken kendinden geçerdi. O tabloların içine girip, onları yaşardı. Boş bir tuval gördüğünde ise garip bir çekim hissederdi… Sanki o fırçayı eline alsa, kırk yıllık ressama dönüşecek ve harikalar yaratacakmış gibi gelirdi. Nedense bir korku onu hep durdurmuştu.

Ama artık hiçbir şeyden korkmayacak kadar yaşlanmıştı. Veya yaşamışlığın ve yaşanmamışlığın altında ezilmekten kurtulmak için yaşlanmayı seçmişti. Evet, kendini artık hazır hissediyordu. Fırçayı eline aldı, tuvale okşarcasına dokundu ve gülümsedi. Kararını çoktan, belki de yıllar önce vermişti: İhanetin resmini çizecekti. Bir an duraksadı… Nereden ve hangi renkle başlamalıydı? İhanetin rengini ve şeklini beynindeki karelerde çıkarmaya çalıştı. Gerçi ihaneti hangi renkle çizerse çizsin, ihanet ihanet olacaktı ve siyah, beyaz veya kırmızı olması gerçeği değiştirmeyecekti.

Peki ama hangi ihaneti çizecekti? Kişisel, bireysel, toplumsal veya ulusal ihaneti mi… Hepsi birbirine bir zincirin halkaları gibi bağlı değil miydi? H a n g i s i n d e n önce başlamalıydı? Elindeki sigarayı söndürdü ve kalkıp pencereyi açtı. Derin derin nefes aldı ve kararlı adımlarla dönüp, tekrar tuvalin önüne oturdu. Tuvalin üst sağ köşesine önce bir kilise ve yanına bir cami çizdi. Fırça dans edercesine tuvalin üzerinde dolaşıyordu. Kilisenin ve caminin etrafını güzel güzel ağaçlarla süsledi. Kuşların seslerini duyar gibi oldu. Şüphesiz Allah’ın evi böyle güzel olmalıydı.


11

Cennetin hayal edilemeyecek ve ulaşılamayacak kadar güzel olduğunu düşündüğü gibi… Herkesin gitmek istediği, ama bir o kadar korktuğu bir yer. Caminin önüne bir imam, kilisenin de önüne bir papaz oturuyordu. Birbirine nefretle b a k ı y o r l a r d ı . Ama nefret, o muhteşem cüppelerinin altına sığmayan ve gözlerden taşan çaresizliği bastıramamıştı. Her ikisi de çaresizliğin doğurduğu yalnızlığı paylaşıyorlardı aslında. Çünkü caminin ve kilisenin etrafı tel örgülerle kaplıydı. Çünkü Allah’a ibadet etmek, mevcut olan toplumsal ideolojiye ihanet etmekti… Fırça tuvalin üst sol köşesine yöneldi. Kocaman bir okul binası çizdi ve etrafını güzel bir parkla süsledi. Ana okuldaki çocuklar parkta koşup, oyun oynuyorlardı. Dışarıdaki dünyanın gerçeklerinden habersiz bu küçük afacanların kahkahaları tuvalden taşıp, odasına kadar geldi. Tuvalin önündeki adam bu kahkahaların etkisiyle daha da canlandı ve gençleşti. O afacanların kullandığı tek dili anımsadı: Sorumsuzluğun ve sorunsuzluğun sınırsız mutluluğu…

Zil çaldığında, fırça okul binasını tamamlamış odalarının içini süslemeye başlamıştı bile. Aynı elbiseleri giymiş, saçları aynı tarzda taranmış öğrenciler, öğretmenlerini büyük bir dikkatle dinliyorlardı. Yaşadıkları ve çok sevdikleri bu ülkenin ulusal tarihini öğreniyorlardı… Bu ülkenin vatandaşları her ne kadar renkli ve farklı kökenli olsalar da, öğrenebilecekleri tek bir tarih vardı: Sınırları çizilmiş ve onlara uygun bulunmuş bir tarih… Öğrenebilecekleri ve kullanabilecekleri tek bir dil vardı… Bu ülkenin çoğunluğu tarafından oluşturulan ve egemenliği tartışılmaz bir dil… Öğrenebilecekleri ve inanabilecekleri de tek bir ideoloji vardı. Eşitliğe, kardeşliğe ve özgürlüğe dayanan, İNSAN’a inanan ve tapan bir ideoloji: SOSYALİZM… Bu ideolojinin sorgulanması, tartışılması ihanetti. Hele hele böyle mükemmel bir ideolojide adaletsizliğin var olabileceğini düşünmek, ihanetin en büyüğüydü… Tuvalin önündeki adam boğazının kuruduğunu hissetti. Yerinden kalkıp, buzdolabını açtı. Akşam yemeğinden artakalan dondurmayı kaşıkladı.

Dondurmanın yarattığı ferahlık, midesi tarafından bütün vücuduna yayıldı. Tekrar tuvalin önüne oturdu ve hayatında çizeceği ilk ve son resmine devam etti. Tuvalin tam ortasına otoriteyi, yani devleti temsil eden Büyük Millet Meclisi’nin binasını oturttu. Her ne kadar milletin meclisi olduğu iddia edilse de, aslında daha yıllar önce halktan kopmuş ve halkı unutmuş kişilerle doluydu bu bina. Ve her halde bu binanın özel bir sihri vardı ki, binaya bir kez giren kişi yıllarca oradan çıkamıyordu… Milletin sorunları büyük büyük odalarda, büyük büyük masalarda oturan kişiler tarafından görülür, değerlendirilir ve karara bağlanırdı. Milletin düşünmesine hiç gerek yoktur ve bu meclisin kararlarına katılmamak, uymamak ihanettir. Affedilmesi imkansız bir ihanet… Fırça bu görkemli binadan kurtulmak istercesine tuvalin alt sol köşesine sıçradı. Oraya kocaman bahçeli bir ev yaptı. O evde Damla adında bir kız oturuyordu. Kıvır kıvır, uzun siyah saçları ve yemyeşil gözleri vardı. Damla bir damla su kadar güzeldi…


12

Mika Dergi

Keman çalar, resim yapar ve bahçeyle ilgilenirdi. Babasının ektiği ağaçların arasını renkli renkli çiçeklerle süslemişti. Aynı zamanda hayvanları da çok severdi. Gözü gibi baktığı bir atı, bir de tavşanı vardı. Rüzgarla savaşmayı ve atıyla uçmayı çok severdi. Yorulunca da tavşanıyla oynayarak dinleniyordu… Evet, şimdi de bahçedeki çimenlerin üzerine yatmış, tavşana hikayeler anlatıyordu. Tavşanı da anlıyormuş gibi bakarak, sessizce havucunu kemirmeye devam ediyordu. Tuvalin önündeki adam büyülenmiş gibi Damla’ya bakıyordu. Anlattığı hikayeyi duyabilmek için kulaklarını kabarttı, ama tuvalden ses gelmedi… Fırça sabırsızlanmaya başladı. Bir an önce işini bitirmek istercesine boş kalan sağ alt köşeye yöneldi. İki katlı evle süsledi bu köşeyi. O evde Dimitır oturuyordu. Babası mimar, annesi ise tiyatro oyuncusudur. Hiç kardeşi yoktur ve her gün evire çevire yudumladığı

yalnızlığını, öğretmen olmayı hedefleyerek yok etmek ister. Dimitır, Damla’ya aşıktır. Günlerini pencere kenarında onu seyrederek ve ona şiirler yazarak geçirir. Hep aynı düşü kurar : ‘’Damla’ya sarılmak, ona yazdığı şiirleri okumak ve ‘’Seni seviyorum!’’ diye haykırmak. Ama bu düşünü gerçekleştirmeye cesaret edemez. Çünkü ailesine, ülkesine ve cesaretsizliğine ihanet edemez. Yıllarca pencere kenarından seyreder durur Damla’yı. Şiirlerinde ona sarılır, öper, dans eder. Taa ki bir gün birileri Damla ’nın ailesinin bir başka ülkeye gitmelerini emredene kadar… Dimitır yıkılır. Sınırlarında boğulduğu bu ülkeden nefret eder, eşitliğine inanmak istediği bu ideoloji paramparça olur. Allah’a sığınmayı hiç düşünmez. Çünkü elinde kalan tek şey inançsızlığına ihanet etmek istemez… Odanın kapısı açıldığında resim bitmişti. ‘’Ne o, bu yaşta ressam mı olmaya karar verdin?’’ diyen karısı onu kendine getirdi. Aslında kaç yaşındaydı ki o ?!. Az önce 20 yaşındaydı, şimdi belki de 40…

Yılların yorgunluğunu bedeninde hissetti. ‘’Ben yatıyorum. Geliyor musun?’’ dedi karısı ve yatak odasına girdi. Yaşanmamış gençliğin altında ezilip, yaşlanan adam güçlükle yerinden kalktı. Son bir kez resme baktı. Gerçekten güzel bir resim olmuştu… Boyaları ve fırçaları alıp, çöpe attı. Duş aldı ve son gücünü toplayıp, yatak odasına girdi. Evet, şimdi yine Damla’yı düşünerek ve hayal ederek karısına sarılacaktı. Tutkuyla öpüp, sevişecekti. Yıllardır yaptığı gibi… Bundan bir ihanet

daha güzel mi olurdu?!.


13

Mika Dergi ‘ye ABONE OL

ÜCRETSİZ KİTAP KAZAN!

HEMEN ABONE OL! abone.mikadergi.com Her ay Mika Dergi ‘ye abone olan 5 okuyucumuza, Meliha Doğu ‘nun, Başını Dik Tutan Hüzün isimli imzalı kitabını hediye ediyoruz. Üstelik kargo ücreti de dahil.Hiçbir ücret ödemeden bu kitaba sahip olmak için tek yapmanız gereken, bu sayfaya tıklayarak açılacak olan sayfada, aktif olarak kullandığınız mail adresiniz ile Mika Dergi ‘ye abone olmak.Her ay, bir önceki sayıda abone olan okuyucularımız arasında yapılan çekilişle kazananlar, Mika Dergi ‘de açıklanacaktır. Abonelik çekilişi, her ayın ilk haftası gerçekleştirilecektir ve kazananlara mail ile bilgi verilecektir.


14

Halide Edip Adıvar ‘’Anladık ki insan sürülebilir, hatta imha edilebilir, fakat “ionse dolortin henis et fikir öyle değil.Fikir kafadan kafaya, devirden devire atlar ationsecte dit nonsequis geçer veaugait, kendiniquat. gösterir… Ut lan utpat. ”

“Hiç kimse ülkesini benim kadar sevemez, ancak hiç kimse de ülkesini benim eleştirdiğim sertlikte eleştiremez…”


Mika Dergi

15

Yazmayı, Yazmak İçin Sevdim “Bir insanın, nasıl sesi olur da söylerse, ben de bir kuş öter gibi yazdım. Yazmak hayatımın en büyük hazzıdır. Ve katiyen şöhreti düşünmedim. Çocukluğumdan beri içimden çıkmak isteyen bir sanat arzusu vardı. Çocukken de hikayeler tasarlar ve onları bir aktris gibi kendim oynardım…’’ Hayatı

Halide Edib, 1884 yılında Beşiktaş, İstanbul’da doğdu. Babası Mehmet Edib’in ailesi 1500’lü yıllarda İspanya’daki engizisyondan kaçıp, Bursa’ya yerleşen Sefarat Yahudilerindendi. Yani Müslümanlığı seçmiş bir yahudidir. Mehmet Edib, II Abdülhamid devrinde Padişah katipliği, Yanya ve Bursa Reji müdürlüğü yapmıştır. Annesi Fatma Berifem’i çok küçük yaşta veremden kaybeder ve onunla ilgili pek fazla bir şey hatırlamaz. Çok küçük yaşlarda bir Rumun idare ettiği anaokuluna verilir. İngiliz terbiyesiyle yetişmesini isteyen babası, onu Üsküdar Amerikan Kolejine yazdırabilmek için yaşını büyütür. Ama bir süre sonra padişahın, ‘’Hristiyan okullarında Müslüman öğrencilerin okuyamayacağı’’ emri ile okuldan alınır ve evde özel ders görmeye başlar. Kur’an, Arapça, Farsça ve musiki dersleri alır. İngilizceyi bir İngiliz mürebbiyeden, musiki derlerini ise bir İtalyan sahne sanatçısından alır. İngilizce öğrenirken, çocuk kitapları yazarı Jacob Abbott’un

Halide Edip Adıvar

‘’Ana’’ eserini Türkçeye çevirir ve bu kitap 1897 yılında basılır. 1889 yılında bu çeviri nedeniyle II Abdülhamit tarafından Şefkat Nişanı ile ödüllendirilir. Aynı yıl yeniden Üsküdar Amerikan Koleji’nde okumaya devam eder. Aynı zamanda evdeki özel eğitimine de devam eder. Türkçe, Edebiyat ve Fransızca derslerine gelen Rıza Tevfik ona doğunun mistik felsefesini, Sanat ve şiirini anlatır. Bir yandan da halk edebiyatına özel bir ilgi duymasını sağlar. Aynı dönemde, ünlü matematikçi Salih Zeki’den de matematik dersleri alır. 1901 yılında kolejden mezun olur ve okulun mezun ettiği ilk kız öğrenciler arasında ismini yazdırır.

Sherlock Holmes hikayesinin de çevirisini yapar. Fransız yazar Emile Zola’nın yapıtlarına ilgi duymaya başlar. Şhakespeare’nin Hamlet yapıtının çevirisini yapar. Shakespeare ile ilgili duygularını şu şekilde ifade eder:

İlk evliliği ve çocukları

Yazı dünyasına giriş

Mezun olduğu yıl, matematik öğretmeni Salih Zeki ile evlenir. Birbirlerini öylesine severler ki, ‘’Birlikte öleceğiz, aynı mezara gömüleceğiz’’ diye söz verirler birbirine. Evliliğin ilk yıllarında eşine Kamus-u Riyaziyat adlı eserini yazmada yardımcı olur, ünlü İngiliz matematikçilerin yaşam öykülerini Türkçeye çevirir. Birkaç

‘’Muhammed bana din temelinde ne verdiyse, Shekespeare de sanatta vermişti…’’ 1903 yılında ilk oğlu Ayetullah, on altı ay sonra da ikinci oğlu Hasan Hikmetullah Togo dünyaya gelir. Japon-Rus savaşında batı uygarlığının bir parçası sayılan Rusya’yı Japonların yenmesinin verdiği sevinçle oğluna, Japon Deniz komutanı Amiral Togo Heihhachiro’nun ismini verir. Evliliklerine rağmen, bekarlık hayatı yaşamaya devam eden kocasına katlanabilmek ve mutsuzluğunu unutabilmek için yazıya sarılır. ‘’İsterik’’ adlı öyküsünde, satırlar arasında kocası tarafından nasıl ezildiğini anlayabiliriz.Meşrutiyetin ikinci kez ilan edildiği 1908 yılı Halide Edibin hayatında bir dönüm noktası olur.


