ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve
DÜŞÜNCE DERGİSİ Yıl:1 Sayı:1
Nisan-Mayıs-Haziran /2007 2 YTL
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü
İbrahim KORKUT
Genel Yayın Yönetmeni ve Koordinatörü Abdullah ŞAHİN Yayın Kurulu
Selami YÜKSEL
Ramazan KURT Ahmet ÇELİK
Muhammed YASİN Hasan HALHALLI
M. Emin KORKUT Ahmet PAYAM
Selami GÖRGÜN
Hukuk Danışmanı Av. Süphan ERKAN Reklam
Enver YALÇIN
Grafik-Tasarım-Dizayn Performans AJANS
www.Performansnet.com Baskı
Prestij MATBAASI İrtibat Adresi
Karagöz Mh. Eski Saray Cad. Şekerci Durdu İş Hanı Kat:1 No:115 Şahinbey / GAZİANTEP
Tlf ve Faks: 0342 231 42 62 İnfo@ortakzemin.com
Yazıların tüm sorumluluğu yazarlarına aittir.
www.ortakzemin.com
H
amd Alemlerin Rabbi olan Allah’a, salat ve selam O’nun “Alemlere Rahmet” elçisi Muhammed Mustafa’ya olsun.
Bismillah dedik ve çıktık yola. Başlangıcı ve sonu hayrola…
Dünyanın ve insanlığın derin bir kaosa sürüklendiği günlerde yaşıyoruz. Bireylerin ve toplumların geleceklerine dair tasavvurlarında zihni kırılmalara uğrayıp, tutunacakları dalı nasıl ve nerede bulacaklarını bilemedikleri günler… Her halükarda söyleyecek sözümüz, çevremize ileteceğimiz bir mesajımız olmalıydı. İnancımızın ve tarihsel mirasımızın, bize bu zemini fazlasıyla sağladığını düşünerekten bir çaba içerisine girmiş bulunmaktayız. Bu çerçevede bir dergi çalışması içinde bulduk kendimizi. Dergicilik basit ve kolay bir iş değil. Gerçekten zahmet, sıkıntı ve stres dolu bir yol ama zahmette rahmet vardır düşüncesiyle çıktık yola. Ortak Zemin mevcut dergilere bir yenisini eklemek veya alternatif olmak için çıkmıyor. Çünkü; hayatın anlamını kavramak için yeterlilik yoktur; devamlılık, farklılık ve tekamül vardır. İşte Ortak Zemin; bu devamlılığın ve ilerlemenin, değişmeden ve bozulmadan sağlam bir zeminde –yani kardeşlik temelindeki bir ortak zeminde- sağlanması adına atılan bir adımdır. Her dergi gibi, Ortak Zemin de, yeni bir duruş içeren taptaze bir başlangıçtır.
Ortak Zemin, yeniden düşünmenin kapısını aralamak adına şimdiye kadar konuştuğumuz-tartıştığımız meselelere yeniden yaklaşmayı deneyecektir. Bu bağlamda bilinçli, özgürlükçü ve hoşgörülü bir islami bakış açısını esas alacaktır. Çünkü düşüncede tektipçiliğin, tekelciliğin ve fanatikliğin çözümsüzlüğe yol açmaktan başka bir işe yaramadığını bilmekteyiz. Bundan dolayı ortak zemin; farklılıkları, yeni yaklaşımları, ve fikirleri düşünce hayatımız için bir zenginlik olarak kabul etmektedir. Ortak Zemin bir fikir panayırı oluşturma çabası içerisinde olmakla beraber, yeni yeteneklerin ortaya çıkması ve okuyucu kitleyi bu yeteneklerle tanıştırma, aynı zamanda farlı düşüncelerin kendini ifade etme imkanı bulmalarını sağlama amacındadır. Bununla beraber Ortak Zemin’in üslubu alicenab olacaktır; kırıcı ve hakaretvari hiç olmayacaktır.
Ortak Zemin, “Kültür ve Düşünce Dergisi” olarak çıkıyor. Kültürümüzün, kimliğimizin ve düşüncemizin ORTAK yanlarını, sağlam bir ZEMİN’de buluşturmak için çıkıyor. Kardeşlik kültürünün hayatımızda tekrar hakim olması için çıkıyor. Bu nedenle Ortak zemin, bütün Müslümanlara “Kardeş” gözüyle bakmakta ve onlara sayfalarını daima açık tutmaktadır.
Ortak Zemin, genel olarak üç ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde; Kapak Dosyası sadedinde, Efendimiz (asm)’i farklı yönleriyle ele aldık. İkinci bölümü; Dergimizin adına ve amacına uygun olması hasebiyle kardeşlik konusunu Kapak Soruşturması şeklinde, talebimiz üzerine gelen yazılardan oluşturduk. üçüncü bölümde ise; İz Bırakanlar, Kültür-Sanat, Deneme-Yorum, Düşünce, Şiir v.b. konu başlıklarından oluşan yazılar yer almaktadır. Ortak Zemin olarak her sayıda dolu bir içerikle selamlayacağız sizleri. Yine her sayıda farklı konuların ve soruşturmaların yer alacağı dosyalarımız olacak. Bu Ortak Zemin’in merhaba sayısı niteliğindedir. Müjdeli içerikler ümidiyle… Çalışmak bizden başarı Allah’tandır.
EDİTÖR’DEN
ORTAK ZEMİN
26 29
)
MÜKEMMELLİĞİN YOLU SÜNNET YOLU Bütün bunlar bu kadar zor ise........... Hatice Nurcan Yılmaz
İsim olarak 12.yy kadar bir geçmişe sahip olan Antep... HASAN HALHALLI
40
42
SELAMİ YÜKSEL
44
PEYGAMBER AHLAKI Bundan mütevellid İslamın şekillendirdiği cemiyet HÜSEYİN KAVUNCU
46
EDEBİTIMIZDA HZ.MUHAMMED (A.S.M.) İslam edebiyatında Hz. Peygamberi övmek ona yalvarıp BİLAL SERHAT YILMAZER
48
Merak Ediyorum Eğer Hz. Muhammed (asm) ziyaretinize gelse...... CAMİLLA BADR
EFENDİMİZ (A.S.M.)’İN EĞİTİM METODU Her sanat ve meslek sahibi, sanatını ve mesleğini icra ederken.......
50
AİLE REİSİ OLARAK HZ. MUHAMMED(ASM) Bir kimsenin aile hayatı............. RAMAZAN KURT
MEHMET ALİ KIZIKLI
55
54
19
56
AKİDLER İcmalen değindiğimiz imanda mahfi olan bu ilahi sırra binaen... SÜPHAN ERKAN
57
NAAT GELENEĞİMİZ “Peygamber nasıl insanın ufkuysa, naat da şiirin ufkudur.” Ahmet PAYAM YABANCI DÜŞÜNÜRLERİN EFENDİMİ ZLE İLGİLİ BEYANATLARI Muhammed, hürmet ve saygıya fazlasıyla lâyıktır ZEHRA ESİN
60
22
RASULULLAH (A.S.M)’ IN 24 SAATİ
İÇİNDEKİLER
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
En güzel örnek, canlı kur’an ve Müslümanların... SEBİHA YÜKSEL
23
Muhammed YASİN
KAPAK SORUŞTURMASI “İslam kardeşliği nedir?” “İslam kardeşliğinin önündeki engeller nelerdir?”
BİR İMAN ABİDESİNİ AN(LA)MAK… Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı Asrın idrakine söyletmeliyiz islamı…
HZ. MUHAMMED (S.A.V
YAŞAYAN PEYGAMBER Yüce Peygamber bizim için nasıl bir yer işgal eder? MURAT BAŞEĞMEZ
24
HZ.PEYGAMBER (S.A.V)’İN DUALARINDAN Peygamber (SAV)dua ettiği zaman...
İbrahim Korkut GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE GAZİANTEP
ŞİİRLER ASİLERİN DÖNÜŞÜ SARSINTILAR AK GELİNLİK
EBEDİ CENNET ÇOCUKLARI Madem dünya bir imtihan meydanıdır.
AYŞE KIZIKLI
FELSEFE NEDİR? NEREDEN BAŞLAT MALI? Felsefe, bilgi sevgisi, bilginin peşinde koşma.... SELAMİ YÜKSEL
KENDİMİZ OLABİLMEK Bir sistemi değerlendirirken adil ve objektif olunabilmesi için... MAHMUT GÜNDEŞ MÜSLÜMANLARIN “TARİHTE TATİL”DEN DÖNÜŞÜ VE ATEŞLE İMTİHANI
SEVER IŞIK
51
03 06 08 09 11 12 14 15
TÜM İNSANLIK NEBİLER NEBİSİNE MUHTAÇ… Efendiler Efendisi, insanları, Kuran’ın.......... GÜLŞEN GAZEL
20
17
EFENDİMİZ’İN (ASM) SİYER-İ SENİYYELERİ Hz. Peygamber’in mübarek ismini, İlahi emir gereği Muhammed koydular. CEMİL PASLI
MÜSLÜMAN DİLENMEZ, DİLENDİRMEZ. Kur’an adeta şunu söylüyordu bana... TAHA KILINÇ
ORADAN GÜZEL GÖRÜNÜYOR MUYUM? Söz Tevhidden açılmışken sadece “BİR” olana güzel görünme derdi ile...
AYKUT AKÇA
ZAMANI ZAMANSIZ YAŞAMAK Zaman sürüklüyor işte bütün güzellikleri kalbimiz kor, mevsim sonbaha... HASAN HÜSEYİN KAYNAK
ANNE –BABALARA SESLENİYORUM!!!
Bizim bu sorulara vereceğimiz cevap, nasıl bir Anne-Baba olduğumuzun da sorusuna verilmiş Mehmet TAŞ cevap olacaktır
GÜNÜMÜZ TOPLUMUNUN SIKINTISI Toplumları oluşturan bireyler hayatlarının başlangıcındaki ilk eğitimlerini... Zabit DURMUŞ
EFENDİMİZ’İN (ASM) SİYER-İ SENİYYELERİ
R
esulullah (s.a.v.), Rebiülevvel ayının on yedisinde (M.570’de) cuma günü şafak vakti Mekke şehrinde dünyaya geldi. Resulullah (s.a.v.)’in değerli babası, Abdullah bin Abdulmuttalip bin Haşim bin Abdumenaf idi. Değerli annesi ise; Vehb bin Abdumenaf’ın kızı Âmine idi. Görüldüğü gibi her iki şahsiyetin akrabalık bağı dedeleri Abdumenaf’da birleşiyor.
Hz.Peygamber’in mübarek ismini, İlahi emir gereği Muhammed koydular. Hazretin doğumunun yedinci günü Ebu Talib, Peygamber (s.a.v.) için bir kurban kesti ve akrabalarını misafirliğe davet ederek şöyle dedi: "Bu Ahmed’in akikasıdır.” Misafirler; “Onun ismini neden Ahmed koydun?” diye sorduklarında, Ebu Talib; “Yer ve gök ehlinin övgüsünden dolayı onun ismini Ahmed koydum.” dedi. İşte bundan dolayı Emir’ül Mü’minin Ali (r.a), Hz.Resulullah (s.a.v.)’in de, iki ismi bulunan peygamberlerden olduğunu söylemiştir. Peygamber (s.a.v.) henüz dünyaya gelmeden babasını kaybetti; dünyaya geldikten sonra da onu, süt emmesi için Halime-i Sadiyye’ye emanet ettiler. İbn-i Sad’ın yazdığına göre, Halime, Hazreti kucağına alır almaz göğsü sütle doldu; öyle ki, Hz.Peygamber ve Halime’nin açlıktan uyumayan çocuğu da, o sütten doydular. Peygamber (s.a.v.) üç yaşına kadar annesi Amine’nin de gözetimiyle süt annesi Halime’nin yanında kaldı, daha sonra Mekke şehrine giderek kendi annesinin yanına yerleşti.
Peygamber (s.a.v.) altı yaşında iken annesi Âmine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen’le birlikte akrabalarını görmek için Medine’ye gittiler. Bir ay Medine’de kaldıktan sonra Mekke’ye dönüşte Ebva’ya ulaştıklarında Hazretin değerli annesi vefat edip orada defnedildi. Ümmü Eymen Hz.Peygamber’i Mekke’ye götürdü, orada da Abdulmuttalip onun sorumluluğunu üstlendi. Ama iki yıl sonra Abdulmuttalip de dünyadan göçtü. Onun vasiyeti gereğince Ebu Talib yeğeni Hz.Muhammed (s.a.v.)’in sorumluğunu üstlendi. İbn-i Abbas’ın naklettiğine göre Ebu Talib Hz.Peygamber ile öylesine ilgileniyordu ki, gece ve gündüz, bir an olsun ondan ayrılmıyordu. Onu kendi yanında yatırıyor ve onun hakkında kimseye güvenmiyordu.
Resulullah (s.a.v.) on iki yaşında Ebu Talib’le birlikte Şam’a yolculuğa çıktı. Bu yolculukta Buheyra isminde bir rahiple karşılaştılar. Buheyra, Hıristiyan âlimlerinin en bilginlerindendi. Hz.Peygamber’i görür
görmez, O’nun ahir zaman Peygamberi olduğunu hemen anladı. Buheyra Ebu Talib’e dönüp şöyle dedi: “Önceki semavi kitaplarda bu gencin peygamberliğiyle ilgili haber vardır." Resulullah (s.a.v.) ergenlik çağına kadar Ebu Talib’in evinde kaldı. Hazret; ahlak, yiğitlik, halkla geçinmek ve emanete riayet etmek bakımından öyle bir ahlaka sahipti ki, halk ona “Emin” lakabını takmıştı.
Resulullah (s.a.v.) yirmi yaşında iken “Hılf-ul Fudul” antlaşmasına katıldı. Bu antlaşma Beni Haşim, Beni Zühre ve Beni Temim arasında yapılan en iyi antlaşma idi. Bu antlaşma gereği mazlumlarım hakları zorbalardan alınacak ve gereken yardımlar onlardan esirgenmeyecekti. Tarihsel açıdan belki de insan haklarına yönelik hassasiyetin en güzel örneklerinden biri olan bu anlaşma için Hz.Muhammed (s.a.v.), peygamber olduktan sonra şimdi böyle bir anlaşma imkanı olursa yine severek katılacağını ifade ederek anlaşmanın ne kadar anlamlı olduğunu ifade etmiştir.
KAPAK DOSYASI
CEMİL PASLI
Hz.Hatice asaletli ve serveti olan bir kadındı ve erkekler vasıtasıyla ticaretle uğraşıyordu. Resulullah'ın doğru konuşan ve emanettar biri olduğunu öğrenince; O Hazrete, kölesi Meysere ile birlikte ticaret yapmak için Şam’a gitmesini ve kendisine diğer tacirlerden daha fazla pay vermeyi önerdi. Resulullah (s.a.v.) Hatice’nin bu önerisini kabul ederek onun malı ile Şam’a doğru yola çıktı. O memlekette mallarını satıp işlerini bitirdikten sonra Mekke’ye doğru hareket etti. Mekke’de ise oradan getirdikleri malları satıp, öncekilere oranla iki kat veya daha fazla kâr elde etti. Üstelik Meysere de yol boyunca Resulullah’tan gördüğü hareket ve davranışları Hatice’ye anlattı.
Hz.Hatice, birisi vasıtasıyla Resulullah’a şöyle bir mesaj gönderdi: “Ey amcaoğlu, aramızdaki akrabalık bağından ve kavmin arasında yüce, şerefli, soylu, emanettar, iyi huylu ve doğru konuşan biri olmandan dolayı seninle evlenmek istiyorum.” Hz.Hatice’nin bu evlenme teklifi öyle bir zamanda oldu ki, Hz.Hatice o zamanlar nesep açısından en köklü, şeref ve mal bakımından da bütün kadınların en üstünü idi; herkes onunla evlenmek istiyordu, ama o hiç kimseyi kabul etmiyordu. Resulullah (s.a.v.) Hz.Hatice’nin evlenme teklifini kabul ederek amcalarını onu istemeye gönderdi. Resulullah (s.a.v.) evlendiği zaman yirmi beş, İbn-i Abbas ve bir grup diğer bilginlerin sözüne göre Hz.Hatice de yirmi sekiz yaşında idi.
Hz.Peygamber (s.a.v.)’in Hz.Hatice ile evlenmesinden, ikisi erkek, dördü kız olmak üzere toplam altı çocuğu oldu. Erkeklerin isimleri; Kasım ve Tahir; kızların isimleri ise Ümmü Gülsüm, Rukıyye, Zeyneb ve Fatıma’dır.
Hatice-i Kubra (r.a.) Resulullah (s.a.v.) ile ortak yaşantısında çok fedakârlıklar yapmıştır. O bütün mal ve servetini aziz eşinin ihtiyarına bırakmış ve bütün kadınlardan önce Hz.Resulullah’a iman etmişti. Resulullah (s.a.v.) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
“O, insanlar kâfir olduğunda bana iman etti, halk beni tekzip ettiğinde o beni tasdik etti, halk beni
03
Hz.Resulullah’ın yaşantısının en hassas dönemi, 40 yaşına girdiği ve Receb’in 27. günü (M.610) peygamberliğe seçildiği andır. O zamandan itibaren üç yıl boyunca halkı gizlice İslam’a davet etti. Hz.Resulullah’a ilk iman edenler; kadınlardan Hz.Hatice, yetişkin erkeklerden Hz.Ebu Bekir, çocuklardan Hz.Ali, kölelerden Hz.Zeyd olmuştur. Peygamberliğin başlangıcından üç yıl sonra, Resulullah (s.a.v.) halkı açıkça İslam’a davet etmeye emrolundu. Bu emir gereği önce kendi yakınlarını misafirliğe davet ederek onlara şöyle buyurdu: “Allahu Teala beni, sizi O’na imana davet etmeye emretmiştir. İçinizden kim beni tasdik edip bu işte bana yardımcı olursa, sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifem olacaktır.”
Resulullah (s.a.v.) akrabalarını İslam’a davet ettikten sonra, halktan da putlarını bırakıp sadece Allah’a ibadet etmelerini istedi. Bu söz onlara çok ağır geldi; az bir grup hariç hepsi Peygamber’e düşman kesilmeye başladı. O kritik anda, Mekke’nin büyüğü ve Peygamber’in amcası olan Ebu Talib, kardeşi oğlunun yardımına koştu ve onu yalnız bırakmayacağına dair yemin etti. Gerçekten öyle de yaptı. Ebu Talib, hayatta olduğu müddetçe Kureyş Hz.Peygamber’i fazla incitemiyordu. Kureyş büyükleri, Ebu Talib’in koruması altındaki Hz.Peygamber’i tam baskı altına alamadıklarını görünce, yeni müslüman olanlara eziyet ve işkence etmeye başladılar. Peygamber (s.a.v.), Müslümanların Kureyş’in zulüm ve eziyetinden kurtulmaları için onlara Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi.
Bis’etin (Peygamberliğin başlangıcının) altıncı yılında, Mekke müşrikleri, Peygamber (s.a.v.)’i öldürme kararı aldılar. Bu yüzden Muhammed (s.a.v.)’i kendilerine teslim etmedikçe Beni Haşim’le muamele yapmayacaklarına ve onlardan evlenmeyeceklerine dair kendi aralarında bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmayı bir deri sayfasına yazarak Ka’be’nin duvarına astılar. Beni Haşim de canlarını korumak için Peygamber (s.a.v.) ile “Şi’b-i Ebu Talib” deresine sığındılar; üç yıl boyunca orada kaldılar. Üç yıl sonra Allah-u Teala Peygamberine, antlaşmayı “Allah” lafzı hariç karıncaların yediğini haber verdi. Ebu Talib bu haberi Kureyişlilere iletti ve onlara; “Eğer Muhammed’in söyledikleri doğru çıkarsa ne yaparsınız?” diye sordu. Onlar da: “Artık el çekeriz” dediler. Kureyşliler Ka’be’ye gidip oraya astıkları antlaşmanın “Allah” lafzı hariç karıncalar tarafından yenildiğini görünce kendi antlaşmalarından vazgeçtiler. Bi’setin onuncu yılında vuku bulan bu olay neticesinde Mekke halkından birçok kimseler İslamiyeti kabul ettiler. Böylece Beni Haşim, Şi’b-i Ebu Talib’den dışarı çıkabildi.
Peygamber (s.a.v.), bi’setin onuncu yılında iki büyük yardımcısı olan, Ebu Talib ve Hz.Hatice’yi kaybetti. Bu iki büyük şahsiyetin ölümü Hazrete çok ağır geldi, bundan dolayı o yılın ismi “Hüzün yılı” olarak anıldı. İmam Zeyn’ul- Abidin (r.a) şöyle buyurmuştur: “Resulullah (s.a.v.), Ebu Talib ve Hatice’yi kaybettiğinde artık Mekke’de kalması güçleşmişti.
Allah-u Teala bundan dolayı Hz.Peygamber’in, Mekke’de yardımcısı olmadığından orayı terk edip Medine’ye doğru hareket etmesini emretti.” Ebu Talib vefat ettikten sonra Kureyş’in Peygamber’e eziyeti gittikçe fazlalaştı, Hazrete defalarca ihanet edip O’nun canına kıymak istediler.
Mekke müşrikleri, bi’setin 13. yılında “Dar’un Nedve” denilen bir yerde toplanıp, Peygamber’i öldürme kararı aldılar. Bu karara göre, çeşitli kabilelerden toplanan gençler hep birlikte Hazret’e saldıracak ve kimin tarafından öldürüldüğü bilinmeyecekti. Hz.Peygamber (s.a.v.) İlahi vahiyle bu komplodan haberdar oldu ve geceleyin Mekke’den ayrılarak Medine’ye doğru yola çıktı. Emir’ül- Mü’minin Hz.Ali de Peygamber (s.a.v.)’in canını korumak için O’nun yatağında yattı.
KAPAK DOSYASI
mahrum bıraktığında o kendi malıyla bana yardımda bulundu.”
Peygamber (s.a.v.), Rebi’ul- Evvel ayının ilk günü Mekke’den ayrıldı ve aynı ayın 12. günü Medine’nin yakınlarında olan “Kuba” denilen yere vardı ve orada yaklaşık on gün Hz.Ali’yi bekledi. Bu müddet içerişinde de Kuba camisini yaptırdı. Daha sonra Hz.Ali’nin gelmesiyle Medine’ye teşrif buyurdular. Hz.Peygamber’in hicreti ardınca Mekke Müslümanları da yavaş yavaş Medine’ye hicret etmeye başladılar. Hz.Peygamber (s.a.v.) Muhacir ve Ensar (Medine halkı) arasındaki samimiyet bağını güçlendirmek için onların aralarında kardeşlik bağı oluşturdu. Peygamber (s.a.v.) bu teşebbüsü ile Medine’de İslami bir toplum oluşturmuş ve Muhacirlere yardım için de uygun bir zemin hazırlamıştı.
Bu küçük İslam toplumunun kuruluşundan daha 19 ay geçmemişken Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında savaş ateşi tutuştu. İlk önemli ateş Bedir savaşı idi, onun peşi sıra Uhud, Hendek, Hayber, Tebuk vb. savaşlar da vuku buldu. Peygamber (s.a.v.)’in savaşları iki çeşittir; birincisi, kendisinin katıldığı savaşlardır ki; bu savaşlara “Gazve” denilir. Diğeri ise kendisinin katılmadığı savaşlardır ki; bu savaşlara da “Seriyye” denilir. Gazvelerin sayısının 28, seriyyelerin sayısının ise 38 olduğu rivayet olunur. Bu gazve ve seriyyeler, Müslümanların Hicaz topraklarında azamet ve güçlerinin aşikâr olmasına ve birçok Arap kabilelerinin Hz.Peygamberle barış antlaşmaları imzalamalarına sebep oldu.
Bu antlaşmaların en önemlisi, Hudeybiye antlaşması idi. Hz.Peygamber bu antlaşmayı, hicretin altıncı yılında Mekke müşrikleriyle yaptı. Bu antlaşma, Hicaz toprağında nisbi bir emniyet ve huzurun oluşmasına yol açtı ve diğer topraklarda da İslam’ın yayılmasına bir ortam hazırladı.
Peygamber (s.a.v.), hicretin yedinci yılında İslam’ın geniş bir şekilde yayılmasını sağlamak için birçok mektuplar yazmış ve bu mektupları İran, Rum, Habeş, Mısır, Yemame, Bahreyn vb. ülkelerin kral ve padişahlarına göndererek islamın mesajını onlara iletmiştir. Resulullah bu mektuplarda onları İslam’a davet ediyordu. Bu vesileyle Hz.Peygamber’in
04
Hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında Mekke şehri Peygamber tarafından fethedildi. Resulullah (s.a.v.) ordusuyla birlikte savaşmaksızın Mekke şehrine girdi, ilk teşebbüsünde Mekke halkının hepsini affetti ve Kâbe’ de bulunan üç yüz atmış putu oradan temizledi ve sonra minbere çıkarak şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Allah Teala cahiliyet tekebbürünü ve atalarla övünmeyi sizin aranızdan temizledi. Bilin ki siz Adem’densiniz , Adem de balçıktandır. Bilin ki, Allah’ın en iyi kulları O’ndan korkan ve günah işlemeyendir.”
Resulullah (s.a.v.), Mekke’de kısa bir müddet kaldıktan sonra Medine’ye doğru hareket etti. Bir kaç aydan sonra, Rum ordusunun İslam ülkelerine saldırıp o topraklarda ilerlemeyi amaçladıklarını öğrendi. Peygamber bu haberi öğrenir öğrenmez İslam ordusunun, Rum ordusuna karşı koymak için Şam sınırlarına doğru hareket etmelerini emretti, kendisi de ordunun komutanlığını üzerine aldı. Uzun bir mesafeyi kat ettikten sonra Hicretin dokuzuncu yılının Şaban ayında, Şam sınırında bulunan Tebuk topraklarına ulaştılar. Ama Rumlardan hiçbir eser yoktu. Çünkü Rum ordusu, Hz.Peygamber’in komutanlığındaki İslam’ın güçlü ordusunun hareketinden haberdar olmuş ve Müslümanlar karşısında yenilgiye uğramak korkusundan aldıkları kararlarından vazgeçmişlerdi.
Resulullah (s.a.v.) düşman tehlikesinin olmadığını görünce ordunun Medine’ye dönmesini emretti. “Tebuk” ismiyle meşhur olan bu gazve Hz.Peygamber’in en son gazvesi sayılmaktadır. Hz.Peygamber (s.a.v.)’in Hicaz topraklarındaki en fazla muvaffakiyet elde ettiği yıl, hicretin dokuzuncu yılıdır. Çünkü o yılın hac merasiminde müşriklere beraat(ültimatom) ilan edildi. Bu önemli mesele, Kurban Bayramında Emir’ül- Mü’minin Hz.Ali vasıtasıyla düşmanlara duyuruldu ve onlara, İslam’a karşı tavırlarını belirlemeleri için dört ay fırsat tanındı. Bu beraatın ilanı neticesinde çeşitli kabilelerin elçileri Medine’ye doğru akın etmeye başladılar. Hepsi Hz.Peygamber’in huzuruna gelerek İslam’ı kabul ettiklerini veya İslam’ın gölgesinde yaşamaları için cizye ödemeye hazır olduklarını ilan ettiler. O yıl çok fazla elçinin Medine’ye akın etmesinden dolayı o yıla; “Amm’ul- Vefud” (Elçiler Yılı) ismini vermişlerdir. Böylece puta tapma adet ve geleneği Hicaz toprağından silinmiş ve yerine tevhid dini yerleşmiştir.
Resulullah (s.a.v.), hicretin onuncu yılında haccını eda etmek için Mekke’ye yolculuk yapmaya hazırlandı. Müslümanlar da bu haberi duyunca, hac amellerini doğru bir şekilde, kâmil olarak, öğrenmek için yolculuğa hazırlandılar. Resulullah (s.a.v.) Zilkade ayının sonuna dört gün kala Medine’den ayrıldı, Zilhiccenin dördüncü günü ise Mekke’ye vardı. Hac amellerini yaptıktan sonra Müslümanlarla birlikte o şehirden ayrılarak Medine’ye doğru yola koyuldu. Yüz yirmi bin civarında olan hac kervanı “Cuhfe” denilen yere yetiştiğinde, Hz.Peygamber tarafından kervanın
durdurulması emredildi. Resulullah (s.a.v.) namazını kıldıktan sonra Gadir-i Hum kenarında bir hutbe (veda hutbesi) okudu. Sonra Hz.Ali’nin elini tutup her ikisinin koltuk altları görülecek kadar kolunu yukarıya kaldırdı. Herkes onu görüp tanıdı; sonra yüksek bir sesle şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Müminlerin kendilerinden, onlara daha evla kimdir?” Halk: “Allah ve resulü daha iyi bilir.” dediler.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdular:
KAPAK DOSYASI
evrensel risaleti dünyanın her tarafına bildirilmiş ve böylece İslamın mesajı uzak memleketlere de ulaşmıştır.
“Allah-u Teala benim mevlamdır; ben de müminlerin mevlasıyım; ben onlara kendilerinden daha evlayım. Öyleyse ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır.”
Resulullah (s.a.v.), bu cümleyi üç defa tekrarladı. (Hanbelîlerin imamı olan Ahmed bin Hanbel’e göre, dört defa tekrarlamıştır.) Daha sonra şöyle buyurdular:
“Allah’ım! Onunla dost olana dost, ona düşman olana düşman ol; onu seveni sev, ona buğz edene buğz et; ona yardım edene yardım et, ondan yardımını esirgeyenden yardımını esirge; o nereye dönerse hakkı onunla döndür. Biliniz ki, bu sözleri hazır olanlar hazır olmayanlara bildirmelidirler.” Halk henüz dağılmadan Allah-u Teala şu ayet nazil etti:
“Bugün dininizi kemale erdirdim, nimetimi size tamamladım ve din olarak İslam’ı size beğendim.” (Maide-3)
Hz.Peygamber (s.a.v.) Veda haccı yolculuğundan sonra ömrünün son günlerini yaşıyordu. Nihayet hicretin on birinci yılının Safer ayında bu fani dünyadan ayrılıp, ebediyete intikal etti.
Hz.Peygamber (s.a.v.)’in Hatice’den altı çocuğu vardı, onların isimlerini daha önce zikretmiştik. Hz.Mariye’den de İbrahim isminde bir oğlu vardı. Resulullah (s.a.v.)’in, Fatıma (r.a) hariç bütün evlatları kendi hayatı döneminde vefat ettiler. Hz.Peygamber’in nesli, Hz.Fatıma’dan devam etti Bu şekilde 23 yıl boyunca Hz.Peygamber Arap Yarımadasındaki kabileleri, değişik inançları, farklı kültürleri, siyasi düşünce ve yapıyı, İlahi vahyin istikametinde değiştirmiş, inançta birliği sağlayıp, insanın mahlukatın en şereflisi olduğu hakikatını öğretmiştir. Birlik, beraberlik, yardımlaşma, disiplin ve itaatin hakim olduğu mükemmel bir toplum meydana getirmiştir. Tarihe asrı saadet olarak geçen bu zamanın toplumu, peygamberiyle birlikte tüm zaman ve mekanlara, insaniyetin en mükemmel somut örneklerini vermiştir.
05
GÜLŞEN GAZEL
alınamaz savaşlar çıkabiliyordu. Kısacası toplum, tam bir ümitsizlik ve çaresizlik içerisinde, bu gidişe “dur!” diyecek güçlü bir kurtarıcının, kendilerine el uzatmasını bekliyordu…
KAPAK DOSYASI
İnsanlar bu halde acı içinde kıvranırken Cenab-ı Hak onlara rahmet elini uzattı ve yeryüzüne Nebiler Nebisi Hazreti Muhammed (a.s.m.)‘i peygamber olarak gönderdi. O (a.s.m.) gelince her şey değişmişti. Örf ve adetlerine son derece bağlı olan Arap kavminin çirkin kurallarını kaldırıp, yerlerine güzellikler getirmişti. Efendiler Efendisi, insanları, Kuran’ın hükümlerini uygulamaya çağırıyor ve onlara, hayatı zehirleyen fiilleri ve alışkanlıkları terk etmelerini tavsiye ediyordu. Onun tavsiyelerine kulak veren herkes, içki, kumar, fuhuş, hırsızlık ve bunlar gibi toplumu zehirleyen birçok fiili terk ederek, yıllarca mahrum kaldıkları gerçek huzura kavuşuyordu.
TÜM İNSANLIK NEBİLER NEBİSİNE MUHTAÇ…
D
ünya cehalet devrini yaşıyor; insanlar, zulüm karanlıklarında çırpınıyordu. O zamanda cehaletin en fazla hükmettiği toplum olan Araplar arasında içki, kumar, gasp, fuhuş gibi çirkinlikler normal görülüyordu. Kadınlara hiç değer verilmiyor, bir çok aile tarafından dünyaya gelen kız çocukları acımasızca toprağa gömülüyordu. İnsanlar, çevrelerine zarar verme adına, patlamaya hazır bir bomba gibiydiler. En ufak bir söz ya da olay üzerine önü
Cenab-ı Hak, Hazreti Davud’a demiri yumuşattığı gibi, taş gibi kalpleri yumuşatmıştı Efendiler Efendisine. Yanına gelenlerin ruhları ve kalpleri çok kısa sürede müthiş değişimler geçiriyor; akılları, insanın ve kainatın yaratılış hikmetlerini idrak ediyordu. Böylece onlar, o güne kadar, ne kadar da kör ve sağır yaşadıklarının farkına varıyor ve dünya hayatının bir kavgadan ibaret olmayıp, Rabbı Rahim’in hükümleri doğrultusunda hareket edilmesi gereken bir imtihan yeri olduğunu anlıyorlardı. Ve neticede, yaptıkları kötü işlerin hepsini bir daha dönmemek üzere bir anda terk edip, kendilerini bağışlaması için dua dua Rablerine yalvarıyorlardı. Bunun en güzel örnekleri içki yasak kılındığında yaşanmıştı. Efendiler Efendisi, Cenab-ı Hakk’ın içkiyi yasaklayan ayetini ashabına okuyunca, onlar, ağız larına götürmek üzere oldukları kadehleri ellerinden atıp, içki küplerinin hepsini kırmış ve içkileri döküvermişlerdi. Evet dünya, O’nun (a.s.m) etrafına saçtığı iman nurlarıyla aydınlanmış, insanların kalpleri huzuru ve mutluluğu doyasıya yaşamıştı. Bu sebeple O’nun (a.s.m) yaşadığı zamana “Asr-ı Saadet” dönemi denmişti. Ve Asr-ı Saadet dönemi dünya tarihinde ilk ve son kez Efendiler Efendisi dünyadayken yaşanmıştı. Ne yazık ki O (a.s.m), dünyadan gidince
06
Bu asrın yaralarına hiçbir doktor, hiçbir psikolog, hiçbir yönetici çare bulamamaktadır. İnsanlık, bilimin ve teknolojinin en ileri düzeyinde yaşıyorken, en ufak manevi hastalıklarına bile çare üretmekten acizdir ne yazık ki. Gençler alkol ve uyuşturucuyla, hem kendi hayatlarını, hem de toplum hayatını zehirlerken, elinden hiçbir şey gelmeyen çaresiz insanlar buna seyirci kalmaktadır. Halbuki okuma-yazma bilmeyen ve toplumda hiçbir otoritesi bulunmayan Peygamberimiz, asırlar öncesi zamanda, insanların alkolden daha tehlikeli alışkanlıklarını bir anda güzelliklere çevirmişti. Öz evlatlarını öldüren o bedeviler, O’nun (a.s.m) öğretileriyle, yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede dünyanın en medeni, en nazik insanları haline gelmişlerdi. Şimdi insanlık yine O’na (a.s.m) muhtaç… gönüllere işleyen tebliğine… ruhları aydınlatan nuruna… nefisleri temizleyen terbiyesine… ve hayatın her alanındaki öğretilerine muhtaç… Çaresizlikle yaka paça olan insanlık, Kutlu Peygamber’in varlığına olan ihtiyacını ne yazık ki başka şekillerde telafi etmeye çalışmaktadır. O’nu (a.s.m.) hayatlarından çıkarıp, kalplerine O’nun (a.s.m.) yerine başka sevgililer oturtmuşlardır. Halbuki O (a.s.m.), cismen ümmetinin arasında olmasa da, arkasında bıraktığı sünnet-i seniyyesiyle, kitaplar dolusu hadisleriyle ve müminler tarafından hiç unutulmayan manevi şahsiyetiyle hep sevenlerinin yanında. Bunu unutan insanlar,
manevi büyük bir boşluğa kapı açıp, dünya ve ahiret hayatlarını, zindana çevirmektedirler.
O (a.s.m.), asırlar önce yeryüzünde bir güneş gibi doğup kendi zamanını aydınlattığı gibi bütün çağları aydınlatmıştı. Kıyamete kadar hiç batmayacak bir güneşti O (a.s.m.). Ve elindeki Kuran ile her çağdaki insanların hayatlarını aydınlatmaya devam ediyordu. Zaman ve mekan kavramı yoktu onun için. O, manevi şahsiyetiyle her zaman, her yerde, belki kendisi için bir salat-u selam okuyanların hemen yanında bulunmaktaydı. Sıkıntıları olan müminlere hadisleriyle yol göstermekte, mutlu ve huzurlu yaşamanın yollarını arayan insanlara sünnet-i seniyye ölçüleriyle yaşamaları gerektiğini asırlar öncesi zamanda bizzat yaşayarak bildirmekteydi. Bu gerçekleri bilen müminler değerler üstü değer olarak bildiler O’nu (a.s.m.) ve yaşamını. Biliyorlardı ki Allah (cc), O’nu (a.s.m), alemlere rahmet olarak göndermişti ve dünya ve ahiret hayatındaki tek kurtuluş O’na (a.s.m) bağlanmakla olacaktı. O’na (a.s.m) olan ihtiyaçlarının farkında olmayan insanlar ise dünya ve ahiret hayatındaki büyük bir zararın eşiğinde idiler. Ne yazık ki bu insanlar, Efendiler Efendisini tanımıyordu ve O (a.s.m) da, kendisini bilmeyen ve tanımayan bu insanları ahirette tanımayacaktı. Dünyada gerçek huzuru bulamayan bu bedbahtlar ahirette de mutluluktan mahrum kalacaktı.
KAPAK DOSYASI
her şey yine eski düzenine dönmeye, insanlar cehaleti tekrar yaşamaya başladı. Zaman geçtikçe insanlar, iman nurundan ve Nebiler Nebisinin terbiyesinden uzaklaşarak nefisleri doğrultusunda cahilce ve zalimce bir hayat yaşamaya başlamışlardı. Ve Rahmet Peygamberini çoktan unutmuşlardı. İçki, kumar, hırsızlık, fuhuş gibi çirkin işler tekrar revaç bulmuştu. Çıplaklığa ve ahlaksızlığa özendirilen kızlar, tekrar diri diri toprağa gömülüyordu. Gençler kendilerini değerli kılan hassasiyetlerinden uzaklaştıkça yolunu şaşırmış bir bomba gibi çevrelerine zarar veriyorlardı. Menfaatleri gereği insanlar arasındaki diyalog, yalan, hile ve ihanetten ibaretti. İnsanların insanlığı, Peygamberimiz gelmeden önceki cehalet dönemindeki gibi yine can çekişiyor; insanlar acıyla kıvranıyordu. Bin dört yüz yıl önce dünyayı terk eden Sevgililer Sevgilisine ne kadar da muhtaçtı insanlık!
Zaman ve şartlar değişse de, insanların, Allah’ın Resulüne olan ihtiyacı hiç değişmemiş hatta zaman geçtikçe daha da artmıştır. Bu nedenle herkesten önce O’nu (a.s.m) tanımak ve tanıtmak, her şeyden önce onun sünnetini yaşamak ve yaşatmak dünya hayatındaki en büyük gayemiz olmalıdır. Kalbimizdeki hiçbir düşünce, hiçbir duygu veya hiçbir ideal bize O’nu (a.s.m) ve O’nun (a.s.m) eşsiz yaşamını unutturmamalıdır. Ve neticede, dünya ve ahiret saadetimiz için muhtaç olduğumuz en büyük şefaatçinin O (a.s.m) olduğunu idrak ederek, yaşamamız gerekmektedir.
07
HZ. MUHAMMED (S.A.V)
"Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere çok şefkatli, çok merhametlidir."
(Tövbe Sûresi, 9:128.) “Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”
Y
(Enbiya: 107)
aratıcımızı bize ispatlayan, tarif eden pek büyük bir şahsiyet olan ve eksiksiz bir delil olan Hz.Muhammed (A.S.V) kimdir? Hz. Muhammed (s.a.v.),Allah’ın insanlara ve kainata rahmet olarak gönderdiği ve bütün alemi nuruyla kuşatan bir peygamber, bir kul ve nihayet bir insandır. Öyle bir insan ki her hareketinin altında bir nur, bir mana, bir ders yatmaktadır. Onun hal ve hareketleri onun peygamber olduğunu en güzel bir şekilde açıklıyor. Bundan dolayı diyoruz ki: O, kendi kendine güneş gibi bir delildir. O’nu bize tanıtan ve bir peygamber olduğunu gösteren bazı durum ve özellikler: 1.Önceki peygamberlerin, kişilerin ve bazı olayların onu tasdik etmesi; Hz. İsa ve incil, Tevrat, Rahip Bahira, Varak bin Nevfel ve irhasat olayları. 2.Sıdk yani doğruluğu; evet öyle bir insan ki, düşmanı tarafından bile Muhammed’ül-Emin diye tanımlanmıştır. Yani doğruluk odur ki, düşmanı bile tasdik etsin. 3.Gaybdan haber vermesi; yani vaadlerde bulunması ve bu vaatlerin yerine gelmesi, bunun yanında meydana gelecek bazı olaylardan haber vermesi gibi. 4.Ahlak-ı âliyesi; Allah-u Teala bir ayeti kerimesinde O’nun yüce bir ahlak üzere olduğunu, kendisinin de güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini ifade etmektedir. O’nun ahlakı bizim için bir ölçü ve belirleyicidir. Çünkü Hz. Aişe’nin deyimiyle O(sav), yürüyen Kur’an’dı, canlı bir Kur’an’dı. Öyle yüce bir ahlak ki, milyonlarca insan O’nun ahlakı ile ahlaklanmaya, terbiyesi ile terbiyelenmeye çalışıyor. 5.Getirdiği dava ve yaptığı inkılap; öyle bir dava getirdi ki, onun yüceliğini, mükemmelliğini; kısa sürede olmasından, diğer bütün beşeri davaları ve ideolojileri
yutmasından ve zalim, emperyalist devletlere karşı başarı sağlamasından anlıyoruz. Evet, tehditlerle, korkularla, hilelerle toplumun fikrini başka bir yöne yönlendirmek mümkündür. Fakat tesiri sınırlı ve geçicidir. Bu dava ile yani İslam ile yani Tevhid davası ile yapmış olduğu eşsiz inkılap ise, zora ve hileye başvurmadan sadece doğruluk temelli olarak kalplere, fikirlere, ruhlara hem zahiri, dış görüntüsünde ve hem de iç aleminde davanın hakimiyetini kurmuş ve vicdanlarda muhafaza etmiştir. İnkılap öncesi hayatta; şefkatsizliğin her türlüsü, katılığın her türlüsü, mevcut olan öyle bir merhametsizlik ki, kızlarını diri diri toprağa gömen bir merhametsizlik. İşte böyle bir durumda yapılan inkılap ve netice; o insanlar âleme ustâd, birer öğretmen oldular ve o insanlar karıncaya basmaktan çekinir duruma geldiler. Acaba böyle ruhi, kalbi, vicdani bir inkılap hangi dünyevi kanunlar ile yapılabilir. 6.Rasulullah (S.A.V) ümmiliği ile beraber bir kuvvete sahip değildi. Bir hakimiyete, bir saltanata meyli yoktu. Ve böyle bir vaziyette iken önemli bir makamda, tehlikeli bir mevkide, büyük bir olgunluk ve güven içinde büyük bir işe teşebbüs etti. Bütün mevcut olan o dönemin fikirlerine ve şimdiki fikirlere galebe çaldı. Bütün ruhlara kendisini sevdirdi, kalplerden bütün vahşi adetleri, çirkin ahlakları kaldırarak pek yüksek adetleri ve gayet güzel ahlakı oluşturdu. Vahşetin çöllerinde sönmüş olan kalpleri diriltti. Kalplerdeki katılığı, ince hissiyat ile değiştirdi. İnsandaki cevherleri ortaya çıkardı. O bedevileri vahşet köşelerinden çıkararak, yüksek bir medeniyet sahibi yaptı. Onları o zamana, o aleme muallim yaptı. Ve öyle bir devlet kurdu ki, kurduğu devlet Asa y-ı Musa gibi başka zalim devletleri yuttu; insanlığı kuşatan, zülüm, fesat, ihtilal ve savaş bağlarını yıktı. Çok kısa bir süre içerisinde, doğudan batıya geniş bir alanda, islamın yayılıp yerleşmesini sağladı.
