mika dergi Aylık Online Edebiyat, Kültür & Sanat Dergisi
sayı 5 | 15 ocak 2013
Öykü Babamın Cesetleri Ölmek İstiyorum Yarım Kalan Mucize
Fantastik Ölüm Hikayeleri
Lev Nikolayeviç Tolstoy ‘‘Tanrı Gibi İnsan’’ HAYALİNİZİ BİZE YAZIN
Hayalinizi bizimle paylaşın, her ay dergimizin sayfalarında yer alma ve kitap kazanma şansı yakalayın.
Detaylar Arka Kapakta
2
İçindekiler
Sayfa 26
Babamın Cesetleri - Krek Tiyatrosu Çok iyi yazılmış, çok iyi yönetilmiş ve çok iyi oyunculuklarla tamamlanmış, çok güzel bir oyun. Özlediğiniz, unuttuğunuz ve belki de yüzleşmekten kaçındığınız, yani kendinizi ve kendi hayatınızdan bir şeyler bulacağınız bir oyun…
Sayfa 6
Sayfa 23
Uzun Soluklu Şiir Erdal Öz’un, ’’İyi bir öykü, bir başkasına anlatılamamalıdır. İyi bir öykü özetlenememelidir. İyi bir öykü, anlatılan değil, yazılandır’’ sözüne katılıyorsanız, lütfen gelin hep beraber öykünün gizemli bahçesinde beraber dolaşalım.
Bir Kadın Nasıl Evde Kalır? Her yılbaşı ayni şeyleri istemekten vazgeçmeyen ve aynı hataları yapıp, yalnızlık ve mutsuzluk içinde debelenen bir kadının hikayesini, ‘’Bir koltuğun anıları’’ bölümünü okuyarak, öğrenebilirsiniz:)
Sayfa 28
Fantastik Ölüm Hikayeleri - Tolstoy Üç yaşında annesini kaybederek, ölümle tanışan yazar, ömrü boyunca hayatın anlamını ararken hep onunla yüz yüze gelir ve hemen hemen bütün yazılarında ele alır. Onun fantastik ölüm sahnelerine sizi davet ederken, kendinizden de bir şeyler bulacağınızı garanti ediyoruz.
Sayfa 34
Yarım Kalan Mucize ‘’Köy Enstitüleri bizim talih kuşumuzdu. Bizler de birer güvercin’’ diyen, Köy Enstitüsü mezunu olan ve o ruhu yaşatmak için elinden geleni yapan Nahide Öğretmenin hikayesinden öğrenilecek çok şey var:)
Sayfa 24
Tanrı Gibi İnsan Lev Nikolayeviç Tolstoy, 82 yıllık ömrü boyunca hayatın anlamını arayan, her şeyi sorgulayan, kendi inanç felsefesini yaratan; insanlara insanları ve doğruları anlatan, düşünmeleri için dürtükleyen, hatta onlara yardım etmek için her şeyini dağıtan ve onlar gibi yaşayan, yazdıklarıyla çok okunan ve çok okunması gereken bir yazar.
Künye Emin Doğu
Meliha Doğu
Genel Yayın Yönetmeni emindogu@mikadergi.com
Editör & İçerik Yöneticisi melihadogu@mikadergi.com
Merve Odabaşı
Yazar Olun
Sanat Danışmanı merveodabasi@@mikadergi.com
Mika Dergi ‘de Yazar Olun editor@mikadergi.com
3
Meliha Doğu Editör & İçerik Yöneticisi
Editör ‘den,
Umudun kokusu... Yeni bir yılın ilk sayısı ile karşınızdayız :) Yeni başlangıçlar yapabilmek için yepyeni umutlarla yola koyulduk ve siz okurlarımız için yepyeni dünyalar ve insanlar keşfetmeye kararlıyız. Yazı yazmak, Edebiyat dünyasının uçsuz bucaksız deryasında yelken açmak zaten insana yaşamadığı, yaşayamadığı, ya da yaşayıp da farkına varamadığı hayatlar hediye etmez mi? Bu sayımızda sizi çok renkli ve farklı hayatlara misafir ediyoruz. Onların düşünce ve gönül dünyalarında dolaşırken de, kendinizden bir şeyler bulacağınızı vaat ediyoruz. Mesela yaşadığı dönemde de, günümüzde de en çok okunan bir yazar olan Tolstoy’un hayatı bile bize fazlasıyla yakın, bizden biri gibi… Üç yaşında annesini, dokuz yaşında babasını kaybeder ve ölüm gerçeği ile yüzleşir. 82 yıllık ömrü boyunca sürekli
İletişim
Reklam
ve her şeyi sorgular, hayatın anlamını arar. Bunu yaparken de hep ölüm kavramıyla karşı karşıya kalır. Birçok eserinde onu ele alır ve o fantastik ölüm sahnelerinde bize bizi anlatır. Kim bilir, belki o da Aziz Nesin gibi, kendi ölümünü yazma şansı olmadığı için üzülmüştür… ‘’En çok nasıl öldüğümü yazamayacağım için üzülüyorum. Bir yazar bütün yaşadıklarını yazsa bile, kendi ölümünü yazamaz. Oysa ölüm, yaşamın en önemli olayıdır’’ diyen Aziz Nesin’e katılmamak elde değildir… Bu sayımızda ölüm konusu sık sık karşınıza çıkacak. Sizi korkutmak değil elbette amacımız. Arada bir onu hatırlayıp, hayata daha bir sıkı sarılmak için, yüreğimizi kanatan kırıklardan, biriken bazı kırgınlıklardan kurtulmamız gerektiğini hatırlatmak ve hatırlamak istiyoruz sadece :) Bu sayımızda bir yenilik yaparak, sizi tiyatroya
Genel İletişim info@mikadergi.com
Reklam & Tanıtım reklam@mikadergi.com
götürüyoruz. Hem de aşkla yapılan, ama yine de ölümü anlatan, daha doğrusu ölüme beş kala hayatın anlamını sorgulayan muhteşem bir oyun. ‘’Babamın Cesetleri’’ oyununu seyrederseniz, özlediğiniz, unuttuğunuz ve belki de yüzleşmeye ertelediğiniz, yani kendinizden bir şeyler bulacağınız kesin. Belki de o oyundan sonra siz de Tolstoy’un şu sözlerine yürekten katılırsınız:’’ Mazideki hatalarımı bıraktıktan, hayatın manasını anladıktan sonra çok mesudum…’’ Hadi gelin, hep beraber birer çiçek koklayalım. Sonra da yıldızlara bakarak güzel şeyler dileyelim. Çiçeklerin ve yıldızların kokusunu taa yüreğimizde hissedelim… Bence çiçekler ve yıldızlar aynı şekilde kokar. Çünkü umudun kokusudur onlarınki :)
4
Mika Dergi
MEHMET FUAT
ARŞİV ÖZEL
24.08.1997
GALİLEO GALİLEİ Galileo Galilei görüşlerinden vazgeçmeyip, ölümü göze almalı mıydı? Almalıydı diyenler bunu ne adına söyleyebilirler? Bilgin adına…Ya da bilim adına… Bilgin ölümü göze alıp görüşlerinden vazgeçmezse yürekli bir insan olduğunu gösterecek, yaşamının son yıllarını onursuzluk içinde geçirmeyecekti… İyi de bu değer yargısını nerden çıkarıyoruz? Sizi ezecek, yok edecek bir güç karşısında direnerek ölümü göze almaya ‘’yüreklilik’’ denebileceği gibi, ‘’aptallık’’ da denebilir. Kanımca, böyle bir davranışı aksoylular genellikle alkışlar,
kentsoylular ise alaya alırlar. İşçiler, emekçiler, dar gelirliler ne düşünürler? Kabadayılar doğallıkla boyun eğmemekten yanadırlar. Çoluk çocuk geçindirenler, küçük aileler, ne olur ne olmaz, bu gibi konularda düşüncelerini pek belli etmezlerse de; acırlar, kimse ölmesin isterler. Bu kavgaya baş koymuş insanlar, savaşımcılar ne düşünürler? Kanımca, onlar olayı duruma göre değerlendirir, strateji, taktik neyi gerektiriyorsa onun yapılmasını savunurlar. Bilginin kişiliğini bir yana bırakıp olaya bilim ile inancın savaşımı olarak yaklaşırlar. Bütün bunlar yakıştırma
sözler, insanoğlu çok karmaşık bir yaratık, neye, nerede, ne tepki göstereceği belli olmaz… Neyse… Yalnız, şunu da unutmamalıyız: Dünyanın gelmiş geçmiş en gerçekçi düşünürlerinden biri, Machiavelli 1469-1527 yılları arasında İtalya’da yaşadı. Galilei’den yüzyıl önce. Gökten inmemişti. Öğretisini o memlekette gördüklerinden çıkarmıştı. İtalyan halkının Galilei’yi yaşamının son döneminde onursuz bir insan olarak değerlendirdiğini hiç sanmıyorum..
5
Görüşlerini niçin geri aldığını herkesten iyi onlar anlamışlardır. Bilgini değil de, bilimi düşünürsek: Galilei’nin yanıldığını açıklaması, özür dilemesi, köşesine çekilmesi, İtalya’da, ya da Avrupa’da, Kopernik dizgesinin gözden düşmesine neden olmuş mudur? İnsanlar, ya da bu konu üzerinde çalışan uzmanlar Engizisyonca yargılanan bir bilginin kanıtlarını geri çekmesine, yanıldığını söylemesine inanmışlar mıdır? Hiç sanmıyorum… Bilim dünyasında hiçbir şey değişmemiştir… Karşı olmayı eskisi gibi sürdürmüş, yandaşlar da Engizisyon’un çalışmalara hangi sınıra kadar izin verdiğini öğrenmişlerdir. Galilei yaşasa da, ölse de bu böyle… Seçkin bir bilginin çalışmalarıyla bilime katkıda bulunmayı sürdürmesi bakımından ise dokuz yıl daha yaşaması elbette iyi olmuştur. Bir kitap yaşmış, yeni buluşlar yapmış, öğrenciler yetiştirmiş… ‘’Galileo Galilei görüşlerinden vazgeçmeyip ölümü göze almalıydı’’, diyenler arasında, Aksoylu ahlakıyla yetişmiş olanların, kabadayıların yanı sıra, çok sayıda sanatçı da yer alır sanırım. Sanatçı duyarlığı olan yaşamöyküsü yazarları, bilim tarihçileri de unutulmamalı…
Görüşlerini sonuna kadar savunan, boyun eğmeyen, ölüme dimdik giden bir bilgin, bütün sanatlar için çok etkileyici bir görüntüdür. Galilei’nin yaşamını, ölümü seçmediği için ilginç bulmayan sanatçılar az değildir sanırım. İnsanoğlunun her şey geçer kafasından: ‘’Üstelik de yaşlıymış, altmış dokuz yaşında, keşke yürekli davransa, ölümden korkmasaymış!’’ Gençlere daha da acınır da, yaşlılara nasıl olsa ölecek gözüyle bakılır… Bir de Sokrates’i düşünün. Sokrates, ölüme aldırmayışıyla görkemli bir sanatsallıktır… Niçin ölüme aldırmadığı, inançları unutulur, insanlar ona kendi ölüm anlayışıyla bakarlar. Ölümün böylesine soğukkanlılıkla karşılanışı sanatsal bir içeriğe dönüşür.
Eflatun’un Phaidon’unda Sokrates yanındakilere ölümü soğukkanlılıkla karşılamasının nedenlerini uzun uzun açıklar. Sokrates’e göre ölüm ruhun tenden ayrılarak kendi kendine var olmayı sürdürmesidir. Bir filozofun ruhu ise zaten tene değer vermez, ondan kaçmaya çalışır. Ölüm onun Hades’e gidip bilge tanrılarla, ölmüş olan insanların en erdemlileriyle buluşmasını sağlayacaktır. Ruh ölümsüzdür… Sokrates’in inancında ‘’ölüm’’ denilen şey, zaten değer vermediği, kaçmaya çalıştığı teni bırakıp, gitmektir… Ama biz ona kendi ölüm anlayışımızla bakınca yürekliliğin soğukkanlılığını görüyoruz… Yürekliliği de severiz… Y ü r e k s i z l i ğ i n destanı yazılmıyor…
6
Mika Dergi
‘‘UZUN SOLUKLU ŞİİR’’ ‘’Öykü bir gülün açılışıdır, bir tohumun toprağı kabartıp dünyaya çıkışıdır, bir kısrağın tayını doğuruşudur, bir kedinin can çekişmesidir. Böyle küçük bir olaydan çıkar öykü, ama içine kesinlikle insan girmeli. Çünkü insanla boyut kazanır o gülün açılışı, tohumun toprağa kabartışı, o kısrağın doğumu…’’ Erdal Öz
İnsan yaşamından gerçeğe uygun kesitler sunan ve bunu yere, zamana bağlayarak yapan kısa bir yazı türüdür öykü. Kısa oluşu, yalın bir olay örgüsüne sahip olması, genellikle önemli bir olay ya da sahne aracılığıyla tek ve yoğun bir etki uyandırması ve az sayıda karaktere yer vermesiyle roman ve diğer anlatı türlerinden ayrılır.
Çehov’a göre :’’Romanda bir ailenin içine girer, onunla birlikte yemek yer, çalışır, sever, nefret ederiz. Öyküde ise ancak evin önünden geçer, açık bir pencereden bakıp, masa başında toplanmış bütün bir aileye göz gezdiririz…’’ Pencerenin geçerken
önünden gördüğümüz
sahnenin ne olduğunu, nereden doğduğu öyküde birkaç satırla gösterilmiş, aydınlatılmış olabilir, ama yazar isterse bunu okuyucuya da bırakabilir. Öyle de olabilir, böyle de… Ama değişmeyen bir şey vardır: öykü, kısa bir zaman içinde geçen bir olayı, bir sahneyi anlatır.
