Ortak ZEMIN Üç Aylık Kültür ve Düşünce Dergisi
Şubat - Mart - Nisan Yıl : 7 Sayı :18 Fiyat : 5.00 TL ISSN: 1307-6558
ŞAM MİNBERİNDEN ALEM-İ İSLAMA HİTAP! ▶ 20.Yüzyılın Başında İslam Dünyası Ve Risale-İ Nur Hareketi ▶ Örnek Bir Cuma Hutbesi Hutbe-İ Şamiye ▶ Şahsî Menfaat Hastalığı ▶ Müslümanlar İçin Maddeten Terakki Ve İlay-İ Kelimetullah İlişkisi ▶ Toplumsal Ve Siyasal Hayatta Sıdk… ▶ İslam Âleminin Beynindeki Tümör: İstibdat ▶ Ehl-İ İmanı Birbirine Bağlayan Nurani Rabıtalar
Üç Aylık Kültür ve
Editör’den
Düşünce Dergisi Yıl : 7 Sayı :18 Şubat - Mart - Nisan Fiyat : 5.00 TL ISSN: 1307-6558 Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Erol KURT Genel Yayın Yönetmeni Zeki KAYA Yayın Kurulu Selami YÜKSEL Ahmet KAVMAZ İbrahim KORKUT Necdet AÇIKGÖZ M.Emin KORKUT Ahmet PAYAM Abdullah ALP Hukuk Danışmanı Av. Sabri SAYAN Grafik Tasarım www.ahmetcelik.com.tr Basım Tarihi Şubat 2015 İrtibar Adresi Bey Mh. Eblehan Cad. No:12/1 Şahinbey / GAZİANTEP Tlf: 0342 220 07 18 info@ortakzemin.com www.ortakzemin.com Posta Çeki Hesabı İbrahim KORKUT
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla (Bi Navê Xwedayê Mihrîbanê Dilovîn) Kültür ve düşünce dergisi olarak yayın hayatına devam eden ortak zemin dergimiz bu sayı itibari ile yeni bir formatla siz değerli okuycularımızın istifadesine sunduk. Umulur ki istifadeniz azam derecesinde olur. Ey bir asır evvel zaman-ı hazırı teleskopik bir dürbün ile temaşa eden Bediüzzaman Said Nursi’nin talebeleri! Sizler ve bizler, nasıl ki bir asır evvel ortaya atılan bir nazariyeyi çürütemedikçe kabule mecburuz. Aynen öylede, bir asır evvel İslam âleminin nabzını tutan ve bedenine yerleşmiş hastalıkları teşhis etmiş olan asrın “HEKİMİ” Bediüzzaman’ı, dinlemek zorundayız. Bu Zatın 1911 yılında Şam Emeviye Camiinde Âlem-i İslam’a sunduğu hutbede, teşhis ettiği hastalıklar için belirlediği çare ve reçetelerin kullanımın dahâlâ zorluklar yaşamamız sebebiyle böyle bir dosya hazırladık. Bir daha düşünelim diye... Neamneam , Eyalem-i İslam’ın bahadır genç nesli! Eğer sizler ve bizler Üstadımızın (r.a) sunduğu bu reçeteleri kullanma gayreti içinde olmazsak, halihazır Âlem-i İslam’ın perişaniyetini seyre devam edeceğiz. O halde “bismillah” de ve “la teqnetu” kılıncını kuşan ve talim ile mücahedeye başla... “Sıdk” ve “muhabbeti” esas yapmak gayesiyle Müslümanları bir birine nisbeten bir binanın yapı taşı gibi yapan ”nurani rabıtaları” bilerek zulme, zalime,istibdada feda eden menfaat-i şahsiye’ni ön planda tutma! Hasta olan asrımız, meydanlarda şaşırmış bir vaziyette geziyor. Reçetede Hekim-i Zamanın mecmua ve kitaplarında yazılmış durumda. İş sana kaldı. Ey tebliğ ve muhabbet memuriyetini İhsan-i İlahi tarafından yüklenen hamiyetli, derd-i İslam ile dertlenen vefakar zat! Bilki; Derdi olmayanı, âlem adam sayar mı? Derdi âlem olmayan, âlemde yer edinir mi? Evet, âlemde koca bir yer kuşatan kahraman bir NUR talebesini derdi alem olan bir şehidimizi, Şehid İzzeddin YILDIRIM (r.a) 15 yıl önce Hakka yürüyüşüne şahid olurken, hayatından bir hatıra demeti sunmayı arzu ettik ve vefatının yıldönümü münasebetiyle özel bir dosya hazırladık. Tevfikirefik eyle Ya Rab! Âmin.