KAPAK DOSYASI
SELAMİ YÜKSEL
Acaba O zatın şu hayatı, O’nun getirdiği davanın hak ve hakikat olduğunu bize ispatlamaz mı? KAYNAK: Nursi, B.Said, 11. Lema ve 19.söz’den sadeleştirilmiştir.
08
kadar beri idi ki. Onun bu ahlakı birçok insanın da asırlardır İslam'ı kabulüne sebep oldu. Peki, ya günümüz Müslümanları? Bizler Ümmet-i Muhammed olarak, Efendimiz(s.a.v.)’in şefaatini umarak, ne kadar ona benziyoruz? Efendimizin sünnetini ne kadar tatbik edebiliyoruz, ona ahlakça ve davranışça benzeyebiliyoruz? Yani ne kadar mükemmel olmaya çalışıyoruz? Elbette dünya yaratıldığından bu yana hiçbir insanın davranışları bu kadar taklit edilmedi, fakat biz Müslümanlar olarak ne kadar ona layık olabiliyor, ne kadar Efendimize benziyoruz hal ve hareketlerimizle? Yahut hal ve hareketlerimizi ona ne kadar benzetebiliyoruz? Öyle ki bizi gören insanlar, baktığında Efendimizi ne kadar hatırlıyorlar? Her duamızda Efendimizin şefaatini de istiyoruz, fakat bu şefaat, sanıldığı kadar kolay kazanılmasa gerek. Ancak Efendimize gereken sevgi ve muhabbeti gösteren, onu tüm vakitlerde zihninden çıkarmayan ve belki de kalbi her attığında “Ya Resulallah!” diye atan bir gönül lazım. Bunu nasıl yapabiliriz dersek, tek bir yolu var: Sünnet-i Seniyye’ye ittiba etmek. Evet, hayatımızın her anında yapabileceğimiz ve tesiri her an üzerimizde maddi ve manevi görülebilen bir yol. Sünnete ittiba etmek, yani onun gibi olmaya çalışmak. İşte o zaman tüm hareketlerimizde,onu hatırlayacak,onu zikredeceğiz.Yemek yerken, su içerken, komşunuzla konuşurken, çocuğunuzu severken, eşinize iltifat ederken, namaz kılarken, uyurken, uyanırken ve daha nice fiilimizde bir Hz. Muhammed olabilmek niyetiyle onu hatırlamak… Ve bu niyetle Şefaat-i Mustafa’ya kavuşmak. Mübarek hadislerinde Efendimiz(s.a.v.), size iki emanet bırakıyorum, Kur’an ve sünnetim, derken bize bütün davranışlarınızı, ibadetinizden, günlük en basit hareketinize kadar, bu ikisine göre düzenleyin. Kriter ve yaşam tarzı olarak, bu ikisini kabul edin, demek istememiş midir? Ve Efendimiz de bize tavsiyesindeki gibi bu çizgi de hayatını sürdürerek örnek bir insan olmamış mıdır? O halde örnek bir insan olmanın da tek yolu Efendimizin sünnetine ittiba etmektir. Çevrenize, eşinize, dostunuza ve herkesten önce çocuklarımıza Efendimizi mi anlatmak istiyorsunuz? Onun da tek yolu sünnete ittiba etmektir. Ne kadar kitap okursanız okuyun, ne kadar anlatırsanız anlatın,
KAPAK DOSYASI
Hatice Nurcan Yılmaz
MÜKEMMELLİĞİN YOLU SÜNNET YOLU
Ö
rnek bir şahsiyet olmak ne zordur günümüzde. Etrafınızdaki insanların her davranışınıza doğrudur ve yahut güzeldir diye bakması ne kadar uzak geliyor insana. Bu sıkıntılı, koşuşturmalı günlerde, bir aksiliğe öfkelenmemek, bir maddi imkânsızlığa sabredip, imkânların çokluğuna şükretmek... Her insana iyi muamele edip, kimsenin kalbini kırmamak, ailesinde iyi bir eş, işinde beğenilen bir çalışan, mahallesinde herkesin takdir ettiği bir insan olabilmek, ne kadar zordur değil mi? Bütün bunlar bu kadar zor ise bin dört yüz yıl önce Efendimiz(s.a.v.) nasıl başardı bunları ve daha da fazlasını? Her şeyin en güzelini yapan, en güzel ahlakı sergileyen, o gün ve bugün kimsenin hiçbir tavrını beğenmemek gibi bir cahillik içinde bulunmadığı, her devirde, takdir edilen, doğru bulunan, imrenilen ve eskimeyen Efendimiz(s.a.v.)... Cahiliye adetlerini sürdüren Araplar, müşrikler, putperestler dahi kendisini hiçbir yönden suçlayamadılar. Yalancıdır diyemediler, ahlaksızdır diyemediler, zalimdir diyemediler, hilekârdır diyemediler. Zira efendimiz tüm bu kötü ahlaktan ve diğerlerinden o
09
işlediğimiz sünnet adedince, Efendimiz'i de anmış oluyor ve onu ne kadar sevdiğimizi ispatlamış oluyoruz. O'na sevgimizi göstermemizin bir yolu da sünnete uymaktır. Ve eğer Efendimizin de sizi ne kadar sevdiğini bilmek istiyorsanız, O'na ne kadar uyduğunuza, O'na ne kadar benzediğinize, O'nu ne kadar hatırlattığınıza ve sevdiğinize bakın. Siz ne kadar O'nu seviyorsanız, O da sizi o kadar seviyor demektir. Hasan b. Sabit; ben sözlerimle Muhammed (s.a.v.)'i övmedim, fakat O’nunla sözlerimi methettim, diyor. Bizler de hareketlerimizle, onu yüceltmiş olmuyoruz, ona uyarak hareketlerimizi yüceltmiş oluyoruz. Öyle ki; dünyada ve ahirette mükemmel olmanın tek yolu O'dur. Maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi, bireysel ve içtimai veya ailevi; her ne konumda olursak olalım, mükemmel olmanın, eksiksiz ve takdir edilen bir Müslüman olmanın tek yolu ancak ve ancak insanlık yaratıldığından beri mükemmel olan tek insan olan Efendimiz (s.a.v.)gibi olmaktır. Ve Efendimiz'in dünyaya teşrif ettiği şu kutlu günlerde, gelin O'nu, O’nun gibi yaşamakla, her anımızda analım. Sünnete layığı ile uyabilmek duası ile..
KAPAK DOSYASI
en güzeli ve etkilisi yaşamaktır. Amelsiz ilim heba olduğu gibi, uyulmayan sünnette heba olur. En güzel öğretim metodu, temsil etmek, yani bizce onun gibi yaşayıp, onun gibi muamele edip, sebebi sorulunca, o böyle yapıyordu demektir. Sizce de Efendimiz bunu istemez miydi bizden? Evet, bakın, bir sünnete ittiba ile ne kadar kazancımız oluyor. Dünyamızı da ahiretimizi de korumuş, kurtarmış ve bereketlendirmiş oluyoruz. Bütün bunların yanında, Efendimiz: “Ümmetimin fesadı zamanında sünnetime ittiba edene yüz şehit ecri vardır.” buyuruyor. Bir de buradan bakalım, çok basit bir hareketimiz, sadece efendimiz gibi yapılınca, yüz şehit sevabı kazandırıyor, sevap kesemize. İnsan ömründe bir kez ölüp, bir kez şehit olabilir ama basit bir muameleyi peygamberce yapın ve yüz defa şehit olun... Yüz kere şehit olanın yeri ahirette cennetten başka, Rasulullah'ın yanı başından başka, Cemalullah ile müşerref olmaktan başka ne olabilir sizce. Umudumuz o ki, niyetlerimizi, sünnet üzere kurup, tüm bu mükâfat ile müşerref olmak... Peki, bir Müslüman bir günde asgari ne kadar sünneti yerine getirebilir, isterseniz bir saatte neler yapabilir bu konuda, örnekleyelim: Evet, sabah uyandığımızı düşünelim, saat 07.00. Sünnet üzere “bismillâhi emûtu ve ahyâ” dedik, kalktık. Ayağımıza terlik giydik, önce sağ ayakla. Lavaboya gireceğiz, terliği önce sol ayaktan çıkardık, lavaboya da sol ayakla girdik. Girerken dua ettik, çıkarken de. Çıkarken sağ ayakla çıktık. Sonra abdest aldık, israf etmeden suyu kullandık, abdestten sonra üç yudum su içtik, üzerimizi ıslak elimizle sıvadık. Yanmakta olan lambayı israf olmasın diye kapattık, o sırada eşimize ve çocuklarımıza gülümsedik. Elbiselerimizi besmele ile sağdan ve oturarak giydik. Saçımızı sakalımızı taradık, aynaya bakınca “la havle” çektik. Kahvaltıyı hazırladık, bey iseniz hanımınıza yardım ettiniz. Ellerinizi yıkadınız, ıslak ellerinizi gözünüze sürdünüz, Besmele ile yemeğe başladınız, sağ elle yediniz, önce tuzla başladınız, tuzla bitirdiniz. Tam doymadan yemeği bırakıp, elhamdülillah dediniz. Ellerinizi yıkadınız. Evden çıkmak için hazırlandınız, bir bardak da su içeyim dediniz, oturarak, sağ el ile besmele ile üç yudumda, bardağın içerisine nefes vermeden içtiniz ve sonunda da elhamdülillah dediniz. Eh eşinize de fazla bulaşık çıkmasın diye yardımcı olmak için bardağı yıkayıp, yerine koydunuz. Kapıyı besmele ile açtınız, ev halkı ile vedalaşıp, tebessüm ettiniz, şefkatle çocuklarınızın başını okşadınız. Önce sağ ayakkabınızı giydiniz, evden sol ayakla dışarı çıktınız, “bismillahi tevekkeltü” dediniz, selam verip dışarı çıktınız. Yaklaşık bir saatlik bir zaman geçti ve bakalım kaç sünneti yerine getirmişiz: 40’dan fazla sünnet yerine getirmişiz. Hem de içlerinden hiçbiri ibadet değildi ama niyetimizde sünnet işlemek olunca, ibadet haline getirdik. Bir saatte 40 sünnet yerine gelirse, günde kaç kez olabilir, üstelik ibadetlerimizi de içine katınca bu sayı daha da katlanacak. Ve daha önemlisi, günde her
10
P
PEYGAMBER AHLAKI
eygamber (s.a.v.)’in veladetini idrak ederken, mübarek siretlerinden bizlere tevarüs eden yüce ahlakını konuşmak, yazmak, gündemimize almak ve hayatımıza taşımak öncelikli görevlerimizdendir. Peygamber (a.s.)’ın getirdiği hayat düsturları ve ibadet ilkeleri sayesinde müminler maddi ihtirastan kurtularak ruhen yükselmiş, içi kötü düşüncelerden dışı olumsuz davranışlardan arınarak ahlaken olgunlaşıp büyük bir değişim geçirmişlerdir. Bu örnek hayat tarzı Arap Yarımadasını da aşarak insanlığa muştu olmuş insanların söz ve amellerini, kalp ve ruhlarını, hal ve davranışlarını, medeniyet ve kültürlerini, ahlaklarını inşa etmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Nebi (s.a.v.) tavsif edilirken “Sen yüce bir ahlak üzeresin” (kalem/4) buyurulmuştur. Efendimiz de misyonunu “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” (muvatta) prensibiyle açıklamıştır. Bundan mütevellid İslamın şekillendirdiği cemiyet bir ahlak toplumudur. Bu erdemlilik hayatın her alanında belirgindir. Sadakat, fedakarlık, merhamet, adalet, emniyet, iffet gibi bir çok faziletlerle bezenmiştir. İslam toplumu ahlaka dayalı bir hayatın yaşanmasının teminatı olan iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak sorumluluğu Müslümanların en temel vazifelerindendir. “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emreden kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”(Al-i imran/104) İnsanları dünya ve ahiret kurtuluşuna ulaştıran sahili selamete çıkaran bu ulvi vazifenin gaflet ve ihmali sorumsuzluk ve vurdumduymazlığı toplumların ifsat ve helakına sebeptir. Bu durumu Resulullah (a.s) şöyle açıklıyor. “Allah’ın hudutları içerisinde duran kimse ile onları çiğneyen kimsenin misali, bir gemiyi kura ile paylaştırıp bir kısmı üst tarafına (güverteye), bir kısmı alt tarafına düşen kimselerin durumuna benzer. Geminin alt tarafına düşenler içecek su almak istediklerinde yukarılarında bulunanların yanına gider gelirlerdi. Bundan dolayı da kendi payımıza düşen bölümde bir delik açsak da üstümüzdekileri rahatsız etmesek dediler. Eğer diğerleri bunları istekleriyle baş başa bırakacak olurlarsa, hep birlikte helak olurlar. Eğer onlara engel olurlarsa; onlarda bunlarla
hep birlikte kurtulurlar.”(Buhari) Bundan dolayı iyiliği emredip kötülükten alıkoymakta kusurlu davranmak işi gevşek tutmak ya da susmak bir tehlike bir düşüş ve bir helak oluştur. Üstelik bu durum, yalnızca hatalı ve günahkar kimselere has kalmaz.Aksine iyileriyle kötüleriyle, itaatkarlarıyla, isyankarlarıyla, takva sahibi olanlarla olmayanlarla, insanların tümünü kapsar. Hadis-i şerifte anlatılan bu ikaz ve ihtarın gözardı edildiği dönemlerde toplum gemisi ‘kendi hayatımı yaşıyorum’ sorumsuzluğuyla hareket eden toplum bireylerinin elleriyle /davranışlarıyla delinmiş ve topyekün bir felaket yaşanmıştır. Sosyo-ekonomik ve kültürel kuşatma altında olduğumuz bir dönemde; internet, tv, basın ve yayın yoluyla değerlerimize dönük saldırılar ve tahribatlar karşısında düşünce ve eylemlerimizi inanç ve amellerimizi güzel ahlakla bezeyerek iyi bir örneklik oluşturmak durumundayız. Çünkü yerli ve yabancı dizilerde gayri ahlaki bir hayatı benimseyen veya benimsetilen sözüm ona sanatçıların ve sosyetenin veya maddi refahın aklını başından aldığı bir kesimin yaşantıları halka örnek olarak sunulmaktadır.Geniş çaplı bir ifsat politikasıyla karşı karşıya olduğumuz bu dönemde alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber(a.s)’ın siretini tüm netliği ve sadeliğiyle çağa taşımak durumundayız. “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız Resul’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir ümmet kıldık.” (Bakara/143) Söz ve davranışlarımızda, ahlak ve yaşantımızda örnek olmak, tıpkı Rasulün bize örnek olduğu ve yetiştirdiği mümtaz şahsiyetler (ensar-muhacir) gibi. İslama hizmette öne geçen muhacirler ve ensar ile onlara güzellikte tabi olanlar var ya; işte Allah onlardan razı olmuştur, onlarda Allah’tan razı olmuşlardır. Allah onlara içinde ebedi kalacakları zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.”(Tevbe/100) İslamın eğittiği ve arındırdığı bu toplumun, çok önemli görevler yerine getirdiğini görmekle beraber; vahyin anlaşılıp, yaşanmasında ve yeni nesillere ulaşmasında ulvi bir gayrete tanıklık ediyoruz. “Müminlerin iman açısından en mükemmel olanı ahlakı en iyi olanıdır.”(Buhari) “Mizana konan ameller arasında güzel ahlaktan daha ağır gelecek hiçbir şey yoktur. İnsan güzel ahlakı sayesinde nafile oruç tutup namaz kılan kimseler derecesine yükselir.”(Tirmizi) Bu nebevi tebşirat ahlakın dindeki önemini ve mizandaki ağırlığını göstermektedir. Bu vesileyle ahlakiliği hayatımıza ilke olarak alıp, amellerimizi onunla bereketlendirmek durumundayız.
KAPAK DOSYASI
HÜSEYİN KAVUNCU
11
Hemen hemen her Divan şairi Hz. Peygamber(s.a.s.)’e ait konuların heyecanla anlatıldığı naat türünde en az bir şiir kaleme almıştır. Nitekim mesnevi nazım şekli ile yazılmış eserlerde de bir naat bölümü bulunur. Ancak bu tür naatlar mesnevi nazım şekliyledir. Naatların konusu Hz. Peygamber (s.a.s)’in risaleti, mucizeleri, hicreti, din yolunda çektiği eziyetler vs. olabilir. Kullanılan dil ise konunun kutsallığından dolayı sanatlı ve ağırdır. Klasik(Divan) edebiyatın sonraki dönemlerinde naatların konu ve şekil bakımından genişlediği görülür. Dört büyük halife (çihar-yar-ı güzin)’nin güzellik, şeref, ahlak, kemal ve cömertliğini anlatan övgülere de naat adı verilmiştir. Klasik edebiyatımız da övgüler daha çok kaside ile yapılmaktaydı; fakat naatlar kasidenin yanında mesnevi, gazel, rubai, murabba, müstezat, terkib-i bent, musammat, kıta, tuyuğ gibi nazım şekilleriyle de yazılmıştır. Genellikle hangi nazım şekli ile yazılırsa yazılsın Efendimiz(s.a.s.)’i konu alan manzumelerin tümüne naat denilmiştir. Klasik edebiyatımızda birçok şair naat yazmıştır en çok naat yazan şair ise Nazim‘dır. Bu edebiyatta Fuzuli, Nabi, Şeyh Galip, Şeyhi, Necati, Nef’i, Sabit, Naimi gibi ünlüler de naat yazmışlardır. Bunun yanında ‘Naati’ mahlasını kullanacak kadar çok sayıda naat yazan şairler de vardır; Naati Mehmet(ö.1679), Naati Ahmet(17yy), Naati Mustafa(ö.1718) bunlardan bazılarıdır. Arap edebiyatında ise Peygamber Efendimiz(s.a.s)i metheden şiirler daha O’nun sağlığında yazılmaya başlanmıştır. Arap şairi Zuheyr’in, Efendimiz(s.a.s) için yazdığı ‘Kaside-i Bürde’ bu konuda en çok bilinen naat türüdür. İslam edebiyatında Gönüllerin Sultanı Efendimiz(s.a.s.)’i anlatan bir başka tür de şüphesiz mevlittir. Mevlit, Arap ve Türk Edebiyatında Hz. Muhammed’in doğumu başta olmak üzere onun mucizeleri, gazaları, ahlakı ve vefatını anlatan genellikle manzum olup mesnevi nazım şekli ile yazılmış eserlerdir. Hz. Peygamber(s.a.s.)’in doğumu (viladet), peygamberliğin gelişi (risalet), göğe yükselişi (miraç)ve vefatı(rıhlet) mevlidin başlıca bölümleridir. Konu yönünden küçük değişiklikler gösterirlerse de çoğunlukla klasik mesnevi biçimine uygun olarak başta münacaat ve sonda dua bölümlerini içerir. Didaktik ve lirik bir anlatımın hakim olduğu mevlitler, genelde yalın bir dille yazılmışlardır. Türk edebiyatında mevlit türü çokça işlenmiştir. Türkçe ilk mevlit metni olan Vesiletü’n Necat (Kurtuluş
KAPAK DOSYASI
BİLAL SERHAT YILMAZER
EDEBİYATIMIZDA HZ.MUHAMMED (A.S.M.)
Â
Muhabbetten Muhammed oldu hasıl Muhammedsiz muhabbetten ne hasıl (la-edri)
lemlere rahmet olarak gönderilen, hatemü’l- enbiya sıfatına nail ve getirdiği kutsi mesajlarla kendisine tabi olanların hem dünya hem de ahiret saadetine kavuşmasına vesile olan, isminin anlamı dahi; ‘övmüş, övülmüş’ anlamına gelen Efendiler Efendisi Yaver-i Ekrem Hz. Muhammed Mustafa aleyhiselatü vesselam’a edipler de kayıtsız kalmamışlardır. Çünkü onlar edeplerini O’ndan aldılar. O’nu yazmak için fazla çaba gerekmiyordu; zira şairin dediği gibi:”Ben sözlerimle Muhammed’i övmedim; fakat Muhammed’den bahsetmekle sözlerim güzelleşti.” Evet, on dört asırdan beri binlerce şair, yazar O’nu yazdı; O’nu anlattı. İslam edebiyatında Hz. Peygamberi övmek ona yalvarıp ondan şefaat dilemek amacıyla yazılan şiirlere ‘naat’ denir. Naat yazmakla ünlenen kişilere naat-gû (naat söyleyen); özel dini gün ve gecelerde naat okuyanlara da naat-han (naat okuyan) denilir. İlk naat örnekleri Arap edebiyatında görülmüştür. Türk edebiyatına ise İran edebiyatından geçmiştir.
12
Türk edebiyatında Vesiletü’n Necat’tan başka 200 kadar mevlit yazılmışsa da bunlardan ancak 64 tanesi tespit edilebilmiştir.
Edebiyat tarihine dönüp baktığımızda o sevgililer sevgilisi için kimi: ‘’Hazret-i Ahmed ü Mahmut u Muhammed/hamid Mazhar ı Nur-ı Cemal ayine-i hubbu Vedad’’ (Nabi)
(O, Hz. Ahmed Mahmud Muhammed ve hamd edendir. O, Allahın cemal sıfatının nurunun göründüğü yerdir. O, sevgi aynasıdır.) derken; Kimisi de: “Sevdi ol nuru ‘Habibim’ dedi Hakk” der. (Hakani)
Bir başkası da ‘’Efendisine’’ olan sevgi ve saygısını derin bir edeple son derece nazik bir edayla O’na hitap ederek: Sultan-ı rüsul,şah-ı mümeccedsin Efendim!.. Biçarelere devlet-i sermedsin Efendim!... Divan-ı ilahide ser-amedsin Efendim!... Menşur-ı le’amrüke mü’eyyedsin Efendim!... Sen Ahmed û Mahmud û Muhammed’sin Efendim Hak’tan bize sultan-ı mü’eyyedsin Efendim!... (Şeyh Galip) demiştir.
Devlet ricalı ile hacca giderken Mekke yakınlarında gecelediler. Ricalden birinin ayakları Kâbe’ye doğru uzanmış olarak görünce dayanamayıp ağzında şu beyitler döküldü: Sakın terk-i edepten kuyi mahbubi Hüda’dır bu Nazargahı ilahi’dir, makamı Mustafa’dır bu
Yatan kişi sözlerin kendine olduğunu anlayınca kendini toparlayarak: ”Bunu başka duyan oldu mu? Bir başka duyan olursa senin için iyi olmaz.’’dedi ve sabah ezanıyla Mekke’ye vardıklarında tüm müezzinler: Sakın terk-i edepten kuyi mahbubi Hüda’dır bu Nazargahı ilahi’dir, makamı Mustafa’dır bu.
Beyitleri okuyorlardı.Namazdan sonra sordular:’’Bu beyitleri nereden duydunuz?’’Onlar da, rüyamızda Efendimiz(s.a.s.):’’Ümmetinden Şair Nabi gelecek onu güzel karşılayın diye bize bu beyitleri verdi’’deyince, Nabi sordu:’’Şair Nabi mi?’’ dedi ve orada düşüp bayıldı. Edebiyatımızda Efendimizden bahsedilirken Fuzuli’nin ‘’Su Kasidesi”ne değinmeden geçmek olmaz elbette. Fuzuli, Su Kasidesi’ni Hz.Muhammed(s.a.s.)e duyduğu coşkulu sevgi ve ona kavuşma arzusuyla
yazmıştır. Kasidede ‘’su’’mesnevideki ‘’ney’’ gibi bir semboldür ve peygamberimizi çok seven bir insanı temsil eder. Bu sevgi o kadar çoktur ki ; Dest-busu arzusuyla ger ölürsem dostlar Kuze eylen toprağım sunun anunla yâra su
( Su, dünyada O’na kavuşmadan ölürse, mezar toprağının testi yapılmasını, bu testi ile Peygamberimize su verilmesini istemektedir. Böylece O’nun elini öpme şerefine nail olacaktır.) Bir başka beyitte de;
Hak-ı pâyine yetemdir ömürlerdür muttasıl Başını daşdan daşa urup gezer avare su
KAPAK DOSYASI
Vesilesi,1409–1410) çok beğenilmiş, sevilmiş ve büyük ün kazanmıştır. Süleyman Çelebi(ö.1422?), Hz. Muhammed(s.a.s.)in diğer peygamberlerden üstün olduğunu ispatlamak amacıyla yazmış olduğu Vesiletü’n Necat, mesnevi nazım biçiminde olup, Arapça bir düz yazı önsözle başlar, toplam 730 beyittir.
( Su, bir mü’min gibi Hz.Muhammed(s.a.s.)e âşıktır. O’nun ayağını bastığı toprağa kavuşmayı arzular; fakat başaramaz. Bundan dolayı da hiç durmaksızın başını taştan taşa vurup başıboş gezer; üzüntüsünü, çaresizliğini böylece ifade eder.)
Efendimizi günümüz şairleri de çokça işlerler. O’nun sevgisini ve O’na olan hasreti, umudu şiirlerine nakış nakış işlerler. Yazımızı, ’’yağmur’’u sembol olarak kullanan Şair Nurullah Genç’in aynı isimli şiirinden kısa bir bölümle bitirmek istiyoruz. Bakın şair, Efendimiz(s.a.s.)’e olan sevgi ve hasretini dizelerinenasıl da ilmek ilmek işlemiştir: … Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde Sümeyra’yı arıyor her damlada bir saray Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin Mekânın fırçasın da solmayan resim senin
Yağmur, bir gün ellerimi ellerin de bulsaydım Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım. … Kaynakça:
1-Ansiklopedik Divan Şiiri sözlüğü, İskender Pala 2-Büyük Türk Klasikleri, c.5,s.275 3-Yağmur, Nurullah Genç
13
Merak
Ediyorum
Eğer Hz. Muhammed (asm)ziyaretinize gelse, Yalnızca birkaç günlüğüne Aniden çalsa kapınızı, Merak ediyorum neler yapacağınızı... Verirdiniz odalarınızın en güzelini, Gelmişken misafirlerin en kıymetlisi. Ve, sunardınız elinizdeki, Yiyeceklerin, seçerek en iyisini.
Ve, inanmasına çalışırdınız, O’nunla beraber olmaktan. O’na evinizde hizmet etmekten, Mukayese edilemeyen mutluluğunuza. Fakat... O’nu gelirken gördüğünüzde, Karşılar mıydınız hemen kapıda, Açık kollarınızla, Hoşgeldin diyerek misafirinize. Yoksa... Değiştiririr miydiniz elbiselerinizi, Buyur etmeden önce içeri. Veya saklayıp bazı dergileri, Koyar mıydınız yerine Kuran’ı Kerimi. Hala seyreder miydiniz uygunsuz dizileri, Televizyonunuzda, Veya, koşar mıydınız kapatmak için düğmesini, Rahatsızlık vermeden önce ona. Kapatır mıydınız radyoyu, İşitmemiştir diyerek onu. Ve ister miydiniz söylememeyi, Telaşla çıkan o son kaba sözleri. Saklayıp da müzikleri, Alır mıydınız hadis kitaplarını ileri. Açar mıydınız kapıyı, doğruca girsin diye içeri, Yoksa eliniz ayağınıza mı dolaşırdı.. Merak ediyorum: Eğer peygamberimiz,
Bir kaç günlüğüne sizinle birlikte yaşasa, Yapmaya devam edecek misiniz, Her zaman yaptığınız şeyleri? Diliniz söyler miydi, O alıştığı sözleri. Hayatınız değişmeden mi sürerdi, Takip ederek geçmiş günleri. Devam eder miydiniz konuşmalara, Ailenizde, her zamanki gibi. Zor gelir miydi her yemekten sonra, Yapılınca dua. Devam eder miydiniz namaza, Üşenmeden her defa. Kalkar mıydınız erkenden, Her sabah, kılmak için namaza. Mırıldanır mıydınız aynı şarkıları, Okur muydunuz aynı kitapları. Bilsin ister miydiniz, Aklınızın ve ruhunuzun beslendiği şeyleri? Götürür müydünüz sizinle, Gitmek istediğiniz her yere. Yoksa, değişir miydi planlarınız, Sadece birkaç günlüğüne. Can atar mıydınız tanıştırmak için, Onu en yakın arkadaşlarınızla. Yoksa, onlar sakın gözükmesin, Diye temenni mi ederdiniz, birkaç gün daha. Can atar mıydınız kalsın diye sizinle, Ta sonsuza kadar. Yoksa... Derin bir nefes mi alırdınız, Sonunda gitti diye. Bilmek gerçekten ilginç olmalı, Sizin tavrınızı. Eğer Hazreti Muhammed (asm) gelseydi, Ziyarete birkaç günlüğüne sizi.
KAPAK DOSYASI
Yazan : CAMİLLA BADR Tercüme: İLHAMİ M. ORAK
14
AİLE REİSİ OLARAK HZ. MUHAMMED(ASM)
H
z. Peygamber birçok hadisinde ailenin önemine işaret etmiş ve onun bir huzur yeri olduğunu belirtmiştir. İnsanın üzerinde hakkı olan kişilerin başında aile fertleri gelmektedir. Çünkü kişinin sevincini ve üzüntüsünü ilk önce paylaştığı kimseler aile fertleridir.
Bir kimsenin aile hayatı, onun ahlakının, davranışlarının ve karakterinin gerçek aynasıdır. İnsanın ev dışında ve sosyal hayattaki bütün hareketlerini yapmacık göstermesi mümkündür. Hatta kişi, evdeki tutum ve davranışlarının aksine dışarıda kendisini, olduğundan farklı gösterebilir. Fakat gerçek kişiliğini, ailesinden saklamayı uzun müddet başaramaz. Aile, kişiliğin müspet veya menfi yönde oluştuğu bir kurumdur. Kişinin, karakteri hakkında en sağlıklı malumat, aile hayatının araştırılmasıyla elde edilir. Kişinin diğer insanlara anlattığı, şefkat, merhamet, cömertlik, ahde vefa gibi insanı yücelten değerleri, kendi hayatında nasıl tatbik ettiğinin anlaşılması için aile hayatı, önemli ve şaşmaz bir ölçüdür. Peygamberimizin hayatını, bu ölçüler içinde değerlendirdiğimiz de, yeryüzünde gelmiş geçmiş ve gelecek bütün hanelerin, kurulacak bütün yuvaların en sade, en mutlu, en samimi, en bahtiyar ve en feyizlisinin, onun hanesi olduğunu müşahede ederiz. Onun hanesi her zaman saadet ve huzur doluydu. Belki bu hane, maddi imkanlar açısından, dünyanın en fakir hanelerinden biriydi; çünkü günler, aylar geçerdi de, onun hanesinde bir sıcak çorba bile pişmezdi. Onun ailesinde şefkat, merhamet, ünsiyet, ülfet ve muhabbet hâkimdi. Hiçbir kimse, çocuklarını, hiçbir evlat da babasını onlar kadar sevmemiştir. Hiçbir hanım kocasına, Hz. Peygamberin hanımlarının Resulullaha duyduğu sevgi kadar, hiçbir kimse de hanımlarına, Hz. Peygamberin hanımlarına gösterdiği sevgi, nezaket ve ahlaki bir tavır sergileyememiştir. Bir baba olarak çocukları dünyaya gelince sevinmiş; vefatlarında ise üzülmüştür. Çocuklarını çok seven sevgili Peygamberimiz, onların acılarını tatmış bir babadır. Yetim ve öksüz büyüyen Peygamberimiz, Fatıma hariç çocuklarının hepsini kendi elleriyle toprağa vermiştir. Oğlu
İbrahim'in doğum haberini kendisine getiren Ebû Râfi'e hediye vermiş; İbrahim'in annesi Mâriye'yi de azat etmiştir.[1] Bu çocuğunun bakımı ve yetiştirilmesiyle ilgilenmiş; sütannesine bir hurmalık tahsis etmiştir. Sık sık sütannesinin bulunduğu yere onu görmek için gitmiştir. İbrahim'in vefatı üzerine gözlerinden yaş dökülmüştür. Bunun üzerine "Sen de mi ağlıyorsun yâ Resûlallah!" diyen Abdurrahman b. Avf'a bunun şefkatten kaynaklandığını, üzüntülü olduğunu, ancak bağıra çağıra ve feryat ederek ağlamayı yasakladığını söylemiştir.[2]
KAPAK DOSYASI
RAMAZAN KURT
"Bir dost ve bir baba olarak yaratılışın en ince duygularıyla" bezenmiş olan[3] Hz. Peygamber, bir aile reisinin aile fertlerine nasıl davranması gerektiğini emir ve tavsiyeleri ile açıkladığı gibi, bizzat kendi uygulamaları ile de ortaya koymuştur. Erkeğin kadına iyi davranması gerektiğini çok açık ve kesin bir şekilde dile getirmiştir. Bu anlamda "En hayırlınız ailesi için hayırlı olandır. Bana gelince, ben aileme karşı en hayırlı olanınızım";[4] "En hayırlınız hanımlarına karşı iyi davrananınızdır"[5] buyurmuştur. Enes b. Mâlik, "Ailesine Resûlüllah kadar şefkatli bir kimse görmedim"[6] O "Mü'minlerin imanca en mükemmel olanı, ahlakça en güzel olanı ve aile fertlerine yumuşak davrananıdır."[7] demiştir. Hz. Peygamber çeşitli vesilelerle erkeklerin kadınlar üzerinde, kadınların da erkekler üzerinde hakları bulunduğunu söylemiştir. Kadınlar hakkında Allah'tan korkulmasını, onlara haksızlık yapılmamasını istemiştir. "Kadınları ancak kötüleriniz döver"[8] demiştir. Hanımlarının ve diğer aile fertlerinin yakınlarına da ilgi gösterirdi. Hz. Hatice'nin bir arkadaşı yanına geldiğinde ona iltifatta bulunmuştur. Her koyun kesişinde Hz. Hatice'nin arkadaşlarına et gönderdiği rivayet edilir.[9] Ev halkından sayılan Enes b. Mâlik'in annesi ve büyükannesi ile de ilgilenmiştir. Babasından kendisine intikal eden ve çocukluğunda kendisinin hizmetini gören Ümmü Eymen'e "Anneciğim" diye hitap ederdi ve onun için "Bu, benim ailemin bakiyyesidir"[10] derdi. Hz. Peygamber aile fertlerinin eğlenme ve dinlenme gibi ihtiyaçlarını karşılar, meşrû eğlencelerden onları yararlandırmaya çalışırdı. Ramazan ve Kurban Bayramı merasimlerine kızlarını ve hanımlarını da götürürdü.[11] Bir bayramda Habeşlilerin sergiledikleri gösterileri Hz. Âişe'nin seyretmesine izin vermiş ve hatta yardımcı olmuştur. Hz. Âişe ile koşu yapmıştır.[12] Aile bireyleri ile şakalaşmıştır. Aşağıda sunacağımız hadis, Peygamberimizin hanımlarına karşı ne kadar müsemmahalı ve hoşgörülü olduğunu açıkça göstermektedir. Hz. Peygamber çocuklarına olduğu gibi, yanında, kendi himayesinde büyüyenlere, mesela Ali b. Ebû Tâlib'e, Zeyd b.
15
anlatır. Ümmü Seleme şunları söyler: "Yâ Resûlallah! Sen çıkıp kurbanını kes, başını tıraş et. Onların hepsi sana uyacaktır". Peygamberimiz Ümmü Seleme'nin tavsiyesini yerine getirir. Sahabe de duyguları ile hareket etmeyi bırakır ve ona uyar.[14]
Hz. Peygamberin, bütün insanlara yaptığı hakikat çağrısı ile, kendi evindeki hayatı arasında mükemmel bir uyum vardı. Onun şahsi ve umumi hayatının berraklığı kadar, hiçbir kimsenin hayatı açık değildir. Hadis, tarih ve siyer kitaplarında onun hanımları, çocukları, ashabı, komşuları ve diğer insanlarla olan davranışları en ince teferruatına kadar anlatılmıştır. O, hayatının her safhasını, insanlara öylesine açmıştır ki, insanlar onun söz ve davranışlarını takip etmede bir zorlukla karşılaşmamış ve gerekli ibretleri almışlardır. Hz. Peygamber, yukarıda da belirttiğimiz gibi insanlara sadece umumi hayatını açmamış, hususi hayatını da bir kitap gibi herkesin gözleri önüne sermiştir. Böylece dost düşman herkes onun hayatına vakıf olmuş ve gerekli dersleri alabilenler almış ve uygulamıştır. Çünkü O, her yönüyle bir önder, rehber ve uyulacak bir şahsiyettir. Bu sebeple onun bütün hayatı insanlık ufkunu aydınlatacak prensipler ve uygulamalarla doludur.