16

Mika Dergi

Gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmaya başlar. İlk yazısı Tevfik Fikret’in çıkardığı Tanin gazetesinde yayımlanır ve eşinin isminden dolayı, Halide Salih imzasını kullanır… Yazıları, Osmanlı içerisindeki muhafazakar çevrelerin tepkisini çeker. Eğitim reformlarıyla ilgili yazılarından dolayı ölüm tehditleri alır. 31 Mart Ayaklanması sırasında öldürülme endişesiyle kısa süre için iki oğluyla Mısır’a gider. Oradan İngiltere’ye geçer ve İngiliz gazeteci Isabelle Fry’ye konuk olur. İngiltere’ye gidişi o dönemde kadın-erkek eşitliği konusunda sürüp giden tartışmalara tanık olur, Bertrand Russell ile tanışır. 1909 yılında İstanbul’a döner. Siyası yazıların yanı sıra, edebi yazılar da yayımlamaya başlar. ‘’Heyyula’’ ve ‘’Raik’in annesi’’ adlı romanları basılır. Eşi Salih Zeki ikinci bir kadınla evlenmek istemesi üzerine ondan 1910 yılında boşanır ve yazılarında Halide Edib adını kullanmaya başlar. Aynı yıl ‘’Seviyye Talip’’ romanını yayımlar. Bu roman, bir kadının kocasını terk ederek sevdiği erkekle yaşayışını anlatır ve feminist bir eser olarak değerlendirilir. Bundan dolayı da birçok eleştiriye maruz kalır.

Teali-i Nisvan Cemiyeti Halide Edib’in öncülüğünde kurulan ilk kadın derneğidir. Amacı, milli geleneklerden vazgeçmeden, kadın kültürünü

yükseltmek ve güçlendirmek. Derneğin bünyesinde kadınlar üzerine yazılar, tarih ve sosyal içerikli kitaplar, edebiyat kitapları Türkçeye çevriliyor, konferanslar veriliyor. Böylece yavaş yavaş siyasete kaymaya da başlıyor. 1910-1912 yılları arasında, büyük hayranlık duyduğu Ziya Gökalp’ın yanında, Türkçülerin arasında yer alır, Türk Yurdu Dergisine yazılar yazar. İlk ideolojik romanını da o dönem yazar. ‘’Yeni Turan’’, onun 20 yıl sonraya dair ütopyasını anlatan siyasi bir roman. İttihat ve Terakki Cemiyetini ağır bir dille eleştiriyor, cesur ve güncel bir şikayeti dile getiriyor. Kadın meselesine de yaklaşım açısından da çok radikal bir roman. Kadınların oy sahibi olacağı, topluma hem kalpleriyle, hem de kafalarıyla kuracakları bir ülke düşünü anlatıyor

ve Edebiyat’’ adlı kitabı yazar.

Balkan Savaşı Yılları

Milli Mücadele

Balkan savaşı yıllarında kadınlar toplum yaşamında daha aktif rol almaya başlar. Halide Edib de bu yıllarda Teali-i Nisvan Cemiyeti’nin göçmenlere ve askerlere yardım ve hastabakıcılık kollarını teşkilatlandırmaya çalışmış. Hastabakıcılık yaparken de Türk insanını ve askerini yakından ve içinden tanıma şansı bulur. Bu sırada Evkaf okullarında müfettişlik de yapar, eğitimle ilgili önemli raporlar hazırlar. Herman Harrell Horne’nin eserlerinden yararlanarak, ‘’Talim

Halide Edip, İstanbul’a döndükten sonra Darülfünun’da Batı edebiyatı okutmaya başlar. Mütareke yılları onu çok sarsar. Batı medeniyetinin bütün değerlerinin sahte olduğunu, Batı’nın ikiyüzlü olduğunu düşünmeye başlar. Milli mücadele’ye hazırlık olmak üzere kurulan, Kara Yusuf bey ve Kemaleddin Sami Paşanın idare ettikleri Karakol teşkilatında görev alır. Vakit gazetesinin sürekli yazarı, Büyük Mecmuanın da başyazarıdır.

İkinci Evliliği 1916’da Cemal Paşa’nın daveti üzerine okul açmak için Lübnan ve Suriye’ye gider. Arap eyaletlerinde iki kız yurdu ve bir yetimhane açar. Lübnan’da iken ‘’Kenan Çobanları’’ adlı 3 perdelik operanın libretosunu yayımlar, eserini Vedi Sebra besteler. Yusuf Peygamber ve kardeşlerini konu alan bu eser, o yıllarda savaş koşullarına rağmen yetimhane öğrencileri tarafından 13 defa sahneye konulur. Halide Edib’in dine bakışı biraz bilgiye bakışı gibidir. Bütün dinleri sever, ‘’Hakka kavuşmak için açılan yolların hepsinin aynı neticeye varacağına’’ inanır. Türkiye’de olmamasına rağmen, babasına verdiği vekalet ile Bursa’da aile doktorları olan Adnan Adıvar ile nikahı kıyılır.


Mika Dergi

15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgal etmesi üzerine, Türk Ocakları bu olayı protesto etmek için mitingler düzenlemeye başlar. Orada yaptığı konuşmadan dolayı isyan hatibi ilan edilir.

ABD Manda Tezi Milli Mücadele taraftarı aydınların bir kısmı işgalcilere karşı ABD ile işbirliği yapma düşüncesindedir. Refik Halit, Ahmet Emin, Yunus Nadi gibi aydınlarla birlikte Halide Edib, 14 Ocak 1919’da Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer alır. Bu konuda biraz çelişkili bilgiler söz konusu aslında :) Bazı kaynaklara göre mesela Halide Edib, Mustafa Kemal Paşa tarafından Manda konusunu araştırmak için görevlendirilir. O da Osmanlı Devleti üzerine genel bir ABD mandası kurulmasının imkanlarını araştırp, rapor hazırlar. Bu araştırmalar sırasında aslında Milletler Cemiyeti’nin manda konusunda yapmış olduğu düzenlemelerde, ABD’nin manda sahibi olmasını zorlaştırdığını tespit eder. Nitekim ABD 1945 yılına kader manda sahibi olamamıştır :) Başka kaynaklara göre ise Halide Edib mandayı bir çözüm olarak görüyor ve olması için kulisler yapıyor. Halide Edib’in Mustafa Kemal’e yazdığı mektupla ABD mandası tezini açıklar ve bu mektuptaki bilgiler Erzurum Kongresinde tartışılır ve manda konusu reddedilir.

Hatta yıllar sonra Mustafa Kemal’in ‘’Nutuk’’ adlı eserinde tam metnine yer verdiği mektubu yüzünden Halide Edib, ‘’mandacı’’ olarak suçlanır, hatta bazıları tarafından hain olarak değerlendirilir. Aslında Halide Edib’in hayatı boyunca halkı için verdiği mücadele onun mandacı olup olmadığını ispatlamıştır…

İstanbul İşgali İzmir mitingini, Fatih, Üsküdar, Kadıköy mitingi takip eder. Halide Edibin önceden hazırlanmadan ve yazmadan yaptığı konuşmalarla büyük iz bırakır, halkı peşinden sürükler. Özellikle de Sultanahmet mitinginde sarf ettiği ‘’Milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır’’ cümlesi onu o devrin başkahramanı haline getirir. İngilizler İstanbul’u 16 Mart 1920 ‘de işgal ederler. Hakkında idam emri çıkardıkları ilk kişiler arasında Halide Edib ve eşi Adnan vardır. 24 Mayıs’ta padişah tarafından onaylanan kararda idama mahküm edilen ilk 6 kişi şunlardır: Mustafa Kemal, Kara Vasıf, Ali Fuat Paşa, Ahmet Rüstem, Doktor Adnan ve Halide Edib.

Anadolu ‘da Mücadele Haklarında idam kararı çıkmadan önce Halide Edib, çocuklarını yatılı okula bırakarak, eşi ile birlikte İstanbul’dan ayrılıp, Ankara’daki milli mücadeleye katılır.

‘’Çekicilik, zeka, büyük bir yetenek, hepsi doğuştan meziyetleri. En çok hayran olunan hangisi? Bana sorarsanız, yürekli kahramanın her şeyi fethetme yeteneği.’’ Grace Elison (yazar) Halide Edip, Ankara’da Kalaba (Keçiören)’deki karargahta görev alır. Ankara’ya gelirken Yunus Nadi’yle Anadolu Ajansı isimli bir haber ajansı kurmaya karar verirler. Mustafa Kemal Paşa’dan onay alınca da ajans için çalışmaya başlarlar. Ajansın muhabiri, yazarı, yöneticisi, ayak işlerine bakanı olarak çalışır. Haber derleyip milli mücadeleye ilişkin bilgileri, telgrafı olan yerlere telgrafla iletmek, olmayan yerlerde cami avlusuna afiş olarak yapıştırılmalarını sağlamak; Avrupa basınını takip edip batılı gazetecilerle iletişim kurmak; Mustafa Kemal’in yabancı gazetecilerle görüşmesini sağlamak, bu görüşmelerde tercümanlık yapmak; Yunus Nadi Bey’in çıkardığı Hakimiyeti Milliye gazetesine yardımcı olmak ve Mustafa Kemal’in diğer yazı işleri ile ilgilenmek Halide Edip’in yürüttüğü işlerdir. 1921’de Ankara Kızılay başkanı olur. Aynı yılın Haziran ayında Eskişehir Kızılay’da hastabakıcılık yapar. Ağustos’ta orduya katılma isteğini Mustafa Kemal’e telgrafla iletir ve cephe karargâhında görevlendirilir.

17


18

Mika Dergi

Sakarya Savaşı sırasında onbaşı olur. Yunanlıların halka verdiği zararları incelemek ve raporlamakla sorumlu Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda görevlendirilir. ‘’Vurun Kahpeye’’ adlı romanının konusu bu dönemde oluşur. ‘’Lav gibi ihtiraslı, cin gibi uyanık, cıva gibi içine sığamaz insan…’’ Haldun Taner ‘’Türk’ün Ateşle İmtihanı( 1922), ‘’Ateşten Gömlek’’(1922), ‘’Kalp Ağrısı’’( 1924), ‘’Zeyno’nun Oğlu’’ adlı romanlarında, Kurtuluş Savaşının değişik yönlerini gerçekçi biçimde dile getirebilmesini savaştaki deneyimlerine borçludur. Savaş boyunca cephe karargahında görev alan Halide Edib, Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden sonra ordu ile İzmir’e gider. İzmir’e yürüyüş sırasında rütbesi Başçavuşluğa yükselir. Savaştaki yararlılıklarından dolayı İstiklal madalyası ile ödüllendirilir.

Kurtuluş Savaşı Sonrası Kurtuluş savaşı, Türk ordusunun zaferiyle sonuçlandıktan sonra Ankara’ya dönerler. Eşi, Dışişleri Bakanlığı’nın İstanbul Temsilciliğine görevlendirilir. Halide Edib de görev bekler, hatta elçi olma hayalleri kurar. Ama savaş bitince, ona ihtiyaç bitmiş gibi tamamen işlevsiz bırakılır. Akşam, Vakit ve İkdam gazetelerinde yazmaya devam eder, kadın hakları konusunda da çalışmalarına devam eder. Bu arada Cumhuriyet Halk

Fırkası ve Mustafa Kemal Atatürk ile siyasi fikir ayrılıkları yaşanır. Eşi Adnan Adıvar’ın Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda yer alması sonucu, iktidar çevresinden uzaklaştırılır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılıp, Takrir-i Sükün kanunun kabul edilmesiyle tek parti dönemi başlar. 1925 yılında siyasi gerginliğe daha fazla dayanamadıkları için bir süre yurt dışında kalmaya karar verirler. 1939 yılına kadar 14 yıl boyunca yurt dışında yaşarlar( İngiltere ve Fransa).

Sürgün Yıllarında Yaptıkları Yurt dışında yaşadığı dönemde kırgınlıklarını unutabilmek için yazıya sıkı sıkı sarılır. Yazı onun için nefes alabilmenin ötesine, yaşama nedeni olur… Kitap yazmanın yanı sıra, Türk kültürünü dünya kamuoyuna tanıtmak için konferanslar verir. Cambridge, Oxford, Sorbonne Üniversitelerinde konuşmacı olur. İki kez ABD, bir kez de Hindistan’a davet edilir. 1928 yılında ABD’ye ilk gidişinde Williamstown Siyaset Enstitüsü’nde yuvarlak masa konferansına başkanlık yapan ilk kadın olarak büyük ilgi çeker. 1932 yılında Colombia Üniversitesi Bernard Koleji’nden gelen çağrı üzerine ABD’ye gidince, seri konferanslar vererek ülkeyi dolaşır. Yale, İlliyons, Michigan üniversitelerinde konferanslar verir. Bu konferanslar sonucu olarak ‘’Türkiye Batıya

Bakıyor’’ adlı eseri ortaya çıkar. 1935 yılında İslam Üniversitesi Jamia Milia’yı kurmak için açılan kampanyaya katılmak için Hindistan’a çağırıldığında Delhi, Kalküta, Benares, Haydarabad, Aligar, Lahor ve Peşaver Üniversitelerinde dersler verir. Konferanslarını bir kitapta toplar ve Hindistan izlenimlerini içeren bir kitap da yazar.