Mika Dergi
ÖYKÜNÜN ÖĞELERİ: Olay ve Durum: Öykünün yaslandığı her olay, gerçekte insanın eyleme dönüşmüş tutkuları, özlemleri, düşleri ya da istekleridir. Her olay ya da durum bu sorunu da birlikte getirir. Bu sorun insanı insanla, insanı doğayla, insanı toplumla, ya da insanın kendisiyle olan çatışmasından bir yön içerir. Öykünün ilk satırından son satırına değin okurun ilgisini ayakta tutan da bu sorundur. Her olayın bir ortaya çıkış, bir gelişim, bir de sona eriş aşaması vardır. Yazar öyküsünde anlattığı sorunu bu akışın içerisinde oluşturur. Kişi ve Karakter: Her öykü ister olaya yaslansın, ister duruma, insansız olamaz. Zaten yazınsal ürünlerin, ana işlevi insanı insana tanıtımı değil midir? Öykünün yapısı içinde insansız bir olay ve durum düşünülemeyeceği gibi, durum ve olay dışında kalmış bir kişi de düşünülemez. Onun da ötesinde kişiliğin ve karakterin belirlenmesinde bir etkendir. Durum da olay da… Öykücü, kişilerin karakterlerini çizerken iki ana yöntem kullanır: Doğrudan
çizim ve Dolaylı çizim. Doğrudan çizimde yazar kişinin tensel ve tinsel görünümünü belirli bir açıdan ortaya koyar. Bunların yanında giyim kuşamını, belirli davranışlarını da sergiler. Örnek: ‘’Ses’’ Sabahattin Ali ‘’Yirmi yaşlarından fazla göstermeyen bir delikanlı çadırın önünde yan yatırılmış bir el arabasının üstüne oturarak saz çalıyordu. Başı göğsüne yatmış ve gözleri yere dikilmiş olduğu için çehresini tamamen görmeye imkan yoktu. Fenerin aydınlattığı alnı ter damlalarıyla kaplıydı. Sazının uzun sapı şaşırtıcı bir süratle aşağı yukarı kayan parmaklarının altında canlı bir mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran sağ eli küçük fakat kendinden emin hareketler yapıyordu. Bu el sazın gövdesine her yaklaştıkça, insan sanki o tahta ile bu el arasında gizli, fakat çok manalı ve mühim bir konuşma oluyormuş zannediyordu. Çadırı ve bulunduğumuz yeri bir aydınlık yalayıp geçti, vadinin öbür ucuna kadar uzandı. Başımızı kaldırdık, karşımızdaki sırtı aşıp, yukarı fırlayan ayı gördük. Saz çalan delikanlı da başını kaldırdı ve gözlerini biraz yumarak tam karşısında beliren bu aydınlık yüzlü
dinleyiciyi süzdü. Sonra saza vuran eli yavaşladı, gözleri kapandı, boğazı gerildi ve yüzü kırmızılaştı. Biz hayretle onu seyrederken, önce dudaklarının arasından beyaz dişleri göründü ve delikanlı, bu sefer aya hitap eder gibi, şarkısına devam etti…’’ Dolaylı karakter çizimindeyse yazar, öykü kişisini ya da olay içinde olaylara karşı tepkisini göstererek ya da öyküdeki başka kişilerin onun üzerindeki görüşlerini belirterek çizer. Kişiyi konuşturarak, onun davranış ve edimlerini somutlayarak dolaylı bir yolla yapar bunu. Örnek: ‘’Redife’ye Güzelleme’’ Füruzan ‘’Evet, ama yeni bir can gelince Tepebaşı’nda on sokak daha gezmek ister, nafakasını çizmek için. Ben de yaşlandım. Kırkımı geçtim. Yoksul adamın her yılını iki misli saymalı. Memlekette, bayramda davullar vurduğunda alanda toplanırdık. Birlikte horon tepmeden önce, şöyle aşağı yukarı gezmelerimizi düşünürüm. Mintanlarımızın içinde gerilen kollarımızı, sırtlarımızı. Ve birden omuz omuza tutuşup dağlara doğru bağırışımızı. Yanıldık… Hamladık, tek ekmek düşünmekten yenildik. Böyle erkeklik olur mu? Yaşlandık…
7
8
Mika Dergi
Yeni çocuk babası olmak neyimize. Kendimi beğenmiyorum. Ama bize başka iş bırakmadılar. Yıldız İsmail Usta. İster istemez alta alır olduk kendimizi. Bu da avuntu işte ya… Günübirliğine yaşamaktan köreldik, karardık. Tükenmeye başlamışken yeni canlara gebe kalmak…’’ Yaşlı, kendini yaşlı sayan, yorgun, umutsuz, eski günlere özlem duyan bir kişinin konuşması. Yer ve Zaman: Yer ve zaman dışında hiçbir olay, hiçbir durum düşünülemez. Bu yönden öykülenen olay ve duruma bağlı olarak yer de, zaman da değişir. Çünkü her olayın bir ortaya çıkışı, bir gelişmesi, bir de sona ermesi vardır. Bu üç aşama ya düzenli bir biçimde olur, ya da zikzaklar çizer. Öykücü olayın akışına göre zaman öğesini düzenler. Öykülerde olayın ortaya çıkış ve gelişimi her zaman A’dan Z’ye doğru olmaz. Öykü bir kişinin içinde bulunduğu sorunun tam ortasından da başlayabilir, ya da kişinin bulunduğu durumdan kalkar, geriye dönüşlerle sorunun yanıtını sergileyebilir bize… İleti ve Anlatı Yöntemi:
Her öyküde açık ya da örtük bir ileti vardır ve her öyküyü bir anlatan vardır. Genellikle tüm öykü ve romanlarda iki anlatı yöntemi kullanılır: Birinci Kişi: Geleneksel olarak, öteden beri kullanılan, Ben’li bir anlatım. Yani kişi başından geçen bir olayı, içinde bulunduğu bir durumu, gözlem ve izlenimlerini bize anlatır. Bu tür anlatışın doğruluk, okur için sağladığı yakınlık, canlılık gibi üstün yanları vardır. Yani anlatılanların içine kolayca girmemizi sağlıyor. Öyküleyen kişi her zaman öykünün ana kişisi olmayabilir, bunun yerine yardımcı kişilerden biri olabilir. Ama yaşantıyı doğrudan verir bize. Örnek: ‘’Bizans Definesi’’, Oktay Akbal ‘’Ben mağaranın kapısı önünde, bir ayağım içerde, bir ayağım dışarda beklerim. Bir kapkaranlık mağarayı, bir ışık içinde yüzen bahçeyi seyrederdim. Güneş ağaçlardaki eriklerin üzerinde ışıldardı. Komşu bahçeden küçük ağabeyimin sevgilisi, ‘’Ayva çiçek açmış’’ diye bize duyurmaya çalışır, arada bir annem evin penceresinden bana ‘’Sakın sen içeri girme’’ diye seslenip, kaybolurdu. Yaz akşamının tatlılığı geniş
bahçeye, yeni açmış çiçeklere, ağaçlara sinerdi. Komşulardan birinin kuyudan su çektiği çıkrığın gıcırtısı derinden gelir, bir yandan da ağabeylerimin sesleri, kazma ve küreğin toprağa çarpmasının gürültüsü işitilirdi. Sur dibindeki mağara bana korku verirdi. Gündüzleri yalnız başıma kapısından bile bakmak beni korkutuyordu. İçerisi daima karanlıkla, rutubetle, bir sürü bitip tükenmeyen çadırlarla dolu olurdu. Geceleri ise bahçeye çıkmak imkansızdı. Bizans’tan kalma bu surların altında neler olmuş neler geçmişti. Babam çok defa bu surların hikayesini, alayı, şakayı, mübalayı seven güler yüzle haliyle anlatır, bizleri heyecandan heyecana sürükler, sonra ‘’biz vaktiyle bu mağaradaki defineyi çok arardık. Hele biçare Nihat Bey amcanın ömrü bu define peşinde geçti’’ der, bizi sıcak hayallere, bir bin bir gece masallarına doğru götürürdü…’’ Üçüncü Kişi: Öyküyü anlatan kendini siler, üçüncü kişi anlatır bize. Bunu öyküdeki belirli bir karakter ya da kahramanın gözüyle yapar, daha doğrusu olaylara, olgulara onun gözüyle bakar, onun gibi düşünür, onun gibi yorumlar her şeyi.
9
İster kişilerin dış dünyasını ister iç dünyasını anlatsın, anlatıcı karakterin yanındadır yazar. Onun hakkında çok şey bilir, dünyaya onun gözüyle bakar. Her iki yöntemde de anlatıcı vurgulamak istediği duruma göre anlatım dokusuna görme, işitme, tatma, dokunma, koklama, duygularının ağır bastığı, ya da bunları devindiren imgeler katar. Mesela anlatıcı okuru bir devinim içine sokmak istiyorsa daha çok dokunma duygusuyla ilgili imgelere yer verir anlatısında. Çünkü devinimle bedensel eylemler arasında sıkı bir bağlantı vardır. Eylem içinde bulunan kişinin kasları gerilir, gevşer. Dokunma duygusuyla oluşturulan imgeler, bu gerilim ve gevşemeyi karşılar böylece okur, öyküyü okurken bu tür imgelerin yardımıyla eylemi yaşar… ‘’İyi bir öykü yazabilmek için öykücünün yaşama dönüklüğü, gözlemi bir başına yetmiyor. Yaşam bilgisi kadar, düş gücü de önemlidir…’’ Feridun Andaç ÖYKÜ TÜRLERİ Olay Öyküsü: Öykücü anlatacağı olayı başlattıktan sonra bir gerilim
içinde tutmak için okuyucuyu, olayın akışına karşı kimi engeller çıkarır, karmaşık bir durum çıkar ortaya. Bu karmaşıklığı zaman zaman attırır, zaman zaman gevşetir ve böylece gerilimi artırır. Gerilimi doruk noktasına çıkardıktan sonra, aşamalı bir biçimde düşürerek çözümlemeye ulaşır. Bu türün babası olarak Fransız yazar Maupassant kabul edilir. Onun izinden giden bir çok yazar, öykünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. Kimileri olay öyküsünün sınırlarını genişletirken, kimileri de okuru kendi manyetik alanlarına düşürmek, burada tutabilmek için bu öykü türünü daraltmıştır. Hatta bazıları dramatik ya da melodramatik aşk serüvenleri anlatarak onu ‘’magazin öyküsü’’ne dönüştürmüştür. Kimileri de öyküyü olaya yaslandırarak, bu olayların aracılığıyla çağına tanıklık etmiştir. Bizde olay öyküsünün örneklerini vermiş öykücüleri şöyle sıralayabiliriz: Ömer Seyfettin, refik Halit Karay, Reşat Nuri, Yakup Kadri, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Samim Kocagöz, Fakir Baykurt, Necati Cumalı’nın bazı öyküleri. Onlar bir araç olarak kullanmıştır olayı, olayların
aracılıyla insanları, insanların sorunlarını yansıtmak istemişlerdir. Durum ve Kesit Öyküsü: Yaşamdan bir kesit sunan, ya da belli bir insanlık durumunu belli bir ortam içinde veren öykü biçimidir. Olaysız, gerilimsiz bir öyküdür bu. Olayın, gerilimin yerini belirli bir ortamdan kaynaklanan izlenimler, çağırışımlar alır. 9Öyle uzun uzun sergilemelere, öykünün gelişimini hazırlayacak ipuçlarına rastlanmaz. Yani giriş bölümü olsun, gelişme ve sonuç bölümü olsun okuru titretecek, sarsacak bir özellik taşımaz. Yazar, günlük yaşamdan bir kesit alıp, abartmadan, değiştirmeden tam bir gerçeklikle yansıtır. Gözlemci ve betimleyici gerçekçilik, durum ve kesit öyküsünün belirleyici özelliğidir. O yüzden de küçük ayrıntıların payı büyüktür. Şiirsellik, şiirselliği yaratan anılar, çağırışım ve düşünceler ise bu türe zenginlik katar. ‘’İyi öyküler iyi okurlar yarattığı gibi, iyi yeni öykü yazarları da yaratır…’’ Erdal Öz
10
Günümüz öyküsünde olay insanların doğal ve toplumsal çevresiyle olan ilişkilerinden doğan durumları kuşatmaktadır. Böyle olunca kimi öykülerde olayla durumun iç içerik gösterdiğini görebiliriz. İçerikleri, yazarlarının dünyaya bakış açıları ve yaklaşımları yönünden de iki ana türde toplanabilir öyküler: Gerçekçi ve Toplumcu doğrultuda gelişen, izlenimci
ve bireyci doğrultuda ilerleyen. Öykücüleri, yaşama ve insana bakışlarına göre de kümelendirebiliriz, ama kuşkusuz değişmez, ayrılmaz bir kümelendirme olmaz. Çünkü sanatçı sürekli bir değişim ve gelişim süreci içindedir. Bu yaratılarına, yapıtlarına da yansır. Gelişme ve değişme sanatın da, sanatçının da içinde bulunduğu bir süreçtir…
‘’İyi bir öykü, bir başkasına anlatılamamalıdır. İyi bir öykü özetlenememelidir. İyi bir öykü, anlatılan değil, yazılandır…’’ Erdal Öz K a y n a k ç a : Yazı ve Yazınsal Türler, Emin Özdemir Öykücünün Kitabı, Feridun Andaç
11
11
12
Meliha‘nın Öykü Bahçesi
Seni Öldürmem Lazım Aşkın en acıtıcı, en yok edici noktasına gelmişlerdi… Öldürmek, ölmek, yok olmak aşaması. Her şey kırılmış, dökülmüş, can vermişti. Bırakmak, gitmek imkansızdı. İkisi de silahlarını çekmiş, birbirinin gözünün içine bakıyordu. Havada korku ve nefret kokusu vardı… Tek bir hamle kalmıştı. Etraflarındaki herkes bu sahnenin sonuçlanması için sabırsızlanıyordu. Her an müdahale etmeye hazır olanlar da yok değildi. Çünkü duygusallığa yer yoktu bu dağ başındaki ortamda. Erkek tetiği çekmeye kararlıydı. Sabırsızlanıyordu da ayrıca. Çünkü kaybettiği her saniyenin onun da sonunu hazırladığını biliyordu. Kadın, yüreğinden gelen sesi duymazlıktan
gelmek istiyor, hayatını kurtarmak için tetiği çekmeye niyetleniyor, ama yapamıyordu. ‘’Hayin! Seni öldürmeliyim!’’ dedi adam. ‘’Yaşamalıyım’’ diye düşündü kadın. Adam tetiği çekti, ama nedense silah tutukluluk yaptı. Genç kadının hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünde akmaya başladı… Şanslı bir çocuktu. Ekonomik durumu çok iyi olan bir ailede büyümüştü. Fazlasıyla şımartılmıştı, ama tek çocuk olduğu için çok yalnızlık çekmişti. Annesi ve babasını fazla göremiyor, dadılarla ise konuşacak fazla bir şey bulamıyordu. Erkenden okula başladı. On altı yaşında liseyi bitirdi. On yedi yaşında da üniversiteyi kazandı. Çok çekingen ve utangaç olduğu için de hep yalnız dolaşıyordu. Kimse de
onunla arkadaş olmak için de can atmıyordu… Çok başarılı bir öğrenciydi. Ders çalışmaktan başka bir şey de yapmıyordu zaten. Okula babası getiriyor, derslerden sonra da hemen taksiye atlayıp, evine dönüyordu. Bir gün kütüphanede ödev için araştırma yaparken: ‘’Bu ödevle başım dertte. Bana yardım eder misin?’’ diyen sese başını kaldırdığında çok güzel iki mavi gözle karşılaştı. ‘’Ben Ahmet. Seninle aynı okulda, aynı sınıfta okuyoruz ve aynı ödevi de yapmak zorundayız. Birlikte yapalım mı?’’ sorusu karşısında utandı, başını eğdi ve ancak ’’Olabilir’’ diyebildi. Nevin daha o gün aşık olmuştu Ahmet’e. Mavi gözlerine bakmaya doyamıyor, baktıkça yüreği mutluluktan küçücük bir kuş gibi çırpınıyordu.
13
Ahmet, doğulu bir ailenin onuncu çocuğu olarak dünyaya gelmiş, çok zor şartlarda büyümüş, okumaya çalışmış ve üniversiteyi kazanmayı başarmıştı. Çok zeki, ama tembel bir adamdı. Ders çalışmak yerine sürekli bir şeyler okuyup, yazılar yazıyordu. Sınavlarda Nevin’in yanına oturuyor, biraz kopya çekerek, biraz da hayal gücünü kullanarak geçerli not alıyordu. Ahmet yanındayken yalnızlığı kayboluyor, kendini güvende hissediyordu Nevin. Anlattıklarını anlamasa da saatlerce oturup, onu dinlemeyi seviyordu. Bazen Ahmet’in sesindeki kızgınlık ve nefret onu korkutuyor, kafası karışıyordu, ama fazla düşünmeden kollarındaki sıcaklığa sığınıyordu. Sene sonu geldiğinde Nevin ürkekçe Ahmet’e ‘’Birlikte tatile gidelim mi? Bizim Bodrum’da yazlığımız var. Ben yazları genelde orada yalnız geçiriyorum. Benimle gelir misin?’’ diye sordu. Ahmet ise ‘’Ne tatili kızım? Ben dağ çıkıyorum. Örgütten talimat aldım. Yarın gidiyorum’’ dedi. Dünyası yıkıldı Nevin’in. Ondan ayrı kalmak istemiyordu. Hiç düşünmeden: ‘’Ben de seninle geliyorum’’ dedi. Nereye gideceğini bilmeden, nasıl bir ortamda neler yaşayacağını umursamadan peşine takıldı. Ahmet’in onu sevmesi, yanında olması yeterliydi.