KAPAK DOSYASI
Hârise'ye ve azatlısı Ümmü Eymen'e de son derece şefkatli davranmıştır. Amcası Ebû Tâlib'in yükünü hafifletmek üzere 5 yaşında iken yanına almış olduğu Hz. Ali, babası Mekke'de olduğu halde Hz. Peygamber'in yanında büyümüş ve ömrü boyunca onun yanından ayrılmamıştır. Aynı şekilde Zeyd b. Hârise de Hz. Peygamber'in ailesi içinde büyümüştür. Hz. Hatice, kendisine Hakîm b. Hizâm'ın köle olarak verdiği Zeyd'i Hz. Peygamber'e hediye etmiş; Hz. Peygamber de onu azat etmişti. Zeyd'in babası, oğlunu araya araya Mekke'de bulmuş; Hz. Peygamber onu, kendi yanında kalmak veya babası ile birlikte gitmek konusunda serbest bırakmıştı. Zeyd ise Hz. Peygamber'i babasına tercih etmiştir. Bu da Hz. Peygamber'in ona karşı hareketleri, davranış ve muamelesinin gerçek bir babanın davranışından farksız olduğunu göstermektedir. Hanımlarını, çocuklarını, yanında büyüyenleri ve hizmetçilerini dövmemiştir.[13] Medine'de Hz. Peygamber'in hizmetine verilen Enes b. Mâlik, kendisine vefatına kadar hizmet etmiş; bir defacık olsun karşıdakinin davranışlarına bıkkınlık, yılgınlık ve iç sıkıntısının bir ifadesi olan "öf" bile demediğini söylemiştir. Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber aile içinde gayet toleranslı davranır ve latife yapmayı severdi. Hey şeyden önce yüzü gülerdi. Onun sadece hiddetlendiği husus, Allah’ın emir yasaklarına karşı gördüğü saygısızlıktı. O böyle bir durumda, Allah’ın emirlerinin yerine getirilmesi ve haram kıldığı bir şeyden vazgeçilmesi için bütün gayretini sarf ederdi. Hz. Peygamber hanımları ile istişâre etmiştir. Kaynaklarda bu konuyla ilgili bol miktarda bilgi bulunmaktadır. Ayrıca zaman zaman hanımlarının itirazlarına ve taleplerine maruz kalmıştır. Şayet hep emredici olsaydı, hanımlarına birşey danışmasaydı ve sormasaydı herhangi bir itirazla karşılaşmazdı. İlk vahiy aldığı zaman, içinde bulunduğu sıkıntılı durumu hanımı ile istişâre etmiştir. Hz. Hatice de hem kendisini teselli etmiş ve hem de onu meseleye kesin çözüm bulacak ve doğru teşhis koyacak bir kişiye, Varaka b. Nevfel'e götürmüştür. Bu olay Hz. Hatice'nin dirayetini, soğukkanlılığını ve isabetli karar verme yeteneğini mükemmel bir şekilde ortaya koymaktadır. İlk vahiy nâzil olduğunda kendisine hanımının yardımcı olduğunu ileriki yıllarda unuttuğu düşünülemez. Hz. Peygamber Hudeybiye seferinde barış antlaşmasından sonra sahâbîlere kurbanlarını kesmelerini ve tıraş olmalarını emreder. Sahâbîler görünüşte antlaşmanın şartlarını Müslümanların aleyhine buldukları için isteksiz davranırlar; hiçbiri kalkıp da bu emri yerine getirmez, O emir verdikçe yüzüne bakarlar. Buna çok üzülen ve hatta kızan Hz. Peygamber hanımı Ümmü Seleme'nin çadırına girerek durumu ona
Dipnotlar 1-İbn Sa'd, 1, 135-136. 2-Müslim Fedail 63. 3-Tevbe, 128 4-İbn Mâce, 1, 636. 5-İbn Mâce, 1, 636. 6-İbn Sa'd, 1, 136. 7-İbn Hanbel, 6, 47. 8-İbn Sa'd, 8, 204. 9-Tirmizî, 4, 369. 10-İbn Sa'd,8 , 223, 226. 11-İbn Mâce, 1, 415. 12-Buhari ve Müslim. 13-İbn-i Sa’d 8,21 14-Vâkıdî,2,613
16
EFENDİMİZ (A.S.M.)’İN EĞİTİM METODU
E
ğitim; bireyde istenilen davranışları kazandırma sürecidir.Günümüzde bu süreçle ilgilenen ilimler gelişmiş, pedagoglar çoğalmış, insanı eğitme çalışmaları bilimsellik kazanmıştır.Pedagoji tarihine baktığımızda her ne kadar Efendimiz (a.s.m)’i göremesek de O (a.s.m),başarısı dost ve düşmanın ittifakıyla sabit olmuş bir eğitimcidir. O (a.s.m) kendi ifadesiyle “muallim-eğitimci” olarak gönderilmiştir. Efendimiz (a.s.m) 23 sene gibi kısa bir süre içinde benzeri görülmemiş muvaffakiyet ortaya koymuş, büyük bir değişimi gerçekleştirmiştir. Asrın müfessiri bu olayı şöyle ifade eder: “İşte, şu asr-ı saadeti görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer feylesofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zatın, o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?” 1 Efendimiz (a.s.m)’in başarısında, ahlakının ve şahsiyetinin mükemmelliğinin, insana duyduğu sevgi ve şefkatin, insan psikolojisini çok iyi bilmesinin, sosyal olguları harika bir tarzda değerlendirmesinin, eğitimde kullandığı metodun önemli rolü olmuştur. Efendimiz (a.s.m)’in eğitiminde tedricilik ön plana çıkmaktadır. Eğitimi Kur’an esaslarına dayanır. Kur’an 23 senede tedrici olarak tamamlanmış olup, efendimizin eğitim metodunu şekillendirmiştir. Efendimiz (a.s.m) ,tatbiki mümkün olmayan kurallar koyan, insanlarla iç içe olmayan, içinde yaşadığı toplumun yapısını bilmeyen, kendisini insanüstü birisi olarak görüp gösteren bir zat değildi. O (a.s.m.) her fırsatta kendisinin de insan olduğunu hatırlatan, söylediklerini önce bizzat kendi nefsinde tatbik eden bir eğitimcidir. İnandığını yaşayarak telkin eden bütün eğitimciler başarılı olmuşlardır. Bu pedagojinin değişmez kuralıdır. Efendimiz (a.s.m) ‘in öğretileri hayali teoriler değil de tatbiki mümkün, tatmin edici, problemlere çözüm niteliğinde, fıtrata uygun davranışlar olduğundan, ashab öğrendiklerini hemen tatbik edip başkalarına da öğretmeye çalışmıştır. Efendimiz (a.s.m)’in doğruluk ve emanetten sonra en belirgin özelliği, ümmetine düşkünlüğü, merhameti, sevgi ve şefkat sahibi olmasıydı. Şefkat ve sevgisi; yaş, ırk ve makam farkı gözetmiyordu. O derece yumuşaktı ki; dış görünüş itibariyle çirkin, çelimsiz, herkesin hor görüp küçümsediği zavallı gözüyle baktığı Yahudi kölesi Yesar’ı, Hayber kuşatmasında sabırla dinlemiş, bütün sorularını cevaplamış ve bu yumuşaklığı ile hidayetine vesile olmuştur. O (a.s.m.) katı kalpli bir eğitimci değildir. Bu ahlakını Kur’an’dan almıştır. ”Eğer katı kalpli, kaba olsaydın elbette onlar etrafından dağılırlardı.”2 Efendimiz (a.s.m)’in eğitiminde mizah önemli bir yer tutar. Kendisi mizah yaptığı gibi ashabın yaptıklarını da hoş karşılamıştır.İnsan psikolojik olarak
sert mizaçlı eğiticileri sevmez.O (a.s.m) mizahı;güldürmekle birlikte düşündürmek ,dinleyenlerin dinleme arzusunu arttırmak,anlatılanların zihinlerde kalıcı olmasını sağlamak için kullanmıştır.Yaptığı şakalarda alay,yalan,korkutma ve ciddiyetsizlik yoktur. Her sanat ve meslek sahibi, sanatını ve mesleğini icra ederken uygun metodları kullanır. Eğitimci de bir sanatkâr olduğuna göre eğitimde bazı metodları kullanmalıdır. Eğitim sırasında uygulanan yöntem ve teknikler metodu oluşturur. Metodlu eğitim az zamanda çok verim alınmasını sağlar. Doğru yolda yürüyen bir topalın, yolunu şaşıran bir koşucudan daha önce hedefine vardığını göz önünde bulundurursak metodun önemini daha iyi kavramış oluruz. Eğitimde uygulanan metod, konuya, muhataba, yere ve zamana göre değişiklik arz edebilir. Efendimiz (a.s.m)’in eğitimi tamamen pedagojik esaslara dayalı, metodlu bir eğitimdir. Bu esas ve metodlar şunlardır;
KAPAK DOSYASI
MEHMET ALİ KIZIKLI
ANLATIM – KONUŞMA METODU Efendimiz (a.s.m) sözü az, manası çok olan sözler söylerdi. O kendi ifadesiyle “az, öz söz söyleme kabiliyeti ile gönderildim” 3 der. Konuşurken kulağa son derece hoş gelen sözcükler kullanır. Açık seçik, eksiksiz ve kısa konuşur. Dinleyenler kolayca anlayıp hemen ezberleyebilirlerdi. Konuşmalarında samimiyet ve içtenlik vardır, yapmacıklığa yer yoktur. Son derece nazik konuşur. Zihinleri bulandıran, edeb dışı, çirkin, utanç verici sözleri konuşmaz, lanet etmez, kötülükleri tasvir etmezdi. Kendisine sorulan aynı manadaki soruları iyi anlaşılması için, soru soran kişinin kabiliyetini, ilgi ve ihtiyaçlarını, yaşını, cinsiyetini, bilgi seviyesini, kişisel özelliklerini göz önünde bulundurarak cevaplandırır. Konuşmasında da buna riayet eder anlayacakları ölçüler içinde konuşur. Kültürlü bir insana cahile konuşur gibi veya cahile anlatırken zeki bir insana hitap eder gibi konuşmazdı. Direk olarak söylenen şeylerin bazen aksi tesir yapabileceğini bildiği için söyleyeceklerini bazen dolaylı söyler ta ki herkes seviyesine göre dersini alsın. Jest ve mimikleri çok kulanmıştır. Jest yapmak için parmak ve ellerini kullanır. Mimiklerini o derece kullanmıştır ki ashab çoğu zaman O’nun ne konuşacağını mimiklerinden anlardı. SORU – CEVAP METODU Efendimiz (a.s.m) ; “Bilgisizliğin şifası sormaktır” ve “Güzel soru ilmin yarısıdır” diyerek bu metodun önemini vurgulamıştır. Kendisine sorulan sorular farklı kişilerden (mü’min, münafık, müşrik, ehl-i kitap) ve farklı niyetlerle olabiliyordu. Buna rağmen O (a.s.m.), soruları eğitim vasıtası olarak gördüğünden hafife almayıp, geçiştirmemiştir. Soruyu soran her zaman aldığı cevapla tatmin olmuştur.
TEMSİL METODU Anlatılanların daha iyi anlaşılması için misallerle anlatılması metodudur. Misalli konuşmalar daha tesirli olduğundan, daha iyi anlaşıldığından, daha kalıcı olduğundan Efendimiz
17
TARTIŞMA METODU Tartışma metodu; konu üzerinde birlikte konuşarak doğruyu bulmaya çalışmaktır. Müzakere veya istişare de denilebilir. Aynı konuya değişik açılardan bakışları görebilmemizi sağlar. Tartışırken konu üzerinde bilgi sahibi olunması ve niyetin hakikati, doğruyu bulmaya çalışmak olması gerekir. Çünkü “ Mesail-i imaniyeyi, mizansız mü-
cadele suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mizansız mücadele olduğundan, tiryak iken zehir olur. Diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesail-i imaniyenin itidal-i demle, insafla, bir müdavele-i efkâr suretinde bahsi caizdir.” 4
Delilsiz, taklit ile bir fikrin kabul edilmesi bu metodla önlenmiş olur. Tartışma metodu Kur’anda birçok ayette de tavsiye edilir. Efendimiz (a.s.m) eğitiminde bu metodu sıkça kullanmıştır. Ehl-i kitap ile veya müşriklerle yapmış olduğu tartışmalarda iddia etmiş olduğu şeyleri muhakkak sağlam delillerle desteklemiş ve ispat etmiştir.Ashabı eğitirken de bu metodu kullandığını görmekteyiz. Bedir harbinde savaş konumu ve Bedir harbi esirlerine yapılacak muamele konusunda ashab ile tartışmış ve neticede sahabelerin sözünü uygulamıştır. TEDRİC METODU Efendimiz (a.s.m) eğitimine başladığı ilk andan itibaren bu metodu ciddi bir şekilde uygulamıştır. Her hakikati herkese bir anda söylememiş, gerekli zaman ve zemin, ilgi ve ihtiyaç oluştuğunda bilgileri vermiştir. Kur’an-ı Kerim de tedrici bir şekilde tamamlandığı için Efendimiz (a.s.m) bu metodla iyi sonuçlar almıştır. Onun eğitimi tavandan tabana değil de, tabandan tavana doğru idi. Yani toplumda yerleşmiş ve kökleşmiş bazı alışkanlıkları bir hamlede söküp atmamıştır. Ferdi farklılıklara, zorlaştırmaktan ziyade kolaylaştırmaya, kapasite üstü olup da sıkıntı verecek işleri yaptırmamaya özellikle dikkat ederek tedric metodunu kullanmıştır.
KISSA İLE DERS VERME METODU Eğitim ve kültür seviyesi ne olursa olsun insan kıssa dinlemeyi sever. Kıssa anlatımında dinleyen kişi dikkatini yoğunlaştırır, ilgisi artar, çoğu zaman anlatılan kıssadaki şahısların yerine kendisini koyar ve bu şekilde bilgiyi özümsemesi daha kolay olur. Bu metod eğitimciye de büyük kolaylık sağlar. Çünkü kazandırılacak davranışlar noktasında bazen bir kıssa, uzun uzadıya hakikati anlatmaktan daha tesirli olabilir. Efendimiz (a.s.m) bu metodun gücünü bildiğinden Kur’anda geçen kıssalarla birlikte, kendisi de kıssalar anlatarak ashabı eğitmiştir. TERGİB VE TERHİB METODU Tergib, mükâfatlandırma, teşvik etme, güzel gösterme; terhib ise cezalandırma, caydırma, kötü göstermedir.Bu metod duyguları ve vicdanı etkilediğinden; Efendimiz (a.s.m), Cenneti anlatırken
nimetlerini, insanları iştahlandıracak şekilde tasvir eder. Cehennemi anlatırken azabını insanları ürkütecek, caydıracak şekilde tasvir etmiştir. NASİHAT METODU Nasihat; iyiliği ve doğruyu hatırlatıp ona yönlendirmedir. İnsan fıtratı gereği kendisine söylenenlerden etkilenir. Yerinde, zamanında ve usulüne uygun yapılan bir nasihat kişide etki bırakır.
“ İşte tahmin ederim ki, nasihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlaksız insanlara derler: “Hased etme, hırs gösterme, adavet etme, inat etme, dünyayı sevme!” Yani, “Fıtratını değiştir” gibi, zahiren onlarca malayutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz”; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.” 5
KAPAK DOSYASI
(a.s.m) bu metodu çok sık kullanmıştır. O(a.s.m.) misallerin çoğunu yakın çevreden seçmiş, o günün insanlarının bildiği, yabancı olmadığı şeyleri kullanarak vermiştir.
Kuran-ı Kerimde nasihat yoluyla eğitimi sıkça görürüz. Peygamberlerin, âlimlerin, hikmet sahiplerinin, anne ve babaların diliyle nasihat edilir.
Efendimiz (a.s.m) da her fırsatta ashaba nasihat ederek onları eğitmiştir. Bunu yaparken de nazikçe, insanların gururlarını rencide etmeden, onurlarını kırmadan yapmıştır.
Netice olarak; Efendimiz (a.s.m) Kur’an vasıtasıyla eğitilmiş, ümmetini de bu metodla eğitmiştir. Efendimizin metodları, insanlık âleminin mutlu, huzurlu, güvenilir, kısacası insanca yaşantının olduğu bir toplum oluşturulması için kâfidir. Çünkü O(a.s.m.) “Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.”6 1-Nursi, B.Said, Mektubat,(Zehra Yayıncılık),232 2- Al-i İmran,159 3-Buhari, Tabir,22 4-Nursi, B.Said, Mektubat,(Zehra Yayıncılık),55 5-Nursi, B.Said, Mektubat,(Zehra Yayıncılık),43 6-Enbiya,107
18
YAŞAYAN PEYGAMBER
slında özel bir konu belirleyip yazmanın ne denli zor olduğunu eli kalem tutan her insan bilir. Hele bir de bu konu Yüce Peygamber’in rıhletinin sene-i devriyesi ile ilgili ise o zaman kalemin durumu daha da zorlanacaktır. Burada Hz. Peygamber’in tarihsel kişiliğinden bahsetmeyeceğim. Çünkü bugüne kadar zaten onu anlatan sayısız makale ve kitaplar yeterince tarihsel konumundan bahsetmişlerdir. Burada bizim için aslolan, Yüce Peygamber’in ne ifade ettiği meselesidir. Modernizmin kadrine uğrayan müslümanların kalbinde ne şekilde yer aldığı meselesidir. Bu açıdan bakılınca görülür ki Hz. Peygamber’in – evet, kendi zamanı içinde tartışmasız bir üstünlüğü vardır- kendinden sonraki kuşaklara çok önemli mesajları da var. Mesajın kuşatıcılığı bizi bağlar bağlamasına ama, mesajla nasıl bir iletişim halinde olmamız da ayrı bir mesele… Bireysel Psikoloji Kuramının sahibi Alfred Adler, toplumların tarih boyunca bir kahramana ihtiyaç duyduklarını belirtir. Bu durum yaşadığımız yüzyılı da kapsamaktadır. Milletlerin yazılı kültürlerine baktığımızda destanların önemli bir yer tuttuğunu görebiliriz. Bu destanların kahramanları, sahibi oldukları milletlerin bir nevi aynası gibidir. Sümerlerin Gılgamış’ı, İranlıların Rüstem’i, Finlilerin Kalevela’sı kendi milletlerinin ortaya çıkardığı olağanüstü kahramanlarıdır. Onlara olağanüstülüğün izafe edilmesi, insanoğlunun yüceliğe ve üstünlüğe olan ilgisinden başka bir şey değildir. Yüce Peygamber bizim için nasıl bir yer işgal eder? O efsanevi bir kahraman mıdır, yahut üstün bir komutan mıdır? Aksi halde sadece bir beşer midir? Öncelikle Yüce Peygamber’in konumu ile ilgili değerlendirmeyi genel olarak iki temel perspektife oturtmak mümkündür: 1.Kendi şahsına münhasır beşeri konumu. 2.Şahsıyla beraber bütün bir insanlığı ilgilendiren evrensel konumu. “Dünya işini siz benden daha iyi bilirsiniz.” hadisi birinci maddeye işaret ederken; “O neyi getirdiyse alın, neyi men ettiyse terk edin.” ayetiyle de ikinci maddeye işaret eder. Hal böyleyken; toplumun ıslahını ve değişimini ilgilendiren meselelerde Resulullah’ın tartışmasız bir rolü olduğunu görebiliriz. Bizim için hayati öneme haiz sorunların İslami temellere oturtulması ancak onun kılavuzluğunda vücut bulacaktır. Hz. Peygamber’i birinci konumuyla yekpare düşünmek onun mesajını anlamamayı da beraberinde getirecektir. Peygamber’i anlamak; onun çağlar üstü mesajlarına derinden kulak vermekle mümkün olacaktır. Efsanevi kahramanlar, tarihin sadece bir dönemine damgasını vurmuşlardır. Oysa Hz. Peygamber yaşamıyla, Albert Toynbee’nin de dediği gibi “Tarihi değiştirip ona yön veren devrimci bir insandır.”
HASAN HÜSEYİN KAYNAK
HİSLER
Karabulutlar çöker üstüme, Elemlerim boğar hislerimi, Gecelere sorun kimsesizliğimi, Seninle aynı anda sensizliğimi
Bir dilenci gibi sokaklarda sürünüşümü Sorgulamayın yıllar,canana götürün beni! Bir katre sevgimiz olur denizler misali, Hislerim boğmaya çalışır batmayan yelkenimi. Yollar bitmez sıkıntılar basar düşüncelerimi, Asırlar öncesinden yine senin sesin gelmeli, Ellerimiz aynı anda göklere uzanmalı, Başlarımız bir sükutla sana eğilmeli.
Ve sevdan bitirmeli kederlerimi, Seyretmeli bir güneş aydınlığında herkes seni, Kurumuş fidanlar yeniden seninle yeşermeli, Yakınlardan hep senin sesin gelmeli.
ABDULKERİM EVİZ
SENİNLE
Sahabe oldu seninle harabe gönüller Gülleri açıldı bahçende insanlığın Hayat verdi gönüllere nefes nefes Gönül tahtına oturan sultanlığın
Saadet oldu seninle cehalet çağları Buram buram fışkırdı sinesinden zamanın Karanlıklar devrildi nurunla dağ dağ Işıl ışıl gönüllere doldu çerağları Mecûsi ateşleri miydi yalnız söndürdüğün Düşürdün hararetini şirk toplumlarının Aşk oldu gönüllere yudum yudum Alemlere rahmet mübarek varlığın Kisra sarayları mıydı yalnız yıktığın Hicrandan kurtuldu büyük hicretinle Kötülük yurdu iken adı Medine’nin Nurlanmış şehir oldu ayak bastığın
Risalet devrinde miydi yalnız emanetle yadın Emanetsizlik cenderesinde boğulurken insanlık Çiçeğin burnunda bir delikanlı iken sen Muhammed-ül Emin idi yine senin adın
KAPAK DOSYASI
A
MURAT BAŞEĞMEZ
19
RASULULLAH (A.S.M)’ IN 24 SAATİ
“D
e ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana tabi olunuz ki Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran; 31)
En güzel örnek, canlı kur’an ve Müslümanların her alanda biricik rehberinin bir gününden kısa birkaç kesit. Acaba sevgili, en sevgili olan, Hz. Rasulullah (s.a.v.) bir gününü nasıl geçiriyordu? Ne zaman yatıyor, nasıl kalkıyor ve bütün gün boyunca neler yapıyordu? Peki O’nu niçin sevmemiz gerektiğini de biliyor muyuz? Güçlü bir iman ve derin duygularla bağlı olduğumuz peygamberimizi, ilim ve şuur yönüyle de tanımak ve bilmek, bizi gerçek kulluğa götürecek en büyük vesile olacaktır. Sevmek benzemeyi gerektirir. Saadete kavuşmak isteyen kimse, bütün adetlerini, ibadetlerini ve alışverişlerini, kısaca tüm yaşamını O’na benzetmeye çalışmalıdır. Efendimiz (a.s.m.)’in Gündelik Hayatından Bazı Kesitler: Hz. Hüseyin (r.a.), babası Hz. Ali’ye (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bazı hallerini sormuş, Hz. Ali de şu şekilde anlatmıştır: “Evine izin isteyerek girerdi. Evindeki zamanını üç kısma bölerdi. Bir kısmını Allah ‘a (ibadet), bir kısmını ailesine ve kendisine, sonra da insanlara ayırırdı.” Hz. Peygamber (s.a.v.)’in günlük olarak her zaman yaptığı gibi, sabah namazının farzından önce mutlaka iki rekat sünnet kılardı. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Sabah namazının iki rekat sünneti dünya ve içindekilerden hayırlıdır.” (Müslim, Tirmizi) Hz. Peygamber (s.a.v.) sabah namazının farzını, cemaate kıldırdıktan sonra, namazını kıldığı seccadenin üzerinde, güneş iyice doğuncaya kadar otururdu. (Müslim) Hz. Peygamber (s.a.v.) daha sonra uzaktan yakından kendisini görmeye gelenleri kabul etmeye başlardı. Gelenler halka şeklinde etrafında toplanırlardı. O, çevresindekilere vaaz eder, öğütler verir, sorularını cevaplandırır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in konuşması son derece tatlı ve gönül okşayıcı idi. Tane tane konuşur, her cümlesi, dinleyenler tarafından iyice anlaşılması için
ayrı ayrı olurdu. Kahkaha ile gülmez, tebessüm halinde bulunurdu. O, insanların en halîmi, en yumuşak huylusuydu. Hz. Peygamber (s.a.v.) şahsına yapılan, nefsine karşı işlenen hataları, yumuşaklıkla karşılardı; Allah’a ve kitabına yapılan bir hücum olunca asla susmaz, gereken cevabı verirdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) insanların kusurlarını görmez, bazen görmezden gelir, çok zaman gözünü çevirir, kusurunu görse de yüzüne vurmaz, o kişiyle arasındaki saygı ve sevgi perdesini yırtmazdı. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in tevazusu, bilhassa insanlarla olan münasebetlerinde daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Meclisinde kim olursa olsun, konuşan kimseyi, sabırla dinler; haktan uzaklaşmadığı müddetçe sözünü kesmezdi. Bir gün adamın biri, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i görmeye geldi. Fakat Peygamberliğin haşmetinden o kadar etkilendi ki, titremeye başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.): “Korkma! Ben hükümdar değilim. Kuru et pişirerek karnını doyuran, Kureyşli bir kadının oğluyum.” buyurdu. (Hakim) Hz. Peygamber (s.a.v.) kendi yakınlarına ve sahabelerine devamlı hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş, sonunda da pek çoğunun iman etmesine vesile olmuştur. Peygamberimizden bir şey istenildi mi, asla “Yok!” demezdi. O, insanların en cömerdi idi… Nitekim İbn-i Abbas şöyle demiştir: “Hz. Peygamber (s.a.v.) insanların, en cömerdi idi. Özellikle Ramazan aylarında daha fazla cömert olurdu.” (Buhari) Kuşluk vakti gelince Hz. Peygamber (s.a.v.) bazen dört, bazen da sekiz rekat olmak üzere Duha namazı kılardı. Bu namazın fazileti hakkında şöyle buyurmuştur: “Cennette, ‘duha kapısı’ denilen bir kapı vardır. Kıyamet günü bir münadi şöyle seslenir: ‘Ey Duha namazı kılanlar nerdesiniz? İşte gireceğiniz kapı burasıdır, Allah-u Teâla’nın rahmetiyle buradan içeri giriniz.” (Taberani) Hz. Peygamber (s.a.v.) Duha namazını kıldıktan sonra evine gelir, ev işleriyle meşgul olur, elbise ve ayakkabıları tamir eder, hayvanlarını sağardı. (Ahmed bin Hanbel) Hz. Peygamber (s.a.v.) daha sonra Öğle namazı için hazırlık yapardı. Öğle vakti girince camiye gider, öğle namazının farzından önce ve sonra kılınan müekked sünnetleri kılmayı ihmal etmezdi. Efendimiz öğleden sonra istirahat ederlerdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) öğle namazını kıldıktan sonra, bir miktar uyur, ‘kaylule’ yapardı. Nitekim bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Öğleyin kaylule yapınız. Muhakkak şeytanlar öğle vaktinde kaylule yapmazlar.” (Müslim) Kaylûle, öğle namazından sonra yapılan kısa istirahat ve uykuya verilen isimdir. Kaylûle yapan insan, bir sünneti ihya ettiği gibi aynı zamanda dinç olur, gece namazlarını, teheccüdü kılacak gücü kendine bulur. Fırsatı olan bu sünneti yerine getirirse iyi olur. Hz. Peygamber (a.s.m.) kaylûle yaptıktan sonra İkindi namazına hazırlanırdı. İkindi vakti girince,
KAPAK DOSYASI
SEBİHA YÜKSEL
20
ahad’ı (İhlas Suresi) okur ellerine üfleyip, ellerini yüzüne ve vücuduna sürer ve bunu üç kere tekrar ederdi. Hastalandığı zaman aynı şeyi kendisine yapmamı emrederdi. ” (Buharı, Müslim, İmam Malik, Tirmizi) Hz. Peygamber(s.a.v.)’in uyku alışkanlığı şöyleydi: Yatsı namazının ilk vakti girer girmez namazı kılar, sonra bu duaları okur ve istirahata çekilerek, daima sağ tarafına yatar ve sağ elini yanağının altına koyarak uyurdu. Gece yarısı veya üçte biri geçtikten sonra uyanır, misvağı daima başucunda durur, kalkınca önce dişini misvaklar, sonra abdest alır ve ibadetle meşgul olurdu. (Tirmizi) Hz. Aişe (r.anha) validemiz şöyle anlatmıştır: “Resulullah (s.a.v.) geceleri ayakları yarılıncaya kadar ayakta durur, ibadet ederdi. Ona: “Senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlandığı halde bunu niçin yapıyorsun?” dedim. Bana: “Ben de şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buharı, Müslim) Teheccüd namazı, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e vacip olduğu için hiç terk etmemiştir. Bu ibadet ve zikirleri yaparken ümmetine de yapmalarını tavsiye etmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Sizden biri uyurken, şeytan kafasına üç düğüm atar. Her düğümün üzerine; ‘uzun bir geceye sahipsin uyu!’ diyerek elini vurur. O kişi uyanıp da Allah-u Zülcelal’i zikrederse bir düğüm, abdest alırsa bir düğüm, namaz da kılarsa bütün düğümler çözülür. Artık o kimse neşeli ve hareketli olur. Aksi halde neşesiz ve tembel olur.” (İmam Malik, Buharı, Müslim, Ebu Davud, Nesai) Diğer bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmuştur; “Gece bir saat vardır ki, bu saatte Allah’dan dünya ve ahiret işiyle ilgili bir hayır isteyen Müslüman kula rastlarsa, mutlaka istediği kendisine verilir. Bu, her gece olur.” (Müslim) Hz. Peygamber (s.a.v.) teheccüd namazını kıldıktan sonra sabah namazı için hazırlık yapardı, sabah namazının sünnetini odasında kılar ve cemâatle farzı edâ etmek üzere mescide giderdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) beş vakit farz namazın ardından yapılan tesbihatlara da çok önem verirdi. Ayrıca günlük okumuş olduğu dualar vardır. Yemekten sonra, eve girerken ve çıkarken, tuvalete girerken ve çıkarken gibi… Tövbeye önem verirdi. Gün içerisinde günde yüz sefer tövbe eder ve ümmetine de tövbe etmesini emrederdi. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Ey insanlar! Allah’a karşı tövbe ediniz. Ben günde yüz sefer tövbe ederim.” (Müslim) Evet, Hz. Peygamber (s.a.v.) yirmi dört saatini genelde bu şekilde değerlendirirdi. Bizler de adetlerimizi ibadete dönüştürmek ve kurtuluşa ermek istiyor isek, Efendimizin yolundan, sapmadan ilerlemek durumundayız.
KAPAK DOSYASI
farzından önceki sünnet namazı bazen kılar, bazen de terk ederdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) ikindi namazını eda ettikten sonra, bir müddet oturduğu yerde kalır zikirle meşgul olurdu. Nitekim Enes bin Malik’den (r.a.) rivayetle Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İkindi namazından güneş batıncaya kadar, Allah’ı zikreden bir cemaatle oturmayı, İsmailoğullarından her birinin bedeli on iki bin dirhem olan, dört köle azat etmeye tercih ederim.” (Ebu Davud, Ebu Ya’la, İbn-i Ebi’dDünya) Eşlerine iyi davranırdı. Hz. Peygamber (asm) Akşam namazına yakın saadet hanesine döner, eşlerinin her birinin yanına gider, azar azar oralarda kalır, hatırlarını sorardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) hanımlarına güzel ahlakla davranmış, ümmetine de güzel ahlakla davranmalarını emretmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “İmanı en mükemmel olan mü’min, huyu en güzel olandır. Sizin de en hayırlınız, ailesine daha iyi davrananınızdır. ” (Ebu Davud, Tirmizi) Bundan sonra akşam namazının hazırlığını yapardı. Akşam ezanı okununca Akşam namazını kıldırır, daha sonra olan iki rekat nafile namaz (sünnet) kılardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) akşam namazından sonra zikir ve nafile ibadetle (Evvabin Namazı) meşgul olur, böylece yatsı namazının vaktinin girmesini beklerdi. Yatsı namazının vakti girince, Yatsı namazının farzından önce, bazen nafile namaz (sünnet) kılar, bazen de kılmazdı. Yatsı namazının farzından sonra ise iki rekat (müekket sünnet olan) nafile namazı kılmayı ihmal etmezdi. Bundan sonra yatar, gece kalkıp vitir namazını kılardı. Nitekim Cabir’den rivayetle bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Gece geç vakitlerde kalkmaktan endişe eden kimse, vitir namazını yatmadan önce kılsın. Kim, gece geç vakitlerde kılmak isterse kılabilir. Zira gece kılınan namazda rahmet melekleri hazır bulunurlar, şahit olurlar ve daha faziletlidir.” (Müslîm.Tirmizi) Hz. Peygamber (s.a.v.) yatsı namazını kıldıktan sonra saadet hanesine döner, eşlerinden kimin sırası gelmişse geceyi orada geçirirdi. Yatsı namazından sonra konuşmayı sevmezdi. (Buhari) Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı abdestli olduğu gibi, uykuya çekilirken de abdestsiz yatmazdı. Nitekim İbn-i Ömer’den rivayetle şöyle buyurmuştur: “Bir kimse abdestli olarak yatarsa, geceyi bir rahmet meleği ile geçirir. O kişi uyanır uyanmaz melek; ‘Allahım! Falan kulunu bağışla, çünkü o geceyi abdestli geçirdi,’ diye dua eder.” (İbn Hibban) Bera bin Azib ‘den (r.a.) rivayetle Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Yatağına girdiğin zaman, namaz için olduğu gibi abdest al, sonra sağ tarafına uzan ve şöyle de: ‘Allah’ım, kendimi sana teslim ettim. Yüzümü sana döndürdüm. İşimi sana teslim ettim. Sırtımı sana dayadım, seni saydığım için. Senden başka sığınacak yer yoktur. İndirdiğin kitabına ve gönderdiğin peygamberlerine iman ettim.’ Bunu der de o gece ölürsen, müslüman olarak ölürsün. Son sözün bunlar olsun.” (Buharı, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi) Hz. Âişe (r.a.) validemiz şöyle anlatmıştır: “Hz. Peygamber (s.a.v.) yatağına girdiği zaman, ‘muavzeteyn’i (Felak ve Nas Sureleri) ve Kul hüvallahu
Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi, Örnek İnsan Hz. Muhammed (s.a.v.), Reyhani Yayınları.)
21
AKİSLER
kis” ve “aksetme” meselesi mühim bir mesele. Bu durumda, "Peygamber" (asm) ve "iman edenler" kavramları arasındaki ilişkiye değinmek faideli olacaktır, kanısındayım. Risale-i Nur"dan bizlere talim edilmiş bilgidir ki iman bir intisaptır. Bir bağlanmaktır.Bir iletişimdir.Yaratılmışları var eden ve yaşatan "Allah"(cc) ile doğrudan bir ilişki kurmaktır. İman etmek ile insan, hakikatte alemlerin rabbine şuurlu bir ayine hükmüne geçer. Tüm alemlerde, ilim, irade, kudret ve hikmetiyle tecelli eden Allah,(cc) iradesiyle kalbini, aklını ve ruhunu tecelliye, ilahi akislere açan (iman eden ) insanda, hususan tezahür eder, akseder. Bu tezahür ve akis hali, her iman eden insan tekine hususi bir ikram ve tecrübeyi bahşeder. İman eden her ferd, kendi kametine, gayret ve cehdine göre Allah(cc) ile "marifet"e (tanı(ş)ma) dayalı bir iletişime geçer. Bu "marifet"e dayalı iletişim ve bağlanmışlık hali insanın, Allah ile yakınlık ve dostluk kurmasının düzeyini-koordinatlarını verir. Malum olduğu üzere meleklerden de üstün olabilecek insan, iman denilen bu sırda ve intisap, iletişim halinde mahfidir. İcmalen değindiğimiz imanda mahfi olan bu ilahi sırra binaen Peygamber (asm) tüm yaratılmışlar içerisinde, en üstün ve seçilmiş olanıdır. Zira O, ahsen-i takvimdeki fıtratı ve kesbiyle, Allah'a imanda tekamülün zirvesine ulaşmış ve Allah'ın(cc) en has muhatabı ve habibi olmuştur. Bu manada, tüm insanlık aleminin, Allah(cc) ile iletişim ve intisap kurmasının yegane muallimi ve yol göstericisi, kelamullahın şarihi ve uygulayıcısı da Hz. Muhammed’(asm)dir. Bu cümleleri müteakip, tabiatıyla "iman"ın ilahi rıza ve bilgiye dayalı usul ve tatbikatının muallim ve mürşidinin de Hz. Muhammed (sav) olduğu, bir başka deyiş ile "insan"ın imanda, imanda tekamül etmekte, Allah'a(cc) yaklaşmakta en mühim imkan ve vesilesinin, Habibullah olan Hz. Muhammed'in(asm) cadde-i kübrası olduğu sonucu çıkmaktadır. Evet, Allah'a(cc) giden yol, Allah'ın(cc) iradesi ve kelamıyla, Hz. Muhammed'de(asm) aksetmiştir. "O"nda(asm) akseden ilahi nuru izler iman edenler... Bu sebeple Hz. Muhammed (asm) ile nurlanırlar. Hz. Muhammed’in (asm) hayatlarında aksetmesine cehd ederler. Onun gibi hissetmek, onun gibi düşünmek, Onun secde ettiği gibi secde etmek, yürüdüğü gibi yürümek, savaştığı gibi savaşmak, yediği gibi yemek, yönettiği gibi yönetmek, zikrettiği gibi zikretmek, onun gibi olmak... hasılı ondan ilham alan bir hayat biçimi ile nurlanmak, hayatlanmak... Bu tüm zamanlar için hususan modern/ahir zaman insanlığının bireysel-toplumsal sorunlarının aşılması için izlenecek sahil-i selamete vasledici yegane çare, yöntem ve pratiktir... Sünnet-i seniyyeye, ittibayı esas almak hürriyet ve felah bulma derdinde olan insanlığın en büyük vesilesi ve meselesidir tabir-i diğerle. Özetle ifade etmek gerekirse: İman edenler için her zaman ve zeminde, yegane rol model Allah'ın(cc) Rasulüdür(asm). Hz. Muhammed(sav), Şemsi Ezeli'nin, nihayetsiz nurani tecelliyatına -şahsına münhasır olarak- makes bir ayine-i zişuurudur. İman edenler Kur'an'ın ve Rasul-ü Ekrem'in(sav) talimi ile bilirler ki Allah'a(cc) dost olmak ve Allah'ın(cc) sevgisine mazhar olmak, habibine dost ve tabi olmak ile gerçekleşir. İmanın sırlarına, cehd ve kabiliyetlerine göre mazhar olan mü'minler, işte bu zaman ve mekan kayıtlarından azade kılan, gerçek insanlık idealine taşıyan hakikati, tahayyülat, tasavvurat, tefekküratının ana mecrası olarak kişiliklerinde perçinleyip Kur'an ve Rasul'den(sav) mülhem birer yaşayan ayet olurlar. Allah,(cc) tüm yaradılmışlar aleminde tecelli ve tezahür
ettiği gibi şuur sahibi insan ile hususi bir makamda doğrudan mükaleme eder, konuşur.Tüm insanlığı temsilen bu konuşmanın has muhatabı Hz. Muhammed'dir.(sav) Allah,(cc) eşyaya ve insana dair ilm-i ezelisi ile muhat hikmet, tavzif ve tanımını, Kur'an ile Hz. Muhammed'e(sav) ilan ve beyan eder. Şems-i ezeli, Hz. Muhammed(sav) ile konuşur, iradesini habibine beyan eder, Hz. Muhammed(sav), tabiri caiz ise bir ayine hükmünde olarak kelami olan bu ilahi bilgiye, tecelli ve tezahüre makes olur. Mü'minler de Hz. Muhammed'den(sav) akseden bu ilahi bilgi ve şualara, kendi kalp, akıl ve ruh ayinelerinin parlaklığına nisbeten mazhar ve makes olurlar. Tabiidir ki ayinesini karartanlar ya da kirletenler bu mazhariyetle müşerref olmak imkanından kendilerini mahrum etmiş olacaklardır.Ne mutlu Allah(cc) ve habibine hayatlarıyla mazhar, makes olarak yaşayan, birer ayet olanlara...Ne mutlu! Evet yukarıdaki Allah(cc)-Hz.Muhammed(asm)-insan(ya da insan-ı mümin) arasındaki mazhar ve makes vaziyetine dair özlü değinmeden sonra mezkur bahse bir haşiye olmak babında, mü'minin dilindeki salavat-ı şerifenin, 'tecelli-i timsal' akislere mazhariyeti konusuna kısaca değinebiliriz. Üstad Bediüzzaman hazretleri, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinin "habbe" adlı bölümünde, bir i'lemde: "Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman vesaire gibi, tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem munfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünkü asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nuranîlerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsa idi, senin elindeki âyinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünkü o, timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleri ile de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (asm) kendisine okunan bütün salavat-ı şerifeye bir anda vâkıf olur.1"demiştir. Yaratılmışlar, bazı şeffaf yaratılmışlarda görüntüleriyle yansır ve görünür. Su gibi, cam gibi, hava gibi. Kesif, katı maddelerin mezkur şeffaflardaki görünümü sadece görüntülerinden ibarettir. Yani aynadaki ben, ben değildir.Halbuki şeffafın şeffaftaki görünümü, yansıması, sadece bir görüntü değildir.Bilakis yansıyanın hususiyetini taşır.Işık, camda yansıyınca örneğin gözümüzü alır. Neden? Çünkü cam, ışığı alır doğrudan gözümüze arz eder zira.Tıpkı bunun gibi Allah (cc) güneş ışınlarının, sıcaklığını hayat gibi, ışığını şuur gibi, ışıktaki renklerini de duygu gibi yapsa idi, elimizdeki aynada akseden güneş bizimle konuşan bir güneşçik olacaktı.Aynadan ışık yansıdığı sürece de bu konuşma hali devam edecek idi. Evet, Nur-ul envar, (cc) nurlu kalplerde akseder, nurlu kalplerden akseden nurlu kelimeleri de muhatabına vasleder. Alemde hiçbir şey kaybolmaz, israf olmaz salavat-ı şerifeler de öyle.Her salavat, mezkur sırra binaen Peygamber'de (sav) bilavasıta ve bilatereddüd ma’kes bulur. Alemlerin Rabbinden niyazım odur ki; şefkatli ve re'fetli Nebi'nin (sav) talimi dairesinde, aklıyla, kalbiyle, ruhuyla, hayatıyla "tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar" olmayı, bu şuur halini herkese ve her gayret ehline nasib etsin.
KAPAK DOSYASI
“A
SÜPHAN ERKAN
1-Nursi, Bediüzzaman Said; Mesnevi-i Nuriye, Sy.127,
22
NAAT GELENEĞİMİZ
K
“Peygamber nasıl insanın ufkuysa, naat da şiirin ufkudur.” Sezai KARAKOÇ
a’b bin Züheyr, Müslüman olmadan önce bazı hicivler yazdığı için kınanmıştır. Özellikle de kardeşi Büceyr, Peygamberimizi (SAV) tanıyıp müslüman olunca onu hicveden bir şiir yazmıştır. Bunun üzerine ağır bir şekilde kınanmıştır. Fakat bir gün rüyasında Peygamberimizin (SAV) davetine mazhar olan Ka’b bin Züheyr, bütün şairlik marifetini kullanarak bir kaside yazmıştır. Hz. Peygamber’in huzurunda şiiri okuyan Ka’b affedilmiştir. Ve Hırka-i Saadet ile mükâfatlandırılmıştır. Kaside-i Bürde (Hırka Kasidesi) adıyla bilinen bu ilk naat bütün Dünya Edebiyatlarında olduğu gibi edebiyatımıza da bir ilham kaynağı olmuştur. İşte, o gün bu gündür şairler; Hz. Peygamber’in şefaatine nail olmak, O’nun muhabbetini gönüllerde canlı tutabilmek ve O’na olan bağlılıklarını göstermek için naatlar yazmışlardır. Arapça bir kelime olan naat, sözlük anlamıyla, “bir şeyi veya kimseyi methederek anlatmak” anlamını taşır. Edebi bir terim olarak da; “Hz. Peygamber’i (SAV) övmek maksadıyla yazılan şiir” anlamına gelmektedir. Ne var ki, naat denince doğrudan onun edebi anlamı zihnimize yerleşiyor ve o anlamı çağrıştırıyor. Burada şunu ifade etmek gerekir ki; dünya üzerinde hiçbir yerde bir şahsın övgüsüne dayanan edebi bir tür mevcut değildir. Elbette ki bu şeref Allah’ın; “ Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım.” hitabına mazhar olan İnsan’a aittir. Yani; Kainatın Efendisine.(SAV) En belirgin ve en yaygın özelliği, temelinde dini kültüre yer veren ve şiir üzerine kurulmuş olan Klasik Edebiyatımızın hemen her şairi, divanlarımızda Efendimiz’i heyecanla metheden naat türündeki şiirlere yer vermişlerdir. İlk dönemdeki şairlerimiz; O’nun şefaatine nail olmanın, hoşnutluğunu kazanmanın ancak şiirle mümkün olabileceğini söylemişlerdi. Ve bunun kendileri için her türlü rütbe ve mevkiden üstün olduğunu dile getirmişlerdir. Bu şairler naat türünü yazarken, naat yazmadaki amaçlarının Cenab-ı Hakk’a uyma arzusu olduğunu açıkça ifade ederlerdi. Çünkü onlar; şu kudsi fermanı iyi biliyorlardı: “Ey Muhammed! De ki : Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana ittiba ediniz ki, Allah da sizi sevsin.” (Al-i İmran 31) Edebiyatımızda ilk naat örneğine, Yusuf Has Hacib’in 1069’da tamamladığı Kutadgu Bilig’de rastlanılmaktadır. Daha sonra Atabetü’l Hakayık, Divan-ı Hikmet gibi eserlerde de naatlar görülmektedir. Bu eserlerle birlikte naatlar bir gelenek halinde devam etmiştir. Mevlana’nın Farsça naatları, Yunus Emre’nin Türkçe naatları, Divan Edebiyatı’ndaki naatlar, son dönem edebiyatımızdaki naatlar bu geleneğin birer halkası olmuşlardır. Ve bu gelenek halen de devam etmektedir. Özellikle Tasavvufi Halk Edebiyatı, başka bir deyişle Tekke Edebiyatı’nda 13. yüzyılda Yunus Emre ile başlayan naat geleneği günümüze kadar devam etmiştir. Şairler, şiirin bütün güzel imkanlarını kullanarak Peygamberimize duydukları muhabbeti ve hürmeti en güzel şekilde ifade etmişlerdir. Eşrefoğlu Rûmi, Niyazi-i Mısrî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Dede Ömer Rûşenî, Kemal Ümmî, Ahmet Remzi Akyürek, Yaman Dede (Abdülkadir Keçeoğlu)‘nin oluşturduğu bu
zincirdeki şairlerin naatları şöhret kazanmıştır. Divan Edebiyatı’ndaki şairler, Peygamber’e olan sevgilerinin, bağlılıklarının ve hürmeti hislerinin samimiyetini dile getirmek için mükemmel bir lirizmin hâkim olduğu naatlar yazmışlardır. Kaynağını İslam dininden alan Divan Edebiyatı döneminde yazılan Efendimizi en güzel şekilde anlatan arada geçen asırlara rağmen değerinden hiçbir şey kaybetmeyen naatlardan bazıları şunlardır: Fuzûlî’nin Su Kasidesi, Şeyh Galip’in “Efendim” redifli naatı, Fehim-i Kadim’in “Rûz-u Şeb” redifli naatı, Nâbî’nin Hac yolculuğunda irticalen söylediği gazeli. Bu naatlarda Hz Peygamber’e olan muhabbetlerinin ne derecede olduğunu ve hürmetlerinin boyutunu görmek için birkaç beyit aktarmak istiyorum : “Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-ı Hüdâdır bu, Nazargâh-ı İlâhidir, Makâm-ı Mustafa’dır bu” NÂBİ
“Sen Ahmed û Mahmud û Muhammedsin efendim!... Hakk’dan bize Sultan-ı müeyyedsin efendim!” ŞEYH GÂLİP “Hâk-i pâyine yetem der ömürlerdir muttasıl, Başını taşdan taşa urup gezer âvâre su.”