Türkiye ‘ye Dönüş 1939 yılında ülkesine döner ve İstanbul’a yerleşir. 1940 yılında İstanbul Üniversitesi’nde Filoloji kürsüsünü kurmakla görevlendirilir. On yıl bu başkanlığı yürütür. Shakespeare hakkında verdiği açılış dersi büyük yankı uyandırır. ‘’Bir yandan otoriter, bir yandan demokratik tavırlı bir hocaydı’’ Tatyana Moran

Milletvekilliği 1950 yılında Demokrat Parti listesinden İzmir milletvekili olarak TBMM’ye girer ve bağımsız milletvekili olarak bir dönem görev alır. Milletvekili olarak klasik sağcı ve solcu tanımlarının dışında bir zihin yapısına sahip olduğu için birçok kişinin tepkisini çeker. Ülkesi için demokrasi, kadınlar için eşitlik, çocuklar için ise akılları esir almayan bir eğitim ister, bunun için mücadele eder… Fakat siyasette aradığını bulamaz ve oradaki entrikalardan bunalır. 5 Ocak 1954 günü Cumhuriyet gazetesinde ‘’Siyasi Vedaname’’ başlıklı bir yazı yazarak görevinden ayrılır.


19

Yalnızlık ve Ölüm 1955 yılında eşi Adnan Adıvar’ı kaybı ile sarsılır ve evine kapanarak, yalnız hayatına katlanabilmek için yazılarına sarılır. Halide Edib, 9 Ocak 1964 yılında İstanbul’da 80 yaşındayken hayata veda eder. Ölümünden sonra onun için söylenen ve onu anlatan en güzel söz bekli de… ‘’Her dönemde kendi kafasıyla düşünmekten çekinmeyen ve bunun bedelini ödemeye razı olan bir aydındır…’’ Fatmagül Berkay

Eserleri Romanları

Heyula (Tefrika 1909, kitap olarak 1974) Raik’in Annesi (Tefrika1909, kitap olarak 1924) Seviye Talip (1910) Handan (1912) Yeni Turan (1912) Son Eseri (Tefrika 1913, kitap olarak 1919) Mev’ud Hüküm (1918) Ateşten Gömlek (Tefrika 1922, kitap olarak 1923) Vurun Kahpeye (Tefrika 1923, kitap olarak 1926) Kalp Ağrısı (1924) Zeyno’nun Oğlu (Tefrika 1926-1927, kitap olarak 1928) Sinekli Bakkal (Önce İngilizce olarak 1935, aynı yıl Tefrika olarak Türkçe, kitap olarak 1936) Yoldaş Cinayeti (Tefrika olarak 1936, kitap olarak 1937) Tatarcık (1939) Sonsuz Panayır (1946) Döner Ayna (Tefrika 1953, kitap olarak 1954)

Akide Hanım Sokağa (Tefrika 1957-1958, kitap olarak 1958) Kerim Ustanın Oğlu (Tefrika 1958, kitap olarak 1974) Sevda Sokağı komedyası (Tefrika 1959, kitap olarak 1971) Çaresaz (Tefrika 1961, kitap olarak 1972) Hayat Parçaları ( 1963)

Öyküleri

Harap Mabedler (1911) Dağa Çıkan Kurt (1922) İzmir’den Bursa’ya( Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay ve Mehmet Asım’ın ile Halide Edib Adıvar’ın üç öyküsü bulunan bu eser, 1922’d2 tefrika edildi, kitap olarak ise 1974’de yayılmamdı). Kubbeda Kalan Hoş Seda (1974)

Tiyatroları

Kenan Çobanları (1918) Maske ve Ruh (Maskeli Ruh adıyla 1937 yılında tefrika edildi, 1945’te kitap olarak yayımlandı)

Anıları

Mor Salkımlı Ev( İngilizce olarak 1926 yılında yayımlandı, 1951-1955 yıllarında tefrika edildi , Türkiye’de kitap olarak ise 1963’te basıldı. Türkün Ateşle İmtihanı ( İngilizce olarak 1928 yılında yayımlandı, 19591960 yıllarında tefrika edildi, kitap olarak ise Türkiye’de 1962 yılında yayımlandı.

İnceleme ve Fikir Eserleri Tarih ve Terbiye (1911) Turkey Faces West (1930) Conflict of East ant West in Turkey (1935)

Inside India ( Hindistan’ın İçyüzü, 1937) İngiliz Edebiyatı Tarihi (Cilt I- 1940, Cilt II- 1946, CiltIII- 1949) Başlangıçtan Elizabeth Devrine Kadar Üniversite Kafası ve Teknik (1942) Edebiyatta Tercümenin Rolü (1944) ‘’Sana Söz Veriyorum’’ Hakkında (1951) Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri (1955) Doktor Abdülhak Adnan Adıvar( Eserin başındaki biyografi yazara aittir, (1956)

Çevirileri Mader( John Abbot’tan 1897) Babür han (Flora Steel’den, 1914) Gizli Belde (Walpelo’dan, 1924) İslam (Fransızcadan İngilizceye, Henri Masse’den, 1938) Hamlet (Vahit Turhan’la, Skespeare’den, 1941) Osmanlı Şiir Tarihi, Cilt-I (Gibb’den, 1943) Nasıl Hoşunuza Giderse (Vahit Turhan’la, Skespeare’den, 1943) Coriolanus (Vahit Turhan’la, Skespeare’den, 1945) Antonius ve Cleopatra (Mina Urgan’la, Skespeare’den, 1949) Hayvan Çifliği (Geoge Orwel’den, 1952) Marcuse antonius (Plutarch’dan, 1956) Kaynakça: 1.Vikipedi 2.Halide Edib Adıvar, Hayatı ve Sanatı Üzerine, Mustafa Yücel 3.Halide Edib Adıvar, Biyografisine Sığmayan Kadın, İpek Çalışlar

05


20

Her ay koltuğa bürünen i anlatıcı, yepyen hiyakelerle sizi şaşırtacak ...

Bir Koltuğun Anıları

Rüzgar hüzünlü gözlerle nazlana nazlana batan güneşi seyrediyordu… Sabahtan beri içinde bir sıkıntı vardı. O yüzden varlığını kendine ve etrafına hissettirmeden, günü ağacın kocaman dalları arasında saklanarak geçirdi. Kendi halini tuhaf bulmuyordu, çünkü arkadaşları da aynı durumda görünüyordu. Bugün hep beraber sessizliği yudumlayıp, paylaşmışlardı. Kuşlar bile hiç yuvalarından dışarı çıkmamıştı. Sanki hüzün bulutları altında ezilmemek için saklanmışlardı. ‘’Kayıpların ve yalnızlığın ağır bastığı günlerde sessizliği yudumlamaktan başka çare yoktur…’’ diye mırıldandı yaşlı ağaç. ‘’Kayıplar, ölümler, yalnızlık… Hayatın bir parçası, ama onlara alışmak da kolay değildir. Bazen içinden çekip gitmek gelse de, gerçeklerden kaçamıyor, sessizliğin içinde boğuldukça boğuluyorsun…’’ diye kendi kendine konuşmaya devam eden ağacın sözünü sallanan koltuk kesti: ‘’Sen Allah’a inanır mısın?’’ diye sordu.

‘’Nerden çıktı şimdi bu? Elbette ki inanıyorum. Varlığını benden daha çok hissedebilen biri olamaz. Onun yarattığı mucizevi topraktan besleniyor, ayakta duruyorum; yarattığı havayla nefes alabiliyorum ve bütün bunların sayesinde ben de meyve verip, başkalarına hayat veriyorum…’’ diye kızgın kızgın cevap verdi yaşlı ağaç. ‘’Peki dua eder misin?’’ diye dalgın dalgın soru sormaya devam etti koltuk. ‘’ Ederim, etmem, bu benimle Allah arasında bir mesele… Seni ilgilendirmez.’’ diye bağırdı ağaç. ‘’Eyvah, bunlar yine kavgaya başladı’’ diyerek birbirini dürtükleyen kuşlar, yuvalarından dışarı fırladı. ‘’Ben hiç dua bilmem dostum. Kimse bana öğretmedi. Kendi kendime öğrenme şansım olmadığı için de ben onunla konuşuyorum. Kendimi bildim bileli Allah’a her şeyimi anlatıyorum. Yaptığım hatalardan dolayı özür diliyorum ve beni yarattığı için teşekkür ediyorum. Günüm onunla başlıyor, onunla bitiriyorum. Varlığını sorgulayan

veya varlığına inanmayan kişileri de hiç anlamıyorum. Çünkü ben onu hep yüreğimde ve yanımda hissediyorum…’’ diyerek sustu sallanan koltuk. ‘’İstersen biz sana bir-iki dua öğretebiliriz’’ diye vızıldadı kuşlar. ‘’Peki, sen hiç Allah’a inanmayan birisiyle karşılaştın mı?’’ diye merakla sordu yaşlı ağaç. ‘’Evet karşılaştım. Beni çok üzen, yüreğimde derin izler bırakan bir karşılaşmaydı hem de... Ağlamakla gülmek arasında sıkıştığım, yardım etmek için çırpındığım, ama seyretmekten başka hiçbir şey yapamadığım bir durumdu…’’ diye sözlerini tamamladı. ‘’Anlatsana! Çok merak ettik’’ diye yalvarmaya başladı kuşlar. Yaşlı ağaç da yalvarırcasına başını salladı. Rüzgar da meraklanıp, saklandığı yerden çıkarak, arkadaşlarına katıldı. ‘’Aslında bakarsanız hatırlamaktan pek hoşlanmadığım bir hikayedir, ama sizi kırmayayım…

Meliha Doğu

melihadogu@mikadergi.com


Mika Dergi

Belleğinin İhanetine Uğrayan Adam

Bebek’teki o küçücük ve şirin eve gitmeden önce karşılaşacağım kişilerle ilgili, biraz bilgi sahibi olmuştum. Elli yaşlarında evli bir çift, birlikte oturdukları 88 yaşındaki hasta babalarına, doğum günü hediyesi olarak beni satın almışlardı. Semih Bey ( yani babaları), aslında çok tanınan, bilinen ve değerli bir adammış. Teknik üniversitenin kuruluşundan sonra, mezun olan ilk mimarlarındanmış. Hiç mimarlık yapmamış. Kendini bilime ve öğrenci yetiştirmeye adamış. Hayat felsefesi:’’En büyük vatanseverlik, mesleğini en iyi şekilde yapmaktır’’ olduğundan, üniversitenin gelmiş geçmiş en iyi, en çalışkan ve en sevilen hocaların başında yer alıyormuş. Altmış sene hocalık yapmış, binlerce mimar yetiştirmiş. Doğru bildiği yoldan sapmayan ve hiçbir şeyden korkmayan bir adammış. Dekan olarak görev yaptığı 80 darbesi sırasında öğrencilerin saldırısına uğramış. Tehdit edilmesine ve ölümle burun buruna gelmesine rağmen, görevini yerine getirmekten vazgeçmemiş. ‘’Ben Allah’tan korkmuyorum, sizden mi korkacağım’’ diyerek, yoluna devam etmiş. İşte böyle efsane gibi bir adamın evine giderken heyecandan titriyordum. Fakat odasına götürüldüğümde, büyük

bir şok geçirdim. Hele hele odasında yalnız kaldığımızda, şaşkınlıktan dilimi yuttum. Tamam, yaşlı bir adamla karşılaşmayı bekliyordum; ama kendini, her şeyini kaybetmiş bir insanla karşılaşmayı beklemiyordum… Sanki küçücük bir çocuk gibi sessizliğin tam ortasında kaybolmuştu. Hiçbir şey duymuyor ve hiçbir şey görmüyordu. Belleği ona ihanet etmişti. Değil bir şeyler hatırlamak, ne konuştuğunu bile farkında değildi. Beyni simsiyah buluta dönüşmüş, vücudu ise onu terk etmişti. Kim olduğunu, bugüne kadar ne yaptığını, neler yapması gerektiğini bilmeden çırpınıyordu… Üç ay kadar birlikte olduk. Benim için hayatımın en zor dönemiydi. Ona baktıkça kalbim sıkışıyor, yardım etmek için çırpınıyordum, ama elimden bir şey gelmiyordu. Yakınlarından hayatı boyunca Allah’a inanmadığını ve varlığını kabul etmediğini duyduğumda inanamadım. Çünkü bana göre her insan öyle ya da böyle, az veya çok, kendince Allah’a inanır veya inanmak ister… Ömrüm boyunca birçok insan hayatının, son perdesindeki son sahnesine şahit oldum ve o sahnenin son nefeslerinde Allah’a sığınmayan ve inkar eden bir insan görmedim. ‘’Dostum, sakin bize Semih Beyin bu sahnede Allah’a

sırtını döndüğünü söyleme…’’ dedi yalvarırcasına yaşlı ağaç. ‘’Sırtını dönmedi, ama çok acı bir şekilde ömrünün son günlerinde onunla kucaklaştı… Onunla geçirdiğim son on gün kabus gibiydi. Belleği ile zaman, mekan ve hayat arasındaki bağ kopmuştu. Nefes almadan sadece iki cümle tekrarlıyordu:’’Bana dua öğret…Alahım… Alahımmm…Bana dua öğret…’’ İşte o günlerde dua bilmediğim için kendi adıma ve onun adına kahrolmuştum. Ben de onunla birlikte ıssızlığın ortasında kaybolmaktan korkmuştum…’’ diye sözlerini tamamladı sallanan koltuk. Ortaya ölüm sessizliği yayıldı. Bir süre hiç kimse konuşmadı. Herkes kendi hayatının muhasebesini yaparak, duygularını tartıyordu. Belki de yapması gerekenlerin listesini çıkartıyordu… Kuşlar, sallanan koltuğu sevgiyle okşayarak, ‘’Dua öğretme teklifimiz hala geçerli’’ diye fısıldadı. Rüzgar, üzerindeki ağırlıktan silkelenerek, üstlerine çökmüş hüzün ve karamsarlık bulutlarını dağıtmak için esmeye başladı. O estikçe ortalık çiçek kokusuyla şenlendi. Yaşlı ağaç gülümseyerek:’’ Çiçekler ve yıldızlar aynı şekilde kokar dostlarım. Çünkü onların kokusu, umudun kokusudur…’’ dedi.