Ertesi gece yola çıktılar. Aşk kokulu bir maceraya atıldığını düşünen Nevin çok geçmeden gerçeklerle yüzleşti. Prensesler gibi yaşadığı evinden, markalı elbiseleriyle çıkıp, dağ başında kendini bulunca ve yatak yerine mağaralarda taşlar üzerinde yatmak zorunda kalınca büyük bir şok yaşadı. Ahmet, sanki onu unutmuş, bir yabancı gibi davranıyordu. ‘’Düşman…Devrim…Ölüm’’ kelimeleri ise ona fazlasıyla uzak ve korkutucu gelmeye başladı. Bir gece ansızın silah sesleriyle uyandığında korkudan bas bas bağırarak ağlamaya başladı ve hayatındaki ilk dayağını yedi. Sayesinde düşman onların yerini buldu ve büyük bir çatışma yaşandı. Eline silah verdiler ve kullanmasını emrettiler, ama o bir köşeye sinip, yaşadığı bu kabusun bitmesini bekledi. Böylece ikinci hatasını da yaparak, cezasını fazlasıyla hak etti. M a h k e m e y e çıkarıldı ve sorgulandı. ‘’Ben kimseyi öldüremem! Onlar da insan! Yapamam!’’ diyebildi ancak. Ölen örgüt arkadaşlarının yanına götürüldü ve onların ölümünden sorumlu olduğu söylendi. Bayıldı… Atılan tokatlardan kendine gelmeye çalışırken bir okul arkadaşının ödev fotoğraflarını hatırladı. Fotoğraf dersinde ‘’iş mekanı’’ konulu ödevi için o arkadaşı hemşire olarak hastanede, üstelik
yoğun bakımda çalıştığı için fotoğraflarını orada çekmişti. O gün ilk defa hayatında ölümle yaşam arasında dolaşan bedenler görmüş, korkmuş ve sonuna kadar bakamamıştı. Ama o hastanedeki insanların kurtulma şansları vardı. Buradakiler ise ölümün ta kendisiydi. Kendinden geçercesine ’’Siz insan değilsiniz! Caniler! Buradan gitmek istiyorum! Bırakın beni!’’ diye bağırmaya başladı. ‘’Artık çok geç! Mahkememiz senin idamına karar verdi! Bunu da Ahmet gerçekleştirecek.’’ dediler. Nevin’in film şeridi zannettiği kareler netleşmeye başladı ve karşısında Ahmet’in durduğunu hatırladı. ‘’Seni öldürmem lazım! Sen bizi ele verdin!’’ diyen adama baktı, ama onu tanıyamadı. Çok sevdiği için hiç düşünmeden peşine takıldığı, ‘’onunla birlikte ölsem bile yine mutlu olacağım’’ dediği adam bu muydu? ‘’Yazıklar olsun sana Ahmet! Ben seni çok sevmiştim!’’ derken bir silahı olduğunu hatırladı. Onu çıkardı ve nasıl kullanacağını bilmese de tetiği çekti. Onun silahı da tutukluluk yaptı. ‘’Bak görüyor musun Tanrı bile ölmemizi istemiyor. Hadi gel, gidelim buralardan. Okulumuza dönelim! Lütfen!’’ diyerek Ahmet’e sarıldı ve ağlamaya başladı. Ahmet de onunla birlikte ağlamaya ve onu öpmeye başladığında iki kurşun onları yere düşürdü.
14
Lev Nikolayeviç Tolstoy ‘‘Sıkıntı sürecinde olgunlaşan, düşünceyle yoğunlaşan, “ionse dolortin henis et emekle hazırlanan ve en iyiyi vermeyi amaçlayan faaliyete ationsecte dit nonsequis augait,sanat quat.denir’’ Ut lan. utpat. ”
‘‘Roman kahramanlarımın içinde en çok sevdiğim, bütün güzelliği ile tasvire çalışmış olduğum kahraman hakikattir’’.
Mika Dergi
15
‘‘TANRI GİBİ İNSAN’’ ‘’Hiçbir yazar cümleye ondan daha fazla ahenk, kelimeye daha fazla asalet, hayallere daha fazla parlaklık ve renk vermemiştir…’’ Reşat Nuri Güntekin Lev Nikolayeviç Tolstoy 9 Eylül 1828, Yasnaya Polyana’da doğmuş. Çok asil bir Rus ailesine mensupmuş. Annesi Prenses Gorçakof’tur, babası ise Miralay Nikola İliç Tolstoy 1812 savaşına katılmıştır. 1831 yılında annesini kaybeder. Ona ait hatıralarını şöyle dile getirir: ’’Annemi gözümün önüne getirmeye çalıştığım zaman beni sık sık başımı okşayan ve benim öpmekten çok hoşlandığım yumuşak ve narin elinin temasını hissederim. Annem gülümsediği zaman etrafında her şey bana günlük güneşlik görünürdü…’’ Tolstoy hayatta daima çekingen ve mahcup yaşamıştır. Bu çekingenliktir ki onu manevi bir inzivaya sürüklemiş, kendi ruhunun içine çekilmeye, kendi fikirleri arasında yaşamaya ve düşünmekten, iç tahlilinden zevk almaya mecbur etmiştir. 1837 yılında babası da ölünce, yakınlarının elinde büyümek zorunda kalmış. Çok zeki ve çalışkan bir öğrencidir. 14 yaşında iken halasının kütüphanesinde
Voltaire’yi keşfeder. Onu okudukça, çocukluğundan beri gerçekleri inceleme ilgisi daha da artar. 1843’te Darülfünunun Şark lisanları fakültesine girer, bir sene sonra ise hukuka geçer. Fransızcasını ilerletir, J.J.Rousseau’yu okumaya başlar, ondan çok etkilenir. Hıristiyan Ortodoks dini ile yetiştirilmiş olan Tolstoy, 17 yaşındayken artık kiliseye inanmamaya başlar. On dokuz yaşında Darülfünün’daki üçüncü senesini bitirir bitirmez kendini köy ve tarla hayatına atmaya karar verir. Halasının bütün itirazlarına rağmen okulunu bırakır ve Josnaya Polina’ya yerleşir. Genç bir idealist olarak orada hem tabiatla, hem mujiklerin sefaletiyle karşı karşıya kalır. İçindeki gençlik ateşine ve iyi niyetlerine rağmen bu sefaleti azaltmak için hiçbir şey yapamaz. Üç sene sonra kır hayatı ona ağır gelmeye başlar. 1851’de kardeşinin zabıt olarak bulunduğu Kafkasya’ya gider. Buradaki iklimin garip güzelliği onun üzerinde
sakinleştirici etki yapar. Kardeşinin tavsiyesi üzerine kendini topçu zabiti kaydeder ve bazı askeri seferlere katılır. Sürekli okur, ava çıkar, saatlerce kırlarda yapayalnız dolaşır. Hayatın’’niçin’’i,’’nasıl’’ı sorgulamaya başlar ve yüzleştiği gerçeklerden rahatsız olur. 1852 yılında ‘’Çocukluk’’adında ilk eserini yazar. Onu da Kafkas halkının yoksulluk dolu yaşayışlarını ele aldığı ilk gerçekçi hikayeleri takip eder. 1954 yılında Kırım savaşına subay olarak katılır. Savaş sırasında karşılaştığı manzaralar ona hayata ve insanlara dair farklı gerçekler sunarak, düşünsel anlamda daha da gelişmesini sağlar. ‘’Her yerde sakatlanmış vücutlar, katılaşmış uzuvlar; bütün insanların kurumuş dudakları dualar, lanetler fısıldıyor; bazıları çiçekli vadide cenazeler arasında terkedilmiş… ’’diye okuyoruz, o yıllarda yazdığı ‘’Sivastopol hatıraları’’nda. ‘’Kazaklar’’ ve ‘’İstila’’ adlı kitaplarını da o dönem yazar.
16
Mika Dergi
1957 yılında batı Avrupa ülkelerinde uzun bir gezintiye çıkar. Fransa, Almanya, İsviçre’de kalır. Medeniyetin ne narin, ne kolay kırılır bir şey olduğunu görür. Ayrıca kardeşi Nikola’nın ölümü onu derinden sarsar. ‘’İyi kalpli, zeki ve zarif bir insandı. Çok genç bir yaşta hasta düştü ve bir göğüs hastalığından ölüp, gitti. Niçin yaşadığını ve niçin öldüğünü anlamadı…’’ Kısa süre JasnayaPoliana’da kalır ve ‘’Albert’’ adındaki eserini kaleme alır. 1859 yılında tekrar Avrupa’ya seyahate çıkar. Uzun süre Almanya’da kalır; Fransa’yı, İtalya’yı ziyaret eder. Londra’ya, Brüksel’e uğrar ve Fransız sosyalist Proudhon’la görüşür. Yurduna dönünce, Jasnaya-Poliana’da köylüler için parasız bir okul kurar. 1863 yılında, kendisi 34 yaşındayken, 16 yaşındaki Sofi Andreevna ile evlenir. Bu evlilik onun düzenli bir hayat özlemini giderir. 12 çocuğu olur, ama 5’i ölür. Sofi Tolstoy için zeki, samimi ve fedakar bir hayat arkadaşı olur. Tolstoy’un edebi notlarını toplar, tasnif eder, müsveddelerini temize çeker. Sonradan kocasının kitaplarını da o bastırır. 1862’den 1874’e kadar süren huzurlu, mutlu ve yazı bakımından verimli bir
dönem geçiren Tolstoy, en iyi eserleri olarak değerlendirilen ‘’Savaş ve barış’’ ile ‘’Anna Karenina’’yı kaleme alır. ‘’Hayat bizi resmen dört işlemle sınar; gerçeklerle çarpar, ayrılıklarla böler, insanlıktan çıkarır ve sonunda topla kendini der…’’ Her şey yolunda giderken, Tolstoy’un ruhu huzursuzluk içinde kıvranmaya başlar. Etrafında olup bitenleri, hayatını ve yaptıklarını sorgulamaya başlar: ‘’Ben neyim? Niçin yaşıyorum? Hayatımın gayesi nedir? İyilik nerededir? Fenalık nerededir? Zengin, meşhur oldum, ya sonra? Bugün yaptığımdan yarın ne çıkacak? Niçin yaşamalı? Hayatta beni bekleyen zaruri ölümün mahvetmeyeceği bir gaye var mıdır?..’’ Böylece tekrar hayatın manasını aramaya başlar ve eskisinden daha da şiddetli moral çöküntüsü yaşamaya başlar ve edebiyata olan aşkı azalır… ‘’Sanat, şiir süsten, hayatın boş cazibelerinden başka şeyler değildir. Onlar hayatın manasını izah etmiyorlar. Hayatta atılan her adım, ilimde atılan her adım bizi bir hakikate doğru götürüyor. Hakikat ise ölümdür…’’ Bilim ve felsefe alanında araştırmalar yapar, ama bu araştırmalar bunalımını arttırmaktan başka işe yaramaz. Sonra hayatın manasını
anlamak için, her şeyden önce hayatın manasız ve fena bir şey olmadığını kabul etmek ve zekayı ikinci plana itmek gerektiğine karar verir. Bunu yapabilmek için de bir dine inanmaya ihtiyaç duyar. Tolstoy tekrar Hıristiyanlığa döner, ama onun Hıristiyanlığı herkes gibi anlamasına imkan yoktur. Çünkü dinlerin, kiliselerin tarihini, din alimlerin kitaplarını araştırdıkça derin bir korkuya düşer. Çünkü bütün dinlerin gerçek manası ile insanların onlara verdikleri sahte şekiller arasında büyük zıtlıklar vardır. Dindar geçinen birtakım insanların, dini kendileri anladığı manada, anlamayanlara karşı aldıkları tavırların dinin esas kanunlarına aykırıdır. Bu insanlar başkalarına iyilik yapın diye nasihat ederken, kendileri hiçbir fenalıktan kaçınmıyorlardır. Tolstoy Kant ‘la beraber Allah’ın varlığını ispat etmenin imkansız olduğunu anlar, ama buna rağmen yine de aramaya devam eder. Kendi dinini yaratıp, ona inanmaya, onu anlatmayı tercih eder… 19 Yıl Jasnaya Poliana’da yaşadıktan sonra ailesiyle beraber Moskova’ya yerleşir. Kendisi bu yer değiştirmeye taraftar değildir, ama büyüyen çocuklarının tahsil ve terbiyesi için yapmak zorunda kalır.
Mika Dergi
O zamana kadar yabancısı bulunduğu büyük şehir hayatı ona iğrenç bir şey gibi görünür. Fakir mahallelerini dolaşmaya başlar ve gördüğü sefalet onu çok etkiler: ‘’Binlerce insan açlık, soğuk zillet içinde. Bu sefil hayat, cemiyet için korkunç bir cinayettir’’ der. O insanlara yardım etmeye çalışır, ama gayretinin boşa gittiğini görünce de şu karara varır: ‘’Başkalarının hayatını değiştirmek isteyen insan önce kendi hayatını değiştirmeli, ıslah etmelidir…’’ Bu karardan sonra Moskova’yı ve ailesini terk eder. Bir köylü gibi giyinmiş olarak ve yürüyerek Jasnaya Paliana’ya döner. Bütün servetini köylülere dağıtır ve her haliyle onlar gibi yaşamaya başlar. Bu yeni hayatında giydiği kaba saba elbiselerini bile kendisi diker. Köylülere elleriyle yardım eder. Kulübelerini yapar, tamir eder, topraklarını sürer. Zamanla mujikler onu o kadar çok sever ki, çok uzaklardan bile gelip, ondan akıl danışırlar. Hayatını kökten değiştirmesine, artık bedeniyle kollarıyla çalışan bir adam olmasına rağmen, Tolstoy kalemini hayatının sonuna kadar bırakmaz. Eserlerinde insanlığın çeşitli meselelerine değinen Tolstoy’un dünya ölçüsünde bir sanat ve fikir değeri vardır.
Kendi ülkesinin toplumsal siyasal çalkantılarını, halkının yaradılışını, yaşayışını gerçekten büyük bir ustalıkla yansıtır. Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilcilerinden olduğu kadar, bir filozof bir eğitimci olarak da ün kazanır.