FUZÛLÎ
KAPAK DOSYASI
Ahmet PAYAM
Naatlar, Klasik şiirimizde geleneksel halde yaygınlığını devam ettirirken ; Tanzimat’ın ilanıyla başlayıp günümüze kadar uzanan ve daha çok Batı medeniyeti ile büyük değişim yaşayan Tanzimat sonrası edebiyatımızda da devam etmiştir. Özellikle Tanzimat ve Servet-i Fünun Edebiyatı dönemlerindeki şairler Peygamberimize duydukları aşkı ve hürmeti naatlarda dile getirmişlerdir. Devam ede gelen naat silsilesi bu dönemlerde de tüm canlılığını korumuştur. Bu dönemlerde Efendimiz’i anlatma gayreti içinde olan şairler arasında Ziya Paşa, Muallim Naci, Makbule Leman, İsmail Safa, Recaizade Mahmut Ekrem, Ali Ekrem Bolayır gibi şairleri saymak mümkündür. Cumhuriyet sonrası edebiyatımızda da özellikle 1950’den sonra Efendimiz’i konu alan şiirlerde bir artış gözlenmektedir. Bu dönemlerde yaşayan şairler, zengin naat birikimine önemli katkılar sağlamışlardır: Arif Nihat Asya “Naat”, Necip Fazıl Kısakürek “Peygamber”, Sezai Karakoç “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”, Nurullah Genç ”Yağmur”, İsmet Özel “Bir Yusuf Masalı”, Erdem Beyazıt “O”, Mustafa Ruhi Şirin “Doruklardan Doruğa”, Ali Ulvi Kurucu “Habibi-i Kibriya”. Sonuç olarak deriz ki: Sahralar kağıt, ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa; melekler, insanlar ve cinler kıyamete kadar gece gündüz çalışsalar Sevgili Peygamberimizi naatlarıyla tamamen idrak edip yansıtmayacaklardır. Ama yeryüzünde Peygamber âşıkları oldukça ve onların gönüllerindeki aşk eksilmedikçe bu naatlar hep yazılacaktır. Ve O’na özlem hiçbir zaman tükenmeyecektir. Gel ey Muhammed bahardır… Dudaklar ardında saklı Âminlerimiz vardır… Hacdan döner gibi gel, Miraçtan iner gibi gel, Bekliyoruz yıllardır! A.N. ASYA
23
DERLEYEN: ZEHRA ESİN
insanlık onunla övünür. Biz Avrupalılar 2000 sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek en mesut ve en bahtiyar nesiller oluruz. (SHEBOL)
KAPAK DOSYASI
Bugün milyonlarca insanın gönlünde tartışmasız bir hüküm sürenlerin en iyisini tanımak isterdim.Tam olarak kanaat getirdim ki İslam’a o günün hayat düzeni içerisinde sahip olduğu yeri kazandıran kılıç değildi.Bunu yapan sağlam bir yalınlık, Peygamberin tam olarak kendi nefsini silmesi, taahhütlerine karşı vicdanlı ve titiz oluşu, arkadaşlarına ve sevenlerine karşı derin bağlılığı, ataklığı, korkusuzluğu, Allah’a karşı mutlak güveni idi.Bu özelliklerdi her şeyi gerçekleştiren ve tüm engelleri aşan, kılıç değildi.(Peygamberin biyografisinin) ikinci cildini kapatınca bu büyük hayat hakkında daha fazla okuyacak kitabım kalmadığı için üzgünüm. (MAHATMA GANDHİ)
Düzenli ordusu olmadan, korumasız, saraysız, kârsız…Muhammed gücün unsurları ve destekliyiciliği olmaksızın ilahi kaynaklardan beslenen bir güç sahibi idi. (BOSWORD SMİTH) Asıl Birleşmiş Milletler, uluslarası birlik ve insanların kardeşliği gibi prensipleri evrensellik temelleri üzerine yerleştiren İslam peygamberi tarafından kurulmuştur. (Prof. SNOUCK HURGRONJE)
O'nun bütün davranışları, günlük hayatı, bugün milyonların şuurlu bir hâfızayla gözettiği bir kanun ortaya koymuştur. İnsanlığın herhangi bir bölümünün mükemmel İnsan kabul ettiği başka hiç kimse, bu kadar yakından ve bu ölçüde ayrıntıyla taklit edilmemiştir. Hıristiyanlığın kurucusunun davranışları, takipçilerinin günlük hayatını yönlendirmemiştir. Ayrıca, başka herhangi bir dinin kurucusu, geride Müslüman Resûl ölçüsünde bir güven ve itimat bırakmamıştır. (G. HOGART)
YABANCI DÜŞÜNÜRLERİN EFENDİMİZLE İLGİLİ BEYANATLARI
M
uhammed, hürmet ve saygıya fazlasıyla lâyıktır.
(TOLSTOY)
Hiç kimse Muhammed’in kurallarından daha ileri bir adım atamaz. Biz Avrupa Milletleri medeni imkânlarımıza rağmen Hz. Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki bu yarışmada kimse onu geçemeyecektir. Hz. Muhammed insan olması itibari ile bütün
Büyük peygamberin hayatı ve karakteri üzerinde çalışmalar yapan, onun mesajını nasıl öğrettiğini ve nasıl yaşadığını bilen birisi için Allah -u Teala’nın en yüce elçilerinden biri olan o kudretli peygamber hakkında hürmetten başka bir şey hissetmek imkansızdır.Bu söylediklerim çoklarına tanıdık gelse de ben kendim O’nu tekrar tekrar okudukça yeni bir hayranlık, yeni bir hürmet duyuyorum O güçlü öğreticiye karşı.. (ANNİE BASANT) Gayenin yüceliği, başvurulan yolların sıradanlığı ve muazzam sonuçlar elde etmek insan dehasının üç kriteri ise modern tarih içinde kim herhangi büyük bir adamı Muhammed’le kıyaslamaya kalkabilir? Ünlü insanlar, ordular, kanunlar ve imparatorluklar oluşturdular sadece. Onların tüm kurdukları daha kendileri hayattayken gözlerinin önünden kaybolan maddi güçten öte değildir. Muhammed ise sadece orduları, kanunları, imparatorlukları, insanları ve
24
Büyük İslâm Peygamberi yüce yaratıcının katına çıkıp onunla buluşmuştur. Ben Mirac’a bütün kalbimle inanıyorum. (DOSTYOYEVSKİ) Resul-i Ekrem şuur ve idrak timsali olduğu, dimağının iman ışıkları ve kamil bir yakin ile pürnur olduğu muhakkaktır. Resul-i Ekrem, muasırlarını aynı heyacanla alevlemiş, bu sıfatlarla teçhiz etmiştir. Hazret-i Muhammed (a.s.m) başarmak istediği ıslahatı, ilahi bir vahiy olarak takdim etmiştir.Bu ilahi bir vahiydir. Hz Muhammed’in (a.s.m) dini ise, akıl kaidelerin ilhamlarına tamamıyla muvafıktır.Ehli islama göre islamiyetin esas akaidi, şu sûretle hülasa olunabilir.Allah birdir, Muhammed(a.s.m) onun peygamberidir. (EDWARD MONTE)
Muhammed (a.s.m) mümtaz bir kuvvettir. Destgah-ı kudretin böyle ikinci bir vücudu imkan sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır.Sana muasır bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed(a.s.m)! (Prens Otto Von BİSMARCK)
Bir insan tek başına yirmi yıldan daha kısa bir zamanda savaşan kabileleri ve başıboş bedevileri kaynaştırıp en güçlü ve medeni bir milleti nasıl oluşturabilir? Benim fikir ve kanaatime göre, Kur’an, serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (a.s.m) cihana tebliğ ettiği davet hak ve hakikattir. (Thomas CARLYE)
Bir olan Allah’a ve resulü olan Muhammed’e inanıyorum.sözü islamın değişmez prensibidir.Allah hakkında ki anlayış asla görülebilen putlara indirgenmedi; Muhammed’in şerefi asla insan hikmetinin üstünde görülmedi ve onun yaşam ilkeleri sahabesinin ona olan minnettarlığı hep bir mantık ve din çerçevesi içinde oldu. (EDWARD GİBBON & SİMON OCHLEY)
Muhammed’in doğruluğu, faaliyeti, hakikati taharride samimiyeti, sarsılmayan azmi, imanı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezeli hakikati dinletmek yolundaki sebatı; bana kalırsa, onun o cesur ve azimkar Peygamberin hatem-i risalet
olduğunun en kat-i ve en emin delilleridir. (Dr. CİTY YOUNGEST) O Tarihi değiştirip ona yön veren devrimci bir insandır. (Albert TOYNBEE)
Kur’an’ın telkin ve hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği esasattan mükemmel bir ahlak mecellesi vucud bulur. Esasat-i Kur’an’iyenin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve ettikten sonra da Allah’a takarrüb etmek isteyen insanları Cenab-ı Hakka rabt ettiğini inkar etmek mümkün değildir. (MARMADUKA PICHTA
KAPAK DOSYASI
hanedanları hareketlendirmekle kalmadı; milyonlarca inananı dünyanın üçte birine yaydı, ve daha da önemlisi, sunakları, tanrıları, dinleri, fikirleri, inançları ve başıboş ruhları saf dışı bıraktı.Onun zaferdeki hoşgörüsü, tek bir fikir etrafında dönen ve asla sömürü amacı gütmeyen çabası, gecegündüz ibadetleri ve Allah’la olan münasebeti, vefatı ve vefatından sonra ki zaferi…Bütün bunlar bir sahtekarı değil, saplantıları ortadan kaldıran sarsılmaz bir inancı işaret ediyor. İnsan yüceliğini ölçen bütün standartlarla ilgili olarak şunu sorabiliriz: Muhammed’den daha büyük bir insan olabilir mi? (LAMARTİNE)
25
HZ.PEYGAMBER (S.A.V)’İN DUALARINDAN
İ
Halk size deli deyinceye kadar Allah’ı zikredin nsanlar arasında zikrin anahtarları vardır. Onlar Allah’ın zikrini gördükleri yerde hemen zikrederler.
Dua ibadetin ta kendisidir. Sonra Rabbimiz buyurdu ki: “Bana dua edin de duanıza cevap vereyim. Bana dua etmeyi kendilerine yediremeyenler cehenneme zelil olmuş bir halde girecekler.” (mü’min 60). Kime dua kapısı açılırsa, ona rahmet kapıları açılır. Allahın en çok sevdiği şey, kendisinden afiyet istenilmesidir. Dua başa gelen ve gelmeyene(belaya)faydalı olur. Kazayı ancak dua önler, onun için duaya sarılmalısınız. (Tirmizi) “Gaip olanın, gaip olana (onun haberi olmadan)yaptığı duadan daha çabuk kabul edilen hiçbir dua yoktur.” (Tirmizi)
Peygamber (SAV)dua ettiği zaman ellerinin içini kendisine doğru tutardı. Bir şeyin şerrinden Allah’a sığındığı zaman ellerinin dışını kendisine doğru tutardı. Çünkü Allah kalbin gafil olarak yaptığı duaları kabul etmez.(Müsned) “Biriniz Rabbinden bütün ihtiyaçlarını istesin; hatta pabucunun kopan kayışını bile istesin.” (Tirmizi)
“Allah’ım senden kazaya rıza göstermemi ölümden sonra sıkıntısız bir hayatı, cemaline bakmak lezzetini, zarar verenin zararına uğramadan, saptırıcının fitnesine kapılmadan iştiyakla sana kavuşmayı niyaz ederim. Allah’ım zulmetmekten zulme uğramaktan, tecavüz etmekten ve tecavüze uğramaktan veya helak edici günah irtikâp etmekten ya da bağışlanmayacak günah işlemekten sana sığınırım.” (Rudani) Peygamber ( s.av )yatağına vardığı zaman; “Allah’ım senin adınla yaşıyorum senin adınla ölürüm” derdi. Sabaha kavuştuğunda; “Hamd bizi öldürdükten sonra dirilten Allah ‘a mahsustur zaten dönüşümüz onadır” derdi.
“Ey filan abdest alarak yatağına yattığın zaman şöyle de: Allah’ım nefsimi sana teslim ettim yüzümü sana çevirdim, işimi sana teslim ettim. Rahmetini umarak gazabından korkarak sırtımı sana dayadım. Senin cezalandırmana karşılık senden başka ne sığınak nede kurtarıcı vardır. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygamber’e inandım. Bunları söyleyip de o gece ölürsen fıtrat üzere ölmüş olursun. Ölmeyip sabaha kavuşursan hayır ve sıhhat üzere kavuşmuş olursun.” (Rudani) Uyku için: Halit bin Velit Peygamber(sav) gece
uyuyamadığını söyledi. Bunun üzerine ona şu duayı okumasını emretti: “Allah!’ım, 7 kat göklerin ve onların gölgelediklerinin Rabbi! Yerlerin ve taşıdıklarının Rabbi! Şeytanların ve onların azdırdıklarının Rabbi! Bütün yarattıklarının şerrine karşı bana koruyucu ol! Öyle ki onların hiç birisi üzerime saldırmasın. Senin koruduğun aziz olur senin övgün yücedir. Senden başka ilah yoktur ilah olarak sadece sen varsın.” (Tirmizi ) Biriniz uykuda korktuğu zaman şöyle desin: “Allah’ım! Tastamam olan kelimelerine gazabından, azabından, kullarının şerrinden, şeytanların sataşmalarından ve yanıma gelmelerinden sana sığınırım.” Böyle derse kendisine hiçbir şey zarar vermez.
KAPAK DOSYASI
Derleyen: Muhammed YASİN
Peygamber(s.a.v.) şu duayı yapmadan bir meclisten kalktığı az görülürdü. “Allah’ım! Sana karşı işlenecek günahlarla aramıza da perde olacak korkumdan, bizi cennetine ulaştıracak taatinden, dünya musibetlerine tahammülü kolaylaştıracak olan yakinden bir parça bize nasip et! Bizi yaşattıkça kulaklarımız, gözlerimiz ve gücümüzden bizi faydalandır! Aynı şeyi gelecek olan soyumuza da nasip et! Bize zulmedenlere karşı intikamımızı aldır! Düşmanlarımıza karşı bize yardım et! Musibetimizi dinimizde kılma! Dünyayı en büyük gayemiz eyleme! İlmimizi de ona hasrettirme! Bize acımayanları üzerimize musallat kılma.” (Tirmizi) Kayıp için Allah Resulü (s.a.v.): “Issız bir yerde olan biriniz bir şey kaybederse ya da bir yardım isterse şöyle desin: Ey Allah’ın kulları! Bana yardım edin! Ey Allah’ın kulları! Bana yardım edin! Ey Allah’ın kulları! Bana yardım edin! Çünkü bizim görmediğimiz nice Allah’ın kulları vardır.” Yitik hakkında şöyle dua ederdi:”Ey yitiği geri getiren, yoldan çıkana hidayet veren Allah’ım! Kudretinle ve saltanatınla yitiğimi geri çevir! Çünkü o senin vergin ve ihsanındandır.”
Unutkanlık. Biz peygamber (s.a.v.)ile otururken Ali (ra) gelip şöyle dedi: “Babam anam sana feda olsun bu Kur’an göğsümden uçup gidiyor. Onu ezberimde tutamıyorum.” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) ona şöyle buyurdu: “Ey Ebu’l Hasan! Allah’ın sana fayda vereceği ve öğrendiklerini göğsünde (ezberinde) tutmanı sağlayacak bazı kelimeler öğretmemi ister misin?” “Evet, Ey Allahın Resulü öğret” deyince şöyle buyurdu: “Cuma gecesi olduğu zaman gecenin son üçte bir kısmında kalk o vakit meleklerin şahit olduğu zamandır. Onda yapılan dualar kabul edilir. Dört rekat namaz kıl birinci rekatta fatiha ile yasin suresi ikinci rekatta fatiha ile duhan suresi üçüncü rekatta fatiha ile secde suresi dördüncü rekatta ise fatiha ile mülk suresi okursun. Tahiyyatı bitirdiğin zaman Allah’a hamd et onu güzelce öv. Bana ve diğer peygamberlere de salâvat getir. Erkek kadın tüm mü’minler için Allahtan mağfiret dile imanla seni geçen kardeşlerin içinde mağfiret dile, sonra bütün okuduklarının sonunda şu duayı söyle: Allah’ım bana günahları beni hayatta bıraktığın sürece ebediyyen terk ettirecek şekilde merhamet eyle. Faydası olmayan şeylere yöneldiğim için bana acı,
26
“Ey Hasan’ın babası bunu üç yahut beş yahut yedi Cuma yaparsan Allah’ın izni ile kabul olunur. Beni hak ile gönderene yemin ederim ki bu duayı yapan hiçbir mü’min kabul olunmaktan mahrum kalmamıştır.” İbni Abbas dedi ki: “Beş veya yedi gün sonra Ali(ra) aynı meclise gelip şöyle dedi: “Ey Allah’ın Resulü dört ayet ezberlediğim zaman çok geçmeden unuturdum. Şimdi kırk veya benzeri miktarda ayet ezberliyorum unutmuyorum. Sanki Allahın kitabı gözümün önündeymiş gibi oluyorum senden hadis dinliyordum tekrar ediyordum çok geçmeden unutuyordum. Şimdi ise senden birçok hadis duyuyorum ve ezberliyorum tek bir harfini bile kaçırmıyorum hafızamdan gitmiyor.”Bunun üzerine Kâbe nin Rabbi hakkı için Ebul Hasan tam mü’mindir.” (Tirmizi) Bir adam dedi ki: “Ey Allahın Rasulü bu gece senin duanı dinledim. Ondan hatırımda tutabildiklerim: Allah’ım günahlarımı bağışla evimi genişlet, verdiğin rızklara bereket verip artır. Allah Rasulü (sav)dedi ki: Onlardan istenmedik bir şey kalmış mıdır?” (Tirmizi)
Bir adam sordu: “Ey Allah’ı Rasulü hangi dua en üstündür.” Şöyle buyurdu: “Rabbinden hem dünyada hem de ahirette sana afiyet ve ihsan etmesini niyaz et.” ikinci gün yine gelip hangi dua en üstündür diye sordu. Peygamber(SAV))Aynı şeyi söyledi. Sonra üçüncü gün gelip yine aynı soruyu sorunca şöyle buyurdu: Dünyada ve ahirette sana afiyet verilirse felaha ermiş olursun. (Tirmizi) Ümmü seleme (RA)dan: “Yanımda olduğu zaman Rasulullah(s.a.v) in en çok yaptığı dua şu olurdu: Ey kalpleri evirip çeviren! kalbimi dinin üzerine sabit kıl.” Dedim ki: “Ey Allahın Resulü neden hep bu duayı yapıyorsun.” Cevap verdi: “Ey Ümmü Seleme, Kalbi Allah’ın parmaklarından iki parmak arasında olmayan hiç kimse yoktur.İsterse durdurup sabit kılar isterse yerinden kaydırır.”(Tirmizi)
Aişe (R:A) dan Allah Rasulü(SAV) buyurdu: “Allah’ım benim hatalarımı kar ve dolu suyu ile yıka. Beyaz kumaşı kirden temizlediğin gibi kalbimi de hata ve kötülüklerden temizle”( Nesai)
Ümmü seleme (RA) dan Allah Resulü (SAV) şöyle dua etti: “Allah’ım kendisinden önce bir şey olmayan Evvel sensin, Allah’ım kendisinden sonra bir şey olmayan Ahir sensin.Alnından tutuğun her varlığın şerrinden sana sığınırım.Allah’ım günahtan, tembellikten ve kabir azabından sana sığınırım. Zenginlik ve fakirliğin fitnesinden de sana sığınırım. Günaha girmek ve borçlanmaktan da sana sığınırım. Allah’ım beni hatalarımdan beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi temizle!Allah’ım!Hatalarımdan beni
doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır. Bu Muhammed’in Rabbinden dileğidir. Allah’ım! senden en güzel şeyi, en güzel duayı isterim. İyi başarı, iyi ameli dilerim. Hayırlı sevap, hayırlı yaşam, hayırlı ölüm dilerim. Ayağımı kaydırma,terazimi ağır eyle! Derecemi yükselt, namazımı kabul et, hatamı bağışla! Senden cennetin en yüksek derecelerini dilerim. Amin! Allah’ım senden cenneti isterim Amin! Allah’ım! Senden yapılan işin hayırlısını amel edilenin de hayırlısını gizli ve aşikâr yapılanların da hayırlısını cennetinin en yüksek derecelerini isterim. Âmin! Allah’ım! Şanımı yükseltmeni, yükümü indirmeni, işimi doğrultmanı kalbimi temizlemeni, namusumu korumanı, kalbimi aydınlatmanı, günahımı bağışlamanı dilerim. Senden cennetin en yüksek derecelerini niyaz ederim. Amin! Allah’ım! Beni cehennemden kurtar!” (Taberani)
KAPAK DOSYASI
seni benden razı kılacak şeylere yönelmemi bana sağla. Allah’ım ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan celal ve ikram sahibi ey kendisine dil uzatılmayan izzet sahibi ey Allah, ey Rahman celalinin ve cemalinin nuru hakkı için senden kitabını bana öğrettiğin gibi hafızamda tutmamı ve razı olduğun şekilde okumamı nasip etmeni istiyorum. Ey Allah, ey Rahman senden kitabınla gözlerimi aydınlatmanı, onunla dilimi açmanı, onunla kalbimi yarmanı, göğsümü ferahlatmanı, bedenimi yıkamanı diliyorum. Zira hakkı bulmakta ancak sen yardımcı olursun. Onu bana ancak sen verirsin. Güç kuvvet ve hareket ancak Allah iledir.”
Borç için. Muaz ibn-i Cebel bir gün Cuma namazına gelmedi. Hz. Peygamber(S.A.V) Muaz’a gelerek şöyle dedi: “Ey Muaz seni bugün neden görmedim.” Muaz şu cevabı verdi: “Ey Allahın Resul’ü! Bir yahudiye bir ukiyye altın borcum var, onun için çıkamadım.” Şöyle buyurdu: “Ey Muaz! Sana bir dua öğreteceğim eğer o duayı yaparsan Subeyr Dağı kadar borcun dahi olsa ödemende Allah sana yardım eder. Ey Muaz! Dua ederek şöyle de: Allah’ım! Sen mülkün yegâne sahibisin… O dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır.(Ali İmran,26-27) Dünya ve ahiretin Rahman ve Rahimisin. Bu ikisinden dilediğine verirsin, dilediğine vermezsin. Başkalarının Rahmetine ihtiyaç bırakmayacak şekilde bir rahmet ve merhamet eyle!” (Taberani) Enes (ra)‘dan Allah Resulü (s.a.v.) şöyle dua etti: “Allah’ım! Acizlikten, tembellik, korkaklık, yaşlılık ve cimrilikten sana sığınırım. Kabir azabından, yaşam ve ölümün fitnesinden de sana sığınırım.” (Kütüb-ü Sitte)
Aişe(ra)‘dan Allah Rasul’u (s.a.v.) buyurdu: “Allah’ım! Tembellikten, yaşlılık ve borçlu olmaktan, kabir fitnesi ve azabından, cehennem fitnesi ve ateşin azabından, zenginlik fitnesi ve fakirlik fitnesinin şerrinden sana sığınırım. Mesih-Deccal fitnesinden de sana sığınırım. Allah’ım! günahlarımı kar ve buz suyu ile yıka ! Kalbimi beyaz elbiseyi kirden temizlediğin gibi temizle benim ile günahlarımın arasını doğu ile batı arası gibi uzak kıl!” (İmam-ı Malik hariç altı hadis imamı) İbni Amr (ra)‘dan Allah Resulü (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah’ım! Korkmayan kalp, dinlenmeyen (kabul edilmeyen) dua, doymayan nefis ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım.” (Tirmizi ve Nesai)
Ebul Yusr (RA) dan Allah resulü (SAV) buyurdu: “Allah’ım üzerime duvar yıkılmasından, sarp yerden aşağı yuvarlanmaktan, boğulmaktan, yangından, ihtiyarlıktan, ölüm anında şeytanın tasallutundan, yolunda savaşırken arkam düşmana dönük olarak ölmekten, yılan ya da akrep tarafından sokularak ölmekten sana sığınırım.” (Ebu Davut, Nesai)
Yahya bin Sait (RA) dan Allah resulü (SAV) buyurdu: “İsra gecesi nereye döndümse karşımda elinde bir ateş şulesi ile beni takip eden cinden bir ifrit gördüm. Cibril dedi ki: “sana okuduğun zaman onun şulesini söndürecek bir dua öğreteyim mi?” Allah
27
İbn-i Abbas (ra)‘dan Allah Resulü (s.a.v.) Kuran’dan bir sure öğrettiği gibi şu duayı da öğretirdi: “Allah’ım cehennem azabından, kabir azabından, Mesih-i Deccal fitnesinden, ölüm ve hayatın fitnesinden sana sığınırım.” (Buhari hariç altı hadis imamı) İbn-i Mesud (RA) dan Allah Resulü (SAV) “Biriniz sultandan korkarsa, şöyle desin: Ey yedi kat göklerin ve büyük arşın Rabbi olan Allah’ım! Falan oğlu filanın şerrinden, cinlerin, insanların ve onların tabiilerinden herhangi bir kimsenin bana saldırmasından beni koru! Koruman güçlü, övgün yücedir! Senden başka hiçbir ilah yoktur.” (Taberani)
İbni Mesut R.A dan Allah Resulü (s.a.v.) buyurdu: “Geceleyin yürüdüğümde (isra gecesi) İbrahim (a.s.)’ı gördüm bana dedi ki: “Ümmetine benden çok selam söyle, onlara cennetin çok güzel olduğunu, toprağının mis gibi koktuğunu, suyunun çok tatlı ve lezzetli olduğunu, dümdüz yer olduğunu, dikilen ağaçlarının da Sübhanallahi Velhamdulillahi VallahuEkber Vela İlahe İllalllahu Vallahu Ekber olduğunu bildir.” (Tirmizi) Şeddad Bin Evs (ra)‘dan Allah Rasulu (s.a.v.) buyurdu: “Kulun diyeceği şu dua istiğfarın efendisidir: “Allah’ım ! Sen benim Rabbimsin senden başka İlah yoktur beni sen yarattın, ben senin kulunum ve gücümün yettiğince ahdinle vaadin üzerindeyim işlediğim günahların şerrinden sana sığınırım. Bana ihsan eylediğin nimetlerini itiraf ederim, günahımı da itiraf ederim. Benim günahlarımı mağfiret eyle! Şu muhakkak ki günahları senden başkası bağışlayamaz.” Kim gönülden inanarak bunu gündüzün söylerse ve o gün akşam olmadan ölürse o Cennet Ehlinden olur. Kalpten inanarak bunu gece söyleyip de sabah olmadan o gece ölürse yine o Cennet Ehlinden olur. (Buhari, Nesa-i, Tirmizi)
İbni Abbas (ra)‘ dan Allah Resulu (s.a.v.)buyurdu: “Kim istiğfara devam ederse,Allah onun için her sıkıntıdan bir çıkış yolu, her kedere bir ferahlık ve çare kılar ve onu ummadığı yerden de rızıklandırır.”(Ebu Davud) Ebu Hureyre (ra)‘dan Allah resulü (s.a.v.) buyurdu: “Kim günde yüz kere “La ilahe illallahü vahdehu la şerike leh.Lehu’l-mülkü ve-leh’u-hamdü ve hüve ala külli şeyin kadir” derse on köle azat etmiş olur, kendisine yüz sevap yazılır, yüz günahı da silinir. Akşama kadar o şeytana karşı korumaya alınır. Ondan fazla amelde bulunanların dışında o gün hiç kimse onun gibi amel etmiş olmaz.Kim de günde yüz kere “Subhanallahi ve bihamdihi” derse, deniz köpükleri gibi olsa bile hataları bağışlanır. (Buhari, Müslim, Muvatta, Tirmizi) Huzeyfe (r.a.)‘dan: “Bir adam Peygamber (s.a.v.)’e
gelerek:Ben namaz kılarken birinin geldiğini ve şunları söylediğini duydum; Allah’ım! Hamdin tümü sanadır. Mülkün tümü de Senindir. Hayrın tamamı Senin elindedir. Gizlisiyle aşikarıyla bütün işler Sana döner. Övgüye layık olansın. Şüphesiz sen her şeye gücü yetensin. Allah’ım!Geçmişte işlediğim tüm günahlarımı bağışla!Ömrümün kalan kısmında da bana günah işlettirme! Senin benden razı olacağın temiz bir amelle beni rızıklandır! Bunun üzerine Peygamber (SAV) şöyle buyurdu. İşte o adam bir melek idi. Rabbin nasıl hamd edeceğini öğretmek için sana gelmiştir.” (Rudani)
KAPAK DOSYASI
resulü (SAV) evet buyurdu. Bunun üzerine Cibril şöyle dedi: “Allah, Kerim olan vechi hürmetine muttaki olsun facir olsun, onun daha güzeli söyleyemediği eksiksiz ve mükemmel olan Allah’ın kelimeleri hakkı için. Semadan bela olarak inen ve semaya yükselen şerlerden yeryüzünde yarattığı şerlerden yerin altından çıkan şerlerden gece ve gündüz fitnelerinden gece ve gündüz meydana gelen hayırlı musibetler dışındaki musibetlerden Allah’a sığınırım!” (İmam Malik)
Enes (RA) dan “Peygamber (SAV) kuş yavrusu gibi, zayıflamış bir hastayı ziyaret etti ve şöyle sordu: “Allah’a bir şey için dua ediyor muydun veya ondan bir şey diliyor muydun?”Adam şöyle cevap verdi: “Evet şöyle dua ederdim; Allah’ım!Bana ahirette vereceğin cezayı bu dünyada hemen peşin olarak ver!” Peygamber (SAV) şöyle dedi: “Subhanallah! Senin buna gücün yetmez. Şöyle dua etseydin olmaz mıydı? Allah’ım! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru!” Bunun üzerine adam bu duayı yaptı ve hemen şifa buldu.” (Müslim ve tirmizi)
28
KAPAK SORUŞTURMASI
Kapak Soruşturması
T
oplumsal hayatın sağlıklı bir şekilde devam etmesi için gereken en önemli noktalardan biri, iletişimdir. Bu iletişimin çerçevesini, kardeşlik temelinde, Kitap ve Sünnet, net olarak biz Müslümanlara beyan etmiştir.
İnananları kardeş ilan eden bir dinin mensubları olarak, toplumsal hayatta iletişim ve benzeri durumlardan dolayı sıkıntı yaşıyorsak; oturup kardeşliğimizin ne durumda olduğunu sorgulamamız gerekmektedir. İşte tam da bu noktada “Ortak Zemin” olarak; bu sorgulamaya/soruşturmaya vesile olma adına bir çalışma başlattık. Bu bağlamda “kapak soruşturması” başlığı altında, ilimizde bulunan elli civarında; dernek, vakıf, sendika gibi sivil toplum kuruluşlarından; eğitimci, yazar dostlardan ve önemli bir misyon ifade eden kitabevlerinden ve radyolardan yazı talebinde bulunduk. Yazı talebinde bulunurken şu soruları sorduk: “İslam kardeşliği nedir?”
“İslam kardeşliğinin önündeki engeller nelerdir?”
“Çözüm önerilerinizi günümüz şartlarını göz önünde bulundurarak sunar mısınız?”
Netice de, elimize ulaşan yazıları/değerlendirmeleri, istifade edebilme ümidi ile nazarlarınıza arzediyoruz.
İ
slam kardeşliği, mü’minlerin esas alması gereken bir emr-i ilahidir. Ferdi ve toplumsal hayatın harcıdır, birlik vesilesidir. Hak ve hukukun teminatıdır. Mü’minlerin dünya ve ahiret saadetinin vesilesidir. Maddi ve manevi gelişmenin ve kemalatın ilacıdır. Bütün mevcudatın hak ve hukukunu muhafazaya vesile olan bir iman eylemidir. Mü’minler arasında vücudun tüm organlarına sevgi, muhabbet ve fedakarlık pompalayan bir tevhidi kalp eylemidir. Bu konularda yüzlerce ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler mevcuttur. Hepimizin malumu olan bu ayet ve hadisleri tek tek burada zikretmeye gerek görmüyorum.
fikrin tek başına sahiplenemediği tek yerdir. Bütün inanan insanların hepsinin birlikte sahiplendiği belki birkaç kurumdan biridir. Bu gemiye sahip çıkmak, onu korumak ve kollamak inancın ve kardeşliğin gereğidir. Birlik ve beraberliğin simgesidir İmam Hatipler! Onu sahiplenmek dolaylı olarak İslam kardeşliğini sahiplenmektir.
G
M. ALİ KIZIKLI / KALEM-DER
KAPAK SORUŞTURMASI
İsmail BOZO / GAİMDER Gaziantep İmam Hatip Liseleri Mezunları ve Gönüllüleri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı
aziantep’in düşünce iklimine yeni bir hava getireceğine inandığım, eğitim ve kültür seviyesini de yükselteceğini düşündüğüm Ortak Zemin’e hoş geldin der, hayırlı uzun ömürler dilerim.
İslam kardeşliğinin gereği kalplerin birlikte atacağı bir ritmi yakalamaktır. Bu ritmi ve uyumu yakaladığımız zaman birbirimizin kardeşi olabiliriz. Yoksa bu kardeşlik İslam kardeşliğini iki bölümde duygusundan uzak kalmış oluruz. Bir mü’minin ele alıyorum. Bireysel, ferdi kalbinde mü’mine karşı muhabbet ve sevgi ışığı olur. alanda kardeşlik. Meslek ve Husumetin zulmeti ve karanlığı olmaz. Gerçek meşrep alanında kardeşlik. anlamda bu iki duygu aynı kalpte cem olmaz, olsa da i; in k samimi olunmaz. Bu kardeşlik duygusunun en r iç Kardeşlik fedakârlıktır, yo güzelini Mekke’den Medine’ye göç eden uru Onun eşkardeşlik yardımlaşma y u . d n r b le müslümanlara kucak açan ve Kur’an’da ar ’ta r c) dayanışmadır, kardeşlik (c. eşti kta) k llah övgüye mazhar olan ensar d A ı a r l ” l kusur arama değil . z a e a yapmıştır. Ensar gelen Te ak k şma iz v ilsin kusurlarını örtüp d a ltin u c l e h n n a t kardeşlerini kendi nefislerine a ir a e e z 0 eksik olan yönlerini All ler ü 1 m b ı d ah Sİ/ in tercih ederek, dostluğun, r gi tamamlamadır. RE üm rhan rasın ize U M S fedakarlığın, samimiyetin, s “ he a i; T ( n k i A z Asr-ı saadete baktığımızda ferdi ihlasın ve İslam kardeşliğinin un UR ini ler kork HUC alandaki kardeşliğin ne kadar mükemmel temellerini atmıştır. İslam kardeşliğinin önündeki engeller; her şart, zaman ve zemine göre değişkenlik gösterir. Bugün için bunlar, nefse teslim olma, nefsimizi temizleyememe, tarafgirlik, unsuriyetçilik, inat, haset, makam ve mevki hırsı, gurur, kibir, bencillik, enaniyyet, maddi menfaat, haksız rekabet, gıybet, ihlassızlık v.b. dir. Bunların her biri birer hastalıktır. Bu hastalıkların tek tek ele alınıp tedavi edilmeleri gerekmektedir. Kardeşlik duygularının motoru hükmünde olan imanın, daha güçlü kılınmasıyla enaniyyetten uzak ihlaslı, ilmi bir donanıma haiz olup nefisten topluma intikal ederek toplumsal bilinç düzeyinin yükselmesine yardımcı olur. Şu dünya denizinde seyreden mü’minlerin kendi aralarında organik bir yapı teşkil ederek bulunmaları gereken sefine-i Rabbani hükmündeki gemimizin sapasağlam dünya ve ahiret hesabına kıyıya ulaşması, mü’minlerin kardeşlik, ülfet, sevgi, fedakarlık duygularıyla mümkündür. Aksi halde bu geminin ihrakına, dağılmasına ve batmasına sebep olmuş oluruz. Bu kardeşliğin bir genel, bir de özel sefineleri vardır. Genel kardeşlik, ümmet bilincinin yeniden ihyasıdır. Ancak bunu geliştirirken öncelikle yakın çevremizde başlamamız gerekmektedir. Lokal olan sefine ise benim şahsi nazarımda, bu gün için Türkiye’mizde İmam Hatip Liseleridir. Bugün İmam Hatip liseleri; hiçbir cemaat, düşünce, siyasi parti ve
cereyan ettiğini görebiliriz. Hicret sonrasında Medineli ensarın, Mekkeli muhacir kardeşleriyle her şeylerini tereddüt etmeden paylaşmaları kardeşliğin fedakârlığın en üst seviyesidir. Kur’an-ı Kerimde sahabelerden sena ve övgüyle bahsedilir. Çünkü onlar isar hasletine sahiptirler. Yani kendi ihtiyaçları olsa bile kardeşlerinin nefislerini, kendi nefislerine her alanda tercih ederler. Asrımız mütefekkirlerinden Bediüzzaman Said Nursi’ de de kardeşliğin zirve noktasını görmekteyiz. 80 senelik ömrünü kardeşleri için feda eden, dünya zevkleri namına bir şey tanımayıp bilmeyen, sadece dünyasını değil ahiretini de feda etmeyi göze alan bir insan.
Bu örnekleri çoğaltmak elbette ki mümkündür. Tarihimiz bunlara benzer nice örneklere şahitlik eder.
Meslek ve meşrep alanındaki kardeşlik ise; Her meslek ve meşrep sahibi; kendi meslek ve meşrebini hak bilir, daha güzel görür. Buna hakkı vardır. Sadece benim mesleğim haktır diyerek diğerlerini batıl yolda olmakla veya yanlışlıkla suçlamaya hakkı yoktur. Kendi düşüncemizi ve hizmet tarzımızı teşmil etmeye çalışırken, diğerlerine engel olma kusurlarını bulma yolunu değilde, onların eksik bıraktığı noktaları tamamlamaya çalışmalıyız.
30
İslam kardeşliğinin önündeki en büyük engel, asrımızın da dehşetli hastalığı olan zaaf-ı imandır. Kendi değer yargılarımızı ve dinamiklerimizi yeteri kadar bilememiz de buna yardımcı olmaktadır. Evvela işe buradan başlamak gerekiyor…
İ
ERDEMLİLER CEMİYETİ DERNEĞİ RAMAZAN KİRAZ
Kardeşlik cemaatı sarsılınca, gevşeyip zayıflamalar baş gösterince, meydanı boş bulan fitne toplulukları, yeryüzünde büyük fesatların patlak vermesine sebep olur. Bizi bize düşürenler kahkahalarını göstermeden de olsa zevk içinde atıyorlar. Ve hemen yeni bir fitneyle hedefe kilitleniyorlar. Mü’minlerin birbirlerine olan tutumları, tıpkı bir bedenin azaları gibiydi hani? Hani bir mü’min diğer bir mü’minin rahatsızlığını hissedip gidermekle yükümlüydü..!
KAPAK SORUŞTURMASI
Bu ve benzeri örnekleri, düsturları sürekli göz önünde bulundurarak hareket edersek birlik beraberlik kardeşlik konusunda mesafeler kat edeceğimize inanıyorum.
Yukarıdaki Ebu Hureyre hadisinin tam tersi, şimdiki hallerimizi; birbirimize hased etmemize, birbirlerimize buğz etmemize, sırt çevirip dargın bıraktıklarımıza, pazarlık ve ticaret haklarımızı nefislerimize çektiğimize, yalanları şakalar diye hoş gördüğümüze, birbirlerimizi hor ve hakir görmüş hallerimize, en önemlisi sıkıntı halinde birbirlerimizden haberdar olmayışlarımıza bağlamamız, herhalde çok acımasızca eleştiri olmayacaktır.
Unutulmuş kardeşliklerimizden geriye; -bedenlerin hlas ve sadakatin zenginleştirdiği imanımızla, sarsılmasını bırakın- ruhlarımız, inançlarımız, yeryüzünün her bir yanında koşturuyoruz. akidelerimiz, ibadetlerimiz, değer yargılarımız hep Hepimizin yaşantısındaki cefalar yara almış toplumlar halinde kalakalmışız şimdi. ve imtihanlar, yüreklerimizden Yegane ve sarsılmaz çözüm yine Rabbimizin şu çıkarmamamız gereken en önemli ayetiyle bir şamar gibi yüzlerimize çarpıyor. Pe yg unsuru gölgelemiş sanki.Allah için am Yüreklerimiz sarsılıyor, tüylerimiz diken diken “ H b sevmek, sadece Ensar ve Muhacir kar içbir er E oluyor. kardeşliğinin sıcaklığında tutuklu ola deş iniz fend , i ma i k “Hepiniz toptan Allah’ın ipine kalmış. Oysa ki mü’minler z. için end miz sarılın, ayrılmayın. Allah’ın viy “Biri de isi iç (a.s) nesep itibariyle değil din ve is ni ors b i üzerinizdeki nimetini a o z ka teme n ist uyur hürmet adı altında rde dik ed uy na hatırlayın. Hani siz i o kardeştirler.öyle ki “şüphesiz ğ ç ş r i e in sev n k düşmanlar idiniz de O, diğ i (Al iyi m i din i; Allah, kendi yolunda sanki birbirlerine lah ini ü kalplerinizi birleştirdi. m bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sö yle için ) in Onun nimeti sayesinde sever” (saf – 4) ayetinin anlamını, daracık sesin .” kardeş oldunuz. Bir ateş cemaat ilişkilerinin dışına çıkarmamaktan doğan çukurunun kenarında idiniz, hüzünlerin ve yalnızlıkların perişanlığını yudumluyoruz. sizi oradan kurtardı. İşte Allah Din kardeşliği inanç ve ideal kardeşliğidir. Gerçek hidayet bulasınız diye size, hayatın çizgileri ve uhrevi hayatın güzelliği, kökeni ve ayetlerini böyle açıklar. kaynağı iman olduğundan, iman kardeşliği asıl ve (Ali İmran-103) vazgeçilemeyen bir kardeşliktir. Mü’minler sadece kardeştir ve kardeşlik dışında başka hiçbir şey olamaz. Ebu Hureyre’den bildirilen bir rivayette Rasululllah (sav) şöyle buyurur: “Birbirinize hased etmeyiniz. Birbirinizin aleyhinde fiyatları kızıştırıp aldatma yapmayınız. Birbirinize buğz etmeyiniz. Birbirinize sırt çevirip dargın durmayınız. Birbirinizin pazarlığı bitmiş alışverişini bozmayınız. EY ALLAH’IN KULLARI..! KARDEŞ OLUNUZ. Müslüman müslümanın kardeşidir, onu terk etmez. Ona yalan söyleyip aldatmaz. Onu küçük görmez. (üç defa göğsüne vurarak) İşte TAKVA buradadır. Bir kimse Müslüman kardeşine hor baktı mı..? işte şerrin bu kadarı yeter artar bile. Müslümanın her şeyi; canı, malı, ırzı müslümana haramdır.(Buhari, Edep, 7/88-Müslim Birr, 4/1986) Bu hadise dikkat edersek, şu yüzyılda yitirdiğimiz tüm duygulara dikkat çekilmektedir. Yüreklerimizin üzerine sanki mil çekilmiş. Birliğin hazzını yitireli beri gafletin gezginlerin gibiyiz. Doğrultamadığımız belimizin suçluları, elbette bizlerin dağılmış ve sindirilmiş yüreklerinde fesad ve fitne tohumlarını devşirmekle meşgul.