21


22

Mika Dergi

Ressam Olmayı, Çiçeklere Borçluyum evi Fransız Güzel Sanatlar Akademisi’ne, babasından kalan resimleriyse Mermottam Monet Müzesi’ne bağışlamış. Michael Monet’in bu bağışının ardında yatan nedense, babasının akıma adını veren ‘’İzlenim: Gün Doğumu’’ adlı tablosunun da burada olması Mermotam Monet Müzesi ve Fransız Akademisi’nin yurt dışında açtıkları ilk büyük sergi, ‘’Monet’in Bahçesi’’dir. Sabancı Müzesi Müdürü Nazan Ölçer daha önce açtıkları Picasso, Rodin, Dali, Rembrand ve çadaşları gibi sergilerin kendilerine referans olduğunu, oldukça tutucu olan Fransız Akademisi’nin bu sayede eserlerin yurt dışına çıkmasına izin verdiğini söylüyor. ‘’Monet’in Bahçesi’’ sergisi İstanbul’dan sonra Avustralya ve Çin’e de gidecek. Resim sanatının dünyaca ünlü isimlerini Türkiye’deki sevenleriyle buluşturan Sabancı Müzesi bu kez İzlenimcilik (empresyonizm) akımını başlatan Claude Monet’in eserlerine ev sahipliği yapıyor. 9Ekim’de başlayan ve 6 Ocak 2013 tarihine kadar devam edecek olan, ‘’Monet’in Bahçesi’’adlı sergi, ‘’Belki de ressam olmayı çiçeklere

borçluyum’’ diyen Monet’in kendi elleriyle yarattığı ve yaşamının son 30 yılını geçirdiği, resimlerin ilham kaynağı Giverny Bahçesi’yle aile yaşamına odaklanıyor. Dünyanın sayılı müzelerinde eserleri bulunan Monet’in eşyası ve en çok eseri Paris’teki Mermotam Monet Müzesin’de bulunuyor. Monet’in oğlu Michael Monet, 1966 yılında Giverny’deki

İzlenimcilik (Empresyonizm) İzlenimcilik akımı adını, resimde doğa algısını ifade etme felsefesinin en istikrarlı uygulayıcısı olan Monet’in ‘’İzlenim: Gün Doğumu’’ adlı eserinden alır. Monet’ten sonra izlenimciler de geleneksel konulardan uzaklaşarak, ışık üzerinde dururlar. Özellikle günün değişik saatlerinde oluşan farklı ışık değerlerini yakalamaya çalışırlar.


Mika Dergi

İlham

Kaynağı

Bahçe

Şehir hayatından uzaklaşmak isteyen Claude Monet, 1883 yılında Paris’in 80km dışında, Seine Nehri’ne kıyısı bulunan Giverny Köyü’ne taşınır. Böylece resimlerinin odağını oluşturan doğa ve çiçek figürlerinin kalbinde, ailesiyle birlikte yaşayacağı bir mekan yaratma imkanı bulur. Eşi Camile ve iki çocuğuyla Giverny’e yerleşen Monet, karısının ölümünden sonra ünlü koleksiyoner Ernest Hoschede’nin karısı Alice ve altı çocuklarıyla birlikte aynı evde yaşamaya başlar.

Ernest Hoschede’nin ölümünden sonra Monet, Alice ile evlenir. 5Aralık 1926’da resimlerinin ilham kaynağı olan ve her bir çiçeği ile tek tek ilgilendiği bahçesinde hayata veda eder.

Bahçe

‘nin

Özellikleri

Toplam 4.5 hektar (45dönüm) olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Evin hemen önündeki çiçek bahçesini takip eden bir de su bahçesi var. Su bahçesine diktiği salkım söğütler ve nilüferler resimlerinde en çok kullandığı modellerdir. Gün ışığının her anını, çiçeklerin üzerindeki yansımalarını yakalamak için tekerlekli bir

arabada 6-7 tablo birden taşır. Gün ışığının eğimine göre yaptığı tabloyu değiştirir. Resimlerinde de kullandığı yeşil kayığıyla, yapacağı resme göre nilüferlerin konumunu değiştirir. Çocukları çok sevmesine rağmen, gözü gibi baktığı bahçesinde oynamalarına asla izin vermez. Dostlarını masasında ağırlamayı çok severmiş. Ancak yemeğe çağırdığı kişilerin tam zamanında gelebilmeleri için özellikle trenle seyahat etmelerini istermiş. Çünkü yemek masasını hazırlarken adeta tablolarındaki gibi ışığın masaya yansımasını hesaplarmış :)

23


24

HALİDE EDİP ADIVAR

KONUŞTUĞUMDAN DAHA RAHAT YAZARIM

Doksan altı yıl önce Ruşen Eşref Ünaydın tarafından, Halide Edib Adıvar’la yapılan bir röportaj! Aradan geçen bunca yıla rağmen bu iki dil ustasından öğreneceğimiz çok şey var... Dört köşe küçük bir odaydı: Koyu tirşe kağıtlı duvarlardan birinde uzun ve geniş bir sedir, ötekinde halı örtüsüyle kısa bir divan. Karşısında bir piyano ve bir duvarında da yeşil çini soba… Sedirle divanın ortasında kitap dulu, döner dolap şeklinde bir duvar ve Amerikan biçimi bir koltuk. Öbür köşede, üzerine zarif bir Acem seccadesi serpilivermiş basık, yayvan bir koltuk daha var. Sağında bakır arabesk vazosu ile burma burma mermer sütun, solunda Anadolu çevresi örülü küçücük siyah masa… İşte Halide Hanım, o loş ve serin köşede, bu sade ve kibar şark dekorunun ortasında oturuyordu. Tavanda sarkan pembe avizeye, kafes aralıklarının ölgün ışık süzüntüleri çarptıkça, başımızda billur bir demet kıpırdanıyor; mavi, kırmızı akisleri duvarlarda, hurma dallarında mini mini sağmalar titretiyor ve altın saçlı, ince uzun kaşlı, iri ve parlak gözlü, muntazam burunlu, dolgun ve ateşli bir yüze sahip bulunan bu kadını bütün bütün hayalleştiriyordu. Önce vilayetlerdeki mekteplerden, köylü terbiyesinden bahsetti. O zaman Yahya Kemal’i hatırladım. Bana demişti ki:’’Ziyaretine gidersen eğer, bu sefer pedagog bir Halide Hamın bulacaksın’’. Doğru. Fakat öyle canlı konuşuyordu ki, cümleleri birer ilim ve terbiye mevzuu açıklamasından fazla, yakından gören ve güzel gören bir edibin tasvirlerine benziyordu. Son zamanlarda Suriye’ye yapmış olduğu seyahatin kendinde ne gibi izler bıraktığını sordum. Bana Arap leylelerini, ışıklar ve çöller diyarının saydam ve serin gecelerini, yanık kubbelerle nakışlı minarelerin müezzin sesleriyle, bizde maval

şeklini almış, me’val iniltilerinin bu uzak ve dini ülkelere verdiği sade, bakir, esrarlı hayatını anlattı. Halide Hanım; kitaplarından dolambaçlı, ihmalli, hep aynı seviyede bulunan üslubundan büsbütün başka bir eda ile konuşuyordu. Altın kadar pürüzsüz, nazik ve ahenkli sesinde kısa ve tok cümleler, çok açık seçik ve belagatlı bir şekilde çınlıyor. Onlarda ne yıpranmış sözler ve kelimeler var, ne de herkesin görüp söylediği çok tekrarlanmış, tadı kaçmış duygu ve düşünceler! Konuştuklarının hepsi yeni ve hepsi tamamen kendine, şahsına ait şeyler…


25

Yazarken de cümleleriniz hatırınıza böyle kolaylıkla gelir mi hanımefendi, yoksa kelimelerinizi çok mu ararsınız?

Hiç aramam, konuştuğumdan daha rahata yazarım.

Tabii sonra tekrar gözden geçirir ve düzeltirsiniz; kelimelerinize ve cümlelerinize son, kesin bir şekil verirsiniz?

Pek az okur, pek az düzeltirim. ‘’Aşk efsaneleri’’ gibi, yazılarımın arasında en düzgün olanlarını bile bir daha okumam. Halide Hanım biz okuyuculara, öyle tuvaletlerini bitirmiş, kıyafetlerini düzeltmiş süslü, şık cümleler vermek merakında değil. O da Hamid gibi, yazdığını olmuş bitmiş farz edenlerden. Kelimeler üzerinde kuyumculuk etmiyor.

Mevzularınızı da, kelimeleriniz gibi kolay bulur musunuz hanımefendi?

Büyük mevzular aklıma kolaylıkla gelir. Ve şimdiye kadar hep öyle olmuştur. Ben iki türlü yazıcıyım: Bir romancı, bir de küçük hikaye, küçük mensur şiir yazıları. Romancılıkta mutlaka zihnimde mevzuumun planını yaparım. Bütün olaylar zihnimde kararlaştırılmış olur. Bazen ana bölüm, ikinci derecedeki bölümlerin tertiplerini bile zihnimde tasarlarım, ondan sonra kolayca yazarım. Yalnız kitabın ortalarına gelince karakterler bana hakim olurlar, ben onlara değil. Mesela ilk satırdan o sayfaya kadar benim hükmüm altında yürüttüğüm, idare ettiğim şahsın, bana karşı isyan ettiği zamandan sonraki gidişini, yaşayışını bazen beğenmem, fakat müdahale de etmem. Yazdıklarımı, bir hastalığın buhranlarını geçirir gibi, hiç ara vermeden, durup dinlenmeden yazarım. Herkesten uzak, yalnız bir köşeye çekilirim ve orada mütemadiyen yazarım.

Yazarken sükunetten hoşlanmak, sabah saatlerini tercih etmek gibi hususi adetleriniz var mı?

İlk yazmaya başladığım zaman, çocuklarım daha pek küçüktü. Hizmetçi falan gelir, durmadan şunu bunu sarardı. Onlara cevap verirdim, kalemimim de kağıttan ayırmazdım. Fikirler beynimde o kadar şiddetle yer tutmuş olurlardı ki hiçbir yabancı ses onların yoğunluğunu dağıtamazdı. Fakat şimdi yalnızlık ve sessizlik arıyorum. Mesela romanlarımı herkesten uzak bir yerde yazarım ve son derece titiz, sinirli olurum. Yanımda çok kahve, çok sigara olmalı. Hem birkaç kutu sigara üst üste durmazsa rahat edemem. Kağıtlarımın büyüklükleri hep aynı ölçüde olmalı. Daima ince ve uzun yazarım; yazdığım yer alıştığım yer olmalı. Masam, hokkam, kalemim falan…


26

Eserinize başlamadan evvel, yazı seyahatine bende sanat ve sanatkarlık öldü’’ diye şüphe ve çıkar gibi, birbirini tamamlayan hazırlıklarınız endişe ediyorum. var hanımefendi. Bu hazırlıklar tamam olduktan Ancak başladıktan sonra da o hararet, o humma sonra, kaç günde kaç sayfa yazabilirsiniz?

Yazdığım zaman bir haftada elli altmış cümle beni tekrar sürükleyip götürüyor. bile söylemem. Yazdığım şeyi o kadar severim ki, Hemen sabahleyin kalkınca yazmaya başlarım ve başından sonuna kadar bende ve ruhumda o eser bilhassa gece vakti, el ayak çekilince, çok yazarım ve ihtiraslı bir humma olur. heyecanlı yazarım.

Fakat sanat, bu sıkı bağlılığınızın mükafatını size, bilhassa biz okuyuculara verir. Çünkü esrelerinizin en kuvvetli ve en şahsi kısımları da vakalarla yarattığınız tiplerdeki ruhun birbiriyle gayet sıkı şekilde birlik göstermesidir. Bu ise edebiyatımız için tamamıyla yeni bir şeydir. Çok zaman ayrıntılar uğruna esas ruhla olan bağlantıyı kaybeden romancılarımız, hikayelerimiz de az değildir. Her eseri bitirdikten sonra artık yeni bir şey yazamayacağım hissine kapılıyorum. Bütün yaratıcılık kudretimi, kelimelerimi, sanatımı yazdığım kitaba harcadım ve tükettim sanıyorum. İçimde dolu olan o eseri dışarı vermek için adeta kendimi boşaltıyorum. Ve ikinci bir şeye başlayacağım zaman bir heyecana kapılıyorum. ‘’Mevzu var, fakat artık ben bir şey yapamayacağım;

Sanatın bu asil heyecanının küçük yaşınızdan beri duyar mısınız hanımefendi? Zannederim on iki yaşımdan beri. İlk parçalarım hiç basılmadı. Herkes gibi evvela günlük hatıralarımı karaladım. Bazı mevzuları alıp, genişletmeye çalışırdım. Hocam Rıza Tevfik Bey beğenirdi. Mesela ‘’Harap Mabetler’’deki ‘’Eller’’ i o vakit yazdım.

Evvela yazmakta bir gayeniz oldu mu?

Hiçbir gayem olmadı. Yazmayı, yazmak için sevdim. Bir insanın sesi olup da söylerse, ben de bir kuş öter gibi yazdım. Yazmak hayatımın en büyük hazzıdır. Ve katiyen şöhret düşünmezdim. Çocukluğumdan beri hikayeler tasarlar, o vakit hikayelerimi bir aktris gibi kendim oynardım.


Mika Dergi

27

Fransızlarla İngilizlerden kimileri okudunuz ve derece büyük şeyler yapan adam. hangilerini tercih buyurdunuz hanımefendi? Tevfik Fikret son derece üstün ve seçkin bir adam. Evvela Byron’u tapınır gibi sevdim. Sima olarak Cenab, güzel ve sağlam yazan bir nesirci. bende en çok tesir yapan Shakespeare ve İngilizce En gençlerden Ahmet Haşim, Emin Bülent, Halit İncil’dir. Fahri’yi beğenirim. Bu üçü bilhassa şiirde çok büyük yenilikler yapabilecek diye tasavvur ettiğim gençler. Shakespeare’le İncil, bana daima arkadaş Ama Yahya Kemal, bu saydığım gençlerin oldular. Bunları bir tiryaki alışkanlığıyla sever, hepsinden enteresandır. En büyük Türkçe şiir yazacak beraber bulundurur ve okurum. diye beklediğim ve yazmasını özlediğim adamdır. Hareket olarak da en fazla Pre refalitleri severim. Benim sanat duygularıma en fazla yaklaşan bunlardır. Hikayecilerden en fazla Dickens’i beğenirim. İnsanlığı için çok beğenirim. Fransızlardan aynı derecede Zola’yı pek üstün, pek değerli bulurum. Fakat sanatkar olarak değil, insan ve gerçeklerin adamı olarak.

Edebiyatımızın geleceği düşünüyorsunuz?

hakkında

ne

Bugünkü hale bakarak pek ümitli görünemiyorum. Bugünkü gençlerin sanat hesabına ateşi ve coşkunluğu, bana öyle geliyor ki eksiktir. Bir hareket arkasından giden bir gençlik görüyorum, bu iyi. Fakat sanata doğru giden pek az. Belki Yahya Kemal gidecek, yüzü o tarafa dönüktür.