• İnsanlar Arasında Boş Bir Konuşma • Usta ve Çırak • Köyde Şarkı Söylemek • Köyde Dört Gün • Yanlış Kupon • Oyun’dan Sonra • Erik Çekirdeği
Romanları
Masalları
• • • • • • • • • • • • • •
Çocuklukluğum İlk Gençlik Gençlik Sivastopol Serisi Kazaklar Savaş ve Barış İnsan Ne İle Yaşar? Ivan Ilyiç’in Ölümü Anna Karenina Kroyçer Sonat Diriliş Hacı Murat Sergi Baba Efendi İle Uşağı
Öyküleri • • • • • • • • • • • • • • • •
Toprak Ağasının Sabahı Baskın Ormanın Kesimi Notes of a Billiard Marker İki Süvari Subayı Bir Karşılaşma Tipi Lucerne Albert Üç Ölüm Aile Saadeti Polikuska The Decembrists Caucasus Mahkumu İvan İlyiç’in Ölümü Holstomer
• Fil ile Tilkiler • Masallar • an Masallar
Günlük ve Mektuplar • • • •
İlk hatıralar İtiraflarım Sevginin Talebi Hz. Muhammed
Eğitim
• Popüler Eğitim • Eğitim ve Öğretim Programları ve Danışmanlığın Tanımı • Bir Okuma Kitabı • Popüler Öğretim • Yeni Bir Okuma Kitabı
Din ve Ahlak
• Doğmatik Teolojinin Eleştirisi • İncil’in Kısa Bir İzahı • The Four Gospels Unified and Translated • Church and State • Neye Güveniyorum? • Hayat • Sevgi Tanrısı ve Komşunun Biri • Timothy Bondareff
17
18
Mika Dergi
• İnsanlar Niçin Sarhoş Olurlar? • On Non-Resistance • Birinci Adım (vejeteryanlık üzerine) • Tanrı’nın Hükümdarlığı Kendi İçimizdedir • Non-Activity • The Meaning of the Refusal of Military Service • Sebep ve Din • Din ve Erdem • Hıristiyanlık ve Vatanseverlik • Non-Resistance ( Ernest H. Crosby’e bir mektup) • Kutsal Kitab’ı nasıl Okumalıyız? • Kilise’nin Aldatmacası • Hıristiyan Öğretisi • İntihar • Öldürmeyeceksin • Aziz Sinot’a Yanıt • Sadece Savaş • Dinde Hoşgörü • Din Nedir? • Ortadoks Rahiplerine • Bilgeleri Düşünceleri (derleme) • Tek İhtiyacımız • Büyük Günah • A Cycle of Reading (derleme) • Adam Öldürme! • Birbirinizi Sevin • Gençliğin Savunması • Şiddetin Yasası ve Sevginin Yasası • Tek Emir • Her Gün İçin (derleme)
Sanat ve Edebiyat
• Sanat Nedir? • Sanat ve Sanatsal Olmayan • Shakespeare ve Drama • Dr.Alice Stockham’ın Edward Carpenter Tarafından Yazılan “Modern Bilim Cevirisi”nin Önsözü • Orloff’un Albümü • Amiel • Guy de Maupassant Hikayelerinin Serbest Çevirileri • Bernardin de St. Pierre Halk İçin Kısa Öğretici Hikayeler • İnsan Neyle Yaşar • Sevgi Nerdeyse Tanrı da Ordadır • İki Yaşlı Adam • İhmal Edilen Bir Ateş Evi Yok Eder • Nicolas Stick (Çar 1.Nicolas ) • Bir İnsana Fazla Mülkiyet Gerekir mi? • Ifias • Tanrı’nın Oğlu • Üç Münzevî Adam • Mum • Pişman Günahkâr • İlk Damıtıcı • Aptal İvan • Boş Davul • Işıkla Birlikte Işıkta Yürümek • Üç Mesel • Esarheddon • Üç Soru • Cehenneme Dönüş
• Çalışmak, Ölmek ve Hastalanmak • Bir Dua • Meyveler • Korney Vasilyeff • Niçin? • İlahiyatçı ve İnsan • Bir Köylüye Bilimsel Bir Mektup
Sosyal ve Siyasi Denemeler • Moskova’nın Nüfus Sayımı (1882’de) • M. A. Engelhardt’a Mektup • O Halde Ne Yapmalıyız? • Kadınlar • El Emeği • Zihinsel Hareketlilik ve El Emeği • Kültür Şöleni (Moskova Üniversitesinin Yıldönümü’ne) • Bir Devrimci’ye Mektup • Açlık (rapor ve mektuplar) • Utandır! (bedensel cezaya karşı) • Vatanseverlik ve Barış • Liberallere • Bakanlara • Sonun Başlangıcı • Terfi Ettirilmemiş Bir Görevliye Mektup • Hague Barış Konferansı • İki Savaş • Suçlu Kim? • Carthago Delenda Est • Zamanımızın Köleliği • Çıkış Nerede? • Vatanseverlik ve Hükümet
19
• Gerçekten Zorunlumu? • Çar’a ve Yardakçılarına • Çağın Yaklaşan Sonu • Askerlik Hatıraları • Memurluk Hatıraları • İşçi Sınıfı Problemi • Çar’a Mektup • İşçi Sınıfına • Politikacılara • Sosyal Reformlara • Pietro Mazzini’ye Mektup • Kendinizi Hatırlayın • Rus Devrimi • İşçi Sınıfı Nasıl Özgür Kılınabilir? • Büyük Bir Adaletsizlik • Rusya’da Sosyal Hareket • Çağın Sonu • Halkın Savunması • Askerlik Hizmeti • Rus Devrimi’nin Anlamı • Ne Yapılmalı? • H ü k ü m e t i n , Devrimcilerin ve Halkın Bir Savunması • Mülkiyet Sorununun Tek Çözümü • Susamam • M o l o c h n i k o f f ’ u n Tutuklanmasıyla İlgili • Bosna ve Herzegovina’nın İlhakı • Kaçınılmaz Devrim • Stockholm Barış Konferansı’na Bir Adres
Oyunlar
• Karanlığın Gücü • A y d ı n l a n m a n ı n Meyveleri (komedi) • Ceset (tamamlanmamış dram)
Tolstoy ömrünün son yıllarını derbeder bir şekilde geçirir. 82 yaşında, Astaopvo tren istasyonunda ölü bulunur. Ölümüne zatürrenin sebep olduğuna karar verilir. ‘’Hayat bizi resmen dört işlemle sınar; gerçeklerle çarpar, ayrılıklarla böler, insanlıktan çıkarır ve sonunda topla kendini der…’’ Hayatı boyunca yaşamının nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışan Tolstoy, eserlerinde de bunu eksiksiz olarak yansıtmayı hedef edinmiş en büyük Rus yazarlarından birisidir.
Kaynakça: Vikipedi, TolstoyHayatı ve Eserleri, Reşat Nuri Güntekin
05
20
Mika Dergi ‘ye ABONE OL
ÜCRETSİZ KİTAP KAZAN!
HEMEN ABONE OL! abone.mikadergi.com Her ay Mika Dergi ‘ye abone olan 5 okuyucumuza, Meliha Doğu ‘nun, Başını Dik Tutan Hüzün isimli imzalı kitabını hediye ediyoruz. Üstelik kargo ücreti de dahil.Hiçbir ücret ödemeden bu kitaba sahip olmak için tek yapmanız gereken, bu sayfaya tıklayarak açılacak olan sayfada, aktif olarak kullandığınız mail adresiniz ile Mika Dergi ‘ye abone olmak.Her ay, bir önceki sayıda abone olan okuyucularımız arasında yapılan çekilişle kazananlar, Mika Dergi ‘de açıklanacaktır. Abonelik çekilişi, her ayın ilk haftası gerçekleştirilecektir ve kazananlara mail ile bilgi verilecektir.
21
22
Her ay koltuğa bürünen i anlatıcı, yepyen hiyakelerle sizi şaşırtacak ...
Bir Koltuğun Anıları Mutlu bir heyecan havası sarmıştı etrafı… Kuşlar daldan dala zıplayarak şarkılar söylüyor, rüzgar ise gülümseyerek, onlara uyum sağlamak istercesine hafif hafif esiyordu. Güneş, çekiciliğinden ve güzelliğinden emin olmasına rağmen, bulutların iltifatlarını duydukça daha da bir coşuyor ve onlarla cilveleştikçe cilveleşiyordu. Çiçekler de onlara baktıkça daha bi güzelleşiyordu. Böcekler olup biteni anlamak için şaşkın şaşkın bakınarak, ne yapacaklarına karar veremiyorlardı. Karıncalar ise hummalı çalışmalarına ara verip, o gün düzenlenecek eğlenceye katılmak için süsleniyordu. Yaşlı ağaç derin bir oh
çekerek, kendi kendine söylendi: ‘’Bir daha şarkı söyleyebileceğimi s a n m ı y o r u m ’ ’… ‘’Hayrola dostum? Bu güzel günde hüzün içinde boğulmak ister gibi bir halin var. Nerden çıktı bu şarkılara küsme durumu?’’ diye sordu sallanan koltuk.
güzel günde kimsenin keyfini kaçırmak ve eğlencenin havasını bozmak istemiyordu. ‘’Yapma dostum! Bugün yeni bir yıla giriyoruz. Yüreğimizi sıkıştıran ve ruhumuzu daraltan her şeyden kurtulma, temizlenme zamanı. Yeni umutlar ekerek, yeni mutluluklar yaşama ve hayata yeniden başlama zamanı.
‘’Bir zamanlar çok güzel şarkı söylerdim, çünkü sesim kalbimden yükseliyordu. Ama sonra kalbimi paramparça eden şeyler yaşadım ve şarkılara küstüm. O parçaları bir araya getirmek için çok uğraştım. Yapamayınca da, kalbimin bir daha müzikle dolmayacağını kabullenmek zorunda kaldım’’ diyerek, sinirle dallarını silkeledi ağaç. Akan gözyaşlarının görülmesini istemiyordu. Bu
Rüzgar kıkırdayarak, ‘’Bana ihtiyacınız var galiba… Hemen esip, süpürürüm sizi mutsuz eden şeyleri!’’ dedi. ‘’Her yılbaşı aynı şeyleri istemekten, umutlanmaktan ve boş ellerle beklemekten yoruldum ve beklerken de yaşlandım arkadaşlar!’’ diye cevap verdi yaşlı ağaç. ‘’Bu güne kadar yanlış şeyler isteyip, boşuna beklemiş olabilirsin’’ dedi Güneş.
23
Yaşlı ağacın yüreğini ısıtıp, neşelendirmek istercesine dallarının arasına sokuldu. ‘’Beni gıdıklıyorsun ama’’ diye önce huysuzlandı ağaç, sonra da katıla katıla gülmeye başladı. ‘’Bu halinle bana birini hatırlatıyorsun yahu! Her sene aynı şeyleri dinlemekten vazgeçmeyen ve aynı hataları yapıp, yalnızlık ve mutsuzluk içinde debelenen bir kadın…’’ dedi sallanan koltuk.
‘’Anlat o zaman hikayesini bana. Belki onun hatalarından ders çıkarırım’’ diyen ağaca kuşlar karşı çıktı: ’’Yeter ya! Bozmayın neşemizi! Mutsuz hikayeler dinlemek istemiyoruz!’’ diye sitem ettiler. ‘’Söz, neşenizi kaçırmayacağız! Hem siz dinlemek zorunda değilsiniz ki. Gidin, yılbaşı partisi için hazırlıklarınızı yapın’’ dedi ağaç.
‘’Tamam, sizi rahat bırakacağız, ama bir şartla. Akşam partiye siz de katılıyorsunuz ve hep beraber eğlenerek yeni yıla giriyoruz! Hüzün yok! Tamam mı?’’ diye kaşlarını topladı Güneş. ‘’Öyle olsun! Bakalım! Şimdi bizi dostumla rahat bırakın! Merak ettim ben bu kadının hikayesini’’ dedi yaşlı ağaç ve dinlemeye hazırlandı.
BİR KADIN EVDE NASIL KALIR ’Sırma, kırklı yaşların başlarında, kendisine ve çevresindeki herkese evde kalmış, sevimsiz, huysuz, beş para etmez biri olmadığını ispatlamak için kendini parçalayan bir kadındı… Karlı, soğuk mu soğuk bir yılbaşı günü onunla tanıştım. Çılgın bir alışveriş sırasında, antikacıda beni keşfedip, astronomik bir rakam ödeyerek eve götürmüştü. Çok güzel, kibrit kutusu kadar küçük, ama zevkle döşenmiş bir evi vardı. Bir insanın kendi içinde bulamadığı şeyi, gidip dünyanın dört bir yanında arasa da bulamayacağını o eve girdiğim gün öğrendim. Evini, dolaştığı ülkelerden aldığı küçük küçük süsler ve çok güzel tablolarla donatmıştı. Her şeyin yeri milimetrik olarak hesaplanmış, muhteşem
bir
uyum sağlanmıştı. Ama bütün bu güzelliğe rağmen, yalnızlığın ve mutsuzluğun yüksek sesle konuşup, ağladığı bir ortamdı. O evde kaldığım süre boyunca çok mutsuz oldum. Hayata küsüp, boş boş ömrümü tükettim. Hani, ‘’Çaresiz kurban yolunu göremez’’ derler ya… Sırma da mutluluğu yakalayabilmek adına çaresizce çırpınıyor, ama çırpındıkça da hata yaptıkça yapıyordu. Aile kurmak, çocuk doğurmak istiyor, ama kendini hep evli erkeklerin kollarında ve yataklarında buluyordu. Gençliğinde kolayına giden, hatta tercih ettiği bir şeydi bu. Sıkıntı çekmeden, yorulmadan ve kendini köle gibi kullandırtmak yerine, o erkeklerin ilgilerinden ve
cüzdanlarından faydalanıyordu. Her istediği alınıyor, yapılıyor ve fazlasıyla şımartılıyordu. Ayrıca birlikte olduğu erkeklerin eşlerini, kıskançlıktan çıldırtmayı da çok seviyordu. Onlara meydan okuyup, kocalarını ellerinden alarak, psikolojik bir tatmin yaşıyordu… Birkaç adamın yuvasının yıkılmasına zevkle sebep olmuştu. Ama boşanmalarından sonra da onları terk etmişti. Hayatına giren erkeklerin haddi hesabı yoktu. Hepsini sevmiş miydi? Elbette ki hayır… Sözüm ona hep sevgi arıyordu, ama kendini hep hiçbir şey hissetmediği adamlarla sevişirken buluyordu. Bilmiyordu ki insanın içinde olmayan bir şeyi, başkasında bulamaz. Yüreğinde sevgi olmayan, kendini sevmeyen bir insan başkasını da sevemez…
24
Gerçi o bir kez sevmişti, hem de deliler gibi sevmişti. Onun için yaptığı ve yapmak istediği her şeyden vazgeçmek için elinden geleni yapmıştı. Ama yine de olmadı. Deliler gibi aşık olduğu adam, karısından vazgeçemeyeceğini anlamış ve ona geri dönmeden önce Sırma’ya,’’ Kadınlığı olmayan bir kadınla yatmak, bir kadınla yatmak değil canım! Ayrıca sen mutlu etmeyi öğrenemezsin. Sen sadece istiyorsun, çünkü içindeki şeytanın susuzluğu kanacak gibi değil’’ demişti. Bu sözler onu daha da hırçınlaştırdı ve erkeklere karşı daha da acımasız yaptı. Yatakta onları tatmin ederek, canlarını acıttıkça acıttı, istedikçe istedi. Ama yalnız kaldığında kendini kandırmaktan ve mutluluk hayalleri kurmaktan da vazgeçmedi. Özellikle de yılbaşı gecelerinde… Her yıl aynı dilekleri diler, kendine mutlu olmak, aile kurup, çocuk doğurmak için elinden geleni yapmak için söz verirdi. Ama o sözler o gecede kalır, ertesi sabah ise hayatına bıraktığı yerden devam ediyordu’’ diyerek sözünü tamamladı sallanan koltuk. ‘’Emerson boşuna, ‘ Doğa aptal insanları cezalandırmaya bayılıyor’ dememiş dostum. Gerçi senin Sırman işi doğaya bırakmayıp, kendi işini kendisi halletmiş.
İnsanın kendi çekmecelerini açması, kendisi hakkında daha çok şey öğrenmesidir. O kendi çekmecelerini hiç açmamış, çünkü kendisini görmek midesini bulandıracağını biliyormuş’’ dedi yaşlı ağaç. ‘’Kim bilir belki de Sırma, tıpkı bir İspanyol atasözünün dediği gibi, ‘’Yaşamdan istediğini al ve bedelini öde’’ dersini öğrenmeliydi. Öğrendiğinde her şeye geç kaldığını anlasa bile’’ dedi koltuk. ‘’Parti başlıyor!’’ diye
bağıran kuşların sesi konuşmalarını noktalamak zorunda olduklarını hatırlattı. ‘’Mutlu yıllar! Sizi seviyorum! Daha uzun yıllar hep beraber bu güzelliği yudumlamak istiyorum!’’ diye bağıran Rüzgar, ortalığı sarsarak esmeye başladı. Bu sarsılmanın sayesinde yaşlı ağaç ve sallanan koltuk bütün olumsuz düşüncelerden kurtulup, parti havasına girdiler. Herkes, kuşların söylediği şarkılara eşlik etmeye başlayınca da yılbaşı partisi başlamış oldu…
25
26
27
BABAMIN CESETLERİ Krek Tiyatro topluluğu 1999yılında, Berkun Oya ve Ali Atay tarafından kurulmuş ve sadece Berkun Oya’nın yazıp, yönettiği oyunları sahneliyor. Aşkla yapılan her şey güzeldir ve fark edilmemesi, sevilmemesi imkansızdır. Sihirli bir gücü vardır üstelik. Kendine çeker, hayran bırakır, sevdirir:) Bazen gülümseterek, bazen ağlatarak derinden sarsar ve düşündürür. Aşkla yapılan her şey sonunda acıtsa da, güzeldir :) ‘’Babamın Cesetleri’’ her anlamda aşkla yapılan bir oyundur. Çok iyi yazılmış, çok iyi yönetilmiş ve çok iyi oyunculuklarla tamamlanmış, çok güzel bir hikaye söz konusu. Ayrıca seyircinin algısını zenginleştiren bir sahne düzeni kurulmuş. Seyirciler oyunu bir camın arkasından seyrederken, tıpkı bir kamera misali hafızalarına kaydederken, oyunun içine girip kendi hayatlarından da kesitler yaşıyor… Aslında küçük sahne kutusu bir hastane odasında ibaret… Sahnede bir hasta yatağı, iki koltuk, bir sehpa, serumlar, ilaçlar, iğneler. Dört ayrı insan, iki farklı çift ve iki güzel kurban… İşine aşık ödüllü bir savaş foto muhabiri bir baba. 35 yıl boyunca hayalinde yarattığı bir kahramanı bekleyen anne. Onların dünyaya zaten birer ceset olarak
doğmuş iki oğlu. Bir de onların dokunduğu zedelenen hayatlar… Oğullarını hemen hemen hiç görmemiş bir baba, yerinden hiç kımıldayamayacak kadar ölüme yakın. Anne’nin küskünlüğü, ölüm döşeğindeki kocasının elini tutmasını engelliyor. Altı yıldır çekemediği film projesinin röportaj hayallerini kuran büyük oğul, aslında konuşmak için bile gerekli çabaya sahip değil. İlk bakışta en korkakları gibi görünen küçük oğul, babasından ölmesini dileyecek kadar nefret ediyor. Onun karısı ise başını okşayacak bir anne kadar yakın. Oğlanların ikisi de o güne kadar istediği gibi yaşamış babalarından alacaklı hissediyorlar kendilerini. ‘’Babamın cesetleri’’ bir aile dramının, bir hesaplaşmanın oyunu… ‘’İyi baba olmak nedir? İnsan çocuk sahibi olurken neleri gözden çıkarmalı? Hayatın iplerini elinde tutmanın bedeli nedir ve bunu kimler öder?’’ soruların yanıtları bulunmaya çalışılıyor. Sıradan olmayan, ama sıradan duygularla tetiklenen, zaafları, özlemleri öfkeye dönüştürebilen ve bu öfkenin temelinde korkunun, özlemin, hayranlığın yattığı, yanı her ailede var
olan ve yaşanan şeyler… O yüzden seyirci oyunu seyrederken birden kendini onun içine buluyor. Kendi hikayesinden, kendi ailesinden kesitler yakalayarak, özlediği, unuttuğu ve belki de kaçtığı sorularla yüzleşip, sarsılıyor. Yer yer bu yüzleşmeler ağlama noktasına kadar gidebiliyor… Hele hele babanın, büyük oğluna verdiği öğüt, başkalarının yanında ağlamayı sevmeyen, kendini sıkanların bile frenlerin boşalmasına sebep oluyor: ‘’Ağaçların sadece toprağın üstünde olduğunu sanan adamlardan olma oğlum. Ve bir gün o filmi çekeceksen kökleri de göster…’’ Kısacası ‘’Babamın Cesetleri’’, insan olmak, birey olmak, sevgi, korku, ahlak, özgürlük kavramlarını ve ödenen bedelleri anlatırken, tokat etkisi yaratıyor… Defne Kayalar, Kaan Taşaner, Öner Erkan, Özge Özel, Şerif Erol, Ulaş Tuna Astepe’nin sergilediği oyunculuk ise insanı tekrar tiyatroya aşık olmak için davet etmenin ötesinde, resmen kışkırtıyor :)
Meliha Doğu
melihadogu@mikadergi.com
28
Tolstoy ve Ölüm
‘’Ben neyim? Niçin yaşıyorum? Hayatımın gayesi nedir? İyilik nerededir? Kötülük nerededir? Bütün hayatımdan ne çıkacak? Niçin bir şey yapmalıyım? Hayatta beni bekleyen ölümün mahvetmeyeceği bir gaye var mıdır?..’’