Hesap No : 544 97 32 Yazıların Tüm Sorumluluğu Yazarlara Aittir. Basım Yeri Enes Matbaacılık Ltd. Şti. Litros Yolu Fatih Sanayi Sitesi No: 12 / 210 Topkapı / İstanbul Tel: ( 0212 ) 501 47 63
Bir sonraki sayımızda âlemleri şereflendiren Fahr-ı kâinatın (aleyhisselatu vesselam) yaşadığı zamandan –saadet asrından- sizlere bir demet gül sunma ümidindeyiz. Yine sizlerle bu gülleri koklayacağız biiznillah... Kafirin ağzına gem vuran ve mü’min kulunu seven Kahhar ve Vedud olan Allah’a sizleri emanet ediyor ve en kalbi selamlarımla sizleri selamlıyorum.
ÖRNEK BİR CUMA HUTBESİ HUTBE-İ ŞAMİYE Hutbe-i Şamiye, Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bir asır önce 1911 yılında Şam Emevi Camii’nde 10 bin kişilik cemaate Arapça irad ettiği bir hutbedir. Bu hutbenin konusu Müslümanların geri kalmasının sebeplerini ve bunlara çözüm yollarını gösteren heyecanlı genç bir âlimin Cuma hutbesi olup daha sonra talebeleri tarafından içtimai konularla ilgili sorulan sorulara da cevap olması için Türkçeye çevrilerek ve genişletilerek yayımlanmış ve bugün güncelliğini hala koruyan çok kıymetli bir eserdir.
MÜSLÜMANLAR İÇİN MADDETEN TERAKKİ VE İLAY-İ KELİMETULLAH İLİŞKİSİ Ey efendi Sanma ki senden altın ve gümüş isteyecekler Hayır. Yevme la yenfau da ancak kalb i selim isterler.
İSLAM ÂLEMİNİN BEYNİNDEKİ TÜMÖR: İSTİBDAT Ey efendi Sanma ki senden altın ve gümüş isteyecekler Hayır. Yevme la yenfau da ancak kalb i selim isterler.
FEDAKARLIK Şehit İzzettin Ağabeyle ilgili bir hatırayı yazmadan önce önemi anlaşılması için “Münazarat” dan bir bölümü buraya almak istiyorum. Üstad Bediüzzaman aşairler içinde seyahat ederken onların çeşitli konulardaki sorularını cevaplıyor. Bir yere geliyor, bu sefer Üstad soruyor.
CUMHURİYET KORKULARI’NIN KAYNAĞI HAKKINDA BİR DENEME Bir idari rejimin sürdürülebilir olmasının o rejimden en çok faydayı elde edenler ile kurucu unsur ögelerinin mevcut korkularının mahiyeti ile ilinti olduğu savı tartışılabilir gözükmektedir ve bu denemede bu konu işlenmeye çalışılacaktır.
İÇİNDEKİLER 20.YÜZYILIN BAŞINDA İSLAM DÜNYASI VE RİSALE-İ NUR HAREKETİ
5
ÖRNEK BİR CUMA HUTBESİ HUTBE-İ ŞAMİYE
7
ŞAHSÎ MENFAAT HASTALIĞI
12
MÜSLÜMANLAR İÇİN MADDETEN TERAKKİ VE İLAY-İ KELİMETULLAH İLİŞKİSİ
16
TOPLUMSAL VE SİYASAL HAYATTA SIDK…
19
İSLAM ÂLEMİNİN BEYNİNDEKİ TÜMÖR: İSTİBDAT
21
EHL-İ İMANI BİRBİRİNE BAĞLAYAN NURANİ RABITALAR
23
İMAM ALİ (598-661)
26
FEDAKARLIK
31
TANIDIĞIM ŞEHİD İZZETTİN YILDIRIM
33
HER ZAMAN HER YERDE DAİMA İSTİŞARE
36
BEŞ ARKADAŞ
38
BİR DEMET HATIRA
39
BEŞ DAKİKALIK YOLCULUK
40
İNSANIN İYİ VE KÖTÜ OLUŞU MESELESİ
41
NEDİR ÖĞRETMENLİK?