Zola kadar büyük bir insan göremem. Kime benzemek isterdin deseler, Zola’ya derdim. Bir de beni ümitsizliğe düşüren şey, gençlerde Bütün büyüklüğüne rağmen Balzac’a tahammül lüzumundan fazla gurur görüyorum. O gurur sanatla edemem. George Sand’ı zaman zaman severim. aralarında maddi bir duvar gibi kalıyor ve onlara Tamamıyla çok sevdiğim Daudet ile Maupassan’dır. gerçekleri hakkıyle göstermiyor, örtüyor.

Bizde, sizden evvelkilerden, sizi en çok Sanat bence bir ilahedir. Ona çıplak ruhla gitmeli, duygulandıran ve tesirleri altında bulunduran derim. İşte öyle ruha sahip genç göremiyorum. şair ve edibler hangileridir? Evet. Yazarlar İzmir İçin Okuyor, etkinliğimiz var. Moderatörlüğünü de özellikle ben yapıyorum. Bugüne kadar İnci Aral, Ahmet Ümit ve Yekta Kopan’ı ağırladık. Ekim ayında yeniden başlıyoruz. Bir de 3 yıldır İstanbul’da yapılan Tanpınar Edebiyat festivalinin İzmir’e gelmesi için Kalem Kültür ile iş birliği yaptık. O da Ekim ayının ilk haftası...Başka bir projem daha var. Üzerinde çalışıyorum. Olursa, o da bir ilk olacak ve çok sevilecek.

Yeni şairlerimizle yeni nesircilerimiz sizin üzerinizde ne gibi tesirler bırakmaktadırlar?

Benim sanat istikbali için istediğim kalıplaşmış bir şekil yok; fakat istediğim bir ruh var. O ruh da belirli değil; mesela Rus, Fransız olsun diyemem. Herhalde çok hür, çok ateşli, çok yeni olsun. Ve bunu tam bir kanaatle söylüyorum ki, ne zaman sanatkarlar şekil kaygısından kurtulurlarsa, ne zaman kalıplaşmış bir şekle doğru gitmek çemberinden kurtulurlarsa, o zaman içlerinde belirli bir şey doğabilir, yaşayabilir…

Akşam karanlığı odaya siniyordu. Şu son heyecanlı Yenilerden Mehmet Emin mesela. Bilhassa cümleler bir mabette geleceği haber veren bir kahin mevzu, dil ve zihniyet bakımından en yeni ve son kadının ahenkleri kadar uzak ve hayali idi.


28

Mika Dergi

Bir Genç Kızın Cinayeti

Sahne mahkemedir, cinayete baktıkları bir yer. Burası küçük olduğu için, anlaşılan davanın uyandırdığı büyük alaka koridorları dahi doldurmuştur. Mahkemenin oda sahnesinde en çok dikkati çeken tabii mahkeme ve müdafaa idi. Mahküm, bir genç kızdı. Bugünlerde yüzlercesine sokakta tesadüf ettiğimiz kesik saçlı genç kızlardan. Müdafii sahnede uzun boylu genç ve yakışıklı bir adamdı. ‘’Hakim Bey, tabii karımı öldüren katil kızı müdafaa etmem sizi hayrete düşürmüştür. Bunun sebebini kısaca izah edeceğim. Cezasının idam olmamasının istiyorum. Bakın vaka nasıl geçmiştir. Ben bundan altı sene evvel bu katil kıza aşıktım’’.

Müdafiinin

yüzü

değişti.

‘’Kendisi amcazademin karısının yeğenidir. Kendisine orada tesadüf ettiğim ilk gün aşık olmuştum. Ama nasıl aşk, dünyada her şeyi unutturan cinsten’’. Genç adamın gözleri uzaklara daldı. ‘’O kadar aşık idim ki eğer benimle evlenmez de başka birisiyle evlenirse, onu da evleneceği adamı da öldüreceğimi söylemiştim. O mahküm, Şaziye bana hiç yüz vermedi. Beni görür görmez ‘dönüp dönüp bakıyor, ahu gibi kaçıyor’ mısraını hatırlatırdı. Bu kız benimle evlenmezse benim hiçbir zaman evlenmeyeceğime kaniydi. İki sene bu aşk en ateşli şiddetiyle devamından sonra, belki bir arkadaşın

ikazıyle Şaziye’nin benden bu suretle kaçmasını bir nevi gösteri addetmeğe başladım. Ben akrabamın evinin kapısından içeri gerer girmez, o söylediğim şekilde merdivenlerden sıçraya sıçraya, arada bir dönüp baka baka ortadan kayboluyordu. Nihayet bu aşkı gülünç bulmaya başladım. Belki buna Şaziye’nin mektep arkadaşı Suphiye’’, burada müdafiin gözünden yaşlar boşanmaya başladı, ‘’sebep oldu. Sükun veren, dostluk toplayan bir hali vardı. Ona aşık olmadım, fakat sevdim ve çok sevdim. Yine yaşlar

gözlerinden boşandı.


29

‘’Şaziye’ye artık kardeş gözüyle baktığımı, kendisi istese dahi evlenmeyeceğimi söylüyordum. Bunun onda bir şok yapacağı aklıma bile gelmedi, fakat yaptı. Suphiye ile çok iyi geçindik. Aramızdaki muhabbet, dostluk, anlaşma tarihte insanlara çok az nasip olmuştur. Boğaziçi’nde küçük bir ev edindik. Suphiye bir terzi atelyesinde çalışıyor, ben de memurdum. Her sabah el ele evimizden çıkar gider, ben akşam döndüğüm zaman Suphiye’yi evde, yemekleri hazırlamış evi düzeltmiş beni bekler bulurdum. Bu evlenmemizin hemen hemen ikinci ayında garip bir hadise oldu. Şaziye güya arkadaşını görmeye geliyor gibi mütemadiyen bize gelir ve biz küçük yalımızın önünde bir masada çay içerken bize mutlak iltihak ederdi. Bu bana ne kadar garip geliyorsa Suphiye’ye de o kadar garip görünüyordu. Şaziye’nin hiçbir zaman kendisine bu kadar bağlı olduğunu görmemişti.

Bu hihayet iki kadın arasında garip bir vaziyet doğurdu. Şaziye beni elde etmek ister gibi görünüyordu ve Suphiye’de de küçük kıskançlık hasıl olmuştu. Bundan dolayıdır ki, iki kadın da beraber oldukları vakit bana çok sokulurlardı. Bazen bir vaziyetten Suphiye bahsederken, ‘’Şaziye’nin senden kaçması sırf kendisinin aşıkı olduğunu etrafa hissettirmek içindi’’ derdi. İş bununla da kalmadı. İki kadın beraberken bana lüzumundan fazla muhabbet gösteriyorlardı. İşte bu devirde Suphiye hayatta ilk defa arkadaşının yanında boynuma sarılıp, beni öpmeye başlamıştı’’. Burada müdafiinin gözleri uzaklara daldı, büyük bir ıstırap içinde gözlerinden tekrar yaşlar akmaya başladı. ‘’Süphiye bana bugünlerde iş böyle devam ederse Şaziye beni öldürecek derdi ve ben de gülerdim. Nihayet bir gün, deniz kenarında çay içerken Şaziye hınçla arkadaşına bakarak, ’Sen ne kadar sulu imişsin, böyle devam ederse seni kulağından

tutup, denize atacağım’ dedi. Suphiye sırf inat için olacak, sofrada boynuma sarıldı, bir an sonra bir feryatla kollarımın arasında düştü. Şaziye onu arkasından, kalbinin üstünden yemiş bıçağıyla vurmuştu’’. Burada müdafii bir çocuk gibi ağlamaya başladı ve dedi ki: ‘’Ben Suphiyesiz yaşayamam, bir gün intihar edeceğim, fakat bu Şaziye nam menfur mahlukun da sırf bir gençlik ihtirasına kapılmış olduğunu kabul ediyorum. Bundan dolayı onu müdafaa ediyorum. Gereken cezayı veriniz, fakat idama gitmeyiniz’’. Müdafii mahkemeden baygın bir halde çıkardılar. Şaziye, belki gençliğinden dolayı on beş seneye mahküm oldu. Gerek cinayet mahkemesi yapılan küçük odada, gerek koridorda halk heyecan içindeydi. (8.12.1961 tarihli bir öykü)

Halide

Edip

Adıvar


30

Mika Dergi

‘’İnsanlar ülkelerinin geleceğine dair taşıdıkları kişisel sorumluluğun bilincine varmazsa, ülkelerin kalkınması ve refaha kavuşması da mümkün olmayacaktır.Her bir insan ve gerçek vatandaş, ‘’yaşam mimarı’’ olmalı...’’


Mika Dergi

Yaşam Mimarı Olun

Destansı bir hayat hikayesine sahip Grigoriy Petrov, ‘’Beyaz Zambaklar Ülkesinde’’ adlı kitabını 1923 yılında kaleme almış. İlk defa Saray Bosna’da basılmış ve kısa süre içinde birçok dile çevrilmiş. Kitap Finlandiya’yı konu etmektedir. Bataklık ve kayalıklar arasında yer alan, doğal kaynak fakiri bu küçük ülkenin ayağa kalkarak, yoksulluktan kurtulması; siyasi, ekonomik ve kültürel açıdan gelişmiş bir refah toplumuna dönüşmenin hikayesi… Bu başarı ‘’hayatın mimarları’’, başka bir değişle ülkenin çalışma şevki ve heyecanla dolup taşan, bencillikten uzak insanları, yorulmak bilmeden halkın eğitimine katkıda bulunan toplum önderleri sayesinde elde edilmiştir. Bir avuç aydının önderliğinde; askerlerden din adamlarına, profesörlerden öğretmenlere, doktorlardan işadamlarına kadar, her meslekten insanın omuz omuza bir dayanışma sergileyerek, ülkelerini geri kalmışlıktan kurtarmak için nasıl büyük bir mücadele verdiklerini anlatarak, tüm insanlığa örnek olması gerektiğini vurgulamaktadır.

‘’Her halkın içinden hem büyük şahsiyetler, hem de aşağılık insanlar çıkabilmektedir. Bunlardan hangisi iktidara geleceğini belirleyen temel etken halk kitlelerine hakim olan ruh halidir…’’ Halkın zekası derin bir uykuda olduğuna karar veren aydınlar, o zekayı, vicdanı ve irade enerjisini uyandırmaya ve harekete geçirmeye kendilerine vazife edinirler. Adeta seferberlik ilan ederek, kültür ve eğitim düzeyini arttırmak için

canla başla çalışırlar. ‘’Bilgi ile beslenen emeğin on, yüz ve belki de bin kat daha etkili olduğunu halka anlatmaya çalışırlar. Halkı okumaya teşvik ederek, kitap ve gazete okuma alışkanlığını geliştiren yöntemler bularak, kültürel anlamda da bütün insanların yaratıcılığını ortaya çıkarıp, gelişmesini sağlarlar. ‘’Okul bizim temel zenginliğimizdir. Tabiat nimetlerini dağıtırken bize cimri davranmış. Bu eksikliği enerjimizle telafi etmek, vatandaşlarımızdan ülkemizin kalkınmasına azami ölçüde katkıda bulunmalarını istemek durumundayız. Okullarımızda gençlerimizi güçlü ve dayanıklı olmaları için yetiştirmeliyiz’’ diye düşünmeye başlar Finlandiyalılar. Eğitimin ve kültürün parlak ışığı içlerindeki cehalet ışığını söndürdüğünü gördükçe, fakirliklerinden utanmadan ve başkalarının söylediklerine aldırmadan kendi inandıkları gibi yaşamaya devam ederler. Ormandaki taze ve canlı otlar gibi, ülkedeki herkes üzerine çöken eski ve çürümüş yaprak yığınının arasından sıyrılmak için çaba göstermektedir. Hayatın dolu dolu yaşandığına dair de şu örneği gösterebiliriz: Köylerin birinde fakir, ama alışılmış biçimde çok temiz iki kulübe var. Kulübelerin biri ayakları olmayan, yalnız ve yaşlı bir adama, diğeri ise on yaşındaki kız torunuyla birlikte yaşayan kör ve yaşlı kadına aittir. Bu iki yaşlı ve fakir insan ortaklaşa bir gazeteye abone olmuşlar. Her gün postaneye koşarak, gazeteyi alan küçük kız daha sonra da kör ninesinin elinden tutarak,

ayakları olmayan yaşlı adamın evine götürmekte ve burada kendilerine gazeteyi baştan sona okumaktadır… Harap olmuş ülkelerini imar ederek, yurtlarının gelişmesi ve yükselmesi için hiçbir sınıf farkı gözetmeden, hep birlikte ve aynı amaç için çalışarak bataklıkları kurutarak, gül bahçelerine çevirirler. Kitabın amacı: Fin halkının milli uyanışını ve binlerce Finlinin ülkelerinin kalkınması için verdiği samimi ve fedakarca mücadelesini anlatan Grigoriy Petrov, dünyadaki bütün insanlara şu mesajı verir:

‘’Vücudunuz, aklınız ve ruhunuzun sahip olduğu bütün gücü vatanınıza ve halkınıza adamalısınız. Her bir insan ve gerçek vatandaş ‘’yaşam mimarı’’ olmalı…’’ Türk okuru bu kitapla nasıl ve neden buluşturulur? Türkçeye Bulgarcadan çevrilen bu kitap 1928 yılında kitapçılarda yerini alır. Grigoriy Petrov’un kitabı Atatürk’ün eline nasıl geçtiği bilinmemektedir. Fakat okuduktan sonra, o kadar etkilenir ki, kitabın ülkedeki bütün eğitim kurumlarının, özellikle de askeri okulların ders programına dahil edilmesini emreder. Türk subayları ülkelerinde ‘’hayatın yenilenmesi’’ çalışmalarında rehber olarak kabul edilen ‘’Beyaz Zambaklar Ülkesinde’’ kitabını uzun yıllar boyunca zorunlu kaynak eser olarak okurlar :)

31


32

Kadın Hikayeleri

Kıskançlık Dediğin Aslında

öyle okumuş bir kadın değildi. İlkokulu ancak bitirebilmişti. Tembelliğinden değil tabii, ama ailesinin ekonomik durumu o yıllarda çok kötüydü. Üstüne üstlük beş kardeşi daha vardı ve geçim sıkıntısı çekiyorlardı. Daha çocuk yaşta çalışmaya başladı ve hayatı böyle süregeldi bugüne kadar. Ev işlerini bitirip, bahçeye koşardı. Sonra hayvanlara ve tabii ki tarlaya. Küçük bir köyde yaşıyorlardı ve geçimlerini yılın her mevsimini, Allah’ın her gününü toprakla uğraşarak sağlıyorlardı...