Hayatı boyunca hayatın anlamını arar durur büyük yazar… Yüzleştiği gerçekleri irdeleyip, yorumlamaya çalışırken de hep ölüm kavramı ile karşı karşıya kalır. Daha üç yaşındayken annesini kaybeder. Dokuz yaşındayken ise babasını. Genç yaşta katıldığı savaşta da ölümle göz göze, nefes nefese yaşamak zorunda kalmış. Gördüğü, ziyaret ettiği hastalara ve yaralılara kendince yardım etmeye çalışırken bazen bunalıma girmiş. Ama zamanla, Rus köylüsünü anlamayı öğrenmiş ve tatlı bir tevazu ile ölmesini bilen bu insanların bilinçsiz büyüklüğü karşısında ve ölüm gerçeğin karşısında saygıyla eğilmiş. Daha çocukken yüzleştiği ölüm onu çekingen ve mahcup bir insan yapmıştır. Ölümle adeta bir aşk-nefret ilişkisi yaşamıştır belki de… Hemen hemen bütün eserlerinde ölüm konusunu ele almış. Onu anlamaya, anlatmaya çalışmıştır. Bazen onu oldukça basit, yumuşak ve insancıl anlatmıştır. Belki de, tüm ölümlerin böyle olduğunu, kasvet ve kederin bir öğretilmişlikten ibaret
olduğunu
düşündürmek…
‘’ALYOŞA’’ Bu hikayesinde mesela ölümü doğal, sıradan, masum, ama bir o kadar da ürpertici bir tarzda sunar… Görebildiği tek genç kız olan hizmetçi Üstiniye ile evlenmek isteyen zayıf, saf uşak Alyoşa üç beş kapik karşılığında ölesiye çalışan bir gençtir. Gündelik işlerinden birisi olarak damdaki donmuş karları koparmaya çalışırken ayağa kayar, karların üstüne düşeceğine, demir kapının saçağı üstüne düşer. Tüm dünyası köle gibi çalışmak ve zayıf bir umut da olsa hizmetçi kızla evlenmek olan Alyoşa, feci şekilde düşmesine rağmen, ‘’Her yerim ağrıyor. Ama ziyanı yok, geçer… Yalnız beyefendi kızacak diye korkuyorum…’’ der ve az sonra da Üstinye’nin yanında ölür. Soğuk ve karlı Rus steplerinde yaşanan ve nerdeyse ders vermeyi amaçlayan bir başka ölüm sahnesi: ‘’EFENDİ VE UŞAĞI’’ İşi için yola koyulan uşakla efendi, dondurucu soğuk ve tipiden dolayı yollarını kaybeder. Kızak yoldan çıkar ve efendiyle uşak ölesiye üşürler.
Uşak için ölüm bir süre sonra tatsız görünmemeye başlar. Tüm yaşamı bir kölelikten ibaret olduğu için zaten yaşamaktan bezmiştir. Bir süre sonra kendine gelmeye başlayan efendi, uşağın ölmek üzere olduğunu anlar ve hemen kürküyle beraber uşağın üzerine uzanır ve onu ısıtmaya başlar. Bir tür pişmanlık duygusu içinde paranın, çiftliklerin, ormanların anlamsızlaştığı bu anda tek dileği uşağına birazcık olsun sıcaklık verebilmektir. Ölüme beş kala insan olmanın tam da böyle bir şey olduğunu öğrenir ve uşağına ‘’kardeş’’ diye hitap etmeye başlar… Köylüler ertesi gün öğleye doğru cesetleri bulduklarında efendiyi, uşağın üstünde bulurlar… Cesedi buzhanede dondurulmuş et gibi serttir. Kaldırmaya çalıştıklarında hala uşağın vücudunu sarmaya çalışırcasına bükülemez bulurlar. ’KORNEY VASİLİYEV’’ İnsanların bazen küçük şeyleri büyütüp, biraz düşünerek birbirlerini affetmezlerse, ölüm araya girince büyük pişmanlıklar yaşayacaklarını anlatır bu eserde…
29
Marva, yıllar sonra dönen kocası Korney’i tanımamazlıktan gelir, ama pişman da olur bu yaptığına. Ertesi gün ilk işi Korney’in kaldığı yere gitmek olur ama tertemiz havlularla sarılmış, sert, güzel ve yaşlı yüzüyle yatan Korney’in cesedini bulur gittiği yerde. Artık ne bağışlamak, ne de af dilemek mümkündür. ‘’İVAN İLYİÇ’İN ÖLÜMÜ’’ Bu eserinde bizim, yakınlarımızın, hepimizin ölümünü anlatır sanki Tolstoy. İçinde hem macera barındıran, hem de ölenden başka kimsenin umurunda olmayan bir ölümün hali gibi. Tüm ilişkilere ve duygusallığa rağmen, ’’herkes kendi ölümünü yaşar’’ dercesine. İvan İlyiç, duvar kağıdını nereye kaplanacağını tarif etmek için merdivene çıkar ve ayağı kayıp düşüverir. Çevik bir yapısı olduğu için berbat bir şekilde düşmez, sadece böğrü bir dolap kapağının kulpuna çarpıp, biraz ağrır. Birkaç hafta sonra, ağrılar da, olay da unutulup gider. Yıllar sonra karnının sol tarafında tuhaf bir rahatsızlık duyduğunu söyler. Bir hastalık olarak değerlendirmek yerine, ‘’eh ağrıyordu işte biraz’’ der. Bu da hepimizde sık sık görülebilecek, önemsiz bir ayrıntı gibi. Zamanla hastalık kendini belli eder. İvan İlyiç öleceğini anlar ve hayatını gözden geçirir. Böğründeki ağrısıyla
konuşur: ‘’Hah sen buradasın, tamam, peki ölüm? O nerede?’’ Sıradan son gelir. Birisi üzerine eğilir: ’’Bitti’’ der. İvan İlyiç bunu duyar, ‘’Ölüm bitti, o da yok artık’’ der. Derin bir soluk alır, fakat yarısında durur, soluğun tamamını veremez, gerinir ve ölür. ‘’DİRİLİŞ’’ Ölümün sıradan, hep olan, olabilecek; ani ve ürpertici olduğunu, ama sadece ölenin kendisini ilgilendirdiğini, adeta bir kadavra dersi izlenimini verir tüccar Smelkov’un cesedini tarif ederken. Cesedin şişmesi, derinin kabarıp sarkması, gözlerin yuvalarından fırlaması; ağızdan, burundan ve iki kulağından pis kokulu cerahat akması gibi ayrıntıları dile getirir. İç organlarının otopsi raporunu verir: ‘’midenin içinde bulunanlar (altı librelik bir cam kavanozda bulunuyor), sağ ciğer ve yürek (altı librelik bir cam kavanozda bulunuyor)…’’ İnsan ölüsünü adeta bir kasap dükkanındaki etler seyrettirir gibi sakin, çok önemli değilmişçesine, duygulanmadan inceler ve gördüklerini yalın bir şekilde aktarır. Neticede ölüm ve ölüm vakaları aynıdır, sadece bakış açısı, hissettirdiği duygular ve yorumlama biçimi farklıdır. Müzikte, hatta sanatın ve hayatın her alanı için geçerlidir aslında bu. Çünkü kurgusal
olanla gerçek olan birbirine bağlıdır, iç içe geçmiştir… Tolstoy da hayatı boyunca yaşamla kurgunun, hayallerle gerçek dünya arasında gidip gelmiş, hayatın anlamını bulmak ve anlamak için çırpınmıştır. Bu arayış serüveni de küçük bir kasabanın, tren istasyonunda son bulur…
Meliha Doğu
melihadogu@mikadergi.com
30
HABERLER
KORKU YAZARININ KORKULARI ABD’nin Lowell kentindeki Massachusetts Üniversitesi’nde öğrencilere konferans veren korku ve gerilim türü yazarı Stephen King, bir öğrencinin kendisine ‘’en çok korktuğu şeylerin ne olduğunu’’ sorusuna, ‘’örümcekler, yılanlar ve üvey annem’’ yanıtını vermiş. Öğrencilere yazarlık hakkında ipuçları veren King, hikayelerini yazarken duygusal bir heyecan yaşadığını ifade ederek, ‘’Ben çatışmacı bir yazarım. Okuyucuyla yüz yüze olmak, onun alanına girmek isterim.
Onunla aramda öpecek, sarılacak, boğacak, yumruklayacak kadar yakın bir mesafe olmalı. Onun dikkatini çekmeliyim’’ demiş. Yazacağı konuyu yaklaşık yarım saat içinde oluşturduğunu ve korku hikayelerine olan merakının yaşadığı bir çocukluk travması ile ilgili olmadığını belirtmiş. 2013 yılında ilk olarak suç romanı Joyland’in basılacağını, daha sonra da ünlü başyapıtı ‘’The Shining’’in devamı niteliğinde yazdığı ‘’Doktor Sllep’’in raflarda yerini alacağını açıklamış.
61 YIL SONRA KALDIRILAN SANSÜR Amerikalı ünlü yazar James Jones’un, aynı adla sinemaya uyarlanıp 8 Oscar alan romanı ‘’İnsanlar Yaşadıkça’’ 61 yıl sonra sansürsüz olarak tekrar yayımlandı. Piyasaya sürüldüğü 1951’de çok satanlar listesine giren ve Ulusal Kitap Ödülü’nü kazanan eserin sinema çevrimi de bir efsane olmuş. 1953’te başrollerini Burt Lancaster, Deborah Kerr, Frank Sinatra, Mongomery Clift ve Ernest Borgnine’in paylaştığı ve Fred Zinnemann’ın yönettiği film, ‘’En iyi film’’, ‘’En iyi
yönetmen’’de dahil olmak üzere tam 8 dalda Oscar kazanmış. İçeriğini yazarın İkinci Dünya Savaşı’ndaki kendi askerlik deneyimlerinden alan kitap, Pearl Harbour’da geçer. Askerlerin cephedeki çilekeş yaşamları anlatılırken, eşcinsellik, aşırı küfür ve cinsellik öğeleri ‘’Ulusal Edebiyat Denetleme Kurulu’nca sansür edilmiştir. E-Books Open Road Yayınevi kitabın tümünü yayımlayarak, yazarın 55 yaşında ölmeden önceki, ‘’Kitabıma uygulanan sansür umarım bir gün kaldırılır’’ dileğini de gerşekleştirmiş oldu.
31
mika dergi
#mikadergi
edebiyatâ€˜Äą takip et
32
HABERLER
İNTİHAR ETTİREN ‘’ÜÇ FİNCAN ÇAY’’
New York Times gazetesinin 85 hafta çok satanlar listesinin başında yer alan ve Türkçe’de ‘’Üç fincan çay’’ adıyla yayımlanan kitabın yazarı David Oliver Relin, girdiği depresyon sonucu intihar etmiş.
Relin’in Amerikalı dağcı Greg Mortenson ile yazdığı kitap Pakistan’daki Himalayalar’da sert iklimde yaşam mücadelesi veren Müslüman Balti toplumunu konu alıyordu. Mortenson dünyanın ikinci en yüksek noktası K2 zirvesine başarısız bir tırmanış denemesi kaybolduktan sonra ölmek üzereyken Balti halkı tarafından iyileştirilir. Mortenson köylülere okul için söz verir. ABD’ye dönünce yardım kampanyası yaparken, bir yandan da bölge halkının yaşamını anlatan kitabı Relin ile kaleme alırlar.
Kitap 4 milyon kopya satar, ama Relin’ın hayatı trajik bir sona doğru sürüklenmeye başlar. Kitapta yazılanların, gerçeği yansıtmadığı iddia edilir. Hatta adıyla ‘’Üç fincan hile’’ olarak alay edilir. Monterson’un yaptırdığı iddia edilen okulların aslında hiç yapılmadığı ya da başkaları tarafından inşa ettirildiği iddia edilir. Monderson sonunda bağış paralarını iade eder. Relin ise girdiği bunalımdan çıkamayarak, hayatına son verir.
ANDERSEN’İN İLK MASALI Danimarkalı masalcı Hans Chistian Andersen’in 1820’de kaleme aldığı tahmin edilen ilk masalı bulundu. Memleketi Odense’de Ulusal Arşiv’e kaldırılmış kutuları araştıran tarihçi Esben Brage tarafından bulunan ‘’Don yağından mum’’ adlı kısa masal, altı sayfa ve 700 kelimeden oluşuyor.
Andersen’in bayan Bunkeflod’a atfettiği masalda, ‘’iç güzelliği fark edilene ve tutuşturulana kadar ihmal edilen ve kirlenen saygıdeğer bir mumun hikayesi’’ anlatılıyor. Bayan Bunkeflod’ın, Andersen’in çocukken ziyaret ettiği ve ödünç kitap aldığı dul bir kadın olduğu sanılıyor.
33
mika dergi
/mikadergi
beÄ&#x;endiniz mi?