HASAN AKSÜT ANADOLU TEVHİD VAKFI
“O
rtak zemin” dergisinin “islam kardeşliği ve önündeki engeller” konusunu işlemek istemesi güzel bir yaklaşımdır. Müslümanlar bu konuyu hangi şekilde düşünse de, nasıl bir çözüm önerisi getirse de, bu konuyla meşguliyetten dolayı faydalı olacağı muhakkaktır. Bu vesileyle tebrike şayandır. İslam kardeşliği; İslami değerleri hayatın temel esasları kabul eden insanların birlikteliğidir.
31
“M
KAPAK SORUŞTURMASI
İslam kardeşliği; dünya ve ahiret saadetini ABDULKADİR ERMUTAF / VAHDET VAKFI Kuran düsturlarında bulan anlayış sahiplerinin kardeşliğidir. İslam kardeşliği; İslama gönül veren her insanı kardeş kabul edenlerin kardeşliğidir. İslam kardeşliği; İslam sayesinde kardeşliklerinin cennette ebediyen devam edeceğine inananların ü’minler ancak kardeştirler. O halde kardeşliğidir. kardeşlerinizin arasını düzeltin. Ve İslam kardeşliği; Bediüzzamanın ifadesiyle Allah’tan korkun. Umulur ki rahmet “Milliyetimiz bir vücuttur, ruhu İslam, aklı kuran ve olunursunuz.” (Hucurat 10) imandır.” diyenlerin kardeşliğidir. İslam kardeşliğinin önündeki en büyük engel İslam kardeşliği nedir denildiğinde bir çoğumuzun İslam hakkındaki cehaletimizdir. Müslüman olan aklına hemen hucurat suresinin 10. ayeti gelir. İslam kimseler dinlerini öğrenip hazmettikleri ölçüde, İslam kardeşliği bütünüyle akide temeline dayanmaktadır. kardeşliğinin önündeki engeller birer birer kalkacaktır. Bediüzzamanın ifadesiyle “İttihad cehl ile olmaz. İslam kardeşliği üzerine Ramazan Kayan İttihat imtizac-ı efkardır. İmtizac-ı efkar, marifetin şuahocaefendinin “Kardeşlik Çağrısı” isimli kitabından ı elektikiyle olur.” birkaç paragrafı hep birlikte tefekkür edelim. İşte İslamla ilgili cehaletin milletimizden ve diğer “Kardeşlik Çağrısı”… İslam milletlerinden giderilmesi uzun bir eğitim ve irşad faaliyetlerini gerektirir. Bilhassa islamın Şimdi “Kardeşlik realitemizi konuşmak zamanı… zaruriyyatının yani imanın ve islamiyetin esaslarının Kendimizi bu realiteden soyutlama kolaycılığını tafsilen öğrenilmesi en öncelikli engelimizdir. Çünkü üzerimizden atarak… Reel bütün Müslümanların ittifak ettikleri esaslar iman kardeşliğin çarpıcı yüzü ile esaslarıdır. İslami faaliyetler iman esaslarını öncelikle yüzleşmenin kaçınılmazlığını cemiyete yerleştirmeye çalışırsa, Müslümanların kabullenelim bir defa… ittifak ettikleri konular öne çıkarılıp hazmettirilse birlik Maalesef “masrafsız i beraberliğin önündeki en büyük engel aşılmış olur. in i; r k rdeş kardeşlik”, “zahmetsiz o y ka Müslümanları fikir ayrılığına düşüren ve kardeşlik” hesapları öne uru uy man kardeşliği zedeleyen teferruatla ilgili B ) ” ü . çıkıyor… Ciddi . l r a te üs meselelerdir. Bu meselelerin hiçbir (r. er k M si ye faturalara muhatap m a şekilde ön plana me . Ö lar kılmayacak, bir takım Hz er o gör çıkarılmaması gerekir. r ş i bedeller ödeme k e Bediüzzaman, İslam ha işid yükümlülüğü doğurmayacak K “ kardeşliği ve İslam birliğinin kardeşlik tasavvurları şu anki hayat tahakkuku için nasıl bir anlayışa felsefesinin bir sonucu olarak kabul sahip olmamız gerektiğini şöyle görmektedir. Çoğu zaman altı boş, hoş ifade etmektedir. temennilerle tedavüle konulan kardeşlik mantalitesi “Şarktan garba, cenubtan kendi realitemizin ifadesi olsa gerek… şimale uzanan bir silsile-i nurani ile merbut bir dairedir. Dahil olanlarda bu Pratik sonuçlar içermeyen, hayata bakan yüzü zamanda 300 milyondan ziyadedir.(dünya Müslüman olmayan kardeşlik söylemi, kendini tatmin etmenin nüfusu) Bu ittihadın cihetü’l vahdeti ve irtibatı tevhid-i dışında neyi çözecektir? ilahidir. Peyman ve yemini imandır. Müntesipleri Kalü Bizden istenen, kendimiz için istediğimizi bela ‘dan dahil olan umum müminlerdir. Defter-i kardeşimiz içinde istemek… esmaları da levhi mahfuzdur. Bu ittihadın naşir-i “Sizden biri kendi nefsi için arzu ettiğini kardeşi efkarı umum kütüb-ü islamiyedir. Günlük içinde arzu etmedikçe, iman etmiş sayılmaz” (Buharigazeteleride ilay-ı kelimetullahı hedefi maksat eden Müslim) umum dini gazetelerdir. Kulüp ve encümenleri ise, cami ve mescitlerdir ve dini medreseler ve Ah!... Kardeşlerimizin sahip olduklarını zikirhanelerdir. Merkezi de Haremeyn-i şerifeyndir . kıskanmaktan bir vazgeçebilsek!... Böyle cemiyetin Reisi de Fahr-i Alemdir. (asm). Kardeşlik ufkumuzu karartan haset, tamah, Bediüzzamanın ortaya koyduğu bu anlayış bütün bencillik ve cimriliği bir aşabilsek!... Müslümanları kucaklayan ve asgari müştereklerde birleştiren Kur’an’ın en geniş caddesidir. Eğer Zalim ve zorba güçlerin tahakküm ve Müslümanlar arasında bu anlayışı geliştirebilirsek tasallutuna şu yada bu gerekçe ile İslam kardeşliğinin önündeki bütün engeller ortadan katlanabiliyoruz?... İzzeti nefsimiz müminlere kalkacaktır. karşı nasıl kabarıyor, ne kadar hassaslaşıyoruz?... Muhatabımız, kardeşimiz olunca neden bu kadar onurumuza düşkün oluyoruz? Egemen güçlerin, izzetimize ve iffetimize yönelik bunca tahkir ve tahfifi çekilecek bir durum mu? Ama ne yapalım, çekiyoruz işte!...
32
“Kimsiniz?” Sorusuna “Kardeşiniz” yanıtı ile huzur ve güven bulacağımız bir iklim… Ve tüm bunlar niçin? Kardeşlik kimin için?... Elbette Allah için, O’nu razı etmek için… İslami hedefleri yakalamak için… Yoksa kardeşlik kredisini basit çıkarlara merdiven kılmak için değil… Kardeşliğin rantından nasiplenmek için değil… Kardeşlik pazarında kardeşliği ucuza satmak için hiç değil…
Sadık ve Salih kardeşler… Yoksa kardeş müsveddesi kardeşler değil… Akıllıca (!) bahaneler bulacak usta (!) kardeşler değil… Kıvrak zekâ oyunları, üstün manevra gücü ile kardeşlik külfetlerinden sıyrılanlar değil… Bir kez daha Kerim Kitab’ın sunduğu kardeşlik karelerini okuyalım… Hz. Musa ve Hz. Harun kardeşti… Hz. Yusuf’un kuyusunu kazanlar da kardeşti… Bizdeki kardeşlik hangi kareye oturuyor?...
bir bağ ile birbirimize bağlanmamız; birbirimize karşı itikadi, ahlaki ve hukuki bir sorumlulukla donanmamız; kendimiz için iyi gördüğümüzü kardeşimiz için de istememiz ve gerektiğinde kardeşimizi kendimize tercih etmemiz anlamına gelmektedir. İslam kardeşliğinin önündeki engeller nelerdir?
Doğrusu “İslam kardeşliği“nin önünde bir takım engeller olduğundan söz etmek bile bizim açımızdan utanç vericidir. Ama maalesef böyle bir realite söz konusu. Üstelik bu güne özgü bir durum da değil. Ben, İslam kardeşliği önündeki engellerin iki ana başlık altında ele alınabileceğini düşünüyorum. Bunlardan ilki kişisel hırs ve ihtiras; ikincisi ise cehalettir.
KAPAK SORUŞTURMASI
İslam’ın işaret buyurduğu kardeşliğe vasıl olmamız gerekiyor… Rahmet vesilesi olacak bir kardeşlik… Kendileri ile kuvvet bulacağımız kardeşler… Dayanak ve sığınak olacak kardeşler… Güç menbaı ihvan… Zor ve çileli günlerde yaslanabileceğimiz dayanaklar… Rüzgârla savrulmayan kökleri derinde ulu çınarlar…
Kişisel hırs ve ihtiras daha ziyade öncü, önder ve lider pozisyonunda olan kişilerde; cehalet ise daha çok halk kesimlerinde bulunmaktadır.
Bir takım “kifayetsiz muhterisler“in öncü ve önder konumuna geldiği bazı Müslüman grup, hizip ve cemaatlerde, bu şahıslar küçük menfaatler ve kendi liderliklerinin bekası uğruna İslam kardeşliğini dinamitlemekten çekinmemektedirler. Bunlar, tabi bir durum olan mezhep, meşrep ve cemaat yapıları arasındaki ayrım noktalarını derinleştirecek, bunlar arasında kin ve nefret tohumları saçacak söylem ve davranışları fütursuzca sürdürmektedirler.
Bunlardan etkilenen cahil kesimler “M Hz. ü Aiş ise, cehaletin verdiği bir ga min nim mü e (r.a bağnazlıkla aynı söylemlerin .) m et sözcülüğünü, aynı bil inin Buyu ir n k e y l e m l e r i n e d arde ruyo e o şid r ki uygulayıcılığını ; nd i an r.On u yapmaktadırlar. Üstelik u Son bir cümle ile, İslam kardeşliğinin tan ne ı de bunu Allah’ın rızasını r . ” önündeki engellerin çözümü; kardeşlik ayetlerinin kazanma adına büyük bir hafızalardan yüreklere, yüreklerden de yürürlüğe samimiyetle ve halis bir taşınmasıyla mümkün olacaktır… niyetle yapmaktadırlar. Cehaletin kurbanı olan bu tür insanların söz ve davranışları bir nebze de olsa anlayışla karşılansa bile, İslam kardeşliğini dinamitleyen öncü, önder ve lider konumundaki “kifayetsiz muhterisler“in söz ve eylemlerine asla anlayış gösterilmemelidir.
MUSTAFA YILDIZ/EĞİTİMCİ-YAZAR
K
İslam kardeşliği nedir?
ardeşlik, ontolojik anlamda aynı kökenden gelmeye; aynı ağacın dalları olmaya vurgu yapan bir kavramdır. Bu bağ, fıtri bir bağdır ve sadece biz Müslümanlara özgü bir durum değildir. Her toplumda, aynı ana-babadan gelenler arasında ayrıcalıklı bir ilişkinin, ayrıcalıklı bir hukukun ve ayrıcalıklı bir sorumluluğun olduğu kabul edilir. Bu yüzden tüm toplumlarda “kardeşlik bağı“ güçlü bir bağ olarak görülmüştür. İslam, bu bağın önemini ilkesel olarak reddetmemekle birlikte, “Ancak müminler kardeştir“ ilkesiyle biyolojik olan bu bağı, itikadi bir bağa tahvil etmiştir. Çünkü biyolojik kardeşlik dünya hayatı ile sınırlı iken itikadi kardeşlik sonsuza kadar sürecektir. “İslam kardeşliği“ bu bağlamda sonsuza kadar sürecek
Çözüm önerilerinizi günümüz şartlarını göz önünde bulundurarak sunar mısınız?
Bu konuda hazır bir reçete yazmak mümkün değil. Kaldı ki, olsa bile, uygulama pozisyonunda olan kimselerin buna itibar edeceğini sanmıyorum. Ancak bunun böyle olması yapılacak hiçbir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Bu bağlamda, her şeyden önce kendimizin “İslam kardeşliği“ne zarar verecek söylem ve eylemlerden şiddetle sakınmamız ve çevremizdekileri sakındırmamız gerekir.
Bunun yanı sıra, bu kardeşliğe bilmeden zarar veren cahil kesimleri cehaletini gidermeye ve onları sevgi, şefkat ve merhametle kuşatarak kardeşliğin ne olduğunu somut olarak göstermeye çalışmalıyız.
Öncü ve lider pozisyonunda olan “kifayetsiz
33
K
MEHMET ALKIŞ / MAZLUM-DER
temel ölçü, kimden gelirse gelsin; doğruda birlikte olmak, yanlışta birlikte olmayı reddetmektir. Doğru ve yanlışın ölçüsünün kaynağı Allah’ın Kitabı ve Peygamber(a.s.)dir. Herkes birlikte olduğu Müslümanları bu ölçüyle değerlendirirse İslam Kardeşliğinin önündeki en önemli engeli kaldırmış olur. İkinci önemli engel, Müslümanların ihtilaflarından yararlanıp bundan beslenen çeşitli güç ve odakların kurdukları komplolardır. Bunları uzun uzadıya ele almak mümkündür. Nitekim, bu konuda yazılmış bir çok kaynakta ortaya çıkarılmış pek çok bilgiye ulaşılabilir. Ama, bunun önüne geçmenin yegane yolu, birinci şıkta gösterilen çözümle ilgili donanıma sahip olmaktır. Önemli olan, bizim dışımızdakilerin oyun ve tertipleri değil, bizim onları boşa çıkaracak doğru bilginin beslediği davranış kalıplarına sahip olmamızdır.
KAPAK SORUŞTURMASI
muhterisler“ için ise yapabileceğimiz çok fazla bir şey olduğunu sanmıyorum. Onlar için yapabileceğimiz tek şey, ıslah olmaları yahut Ümmet-i Muhammed’e zarar verecek güç ve kuvvetten mahrum kalmaları için dua etmekten ibarettir.
uranın, “en güzel biçimde” yaratıldığını ifade ettiği insanın, “eşrefi mahlukat” (yaratılmışların en onurlusu) olduğunu biliyoruz. Yine, Kuran’ın insanları iki ana gruba ayırdığını görüyoruz: İnananlar(Müslümanlar) – İnkar SUFFA DERNEĞİ / RÜSTEM ÇULCU edenler(Kafirler). İnananlar, yeryüzünde Allah’ın istediği tarzda yaşamayı kabul edip Allah’ın istediği düzeni yaşamaya ve yaşatmaya karar verenlerdir. Bunlar, yeryüzünü “fesat”tan korurlar. İyinin, doğrunun, güzelin, rahmetin, vvela şunu yaygınlaşmasına hizmet ederler. Zulmü, şiddeti, , ki; nmek bilelim ki öldürmeyi, sömürüyü, ayrımcılığı, kısacası her r o i ruy eş ed “ A n c a k türlü adaletsizliği reddederler. u y Bu kard tır.” müminler kardeştir” İnanmayanların bile adalet içinde ) . k a ı (r. ira az ayeti ile Allah (c.c.) yaşamalarını sağlarlar. “Kendi Ali niz. Z rete . i z i bunu emreder (tahsis aleyhlerine bile olsa adaletten h H din a ve şe eder). Rasulullah (SAV) ta ayrılmazlar.” rde ünya a d “Müslümanlar aynı bedenin Bunlar birbirinin kardeşidir. “K uzuvları gibidir” buyurmakla “İslam Kardeşliği”, varoluşun Müslümanların bölünmez bir parça olduğunu anlamına en uygun ilişki biçimini vurguluyor. İslam kardeşliği evrenseldir ve belirli bir içeren bir kavram olarak, güven ve ırka, millete, ideolojiye bağlı değildir. barışın hakim olduğu bir dünya düzenini kendi aralarında tesis Resulullah (SAV) “Allah katında en değerliniz etmektir. Allah’ın istediğini yapmaktır. Bu takvaca en ileride olanınızdır” buyurmakla arabın kardeşlik, aynı zamanda bu halkanın dışında kalma aceme, siyahın beyaza üstünlüğü yoktur, hepiniz tercihinde bulunan ve “ahseni takvim(en güzel kardeşsiniz diye ilan etmektedir. Yine Resulullah (SAV) biçim)”de yaratılmış ama, inkara sapmışların da güven “Kendi nefsiniz için istediğinizi Din kardeşiniz için de içinde “cezaların yurdu”na intikalini sağlayan bir istemedikçe tam iman etmiş olamazsınız” demekle düzenin teminatıdır. kamil imanın kardeşlikten geçtiğini bize hatırlatıyor. İslam kardeşliğinin önündeki engeller: En önemli engel, genel anlamda “Din”in, “Son İslam Kardeşliğinin Önündeki Engellere gelince; Kitap” ve “Son Peygamber”in öğretilerinin doğru İslam kardeşliğinin önünde engeller çoktur. Evvela anlaşılmaması ve anlaşılmış olsa bile hayata Müslümanların Kuran ve Sünnete göre hareket geçirilmemesidir. etmemeleridir. Yine bu engellerin başında Bu cümle, Müslümanların gerek kendi aralarında, müslümanların nefsi, ferdi ve cemaat bencilliği ile gerekse kendilerinin dışından gelen engelleri ortadan hareket etmeleri, menfaatlerin ön plana çıkarılması kaldırmaya yeter bir çözümü ifade etmektedir. gelmektedir. Bunun da nedeni müslümanların bu Biraz daha açacak olursak: Müslümanlar, konuda yeterince bilgi sahibi olmayışlarıdır. hayatlarının merkezine Kuran ve Peygamberi(a.s) Bütün bunlara çözüm olarak diyebiliriz ki; almamaktadırlar. Bunun yerine, bir yanılsama olarak Müslümanlar kardeşlik konusunda bilgi sahibi Kuran ve Peygamber’e tabi olanları birinci derecede olmalıdır. Ayrıca Müslümanlar nefsi, ferdi ve merkeze almaktadırlar. Bu, birbiriyle uyumlu olmayan, menfaat üzerine kurulu olmayan bir birliktelik zaman zaman çelişkili anlayışların ortaya çıkmasına sağlayarak bir çözüm oluşturabilir. Yani Resulullah sebep olmaktadır. Üzerinde ihtilaf edilmeyecek bir (SAV)’ın buyurduğu gibi “Evvelkiler ne ile ıslah kaynağın hakemliğine ve yönlendiriciliğine olmuşlarsa sonrakilerde onunla (Kur’an ve Sünnet) başvurulmadığı için de her anlayış kendini merkeze ıslah olur.” Netice olarak iş, Allah (c.c. ) ve Resulune alarak haklılığında ısrar etmektedir. (S.A.V.) götürmekle çözülür kanaatindeyim. Halbuki, Müslümanların birbirleriyle ilişkilerinde
E
34
İ
slam kardeşliğinin tarifini İslamda arayalım. Çünkü, bütün müminleri kardeş ilan etmiştir. Kuranı kerim ve hadisi şerifler bu önemli konu üzerinde oldukça sıkı durmuştur. Bugün dünya üzerinde insanlık, medeniyet hastalığından ölüyor. Müslümanların etkinliği azaldıkça, dünyanın adalet göstergesi zayıflamakta, müslümanlar olmadıkça bozgunlar ve bozulmalar çığ gibi büyümektedir.
zayıflamış olması, ferdi bir hayat sürmenin hedeflenmesi, İslamın yasakladığı kötü hasletlerin toplumu kasıp kavurması, Allah ve Rasulüne itaatde gevşekliğin olması, dargınların barıştırılmasının nafile namaz ve oruçtan daha efdal olduğunun bilinmemesi gibi uzun sıralamalar sayılabilir.
Bugün Asrı Saadetteki kardeşliğe her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Birbirimizle çekişmeye başladık. Sözlerimizle davranışlarımız çelişti. İslamın bize verdiği gücü kaybettik. Nasihatı, tavsiyeyi, vasiyeti yapmaz olduk. “Birleşmeme”, “görüşmeme”, “sevmeme” hastalığına tutulduk. Merhamet, saygı, hürmet, acıma hissi gibi hasletleri yerli yerince kullanamadık. Paylaşabilmeyi, güvenebilmeyi, emniyeti zayıflattık. Kendi nefislerimizi ön plana alıp kardeşlik sorumluluğunu unutmuş gibi olduk.
KAPAK SORUŞTURMASI
PERİHAN ÖZATEŞ / İHYA RADYO
Kuran ifade ediyor: Eğer siz inananlar kaynaşıp birbirinize dost ve destek olmazsanız birbirlerinin dost Burada Allah korkusunu, Rasulullah buyruğunu ve yardımcısı olan inkarcılar yeryüzünde sizi perişan yeniden düşünerek, sahabenin birbirine olan eder. Fitne ve fesat tohumları saçarlar. Hucurat düşkünlüğünü hatırlayarak çözüm anahtarını elde suresinin 10. ayetinde: “Müminler ancak kardeştirler. edebiliriz. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Alemlere rahmet peygamberimiz buyuruyorki: Allah’tan korkup sakının. Umulur ki “Sana darılana git barış .Zulüm yapanı affet. Kötülük esirgenirsiniz.” Ali imran suresi 103 de: yapana iyilik et.” Peygamber Efendimizin nurlu “Hepiniz toptan Allahın ipine sarılın, ahlakından ahlak edinmek ve bunu yaymak birinci “K Meh parçalanıp ayrılmayın. Allah’ın ard me şart. Söz veya fiille birbirimize eziyette eşl t üzerinizdeki nimetini düşünün. iği Zah bulunmamak. Tevazu sahibi olup; kin, kibir, Hani birbirinizin düşmanları lığ miz it K haset, gıybet gibi kötü davranışları ı o n m t e idinizde O kalblerinizi İslamla ız nis ku (r terk etmek. Hakkı ve sabrı d C . a o be birleştirmişti. İşte Onun bu “Ç üney tte h) diy tavsiye edebilmek. n o d isb ise o cu nimeti sayesinde din k a i Ba ett Kenetlenmiş yalçın Mü r ki; a r ğ e kardeşleri olmuştunuz. Ve yine kad na dir slü d kayalar olup zemine ma .” aşı sınd adi(r siz bir ateş çukurunun tam kenarında n. nd a h n ) oturabilmek. Ortak d a i n iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah ah süt, yor k zemini oluşturup sağlam l a a i ayetlerini böyle apaçık bildiriyor. Ta ki doğru yola k e rka ; temeller üzerinde me daş erişesiniz.” Buyrulmaktadır. r.” yükselebilmek. Bu ülke Kardeşliğin aynı bir dava etrafında toplanıldığı üzerinde oyunlar manevi bir bağ olduğu anlaşılmaktadır. Kardeşlik oynanmakta. Oyunların en beraberliği temin eden bir unsur, manevi bir olgunluk, dehşetlilerinden biride bu ülke mutlu, kutlu çok güzel bir söylem… Ne yazık ki bu insanının beynini yıkamak. söyleme, yaşam tarzı olarak uzak kalanlarımız çoktur. Kardeşlerine karşı sui zan beslemelerini sağlamak. Akrabalığın kardeşliğin anlam ve içeriğini kaybettiği, alt Avrupa ülkelerindeki 70 ırk belki kaynaşacak ama katta oturanın üst kattaki komşusundan haberi Müslüman kaynaşmayacak, bir araya gelmeyecek. olmadığı nefsi nefsi denilen bir toplum oluşumuzun Bizi birbirimizden ayırmak isteyenler bizi hiçbir zaman ızdırap ve sancıları içersindeyiz. sevmeyen haçlı zihniyetini tarih boyu taşıyan Ferdi ve sosyal hayatımızda çok önem arzeden düşmanlarımızdır. Müslümanlar ülfeti şiar edinecek, İslam kardeşliğini hadisi şeriflerimizde defalarca ifade arkadaşlığını en iyi şekilde gösterecek. İtaatın sihirli ediyor: “Müslüman müslümanın kardeşidir ona gücüne inanacak, kardeşlerine çok düşkün olacak. zulmetmez . Onu yalnız bırakmaz. Kim kardeşinin Sahabe bir tarih yazdı, asrını saadet asrı yaptı. ihtiyacını giderirse Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim İnsanlık tarihi birbirine bu kadar tutkun, bu kadar Müslüman kardeşinin sıkıntısı giderirse Allah da onun fedakar, bu kadar cömert, seven, sevgisinde kıyamet sıkıntılarından birini giderir. Kim Müslüman destanlaşan bir topluluk gösteremez. Bugün fert ve kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde cemiyet olarak sayılamayacak kadar çok onun ayıbını örter.” Başka bir hadisi şerifte: “Din tehlike çanlarının sesini duyuyoruz. kardeşini savunan müslümanı Allah cehennem Hastalığımız hepimizce malum. Çareyi ve ateşinden korur.” Buyrulurken yine başka bir hadiste: devayı gerek ayeti kerimeler gerekse hadisi “Bir mü’min diğeri için birbiri ile kenetlenmiş yalçın şerifler en güzel şekilde sunmaktadır. Bütün sır, duvarlar gibidir.” Buyrulmaktadır; ırk, dil, cins ayırımı Kur’an’ın tarif ettiği Müslüman olmak. Örnek ve önder yapmadan. Müslümana düşen kalbini ve aklını Allaha olabilmek. Güzel İslamımıza sahip çıkabilmek. “Müslümanlar kardeştir” buyruğunun Allah’ın emri ve ayarlamak. Yönünü Allaha çevirmek. iradesi olduğunu kabul etmek. Sevgilinin dostlarını İslam kardeşliğinin önündeki engellerin ilk sevmek, sevelim yaratılanı yaratandan ötürü sırasında birçok faktörler yatmaktadır: Bir takım hak ve diyebilmek. İnayet ve hidayet Yüce Allah’tan… vazifelerin göz ardı edilmesi, sorumluluk hislerinin
35
İ
M.ALİ ÇOBAN / GÜL RADYO
seçtiği ve razı olduğunun, peygamberlerin sonuncusu ve elçilerin efendisi Muhammed (SAV)’e indirildiğinin dışında mutluluğa ve iyi bir yaşama yol bulamayacağını bilmelidir.
G
KAPAK SORUŞTURMASI
İslam dini, Müslümanlar arasında kardeşliğin, birlik slam kardeşliği denilince akla ilk gelen Sahabe ve beraberliğin sağlanması üzerinde önemle durur. Efendilerimizdir. Çünkü Sahabe Efendilerimiz, Her mü’minin bu husus için gayret göstermesini ister. Allah Rasulu (asm.)’ın boyasıyla boyanıyorlar, Beşeriyetin mesut ve müreffeh bir hayata tüm derslerini O’ndan alıyorlardı. Allah Rasulünden kavuşmasının ve huzur içerisinde yaşamasının birinci öğrendikleri ve yaşadıkları (Bediüzzaman’ın tesbitiyle) şartı sayar. özetle şunlardı: İnsan, özellikle de Müslüman, birbirinin eti, kanı Amellerimizde rızayı ilahi olmalı. Evet onlar tüm düşüncelerinin, niyetlerinin ve amellerinin tam mesabesinde, bir birinin parçası sayılır. Kardeş merkezine Allah’ın rızasını oturtmuşlardı. Gözleri olduğunun farkına ve bilincine varan Müslümanlar, başka bir şey görmüyordu. Birbirlerini Allah için seviyor birbiriyle iyi geçinirler. Birbirinin malında, canında, ırz ve namusunda gözleri olmaz. Düşkün olanları arar, ve bunun gereğini yapıyorlardı. Bu hizmeti Kur’aniyede bulunan kardeşlerimizi tenkid bulur ve gereken yardımı yapar, ihtiyacına koşar. etmemek ve onların üzerinde fazilet-furuşluk nev’inden İyilikten ve iyilik yapmaktan mümin zevk duyar. gıbta damarlarını tahrik etmemektir. Evet onlar Müslümanlar, daima iyiliğe ve kardeşliğe çağıran, fesatlardan, bozgunculuklardan birbirlerini kendilerinden üstün görüyorlar, biliyorlar ve kötülüklerden, birbirlerini kesinlikle tenkid etmiyor, kardeşlik sakındıran kimselerdir. Sevgili peygamberimiz (sav) duygularını zedeleyici davranışlarda bulunmuyorlardı. hadisi şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: “Müslüman Hata gördükleri zaman; tahakkümle değil, lutufla ıslaha müslümanın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmetmez, onu haksızlık çalışıyorlardı. edenin eline bırakmaz (himaye Bütün kuvvetinizi ihlasta ve Hakta bilmelisiniz. Evet eder)” (riyazüssalihin c.1 onlar halk içinde Hakla beraber olanlardı. Hakça shf.225 Hadis no:247) düşünüyor, yaşıyor ve hakkın hatırını ali tutuyorlardı. i; elik g or aya htiy Haksızlar dahi basit şeyler için ittifak edip kuvvetli i ) d r ar iz. İ Dinimiz bir, kitabımız olabiliyorlarsa; onlar neden hakla yaşadıkları (r.h e bi işler ırırız a d lır bir, kıblemiz bir, d ser l n e a n l halde, (ihtilaf ile kardeşliğin e rek ı a fa) k me B r vatanımız bir, l a l o a e te zedelenmesiyle) haksızlardan an müş konu ba (r alır z.” bayrağımız bir, s a n i daha haksız olsunlar idi. Evet H gar imiz dola ada deri sancağımız bir, r s e ğ e i o a t s onlar Haklaydı ve haklıydı, i t m r a Allah’ımız bir.... Bütün bu k e leri ıkç eva izle kuvvetli ve galipti. “B İttifa sele z artt ye d birliklere sahip olmamız . e e i z ri flı m yem lem Kardeşlerinizin meziyetlerini ş i gerekirken, bu gün Müslümanlar i a v l i şahıslarınızda ve faziletlerini se eler imamesi kopmuş tesbih taneleri gibi dağınık, l ve kendinizde tasavvur edip, onların birbirinden habersiz ve sorumsuz yaşamaktadırlar. şerefleriyle şakirane iftihar etmektir. Bundan dolayı da İslam coğrafyasında kanlı trajediler, Onlar birbirleri için Allah’a başta Filistin, Irak, Afganistan, ve Çeçenistan olmak şükrediyorlardı. Ebu Bekir (r.a) Ömer’e üzere işgal edilen İslam topraklarında devam (r.a), Ömer (r.a) Ebu Bekir’e (ra) ve etmektedir. Değişik ülkelerde yaşayan Müslümanların hepsi birbiri için Allah’a şükür halindeydiler. Allah din, can, mal, akıl, ve nesil emniyeti tehlikeye düşmüş, Rasulu: “Beni nefsinden de çok seveceksin” demişti kan, gözyaşı, ırza tecavüz, işkence ve zülüm hat Ömer’e(r.a). Bu söz öyle makes bulmuştu ki; sadece safhaya çıkmıştır. Rasulullahı değil birbirlerini kendilerinden fazla seviyor ve iftihar ediyorlardı. Onlar birbirleriydi ve birbirleri için İslam ümmeti bugün, düzenini bozan ve birliğini kendilerinden de öteydi. Ve onlar adeta bir tek beden, dağıtan çetin savaşlar ile karşı karşıyadır. Hiçbir bir tek ruhtu; bizim muhtaç olduğumuz ruh… mü’mine acımayan, kafir, facir, hain, düzenbaz ve hilekar bir kavmin yürüttüğü çirkin savaşlarla karşı karşıyadır. İşte Filistin ve Irak..... Sabah-akşam felaket acısı ve facia sancısı, trajedi görüntüleri ve çile manzaraları, küçüklerin bağrışmaları, işkence ve kuşatma çığlıkları, dul kadınların kederleri ve ÖZDEVSEN yetimlerin inlemeleri ile yaşamakta... Peş peşe kefenlenmiş insan safları arasında (Özerk Diyanet Ve Evkaf Sendikası) sabahlayıp- akşamlamakta ve cenazeleri ABDURRAHİM ÇELİK defnetmekte... Evler yıkılmış, camilerin kutsallığı çiğnenmiş... Kalpleri yaralayan, ciğerleri parçalayan ve dehşetiyle yürek ürperten büyük enelde bütün insanlık, özelde de olaylar!.. Müslümanlara seslenen, onları savaşa ve Müslümanlar, kalplerin ferahlayacağı ve yardım çağıran olaylar... Bu çağrıya katılan yok mu?.. nefislerin huzur bulacağı, zihnin rahat O kanlar ve cesetler için bir şeyler yapan yok mu?.. edeceği ve bedenlerin uyum hissedeceği bir hayata Bu yüce Ümmet, parçalanmanın ve zayıf ihtiyaçları vardır. İlerleme ve yükseliş faktörlerine ne düşmenin acısını pratik hayatta İslam kardeşliğini kadar sahip olursa olsun, Yaratıcısı’nın insanlık için
36
özümseyemediği için çekmektedir. Bu acı gerçeği ve hatalı gidişatı değiştirmenin zamanı gelmedi mi? Allah (cc) şöyle buyurur: “İman edenlerin kalplerinin, Allah’ın zikrine ve inen hakka (Kurana) karşı yumuşayarak saygı ile boyun eğecekleri zaman gelmedi mi?” (Hadid,16)
aynı akide ve inancı paylaştıktan sonra birbirlerinin kardeşidirler.
A
KAPAK SORUŞTURMASI
Aynı anadan ve babadan olsalar da ortak değerleri birlikte savunan inanç ve akide bağı olmadan kardeş olamazlar. Çünkü inandıkları kitap onlara şöyle seslenir: “Allah’a ve Ahiret gününe Yüce Allah Kur’ân-i Kerim’de söyle buyurmaktadır iman eden bir kavmin, babaları veya oğulları veya “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin kardeşleri veyahut akrabaları bile olsalar, Allah’a ve arasını bulup, düzeltin ve Allah’tan korkup sakının, Rasulüne karşı gelen kimselere sevgi beslediklerini umulur ki esirgenirsiniz” (el-Hucurat 49/10). Ayeti göremezsin” (Mücadele/22) “Ey iman edenler! Eğer kerimeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman imana karşı küfrü sevip tercih ediyorlarsa babalarınızı bağıyla bir araya gelenler kardeş olarak kabul ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Kim onları veli edilmektedirler. Buna göre yeryüzünün neresinde edinirse, işte zulme sapanlar onlardır. (Tevbe/23) yaşıyor olurlarsa olsunlar, dili, kavmi, rengi, ülkesi ne Yüce Rabbimiz cahiliyye döneminde birbirleriyle olursa olsun bütün müminler birbirlerinin düşman olan Evs ve Hazrec kabilelerini İman ve kardeşleridirler. Bu iman kardeşleri kendi aralarında akide birliğiyle kardeş yapmış, kalplerini bir araya ayrı bir topluluk oluştururlar. Kendi inaçlarına saldıran getirmiştir. veya imana karşı küfrü tercih eden kimselereMekke’den gelen, hicret eden müminler, kendilerine ne kadar yakın olurlarsa olsunlar- bunlar Medine’deki müminlerle İslam kardeşi olmuşlar. anne baba veya öz kardeşleri de olsalar asla sevgi İslam kardeşliğinin gerekleri yanında, Medine’nin ilk beslemezler; bu anlamda sadece akide kardeşliğini yıllarında birbirine mirasçı olacak şekilde de kardeşlik esas tutarlar. kapsamı geniş tutulmuş nurun ala nur misali; kardeşlik içinde kardeşlik oluşmuştur. Ayeti kerime Bugün 21. yy.da yaşayan biz de şöyle buyurulmuştur: “O kimseler ki iman edip Müslümanların üzerine düşen pek çok hicret ettiler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda önemli görevler vardır. Dünyadaki cihat ettiler. O ensar ki muhacirleri barındırdılar bütün Müslümanlar, gerçek İslam Şa ve onlara yardım ettiler. Onlar birbirlerinin kardeşliğini İslam dairesi içinde h ark “Ark -ı N velileridirler.” (Enfal/72) akş yerine getirmelidir. ad ad aşs aşı Buradaki velayet; yardım, mı ibend ı z De ki: “Çalışın! Allah, i (r kal zın yardımlaşma, öğüt ve . ırız ay h Resulü ve mü’minler de . Ç ıbın ) diy mirasla tefsir ü o de a b r işlediğinizi görecektir. Siz, ğil nkü ak ki; edilmiştir. (İbni kesir dir görüneni de görünmeyeni de bilene .” kims arsa ilgili ayetin tefsiri) ve e a k (Allah’a) döndürüleceksiniz. O da size, yıp bunun gereği olarak sız yaptıklarınızı haber verecektir. (et-Tevbe, 105) ensar, bazı mallarını “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız, muhacir kardeşleri ile mutlaka siz üstün geleceksiniz.” (Ali İmran, 139) paylaşmış hurmalıklar üzerinde onlarla ziraat ortakçılığı yapmışlardır. İman ve akide kardeşliği tahakkuk ettikten sonra beşeri zaaflardan dolayı bir Müslüman veya Müslüman cemaat, başka bir Müslümana ve cemaate haksızlık etse de ehli küfre, ehli şirke ve ehli kitaba karşı bu hatalı ve günahkar MÜRŞİT CEVAHİR / İLİM-DER Müslüman kardeşlerimizin yanında olmalıyız. Bazı gafillerin dediği gibi Müslüman cemaat ve devlet A.B.D’den daha tehlikelidir diyemeyiz. Bizler yanlış da olsa iman ve akide birliği yaptığımız ynı anne ve babadan olanlara veya ortak kardeşlerimizin yanında olmalıyız. İki Müslüman değerlere sahip olanlara kardeş ve grup ve cemaatin karşılaşıp savaşmasında da ( ki bu kardeşlik dense de, İslam inancında istenmeyip haram kılınmıştır) Kitabımızın bize kardeşlik sadece akide ve inanç esasına dayanır. öğrettiği metotla hareket ederiz: “Eğer müminlerden Yüce Rabbimiz Kitabında bunu açıkça beyan iki grup birbiriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin, etmiştir: “Ancak müminler kardeştirler kardeşlerinizin eğer biri diğerine tecavüz ederse Allah’ın arasını düzeltin ve Allah’tan sakının ki merhamet emrine dönünceye kadar tecavüz edenle olunasınız.” (Hucurat/10) Ayeti Kerimede açıkça iman savaşın. Eğer Allah’ın emrine dönerse, akide birliği olanların kardeş oldukları kabul aralarını adaletle düzeltin ve adil davranın. Allah edilmektedir. Bu esasa göre dünyanın neresinde ve şüphesiz adil davrananları sever.” (Hucurat/9) Allah Rasulünün gösterdiği çözümde bu hangi coğrafyasında olursa olsunlar, hangi dili istikamettedir: “Kardeşin zalimde olsa mazlumda olsa konuşurlarsa konuşsunlar, hangi ırkı ve rengi ona yardım et. Bir adam ya Rasulüllah! Kardeşim paylaşırlarsa paylaşsınlar, hangi mezhebten olurlarsa olsunlar (Hanefi, maliki, şafii, hanbeli,), hangi tarikattan mazlumsa ona yardım ederim ama zalimse ona olursa olsunlar (nakşi, kadiri, Rufai, şazeli, v.s.), hangi nasıl yardım ederim söyler misin dedi.Allah resulü: meşrepten ve cemaatten olursa olsunlar (a,b, c,v.s.) Onu zulümden alıkoyar zulmüne engel olursan
37
KAPAK SORUŞTURMASI
büyük ve en güzel nimet olarak gönderilen İSLAM Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir.” (Buhari) dini sosyal, ferdi ve ailevi hayatımızı düzenlemede Görüldüğü üzere iman ve akide kardeşliği (irtidat bizlere yardımcı olacak en güzel ve en son dindir. Bu edip dinden tamamen çıkmadıkça) kolay kolay münasebetle bahse konu olan “İSLAM KARDEŞLİĞİ” sarsılamayacak bir kardeşliktir. toplum hayatımızı her yönüyle ilgilendirmekte, adeta Müslümandan Müslüman kardeşi için beklenen yaşadığımız toplumun can simidi görevini durum ırkından soyundan renginden dilinden ve üstlenmektedir. Önemine binaen kardeşliği, birliği ve mezhebinden meşrebinden tarikatından dolayı beraberliği şiddetle emreden İslam dini bu sebeple kardeşini küçük görmesi değil, ona kılıç çekmesi toplumun ailevi, ferdi ve sosyal hayatını sükunet, değil, iyilik ve takvada onunla yardımlaşmasıdır. güven ve huzurlu bir şekilde geçirmesini Ondan üstün olmak istiyorsa takvada yarışmalıdır. amaçlamakta, kendisiyle ve yaşadığı çevreyle “Hiç kuşkusuz Allah katında en üstün olanınız barışık, örnek bir hayat sürmesi ve sürdürmesi takvaca en ileride olanınızdır.” (hucurat/13) münasebetiyle, bir Müslüman için “İSLAM Müslüman, Müslüman kardeşine karşı şefkatli ve KARDEŞLİĞİ” çok büyük önem taşımaktadır. merhametli olacaktır. (Hucurat/11) Zulmedenle zulme uğrayan arasında ara buluculuk yapacaktır İslamiyet mana bakımından koşulsuz, riyasız, (Hucurat/9) Kendi nefsi için istediğini din kardeşi mazeretsiz Allah’a, Resulüne ve Kur’an’a teslimiyet içinde isteyecektir.(Buhari, mezalim) Kinleşmeyecek, demektir. Kardeşliği ise, yine aynı şekilde Allah’ın, hasetleşmeyecek yüz çevirmeyecek (buhari, edep) Resulünün ve Kur’anın emirlerine göre koşulsuz, Yeri gelince, ihtiyaç içinde olsada din kardeşini riyasız, çıkarsız ve menfaatsiz olarak bir arada tercih edecek.(Haşir/9) Şer-i bir gerekçesi olmadan yaşamayı, birbirlerini sevmeyi, birbirlerine meşru olan üç günden fazla küs kalmayacak (buhari, edep) Bir her ortamda yardım etmeyi gerektirmektedir. yıl küs kalması onun kanını dökmüş gibi günah Tarihimizde İslam kardeşliğini konu alan bir çok olduğunu bilecek.(Ebu Davut, edep) Müslümanın eser neşredilmiştir. Ama Müslüman üzerindeki haklarını bilip ve koruyacaktır. günümüzde İslamiyetin (buhari, cenaiz) Onun derdi ile imkan ölçüsünde özünden uzaklaşan dertlenecek. Bir binanın sütunları gibi birbirlerine insanoğlu, kardeşliğinin de i; k kenetlenecekler. (buhari, salat) Aksi taktirde İslam r özünü kaybetmiş, kendi iyo i kardeşliği hakiki meyvesini vermeyecektir. d .h) , bir dir içinde çamura batmış bir ( İnanç ve akide kardeşliğini kaybetmemek i e i am ebed rcih vaziyette maalesef S için, Allah Rasulünün hatırımızda t te ri bocalamaktadır. İslam mu ır. Bi tlak kalması gereken bir hadisi ile h Ma vard mu kardeşliğinin ne okuyucu kardeşlerime ı lu oğ şlik olan .” anlama geldiğini veya n satırlarda veda ediyorum: i za de niz ma i kar ebed nasıl olması gerektiğini a “İman etmedikçe cennete R “İk siz bilmemiz açısından Resulullah giremezsiniz birbirinizi ci i ç e (S.A.V.) Efendimiz ve Allah dostlarının g sevmedikçe iman etmiş hayatını iyice irdelememiz ve çok iyi olamazsınız. Yaptığınız zaman anlamamız-anlatmamız gerekmektedir. birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız.”