Gerçi o toprağı çok seviyordu. Ağaçlara, sebzelere, meyvelere hayat veren toprak, ona da yaşama gücü veriyordu. Çocukluğunda yoksulluktan, daha sonra ise sevdiğinden yalın ayak yürümeyi tercih ediyordu. Toprağın gücünden güç alarak hayatın acı gerçeklerini göğüslemeyi, savaşmayı ve dimdik ayakta durmayı öğrenmişti. Öyle çok şeyler yaşamıştı ki bu 50 yıllık ömründe, başkası onun yerinde olsaydı çoktan pes etmişti. Ama o hiç pes etmedi. Hayata hep gülerek baktı. Onunla alay etti ve her gün, her gün meydan okudu.

Öyle okumuş bir kadın değildi, ama çok akıllıydı. Geniş bir hayal gücü vardı ve yaptığı en basit bir işte bile yaratıcılık ve güzellik katardı. Konuşkan, neşeli, fıkır fıkır bir kadındı. Binlerce şiir ve türkü biliyordu. Sesi de güzeldi. Çiçekler, sebzeler, meyveler ve hayvanlar onun en sadık seyircileriydi. Gençliğinde herkes onun güzelliğine, sesine ve neşesine hayrandı. Köydeki bütün delikanlılar ise ona aşıktı. Yirmisinde evlendi. Kocasını kendisi beğenip, seçti. İnce, zayıf, kara kuru bir adamdı.


Mika Dergi

Yakışıklı sayılmazdı, ama nedense onu görür görmez kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Hiç düşünmeden karşısına dikilip: “Benimle evlenir misin?..” demişti. İki ay sonra da evlenmişlerdi.

kızını ve torunlarını sokakta bırakamadı ve kabullendi. Çıkan dedikodulara ve babasının söylenmelerine aldırmadı. Kendini çocuklarına adadı.

Çocuklarını ve kocasını sevdiği için yıllarca o dayaklara katlandı..Taa ki bir gün kocası onu dövdükten sonra, hızını alamayıp çocuklara saldırana kadar...

On yıl sonra ikinci evliliğini yaptı. Daha doğrusu hiç evlenmeye niyeti yokken, evlenmek zorunda kaldı. Babasının ve akrabalarının baskısına dayanamadı ve hiç tanımadığı halde, iki çocuklu dul bir adamla evlendi. Yükü daha da arttı, hayatı daha da zorlaştı. Selim, şehir’e yakın bir köyde oturuyordu. Karısı kanserden ölmüştü. Çalışkan, neşeli ve duygusal bir adamdı... Önce birbirlerine alıştılar, sonra da sevdiler. Zamanla sevgileri tutkuya dönüştü ve birbirlerini görmeden nefes alamaz oldular... Gece gündüz birlikteydilertarlada, bahçede ve evde. Şakalaşarak, türkü söyleyerek ve çocuklarıyla ilgilenerek mutluluklarına mutluluk kattılar. Selim onun çocuklarına babalık yaptı. O da Selim’in çocuklarını kendi çocukları gibi benimsedi ve öyle davrandı.

İşte o gün onu terk etti. Pılını pırtını toplayıp, çocuklarını aldı ve babasının evine döndü. İlk başta babası onu kabul etmek istemedi, çünkü yirmi- otuz yıl önce boşanma diye bir şey yoktu, ama

Yıllar birbirini kovaladı ve çocuklar büyüydü. Dördü de teker teker evlenip, kendi yuvalarını kurdular. O kocaman evde ikisi yapayalnız kalınca ne yapacaklarını şaşırdılar ve birden

Birbirlerini çok sevmişlerdi ve çok da mutluydular ilk başta. Dünya tatlısı iki çocukları oldu: biri kız, biri erkek. Evine, kocasına ve çocuklarına çok iyi bakıyordu. Doğumlar onu olgunlaştırdı ve daha da güzelleştirdi... Kocasının köyünde de herkesin kalbini kazanmıştı, ama kıskançlıklar da başlamıştı. Bu kıskançlıklar saçma sapan dedikodular üretti ve onun evliliğinde sorunlar başladı. Bir süre sonra eşi alkol kullanmaya başladı ve evlerinde kahkahaların, türkülerin yerini kavgalar aldı. Alkol miktarı artınca da dayaklar başladı.

kendilerini çok yalnız hissettiler. Elli yaşındaydılar, ama sanki çocuklar gidince hayat onlar için bitiverdi... Düşünüp taşındılar, oturup konuştular ve bundan sonra daha az çalışıp, daha çok eğlenmeye ve dinlenmeye karar verdiler. Tatile gittiler, yeni yeni arkadaşlar edindiler... Selim satranç ve tavlaya merak sardı. Köylerinde düzenlenen turnuvalara bile katıldı. Akşamları geç kalmaya başladı, ama ilişkileri eskisi gibi devam ediyordu. O da çocuklara ve doğacak olan torunlara bir yığın örgü ve dantel ördükten sonra evde tek başına oturmaktan sıkıldı. Köydeki kadınları örgütleyip bir türkü grubu kurdu. Aylarca çalışıp hazırlandılar ve çevre köylerde konserler vermeye başladılar. Bu konserlerden dolayı bazen evden 2-3 gün uzak kalıyordu. Selim’in buna aldırmaması ve hiç sesini çıkarmaması ilk başta onu mutlu etti. Demek ki ona güveniyordu... Ama zamanla Selim’in davranışlarında bir gariplik hissetmeye başladı. Eskisi kadar onunla ilgilenmiyordu. Birlikte çok az zaman geçirmeye başladılar. Sevişmeleri ise iyice azaldı ve Selim için sanki sıkıcı bir göreve dönüştü. Konuşmaları da günden güne zorlaşıyordu...

33


34

Aslında öyle şüpheci ve kıskanç bir kadın değildi. Geçici bir dönem olduğunu düşündü ve üzerinde durmadı. Selimi de sıkıştırmadı.

Belli ki çok neşeliydiler... veya sarhoştular... Katıla katıla gülüyorlardı. Sonra müzik sesi duyuldu ve yatak odasının kapısı açıldı.

Ama bir gün konserden döndüğünde kendini, kendi evine yabancı hissetti...

Duyduklarına inanamıyordu. Selim, yanındaki kadına aşkını ilan ediyordu... Onunla sevişmekten ne kadar zevk aldığını ve ayrı kaldıkları birkaç saat içinde bedenini ne kadar çok özlediğini... Yere düşen elbiselerden soyunduklarını anladı, çıkan sesler ise yatağa uzanıp, ateşli bir şekilde seviştiklerini gösteriyordu...

Ev çok dağınıktı. Salondaki koltuğun üzerinde bugüne kadar kendisinin hiç kullanmadığı tarzda iç çamaşırları bırakılmıştı. Evin her köşesine ona ait olmayan bir parfüm kokusu yerleşmişti... Selim onun bugün eve döneceğini bilmiyordu. Bir haftalık turneye çıkmışlardı, ama aksilikler yaşanınca erken dönmüşlerdi. Kendini bir garip hissetti. Yüreği sıkıştı. Bir an ne yapacağını şaşırdı... Aslında öyle korkak bir kadın değildi. Aklına bir şey koydu mu, bedeli ne olursa olsun yapardı. Oturup düşünmektense, kendi kendini kemirmektense bir an önce gerçeği öğrenmeliydi... Rahat bir şeyler giydi. Bavulunu, elbiselerini sakladı. Yatak odasına gitti ve yatağın altına girdi... Bir saat sonra Selim eve geldi. Yalnız da değildi. Kulaklarını kabartıp, konuşmalarını dinlemeye başladı.

Ne hissettiğini bilmiyordu?!. Kendi yatağın altına saklanmış, kendi kocasını başka bir kadınla sevişirken yakalamıştı... Çıkan seslerden ve söylenen sözlerden midesi bulandı. Usulca yatağın altından çıktı. Kendilerini öyle kaptırmışlardı ki sevişmeye, varlığını bile hissetmediler. Bir-iki dakika daha durup onları seyretti. Selimin onunla bu şekilde sevişip sevişmediğini hatırlamaya çalıştı... Ne gerektiğini

yapması bilmiyordu?!.

Orada olduğunu anlamaları için bağırıp çağırmalı mıydı?!.

Aslında cesur bir kadındı. Gözü karardığında her şeyi yapabilecek bir yapıya sahipti. Kıskanç bir kadın değildi sözde, ama şu an boğazına düğümlenen öfkesi onu çılgına çevirmişti... Neden, niçin ve nasıl diye sormadan kocasını cezalandırmak istiyordu... Gürültü çıkarmadan evden dışarı çıktı. Kapıyı dışarıdan kilitledi. Soğukkanlı bir şekilde evin her tarafına benzin döktü ve ateşe verdi. Etrafa yayılan kokudan, hayvanların çıkardığı seslerden, kocasının çaresizce pencereleri kırmaya çalışmasından, yardım istemesinden hiç etkilenmedi... Selim’in o evden sağ kurtulamayacağını biliyordu. Demir parmaklıklar bunu engelleyecekti. Kendini boşalmış, rahatlamış ve hafiflemiş hissetti... Aslında pek öyle şanslı bir kadın sayılmazdı. Yıllardır mutlu olmak ve mutlu etmek için elinden geleni yapmıştı. Ama kendini mutlu

şu

an ilk defa tam anlamıyla hissediyordu...

Meliha Doğu

melihadogu@mikadergi.com


35

mika dergi

#mikadergi edebiyatâ€˜Äą takip et


36

Mika Dergi

William Shakespeare SEVGİLİM

Ey sevgilim, nerelerde dolaşıyorsun böyle? Geliyor seni candan seven aşığın dur onu dinle. Elemi de, neşeyi de beste yapmış diline. Uzaklaşma şirin yarim. Yolculuklar, aşıkların buluşmasıyla nihayetlenir. Her tanrı kulu bunu bilir. Aşk nedir? Ahret demek değildir her halde. Çınlamalıdır neşesi bu anın gene bu anın kahkahalarıyla Çünkü ne olacağı yarının meçhulümüzdür hala, Boş yere vakit geçirmekten artık yoktur bir salah: Öyle ise gel öp beni, genç ve tatlı sevgilim, Ömrü pek azdır gençliğin.

115

Sana önceden yazdığım dizeler yalan söylüyordu; Seni bundan daha çok sevemem diyenler hani; Ama o zamanlar aklım bir türlü almıyordu, İçimdeki alevin daha da parlak yanabileceğini. Oysa zaman, kralların fermanını bile değiştirir,

Yeminler arasına girer, milyonlarca oyunuyla, Kutsal güzelliği karartır, sivri niyetleri köreltir; Nice dik başları değişimin çarkına uydurur sonunda; Heyhat! Ben de zaman denen zorbanın korkusuyla, ‘En çok şimdi seviyorum seni,’ diyemez miyim; Aşkımdan kuşku duymadığım, en emin olduğumda, Geleceği unutup, o güne taç giydiremez miyim. Aşk bir bebek olduğuna göre, hayır, bunu diyemem, Büyümesini sürdüren şeyi, büyümüş gibi göremem.

KORKUYORUM

Yağmuru seviyorum diyorsun, yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun... Güneşi seviyorum diyorsun, güneş açınca gölgeye kaçıyorsun... Rüzgarı seviyorum diyorsun, rüzgar çıkınca pencereni kapatıyorsun... İşte,bunun için korkuyorum; Beni de sevdiğini söylüyorsun...


Mika Dergi

HAMLET ‘DEN

Sevgisinin kepaze edilmesine, Kanunların bu kadar çabuk yürümesine, Kötülere kul olmasına iyi insanın Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken? Kim ister bütün bunlara katlanmak Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek, Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa, O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya Ürkütmese yüreğini? Bilmediğimiz belâlara atılmaktansa Çektiklerine razı etmese insanı? Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor Yürekten gelenin doğal rengini. Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar Yollarını değiştirip bu yüzden, Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar. Ama sus, bak güzel Ophelia geliyor. Peri kızı dualarında unutma beni, Ve bütün günahlarımı.

29. SONE

bakışlarda küçümeyiş okuyorum yalnızım, bedbahtım, tesellisizim. gökler sağır, sesim boğuk ve lanet okuyorum talihime kıskançlıktan kuduruyorum kiminin ikbalini aczimden utanıyorum. hazlarım iğrendiriyor beni. o zaman sen geliyorsun aklıma, ve birden bire kanatlanıyorum, bir tarla kuşu gibi, mest içim aydınlıkla doluyor, yükseliyorum yükseliyorum neşideler söylüyorum hayata, göklerin eşiğinden bana ne toprağın çirkinliğinden insanların zilletinden bana ne? hatıran öyle sonsuz bir hazine ve sevgin öyle büyük mutluluk ki dostum! en mağrur hakanların tacını

hor görüyorum

BAZEN

Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan, Güneş kucağındadır, bilemezsin. Bir çocuk gözlerine bakar, arkan dönüktür, Ciğerinde kuruludur orkestra, duymazsın. Koca bir sevdadır yaşamakta olduğun, anlamazsın. Uçar gider, koşsan da tutamazsın...

KADIN YÜZÜ

Yaradan, kadın yüzü çizmiş sana eliyle, İstek dolu sevgimin efendisi dilberi; İnce kadın yüreğin öğrenmemiştir hile, Bilmez kadınlardaki kancık döneklikleri; Gözlerin daha parlak, kahpelikten yoksundur, Neye bakarsa baksın altın yaldız kaplatır; Erkeklerin en hoşu, en hoş şeyler onundur, Erkekleri büyüler, kadınları çıldırtır. Seni yaratmış olsa kadın olarak önce Yaradan bile çılgın bir sevgi duyacaktı, Ama bir hiç uğruna bir fazlalık verince Varlığına doymaktan beni yoksun bıraktı. Değil mi ki kadınlar için yaratmış seni, Sen sevgimi al, onlar sömürsün hazineni

KORKUYOR

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için. Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermedigi için. Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için.