43
CUMHURİYET KORKULARI’NIN KAYNAĞI HAKKINDA BİR DENEME
45
KURBİYET VE AKREBİYET
48
İKİ FARKLI METOT
48
ÇOCUKLARIMIZ NELERDEN ŞİKÂYETÇİ ?
52
ERDEMLİ OLANLAR
53
HAYAT KAVANOZU
54
DOKTOR DOKTOR GEZMEDEN
55
KABIZLIK
57
ŞİİR
58
MİZAH
60
ÖDÜLLÜ BULMACA
61
TEFEKKÜRNÂME
63
قُلْ يَا عِ بَاد َِي الَّذ۪ ينَ اَسْ رَ فُوا عَ لٰ ٓى اَ ْنفُسِ ِه ْم َل َت ْقنَطُ وا مِنْ رَ حْ َم ِة ُوب جَ م۪ يع ًۜا اِنَّ ُه هُ َو ا ْل َغفُورُ الرَّ ۪حي ُم َ ال ّٰل ِۜه اِنَّ ال ّٰل َه َي ْغفِرُ ال ُّذن De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” Zümer 53
01 - Gündem | ORTAK ZEMİN
20.YÜZYILIN BAŞINDA İSLAM DÜNYASI VE RİSALE-İ NUR HAREKETİ UBEYD KUDAT
20.yüzyıldaki İslam dünyasını ve İslami hareketleri anlamak için tarihi arka plana kısaca göz atmak gerekir. Arabistan yarımadasının ortasında küçük bir yerleşim yeri olan Mekke’den insanlığı aydınlatmaya başlayan islam güneşi; önce Arap yarımadasını, hemen ardından Afrika’yı, Asya’yı ve hatta Avrupa’yı aydınlatmaya başladı. Bir çok ülke toprakları üzerinde yeni şehirler ve islam medeniyetleri kuruldu…On bin nüfusluk bir yerden başlayan bu medeniyet, birçok kıtayı aşarak zamanla yerkürenin toprak olarak yarısına tekabül eden bir nüfuz ve hakimiyet alanı kurdu… Ancak; islamın evrensel mesajı ve nizamı 14 asır boyunca islam medeniyetinin ve devletlerinin niceliksel gelişimine paralel olacak bir keyfiyette gelişme gösteremedi… Bireysel, toplumsal ve siyasal bütün alanlarda maddi ve manevi değişim ve terakkiyi esas alan ilahi bir nizam; kısa aralıklar dışında gönümüze kadar hakkıyla tesis edilemedi… Çünkü Hulefa-i Raşidinden sonra Müslümanların siyasal iradeleri ekseriyetle dünyeviliği tabir-i diğerle saltanatı islam nizamının tesisine öncelediler… Ulemanın olağanüstü gayretleriyle; hakikat-ı islamiyet, şiddetli iç kavgalara ve fitnelere rahmen hicri 3.asra kadar sistematik bir düşünceye ve teoriye kavuşsa da bir hatt-ı müstakim üzerinde ve Müslümanların maddi terakkisiyle insicamlı bir şekilde gelişme gösteremedi… İslam düşüncesi, idari desteğin yeterli olmamasından dolayı yeterince kurumsallaşıp pratikleşemediğinden yavaş yavaş dinamizmini kaybetti… Hicri 5.asırdan sonra bu düşünce sistemetiği durağanlaştı… statik hale gelip bazı mezhepler ve ekoller üzerinden sabitlenince 7 asır boyunca
çeşit çeşit taassuplar, hurafeler ve bağnazlıklar gelişti… maatessüf asırlar boyu, yazılmış onbinlerce orijinal kaynak ve külliyatlar arşiv mesabesinde bir muamaleye maruz kaldı… Bu durağanlığı netice veren zahiri-zira kader ve irade-i ilahiyenin hikmeti farklı olabilir- bazı faktörleri şöyle sıralayabiliriz: 1-Emevi hanedanlığının hakimiyeti ile beraber hilafet saltanata dönüştü. Saltanat istibdadı, istibdat da; İslamın temel parametrelerinden sapmaları müteselsilen tevlid etti… Emevi hanedanlığını ilk kuranların sahabe olması tarih boyunca yörünge kaymasını devam ettiren Müslüman hanedanları tarafından dini bir referans olarak kabul edildi… 2-Hızlı gelişen