34
Mika Dergi
Yarım Kalan Mucize Dergimizin yazarı Neşe Uzun, tıpkı babası gibi Köy Enstitüsü öğretmeni olan Nahide Kahraman’ın ‘’Yarım Kalan Mucize’’sini bize anlatarak, o dönemin Unutulmaması gerektiğini vurguluyor… Kitaba ismini veren “Mucize”, 17 Nisan 1940 yılında kurulup 14 yıl kadar kısa sürede yaşam bulup 1954 yılında kapatılan Köy Enstitüleridir. Bu kısa zaman diliminde yetişmiş değerli öğretmenlerimizden sadece birisidir Nahide Kahraman. Kitapta kendini
anlatmaktadır. Küçük yaşında öğretmen olmaya nasıl karar verdiğini, öğrenci Nahideyi, Öğretmen Nahideyi, Kadın – Eş Nahideyi ve nihayetinde Anne Nahideyi anlatıyor. Şimdilerdey se yaşamını Torun Sahibi Nahide olarak sürdürüyor. Nahide Kahraman 1 Ocak
1930 doğumlu bir Cumhuriyet çocuğu. Tüm köy çocukları gibi onunda kaderi doğduğu gün belirlenmiş belirlenmesine fakat dönemin eğitimcileri köy çocukları için öyle büyük bir seferberliğe girişmişlerdi ki, küçük Nahide’in de, içlerinde babam dahil birçok köy çocuğunun da kader çizgileri birden değişiyor.
35
Nasıl mı… 3303 Sayılı Köy Enstitüleri Yasası”nın 17 Nisan 1940 yılında TBMM”de kabul edilmesine kadar geçen süreç, 1935 yılında Saffet Arıkan’ın, Milli Eğitim Bakanı olmasıyla birlikte Atatürk’ün köy çocuklarının, kızlarının eğitimi, köylünün aydınlanması için sürekli olarak gündemde tuttuğu düşünceleri yavaş yavaş hayata geçirmeye başlıyor. 1935 yılında İsmail Hakkı Tonguç”un (Köy Enstitülü çocukların Tonguç Babası) İlk Öğretim Genel Müdürlüğüne atanmasıyla Köy Enstitülerinin kurulmasını hızlandırılıyor. Tonguç un hazırladığı ilköğretim ve eğitim meselesi başlıklı öğretmen okulları hakkındaki araştırması Köy Enstitülerinin kuruluşunun temelini oluşturuyor. Böylelikle 1937 yılında Mahmudiye (Eskişehir de) açılan ilk “eğitmen” kursunun her şeyin başlangıcı olduğunu söyleyebiliriz. Ve böylelikle çok başarılı olan eğitmen kursları, Köy Enstitülerinin yolunu da açmış oluyor. İşte Nahide öğretmende açılan bu enstitülerden Erzurum Pulur Köy Enstitüsünden mezun olan bir köy çocuğu. Köy Enstitülerinde
gördükleri dersleri şöyle sıralayabiliriz, ziraat dersleri ve teknik dersler, yabancı dil, el yazısı, resim-iş, beden eğitimi ve ulusal oyunlar, müzik, askerlik, ev idaresi ve çocuk bakımı, öğretmenlik bilgisi, toplumbilim, iş eğitimi, çocuk ve iş ruhbilimi, iş eğitimi tarihi, öğretim metodu ve tatbikat, zirai işletmeler ekonomisi ve kooperatifçilik, duvarlılık ve sıvacılık, betonculuk, kızlar için köy ev ve el sanatları, dikiş-biçki,nakış, örücülük ve dokumacılık ve ziraat sanatlarından oluşuyor. Ben Nahide Hanım Teyzeyi ve eşi Mehmet Bey Amcayı 1965 yılında babamın tayini nedeniyle geldiğimiz İstanbul’da tanıdım. Babam da onlar gibi bir Köy Enstitülü’ öğretmendi. İstanbul’a tayini çıkınca Nahide Hanım Teyzenin, Kayınpederinin evini kiralamıştı. Kuruluşuyla “güneşin aydınlığını” köy çocuklarının üzerine doğmasını amaçlayan, “Mucize” 14 yıl sürdü fakat Türk Eğitimi için bir yıldız oldu ve eğitime görkemli bir tarih yazdırdı. Köy Enstitülü öğretmen olmak demek, doktor olmak demekti, çiftçi olmak demekti,
marangoz olmak, terzi olmak, yapıcı ustası olmak demekti. Küçük yaşlarında evlerinden çıkıp gelenlerin köy çocuklarının umudu demekti… Onlar eğitimin bu ışık yuvalarında kadınerkek ayrımı yapılmadan her şeyi öğrendiler. Öğretmen olup köylerine atandıklarında da köylüyü dinlediler, bilmediklerini öğrendiler, bildiklerini öğrettiler, onlarla büyüdüler… Nahide Kahramanın eğitim için verdiği “kahramanca” yaşamı bu kitapta onun duru anlatımıyla ve Sayın Şebnem Atılgan’ın akıcı kalemiyle anlatılıyor ve okurlarıyla buluşuyor. Ben okuyun derim… Ve son cümlemi Nahide Kahraman’ın cümlesiyle bitirmek isterim… “Köy Enstitüleri bizim talih kuşumuzdu, bizler de özgür birer güvercin’’. Tarihimizi ve o tarihe adını yazdıran bir dönemin unutulmaması adına Okuyun ve okutun…
Neşe Uzun
neseuzun@mikadergi.com
36
Kadın Hikayeleri
ÖLMEK İSTİYORUM Kendini, son birkaç yıldır hiç olmadığı kadar mutlu hissediyordu. Hangi tarafa gitmek istediğini gayet iyi biliyordu, ama derdini hiç kimseye anlatamıyordu. Her insanın hayatı uçup giden şeylerle doludur. Ama iyi. Ama kötü… Onun hayatındaki her şey, ama her şey üç sene önce uçup gitmişti. O da elini, ayağını hayattan çekip, ölmeye yatmıştı. Şimdi tam amacına ulaşmak üzereyken onu neden engellemeye çalıştıklarını anlamıyor, anlamak istemiyordu. Hastaneye yatırmışlar, boğazına hortum bağlamışlar, her tarafına serumlar,
aletler takıştırmışlar… Üstüne üstlük kendine zarar vermemesi için ellerini, hatta ayaklarını bile bağlamışlardı. Direndikçe direniyordu… Tedavi olmak istemiyordu. Her şeyi koparıp çıkarmak, kurtulmak ve ölmek istiyordu. Sadece ölmek… Yanına gelen doktor ve hemşirelere: ’’Ölüm ilacı yap! Öldür beni!’’ diye sürekli tekrarlıyordu. Onları, amacına ulaşmasını engelleyen birer şeytan gibi görüyor, bağırıyor, çağırıyor ve küfrediyordu. O böyle yaptıkça doktorlar da onu yatıştıracak ve uyutacak ilaçlar yapıyordu her halde
ki, beyni birden uyuşup, başka bir boyuta geçiyordu. ***** ***** Altı- yedi yaşlarındaydı. Babası onu cezalandırmıştı… Karanlık bir odaya kapatıp, ellerini ve ayaklarını sandalyeye bağlamıştı. ‘’Sesini çıkarırsan, ağzını da bantlarım’’ demişti. Çok büyük bir suç işlemişti: Kafesteki kuşları serbest bırakmış, evdeki kedi de bir güzel onları yemişti. Sonra da babasından saklanmak için kitaplığın arkasına girmeye çalışırken, bütün kitapların yerlere dağılmasına sebep olmuştu.
Mika Dergi
Güzel bir dayaktan sonra da cezalandırılmıştı. Umurunda değildi. O babasını, babası da onu sevmiyordu… Oyun oynamasına, gülmesine, şarkı söylemesine izin vermiyor, her şeye kızıyor ve sık sık dövüp, bu karanlık odaya hapsediyordu. Babası zaten hiç kimseyi sevmezdi. Alkol yüzünden ordudan atılmış, hapishanede gardiyanlık yapıyordu. Tedavi görerek alkolden kurtulmuştu, ama bu onu daha hırçın ve saldırgan bir adama dönüştürmüştü. Her şeyle, herkesle, kendisiyle bile kavga eden bir adamdı. Ona göre dünyadaki bütün insanlar suçluydu. Gereken cezaları verip, acı çekerek pişman olmalarını sağlamak ise onun kutsal göreviydi. Bu görevi de ilk önce ve en çok karısına ve çocuklarına uyguluyordu. Annesi ve ablası ağlayarak, diz çöküp af dilerken, o nefretle babasının gözlerinin içine bakıyor: ‘’Ne yaparsan yap ağlamayacağım! Öldürsen bile senin istediklerini yapmayacağım’’ diyordu. Öyle de yaptı… Hiçbir zaman babasının istediği gibi bir kız olmadı, olmamak için de elinden geleni yaptı.
Hep onun söylediklerinin tersini yaptı. Babası da onu her fırsatta cezalandırmak ve dövmek için bahane buldu. Kendi isteği ile ortaokulu ve liseyi yatılı okudu. Yaz tatillerini ise anneannesinin yanında geçirdi. Liseyi bitirince mecburen eve döndü. Daha ilk gece babasıyla kavga etti. Ü n i v e r s i t e d e okumak istediğini söyleyince babası çıldırdı. Ablasına da yaptığı gibi, ona da zengin bir koca bulup, kısa sürede evlendirmek istiyordu. O gece babasından öyle bir dayak yedi ki, birkaç ameliyat geçirip, uzun süre hastanede yatmak zorunda kaldı. İyileşir, iyileşmek de Amerika’ya gitti. ***** ***** Gözlerini açtığında etraf kararmıştı. Yatağın yanındaki koltukta oturan hemşire, yorgunluktan uyukluyordu. Açık olan pencereden yağmurun kokusu geliyordu. Yalnızlık koşup, yatakta yanına kıvrıldı. Çocukluğundan beri onu terk etmeyen en sadık dostu… ‘’Hayat, sürekli açıp kapanan bir sürü kapıdan ibarettir’’ derdi anneannesi. ‘’Her odada yeni şeyler öğreniyor, bir şeyler kaybediyoruz, ama bir şeyler de
kazanıyoruz. Sen, sen ol yavrum o kapılardan geçerken, yalnızlığı unutturacak sevgi biriktirmeye çalış. Çünkü sevgi en güzel silgidir. En acı verici anıları bile siler, unutturur’’… Evet, bütün acılarını unutturacak sevgiyi çok aramıştı, ona kavuşabilmek için yıllarca beklemişti, sahip olabilmek için de çok ağır bedeller ödemişti. Ama onu da kaybetmişti işte… Elini uzatıp, yalnızlığına sarıldı. Yağmurla birlikte ağlamaya başladı. Yaşamak için tek bir sebebi yoktu onun. Ölmek, ölmek, sadece ölmek istiyordu. Fazla gürültü çıkarmadan sağ elini bağcıklardan kurtardı ve onu zorla hayata bağlayan aletlerden kurtulmaya başladı. Burnundaki tüpü, boynundaki serumu ve boğazındaki tüpü çıkardı. Ölümün soğuk nefesini hissedince de, mutlu mutlu gülümsedi… ***** ***** On sene kadar Amerika’da kaldı. İlk başta çok sıkıntı çekti. Dil bilmiyor, hiç kimseyi tanımıyor, ama geri dönmeyi de kesinlikle istemiyordu. Gündüzleri dil okuluna gidip, geceleri çalıştı. Bulduğu her işi yaptı: garsonluk, bebek bakıcılığı, hasta bakıcılığı… Dilini ilerletince de üniversiteye kaydını yaptırdı.
37
38
Üniversitede okuduğu sürece de çalışmaya devam etti. Kazandığı her kuruşunu biriktirdi. Mezun olduğu yıl da kendine küçük bir ev aldı. Kendine küçük, ama güzel ve huzurlu bir dünya yarattı. Kendi ayakları üzerinde duran, kendine güvenen güzel bir kadındı. Her ne kadar o da Hemingway gibi, hayata bir kavga, bir oyun, bir gösteri olarak bakmak istese de, yapamıyordu. Çocukluğunda ruhunu zedeleyen olayların etkisiyle yalnızlığı seviyor, tercih ediyor ve hayatına birilerini sokmaya korkuyordu. Arada annesi onu görmeye geliyordu. Kızı için hem üzülüyor, hem de mutlu oluyordu. Babasıyla ve ablasıyla hiç görüşmedi, konuşmadı. Mektuplaşmadı bile… O yediği korkunç dayaktan sonra babasının cenazesine bile gitmemeye yemin etmişti. Öyle de yaptı… Babası öldükten on gün sonra Türkiye’ye geldi. Niyeti annesini de alıp, Amerika’ya gitmekti. Ama ablası karşı çıktı. ‘’Bu kadar gurbet yetmez mi? Sürükleme annemi
oralara… Hem ben burada tek başıma perişan olurum’’ dedi. Ablasının haline zaten çok üzülüyordu. Küçük yaşta bir avukatla evlendirilmiş, tam babasını istediği gibi köle ruhlu bir kadın olup çıkmıştı. Bir sene önce de kocasını trafik kazasında kaybetmişti. İyice çökmüş ve yaşlanmıştı. Efendisi olmadan ne yapacağını bilmeyen bir ruh haliyle ayakta durmaya çalışıyordu. Hayatla baş edebilecek bir kadın değildi. Yeğenleri de eteklerine yapışıp: ’’Teyze, lütfen gitme!’’ diye yalvarınca, Türkiye’de yaşamaya karar verdi. Önce hep beraber uzun bir tatil yaptılar. Dinlenip, birbirine alışmaya çalıştılar. Ablasının yaşı ilerledikçe iyice babasına benzediğini; tıpkı onun gibi alıngan, hırçın ve duygusuz bir insan olduğunu fark etti. Çocuklarını, tıpkı babasının ona uyguladığı yöntemlerle yetiştirmekte inat ediyor ve onları da birer ruh hastasına dönüştürme yolunda hızla ilerliyordu. Tatil dönüşü onu doktora götürüp, zorla da olsa tedavi olmasını sağladı. Amerika’daki evini satıp,
kendi işini kurdu ve deliler gibi çalışmaya başladı. ‘’Hayat, doğru cevapları olmayan bir sınav’’ demişti Nietzsche. O da artık hayatı sorgulamaktan vazgeçip, kendini hayatın akışına bıraktı. ***** ***** Gözlerini açtığında, kendi evinde olduğunu anladı ve dehşete kapıldı. Elleri, ayakları yine bağlanmış; hortumlar ve aletler yine takılmıştı. ‘’Ölmeyi bile beceremedim’’ diye düşünerek ağlamaya başladı. Ablası ve hemşire yanına gelip, onu sakinleştirmeye çalıştılar. ‘’Bak canım, seni evine getirdik. İyileşmen için ne gerekiyorsa yapılacak! Ben senin mutlu olmanı istiyorum’’ diyen ablasına: ‘’Ben bir bitki gibi yaşamak istemiyorum! Ölmek istiyorum! Rahat bırak beni!’’ diye avazı çıktığı kadar bağırmak istedi, ama boğazındaki hortum buna engel oldu. Eline kalem, kağıt verdiler. O da derdini yazarak anlatmaya çalıştı:’’ Bütün param, evlerim, yazlığım senin olsun!
39
Yaşamak için bir sebebim yok. Beni rahat bırak! Ölmek istiyorum!’’. Yazdıklarını okuyunca ablası kendini zorlayarak ağlamaya başladı. Hemşire gelip, yatıştırıcı bir iğne yaptı. Beyni uyuştu ve etraf bulanıklaştı. Datça’daki yazlığın balkonuna oturmuş, denizi
seyrediyordu… Çok sıcak bir gündü. Güneş ortalığı yakıp, kavuruyordu. İnsanlar nefes alabilmek için gölgelere, serin yerlere saklanmışlardı. Deniz rüzgarla özgürce sevişiyordu. Arada bir nispet yaparcasına kabarıyor ve sadece rüzgarın duyabileceği kahkahalar atarak cilve yapıyor, sonra
da uslu uslu dalgalanmaya devam ediyordu. O da şu an yatak odasına koşup, kocasıyla deliler gibi sevişmek istiyordu. Yatak odasında geçirilen uzun saatlerde yaşanan o çılgın unutmalarda, kendini de unutmak istiyordu. Unutmak, unutmak ve kaybolmak… Galiba şu an yapmak istediği tek şey buydu. Hatta unutmanın ve kaybolmanın en kesin yolu olan ölümü seçmek. Yaşamak için hiçbir isteği ve sebebi kalmamıştı. Uğruna her şeyden, kendinden bile vazgeçtiği kocası bir hafta önce ölmüştü. Kendini belki biraz daha iyi hissedebilir umuduyla buraya gelmişti. Bu yazlığı ona kocası tam 35 yıl önce almıştı. Bu yazlık onların ilk aşk yuvası olmuştu. Herkesten saklanarak, birbirlerini yaşayabildikleri bir yuva… Evet, utanmak ve saklanmak onun en çok canını acıtan kelimelerdi. Çünkü tam 30 yıl kapalı kapılar arkasında ve gizli yaşamak zorunda kalmıştı aşkını. 28 yaşındaydı onunla tanıştığında.