37


38

BENİM GÜNAHIM AŞKTIR

Benim günahım aşktır, senin erdemin nefret: Sevgi günahtır diye günahımdan nefret bu. Gel, kendi durumunu benimkine kıyas et, Görürsün siteminin ne haksız olduğunu. Haklıysa da, o sözler kızıl süsünü bozan Ve benimkiler kadar bol sahte aşk senedi Düzüp başkalarının yataklarını talan Eden dudaklarından işitilmemeliydi. Seni sevmem yasaldır; bak, seviyorsun sen de: Gözüm sırf sana düşkün, senin gözün onlara; Merhamet yüreğinde kök salıp boy versin de Acımanla hak kazan sana acınanlara. Aramağa kalkarsan kendi gizlediğini Senin kendi örneğin yoksun bırakır seni.

UNUT GİTSİN

Yas mas tutma sevgilim, öldüğüm zaman. Toprakta böceklere güldüğüm zaman Duyurunca, paslı sesiyle, ölüp gittiğimi, bir çan... Yas mas tutma sevgilim, öldüğüm zaman Çürüyen gövdem gibi, yitip gitsim aşkın da... Ne bir mektup kalsın bizden, ne bir söz, ne bir eşya... Unut gitsin adımı, arkamdan da ağlama Göz yaşınla da eğlenir, onu da alıp-satar bu dünya...

SONE 23

Korkudan sahnede eli ayağına dolaşıp, Rolünü şaşıran kötü bir oyuncu misali; 1564......... Ya da azdıkça içine sığmayan öfkesi taşıp Kendi yüreğini zayıf düşüren çılgın biri gibi, GEZİNEN BİR GÖLGEDİR HAYAT Unutuyorum, kendime güvenim olmadığından Gezinen bir gölgedir hayat, gariban bir aktör mutlaka, sahnede bir ileri bir geri saatini doldurur Tam olarak söylemeyi aşk oyununun sözlerini; ve sonra duyulmaz olur sesi, bir masaldır Ve aşkımın yükü öylesine ağır geliyor ki bana, gürültücü bir salağın anlattığı Kendi aşkımın gücü karşısında eziliyorum sanki. ki yoktur hiçbir anlamı. O halde, nedemek istediğimi bakışlarım anlatsın, Konuşan gönlümün sessiz sözcüsü olsun onlar; Aşkımı onlar açığa vursun, derdime çare arasın; VAR OLMAK MI, YOKSA OLMAMAK MI? Öyle ki, hiç kalsın yanında, durmadan konuşanlar. Var olmak mı, yoksa olmama mı, bütün sorun Ah, sessiz aşk neler yazmış, öğren artık okumayı, bu! Aşkın sırrına ermişler bilir gözleriyle duymayı... Düşüncemizin katlanması mı güzel, Zalim kaderin yumruklarına, oklarına, Yoksa diretip belâ denizlerine karşı SONE 24 Dur, yeter! demesi mi? Gözlerim ressam rolünü aldı ve kabartma Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla çizgilerle, yalnız Güzelliğinin biçimini gönlümün levhasına çıkardı; Bitebilir bütün acıları yüreğin, Bedenime gelince, o da bu resmin çerçevesi oldu Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun. işte; Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü! Malum, resmin konumundan bilinir usta ressamın Çünkü, o ölüm uykularında, sanatı. Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından, Seni olduğu gibi yansıtan resim nerde diyorsan, Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu. Ressamın içine bakıp hünerini orda görmelisin; Bu düşüncedir felâketleri yaşanır yapan. Camlarının parlaklığını senin gözlerinden alan, Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına? Göğsümdeki sergide asılı resme ulaşmalısın. Zorbanın kahrına, gururun çiğnenmesine.. İşte bak, gözler gözler için neler yapıyor!


Mika Dergi

Gözlerim senin şeklini çizdi, seninkilerse, Gönlüme açılan birer pencere; güneş de bayılıyor Onlardan içeri bakmaya, sen varsın diye içerde. Ama gözlerin sanatında yine de bir eksiklik var: Gördüklerini çiziyorlar yalnız, yüreği tanımıyorlar.

İNSANIN YEDİ ÇAĞI

Bütün dünya bir sahnedir... Ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu... Girerler ve çıkarlar. Bir kişi bir çok rolü birden oynar, Bu oyun insanın yedi çağıdır... İlk rol bebeklik çağıdır, Dadısının kollarında agucuk yaparken... sonra mızıkçı bir okul çocuğu... Çantası elinde, yüzünde sabahın parlaklığı Ayağını sürerek okula gider... Daha sonra aşık delikanlı gelir, İç çekişleri ve sevgilinin kaşlarına yazılmış şirleriyle... Sonra asker olur, garip yeminler eder. Leopara benzeyen sakalıyla onurlu ve kıskanç, Savaşta atak ve korkusuz, Topun ağzında bile şöhretin hayallerini kurar... Sonra hakimliğe başlar, Şişman göbeği lezzetli etlerle dolu, Gözleri ciddi, sakalı ciddi kesmli... Bilge atasözleri ve modern örneklerle konuşur Ve böylece rolünü oynar... Altıncı çağında ise palyaço giysileriyle, Gözünde gözlüğü, yanında çantası, Gençliğinden kalma pantalonu zayıflamış vücuduna bol gelir. Ve kalın erkek sesi, çocukluğundaki gibi incelir. Son çağda bu olaylı tarih sona erer. İkinci çocukla her şey biter. Dişsiz, gözsüz, tatsız, hiç bir şeysiz..

66. SONE

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni, Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez. Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini, Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz, Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,

O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış, Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru, Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş, Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın, Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene, Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın, Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’ e Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama, Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

30. SONE

Bazan geçmiş günlerden kalanları anarım Bir araya gelince hoş sessiz düşünceler; Aradığım şeylerin yokluğuna yanarım Gönlümü yitenlerle çektiğim yaslar deler: Yaş bilmeyen gözlerim boğulur da yaşlara Ölüm gecesindeki sevgili dostlar için Depreşir yüreğimde nice kapanmış yara Yitip gitmiş yüzlere inlerim için için. Geçmiş yaslar yeniden beni yürekten vurur Acıları saydıkça bir bir içim kan ağlar; Gönlüm eski dertleri anıp çile doldurur. Borcum bitmemiş gibi yine keder borcum var. Ama sevgili dostum seni andım mı yeter: Bütün yitenler döner bütün acılar biter.

İNANDIRAMAZ AYNAM YAŞLANDIĞIMA BENİ

İnandıramaz aynam yaşlandığıma beni. Değil mi ki doğduğunuz aynı gün gençlikle sen; Ama örtünce vaktin kırışıkları seni Medet umarım ömrüm bitsin diye ecelden. Varlığına o eşsiz güzelliği giysen de Gönlümün urbasından başka şey giyemezsin. Yüreğim sende çarpar, yüreğin çarpar bende: Demek ki bana göre yaşlısın diyemezsin. Onun için, sevgilim, kendine bakman gerek, Nasıl ki ben bir hiçim bakmak dururken sana, Yüreğin bende diye üstüne titreyerek Olmuşum yavrusunu esirgeyen bir ana. Gönlüne bel bağlama gönlümü yok edersen, Geri almak yok diye onu verdin bana sen.

39


40


41

Yaşlılık, Aşkın Son Sınavıdır! Avusturyalı yönetmen Michael Haneke, yaşlı bir çiftin hikayesini anlattığı ‘’Amuor’’ (Aşk) filmiyle Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye odülünü kazandı...

Hayatımız boyunca sınavlardan geçeriz. Her gün bir şeylerin sınavını verirken, bir şeyler kaybeder, bir şeyler kazanırız. Gençliğimizde o sınavlar bizi büyütür ve olgunlaştırır. Yaşlandıkça vermemiz gereken sınavların azalıp, biteceğini zannederiz. Ama yaşlandığımızda verilmesi en zor sınavın, aslında sevgi anlayışımızın olduğunu öğreniriz… Bedenimiz bizi dinlememeye başladığında, kendi kendimize yetmemeye başladığımızda veya sevdiğimiz gözümüzün önünde acı çekmeye başlarsa neler yaparız acaba… Sevgi ve bağlılık bu durumla başa çıkmaya ne kadar ve nereye kadar yeter… İşte bütün bunları bize düşündürtmeye, anlatmaya çalışmış Michael Haneke. Çok sevdiği bir kişinin acı çekmesini ve yaşamını yitirmesine tanık olur ve aşkın ölüm üzerinde, ölümün de aşkın üzerindeki gücünü sorgulayan bu filmi yapmaya karar vermiş. ‘’Yaşlılık sevgi anlayışımızın, daha doğrusu insanlığımızın son sınavıdır. Bilgelik bedenin çaresizliğine derman olabilir mi? Beden iflas ettiğinde ne kadar onurlu olabiliriz? Bunlarla ilgileniyorum. Ben kendimi bu yaşta, 70 yaşında daha

akıllanmış

hissetmiyorum…’’

‘’Amuor’’ öyle bir kaç kez seyredilebilecek bir film değil. Çünkü seyredildiğinde derinden sarsar, acıtıcı gerçeklerden kaçma isteği uyandırır, derin izler bırakır…

Filmden Satırlar ‘’Yoksun… Nerdesin? Sen yoksan ben var mıyım? Kim kurtarabilir beni? Zaten sevdiğinden başka kim kurtarabilir ki sevgiliyi? Peki hatırlıyor musun? Sonun başlangıcını hatırlıyor musun? Konser için Theatre des Champs Elysees’ye gitmiştik. Dördüncü sırada oturuyorduk. Eski talebelerinden Alelexandre’ın konserinde ne kadar gurur duymuştun hatırlıyor musun? Daha sonra kulise gidip onu tebrik ettik. Otobüsle eve dönerken mutluluğu gözlerinde okumak mümkündü… Sabah kahvaltı masasında bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamadın bile. Sen boşluğa bakmaya başlayınca da, çayı yanlış bir yere dökünce de ben çok korktum. Benim reaksiyonuma bakıp belki de aklımı kaçırdığımı düşündün. İster istemez doktora gittik. 80’li yaşlardayız artık. Başarılı olmayan ameliyattan sonra eve geri döndüğümüz zaman üzerine titrememe izin vermedin. Haklıydın elbette ama elini

tutmaya o kadar alışmışken bir anda nasıl bırakabilirdim? Başından sonuna kadar isteklerine saygılı oldum. Söz verdiğim gibi hastaneye götürüp bırakmadım seni. Tekerlekli sandalyeye mahkum olduğunda çıtımı bile çıkarmadım. Eva benim de kızım, ama uzaktan gelip her şeye karışması, birlikte verdiğimiz kararları sorgulaması ister istemez beni çileden çıkarıyor. Senin için zorluk çektiğimi düşünemezsin. Benim de kan şekerim var, halden anlıyorum. Saçını yıkamak, tuvalete gitmene yardımcı olmak, yatağını değiştirmek mesele değil… Sinirlenmene ne gerek var? Eva’nın gözyaşlarını tutamamasına aldırış etme sen. Seni, onun seni sevdiği kadar sevdiğime inandırmak için bazen akla karayı seçiyorum… Hemşirelerle uğraşmak da zor aslında. Sana iyi davranmayan bir hemşireye söylediğim sözler, ettiğim temenniler beni de şaşırtıyor. Oysa sen de melek değilsin, bana her zaman yardımcı olduğunu söylemek güç. Biraz su içmek o kadar mı zor? Olsun… Bizim aşkımızla üstünden gelemeyeceğimiz bir engel yok. Yeter ki sen rahat ol’’…


42

Mika Dergi

KİTAP TANITIM


43

Nar Ağacı

Nazan Bekiroğlu Balkan savaşı yıllarında başlayıp, I Dünya savaşına uzanan bir öykü. Trabzon’da ve Tebriz’de doğup, birbirine doğru akan iki hayat… İki büyük savaşın savurup yeniden şekillendirdiği hayatlar. Farklı inançlar, farklı ülkeler, farklı sevdalar buluşuyor bu romanda. Bir doğu masalı kadar zengin, hayal kadar güzel, hayat kadar gerçek bir hikaye…

Struma

Halit Kakınç 19 yıllık araştırma sonucu yazılmış bir kitap. Avrupa’nın büyük çoğunluğunu ele geçiren Nazi işgalinden, Nazi yandaşlarının katliamlarından ve Yahudi Soykırımından kurtulabilmek için Filistin’e göç etmeye çalışan, Struma adlı hurda bir gemiyle yola çıkan 769 Yahudi’nin başından geçenler anlatılıyor. İnsanlık tarihinin korkunç dramlarından biri olan Struma olayının aşklarını, hüzünlerini siyasi arka planıyla birlikte belgelere dayanarak kaleme alan Halit Kakınç; o olayın tanıkları, onların çocukları ve torunlarıyla da görüşmüş.

Lanetlenmiş AğustosBöcekleri

Tütün İskelesi’nden Bir Köhne Vapur

Huzursuz bir yazarın denemeleri… Edebiyattan sinemaya, tiyatrodan resme, çeviriden politikaya, sanat etkileşimine, kişisel anılardan toplumsal hadiselere uzanan bir çizgide seyrediliyor denemeler. Her yazısıyla ayrı konularda düşünmeye teşvik ediyor. ‘Sanatın yerini mi sorgulamalıyız, yoksa ülkenin sanattaki yerini mi’ diye tartışmaya sürüklüyor.

Atatürk’ün Samsun’a çıkmasından birkaç gün önce Samsun’da başlayan öyküler. Milli Mücadelede kendi tarihini yazmış birçok şehre uğruyor. Öyle tanıdığımız kumandanları, halk kahramanlarını değil, aramızdan birilerinin bugün ismi unutulmuş dedesini, babaannesini; onların yaptıklarını anlatıyor öyküler. Edebiyattan uzak, sadece Milli Mücadeleye övgü olsun diye yazılmış metinler değil bunlar. İnsanı anlatan ve diliyle, anlatımıyla, kurgusuyla iyi öyküler toplamı.