ŞEFİK TURHAN / EĞİTİMCİ
“…
(Maide-2)
İyilik ve takva üzerine yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın.”
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki, size merhamet edilsin.”(Hucurat-10)
“Mü’minler birbirini sevmekte, birbirlerine acımakta ve korumakta bir vücudun azaları gibidir.” (Buhari) Mensubu olmakla iftihar ettiğimiz ve bizlere en
“İslam kardeşliği sadakattir.”, “İslam kardeşliği fedakarlıktır.”, “İslam kardeşliği iyilik ve takva üzere yardımlaşmadır.”, “İslam kardeşliği günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmaktan uzak durmaktır.”, “İslam kardeşliği hudeybiyedir, bedirdir.”, “İslam kardeşliği istanbul’un fethidir, Çanakkale Geçilmezin özüdür.” Bu yoldaki engeller; en başta Allah’a Resulüne, Kur’an’a ve bu yolda yürüyen gönül erlerine uzak olmamızdır. Maalesef toplum olarak bizler, o kadar gafletteyiz ki ve dünyaya o kadar dalmışız ki, adeta bu bizi sarhoş etmiş ne yaptığımızı ve ne yapacağımızı bilemez ve düşünemez hale gelmişiz. Fert olarak, aile olarak ve dolayısıyla toplum olarak İslam dan uzak yaşar hale geldiğimiz, yaşayanları da dışladığımız için kendi içimizde “kardeşlik” bilincinden uzak yaşamakta ve bunun acısıyla kıvranmaktayız. Bu, en önce bir tehlike olarak aile içinde zuhur etmekte ve toplumun içine aksetmektedir. Aile içinde kurulamayan kardeşlik bağı ve bunun önemi hep ihmal edilir durumda olduğundan; anne-baba-çocuk, aile-toplum ilişkilerinde bireysel ve toplumsal olarak sapmalar yaşıyoruz. Bunun telafisi için bilinçli bir kardeşlik geliştirmek zorundayız.
38
SAHABE KİTABEVİ / BAHADDİN ESEN
İ
İ
İBRAHİM KOCAOĞLAN SIRMA KİTABEVİ
mümin kardeşlerin birbirine olan sevgi bağlarını arttıracaktır. Mesela biz din kardeşimizi kendimiz gibi görürsek buda Allah Rasulu’nun dediği gibi “Kim kendisi için istediğini din kardeşi için de istemez ise iman etmiş sayılmaz (imanı tam değil).”hadisi ile tasdik edilmiştir ki mümin müminin aynasıdır anlayışı ile kardeşimizle ayrımız gayrımız olmamalıdır. Yine diğer bir hadiste Efendimiz, “Birbirinizle alakayı koparmayınız, birbirinize küsmeyiniz, birbirinize buğz etmeyiniz, birbirinize haset etmeyiniz. Allah’ın size emrettiği şekilde kardeş olunuz.” buyurmuşlardır. İslam dini kardeşlik ruhunu sarsan ve adabına ters düşen tüm hareketlere savaş ilan eden ve kardeşlik saflarını pekiştirip herkesi layık olduğu makama oturtan unsurdur. İslam kardeşliğinin önündeki engelleri ortadan kaldırırsak, ümmet olmanın harcı demek olan kardeşliği ve kardeşlik şuurunu yeniden hayata geçirebiliriz. Tabi burada iyice anlamamız gereken ve önemli olan iki nokta engellerin ne olduğu ve çözümlerinin ne derecede gerçekleşebilirliğidir. Neticede çözüm olarak konu Kur’an ve sunnet’e götürülürse ve bu iki kaynağa göre çözülürse ki bu durumda İslam dışı her türlü ideoloji, gurupçuluk, ırkçılık gibi teorileri aşmış ve kardeşliğimizi sağlamlaştırmış oluruz. Allah azze ve celle tüm Müslümanlardan haseten sizlerden de yapmakta olduğunuz bu çalışmadan dolayı razı olsun. Şahsım olarak canı gönülden teşekkür eder Allah’ tan muvaffak kılmasını dilerim.
KAPAK SORUŞTURMASI
slam kardeşliği denilince ilk aklımıza gelen Ayeti slam kardeşliği, Rasulullah Efendimiz (sav)’in kerimede mealen Allah azze ve celle’ nin buyurduğu vechile mubarek ellerinin buyurduğu gibi “Müminler ancak kenetlenmiş şekli ile binaya benzettiği, özlenilen kardeştir.”(Hucurat-10). Mümin olan herkesin kardeş olduğudur. Bizde bununla yola çıkarsak İslam kardeşliktir. kardeşliği anlaşılır ve de Allah Rasulu’ nun buyurduğu Önündeki en büyük engel fikrine kanaatımız, gibi “Mümin kardeşler bir duvarın tuğlaları gibidir.” manevi eksikliktir. Maddiyat alemine büründüğümüz şu Cümlesini hayatımıza tatbik ederiz. Mümin insanların günlerde manevi eksikliği hisseden herkes, herhalde birbirini sevmeleri imanın alameti olduğu bilinci ile kendi ruhuna sorsa, başka cevap alamayacaktır. müminlerin hareket etmesi gerekmektedir. Yani imanın ruhu Müslümanlara kan bağından öte bir bağ İnsanlığın ve kardeşliğin bozulduğu bu günlerde, kazandırmıştır. Bu kardeşliğe Allah için sevmek denilir. biz birlik olalım da dıştakileri güldürmeyelim. Fırkalar Konuya birkaç hadis ile örnek verecek olursak; Allah halinde ayrılan gruplar, eğer bir araya gelseler, azıcık Rasulu’ nun buyurduğu gibi “Nefsim (kudret) elinde tükürükleriyle tükürseler, bizi içten ve dıştan bölmek olan (Allah’a) yemin ederim ki, iman etmedikçe isteyenleri o tükürükte boğarlar. Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe iman Mevlam du cihanda gönül birliği olan kardeşlikten etmiş olamazsınız.”, “Size bir şey söyleyeyim mi? Onu ayırmaya… amiiin yaptığınızda aranızda olan sevgi artar. O da aranızda selamı yaymanızdır.” Mümin kardeşlerin sevgiyi bozan her türlü durumdan kaçmaları gerekir. Sü Çünkü kişinin kardeşini sevmesi “D leym doğrudan imanı ile ilgilidir. Bu ind an eki H nedenledir ki bizde kar ilmi de Tun kardeşlerimiz hangi cemaate şlik a ler han giderse gitsin onları ini zi (r.h) d sevmemiz lazımdır. ço ğa iyor ltın ki; İslam kardeşliğinin önündeki engel ve ız.” çözümlere gelince; tebessüm ve güleryüz
39
BİR İMAN ABİDESİNİ AN(LA)MAK… Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı Asrın idrakine söyletmeliyiz islamı…
M
erhum M. Akif‘in bu mısralarında hayatı hulasa edilebilecek olan Bediüzzaman Said Nursi, 1876 yılında Bitlis’te doğmuş, çok hareketli ve bir o kadar da bereketli olan hayatı 23 Mart 1960 yılında hitam bulmuştur.
Said nursi, dini tedrisatını küçük yaştan itibaren bulunduğu bölgede yapmış, temel eğitimini ise, hocaları nezaretinde üç ay gibi kısa bir sürede tamamlayarak ilmi icazetini almıştır. Bu süre zarfında, temel islami ilimlere dair 100 den fazla kitabı okumuş ve bilahare büyük bir kısmını hıfzetmiş ve ileride yapacağı telifatına zemin ihzar etmiştir.
Nursi, parlak zekası, mükemmel hafızası, üstün kabiliyeti ve hareketliliği ile çevresinde hemen farkedilmiş ve henüz 15 yaşında iken “Bediüzzaman” yani “zamanın eşsizi” ünvanıyla çağrılmaya başlanmıştır. Daha sonraları birçok ilmi münazarayla, bölgedeki çeşitli gezilerle ve okuduğu müsbet ilimlerle kendisini geliştirmiş ve yaşadığı bölgenin temel sorunu olarak “EĞİTİM”i göstermiş ve bu meyanda çalışmalarda bulunmuştur. Bunun için de bölgede bazı okulların açılması ve eğitim kurumlarının ıslahı için bir takım isteklerde bulunmak üzere 1900’lü yılların başında İstanbul’a gitmiştir. Büyük bir ilgiyle karşılanan şahsına karşın, istekleri sümenaltı edilerek delilikle itham edilmiş ve tımarhaneye kapatılmak istenmiştir. Bediüzzaman, eğitimle alakalı reformlarına “Medresetüz-Zehra” projesi demiş ve temel olarak şunları amaçlamıştır: a-)Medreselerin birleştirilmesi ve ıslahı. b-)İslami ilimleri, israili nakillerden ve bağnazlıklardan arındırmak. c-)Çağdaş (müsbet) ilimleri, medreselere sokmak
suretiyle, medrese ehlinin nefret etmeyeceği saf ve bilimsel bir kaynak ve metot oluşturmak. d-)Medrese, mektep ve tekke mensuplarının arasındaki soğukluğu gidermek ve bunları barıştırmak.
Yine Bediüzzaman; “vicdanın ziyası ulum-u diniyedir. Aklın nuru funun-u medeniyedir. İkisinin imtizaciyle(birleştirilmesiyle) hakikat tecelli eder. İftirak ettikleri (ayrıldıkları) vakit; birincisinde taassub(bağnazlık), ikincisinde ise hile, şüphe tevellüd eder(doğar).(1) diyerek, dini ve müsbet ilimlerin birlikte okunmasına işaret eder.
İZ BIRAKANLAR
İbrahim Korkut
Netice de Nursi, yeni bir insan ve toplum modeliolarak karşımıza şu özelliklerde bir insan tipi çıkarır: 1-) Dini ilimlerde derinliğine bilgi sahibi, yani “ALİM.” 2-) Çağdaş ilimlerde ihtisas sahibi veya çağdaş düşüncelerden ve eğilimlerden, ideolojilerden ve gelişmelerden haberdar, yani “AYDIN.” 3-) Sahih tasavvuf kültürüne vakıf ve aynı zamanda islamın ihsan ve takva boyutuna sımsıkı sarılan, yani “MUTASAVVIF”.(2) Kuşkusuz, kendisi bu insan tipinin eşsiz bir örneğidir.
Bediüzzaman’ın İstanbul hayatına baktığımızda müthiş bir hareketlilik görürüz.Birkaç tane gazete ve mecmuada yazması, bir çok toplantı, konferans ve mitinge katılması ve birçok cemiyete, derneğe üye olması ve faaliyet göstermesi, hatta “Yeşilay Cemiyeti”nin kurucuları arasında yer alması; cesur, atak ve mücadeleci mizacının göstergesidir. Yine Bediüzzaman, bu sıralarda gündemde olan meşrutiyeti destekler; ama “meşrutiyet-i meşrua”(şeriata uygun) olmak kaydıyla... Çünkü kendisi: “Ben talebeyim ve herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ve milliyetimizi yalnız islamiyet bildiğimden, herşeyi islam nokta-i nazarından muhakeme ediyorum.”(3) diyerek ölçüsünü açıkça belirtmiştir. Yine İstanbul’da iken 31 Mart vakası meydana gelir. Bu olayda yatıştırıcı rol oynamasına rağmen idamla yargılanır. Tarihe kaydedilen meşhur müdafaasını yaparak kendisiyle beraber 100’den fazla kişinin beraetine vesile olur. Daha sonra Van’a dönen Bediüzzaman, bir müddet burada kaldıktan sonra, kürt aşiretleri içerisinde dolaşarak sorunlarını tespit eder ve çözümler üretir. Buradan Şam’a geçerek yüzlerce alimin bulunduğu bir ortamda, Emevi camiinde, meşhur hutbesini irad eder. Hutbesinde Alem-i İslamı çepeçevre saran temel hastalıkları belirtir ve bunların izalesi için yapılması gerekenleri sıralar ve şöyle der: “Eğer biz ahlak-ı islamiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalatını ef’alimizle(hareketlerimizle) izhar etsek, diğer dinlerin
40
Buradan İstanbul’a dönen Bediüzzaman, daha sonra Van’a tekrar dönmüş ve patlak veren 1.Dünya savaşında gönüllü alay komutanı olarak talebeleriyle birlikte savaşmış aynı zamanda cephede “işarat-ül-i’caz” isimli eserini kaleme almıştır. Bu savaşta Ruslara esir düşmüş ve 2,5 yıl süren esaretinin ardından tekrar İstanbul’a dönmüştür. Bu sıralarda başlayan milli mücadeleyi desteklemiş ve 1922 yılında Ankara’ya davet edilmiş ama umduğunu bulamadan tekrar Van’a dönmüştür. Burada münzevi bir hayat yaşarken Şeyh Said hadisesi nedeniyle, Burdur, Isparta ve nihayetinde Barla’ya sürgün edilmiştir. Vefatına kadar sürgün, gözaltı ve hapislerle dolu çileli hayatı başlarken tarih 1925 yılını gösteriyordu. Ama Cenab-ı Hak teselli olarak kendisine Nur Risalelerini te’lif etmeyi nasib ettiğinden kendisini zindanda, bahtiyar bir kul addediyordu. Çünkü imana susamış, asrımız insanına bir ma-i nisan gibi te’sir eden nurlar, elden ele dolaşıyordu. Matbaanın kullanılmadığı bir dönemde islam harfleriyle yazılan nüshaların sayısı 600 bini bulmuştu. Bu vesileyle kur’an harfleri muhafaza edilmiştir.
Tabiidir ki bundan birileri rahatsız olacak. Çünkü yeni dönemde, Cumhuriyet reformuyla birlikte pozitivist bir ahlak anlayışını yerleştirmeye çalışan kadro, karşısında islam ahlakını esas alan bir islam ıslahatçısını bulur. Bediüzzaman eserlerinde sık sık batı medeniyetini yererek şöyle der: “Dünya, büyük bir manevi buhran geçiriyor. Manevi temelleri sarsılan garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor. Bu müthiş sari illete karşı islam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak. Garbın çürümüş kokmuş, tefessüh etmiş batıl formülleriyle mi? Yoksa İslam cemiyetinin ter-u taze iman esaslarıyla mı? Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum. İman kalesini küfrün çürük direkleri tutamaz. Onun için ben yalnız iman üzerine mesaimi teksif etmiş(yoğunlaştırmış) bulunuyorum.”(5) Bediüzzaman te’lif ettiği nur risaleleriyle manevi bir cihat hareketi başlatmış, ve iman, hayat, şeriat ve ittihadı islam düzleminde bir yol belirlemiştir. Zaten “Risale-i Nur Hareketi; iman ilkelerinin hayata aktarılmasıyla tamamen bir islam toplumu meydana getirecek köklü bir inkilab hareketidir. Yoksa sade, manasız bir kültür hareketi olarak değerlendirmek yanlış olur.” (6) Said Nursi’nin, Risale-i Nuru te’lif etmeye başlamadan önceki dönemine “Eski Said”, sonraki dönemine “Yeni Said “, 1950 ’den sonraki dönemine de “Üçüncü Said” dediğini görüyoruz. Bu ayırıma gitmesinin temelinde; Nursi’nin, konjonktürel yapıyı tahlil ederek hareket metodu belirlemesi ve bunun hayatına yansıması yatmaktadır. Bunun en iyi örneğini lahikalarını tedkik ettiğimizde görürüz. Ayrıca kendisiyle farklı zamanlarda yapılan görüşmelere ilişkin belgelerde de bunu görmek mümkündür. Bediüzzaman Said; Eskişehir, Denizli, Afyon ve istanbul mahkemeleri başta olmak üzere, birçok defa yargılanmış ve hapis yatmıştır. Ama hüküm giydiği sadece bir mahkeme vardır. Bu da Eskişehir mahkemesidir ki; sebebi yazmış olduğu “Tesettür(Örtünme)” hakkındaki risalesidir. Mahkemedeki müdafaasında şöyle der: “Ben de o adliyenin mahkemesine derim; bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon (şu an bir buçuk milyar) insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsi ve hakiki ve hakikatli bir düstur-u ilahinin üç yüz ellibin tefsirlerin tasdiklerine ve aynen hükümlerine istinaden (dayanarak)
ve bütün ecdadımızın ruhlarına hürmeten, Kur’an’ın i’cazını Avrupa mülhidlerine karşı göstermek için, Kur’an’daki iki ayeti beyan etmem yüzünden mahkum eden haksız bir kararı elbette yeryüzünde adalet varsa, bu kararı red ve bu hükmü nakzedecektir. (bozacaktır). (7) Bediüzzaman, ittihad-ı islam konusu üzerinde önemle durarak; “Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı islamdır” demiş ve ümmete şu mesajı vermiştir: “EY EHLİ İMAN! Zillet içinde esaret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız, ihtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı “Mü’minler ancak kardeştir” kudsi kalesinin içine giriniz, tahassun ediniz(korununuz). Yoksa ne hayatınızı muhafaza ne de hukukunuzu müdafaa edebilirsiniz.”(8)
İZ BIRAKANLAR
tabileri elbette cemaatlerle islamiyete gireceklerdir.”(4)
Yine kendisi cemaat olgusuna dikkat çekerek şöyle der: “Mesleğim(cemaatım) haktır veya daha güzeldir demeye hakkın var, fakat yalnız hak benim mesleğimdir, demeye hakkın yoktur.(9)
Bediüzzaman’ın hayatı boyunca verdiği mücadelede; toplumsal muhalefetin hem temsilcisi hem de öncüsü olduğunu görüyoruz. Hareketinin farklı coğrafyadaki Muhammed İkbal ve Hasan el- Benna’nın hareketleriyle birbirini tamamlar nitelikte olması ve kendisinin de buna atıfta bulunması (10) dikkate değerdir. Zaten Said Nursi’ye, bu toplumsal muhalefeti ve kanaatkar yaşayışından dolayı “Türkiye’nin manevi GANDİ’si” denilmiştir.(11) Bediüzzaman’ın, 80 küsür yıllık hayatının neticesinde geride bıraktığı ve benimle görüşmek isteyen onları okusun dediği Nur Risaleleri, şu an otuzdan fazla dile çevrilmiş olup tüm dünyaya yayılmıştır. Birçok doktora
tezi ve mastıra konu olmuş ve olmaya devam edecektir. Ama ne yazık ki; vefatından sonra şahsına yapılanlar, aynı şekilde kitaplarına da yapılmış ve üzerinde terör estirilmiştir. Bediüzzaman üzerine estirilen bu terör nedeniyle hakiki manada anlaşılamamıştır. Takipçilerinin aşırı muhabbeti, muhaliflerinin aşırı saldırmaları, tam anlamıyla dengeli bir şekilde anlaşılmasına engel olmuştur. O’nu an(la)mak misyonunu iyi kavrayıp yaymaktan geçer. Vefatının 47. yıldönümünde Bediüzzaman’ın, tüm kesimler tarafından hakkıyla anlaşılıp, değerince muamele görmesini Rabbimizden niyaz ediyoruz. KAYNAKLAR: 1-İçtima-i Dersler, Zehra Yay. S.142 2-Metin Aydın, Yeni Zemin Dergisi 10. sayı s.16 3-İçtima-i Dersler, Zehra Yay. S.156 4-İçtima-i Dersler, Zehra Yay. S.42 5-Tarihçe-i Hayat, Envar Neş. S.628 6-İzzettin Yıldırım, Girişim Dergisi 54.sayı s.44 7-Müdafaalar, Tenvir Neş. S.85 8-Mektubat, Envar Neş. S.249 9-Mektubat, Envar Neş. S.244 10-Tarihçe-i Hayat, S.721,729 Emirdağ Lahikası2, s151. Envar Neş 11-Eşref Edip, Said Nursi’nın Hayatı, S.5
41
GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE GAZİANTEP
E
KÜLTÜR VE SANAT
HASAN HALHALLI
ski adı Ayıntab, Antab, Hantab olarak bilinen tarihi geçmişi binlerce yıl öncesine dayanan Antep ismi, ilk olarak Urfalı Mateosun Vekayinamesinde (932-1136) geçmektedir. Bununla beraber büyük ve mühim bir şehir olduğu ise Papaz Grigorun Zeylinde geçmektedir. (1156) İsim olarak 12.yy kadar bir geçmişe sahip olan Antep bir yerleşim yeri olarak ise M.Ö 3650 yıllarına kadar gitmektedir. Eski çağ tarihi hakkında fazla bilgi bulunmayan Antepin dünyada ilk yerleşim yerlerinden olduğu bilinmektedir. Dülük, Tilmen höyük, Şehzade (türlü) höyüğü, Caba höyük, Zencirli, Mertmenge, Gedikli höyük, Yesemek binlerce yıl öncesinden günümüze kalan yerleşim birimleridir. Antep’te yaşayan ilk halkın ise Keldaniler olduğu belirtilmektedir. Anadolu ve Mezopotamya medeniyetleri arasında bulunan Antep coğrafi konum, jeopolitik konum ve buradan geçen İpek yolu nedeniyle birçok devletin hakimiyetine girmiştir. Antep’te hüküm süren devletler şunlardır: Hititler, Asurlular, RomaBizans, İslam devleti (Dört Halife), Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Haçlı Kontluğu, Fatimiler, Eyyubiler, Memlukler, Dulkadiroğulları ve Osmanlı devleti. M.Ö 1800-1200 yılları arasında Hititlerin elinde bulunan Antep M.Ö 1200-700 yılları arasında ise bağımsız Hitit kentlerinden Kargamışta
42
Antep’te yetişen ünlü bilim adamları:
Bedruddin Ayni Mütercim Asım Aydi Baba Münif Mehmet Paşa Hafız Mehmet Ağa (Hasırcı zade) Mazhar Efendi Bektaş Baba Hüseyin Aşki Efendi (Hacetci zade) Dürri Efendi
YARARLANILAN ESERLER 1. Ayıntab Tarihinden Notlar, Mustafa Güzelhan 2. Gaziantep Büyükleri, Şakir Sabri 3. Urfalı Mateosun Vekayi-namesi(952-1136)Papaz Grigorun Zeyli (1136-1192) 4. islam Ansiklopedisi, Türkiye Diyanet vakfı,cilt 3-4 5. Evliya Çelebi Seyahatnamesi 6. ilk İnsanlardan Bugüne Çeşitli Yönleriyle Gaziantep, M.Oğuz Göğüş BEDREDDİN AYNİ (1361-1451)
1361 Yılında Antep’te doğan Bedreddin Ayni’nin asıl adı Ebu Muhammed Bedrüddin Mahmud b. Ahmed b. Musa b. Ahmed el-Aynidir. Bir ulema ailesine mensup olan Ayni, ilk tahsilini Ayıntab’ta yaptı. Ayıntab kadısı olan babsından fıkıh dersleri aldı.1382 de babasının vefatından sonra Besni, Kahta ve Malatya da tahsiline devam etti. Halep’te Cemal el-Malati ve Kudüs’te Ala es-Sirami’den ders aldı. Daha sonra hocası Sirami ile beraber Kahireye gitti ve hocası tarafından Berkukıyye tekkesine yerleştirildi. Hocası Siraminin vefatına kadar burada kalır. Kahireye yerleşen Ayni, Siraceddin el- Bulkini, Zeynuddin el- Iraki, Nureddin elHeysemi,ve Ebul Feth el- Askalani gibi devrin önde gelen alimlerinden dersler aldı. Ayni, türkçe bilmesinin etkisiyle de ilmi saha da adını duyurmaya ve yöneticiler tarafından itibar kazanmaya başladı. Değişik resmi görevlere getirilen Ayni, ilk olarak tarihçi Makrizinin yerine muhtesibliğe getirildi. (139899) Daha sonra Evkaf nazırlığı da yapan Ayni 1425-26 da Kahirede Hanefi başkadısı oldu. Resmi görevler bakımından inişli çıkışlı bir hayata sahip olan Ayni, ömrünün son zamanlarına doğru -1449 yılında- bütün görevlerinden alınmıştır. 1451 yılında vefat eden Ayni, kendi kurduğu Medresetül Ayniyye’ye defnedilmiştir. AYNİ’NİN ESERLERİNDEN BAZILARI: İkdül Ceman fi tarihi ehlizzeman, Umdetul Kari, El- Binaye fi şerhil hidaye, Remzul hakaik fi şerhi kenzid dekaik, El-makasıdun- nahviyye fi şerhişevahidi şuruhul elifiyye, Şerhul Kenz Şerhul mecma, Şerhil merah, Tabakatı Şuara, Tabakai Hanefiye
KÜLTÜR VE SANAT
kurulan Hatti krallığına bağlı bulunmaktaydı. Bu dönemde Dülük önemli bir dini merkez olarak kabul edilmektedir. Nedeni ise Dülükte bulunan Teşupun Zeus ve Jüpiterin menşei olması idi. Hititlerden sonra Antepte hakimiyet sağlayan Asurlular olmuştur. Ancak bu süreç içerisinde Antep’te Mitanni, Med, Büyük İskender, Selevkoslar, Kommagane krallığı da hüküm sürmüşlerdir. M.Ö 167-M.S 395 yılları arasında hakimiyet kuran devlet Roma imparatorluğu olmuştur. 395 yılında Roma imparatorluğunun ikiye ayrılması ile Antep Doğu Roma’nın yani Bizans’ın hakimiyetine girmiş oldu. Antep kalesi, Rum kale, Zeugma bu dönemden kalan eserlerdendir. 639 yılında Hz.Ömerin hilafeti zamanında Antep İslam topraklarına katılmıştır. Antep’te bulunan Ömeriye camii bu dönemden kalmıştır. Abbasiler döneminde Avasım adıyla bilinen askeri bölge içerisinde yer alan Antep’te Türk varlığının da bu tarihten itibaren başladığı söylenebilir. Çünkü Avasım şehirlerinde Türkler iskan ettirilmiştir. Ancak kesin olanı Malazgirt zaferinden sonradır. Malazgirt zaferinden sonra başlayan Selçuklu hakimiyeti Haçlı seferlerine kadar sürmüştür. Birinci Haçlı seferinin başarıya ulaşması nedeniyle Urfa’da kurulan Haçlı kontluğuna bağlanan Antep Nureddin Zengi tarafından Haçlılardan alınmıştır. Daha sonra Fatımi topraklarına katılan Antep Fatımilere son veren Selahaddin Eyyubi nin hakimiyetine girmiştir. Eyyubilerden sonra Memluk ve Dulkadir oğulları sınırları içerisinde kalan Antep Memlukler döneminde çevrenin bir kültür merkezi olmuş ve Küçük Buhara adı ile anılmıştır. 1516 yılında Yavuz Sultan Selimin Mısır seferi sırasında Antep Osmanlı devletine katılmıştır. Osmanlı hakimiyetinde önce Maraş beylerbeyliğine bağlanan Antep daha sonra Halep vilayetine bağlanmıştır. Bu dönemde yine büyük ve mühim bir yer olduğunu Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde görüyoruz. Antepteki Osmanlı hakimiyeti 1918 e kadar sürmüştür. Birinci Dünya savaşından yenilgiyle çıkan Osmanlı devletinin toprakları işgal edilince Antepte önce İngilizler tarafından işgal edilmiş daha sonra İngilizler yerini Fransız işgal güçlerine bırakmışlardır. Fransızlarin Ermenilerle beraber halka uyguladıkları baskı ve zulüm halkı işgale karşı direniş ve mücadeleye sevk etmiştir. Şahin Beyin liderliğinde büyük bir direniş hareketi başladı. Dışarıdan hiç yardım alamayan Antepliler on ay boyunca işgale karşı kendi güçleri ile direndiler. Şahin Beyin, Kara Yılanın direnişleri ve mücadeleleri halkın direniş azmini artırmıştır. Anteplilerin göstermiş olduğu direniş, isminin tarihe geçmesini sağlamıştır. 6 Şubat 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Antep’e Gazilik ünvanı vererek bunu herkese göstermiştir. Bu tarihten sonra şehir Gaziantep olarak anılmaya başlandı. Fransız işgal kuvvetleri Ankara antlaşmasından sonra 25 Aralık 1921 de şehri boşaltmış ve böylece Fransız işgali de sona ermiş oluyordu. İşgalden sonra bağımsızlığına kavuşan Gaziantep, Türkiye Cumhuriyetine bağlı bir il olarak varlığına devam etmektedir.
43
ASİLERİN DÖNÜŞÜ
Bir gün asiler de dönecekler Rahman’ın topraklarına Yüzlerinde sonsuz bir Pişmanlığın ifadesi Anlayacaklar Bengisuyu yalnızca Hızır’la İlyas içti Karanlıklar diyarında Dönüş elbette O’na olmalıydı Çünkü her yer O’nun vatanıydı Belki dönülmeyecekti O’nun memleketinden Başka bir memleket olmasaydı Sonsuzluk zindanında Ateşten ranzalar kaçıracak uykularını Ve yaslanıp ateşten bir duvara Seyredecekler Kadeh tokuşturan ahbapları Belki olur şey değil Diyeceksiniz ama Bir gün dağlar da yürüyecek Zincirlerini koparmış Devler gibi Sularsa yorulacak Sularsa durulacak Ay ışığı yıkayacak taşları Aklanacak taşların ak yüreği Ebedileşecek gölgeler Bozkırda bir çınar göğerecek Bir gün bir âmâ dokuyacak En güzel kilimi Ve yıkılacak dünya Devasa bir hasret anıtı gibi Bir gün asiler de dönecekler “maliki yevmiddin” in topraklarına
Ercan ÜSTÜN
KUDRETİN TASVİRİ VE YAKARIŞ
Dünya denen yâd elde bir fakîr-i nâdanım Sen alîmsin sen ganî ey yüce yaradanım Firâkın nârı düştü şu bîçâre gönlüme Erittikçe sürükler bedenimi ölüme
Titremeler eksilmez nâçîz kuş yüreğimde Ve hafakanlar dinmez âciz kuş yüreğimde Bu dâr-ı dünyada ben beklerim ecelimi İmtihan dünyasından geçerken tut elimi
Kaderimin cilvesi yalnızlığa mahkumum Bu yalnızlık içinde bana ademdir umum
Sana karşı kullukta noksanım var ya Rabbi Amel defterimdeki noksanlık ar ya Rabbi Arş-ı alâyı geçti tazarrû ve niyâzım Hüzne boğulmak mıdır dünyada alınyazım
Yanıp duran gönlümün ancak sensin tabibi Bu alemde müminin sensin gerçek habîbi
Yenik düştüm feleğe sürgünde geçti ömrüm Dizlerim tutmaz oldu kalakaldım kötürüm
Rahmetinden bir damla düştü mü toprağıma Bal yapmak için arı konar güz yaprağıma Hüzünle doldu yürek budur efsunu ömrün Bu dünya gurbetinde oldum zebunu ömrün Geçiyor önümden bir büyükçe insan seli Ensemde dolaşıyor yalnızlığın buz eli
Duâ duâ çıkarım senin yüce katına Sana çıkarken mahmuz vururum aşk atına
Semânın katmanları açılır bana bir bir Her katında aynı ses: Tesbih, tehlil ve tekbir.
44
ŞİİR
Gülistan ÇOBAN
Dünyayı yüreğine sıkıştırmış bir yürek tanımındayım ne vakit ak bir gelinlik görsem, dolar gözlerim,üşür bedenim.
AK GELİNLİK
ahdimiz var, ve verilmiş bir sözümüz belki zor olur uçması kelebeğin nefesin kısılmasın, bitmesin yüreğindeki umut ümit ve korku, budur alın yazımız bitmez sevdamız inan ki; sokakları kirletilmiş yurdumun pak kalan tek beyazı sensin ve benim taşıdığım umut, yüreğimdeki coşku, beynimdeki isyan ve kalbimdeki aşk sensin. belki bir gün yırtılır ak gelinlik, talan edilir umutlar unutma ki; ahdimiz var ve verilmiş bir sözümüz özünde tutuşturdum yüreğimi, bir eylem sabahında her gün yeniden açan bir çiçek ve kalp hafifliğinde hıçkırığa boğulan bir çocuk gibi... hıçkırıkların zorlayacak demir kapıları, büyütecek umudu bugün olmazsa da; yarın yine tebessümdedir gamzelerin inan ki son çırpınışıdır bu zalimlerin kolay değil kemik yığınları arasında yürek taşımak bir gün batımında yumruğunu sıkıp, kahrolsun kahrolacaklar, diyebilmek. belki bir gün değil, kesin gün, bu şehrin üzerine gül yağacak hür olacak tutsak karanfiller açacak buğday yüklü başaklarımız koklanmaya hasret sevdalarımız "ey adına cami avlularında güller katlettiğim sevgili" dudakların çatlasa da susuzluktan gülüşün bitmesin anne kucağı kadar sıcak ve serin... tüm laleler kavrulsa da, ak güvercinlerimiz vurulsa da ve kızıla boyansa da ak gelinlik, umuda dair bestelerin olsun bitmesin gözlerindeki umut ve tükenmesin öfken hüzünlü mısralara inat, sevda dökülsün kaleminden umut yeşersin, aşk ritim tutsun her hecede ve mürekkebinin rengi yeşile boyasın ak gelinliği... ben bir gün bir şiir yazacağım sana yalnızca sen olacaksın orda; yani ümit, yani ak gelinlik…. tutsaklık yok orda ve yok kara zulüm sevdamız olacak en görkemli nakaratlarıyla inadına seveceğiz bütün sevgileri ve inadına savunacağız, bütün savunulacakları...
A.K.S.B.H.
SARSINTILAR
Birbirine kenetlenmiş düşüncelerin ortasında İki ucu sivri bıçağın sırtına dayanmış, beynim Ne tarafa dönsem parçalayacak gibi Şimdi hissettirdi uzaklık aradaki mesafeyi Yalanların parıltısında kaybolan gerçeği Nefsimin kölesi olmuş acziyeti Hâşâ unuturcasına yaradılışı ve gayeyi Boş bıraktığı seccadeyi ve secdeyi Kararmış alnındaki nuru ilahiyi Ümmeti, ümmeti diye yalvaran güzelliği Ama dönmeliydi biliyordu bu değildi benliği Farkına varır varmaz doğruldu ve düzeldi Açarak ellerini yüceler yücesine dilendi Merhamet, haykırışlar, hıçkırıklarla dilendi Sonsuz kudret kapısında kapanan gözlerimi Acizliğimi bağışla ne olursun YARABBİ…
45
ŞİİR
MAHMUT KİRAZ
EBEDİ CENNET ÇOCUKLARI
K
imimiz daha dünyaya gelmeden ayrılmıştır ondan, kimimiz güzel gözlerine bakarken minik ellerini bırakmak zorunda kalmıştır. Evet, o dünyalar kadar çok sevdiğimiz evladımızdan bir gün ayrılmak zorunda kalmışızdır. Çünkü dünya bir imtihan meydanıdır. İnsan bu dünyada hastalıklarla, musibetlerle ya da sevdiklerinin vefatıyla imtihana tabi olur. Madem dünya bir imtihan meydanıdır. Peki, biz bu imtihanı kazanmak için ne yapmalıyız? Eğer evladımızı kaybetti isek nasıl düşünmeli, nasıl davranmalıyız? Bu imtihanı ahiret yurdunu kazanmaya nasıl vesile yapabiliriz? Çok eskiden bir hikâye dinlemiştim. Hikâye şöyle; “Kızılderili bir reisin kapıda beslediği iki köpeği var. Bunlardan biri siyah, biri beyaz. Köpekler sürekli kavga halindedirler. Bir gün yaşlı reisin torunu niçin bu köpeklerin ikisini birden beslediğini sorar. Yaşlı reis bunların birer simge olduğunu, iyilik ve kötülüğü temsil ettiğini ve dünya var olduğundan bu yana kavga halinde olduklarını söyler. Bu bir savaş ise kazananı ve kaybedeni vardır, diye düşünür torunu. Dedesine bu savaşı kimin kazanacağını sorar. Yaşlı reis, hangisini daha iyi beslersem o kazanır diye cevap verir.” Peki, biz hangi duyguları besliyoruz? Emanet olarak verilen evladımızı asıl sahibi yanına aldığında isyan mı ediyoruz yoksa Hz.Eyyub (A.S.)’un sabrını mı diliyoruz ?Ehl-i iman, sabır duygusunu besleyip kazaya rıza, kadere teslim olmalıdır. Asrın müfessiri bu olayı şöyle izah eder; “Eğer dünya ebedi olsaydı, insan içinde ebedi kalsaydı ve firak ebedi olsaydı, elimane teessürat ve meyusane teellümatın bir manası olurdu. Fakat madem dünya bir misafirhanedir; vefat eden çocuk nereye gitmişse, siz de, biz de oraya gideceğiz. Ve hem bu vefat ona mahsus değil, umumi bir caddedir. Hem madem mufarakat dahi ebedi değil; ileride hem berzahta, hem Cennette görüşülecektir. “ Hüküm Allah’ a aittir.” 1 demeli. “ O verdi, o aldı. “Her hal için Allah’a hamdolsun.” 2 deyip sabırla şükretmeli.3 Ölüm yokluk değil, hiçlik değil, bozulup çürümek değil sadece mekân değiştirmektir. Büluğ çağına gelmeden vefat eden çocuğumuz da “ Ebedi bir hayata ulaşmış çocuklar” 4 sırrına mazhar olmuştur.
Yani Cennette; ebedi, sevimli, Cennete layık bir surette kalacaklardır. Dünyadaki beş on senelik evlat sevgisine bedel, Cennette ebedi olarak kucaklarına alıp, sevip okşayacaklarını bu ayet bize müjdeliyor. Peygamber Efendimiz (a.s.m) şöyle müjde verir ve der: “ Bir kulun çocuğu vefat edince Allah meleklerine şöyle der: “Kulumun ciğerparesini, gönlünün meyvesini mi kopardınız?” Melekler: “Evet” der. Allah: “ Peki kulum ne dedi?” der. Melekler: “Sana hamd etti ve biz Allah’a ait kullarız ve yine O’na dönücüleriz, dedi” derler. Bunun üzerine Allah: “ O halde kulum için Cennette bir ev yapın ve adını da hamd evi koyun” buyurur.5 “Sizden kim, kendinden önce üç çocuğunu gönderirse, onlar mutlaka kendisine ateşe karşı bir perde olur!” Bir kadın sormuştu: “Ey Allah’ın Resulü! Ya iki çocuğu ölmüşse?” “İki de olsa!” buyurmuşlardı.”6 “Ümmetimden kimin iki öncüsü varsa, onlarla birlikte cennete girer!” Hz. Aişe radıyallahu anha sordu: “Bir öncüsü olan?” “Bir öncüsü olan da, ey (hayırda) muvaffak olan!” buyurdular.7 En büyük sıkıntı, hastalık ve musibetlere başta peygamberler duçar olmuşlardır. Kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Peygamber Efendimiz (a.s.m.)’in oğlu İbrahim henüz süt çocuğu iken vefat etmiştir. Hz. Enes (R.A.) anlatıyor; “ Resulullah ile birlikte demirci Ebu Seyf’in yanına girdik. O, Resulullah’ın oğlu İbrahim’in süt babası idi. Resulullah oğlunu aldı öptü ve kokladı. İbrahim can çekişiyordu. Resulullah’ın gözlerinden yaşlar boşandı. Abdurrahman İbn-i Avf (R.A.) , “Sende mi ağlıyorsun ey Allah’ın Resulü?” dedi. Resulullah, “Ey İbn-i Avf! Bu merhamettir” buyurdu ve ağlamasına devam etti. Sonra şöyle seslendi, “Gözümüz yaş döker, kalbimiz hüzün çeker, Fakat Rabbimizi razı etmeyecek söz sarf etmeyiz. Ey İbrahim! Seni kaybetmekten dolayı gerçekten üzgünüz” buyurdu.8 Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “ Ey Muhammed! De ki: “ Eğer Allah’ı seviyorsanız, o halde bana ittiba ediniz ki, Allah da sizi sevsin” 9 buyurur. Buna göre, hayatımızın her alanında olduğu gibi, evladımız vefat ettiğinde de Peygamberimizi örnek almalıyız. Evladımız bize verildiğinde nasıl sevinip şükrediyorsak, bizden alındığında da isyan etmemeli mükâfatını düşünüp sabretmeliyiz.