fetihlerle beraber birbirine muhalif fikirler ve kültürler islam topraklarına transfer oldu... Ulema-i muhakkikin bunları teorik düzeyde tadil ve cerh etse de zamanla bazı fikir akımlarını etkilediler… Bilhassa, yunan felsefesinin o günün entellektüellerini etkilemesi ve mistik kültürlerin geniş halk kitlelerini organize eden tasavvuf hareketlerinin içine sinmesi Müslümanların zihin ve pratiklerini negatif etkiledi… Bazı idarecilerin de bunları benimsemesi sahih islam itikadı zararına bunların neşvünemasına zemin hazırladı… 3-Dahili siyasi kavgalar ve Moğol istilası, mezkur sebebler tahtında Müslümanların azalan enerjilerini daha da tüketti ve islam dünyası asırlar boyu süren fikri bir durağanlığa düçar oldu…müteakib asırlarda haçlı seferleri ve modern dönemde de sömürgecilik ile beraber, islam dünyası yaklaşık bin yıldır siyasi bir istikrara kavuşamadı…Hernekadar siyasetten bağımsız olarak ehl-i sünnet ve cemaat üzerinden, islamın; tefekkür,fıkıh ve hukuk sistemi kesintisiz olarak sosyal hayatta devam edip gelse de nizam-ı alem ideali açısından matlup neticeye ulşılamadı… 5
01 - Gündem | ORTAK ZEMİN
18. ve 19. Asırlarda ihya ve ıslah hareketleri, islamı; asr-ı saadet modelinde yaşamsal kılma çabalarına girişseler de bazılarının teorik zaafları ve iç tenakuzları, bazılarının olgunlaşmadan politize olmaları, bazılarınında zaman ve zeminin müsaitsizliğinden dolayı başarıları sınırlı oldu…Bu çabalar ancak 20.yy islam dünyasının fiilen parçalanmasıyla hız kazandı ve umumileşti… 20.yy başlarında islam dünyasını ihya iddiasıyla ortaya çıkan hareketleri ve fikir akımlarını kendi içinde farklı katmanları olsa da genel bir tasnifle ikiye ayırabiliriz: Birincsi: daha çok aydınların başını çektiği bir gurup ki; bunlar, batı modernizminin şaşası ve göçü karşısında komplekse ve galat-ı hisse düştüler ve dinde reform ihtiyacını göndeme getirdiler… Zira taklid ettikleri batının dinsel reform sürecinden sonra terakki ettiğni düşünüyorlardı… İkincisi: İslam dünyasının pratik zaaflarına karşın hiçbir komplekse kapılmadan islam itikadının üstünlüğünü savunan ulemaydı...İtikadın hayata yansımasıyla Müslümanların terakki edeceğini iddia ettiler… Hindistan kıtasında cemaat-ı islam, Anadolu’da Risale-i Nur hareketi ve Mısırda da ihvan-ı müslimin hareketi 20.yy en önemli islami hareketlerdir. Bu üç hareket de eğitim yoluyla; ferd,toplum ve devletin değişimini, tedriciliği merkeze alarak yapmayı esas aldılar…ancak maatessüf bu üç harekette de kurucu felsefelerine muhalif olarak bazı yalpalanmalar yaşandı…Doğrusal bir çizgide istikamete devam edemedi…Kanaatımca bu hareketler bazı evrimler geçirseler de islam dünyasının ittihadı ve terakkisi bu üç hareketin temel felsefesi ve kurucularının parametreleriyle mümkün olabilir…