40
Ahmet evli ve iki çocuk sahibi bir adamdı. Ona kapılmamak ve aşık olmamak için elinden geleni yaptı, ama yüreğine söz geçiremedi. Annesinin, ablasının karşı çıkmasına, insanların onu aşağılayıp küçümsemesine ve dışlamasına aldırmadı. O herkesten, her şeyden, kendinden bile vazgeçerek Ahmet’i seçti. Ondan hiçbir şey istemedi ve beklemedi. Geceleri bir-iki saatlik kavuşmalara ve arada sırada yurt dışında yapılan kaçamaklara razıydı. Çok üzüldü, çok ağladı, ama çok da mutlu oldu. Günlerce, aylarca pencere kenarında onun yolunu gözledi. Kavuşunca kollarında bütün olumsuzlukları unuttu. Onunla evlenebilmek için tam 30 yıl bekledi. Aslında evlilik onun umurunda değildi. Tek istediği her gece, her dakika onunla birlikte olmaktı. Nikah töreninde 18’lik genç bir kız gibi heyecanlanmıştı. Gülüyor, ağlıyor, evleneceğine inanamıyordu… Ona bakan’’ 58 yaşında kafayı yemiş ve çıldırmış bu kadın’’ diyebilirdi. Nitekim başta ablası olmakla birlikte, birçok arkadaşı öyle düşünmüştü. Ama umursamamıştı…
İmzaları atar atmaz bir yıl süren bir balayına çıkmışlardı. Paris, Roma, Venedik, Mısır… İstedikleri yerlere gidip, istedikleri kadar kaldılar. Çok, ama çok mutluydular… Gencecik aşıklar bile onlara gıptayla bakıp, zaman zaman kıskanıyorlardı. Aslında evli kaldıkları 5 yıl içinde hep balayındaymış gibi yaşadılar. Her yere birlikte gidiyorlardı, her şeyi birlikte yapıyorlardı. Bir dakika bile ayrı kalmaya tahammül edemiyorlardı. 35 yıl onları ayırmak için yapılanların karşısında yılmadan savaştılar, ama kanser ve ölüm kapıyı çalınca çaresiz kaldılar. Ahmet son nefesini verene kadar onun elini tuttu, onu ne kadar sevdiğini anlatıp, yaşadıkları güzel günler için teşekkür etti. Cenazenin sonuna kadar gücünü korudu. Ama Ahmet’i o soğuk mezarda yalnız bırakıp, eve gelince tam çöktü. ‘’Ben onsuz yaşamak istemiyorum, ölmek istiyorum’’ diye günlerce ağladı. ***** ***** Hemşirenin onu dürtüklemesiyle uyandı. Her taraf kapkaranlıktı. Şimşekler çakıyor, acayip bir
yağmur yağıyordu. Elektirler kesilmiş, aletler çalışamadığı için alarm veriyorlardı. ‘’Nefes al! Derin nefes al!’’ diyen hemşireye mutlu mutlu gülümsedi. Oturduğu semtte elektirler çok nadir kesilirdi, kesilince de bir-iki gün sürerdi. Gecenin bir yarısında bitmek üzere olan oksijen tüplerin yenisini getirecek adam bulmak da zor olduğu için herkes çaresizce çırpınıyordu. Ablası bir yerde bayılmıştı her halde ki sesi çıkmıyordu. Yeğenleri ise birileriyle ambulans için kavga ediyordu. Hemşirenin: ‘’Nefes al! Nefes al!’’ bağırtısına aldırmadı. Allah biliyor kaç aydır bu solunum aletine bağlıydı. Nefes almayı bile unutmuştu. Ayrıca nefes almak da istemiyordu. En çok istediği şey olmak üzereydi. Tadını çıkarmalıydı. Aziz Nesin’in bir sözünü hatırladı: ’’Ölümü güler yüzle karşılamalıyım. Onu bunca zaman beklediğim ve sevdiğim için’’. Ellerini kalbinin üstüne koyarak gülümsedi. ‘’Ahmet, yanına geliyorum aşkım!’’ diyerek son nefesini verdi…
41
42
Can Yücel SEVDİĞİN KADAR SEVİLİRSİN
Yerin seni çektiği kadar ağırsın Kanatların çırpındığı kadar hafif Kalbinin attığı kadar canlısın Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç… Sevdiklerin kadar iyisin Nefret ettiklerin kadar kötü. Ne renk olursa olsun kaşın gözün, Karşındakinin gördüğüdür rengin. Yaşadıklarını kar sayma. Yaşadığın kadar yakınsın sonuna Ne kadar yaşarsan yaşa, Sevdiğin kadardır ömrün… Gülebildiğin kadar mutlusun. Üzülme, bil ki ağladığın kadar güleceksin Sakın bitti sanma her şeyi, Sevdiğin kadar sevileceksin. Güneşin doğuşundadır, doğanın sana verdiği değer. Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın. Bir gün yalan söyleyeceksen eğer, Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret. Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın. Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın. Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak. Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın. Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü. Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin… İşte budur hayat! İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın. Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün. Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun. Çiçek sulandığı kadar güzeldir. Kuşlar ötebildiği kadar sevimli. Bebek ağladığı kadar bebektir. Ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, Sevdiğin kadar sevilirsin…
43
ÖĞRENDİM
İnsanlara kendimi zorla sevdiremeyeceğimi öğrendim. Yapabileceğin tek şey sevilebilecek biri olmak. Gerisi onlara kalmış… İnsanları ne kadar düşünürsen düşün, Onların seni o kadar düşünmediklerini öğrendim. Güven elde edebilmek için yılların gerektiğini, Ama yok etmek için saniyelerin bile yettiğini öğrendim… Önemli olanın hayatındaki eşyaların değil, Hayattaki kişilerin olduğunu öğrendim. İnsanın ancak 15 dakika çekici olabildiğini, Ondan sonra alışıldığını öğrendim. Kendimi karşılaştırmak için başkalarının en iyi yaptıklarını değil, Kendi en iyi yaptıklarımı kıstas almam gerektiğini öğrendim. İnsanlar için olayların değil, onların daha önemli olduklarını öğrendim. Her ne kadar ince kesersen kes, Kestiğinin her zaman iki yüzü olacağını öğrendim. Sevdiğin kişilere sevgi dolu sözler söylemen gerektiğini, Belki bunun onu son defa görüşün olabileceğini öğrendim. Her ne kadar onu çok düşünsen de, Yine de gidebileceğini öğrendim Kahramanların; yapılması gerekenleri, ne pahasına olursa olsun yapanlar olduğunu öğrendim. İnsanların seni hep hesapsız sevdiğini, Ama bunu nasıl göstereceklerini bilemediklerini öğrendim. Sinirlendiğimde gerçekten buna değse bile, asla acımasız olmamam gerektiğini öğrendim. Gerçek dostluğun ve gerçek aşkın aramızda uzak mesafeler olsa bile büyüdüğünü öğrendim. Birisinin seni istediğin gibi sevmemesi,
Onun seni tüm benliğiyle sevmediği anlamına gelmediğini öğrendim. Bir arkadaşın ne kadar iyi olursa olsun seni üzeceğini Ve senin yine de onu affetmen gerektiğini öğrendim. Bazen başkaları tarafından affedilmenin yetmediğini öğrendim. Kendini de affetmeyi öğrenmelisin. Kalbin ne kadar kırılmış olursa olsun, Dünyanın senin acılarından dolayı durmayacağını öğrendim. Geçmişimiz ve durumumuzun olduğumuz kişiliği etkilediğini, Ama olmamız gerekene karsı sorumlu olduğumuzu öğrendim. İki kişinin tartışmasının, birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmediğini öğrendim. Ve tartışmadıkları zaman da, sevdikleri anlamına gelmediğini… Bazen kişiliğini, eylemlerinin önüne koyman gerektiğini öğrendim. İki kişinin tamamen ayni olan bir şeye baktıklarında bile, Farklı şeyler görebildiklerini öğrendim Hayatlarında her zaman dürüst bir daha ileriye gitmek isteyen kişilerin, Sonuçları önemsemediklerini öğrendim. Seni doğru dürüst tanımayan kişilerin, Hayatini birkaç saat içinde değiştirebileceklerini öğrendim. Verebileceğin bir şey kalmadığında bile bir arkadaşın ağladığında, Ona yardım edebilecek gücü bulabileceğini öğrendim. Yazmanın, konuşmak kadar duygusal gayret gerektirdiğini öğrendim. En fazla önemsediğim kişilerin, benden hep uzaklaştırıldıklarını öğrendim. İnsanları üzmeden ve duyarlı olarak kendi fikirlerini söylemenin Çok zor olduğunu öğrendim. Sevmeyi ve sevilmeyi öğrendim…
44
EĞER
O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler, Arkalarında doldurulması, Mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer. Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile, En güzel yerde başlatılsaydı eğer. Utanılacak bir şey değildir ağlamak, Yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer. Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık, Çalınan birinin kalbiyse eğer. Korkulacak bir yanı yoktur aşkların, İnsan bütün derilerden soyunabilseydi eğer. O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses, Hiçbir zaman duyulmasaydı eğer. Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar, Kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer. Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla, Öylesine delice bakmasalardı eğer. Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de. Kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer. Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin, Son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer. Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman, Meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer. Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman, Beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer. Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla, Tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer. O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını
yitirirdi, Yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer. O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar, Son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer. Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri, Her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer. Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de, Dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer. Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel, Namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer. Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından, Dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer. Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de, Sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer. Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine, Kulağına okunacak biri olsaydı eğer. İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında, Bir ayrılık gizlendiğine belki de, kartvizitinde ‘onca ayrılığın birinci dereceden failidir’ denmeseydi eğer. Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar, İhanetinden onlar da payını almasaydı eğer. Issızlığa teslim olmazdı sahiller, Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle, Avunmaya kalkmamış olsaydın eğer. Sen gittikten sonra yalnız kalacağım. Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya canım ellerini tutmak isterse… Evet Sevgili, Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu, Kim uzanmak isterdi ince parmaklarına, Mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!!
45
SENİNLE OLMANIN EN GÜZEL YANI
Sevgili yerine yıllarca dost kalmayı başarmak. Yalın ayak yürümek bıçağın en keskin yerinde. Kanadıkça tuz yerine gözyaşlarımı basmak yüreğime. Seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun? Nereden bileceksin? Sen benimle hiç olmadın ki. Olsaydın avuçlarım terlemezdi… Isırmazdım dilimin ucunu… Özlemezdim seni yanımdayken. Kıskanmazdım.
Seninle olmanın en heyecanlı yanı ne biliyor musun? Aynı şeyleri seninle, aynı anda düşünmek, birlikte ağlamak, gülmek. Ve buradayken bile seni çılgınca özlemek… Seninle olmanın en acı yanı ne biliyor musun? Seni hiç tanımadığım bir sürü insanlarla paylaşmak. Senin yanında olan, seninle konuşan herkesi çocukça kıskanmak. Seninle olmanın en mutlu yanı ne biliyor musun? Tanıdık birileriyle karşılaşma tedirginliği ile yollarda yürümek yan yana… Elimdeki şemsiyeye inat yağmurda ıslanmak birlikte. Elimde kır çiçeğiyle seni beklemek… Aynı mekanlarda aynı yiyecekleri yemek. Seninle olmanın en romantik yanı ne biliyor musun? Sensiz gecelerde sana söyleyemediklerimi yıldızlara aya anlatmak… Okuduğum kitabın sayfalarında dinlediğim şarkıların türkülerin şiirlerin, Her mısrasında seni bulmak. Seninle olmanın en zor yanı ne biliyor musun? Seni kaybetme korkusuyla hayatta ilk kez tattığım o tarifsiz duygularımı umut denizinin ortasında küreksiz bir sandala hapsetmek.
Korkmazdım yollarda yürümekten. Islanmazdım yağmurlarda… Yıldızlara aya dert yanmaz, böyle her şarkıda sarhoş olmazdım. Korkmazdım seni kaybetmekten ayaklarım kan revan atlardım sandaldan denize… Ve her kulaçta haykırırdım seni.. Ama sen hiç benimle olmadın ki… YA AKLIN BAŞKA YERLERDEYDİ YA YÜREĞİN…
Seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun? Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde hissetmek. Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun? ”Seni seviyorum” sözcüğü dilimin ucunu ısırırken, Her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek.
46
Mika Dergi
OKALİPTÜS ADASI Cirgeri’nin
Şarkısı
Yerle göğün aynı renkte olduğu, bütün renklerin birbirleriyle ahenkle kaynaştığı , çok uzak gezegenlerden bile duyulan mis gibi Okaliptüs havası ile kaplı, geniş vadideki yaşlı bir ağacın gölgesinde oturan büyük anlatıcı bereket anne Delgirma her hafta olduğu gibi çevresinde toplanan Yeni Dünya’nın çocuklarına yaşadıkları dünyanın nasıl kurulduğu, insanların ne bedeller ödediği konusunda onları sıkmadan her zaman anlatıyordu. Kendini bildi bileli devamlı olarak çocuklara bunları anlatmış ve yaşadıkları adanın çok değerli olduğunu, değerinin bilinmesini anlattığı konuşmalarla çocukların zihinlerinden çıkmaması için gayret sarf etmiştir. Beyaz saçlı Delgirma’nın kaç yaşında olduğunu bilen yoktu. Bazı çocukların dediğine göre 500, bazılarına göreyse bu adadan bile yaşlıydı. O kadar yaşlı olmasına rağmen yumuşacık pembe yanaklarıyla, beline kadar olan saçlarıyla Okaliptüs Adası’nın bütün genç kızlarından daha güzel olduğu söylenir dururdu.
Delgirma arkasına şöyle bir yaslandı ve çevresindeki çocuklara anlatmaya başladı… “ Sizin hiç bilmediğiniz bir gezegen olan Dünya bundan 3 bin yıl önce büyük savaşlar açlık, susuzluk sonucu yok olup bir toz bulutu gibi uzayın derinliklerinde dağıldığında, kalan insan ırkının bir bölümü yeni bir gezegen bulmak amacıyla son büyük gezegen olan Hiyeroglif Gezegenine gitmek zorunda kaldılar. Diğerleri ise toprakları çok az olan fakat havasından dolayı insanların binlerce yıl mutlu mesut yaşadığı söylenen, kavga ve gürültülerin olmadığı Okaliptüs Adası’na yerleştiler. Hiyeroglif Gezegeni dünyaya hiç benzememekle birlikte, tamamen şeffaf bir gezegen olduğundan dolayı yerleşim sınırları olmayan tamamen düz bir kağıt şekli olan bir gezegendi. Uzayın boşluğunda sanki bir yerde asılı sallanıp kalan bir kağıt parçası gibiydi. Burada yaşayan insanların başında Baltazar adında bir komutan vardı. Baltazar çok kabiliyetliydi, fakat insani özellikleri gelişmemişti. Gezegeni çok sıkı kurallarla yönetiyor, halkını eziyordu. Bu baskı ve zulümler halkın
içinde de kötülük tohumlarının yeşermesine sebep oluyor ve insanların kalplerindeki iyilik ışığı sönüyor, kalpleri zamanla çürüyordu. Kalpleri olmayanlar beyinlerini ele geçiren kötülüğe kendini teslim ediyor, yaratığa dönüşüyorlardı. Bu kalpsiz ve ruhsuz gezegenin üstünde gri kara bulutlar oluşmuştu. Gri bulutlar yüzünden artık bitkiler, hayvanlar yaşamıyordu. Gezegen bir kötülük ve açgözlülük yuvası haline gelmişti. Okaliptüs Gezegeni de tehdit altındaydı. Baltazar’ın ve diğer bozulmuş insan ırkı yaratıklarda düşünce gücüyle bir gezegeni fethetme özelliği vardı. Bugüne kadar bu özelliklerini her konuda rahatlıkla kullanıyorlardı. Artık şimdi yaratık olanların da enselerinde de kartal gözü olduğundan hiçbir düşman onlardan kaçamıyor ve ellerine ne geçirirlerse yok ediyorlardı. Yalnız böyle giderse beyinlerinin bir bölümünde duran iyilik adası da yok olacaktı. Tekrar insan olup normale dönmeleri için tek çareleri vardı. O da Okaliptüs gezegenindeki Kalp Ağacına gitmek ve ağaçtaki yaşayan kalplerden alarak halkına vermek. Bunu yapmak çok zor olacaktı ama Baltazar mecburdu yoksa yok olup gidecekleri kesindi.