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
Ayşe KIZIKLI
Zamanın birinde bir karı koca yaşar. Adam bir
46
1 Mü’min Suresi,12 2 Ebu Davud. Edeb:91 3 Nursi, B.Said, Mektubat,(Zehra Yayıncılık),93 4 Vakıa Suresi,17 5 Tirmizi, Cenaiz,36 6 Buhari, Cenaiz,6 7 Tirmizi, Cenaiz,64 8 Buhari, Cenaiz,43 9 Al-i İmran Suresi,31 10 Mü’min Suresi,12 11 Bakara Suresi,156 12 Nursi, B.Said, Mektubat,(Zehra Yayıncılık),94
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
gün eve geldiğinde hanımından su ister. Kadın gider, kuyudan suyu çeker getirir, bakar ki eşi uyuya kalmış. Elinde bir bardak suyla eşinin uyanmasını bekler. Adam uyandığında hanımını başucunda beklerken görünce çok duygulanır. Kendisinden memnun olduğunu, ne dilerse onu yapacağını söyler ve söz verir. Kadın kendisini boşamasını ister. Adam şaşırarak, mutlu bir aile olduklarını, neden boşanmak istediğini sorar. Kadın eşinden, sözünü tutup boşamasını ister. Bunun üzerine adam, yanına hanımını alarak Kadı’nın yanına gitmek üzere yola çıkar. Yolda adamın ayağı bir çukura takılıp düşer ve ayağı kırılır. Kadın: “Elhamdülillah deyip, eve dönelim.” der. Adam daha da şaşırarak neden boşanmaktan vazgeçtiğini sorar. Kadın; “Ey efendim! Allah sevdiği kullarına hastalıklar ve musibetler verir. Oysa bizim çok rahat bir yaşantımız vardı. Acaba Allah bizi sevmiyor mu diye üzülmüş ve senden boşanmak istemiştim. Oysa şimdi ayağın kırıldı, anladım ki Rabbim bizi unutmamış” dedi. Asr-ı Saadete baktığımızda da yol gösterici örnekleri görmekteyiz: Hz.Ümm-ü Süleym, gayet temiz ahlak sahibi bir hatun idi. Çocuğu vefat ettiği zaman, sabır ve metanetle bizzat kendisi yıkadı ve kendisi kefenledi ve bir tarafa bırakıp, komşularına dönerek: - Babasına haber vermeyin. Hz. Ebu Talha orada bulunmamaktaydı. Akşam eve döndüğünde, çocuğunu sordu. Hanımı: - Gördüğünden şimdi çok iyidir, der. Sonra yemek yediler, oturdular, birlikte oldular. Bir müddet sonra Hz.Ümm-i Süleym, beyine gayet metanetle şöyle der: - Ebu Talha, ödünç alınmış bir şeyi geri vermek icap eder mi etmez mi? - Söylediğin bu söz nasıl bir söz, elbette ki ödünç alınan şey geri verilmeli. — O halde, Hak Teala da sana emanetten vermiş bulunduğu çocuğu aldı. Ebu Talha bu sözü duyunca : - Biz Allah’a ait kullarız ve yine O’na dönücüleriz, der ve şükreder. Sabah olunca gidip Resulullah (s.a.v.)’a anlatır. Resulullah (s.a.v.): - Ya Rabbi bunun daha iyi bir karşılığını Ebu Talha’ya ver, diye dua eder. Nitekim dokuz ay dokuz gün sonra Abdullah diye bir çocukları olur. Çocuk, Peygamberimizin himayelerinde büyür ve İslam Tarihinde önemli bir şahsiyet olur. Bu ayet, hadis ve kıssalardan, büluğ çağına ermeden evladımız vefat ettiğinde nasıl düşünmeli ve nasıl davranmamız gerektiğini öğreniyoruz ve anlıyoruz ki; insan acizdir, güçsüzdür, kendisi ve sevdikleri için neyin hayır olup olmadığını bilemez. Öyleyse veren sensin alan sen. Sen ne verdiysen odur, dahi nemiz var deyip O’na sığınmalıyız ve şu müjdeyi sürekli zihnimizde diri tutmalıyız; “Vesile-i saadet-i dareyn olan iman ve İslamiyet, mü’mine der ki: Şu sekeratta olan çocuğun Halık-ı Rahimi, onu bu pis dünyadan çıkarıp Cennetine götürecek. Hem sana şefaatçi hem ebedi bir evlat yapacak. Mufarakat muvakkattir, merak etme; “ Hüküm Allah’ a aittir.”,1 “Biz Allah’a ait kullarız ve yine Ona dönücüleriz.”1 de, sabret.”1
47
Selami YÜKSEL
daha felsefe tarihine ve düşünce tarihine bir göz attıktan sonra kendimce şöyle bir cevap buldum. Başka meraklıların merakını gidermesi dileğiyle.
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
Bu soruların cevabını 18.yüzyıl ile başlayan Avrupa’nın Aydınlanma Felsefesinde bulduğuma inanmaktayım.
Aydınlanma felsefesinin temel dayanağı materyalist inkarcı bir felsefedir. Sonraki zamanlarda bu felsefe pozitivizm (Deney ve gözlem ile test edebildiklerimiz vardır düşüncesi. Olguculuk. “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür. B.S.Nursi.), laiklik vb. düşüncelerle ortaya çıkar.
FELSEFE NEDİR? NEREDEN BAŞLATMALI?
F
elsefe hayat biçimi, yaşam tarzı değil, hayatı algılama ve yorumlama uğraşısıdır.
Felsefe, bilgi sevgisi, bilginin peşinde koşma, bilgelik sevgisi, hayatı anlama çabası, düşünme veya düşünme işi, tefekkür, yorumlama vb. kavramlarla ifade edilebilinir. Bu tür bir anlamlandırmaya hiçbir felsefeci karşı çıkmaz. Hal böyle iken neden felsefenin hep Yunan’dan başlatıldığı zihnimi meşgul eden
sorulardan b i r i s i olagelmiştir. Ve bu durum kitaplarda “Yunan Mucizesi” olarak ifade edilir. Acaba Yunanlılardan önceki insanların düşünme yetenekleri yok muydu? Onlar düşünme, yorumlama, tefekkür etme ve hayatı anlama, anlamlandırma çabası içine girmezler miydi? Hep merak etmişimdir. Bu düşüncelerle bir kez
Bu dönemde felsefeciler ve aydınlar için, Hıristiyanlık dinini inkar etme ve diğer dinleri de bu dine kıyas ederek reddetme anlayışıyla hareket etme moda haline gelmişti. Fakat bir sorun vardı. O da köksüz bir düşünce ve felsefe kalıcı olamazdı. Ve de kandırıcı olamazdı. Bundan dolayı kök arayışları ve bu materyalist (maddeci), pozitivist ve laik felsefeyi temellendirme çabaları başladı. Bu çerçevede Ortaçağ Hıristiyanlık düşüncesi ve İslam düşüncesi onlar için bir kaynak olamazdı. Bundan dolayı binlerce yıl bir düşünce ve medeniyet birikimini atlayarak Yunan düşüncesine başvurdular. Pekala bu dönemde, diğer düşünceler de vardı. Örneğin insanlığın en eski ve köklü düşüncesi Mezopotamya medeniyet ve düşüncesi, Çin ve Hint felsefe ve düşünceleri bu sözde aydın ve felsefecilerin dikkatini çekmiyordu. Bütün bu zenginlikleri neden bir tarafa attılar? Atmakla kalmadılar, bazen gizlediler ve bazen de inkar ettiler. Neden? Çünkü gerek İslam düşüncesi ve gerekse diğer eski düşünceler dinin
etkisinde idi. Hak dinlerden etkilenmişlerdi. Yunan düşüncesi ise güya özgür aklın özgür düşünceleri idi. Özellikle de Yunan düşüncesinin inkarcı kısmı ele geçmez bir fırsattı onlar için. İnkarcı kısmı dedim çünkü Yunan düşüncesi bile hak dinlerden etkilenmiştir. Sokrates,
48
Aristo ve Eflatun’un bir çok düşüncesi buna delildir. Ama bu Aydınlamacı felsefe ve düşünürler kendi inkarcı düşüncelerine uygun olan felsefi düşünceleri aldılar. Diğer düşünceleri ise hep gizlediler veya çarpıttılar.
Artık bu ideolojik ve taraflı, düşünce ve felsefelerin varlık gayesini yetirdiği zamanların geldiği görülmektedir.
Felsefe; eğer hayatı ve kainatı anlama, anlamlandırma ve düşünme işi, düşünme sevdası ise Kürtlerin deyimi ile ser sera, ser çâwa (baş göz üstüne). Yok eğer yukarda değinildiği şekli ile, vahyi reddeden bir düşünce, yöntem ve bilgi peşinde koşma işi ise, her dinden dindarların felsefeye karşı mesafeli durmaları devam edecektir. Ey “aydınlanmış kafalar”! Bu gafletten uyanmanız dileğiyle.
Felsefe kavramı kirlenmiş, taraflı bir tanıma büründürülmüştür. Bu nedenle felsefe kavramı yerine hikmet veya irfan gibi kavramlarının kullanılmasının daha sağlıklı olacağı kanaatindeyim. Bu iki kavram da bütün düşünceleri içine alabilecek özelliğe sahiptirler. Felsefe vahiy ve vahiy düşüncesi ile barışmak zorundadır. Aksi halde inanç sahibi olan insanlar felsefeye hep mesafeli duracaktır. Felsefe için yapılan anlamlandırmalara baktığımızda, vahiyle bir çelişkinin söz konusu olmadığını görürüz Çünkü vahiy aklı reddeden değil tamamlayandır. “Hatta akıl ve nakil çeliştikleri vakit, akıl (akl-i selim) esas alınır. Nakil(ayet ve hadis) tevil edilir.” Bu derece akla önem veren bir düşüncenin, maddeci, pozitivist düşünce bakış açısıyla dışlanması felsefeyi kısırlaştırmakta, sınırlamakta ve anlamının dışına çıkarmaktadır. Tefekkür gafleti izale eder. Vesselam.
YÜREK HARİTASI
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
Felsefeyi neden Yunan’dan başlatıyorsunuz? Denildiğinde, onlar şöyle cevap vereceklerdir; Yunan felsefesi özgür ve akla dayalı bir felsefedir, diğer düşünceler ise dinin egemenliğindedir, bundan dolayı da o düşünceler felsefe kapsamında yer almaz. Hani felsefe düşünme idi. Hayatı anlamlandırma, anlama çabası, bilginin peşinde koşma işi idi. Doğru ama dinsiz bilginin peşinde koşma işidir, onlara göre. Bilgi ise, insanın zihinsel faaliyetler sonucunda elde ettiği, ulaştığı ürünlerdir. Şeklindeki tanım bir çok felsefe kitabında yer alan bir tanımdır. Gerçekte ise bu bilgi tanımı maddeci felsefeye aittir. Bu tanıma göre vahiy, bilgi değildir. Bundan dolayı vahiyden etkilenen düşünceler bilgi değildir. Dolayısıyla bu tür bilgilerin peşinde koşma da felsefe değildir. Bu dinsiz bilgi veya diğer bir ifade ile vahiyden, dinden en az etkilenen düşünce, tarih içinde hangi düşüncedir? Tabi ki Yunan düşüncesi. O halde düşünceyi yani felsefeyi Yunandan başlatmak gerekir dediler. Ve insanlık tarihinin en önemli ve biricik buluşunu bulmuş oldular. Bunun adı da “Yunan Mucizesi” idi. Laikliğin mucizesi de ancak böyle olurdu.
ABDULHAMİD HASAN
Çocuklar değil, ağlayan gece imiş, İbrahim’e haber ver karınca yolda imiş, Tut kolundan bülbülün, üşür soğuk gecede, Belki güller, güllerde vurgun imiş...
U
hudu andırıyor her yer, yüreklere vurulmuş esaret zinciri, karınca yuvası ateşle kaplı, kelebeklerin kanadı kırık, bir Ömer nidası, bir Faruk hasreti gözlerde... Halid de dönmedi hala Mute yolundan… kuşlarda gelmedi bugün ayine… hala ağıt yakar Sümeyye. Dedim ya matemler düştü baharımıza, seher vaktinde ağlaşır kuşlarımız duayla suladığımız mezar başında. Bir sessizliktir bitmeyen, ama vurulduğumuz kara gözler değildi alnından. İçmiştik sevdanın ak iklimini, yelkovanlar gibi dönerdi melekler manevi duygularımız etrafında, şafak vakti bir çığlık olurduk, bir eylem sabahında kar tanesi kadar hafif, aşk kadar sessiz ve dağlar kadar yalçın olurduk, süzülürdük yürek Bir çiçek dalından düşer miymiş, yürek coğrafyamdan bir harita koyayım çeyizine, kan kırmızısına boyanmış cennet yeşilinden. En masum, en arı, en utangaç. Buhara kokusu sinsin tenine, Endülüs’ten bir anı yazayım üstüne. Grozni’den bir dağ çiçeği süslesin kenarlarını. Hindi kuşlardan bir avuç toprak serpiştireyim üstüne ve Filistinli Muhammed’den emanet taze şehit misk kokusuyla yoğurayım yürek haritamın Bağdat sokaklarını. Tıpkı duvağın ardındaki al yüzün gibi utangaç ve al renkli… Az kaldır başını, görürsün Musa’yı, üç mil ötede terkedilmiş bir tankın üzerinde tekbir getirmek için seni bekliyor. İsrafilin sura üflediği gün, vaveyla kopacak; tufan, kasırga ve imdat çığlıkları kaplayacak yeryüzü meydanını. Ve Ali, halkların sessiz çığlığı. Ve Hüseyin şehadetin mührü. Ve Zeynep, direniş, kızgınlık, öfke...
49
B
KENDİMİZ OLABİLMEK
ir toplumun tanıtılmasında o toplumun kendini ifade ederken kullandığı tanımı kullanırız, fakat o toplum kendini tanıtamıyor veya daha da vahimi kendini tanımıyorsa? Bu kez de kendi kriterlerimize ve kendi müşahedelerimize dayanarak tanıtmaya başlarız. Bundan böyle de mevzu olan topluluk tanınan değil, tanıtılan bir toplum oluverir. Alem-i islamın hal-i hazırdaki durumunun “tanıtılan” bir toplum olduğu kanaatindeyim. Bunun sebebi sadece kendimizi tanıtamadığımız değil, malesef kendimizi tanımadığımız gerçeği de sözkonusu. Bir insanı kendisi kılan nasıl ki şahsiyet haline getirilen kriterler ve bu kriterlere uygun ameller ise, bir toplum da bundan fazlaca farklı değildir. Zira toplum da fertlerin ortak şahsiyetidir denilebilir.
Bir sistemi değerlendirirken adil ve objektif olunabilmesi için öncelikle o sistemin kurucusu değerlendirilmelidir. Teori, pratize edilmesi mümkün ise, bunun sistemin kurucusu tarafından ortaya konulup konulmadığına bakılır. Sonrasında da sistem topluma yayılmış ve genelleştirilmişse, neticesindeki toplumsal terakkiye bakılır. Buraya kadar herşey mukabiline denk düşüyorsa sistemin kendisinde sorun yoktur denir. Fakat sistemin teorisinden bağımsız olmasına rağmen o sistemin adını kullanarak yapılan amellerden sistemin kendisi ve kurucusu sorumlu değildir, zira sistemin dışına çıkılmıştır ve sorumluluk, yapanın şahsına atfedilir. Müslümanların durumunu değerlendirirken de batının bu pencereden bakması gerekir. Şuurlu ve düşünen gayr-i müslimlerin islamiyeti seçmesi bu şekildedir. İslamı araştırıp özünden hareketle değerlendirmekledir. İslamiyetin kendisini araştırıp, kurucusunun vekil tayin ettiği Efendimiz’in (a.s) hayatının tahkik ve tedkikinden sonra İslam Dininin hakiki bir teslimiyetle nasıl da büyük bir saadet getirdiğine şahit olunup, Allah ın vahidiyetine ve islam dininin hak olduğuna iman etmişlerdir. Diğer kavimlerin, özellikle alimlerinin, ehl-i iman safına idhalleri bu sırdandır.
Bir müslüman İslamiyetin emirlerini yerine getirebildiği ölçüde İslamı temsil eder, burdan hareketle de her müslümanın her sıfatının müslüman olamayabileceği gerçeğine ulaşırız. Mesela doğru söylemek fıtrat dini olan İslamiyetin bir öğretisi yani müslümanın sıfatı iken, müslüman birisi kafir sıfatı olan yalancılıkta bulunabilir. Bir kafirin de bütün sıfatları kafir olmak zorunda değildir, bir kafir de islamiyet sıfatı olan sıdkı yaşayıp kafir sıfatı olan kizbden uzak durabilir. İslamiyet ise müslümanın “kafir” sıfatlarına göre değerlendirilmemelidir, böyle bir değerlendirme sadece şahsın kendisinin değerlendirmesi olacaktır. Batının bizi ele alış tarzının kırılma noktası da budur sanırım. Kendimizi tanıtamadığımız için, islamiyeti hakkıyla yaşayıp lisan-i halimizle anlatamadığımız için, “işte biz
buyuz” diyemediğimiz için ve onların da tahkiki bir araştırmaya girişmemelerinden ötürü bizleri, hakkımızdaki cehaletleri ile, sadece gözlerine çarpan ve kendilerine yansıtılan müslümanların davranışları ile tanımladılar ve gerçek islamiyeti bilmemelerine rağmen bildiklerini sanıp düşman oldular
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
MAHMUT GÜNDEŞ
“Elhamdulillah müslümanız” demek dışında batılı birinden ve belkide bir ateistten yaşantısal olarak hiçbir farkı olmayanlar gözlerine çarptıkça.. müslüman oldugunu söyleyip de insaniyetin gereği olan hakhukuk gözetme konusunu ihmal eden ve sıdkı hayatından çıkaranları gördükçe.. müslümanım diyen birilerinin yine müslüman olduğu için başını örtmesi gerektiğini söyleyen bir hanımın, başörtüsünü indirme adına elinden geleni ardına koymadıklarını izledikçe.. çalışmaya karşı o derece iltifat eden bir dinin tebaası olduğunu ilan edip, başkalarından çalıp çırpmak ve haksız kazançla nasıl da zenginleştiklerini duydukça.. faizin her türünün ve vesile olan her kişinin lanetlendiği bir dinin fertlerinde faizden nasibini almayan veya faiz yemese bile dumanından çekmeyenin kalmadığı bir zamana şahit oldukça.. ve binlerce ortak değere rağmen hala basit menfaatler uğruna, katl bu denli kötülenirken, hiç çekinmeden birbirilerini öldürmeye teşebbüs ettiklerini gördükçe bizi yanlış tanıyacaklardır.. buna karşı da hiçbir savunmayı kaale almayacaklardır. Bu tablo karşısından başka bir sonuç da beklenemez. İnancım şu ki, Allah’a, Rasulüne ve islamiyete en büyük vefa borcunu Allah’ı, Rasulünü ve İslamiyeti doğru şekilde tanıyarak ve doğru bildiklerimize riayet ederek ödeyebiliriz. Dini savunmanın slogan atmak ve meydanlarda toplanmak veya biryerleri yakıp yıkarak insanları öldürmek olduğuna sanırım hiçbir vicdan inanmaz. Ve çözüm de asla bu şekilde olamaz. Yürekler fethedilmedikçe gerisi önem arzetmez. “Bu yüzde yalan olmaz!” dedirtemedikçe, o yüzle Allah’ın karşısına çıkmaktan korkmak gerekir. O halde çözüm daha da netleşiyor, insanlara yaşanılır bir dünya saadetiyle beraber, onları ahiretteki saadete ulaştırmanın yolu; kim olduğumuzu doğru kaynaklardan, doğru bir şekilde öğrenmek ve onun en doğru bir mümessili olmaktır. Ashab-ı güzinin muvaffakiyet sırrı da bu olsa gerektir. Böyle oldukça biz kendimizi tanıtmış olup başkalarının kendilerince “bir tanımı” olarak kalmayacağız. Eğer biz doğru İslamiyeti ve İslamiyete layık doğruluğu lisan-ı halimizle gösterebilirsek, fıtraten hakkı arayan insan, İslamiyetin güzelliğini ve hakkaniyetini takdir edecektir. Neticesinde de, her müslümanın en hayati meselesi olan tebliğin meyveleri alınacak ve grup grup islamiyete dehaletler görülecektir. Dünyanın dört bir yanında fıtratı sönmemiş ve hala vicdandan az da olsa bir eser taşıyanlar, insaniyet-i kübra olan islamiyeti gerçek manada idrak edip husumetlerine aklın ve kalbin sesi ile son verecek ve birbirilerini anlayacaklardır. Anlayış da elbette affı netice verecek ve muzaffer olan uhuvvet olacaktır. Ve dilerim öyle olur...
50
MÜSLÜMANLARIN
“TARİHTE TATİL”DEN DÖNÜŞÜ VE ATEŞLE İMTİHANI
M
I. Modernlik ve Kriz
ax Weber, modernliği “dünyanın büyüsünün bozulması” olarak tanımlamıştı, yani modernite ile beraber insanlık artık şeylerin ardında gizem, aşkınlık, dünya üstü nedenler, öte varlıklar aramayı bırakarak her şeyin “nedenini” o şeyin içinde arama noktasına gelmişti ki, bu her şeyin dikey düzlemden kopartılarak yatay/dünya düzleminde, aklın rehberliğinde “rasyonel olarak” yeniden tanzim edilmesi anlamına geliyordu. Gel gelelim ki son otuz-kırk yılda yaşananlar, küreselleşmeye bağlı gelişen olaylar, siyasal denetim/egemenlik araçlarının gelişimi ile denetimin artmasına paralel olarak; “makro egemenlik” alanın dışında, sürekli gözden kaçan ya da tam olarak denetlenemeyen “mikro iktidar alanları” nın artması, küreselleşme ile beraber yerelliğin güç kazanması, yerel kimlik ve aidiyetlere vurgunun artması, insanın ayaklarının yerden daha fazla kesildiği bir dönemde “ toprak bağının” güçlenmesi, milliyetçi savaşlar, sürekli artan suç oranları, şehir yaşamında “kaos”un sürekli hale gelmesi, bireysel ve toplumsal şizofreni, tüketim çılgınlığı ve bunun dünyayı/doğayı tahrip etmesi sonucu oluşan huzursuzluklar ve çevreci hareketler, göç/mültecilik ve bunun sonucu oluşan küresel ırkçılık gibi modernleşmenin doğal sonucu olan problemlerle karşı karşıyayız.
Modernliğin “ideal insani düzen”e doğru hareketi, insanlık dışı sonuçlar doğurmuş, “Modern idealler” insanlıkta hayal kırıklığı yaratmamıştır. Tüm tasarımlara rağmen “ütopyalar” değil, otoriter yönetimler, “sürekli savaşlar” gerçekleşmiştir. Bugün, insanlığı korumak için teknolojik zaferlerin akıl ve ahlak ile dengelenmesi gerekiyor. “Amaçlardan ve inançlardan “kurtulmuş” bir “araçsal akıl”, serbest hareket kabiliyeti ile tüm küremizi cehenneme çevirme imkan ve kapasitesine sahip. Nihilizm ve postmodern görececiliğin her şeyi/hakikati yok etmesi ve herkesin istediği herşey/hiçbirşey olması, onlarca yıldır bir “anlam krizi ve sorunu” yaratmış durumda. Barbarlık medeniyetle at başı gittiği kabul edilen bir gerçek. Her medeniyet üretim ilişkilerine, yaşam kavrayışına paralel olarak ölümcül ilişkiler ve ölüm biçimleri/cezalandırma sistemleri ortaya çıkarır.
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
SEVER IŞIK
Yine bir vakıadır ki hiçbir uygarlık günümüzdeki uygarlık kadar insanı, insanlığı öldürme ve yok etme kapasitesine ulaşamamıştır. Bugün bir düğmeye basarak NBC silahlarla bir ülkeyi yok etmek mümkün ve bu denendi de. Son yüzyılda da savaşta ölenler 200 milyon civarında bir o kadar da sakat ve yaralı var. İnsanlığın verdiği bedel ve harcadığı emek ise ölçülemez. Bunca savaş ve yıkımdan sonra “ilerlemenin”; “acısızlık”, “mutluluk”, “refah” olmadığı anlaşıldı. Modernitenin krizinin başladığı yer de burası… II. İmtihan
Tüm bunlar olurken 19. yüzyılda siyasal çerçevelerini/organizasyonlarını kaybeden islam dünyası, birçok iç ve dış nedenin birleşmesine bağlı olarak 20. yüzyılda toplum hayatındaki siyasal ve ekonomik belirleyiciliğini kaybederek geri çekilmiş “tarihte tatil”e çıkmıştı.
İslam medeniyeti, 20.yüzyılın son çeyreğin de modernleşme ile at başı giden emperyalizmin huzursuzluklarına karşı yeniden “sistem karşıtı hareketlerin” “direnişini” örgütleyen, “dayanışmayı” motive eden yegane güç olarak “tarihe geri döndü.”
“İslamcılık” kültürel donanım, davranış ve formasyonu ile bugün dünyadaki işgalci küresel imparatorluk düzenine karşı biricik alternatif olma özelliği/potansiyeli ile mücadele içine girmiştir. Elbette ki vahiy orjinli bir din olan İslam’ın mücadelesini toplumun kolektif, kültürel hafızası ve bireylerin bilinci üzerinden yürütmektedir. Dinin hayata dönüşü -ki pratik olarak- hayata müdahalesi ve hayatı yönlendirmesi/belirlemesi günümüzün başat olgusudur. Müslümanlar/islamcılık tatilden dönünce, elbette ortalığı güllük gülistanlık bulmadı. Devran değişmiş, köprünün altından çok sular akmıştı. Daha önce hiç bir uygarlığın, insani etkinliğin, yapıcılığın ve yıkıcılığın ulaşamadığı bir modern medeniyet ile karşılaştı. Bu karşılaşma çetin oldu ve bu süreç devam etmekte.
İslam, tüketim çılgınlığına, doğanın tahribine, çevrenin kirlenmesini durduracak, hayatın anlam ve değer kazanmasını sağlayacak alternatif bir zihniyet/paradigma olarak bugün modern medeniyet ile karşı karşıyadır. Küresel sistemin tekno-kapitalist tüccar şebekelerinin islam dünyasını hedefe yerleştirmeleri, propaganda aygıtına son gaz hız vermelerinin ardındaki neden islam’ın değerler kavrayışı ve hiyerarşisidir. Bu değerler kapital sistemin istilasına set çekme, akıntıyı tersine çevirme potansiyeline sahip olup, kapitalist para babalarının çarkına çomak sokmaktadır. Fakat tüm bunların yanında islamı ve müslümanları bekleyen handikaplar var. Bu açmazlarla hesaplaşma hem islamın, hem de dünyanın kaderini belirleyecek.
Yeni “küresel epistemenin” beraberinde getirdiği yeni sosyal değişiklikler, müslümanların paradigmasını boşaltarak ya da deforme ederek siyasal/kültürel/iktisadi tasarımlarını işlevsiz kılmakta. Müslüman muhayyile bu paradigma tarafından
51
Bugün batı küresel hegemonyasındaki dünyada, “niteliksel ve niceliksel değişim” ve neoliberalizm müslümanların dilini dönüştürmekte. Ve giderek kamu ile uyumlu ama gelenek ile ilişkisi zayıf bir islam anlayışı oluşturmakta. Bugün islami kesim sorunu dünyaya/iktidara talip olması fakat bunun dilini, argümanlarını hakkıyla geliştirememesidir. Örneğin, verili siyasi ve iktisadi dili dönüştüremeden olduğu gibi kullanmaları, itikadi olanın modanın alanına sokulması, vecibelerin “Seküler bir dil” ile sunulması ve savunulması…vb. Tatilden dönen İslamcılığın buldukları modern kültür ile ilişkilerinde bir hastalıklı kavrayışla karşı karşıyayız. Alternatif olma iddiası ile ortaya çıkan Müslümanlar, bulundukları yerdeki “doğruların” karşısında yelkenleri fora etmektedir. Dönüşüm/değişim müslümanların “yaşama kavgasına” sirayet etmiş durum da. Müslümanlar bugün karşı çıktığı modern kavrayışı yeniden üretmektedir. Bütün dikkatler “forma” yönelmiş, “kanunların ruhu” göz ardı edilmektedir. Siyasal iktidar tahayyülü Müslümanları “makyavelist” bir çizgiye çekmekte, ilkeli bir ahlaki duruşu sarsmakta, bu da islami ahlakın içeriğine sürekli “yeni ikamelerin” taşınmasına ve bünyenin yıpranmasına sebebiyet vermektedir. Örneğin, müslümanlar kendilerini “ilerleme” mantalitesi içinde anlamaya ve konumlandırmaya çalışarak onaycı bir yaklaşım geliştiriyorlar. İslamiyetin meydan okuyuşundan bir “uyum/intibak dili” geliştiriliyor.
Siyasi ve ekonomik hayatlarını modernize eden İslami kesim, sosyal hayatını da modernize etme eğilimine girmiştir. “Müslüman her şeyin güzeline layıktır” gibi içeriği belirsiz bir önermeye sığınılarak tüketim kültürü meşrulaştırılmakta ve çağdaşlıklarını ispat için akıl almaz yollara başvurmaktalar; örneğin, faizindeğişik isimler altında islamileştirilmesi, israfın alabildiğince artması, beş yıldızlı otellerde, deniz kenarlarında, kumsallarda “tatil yapma” anlayışının islamileştirilmesi, turistik turlar, bedenlere salt estetik kaygılarla müdahale… Bedenin emanet olarak algılanmasının “mülk” olarak dönüşmesi, estetik beden hayaletine vurulan müslüman kadınlar için “İslami defileler!” …Namusu kadına eşitleyen erkeklerin, kendileri için birçok şeyi “caiz” görmesi; “vitrin kadınlar” taşımak, sekreterlerle aşk ilişkisi, lüks turlar, jipler, kaçamaklar, kendileri için uygun gördüklerini kadınlar için uygun görmeyecek ataerkil tutumlar… Giderek islam kültürü adına, modern bir kültürün karikatürü ve taklidi olan yeşil pop, konser kültürü, marka merakı, “birinci sınıf dünyalar için” alış-veriş mabedlerinin kapılarını aşındırma, burjuva mekanlarının islamileştirilmesi, islamcı sermayenin benzer kapital statü görüngülerine başvurması… Sonuçta oluşan şey; “kapitalizmin islami versiyonu” ve “islami ahlak”ın güme gitmesi. “Sahih” ve “sahici” bir karşı koyuş iddiası ile yola çıkan müslümanlar, modernitenin ilişkilerini, zaman ve
mekan bilincini temellük etmekte. İslamcılık kendi mekanlarını, “yaşam alanlarını” ve “zaman algısını” yeniden üretemeyince kafeleri ve kafe kültürünü tüketmektedir.
Bir süredir “mahremiyetin” “şov” a dönüşmesine şahit olmaktayız. Romantik islamcılar tüketimi artırmak/kasaları doldurmak için ilan edilen her “özel gün” ü sahiplenerek meşrulaştırmakta ve bu babdan olmak üzere aile hayatlarını kamuya açmaktadırlar. Kocaman adamlar gazete eklerinde, tv programlarında sevgililer günü vesilesi ile birbirine yeniden ilan-ı aşk etmekte birbirleri ile yarışmaktalar. Sevgililer günü eki verenler bile var.
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
yönlendirilmekte ve şekillendirilmekte, İslami düşüncenin içi belirsizleştirilmekte, kavramlar flulaşmakta anlam kaybına veya genişlemesine uğramaktadır.
J. Berger’in ifadesi ile söylersek diyebiliriz ki mahremiyet “kapilazmin fidyesi” olarak gözden çıkarılmakta. Sistemin yarattığı “mahremiyet ve cinsellik”, modernite ve gelenek çatışmasının en bariz çatışma alanı durumunda. “Cinsel devrim”in değerleri, bunun teşvik ettiği geleneksel rollerin terki, sürekli tatminsizlik, teşhirin sınır tanımayışı, hedonistleşme, apolitik, hippi, sorumsuz “sev-genç” bir kuşak oluşmuş durumda ve bu sürekli hale gelmekte. Focault’nun dediği gibi cinselliğin bir “günah çıkartma” algısı içerisinde, sürekli konuşularak ve teşhir edilerek, deşifrasyona kışkırtılması “hayatın giderek anonimleşmesini ve kamusallaşmasını beraberinde getirmiştir. Artık yaşam, değerlerden arınan BBG evlerinde izlenen bir “şova” dönüştü. Dünyamız dönüşmekte
giderek
Sodom
ve
Gomore
ye
Biyolojik krallık kadın ve erkek ilişkilerini temelden sarsacak maddi koşulları da yaratma imkanına sahip durumda. Ahlaki normların tasfiyesine, cinselliğin kışkırtılmasına, tüketime sunulmasına, itirafa zorlanmasına, günahın deşifrasyonuna, rijit bir şekilde sokağa taşmasına, yatakların ortalık yere serilmesine karşı yeni bir emanet beden/gövde anlayışı ile “cinsel faşizme”, onun “mal/ mülk beden” kavrayışına ve “unisex/cinsiyetsileştirme” politikalarına karşı çıkılmalıdır. Müslümanlar dünyanın sorumluluk altına girmeliler. III. Ve Umut
sorunlarından
M.Watt islamın üç helenistik karşılaştığını söyler, bunlar:
dolayı
dalga
ile
1.Dalga: İslamiyetin yükseliş devrinde genişleyen fetihler sonucu Süryanice üzerinden klasik Yunan kültürü ile karşılaşması.
2.Dalga:10.ve13.yüzyıllardaki haçlı seferleri ile islamiyetin, yıkıcı bir saldırı sonucu “Batı” ile karşılaşması. 3.Dalga: Tüm yerküreyi kuşatan ve halen yayılma istidadı gösteren Modernliğin yayılması.
İslamiyet ilk iki dalgayı, entellektüel gücünün zirvesinde olduğundan, rahatlıkla, karşılaştığı “karşı kültürün” “hasen” bulduğu kısımlarını da temellük ederek atlattı. El’an karşı karşıya olduğumuz modernlik ile olan karşılaşma/hesaplaşma devam etmekte, bu seferki
52
Tüm bu huzursuzluklarına/kötülüklerine rağmen hiç bir medeniyet tümüyle kötülüğe/yanlışlığa/ barbarlığa indirgenemez. Böyle bir kavrayışın kendisi medeniyet kavramının içeriğine ve anlamına aykırıdır. Çünkü “insani olmayan” bir şey medeniyet olarak adlandırılamaz. Modernite kültürel kavrayışımızı, hayat anlayışımızı bize sundukları ile adeta geri dönüşümsüz olarak değiştirmiştir; örneğin, siyasal demokratizasyon, kültürün demokratikleşmesi ekonomik refah, bolluk, kolaylıklar, okuma yazmanın yaygınlaşması, ulaşım ve iletişim araçlarının baş döndürücü hızı ve gelişimi, insanın ilişkilerini dönüştürmesi, insanı bir yere, ülkeye, toprağa mahkumiyetten çıkarması...vb gelişmeler, bazı menfi sonuçlarına rağmen, tüm bunlar, modernliğin kazanımlarıdır. Ve bunları “başka bir yere ait” “yabancı” “Avrupai” renge/posta bürünmüş olarak algılamak nitelemek “ucuz hamasi analizlerle” dışlamak çözüm olmasa gerek. “iktisadi araçsal akıl” ile, karşı kültürlerin “kapital değer”e sahip olan kısımları masseden bu obur uygarlık ile mücadele son derece çetin; fakat, imkansız değil.
Medine de başlamış bir medeniyet olarak sorunlarımızı medeni bir şekilde, vahyin ışığı ile aydınlanmış, incelmiş insani entellektüel bir aklın aydınlığında çözmeye çalışmamız gerekiyor.
Din, bugün meydan okuma “dili” olmuştur. Modernitenin “meta anlayışına”, zaman ve mekan kavrayışına karşın, yaşamı yeniden anlamlandırmalı, insan ve Allah arasındaki “aidiyet” bilincini güçlendirmelidir.
İnsansı yunan merkezli teolojik kavrayıştan farklı olarak, insanı tanrının karşısına koymayan, onu “eşrefi mahlukat” olarak tanımlayan islamın, bedeni “mülk” değil, “emanet” olduğuna dair algısı, insanları bir çok sorundan koruma kapasitesine sahiptir. Kanaat, sabır, tevekkül, emek, alın teri, yardımlaşma, hayırda yarışma, temizlik, doğruluk gibi değerleri ile, ribayı, fahiş kar oranlarını, toplumsal sefaleti günah olarak algılaması ve israfa karşı olması, tüketim toplumundaki tahribatı önlemek için rekabetin yakıcı yıkıcılığına karşı çıkması,insani dayanışmayı öngörmesi, güce, paraya ve mala değil, adalete dayalı insan tasavvuru ile, içten içe işleyen bir iktisadi akılla yaşlıları toplumdan dışlamayan, hayata dahil eden insaniliği ile modern kültürün karşısında durmaktadır; ki bu duruş bugün yegane “sahih ve sahici” meydan
okuyuştur.
İslam, insanlığın dertlerine derman olma potansiyeline sahiptir. Reçetenin oluşumu ise, müslümanların entellektüel cehdine ve idrak gücüne bağlı olarak oluşacaktır. Bugün modernite, aklın arabasına koşmayan tüketmeyen tüm kültürleri ve yaşam biçimlerini “gerici”, “ilkel”, “bağnaz”, ve illegal ve “terörist olarak mahkum etmekte ve yaftalamaktadır. İslamın modernlikle çekişmesi, hayatın kültürel kodlarının, kapitalize olup olmaması üzerinden yaşanıyor.
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
askeri ve entellektüel donanımı çok daha güçlü olan bir karşılaşma bu. Bu karşılaşmanın ilk hamlesinde modernite, kadim kültürleri adeta “kronik bir krize” mahkum etmiştir. İslam dünyasında ve eşzamanlı olarak tüm dünyada emperyalizm olgusu ile at başı gelişen/giden modernlik, yaşlı gezegenimizin şimdiye kadar gördüğü en güçlü ekonomik, siyasal ve kültürel taarruz ve tasallut ile karşı karşıya bırakmış ve ulaştığı her yerde/toplumda “yakıcı bir ateş” halinde geleneksel kültürlerin kimisini tamamen, kimisini de kısmen yok etmiş, bir kısmını ise deformasyona uğratmıştır.
Çözüm “süreklilik ve değişim” içinde aranmalıdır. Ataların dini üzerinde ısrar etmeden(2/70), “dinsel bir bürokrasi” oluşturmadan “karşılıklı anlaşma” içerisinde yeni bir iletişim dili inşa etmemiz gerek. Oluşturacağımız yeni dil (lingua islamica) İslami insanı (homo islamicus) ortaya çıkaracaktır. Geliştirilen çözümlerde, siyasal ve toplumsal projelerinde “mutlakiyetçi bir din” ve “din dili anlayışı”na karşı çıkmalı ve kendi siyasal dilinin, amaçlarının oluşumu peşinde olmalıdır. Sürekli değişen dünyada yerelliğe gömülmeden, içe kapanmadan muhafazakarlaşmadan yeni kutuplaşmalara kaşı çözümler üretilmelidir. “Fetihçi” modern dünya/doğa kavrayışını da aşarak, insanı kendine yanancılaştırmayan, işçi haklarını, kadın haklarını güvence altına alan, sömürüyü önleyen, doğayı tahrip etmeyen çevreye uyumlu ekonomik bir sistem oluşturulmaya çalışılmalıdır. Zaten İslami iktisadi değerler; doğruluk, temizlik, itimat, bağış, erdemleri değil midir? Açlık ve sefalet varken temerküzü yasaklayan, fazla malı fakirin hakkı gören islami bir zihniyete/ çizgiye yaslanarak yola çıkmalıdır
Ne yapılırsa yapılsın, islamın, yeni bir inanç yeni bir “insan ve dil tasavvuru” olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Bu islamın “raison détre(varlık nedeni)sidir. Ve hiçbir zaman “islam amaçlar/erekler krallığını terk etmez.”
53
MÜSLÜMAN DİLENMEZ, DİLENDİRMEZ
İ
tiraf edeyim, Duha suresini dikkatli bir şekilde okuyana kadar, dilencilere bakışım pek hoş değildi. Azarladıklarım, ders vermeye kalktıklarım, dilenciliğin kötülüklerini anlatmaya çalıştıklarım epey vardı. Öyle ya, sapasağlam insan dilenir miydi? Neden iş aramıyorlardı? Hem bunlara para filan da verilmemeliydi. Zaten dilenciler, merhametten doğmuş iki ayaklı marazlardı. Sonraları, Duha suresini dikkatlice okuduğumda karşıma çıkan; “İsteyeni azarlama!” ayeti, bende ciddi bir milad oldu. İki kelime vardı orada: Sadece iki kelime, ama etkisi ömrüm boyunca sürecek bir direktif haline geldi içimde. Kur’an adeta şunu söylüyordu bana: “Onlar zaten, yüzlerini ve onurlarını ayaklar altına sermekle, alacakları cezayı almışlar. Bir de senin vurmana gerek yok. İstemiyorsan para verme, ama azarlamakla da uğraşma.” Dersimi aldıktan sonra boynumu eğdim, “Tamam Ya Rabbi. Duymayacaksın bundan sonra” dedim. Deyiş o deyiş.
Elimde çok ilginç bir belge var. Başlığı: “Bayburt Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti Nizamnamesi” Evet, aynen böyle: Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti. 1913 yılında, Bayburt’ta, şehrin ileri gelenleri tarafından kurulmuş bir cemiyet bu. Kaymakamından müftüsüne, imamından öğretmenine, askerinden muhtarına, esnafından tüccarına herkes el ele vermiş. Cemiyetin 12 maddelik bir tüzüğü var. İşte, oradan seçtiğim çarpıcı maddeler: Madde 2: “Cemiyet ilan eder ki: İşin, işlemenin dostudur; işsizliğin, dilenciliğin düşmanıdır. İmdi, işsizliği bahane ederek dilenciliğe girişmiş yahut girişecek olanlara iş bulmayı, sadakanın en makbulü gibi tutar.” Madde 3: “Cemiyet her işsize iş bulmağa borçlu değildir. Yaşça, başça, sağlamlıkça, sanatça, işçilikçe ve her türlü yaşayışça göze çarpar bir halde güçlü bulunanlar, Cemiyet’e katiyen sığınamazlar. Cemiyet, yalnız bir hastalık, bir felâket, belki de bir talihsizlik yüzünden düşmüş olanlara açıktır.” Madde 4: “Cemiyet, münasip gördüğü bir işi işlemeyenden hemen elini çeker. eğer o kimseyi dilencilikte görür ise, hükümet vasıtasıyla derhal cezalandırır.” Madde 9: “Dilendirmezler, gönüllerinde ‘kati bir merhamet’, ruhlarında ‘müslüman dilenmez, dilendirmez!’ emelini taşırlar…” Madde 10:
“Cemiyet, azası yedi kişiye kadar inmiş, bunların da reyleri birleşmiş ise feshedilebilir. Yine o şart ile ki, fesh kararını verenler, Cemiyet’in bütün varını alarak Edirne’ye gidecekler, orada ömürlerinin sonuna kadar İslâm yoksulları için çalışacaklardır.”
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
TAHA KILINÇ
1913 yılından bahsediyorum. Bir zamanların şanlı İmparatorluğunun çatır çatır çöktüğü o zor zamanlarda, Bayburtlu müslümanlar kendi aralarında böyle bir cemiyet kurmuşlar. Normal şartlarda düşünüldüğünde, “Her yerde savaş var, sırası mı?” denilecek bir durum bu. Ama kıyametin koptuğunu görsek bile elimizdeki ağacı dikmemizi emrediyor ya Peygamber, onun canlı bir misali olmuş bu Cemiyet. Elimizde Cemiyet’in sonrası, ne olup bittiği, fesih mi edildiği yoksa şartların zorlamasıyla mı ortadan kalktığına dair hiçbir bilgi yok. Sadece, bir eski zaman efsanesi gibi, bu nizamname duruyor önümüzde.