Ahmet Cemal

Selma Fındıklı


44

Mika Dergi

Kanadı Kırık

Sessiz Saatler

Gerçek, fazlasıyla tanıdık ve ona rağmen can acıtan bir hikaye… D e d e s i n i n vasiyetiyle, çocuk yaşta amcasının oğlu Ali ile evlenen Melek’in hikayesi. Dertleri daha evlenmeden önce başlayan, evlendikten sonra da devam eden bir çocuk- kadın hikayesi…Aslında bu ne Melek’in, ne Cemile’nin ne de Ayşe’nin, ne de Fatma’nın hikayesi. Kanadı Kırık, biraz da bu topraklardaki tüm kadınların hikayesi… Romanın güncel ve gerçek bir meseleyi anlatmasının yanında, Halime Kılıçkaya yörenin dilini de bütün doğallıyla romanına yansıtıyor.

Magdalena Van Beyeren varlıklı bir tüccarın kızıdır ve babasının uygun gördüğü, aynı zamanda kendisinin de aşık olduğu Pieter ile evlidir. Hayali, babasının şirketine yardım edip, başarılı bir iş kadını olmaktır. Ama bu imkansızdır, çünkü 17 yüzyıl Hollanda’sında onun görevi iyi bir anne ve eş olmaktır. Magdalena Van Beyeren’in sessiz iç dünyası hem bir kadının içinde kopan fırtınaları, hem de 17 yüzyılın Avrupa ve Hollanda’sının panoramasını çiziyor. Gaelle Josse bir resmin romanının yazarken, resimde görünmeyen dünyayı olağanüstü anlatıyor.

Perde Arkasından

Zero Limit

Halime Kılıçkaya

Can Gürzalp

45 yıllık oyuncu, yönetmen, çevirmen ve yönetici olarak tiyatro dünyasının serüvenini anlatıyor. Türkiye’deki gerçek tiyatronun kuruluş öyküsünü, tiyatromuza emek verenleri, onun yücelmesini sağlayan kişileri anlatıyor. Kapalı bir kutu olarak görünen devlet Tiyatrosu gerçeğini belgelere, tanıklıklara dayanarak ve tüm açıklığıyla önümüze seriyor. Devlet Tiyatrosu’nun neden kapatılamayacağını, deneyimli bir tiyatrocu gözüyle irdeliyor.

Gaelle Josse

Joe Vitali

Ho’ponopono yöntemi, Tanrısal düşüncelerin, kelimelerin ve hareketlerin etkisiyle içimizde zehirli enerjilerin temizlenme sürecidir. Basitçe etmek

ifade gerekirse Ho’oponoponodoğrusunu yap, ya da hatayı düzelt demektir. Sürekli olarak, durmadan ve hepsini Tanrı’ya hitap ederek söylenen dört ifade var: Seni seviyorum, Özür dilerim, Lütfen beni affet, Teşekkür ederim… Sürekli olarak arınarak, sıfır konumuna gelmek.


45

Popüler Kültür, Kültür Yozlaşması ve Türkçe ‘nin Bozulması Bir ülkenin kısa yoldan parçalanması isteniyorsa; her şeyden önce onun kendi öz benliğinden, dilinden, kültüründen utanma duygusunu aşılamakla işe başlanır. Silahla ya da savaşla değil ancak ekonomik, kültürel ve ahlâki çöküntüyle bir ülkeyi dize getirmek mümkün olabilir. Uygulanan plân çok basittir! Son derece yavaş fakat kararlı bir şekilde, ülkeyi içten içe bir kurt gibi kemirmektir amaç… Uzun vadede kültürümüze ait her şeyi yok etmektir. Bunun için insanların doğru dürüst haber veren, haber televizyonları ellerinden alınır. Yerine gündüz televizyon programlarından dizi tekrarları, kadın programları, dedikodu programları vb. şeylerle doldurulur ekranlar. Gazetelerin ve kitapların çok az okunduğu bir ülkede; her an değişen bir gündemle dolu yaşamın bu güç şartlarında insanların sıkıntılarından bir şekilde kurtulmak istemeleri gerekliliğinden dolan açığa da bir güzel

doldurulur bu gibi programlar. Bu gidişe belki bir süre tahammül edilebilir, fakat bu kronik bir hale geliyorsa o zaman tehlike çanları çalıyor demektir. Hele bir de bu kültürel kirliliğe güzel dilimiz Türkçe ‘mizin kaybolması da eklenirse işler çığırından çıkıyor demektir… İnsanların, özellikle genç neslin zihnine Türkçenin değersiz ve geçersiz bir dil olduğu, yaşam biçimlerinin ve kültürlerinin geri kalmış olduğu aşılanırsa, yabancı devletlerin dillerinin, kültürlerinin çok değerli olduğu söylemine inanılırsa (ki maalesef inanılmış görünüyor) yandığımızın resmidir. Dünyanın en eski, en güzel ve en sade dillerinden biri olan Türkçenin içine her fırsatta İngilizce kelimeler doldurularak sözüm ona çağ atlanmış oluyor. Türkçenin gücü ve kökleri o kadar eskilere gitmektedir ki; Çin kaynaklarında konuşma dili olarak en az 5 bin yıllık geçmişi olduğu görülmüştür. Şimdi o çok özendiğimiz Avrupa ülkelerinde de,

ilk konuşma dillerinden Türkçenin kodlarının etkisi olduğu bilinmektedir. Kültür yozlaşmasının etkileri; en çok Türkçenin içinde yabancı kelimelerin kullanılması ve günlük hayatta da bunun çoğalması, buna bağlı olarak da bizim Türkçeye karşı kayıtsızlığımızdan, kullanılışındaki özensizlikten, kültürel değerlerimize ilgisizliğimizden kaynaklanmak tadır. 21. yüzyılın sonlarında yeryüzündeki dillerin yarısının kaybolacağı düşünülmektedir. Henüz Türkçede herhangi bir yok olma tehlikesi mevcut söz konusu değil, fakat bu demek değildir ki böyle bir tehlike zaman içinde gelişmesin. Sözün özü; Eğer hemen önlem olmazsak sadece dilimizdeki kirlenmeyi değil kültürel değerlerimizi de kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalabiliriz…

Cavidan Ünalan

cunalan@mikadergi.com


46

YARIŞMA ve FESTİVALLER

Güncel Sanat Dergisi “Şiir ve Öykü” Yarışması

Tilki Kitap “Şiir” Yarışması

Galata Sanat, Selçuk Baran “Öykü Yarışması”

Her iki yarışma için konu ve tür serbesttir. Daha önce ödül almamış, hiçbir yerde yayımlanmamış iki şiir ve bir öykü ile katılınabilir.

Yarışmada konu, ölçü sınırı yoktur. Yarışmacılar en fazla beş şiir ile katılabiliyor ve katılım sadece www.tilkikitap.com adresi üzerinden yapılacaktır. Yarışmaya katılım 5 Haziran’da başlamıştır ve 26 Ekim 2012 ‘ye kadar devam edecektir ve aynı gün oy oranına göre dereceye girenler belirlenmiş olacak.

Jale Sancak tarafından kurulan, 2006 yılından bu yana kent kültürüne katkı sağlamak amacıyla, sanat ve edebiyat etkinlikleri yapmakta olan İstanbul Galatapera Kültür ve Sanat derneği, 4 Kasım 1999 tarihinde yitirdiğimiz, Türk edebiyatının usta yazarlarından Selçuk Baran adına, bu yıl ilki gerçekleştirilecek olan bir öykü ödülü düzenliyor.

Katılım süreci 1 Temmuz’da başlamıştır, 24 Ocak 2013 tarihinde sona erecektir. Her iki yarışma için, a l a n y a g u n c e l @ g m a il . c o m ve 05324094521 numaralı telefondan bilgi edinilebilir.

Türkan Saylan “Sanat ve Bilim” Ödülleri

İlki düzenlenen bu yarışmanın amacı yeni şiir ve şairlerin ortaya çıkmasına önayak olmaktır.

Son başvuru tarihi 9Kasım 2012. Ayrıntı bilgi, www.galapera. org adresinden edinilebilir.

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği tarafından 2011 yılında başlatılan Türkan Saylan Sanat ve Bilim Ödülleri’nin üçüncüsü sanat dalında “öykü” bilimsel araştırma dalında “demokrasi açısından sivil toplum kuruluşlarının önemi ve işlevi” alanlarına ayrılmıştır.

yayımlanmış bir kitap ya da hazır bir “kitap dosyası” yla aday olunabilir.

Sanat Dalı: Öykü.Ödüle 19 Mayıs 2012 ile 19 Şubat 2013 tarihleri arasında öykü olarak

Son başvuru : 15 Mart 2113.

Seçici Kurul: Oya Adalı, Prof. Dr. Aysel Çelikel, Yusuf Çotuksöken, Prof. Dr. Selahattin Dilidüzgün, Yrd. Doç. Dr. Necdet Neydim, Prof. Dr. Sedat Sever


47

Yol-a

Pek de haklı sayılmaz yan komşum, her bitiş bir başlangıçtır derken. Büyütme derken hepten yanlış en nihayetinde dert var, olabildiğince. Çok oldu berber Rıza’ya uğramayalı. Yukarı baksan Allah var, aşağı tükürsen hepten sakal. Komşuya baksan ölür üç güne, ama dert var, olabildiğince. Gitmek lazım gelir, ev sahibi isteyince

Ben Seni*

Ben seni her sabah Sızmıyor, sızlıyor gibi güneş. Usulca açılmış perdenin kenarından, usulca açılmış omzun her sabah bu çalar saati söküp atacağım. Ben seni her öğlen Tatsız, tuzsuz pilavlar yiyorum. Üstüne bardak bardak çay. Üstüne üstlük yanakların vardı, bu aşçı Resul’ü kovacağım sonunda o olacak. Ben seni her akşam Bir şovmen bağırıyor ya her arayana, içimden aynısı geçiyor. İçimden sen geçiyorsun her akşam, bir de mordan örme beren. Takacağım kafama, üst kata çıkıp yöneticiye söveceğim. Ben seni hiç Ben seni hiç uyandırmamışım mesela, o geldi şimdi aklıma.

Adı Yaşamak Olmasa Gerek Adı yaşamak olmasa gerek.

Yürüyorum her gece üç saat tekmil. Düşüyorsam tek ayaküstüne, Her defasında aynı ayağımın üstelik. Bilekten kopuyorsa çığlıklarım. Seke seke ulaşamıyorsa karyolana mutlu ailelerin camlarından adı yaşamak olmasa gerek Çarşafım kağıt gibi karşında oturuyorum, bir düşünce alıyorsa aklımı buğuluyorsa. Yine aynı kadınsa ödenmemiş faturaları saymazsak. Bu sefer boynum kırılacak, Bir zaman mutlu aile kalırsa camları mahallenin çocukları taşlayacak adı yaşamak olmasa gerek ölümümü saymazsak

İşte Tam Da Bugün Ölürüm

Ben bazen melek olurum, Televizyonda bir kadın bağırır içinden. Kimseler duymaz, bir ben duyarım, Bot sesleri vurdukça yerlere. Bir ben bilirim yine kazanlar şangırdayacak Ben bazen acı olurum, Bu ülkede on yaşında çocuk yoktur. Büyümüştür kimseye çaktırmadan, sessizce. En büyük cesaret işi ağlamak, bir ben ağlarım köşelere sinip. Bazen yer olurum bazense gök. Şimşekler çakar kin yüklü, nefret yüklü. İlk içinden bağıran kadın alır nasibini. Ve doğum gününde bir çocuk vurulur, tam da dokuzunda İşte bugün ölürüm. Sizler haklısınız, konuşmak bazen iyi gelmez insana.

Ahmet Uçar

aucar@mikadergi.com


48

Dünya ‘daki İlk Sinema Gösterisi

Dünya ‘nın İlk Aşk Şiiri

Dünyadaki ilk başarılı sinema gösterisi 1895’te Dünyadaki ilk aşk şiiri yaklaşık 4000 yıl kadar önce, Auguste ve Louis Lumiere adlı Fransız kardeşler Bağdat’ın 150km uzağında bulunan bir Sümer kenti tarafından sinematografla gerçekleştirilmiş. olan Nipur’da 1889 yılında bulunmuştur. Bu iki kardeşin geliştirdiği sinematograf, Bir tablet üzerinde bulunan bu şiir ABD’li görüntüleri bir selüloyit şeridine kaydediyor ve hem Sümerolog Samuel Noah Kramer tarafından günümüz kamera, hem de gösterici aygıt işlevi görüyormuş. dillerine çevrilmiştir. Türkiye çevirisi ile Türkiye’nin ilk sümeroloğu olan 1916 doğumlu Muazzez İlmiye Çığ ‘’Görüş algısının sürmesi’’ ya da ‘’ağtabakası tarafından yapılmıştır. izlenimi’’ denen olgu ilk olarak 1824’te, İngiliz hekim P.M. Roget tarafından açıklanmış. Sümer inancına göre, toprağın bereketini ve verimli olmasını sağlamak amcıyla Kral’ın yılda bir kez Bereket Roget, birbirine yakın olan ardışık konumlarını ve Aşk Tanrıçası Ellil yerine bir rahibe ile evlenmesi gösteren resimlerin hızla gözün önünden geçirilmesi kutsal bir görevdi. sırasında, gözün bunları hareket eden tek bir nesne gibi gördüğünü belirledi. Bunun ardından görüntülerin Bu şiir büyük bir olasılıkla Kral Şusin için seçilmiş bir art arda sıralanması ile hareket ediyormuş gibi gelin tarafından yeni yıl bayramını kutlama töreninde görüntülenmesi fikri ortaya çıkar. söylemek üzere kaleme alınmış ve ziyafetlerde, şölenlerde müzik ve dans eşliğinde söyleniyormuş. İlerleyen 10 yıl içinde, bilim adamları bu bulguyu kullanarak çeşitli çalışmalar yaparak, makineler üretir.


49

9$

BAŞLAYAN FİYATLARLA

mika dergi

Web sitenizi, Türkiye ‘nin en popüler 250 sitesi arasında yer alan İyinet Dizin ‘e ekleyebilirsiniz.

/mikadergi

beğendiniz mi?


50

BİZE

İ Z İ N İ L A Y HA IN YAZ

HAYALİNİZİ YAZIN, YAYINLAYALIM... editor@mikadergi.com Bize hayalinizi yazın, Mika Dergi sayfalarında yer alma şansı yakalayın. Gönderen kişiler arasında yapılacak çekiliş ile, 1 okuyucuya kitap hediye edilecektir. Bize; editor@mikadergi.com adresinden ulaşabilirsiniz. Gönderilen makaleler, bir sonraki sayı itibariyle Mika Dergi ‘de yayınlanmaya başlayacaktır.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.