47
Çok iyi bir plan yapmaları lazımdı. Baltazar ordusundaki henüz yaratığa dönüşmemiş, iyiliğini kaybetmemiş komutan Jangbu’ya çok güveniyordu. Halkının kurtuluşu ancak onun sayesinde olacaktı. Baltazar günler ve geceler boyunca sabahlara kadar toplantı yaptı komutanıyla… Diğer tarafta ise Okaliptüs Adası’nda yaşayan Okalis halkı çok çalışarak adalarını cennet gibi bir yere döndürmüşlerdi. Fakat onların soylarının çoğalması lazımdı. Okalislerin arasında güzellik tanrıçası manasındaki Lasya ve Kundun uzun zamandır evliydiler ama bir türlü çocukları olmuyordu. Okalislerin yarısından fazlası çok yaşlı kişilerden oluşuyordu ve Delgirma‘nın da dediği gibi yeni bir çocuğun bu halkı koruyacağına, kurtarıcı olacağına inanılıyordu. Halk çok güçsüz ve silahsız olduğundan dışarıdan gelecek tehlikelere karşı savunmasızdı. “O gece çok kutlu bir gece oldu. Kuzey ışıkları her yanı kapladı, adanın her tarafı müthiş bir aurora ile kaplanmıştı. Kuzey Işıkları gökyüzünde oradan oraya koşturuyor müjdeli bir haber vereceklerini söylüyorlar, renkler insanların vücutlarında rüzgarın da etkisiyle beyaz, sarı, mavi,
yeşil, mor, kırmızı gibi oluyor şekillerle renklere, şekiller de harflere dönüşüyor bir fısıltı halinde konuşuyorlardı. Sonra ne olduysa Kuzey Işıkları birden yön değiştirdi. Fısıltıları arttı. Lasya ve Kundun’ un başından aşağıya doğru süzülmeye başladı. Kuzey Işıkları gezinirken bir yerde durdular ve odaklandılar. Etrafını çember gibi sardılar. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorduk ama. Işıklar o kadar güçlü bir etki yaptılar ki bir anda mavimor bir ışık halesi içinde kalıp, görünmez oldular. Adanın en geniş meydanında olan bu durum halk arasında birden galeyan’a sebep oldu. Herkes hep bir ağızdan onları arıyorlardı. Anlık bir zaman diliminde aniden o mavi –mor ışık halesi kaybolup sis dağıldığında yerde yatan Lasya’yla Kundun‘u gördüler. Herkes başlarına toplandı ama ben dedim ki “Okalis halkı, sakın dokunmayın onlara. Bu gece bir mucize oldu ve Kuzey Işıkları bu iki gence değdi. Bu gece olanlar kutlu bir olayı bize müjdeliyor. Çok iyi şeyler olacak deyip arkasından “hadi evlerinize dağılın artık “dedim. Güneş bulutların arasından daha yüzünü göstermemişken bir bebek sesi ile aydınlandı her yer Ama sanki bebek ağlaması
da değildi bu şarkı söylüyordu hem de o sesi dinleyenlerin yüzünde mutluluk veren, gülümseten bir şarkı… Baltazar ve komutanı Jangbu ise Okaliptüs adasına gizlice girmişler, yollarının üstünde rastladıkları küçük yerleşim yerlerinde yaşayan insanları öldürmeye başlamışlardı . Delgirma bunu hissediyordu. Garip bir uğultu şeklinde gelen sesleri yeni doğan bebek de toprağın üstündeki sarsıntıyı hissediyor, annesinin kucağında durmuyordu.. Bebek birdenbire bağırmaya başladı ama bu bağırma normal bir bağırma gibi başlayıp sonra ahenkli bir sese dönüşüyordu. Sesi duyanlar, dinleyenler birdenbire sakinleşip yumuşacık dost canlısı oluyorlardı. Yüzlerinde ve bütün bedenlerinde yakamoz ışıltıları, gökkuşağı noktaları beliriyordu. “Bebeğin ismi Cirgeri olsun” dedi Delgirma. Okalis halkına mutluluk, huzur, sevinç getirdiği için. Bir bebeğin saçları olur mu demeyin …Oluyor işte , sarı – kızıl saçları vardı Cirgeri’nin ve dümdüz şekilde boynuna kadar iniyordu.Tek gözü mavi diğeri yeşildi. Cirgeri mutluluk demekti ve Okalis halkı başındaki beladan Cirgeri’nin şarkısı sayesinde kurtulacaktı.
48
Şimdi düşman topraklarını işgal etmeye başlamıştı. Çocuğun üstün bir gücü olduğunu anlayan Delgirma düşmanlara karşı kullanmasının gerekli olduğunu annesi ve babasına söyledi… Her şeyi önceden gören, bilen, duyan Delgirma ‘nın sözü her zaman dinlendiği için köyün meydanında toplanan halkına şöyle söyledi. “ Hiyeroglif Gezegenindeki insanlar kalpleri öldüğü için yaratığa dönüştü. Gezegenlerinde artık bir bitki bile yetişmiyor. Halklarının kurtulmasının tek çaresi bizim adamızdaki “Kalp Ağacı “ndaki kalplerle kendi kalplerini yenilemeleridir. Baltazar ve komutanı adamıza girerek küçük köylerimizden birisine girdiler ve kadın çocuk, genç, yaşlı demeden onları öldürdüler. Onun için şimdi kurtuluşumuz için, güzel adamız için, bu insanların yüzlerce yıl daha yaşamaları için Cirgeri şarkısını söylemeli “dedi. Sonra bebek birdenbire ağlamaya başladı . Şarkısını söylemeye başlamıştı bile. Köy meydanında Baltazar ve komutan Jangbu göründüğünde saldırmak için ellerinde ve başlarının arkalarında kartal gözlü keskin kılıçları ile tam köyün yaşlılarından birisini yakalamışlardı ki, Cirgeri’nin
şarkısını duydular. Aniden büyülenmiş gibi yerlerinde kalakaldılar. Baltazar da aynı durumdaydı. Eli havada tam kılıcının sallayacakken donmuş kalmıştı. Baltazar sadece konuşabiliyordu. Komutanı Jangbu ‘ya dönerek “ne oldu böyle “dedi .”Bütün orduma ne oldu Jangbu ? Söyle bana neden oldukları yerde duruyorlar… Neden saldırmıyorlar!! Söyle, çabuk bir şeyler yap hadi durma öyle”dedi. Sonra dönerek, “Bebek. Bebeğin sesinden oluyor bütün bunlar! Git öldür onu!’’ Jangbu bebeğin sesinden etkilenmeyen tek Hiyeroglif Gezegeni mensubuydu. Çünkü o da anlamıştı ki kalplerinde kötülük olanlara etki eden bu ses hala beyinlerinde ve kalplerinde iyilik adası bulunanlara etki etki etmeyecekti . Bir süre durdu, durdu dinledi o güzel şarkıyı sonunda elindeki kılıcını , sırtındaki ok ve yay’ını bıraktı. Baltazar’ın orduları ise yanarak yok olmuşlardı. Yerlerde bir kısmı havaya uçan mavi küller duruyordu. Baltazar son bir ümitle Jangbu ‘ya baktı ve sonra her tarafından dumanlar çıkarak bir anda alevler içinde kaldı ,külleri savrulup gitti . Çocuklar sabırsızlanarak Delgirma’ ya “ bereket anne sonra Cirgeri’ ye ne oldu ?
Okaliptüs Adası kurtuldu mu ? “diye sabırsızlıkla sordular. Delgirma sözünün sonunda şöyle dedi. “ O olaydan sonra Cirgeri bir gece ansızın sessizce çekip gitti. Aynen geldiği gibi .. Adaya o günden sonra kötülükler değil iyilik hakim oldu. Sonra kulaktan kulağa nesilden nesile onun aslında bir melek olduğu, görevini yapıp gittiği söylendi dilden dile ve efsane oldu .Herkes iyi,mutlu,huzurlu davrandıkça her tarafta şarkılar söylenir oldu .Jangbu hayatını adada sürdürdü ,hayatını çiftçilikle kazandı .Okaliptüs Adasının her yerinde gördüğünüz bu ağaçlar ,bitkiler her şey onun eseridir desek yeridir. Cirgeri’nin adına onun söylediği mi yoksa halkın söylenti halinde çıkardığı mı bugün bile tam bilinemeyen bir şiiri kaldı. Bir bebektim ben Sarı saçlı bir bebek Ben bir ışıktım önceleri Mavi , mor , sarı , beyaz Bir günlük kelebek misali Yaşadım ve öldüm Karanlıklar aydınlandı Gökyüzü renge boyandı Kalplere mutluluk saçıldı Okaliptüs geceleri.
Cavidan Ünalan
cunalan@mikadergi.com
Mika Dergi
49
50
KİTAP TANITIM
Mika Dergi
Zihnin Kaşifi Ruth Sheppard
Çin Daması Mario Bellatin
İçerdiği 150’den fazla resim, çizim ve fotoğrafların yanı sıra, titiz araştırmalar sonucu seçilen ve okuyucuya ayrı zarflar içinde sunulan 15 belge ile görsel bir biyografi niteliğinde. Sigmund Freud’un
Gizemli ve huzursuz edici bir hikaye.
yaşamını tüm ayrıntılarıyla anlatan kitap, bu büyük adamın kuramlarını nasıl geliştirdiğini inceliyor. Daha da önemlisi Freud’un, kendi nevrozlarıyla boğuşan ve geliştirdiği tekniklerle çaresizce kendisini anlamaya çalışan ‘’insan yönünü’’ gözler önüne seriyor.
Karısıyla sıradan bir yaşamı, evliliğinden memnun olmayan bir kızı ve uyuşturucu kullanan bir oğlu var. Anlatıcının yaşamındaki en tuhaf nokta, hastalarından birinin küçük oğlunun anlattığı hikaye…
Şarap Rengi Deniz
Vergilius’un Ölümü
Leonardo Sciascia
Anlatıcı bir jinekolog. Elli sekiz yaşında, saçları seyrelmiş, kilosu artmış ve pek iyi görmüyor. Onun için önemli olan tek konu, yaşlanmak.
Hermann Broch
İ t a l y a n edebiyatının en çarpıcı kalemlerinden Leonardo Sciascia’nın kıvrak, şaşırtıcı anlatımından aşk, inanç, kurnazlık, şüphe, kıskançlık, umursamazlık, masumiyet ve öç alma
Yirminci yüzyıl dünya edebiyatının en büyük yazarlarından sayılan Avusturyalı Hermann Broch’un baş yapıtı sayılan kitabı. 1935 yılında yazmaya başladığı bu kitabı, sanata, bilime ve iktidar ilişkilerine
duygusuyla örülü traji-komik hikayeler. Sicilya’nın toprak ağası zenginlerinin umursamazlığı, yoksulların çaresizliği, mafyanın amansızlığı, insanları ve toplumuyla görüntüleyerek, bilgece buruk bir gülümsemeyle irdeleniyor ve tarihsel boyutu da gözler önüne sergileniyor.
yöneltilmiş en temel ve aynı zamanda da en acımasız sorgulamalardan biridir. 1945 yılında yayımlanışından kısa bir süre sonra edebiyat dünyasında büyük bir ilgi uyandıran ve 20.yüzyıl edebiyatının başyapıtı olarak değerlendirilir.
51
52
Bunu Ben Yaparım
Christian Saehrendt, Steen T. Kittl
İntikam Arındırır Jo Nesbo
Sanat tarihçisi olan bu iki yazar, bir türlü anlam veremediğimiz modern sanat eserlerine nasıl bakmamız gerektiğini bize gösteriyor. Bunu yaparken de öyle bir dil kullanıyorlar ki, o ‘çok sıkıcı’ olduğuna
Çağdaş polisiyenin en etkileyici yapıtlarından biri olmaya aday bir roman.Oslo’da bir banka soygunu sırasında banka görevlisi öldürülünce, Dedektif Harry Hole soruşturmaya dahil olur.
olduğuna inandığımız sergilerin ne kadar eğlenceli değerlendirilebileceğini görüyoruz. Büyük isimlerden korkmadan, sahte saygı gösterilerinde bulunmadan hem modern sanatı nasıl anlayabileceğimizi gösteriyorlar, hem de çizimlerle veya resim altı dipnotlarıyla keyifli bir kuram kitabını bir nefeste bize okutmayı başarıyorlar.
Harry, hiçbir iz bırakmayan soyguncunun peşindeyken, eski kız arkadaşı Anna’nın yemek davetini kabul eder. Akşam yemeğinin ertesinde kendi evinde uyandığında, son 12 saatte neler olduğunu anımsayamadığını fark eder. Anna ertesi gün ölü bulunur, çok geçmeden o geceden haberdar olan biri Harry’yi tehdit etmeye başlar.
Doğu’dan Uzakta
Az Roman
Amin Maalouf
Orhan Duru
Bir yüzleşmenin romanı.Gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için
Orhan Duru son yıllarında, bir gece yarısı, kendini “kıyak bir otel”e kaçırılmış bulur. Bozuk uykusunun ona sunduğu bu armağanı yılların verdiği öyküleme gücüyle sımsıkı yakalar, bir roman
tekrar ülkelerine dönen bir grup arkadaş... Açıkça belirtilmese de Lübnan İç Savaşı’nın getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlarına dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren Doğu’dan Uzakta’da Maalouf, yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğu’yu anlatıyor.
yazacaktır, bu roman bir “az roman” olacaktır. Hayaletlerin ortalıkta cirit attığı “Kıyak Otel”... Hayalet pilot, atom fizikçisi, Perihan hanım, bir dolu renkli kahraman... Yüksel Arslan, İlber Ortaylı, Komet, Burak Fidan ve Durunun diğer dostları... Güncel olaylar, bilgiler, düşünceler, düşler...
53
ÖDÜLLER
PETER WEİSS ÖDÜLÜ
Almanya’da, Bochum Anakent Belediye Başkanlığı’nın sanat dalında 22 yıldır verdiği Peter Weis Kültür Ödülü, Türk yönetmen Fatih Akın’a Bochum Tiyatrosu’nda yapılan törende verildi. İki yılda bir verilen bu ödülü bugüne kadar 12 sanatçı aldı. Ödül töreninden önce, Akın’ın son filmi ‘’Cennetteki Çöplük’’ gösterildi. Trabzon’un Sürmene ilçesinde çöp depolama alanının bulunduğu Çamburnu beldesinde çekilen filmde, köy halkının çöp depolama alanına karşı verdiği mücadele anlatılıyor.
CERVANTES ÖDÜLÜNÜ KAZANAN USTA
İspanyol edebiyatının en prestijli ödülü olan ‘Cervantes’i, bu yıl İspanyol şair ve yazar Jose Manuel Caballero Bonald kazandı. Juri Başkanı Dario Villanueva’nın ‘’dil kullanımında bir usta, tarih yaratıcısı ve masalcı’’ diye tanımladığı Bonald’a bu zamana kadar ‘’İspanyol edebiyatına kattığı zenginlikten’’ dolayı teşekkür edildi. İlk olarak 1976 yılında verilen ve ‘’İspanyolca konuşan ülkelerin Nobel ödülü’’ yakıştırması yapılan Ulusal ve uluslararası birçok edebiyat ödülü alan 86 yaşındaki Bonald’ın çok sayıda ve önemli eseri bulunuyor.
54
BİZE
İ Z İ N İ L A Y HA IN YAZ
HAYALİNİZİ YAZIN, YAYINLAYALIM... editor@mikadergi.com Bize hayalinizi yazın, Mika Dergi sayfalarında yer alma şansı yakalayın. Gönderen kişiler arasında yapılacak çekiliş ile, 1 okuyucuya kitap hediye edilecektir. Bize; editor@mikadergi.com adresinden ulaşabilirsiniz. Gönderilen makaleler, bir sonraki sayı itibariyle Mika Dergi ‘de yayınlanmaya başlayacaktır.