Geçtiğimiz yıllarda yaptığım bir röportajda, MÜSİAD Başkanı Dr. Ömer Bolat’a şu soruyu sormuştum: “Zengin müslüman denilince, akla Asr-ı Saadet’ten Abdurrahman bin Avf gibi örnek şahsiyetler geliyor. Acaba günümüzün müslüman zenginlerinde böyle bir örnekliğe ulaşmak için çaba var mı? MÜSİAD, bu bilincin geliştirilmesi için ne yapıyor?” Bolat da, üyelerinin infak ve sosyal yardım konularında bilinçlendirilmesi için hep çalıştıklarını, zaten MÜSİAD üyesi işadamlarının, aynı zamanda sosyal yardım amaçlı birçok vakıf ve derneğin de faal üyeleri olduğunu belirtmişti. Sokaklar evsizlerle, muhtaçlarla, sahipsiz ve kimsesiz çocuk, genç, kadın ve yaşlılarla dolu. Yaşadığımız birçok yerde hatta en muhafazakar semtlerde dahi her gün yüzlercesi ile karşılaşabiliyoruz. Zengin bir işadamı olup, prestijli bir vakfın ‘yardımsever ağabey’i haline gelmek herkes için mümkün değil belki. Artık şehirlerimiz de, bir ‘Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti’ kurmak için, eskisi kadar yekpare ve mü’min değil. Ama en azından, yukarıda cemiyetin tüzüğünde de denildiği gibi, “Müslüman dilenmez, dilendirilmez” prensibini zihnimizden hiç uzak tutmasak… “Zaruri ihtiyaçlar” listesini kabarttıkça kabartmasak… Elimizden tutulması için, muhtaçların elinden tutsak…
54
ORADAN GÜZEL GÖRÜNÜYOR MUYUM?
H
epimizin ilginç ve etkilendiği rüyaları olmuştur. İçinde yetiştiğimiz toplumun yapısı itibarı ile bu rüyalara anlam vermeye veya birilerine verdirtmeye çalıştığımız da olmuştur. Rüya deyince benim aklıma hep Hz.Yusuf (a.s.) gelir. Onun zindanda yaptığı o muhteşem tabirler ne kadar da ibret vericidir. O rüya tabirleri içinde bir cümle var ki hiç aklımdan çıkmamacasına kazınmıştır içime adeta. Tevhid şuuru ile söylenmiş ‘’ Bir çok efendisi olan kölemi, yoksa bir tek efendisi olan kölemi daha rahattır.’‘ mealindeki o can alıcı sözleri unutmak mümkün mü?
Söz Tevhidden açılmışken sadece “BİR” olana güzel görünme derdi ile dertlenmenin tek gaye olması gerektiğini, hatırlatmayı kendime bir borç bildiğim bir kesim insan var ki, aklıma geldikçe rahatsız oluyorum. Kim mi bu insanlar? İki arada bir derede kalmış İslamı mı yoksa modern(!) bir hayatı mı yaşaması gerektiğine karar verememiş (vermeye de pek niyeti olmayan) bir kesim insan. Hakikaten aklım almıyor. Hem tesettür hemde makyajı nasıl bir araya getirebiliyorlar ve nasıl rahat rahat sokaklarda dolaşabiliyorlar. Güzel olmak, güzel görünmek veya birilerinin size güzel demesi bu kadar mı önemli… Yetmiyor mu sadece Allah’ın beğenisini kazanmak. Oysa kendilerini cennete sokacak tek anahtar Allah’ın onları beğenmiş olması değil mi… Ne çabuk unutuverdik kimi razı edeceğimizi, kime güzel görünmemiz gerektiğini. Ya sahi, yoksa İslamın güzellik kriterleri değişti de bizim mi haberimiz yok… Yoksa ortada yine bir sündürme/yumuşatma girişimi mi var… Belki de İslamın nazarında güzel kadın denince, kimleri anmamız ve onların bu vasfa layık olmak için neler yaptıklarını bilmemiz, unutmuşsak hatırlamamız gerekir. Hanımlar! şimdi gözünüzü kapayın ve Hacer annemizi, Hz.Meryemi, Hatice annemizi, Efendimizin gözbebeği Hz. Fatımayı gözünüzün önüne getirin. Dikkatlice bakın bakalım içlerinden hangisinin kaşları yay gibi özenle alınmış. Hangisi allı güllü rengarenk giyinmiş veya başlarındaki örtünün rengine uygun şöyle çaktırmadan da olsa makyaj yapmış. Var mı bir tane fire? Göremediniz değil mi? Bakın bakın iyice bakın.Yok değil mi, evet yok zaten olması da düşünülemezdi. O devirde zaten bu tür şeyler yoktu saflığına düşmeden kendimizi sorgulayalım. Onların bu gibi şeylere prim vermemelerinin sebebi başka bir şey olsa gerek. Onlar bugünün kadınlarından başka bir hesap türü ile mi hesaba çekileceklerdi ki kendilerine bambaşka bir hayat tarzı seçmişlerdi. Hayır, bin kere hayır! Allah’ın dininde ne bir sapma nede bir değişme söz konusudur. 1400 sene önce kadınlardan ne istenmişse; bugünde aynı şeyler isteniyor ve kıyamete kadar da aynı şeyler istenecektir.
Çok eskiden bir büyüğüm, yaşlı bir teyzeden bahsetmişti. Kadıncağız ilerlemiş yaşına rağmen çamaşırlarını yıkayacak kimse olmadığı için kendisi (ama hakikaten kendisi, makinası değil) yıkıyormuş.Yıkama esnasında kadınlar genellikle giysilerinin kollarını ıslanmasınlar diye yukarı doğru katlarlarken bu yaşlı teyze başka bir metot bulmuş. Ne mi yapmış, ne kıyafetini ıslatmış ne de başkalarının, kendi kollarını görmesine müsaade etmemiş. Genellikle ayakkabı boyacılarının kullanmış olduğu, kolluk benzeri uzunca bir kol örtüsü ayarlayıp kollarını onunla gizlemiş. Halbuki o kadar hassas davranmasada yaşı itibarı ile onu kimse kınayamazdı. Ama O takvaya daha uygun olanı seçip sakınanlardan olmayı tercih etmişti. (Allah’ın rahmeti Ona ve tüm sakınanlara olsun) Peki bugünün kadınlarına ne oluyor ki, bu kadar cüretkar ve salına salına kendilerini gösteriyorlar?
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
AYKUT AKÇA
Kendi iyiliğimiz için bir kez daha düşünelim bu meseleyi. Eskiler ne de güzel söylemiş; “bir koltuğa iki karpuz sığmaz” diye. Hem Allah’a güzel görünmeyi hem de insanlara (özellikle de fiziksel olarak) güzel görünmeyi düşünmekten vazgeçip, olması gerekeni, olması gerektiği gibi kabullenip teslim olalım. Kararımızı kesin olarak vermeliyiz. Kime hoş-güzel görünmemiz gerektiğine karar verelim. Aksi takdirde CENNET rüyaları görmenin bir faydası olmaz. Bu hal ile görülen Cennet rüyalarını, Hz.Yusuf (a.s.) bile gelse hayra yormaz. Dost acı söylermiş. Hanımlara çok şık gelmeyebilir bir erkeğin bu konularda konuşuyor olması. Ama inanın bu görüntü çok rahatsız edici. Allah rızası için uyarmak istedim. ÇÜNKÜ BURADAN BAKINCA GÜZEL GÖRÜNMÜYOR
55
ZAMANI ZAMANSIZ YAŞAMAK
Pervam yok verdiğin elemden; Her mihnet kabulüm, yeter ki Gün eksilmesin penceremden!
Şairin de dediği gibi her mihnet kabulüm yeter ki gün eksilmesin penceremden. Gün eksildiği an zaten her şey bitmiştir. Önemli değil geride kalan mutluluk ve mutsuzluklarımız artık. Zaman sürüklüyor işte bütün güzellikleri kalbimiz kor, mevsim sonbahar, nerede kaldı ah o mutlu yıllar? Ve birçoğumuzun aklından belki de şu cümle geçiyor: “Zamanı zamansız yaşadık.”sizce de öyle değil mi dostlar?
Z
aman üzerine nice yazılar yazılmıştır. Sahi nedir zaman, neden bu kadar üzerinde durulması gereken bir kavram? Hani bazı anlar olur kendimizi hiçbir yere sığdıramayız sıkılırız, kendi köşemize çekilir ve kendi kendimize sorular sorarız ama bu soruların içinde boğulur kalırız. İşte böyle anlarda ellerimizi şakaklarımıza koyarak belki de geçmişimizi, geleceğimizi sorgularız hatta çocukluğumuzu düşünüp geçmişe dalarız ama bir hüzün sarar çoğu zaman içimizi ve neden diye kendimize soru üstüne sorular yöneltiriz. Hele bir de şakaklarımıza karlar yağarsa çocukluğa özlem başlar ve o andan itibaren zamanın değerini daha iyi anlarız ki; Cahit Sıtkı’nın şu mısraları dökülüverir dudaklarımızdan: Şakaklarıma kar mı yağdı ne? Benim mi Allahım bu çizgili yüz? Ya gözler altındaki mor halkalar? Neden böyle düşman görünürsünüz; Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Şakaklarımıza kar yağmadan önce dost bildiğimiz aynalar bir anda bize düşman olur da işin içinden çıkamayız artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Belki de kendimizi metafiziğe “Allah’a” adayıp bir derviş olup çıkarız, bu dervişlik çoğumuzda Tanpınar’ın şu mısralarında belirttiği gibidir. Başım sükûtu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen; İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Bundan sonra ölümü belki de soluklarımıza kadar hissederiz Dante’nin otuz beşinden sonra kendisini kilisenin buyruğuna vermesi gibi. Oysa çocukluğumuzda -gençliğimizde zaman bu kadar bize kısa gelmemişti önümüzde daha ne kadar uzun bir zaman dilimi vardı ne de çabuk geçti bu mutlu yıllarımız? Sonra yine Cahit Sıtkı’nın şu mısraları gelir herhalde aklımıza: Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur; Ah aklımdan ölümüm geçer; Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur. Ve gönül Tanrısına der ki:
DENEME-DÜŞÜNCE-YORUM
HASAN HÜSEYİN KAYNAK
56
A
ANNE –BABALARA SESLENİYORUM!!!
nne-Babalara sesleniyorum! Hepimiz çok iyi, başarılı, dürüst, ahlaklı, evlatlar yetiştirmek istiyoruz. İstiyoruz, yani istiyoruz, sadece istiyoruz, istiyoruz da bu uğurda ne yapıyoruz. Sarfettiğimiz çabalar neler? Yeterli mi? Bu anlamda çocuğumuza ne kadar özel zaman ayırıyoruz.? Peki her şeyden önemlisi biz bu konularda iyi birer örnek olabiliyor muyuz? Bizim bu sorulara vereceğimiz cevap, nasıl bir Anne-Baba olduğumuzun da sorusuna verilmiş cevap olacaktır. Bu paralelde Anne-Baba olarak neler yapmalıyız? Peygamber efendimiz bu konuda bizlere seslenerek şöyle söylemektedir. Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.(Müslim) Yapmamız gereken en önemli nokta; özellikle karı-koca arasında sağlıklı bir iletişimin olmasını sağlamak, ebeveynlerin birbirlerini anlamalarına ve saygılı davranmalarına yardımcı olmak ve isteklerini yerine getirme konusunda duyarlı olmaktır. Bunların ardından gelen sağlıklı bir birliktelik çocuklara olumlu olarak yansıyacaktır. Dikkat edin çocuklarına şiddet gösteren anne-babaların eşlerinde, birbirlerine karşı problemleri vardır. Ebeveynlere sesleniyorum! çocuğunuzun 20-25 yıl sonrasını hayal edin, nasıl bir yaşantıları var? Nelere sahipler? Hangi konularda eksikler var? V.b şeklinde sorulara cevap arayın. Verdiğiniz cevaplar onlara nasıl bir gelecek hazırlamaya çalıştığınızın cevabı olacaktır. Her insanın kendine özgü bir gelişim aşaması vardır. Anne-Baba olarak bu gelişim aşamalarının özelliklerini bilmeli ve bireysel farklılıklarının da bilincinde olarak hareket etme zorunluluğuna sahip olduklarını unutmamalıdırlar. Dolayısıyla her AnneBaba bu konuda kitap karıştırmalıdır. Peki genel anlamda nasıl bir tutum içinde olmamız gerekiyor? Çocuklar karşılarında daima öğütler veren insanlar değil, o öğütleri yaşayan modeller görmek ister. Çocuk ev ortamında “konuşmayı” kendi kendine, birinin ona özellikle konuşmasını öğretmesine gerek kalmadan öğrendiği gibi her türlü tavır, davranış ve düşünceyi de ev ortamında tabii olarak alır. Çünkü öğrenme çocuğun doğumuyla hemen başlar. Çocuğa “kitap oku” tavsiyesinden ziyade kitap okuyarak bunun aşılanması daha etkili olacaktır. Çocuğunuza ikide birde nasihat vermeyin.Bazı gerçekleri anlatmak için uygun fırsatlar kollayın. Çocuğunuza olur olmadık her yerde “Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelerle nasihatlar vermeyin. Bu söylenenler yaşanmış gerçekler olsa da genelde çocuklar eleştirildikleri ve azarlandıkları için
çocuğun bir kulağından girer öbüründen çıkar. Ayrıca 13 yaşındaki çocuğunuzdan, 30 yaşındaki bir insanın düşünce ve şuurunu bekliyorsunuz. Halbuki onda mantık değil, daha ziyade his hakimdir. Siz, “ben onlara bu kadar imkan sağlıyorum, bu kadar zorluklara katlanıyorum onun hiç umrunda değil” diye düşünerek, onu nankörlükle suçlarsınız. Halbuki bir çiftçi bile diktiği ağaçtan hemen meyve vermesini beklemez. Çocuk Annesine veya Babasına karşı yapmış olduğu hatalı davranışlarda hemen suçlanmamalı, tartışmaya girmemeli ve anneye yapılmışsa baba, babaya yapılmışsa anne çocuğunu karşısına alıp yapılan hatalı davranışın nedenleri ile birlikte tatlı tatlı konuşularak özür dilemesi gerektiği vurgulanmalı ve yapılan fedakarane davranışlar gösterilmelidir. Bu böyle yapılmayıp, çocuğun yaptığı hatalı davranışının savunulması durumunda ise; uzun süreli olarak daha da ciddi hataların yapılmasına neden olacaktır. Anne-Baba olarak çocuklarımıza saygılı davranmalıyız. Çocuğun küçük olması onun düşünce, his ve isteklerinin küçümsenmesine neden olmamalıdır. Çocuklar his dünyasının zenginliği itibariyle, bizden kesinlikle geri değildir. Günümüzde yaşanan çetin hayat şartlarında aileler günlük hayatlarında fazlasıyla sinirlidir. Bu sinirlilik hallerini ev ortamına da taşıyıp aile ilişkilerine yansıtmaktadırlar. Bu tutum çocuklarımıza tutarsız davranmamıza neden olmaktadır. Şimdilik tepkilerini içine gömen çocuk, ergenlik dönemi başladığında, düşünce ufku genişledikçe, böyle tutarsız davranışlara artık tahammül edemeyecek ve isyan bayrağını çekecektir. Depoladığı tepkiler birden patlak verince, sizde; “Bu sessiz, sakin, laf dinleyen çocuk durup dururken nasıl oldu da böyle değişti” diyerek şaşıracaksınız. Çocuklarımızı eleştirerek eğitmeyelim. Çocukları yetiştirirken anne babalar sürekli olarak çocuğun davranışlarını “iyi, kötü, ayıp” biçiminde değerlendirdiğinden, küçük yaşta yargılama tutumu şahsın içine yerleşir ve çoğu kere kişi gelen mesajları bu eğilim içinde değerlendirir. Örnek:Deprem bölgesinde bulunan bir evde orta şiddette bir zelzele sonucu ev sallanmaya başlayınca merak eden anne nerdesin diye seslenince, çocuk içerden korkak bir sesle ben yapmadım anneciğim diye bağırır. Onların gizil güçlerini ortaya çıkarmaya çalışın. Fikirlerine saygı duydukça kendilerini bulmaya ve geliştirmeye başlayacakladır. Özellikle de başkalarının yanında eleştirmeyelim. Çocuk ya yüzsüz ya utanmaz olur, böylece artık öyle olduğunu kabullenir; ya da utangaç ve pısırık olur. Çocuklarımızı dinleyelim. Anne babalar genellikle çocuklarını dinlediklerini düşünürler, oysa çocuk konuşurken sürekli ikaz, hatırlatma, önerilerde bulunma ve fikir yürütme gibi müdahalelerle çocuğu aslında dinlemezler.Bu tarz tutum konuşan kişinin susmasını veya kendini duyulmamış hissederek küsmesine, içine kapanmasına neden olur. Çocuğunuza hakaret içerikli cümleler kullanmaktan kendinizi kontrol ediniz. Bir kayayı azar azar delen su damlaları gibi, her gün tekrarlanan yıkıcı ifadeler gençlerin ve çocukların kimlik duygusunu zedeler. “Geri zekalı, aptal, tembel, düşüncesiz” gibi ifadeler çocuğun iç dünyasını alt üst eder. Onuru
TOPLUM VE AİLE
Mehmet TAŞ / Psikolojik Danışman
57
Suçlama (Sen her zaman konuşursun zaten) Emir (Hemen yerine otur) Tercih etme (Aynı hareketi bir kez daha yaparsan
okul bitince cezaya kalırsın) Eleştirme (Daha iyisini yapmalısın) Uyarma (Son kez hatırlatıyorum) Utandırma (Şımarık çocuk) Sözlü Anlatım(Birisini rahatsız etmek iyi bir davranış değildir) Yargılama (Kitaplar yazmak için değil okumak içindir)
Bütün bunlar; Çocuğun kendini suçlu hissetmesine Anne babanın adıl olmadığı düşüncesinin gelişmesine. Çocuğun kendisinin sevilmediğini düşünmesine. Sert tepkiye cevap vermesine. Karşı çıkmasına. Kendisini yetersiz hissedip özsaygısını kaybetmesine sebep olur. Çocuk yavaş yavaş kendi başına yaşayabilme ve hayatı hakkında kararlar alabilme yeteneğini görebilmeli. Aynı zamanda da şahsi ihtiyaçlarını giderebilecek güç ve kararlılıkta olmalı. Her ihtiyacı anne-baba tarafından karşılanan çocuklar şımarık olarak yetişirler. Bunu kazandıramazsak çocuk bize aşırı derecede bağımlı, fazlaca uysal olacak. Bu dünyada nasıl yaşayacağını öğrenemeyecektir. O zaman güçlü ve otoriter kişilere ya da kötü niyetli insan yada gruplara kolay bir av olacaktır. Veya yaşı ilerledikçe onunla aramızdaki bağ bozulur, çocuk bizden uzaklaşmaya başlar. Bu durumda da ona yapacağımıza daha fazla direnç gösterir.
TOPLUM VE AİLE
kırılan genç, bunlara tepki göstermeye çalışınca, evde çatışma başlar. Aile daha fazla baskı ve ceza yöntemleri uygulamaya başladıkça gençte başkaldırma, isyan duyguları iyice gelişir ve perçinleşir. Neticede kaybeden her zaman anne ve babadır. Çünkü çocuklarının değişik sıkıntılara düşmelerinden ızdırap duyacaklar yine onlardır. Çocuğunuzu sevdiğinizi söylemekten çekinmeyiniz. Günümüzde pek çok çocuk ailesi tarafından gerçekten sevildiğini hissedememektedir. Oysa her anne baba, şüphesiz, çocuklarını sever. Fakat çoğu zaman araştırmalar çocukların bir şeyden yoksun edildikleri, aileleri tarafından onlara verilmesi gereken bir şeyin kendilerinden esirgendiğini hissettiklerini ortaya koymuştur. Bu eksikliği hissedilen şey kayıtsız şartsız sevgidir. Çocuklarımıza sevgimizi bu dört yolla belirtelim: Gözle iletişim, bedensel iletişim, odaklaştırılmış ilgi ve disiplin. Amerikalı ünlü bir psikolog diyor ki: “Para güç, makam-mevki gibi şeylerde mutluluk arayan pek çok kimseyle konuştum. Ama onlar da hayatı tanıyıp gerçek değerleri keşfettikçe yanlış yönde yatırım yaptıklarının üzülerek farkına vardılar. Hayatlarının en güzel yıllarını para kazanarak geçiren çok sayıda zengin gördüm. Tüm servetlerine ve güçlerine karşın hayatlarının sonlarına doğru kendilerine ilgi ve şefkat gösterecek birer evlat yetiştiremediklerinden psikolojik yardıma ihtiyaç duydular. Her biri asi bir çocuk, yada boşanma nedeniyle kaybedilmiş bir eş yüzünden hayatını ziyan olmuş sayıyordu. Bu hayatta gerçekten değerli tek varlığın başlarına gelenlerle ilgilenen birinin varlığı olduğunun en sonunda anlamışlardı. Fakat iş işten geçtikten sonra...” Ceza konusuna oldukça dikkat edelim. Burada yapacağımız yanlış çocuğumuzun bizden kopmasına kadar gitmesine neden olabiliriz. Bu konuda; fiziksel olmayan, kişiliğine zarar vermeyen türden olmasına ve çocuğun yaşına,anlama kabiliyetine dikkat edilerek zamanında verilmeli ve verilirken de açıklama yapılarak verilmelidir. Pişmanlık duyduğu durumlarda da ceza verilmeyip kendi haline bırakılmalı. Zaten o vicdan azabı çekerek kendini cezalandırmaktadır. Ergenlik dönemi özelliklerine dikkat edelim. Bu dönemde birtakım ruhsal ve bedensel rahatsızlıklar geçirebilir. En önemsiz bir uyarıya fazla hassasiyet gösterip küsme aşırı duyarlılık ve dengesiz coşku, utangaçlık, çevreden uzaklaşma sorumluluktan kaçma, girişim yetersizliği her şeye karşı ilgisizlik gösterebilir. Sanki kızmak, itiraz etmek için bahane arıyor gibidir Çocuklarımızı özgüven duygusunu aşılayarak ve kişiliğine yerleştirerek büyütelim. Büyükleri tarafından sevgi gören, gereksinim duyduğunda beklediği yakınlık ve ilgiyi bulan, fikirlerine değer verilen ve önemsenen, güven duyulan ve sorumluluklar verilen, iyi yaptığı şeyler için övülen, gurur duyulan, yaptıklarında hataya yer verilen ve olduğu gibi kabul edilen çocuğun kendisine özgüveni olur. Çoğunlukla büyükler çocuklarıyla diyaloglarında şu tepki biçimlerini sergilerler;
Çocuklarımıza nezaket, zerafet ve hürmet duygularını öğretelim. Aile içinde herkesin birbirine terbiye dahilinde davranması şarttır. Çocuk etrafındakilere göre nezaket kavramını edinir. Ailenin öteki üyelerinin “teşekkür ederim” dediklerini ve içten müteşekkir davrandıklarını gördükçe o da teşekkür etmesini öğrenir. Ayrıca çocuğa terbiye dersini vermek istiyorsanız, bunu baş başa kaldığınız zaman yapın. Başkaları geldiğinde “oğlum misafirlere hoş geldin dedin mi?”, “Amcanın elini öpsene”, “Abine neden teşekkür etmedin” gibi sözlerle misafirlerin yanında ikaz edilen çocuk mahcup olur. Çocuğunuza ihtiyacından fazla para vermeyin.Kendi eliyle, kendi parasıyla, çocuğuna zarar vermek ne kadar acı. Bir çok değişik zaafları olan gençlere hesabı sorulmadan bol harçlık verilmesi onu her türlü dengesizliğe itebilir. Çocuğa verdiğiniz parayı kendisine fark ettirmeden nerelere harcadığını tespit etmelisiniz. Çocuk okulla ilgili problemlerini eve getirdiğinde kulak ardı etmeyin. Çocuğun küçük de olsa duygu ve isteklerine kulak asmamak, kaynayan tencereye kapak koymak demektir. Çocuğu susturmak ve onun davranışlarını kısıtlamak ise tencerenin kapağını gitgide lehimlemek olur. Kapağı lehimlenmiş sağlam görünen içi su dolu ateş üzerindeki tencere basınç arttığında nasıl ansızın patlarsa sevinçleri, üzüntüleri, endişeleri içe atılan çocukta da bir gün ansızın patlama olabilir Ders çalışmayla ilgili veya ödev yapma ile ilgili problem yaşayan çocuklara ebeveyn yardımcı olmalıdır. Çocuklar ev ödevlerinde zorlanıyor ümitsizliğe düşüyorlarsa onlara cesaret vermek için
58
Çocuğun sınırlarını zorlamayın. Çocuğunuzla ilgili beklentilerinizde, kendi umduklarınızla çocuğunuzun kapasitesi arasında gerçekçi bir denge kurun. Çocuğunuzun girdiği her imtihanı kazanamayacağını her zaman sınıf birincisi olamayacağını, bazen zayıf alabileceğini göz ardı etmeyin. Çocuğunuz ders başarısı yönünden sınıfının en iyi öğrencileri arasında yer alan, sosyal faaliyetlerinde girişken ve liderlik özelliği olan, belirli bir ders veya alanda başarısı olan, öğretmenlerinin veya çevresindekilerin taktirini kazanan biriyse, ne mutlu size. Bu taktirde çocuğunuzla ilgili beklentilerinizi yüksek tutmakta gerçekçi sebepleriniz var demektir.
Çocuğunuzun kaygısını artırmayın. İmtihanlara hazırlanırken öğrencilerde ortaya çıkan “stres” eğitim başarısı önünde ciddi bir engeldir. Türkiye’de üniversite giriş imtihanlarına hazırlanan 4711 öğrenci üzerinde yapılan araştırmada öğrencilerin stres düzeylerinin ameliyat olacak hastaların kaygı düzeylerinden daha yüksek olduğu görülmüştür. Annebabalara düşen görev, çocuklarının sınava hazırlandıkları sırada, onların çalışma isteklerini arttırmak ve çalışmaya teşvik etmek için kaygı yükseltici yaklaşımlardan kaçınmaktır.
Evet bütün bunları yapmaya çalışıyorsak çocuğumuza etkili, verimli ve dinamik bir anne-baba olabiliyoruz demektir. Etkili bir anne-baba yaklaşımı iyi bir gençlik ve iyi bir gelecek demektir. MUTLU YARINLARA…
TOPLUM VE AİLE
ellerinden tutmalılar. Fakat bunu yaparken çocuğun yapması gereken ödevi kendisi yaparak ona bilerek zarar vermemelidir. Bu durumda hem çocuk o konuyu öğrenmez, daha sonra aynı şey tekrar sorulursa yapamaz hem de o yaşta başkasının yaptığı bir işi kendisi yapmış gibi gösterme yanlışlığına, aile bir meşruiyet kazandırır.
59
GÜNÜMÜZ TOPLUMUNUN SIKINTISI
A
ile, sosyal yapının çekirdeğidir. İnsanlık tarihi boyunca aile, toplumların vazgeçilmez sosyal ünitesi olma vasfını daima korumuştur. Aile müessesesinin teşekkülünde maddi ve manevi unsurlar bir arada olagelmiştir. Aile kurumunun başta gelen amaçlarından biri ve en önemlisi; beden, zihin ve ahlak bakımından sağlıklı nesiller yetiştirmektir. İnsan soyunun ahlaki ilkelere dayalı olması, insanlık düzeninin devamına katkıda bulunması açısından önem arzetmektedir.
Toplumları oluşturan bireyler hayatlarının başlangıcındaki ilk eğitimlerini aileden alırlar. Teknolojik gelişmelerin ve egemen güçlerin oluşturduğu olumsuzluklar ve neticesinde çokça etkilenen toplum yapısı ve kültürü karşısında; annebabalar, çocuklarının islamı öğrenmelerini ve müslümanca yaşamalarını nasıl sağlayacaklarını kara kara düşünmektedirler. Bu aileler için ciddi bir sorun olmuştur.Çünkü islamı kendileri için bir din kabul etmelerine rağmen, bir yaşam biçimi olarak hayatlarına geçirememiş, istediğini çocuğuna kabul ettirememiştir.
Güzel ahlak islamda erişilmesine çalışılan bir gayedir.Terbiye de onu elde etmenin yoludur. Terbiye konusunda dinimizin emri de “Ey iman edenler! Gerek kendinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı ateş ve taştır.” (Tahrim 6) İnsanın ehline karşı yapmakla mükellef olduğu husus, nafakasından ibaret değildir. Nasihat etmek, ilim öğretmek ve terbiyesine dikkat etmekle de mükelleftir.
Terbiye milletlerin geleceğinin garantisidir. Terbiyede yanlış bir tatbikat milletin istikbalini tehlikeye atmaktan farksızdır. Hepimiz bir insan olarak, geleceğin daha emin ve daha mükemmel olmasını, gelecek neslin daha güzel yetişip, daha üstün seviyelere erişmesini canı gönülden arzu ederiz.
Günümüzde milletler ve devletler medeniyet yarışı içerisindedir. Bu yarışta kullandıkları en müessir vasıta, terbiye ve eğitimdir. Çünkü yarının ilim adamları, araştırmacıları, idarecileri, hep bugünün çocuklarından çıkacaktır. Eğer bugün tembel, rüşvetçi, sarhoş, hırsız, dolandırıcı ve hain insanlar varsa bunlar dünkü çocukları ihmal edişimizdendir. Toplumun kalkınması ve ilerlemesi için onları, kötü alışkanlıklardan kötü arkadaşlıklardan uzak tutmak zorundayız. Çiftçinin tarlaya tohum ekip, hiçbir bakımını ve ihtiyaçlarını gidermeden mahsul alamayacağı gibi; ailede çocuklarını başı boş bırakıp onları sokağa atarsa, bu çocuklardan ne millet nede aile hayır görebilir. Batılı ülkeler maddi refahı sağladığı halde, ahlaki yönden kokuşmuş durumdadır. Bu arada ahlaken
bozulan yalnızca batı milletleri değil; Müslüman ülkelerde de ahlaki ve kültürel yönden benzeri bozulma ve kokuşma göze çarpmaktadır. Tanzimat’tan sonra batıdan almamız gereken fen ve teknik bilgiler yerine Avrupa ahlak ve yaşayışı ithal edilmeye başlanmıştır. Bu taklitçilik hareketi, zamanla anlayış ve düşüncede tamamen batıya teslim olma şekline bürünmüştür. Müslüman milletlerin bağlı olduğu inançlarla asla bağdaşmayan batı ahlak ve kültürü, bugünün ailesi ve toplumu üzerinde telafisi çok güç tahribat yapmıştır. Maneviyattan uzak, materyalist görüşle yetiştirilen nesiller, eninde sonunda toplumun başına bela olacak duruma gelirler ve de ne yazık ki gelmişlerdir. Unutmayalım ki; Sağlıklı toplumlar sağlıklı ailelerde yetişir.
TOPLUM VE AİLE
Zabit DURMUŞ
60
iNTERNET’TE GÜVENLİK
ir ebeveyn olarak, Web'de gezinirken çocuklarınızın karşılaşabileceği içerikle ilgileniyor olabilirsiniz. Internet Explorer 6, ailenizin görebileceği Web sitelerini denetlemede kullanılabilen İçerik Danışmanı'yla, ailenizin tarama işlerini güven altına almanıza yardımcı olur. İçerik Danışmanı'yla, çocuklarınıza izin verdiğiniz özel bir Web siteleri listesine erişim verip, diğerlerine erişimlerini kısıtlayabilirsiniz. İçiniz rahat olarak nasıl bunu kullanacağınızı araştırın,
İpucu: MSN'de çocuklarınızı Web'de korumaya yardımcı olan gelişmiş ebeveyn denetimleri olduğunu biliyor muydunuz? Tek tek çocuklar için ayar oluşturabilir, yaş esasında içerik ayarları kullanabilir, haftalık etkinlik raporlarıyla çevrimiçi etkinlikleri izleyebilir ve nicelerini gerçekleştirebilirsiniz. İçerik Danışmanı'nı Etkinleştirme
İçerik Danışmanı'nı etkinleştirmek için, bir parolayla, kendinizi İçerik Gözetmeni olarak ayarlarsınız. Şifrenizi kaybetmeyin! 1.Internet Explorer Araçlar menüsünde, Internet Seçenekleri'ni tıklatın. 2.Önce İçerik sekmesini, ardından da Etkinleştir düğmesini tıklatın. Internet Seçenekleri iletişim kutusunda İçerik sekmesi
3.İçerik Danışmanı iletişim kutusunda. Sırasıyla Genel sekmesini ve Parola Oluştur düğmesini tıklatın. 4.Gözetmen Parolası Oluştur iletişim kutusunda kullanmak istediğiniz parolayı yazın. 5.Parolayı Onayla metin kutusuna aynı parolayı bir kez daha yazın.
7.İçerik Danışmanı'yla ilgili iletiye yanıt olarak Tamam'ı bir kez tıklattıktan sonda bir kez daha Tamam'ı tıklatın.
Artık, her seferinde İçerik Danışmanı'nın koruyucu duvarlarına çarpacaksınız; bunları aşmak için gözetmen parolasını girmeniz gerekecek. Dikkat! Parolanızı kaybetmeyin! İçerik Danışmanı'nı kapatmak veya burada herhangi bir değişiklik yapmak için gözetmen parolanız gerekecektir. Bilgisayarınızdan uzakta, çocukların erişemeyeceği bir yerde saklayın. Web Sitelerine Erişimi Sınırlama
Etkin İçerik Danışmanı'yla, ailenizin her zaman görebileceği bir Web sitesi listesi oluşturabilirsiniz. Onaylı listenizde bulunmayan bir Web sitesine erişilmeye çalışılırsa, ilerlemek için bu kişilerden İçerik Danışmanı Gözetmen parolası istenecektir. Onaylanan ve onaylanmayan Web site listesini oluşturmak için, yukarıdaki yönergeleri kullanıp İçerik Danışmanı'nı etkinleştirin ve aşağıdaki adımları izleyin: 1.Internet Explorer Araçlar menüsünde, Internet Seçenekleri'ni tıklatın. 2.Önce İçerik sekmesini, ardından da Ayarlar düğmesini tıklatın. 3.Sizden Gözetmen parolası istenecektir. Parolanızı girip Tamam'ı tıklatın.
4.İçerik Danışmanı iletişim kutusunda Onaylanan Siteler sekmesini tıklatın. 5.Bu Web sitesine izin ver alanına izin vermek veya vermemek istediğiniz Web adresini yazın. Internet Explorer bunu, yazım hatası yapmadığınızdan emin olmak için ister. 6.İpucu metin kutusuna parolanızı hatırlatacak bir ipucu yazıp Tamam'ı tıklatın.
İpucunun yanıtını çocuğunuz bilmemesine özen gösterin. Aklınıza bir şey gelmiyorsa bu alanı boş bırakın. (Ancak, her an parolayı unutabileceğinizi aklınızdan çıkarmayın!)
6.Onaylanan Web siteleri listesine siteyi eklemek için Her Zaman düğmesini tıklatın. Bu siteye erişimi kısıtlamak için de Asla düğmesini tıklatabilirsiniz. Onaylanan veya onaylanmayan siteleri listenizden kaldırmak için site adını, ardından da Kaldır düğmesini tıklatın. 7.Bitirdiğinizde Tamam'ı tıklatın.
TEKNOLOJİ
B
İÇERİK DANIŞMANIYLA WEB TARAMA
61
İçerik Danışmanı iletişim kutusunda Genel sekmesi
5.Eski parola metin kutusuna kullandığınız parolayı girin. Böylece, Internet Explorer parola değiştirme yetkiniz olduğunu anlar. 6.Yeni parola metin kutusuna yeni parolayı girin.
TEKNOLOJİ
7.Yeni parolayı onayla metin kutusuna bir kez daha parolayı girin.
62
İçerik Danışmanı iletişim kutusunda Onaylanan Siteler sekmesi İçerik Danışmanı'nı Kapatma
1.Internet Explorer Araçlar menüsünde, Internet Seçenekleri'ni tıklatın. 2.Önce İçerik sekmesini, ardından da Devreden Çıkar düğmesini tıklatın. 3.Parola kutusuna gözetmen parolanızı girip Tamam'ı tıklatın. Bundan sonra tüm kullanıcılar tüm sitelere serbestçe ulaşabilir. Gözetmen Parolasını Değiştirme
Birisi parolanızı tahmin etmiş olabilir veya siz sağlam güvenlikten yana olup sık sık parolanızı değiştiriyor olabilirsiniz. Nedeni ne olunsa olsun, parolanızı aşağıdaki adımları izleyerek değiştirirsiniz: 1.Internet Explorer Araçlar menüsünde, Internet Seçenekleri'ni tıklatın. 2.Önce İçerik sekmesini, ardından da Ayarlar düğmesini tıklatın. 3.Parola kutusuna gözetmen parolanızı girip Tamam'ı tıklatın.
4.İçerik Danışmanı iletişim kutusunda. Sırasıyla Genel sekmesini ve Parola Değiştir düğmesini tıklatın.
Gözetmen Parolası Değiştir iletişim kutusu
8.Yeni parolanızı hatırlatacak bir ipucu yazıp Tamam'ı tıklatın
ÖZLEM KİTAP KIRTASİYE ARADIĞINIZ HER ŞEY BURADA... TEL-FAX: (342) 3260423 pbx ADRES:EYDİBABA M.KASAP SAİT SK.NO:45/B BOSNA HERSEK PARKI ARKASI ŞEHİTKAMİL-GAZİANTEP
E-mail: ozlemkitabevi@gmail.com www.ozlemkirtasiye.com HZ.MUHAMMED İSLAMİ KİTAPLAR ÖYS-ÖSS HAZIRLIK OKS-LGS HAZIRLIK CD-VCD LER KURAN-I KERİMLER TİMAŞ YAYINLAR CEVŞEN-TESBİHAT RİSALE-İ NUR LAR NESİL timaş ışık ZEHRA rnk yeni asya envar sözler söz basım YAYINLARI
Küreselleşen Dünya'da Bölgesel Oluşumlar ve Türkiye
KİTAP TANITIMI
Berlin duvarının yıkılmasıyla simgeleşen Varşova Paktı'nın dağılması sonucu iki kutuplu dünya sona erdi. Amerika'nın başını çektiği tek kutuplu dünyada, 20. yüzyılın son on yılı boyunca küreselleşme sürecinin inanılmaz derecede çarpıcı olaylarına şahit olduk. Yaşamakta olduğumuz küreselleşme sürecinde baş döndürücü bir hızla gelişen iletişim ve ulaşım teknolojisi sayesinde/yüzünden artık bütün dünya halkları birbirinden anında haberdar olabiliyor ve birbirini yoğun bir şekilde etkileyebiliyor. Orta Doğu gibi istikrarsız bölgelerde bulunan ülkelerin siyasal ilişkileri üzerine araştırma yapmak oldukça zordur. Yapılan çalışmaların sürekli bir şekilde geçerliliğini koruması ise imkânsızdır. Bu alandaki kitapların belirli aralıklarla güncelleştirilmesi gereklidir. Çünkü Orta Doğu'da dengeler sabahtan akşama değişebilmektedir. Bütün bu zorluklara karşın hazırlanan Hamit Ersoy ve Lale Ersoy'un bu çalışması önemli bir kaynak olacaktır Lale Ersoy/ Hamit Ersoy SİYASAL KİTABEVİ
İslam’ın Anadolu’ya Gelişi
Antakya, Antep, Maraş, Mardin, Urfa, Erzurum, Diyarbakır ve Malatya gibi Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun on üç şehrine İslam’ın geliş sürecini irdeleyen kitap konuyla ilgili temel kaynaklara inerek özellikle Dört Halife Dönemi, Emevi ve Abbasiler Dönemi’ni ele alıp Anadolu fethinin dönemsel haritasını sunmaktadır.
Ahmet Demir KENT YAYINLARI
Türk Aleviliği
Yazara göre; Anadolu’ya özgü Alevilik hakkında yeterince araştırma yapıldığı söylenemez. Kimilerine göre Alevilik bir kültür hareketi, kimilerine göre bir mezhep, kimilerine göre Şia’nın Anadolu versiyonu, kimilerine göre de eski Türk inanç ve akidelerinin İslami boyayla boyanmış şekli… Ama ne olursa olsun günümüzde yaşanan bir alevi gerçeği var. Tartışmalı olmakla beraber çeşitli kaynak ve uzmanlara göre Türkiye’de hatırı sayılır Alevi nüfusu da var… Kendini Alevi olarak tanımlayan bu insanlar Anadolu’da Malazgirt’ten hatta ondan da önceki tarihlerden bu yana yaşıyorlar. Dolayısıyla Aleviliğin tarihi süreçte nasıl ortaya çıktığını bilmeden bu konuda ulu orta konuşmanın ve yazmanın pek faydası olmadığını düşünüyorum. Bu kitap, Türk Aleviliğinin arka planını, tarihi seyrini, oluşum safhalarını, neden ve niçinlerini irdelemektedir. Cemil Paslı GÜNDÖNÜMÜ YAYINLARI
ŞAM KİTABI Fide yayınları Birinci bölümde yazar Şam’a yaptığı seyahatleri anlatıyor. Özellikle Şam’daki Türklerin hayatlarıyla ilgili çarpıcı enstantanelerin sunulduğu bu bölümü, Suriye’nin değişik şehirlerine yapılan seyahatler izliyor. Haleb, Hama, Humus, Lazkiyye, Tartûs, Golan Tepeleri, Busrâ… Daha sonra Şam’ı gezmek isteyenler için geniş bir şehir rehberi hazırlayan yazar, Şam’daki hayatı canlı tablolarla anlattıktan sonra, Şam hakkında değişik zamanlarda yazdığı yazılarla hikâyesini sona erdiriyor. Şam Kitabı, harita ve krokilerle de desteklenmiş. Bu yönüyle, kitap, Şam’a gidecekler için de ayrıntılı ve öğretici bir gezi rehberi niteliğinde. Şehri hiç bilmeseniz bile, kitaptaki tariflerle her yeri kendi başınıza gezebilirsiniz. Şam Kitabı’nın sonuna Şam’ın ve diğer şehirlerin renkli fotoğraflarının yer aldığı on altı sayfalık bir albüm de eklenmiş.
TAHA KILINÇ
63
GAZİANTEP BÖLGE SORUMLUSU MHY GIDA MAD.ÜRT. VE PAZ. TİC. SAN. LTD.ŞTİ. Kenan Evren Bulvarı No.62 Şahinbey/Gaziantep Tel:0.342.225 25 28 Fax:0.342 225 25 29
GAZİANTEP BÖLGE SORUMLUSU MHY GIDA MAD.ÜRT. VE PAZ. TİC. SAN. LTD.ŞTİ. Kenan Evren Bulvarı No.62 Şahinbey/Gaziantep Tel:0.342.225 25 28 Fax:0.342 225 25 29