üstünlüğünü ispat ederek Müslümanlara sürekli psikolojik alt yapı desteğini sunar ve güven telkininde b u l u n u r… 4-İslam dünyasındaki bunalımlara karşı; başta siyasi kurumlar olmak üzere sosyal,kültürel ve eğitsel bütün alanlarda bir değişim ve reform önerir…Bu bağlamda en başta hilafet ve medreseler olmak üzere bütün kurumların islamın temel yaklaşımları çerçevesinde günün ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden örgütlenmesini savunur. 5-Başta siyasi olmak üzere istibdadın her çeşidine karşı cephe açar ancak hürriyetin meşruiyyet sınırları çerçevesinde olması gerektiğini ısrarla vurgular… 6-İslam üst kimliğinin yerine ikame edilmeye çalışılan ırkçılık ve menfi milliyetçiliğe şiddetle karşı çıkarken fikr-i milliyetteki güçten müspet bir şekilde istifade edilmesini savunur… 7-Müslüman toplulukları arasına ekilmeye çalışılan düşmanlık tohumlarına karşı sürekli islam milliyeti fikrini ve İttihad-ı İslamı ön plana çıkarır… 8-20.yy ilk çeyreğinden itibaren İslam dünyası adeta fetret dönemine girdi. Müslümanlar adına siyasi ve dini otoritenin yok olduğu bu dönemde Bediüzzaman, Risale-i Nur hareketiyle fertlerin imanını yeniden inşa ve cematleşme çabalarına girişir… 9-İkinci cihan harbinden sonra adeta mevta olan islam dünyası yeniden hareketlenince, üstad Bediüzzaman, islamın hayat-ı içtimaisine dair fikirlerini yeniden gündeme taşıdı...
10-Bediüzzaman Risale-i Nur hareketi ile iman merkezli tedrici değişimi esas aldı ve toplumsal değişimi önceledi…Bittabi sosyal hayatı ihya edecek kurumsallaşmayı da teşvik etti…Devlet kurmayı ise; Risale-i Nur hareketi, bunların içinde en esaslı bir bütün olarak toplumsal değişimin sonucu olarak olandır… Kurucusu Bediüzzaman Said-i Kürdinin gördüğünden hiç bir zaman ihtilalci örgütlenmelere makale ve kitaplarında dile getirdiği çözüm arayışlarını veya dahili karışıklığı netice verecek siyasi genel anlamda şu çerçevede değerlendirebiliriz: yapılanmalara tevessül etmedi… 1-Bediüzzaman, evvela hastalıkları doğru tespit ve tasnif eder…İslam toplumlarının geneline hakim umumi hastalıkları ve davranış bozuklukları ile havassa/yöneticilere ait elit hastalıkları ve yanlış yaklaşımları bir çok makalesinde dile getirir… 2-İslam itikadının saffiyeti,hakkaniyeti ve üstünlüğü ile Müslümanların pratik zaaflarını birbirinden kalın çizgilerle ayırır ve geri kalmamızın maddi ve manevi sebeblerini tahlil ederek Müslümanlara sürekli ümit aşılar… 3-Medeniyetler arası kıyaslarla islam medeniyetinin batı medeniyeti karşısındaki 6
Diğer islam ülkelerinde ise; ekseriyetle devlet merkezli hareketler ön plana çıkınca siyasi ve silahlı örgütler tezahür etti…Elbette sömürgeciliğe karşı direniş mücadeleleri böyle kültürel alt zeminleri oluşturuyordu…ancak yarım yüzyılı aşan acı tecrübeler gösteriyor ki duygusal öfke patlamaları ve başkaldırmalar/kıyam çözüm değil…Zalim yönetimlerin işbaşından gitmesi de tek başına yeterli değil…Sünetullaha muvafık olan; adaleti tesis edebilecek nesiller yetiştirmek ve uygun zeminler hazırlamaktır…
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
ÖRNEK BİR CUMA HUTBESİ HUTBE-İ ŞAMİYE OSMAN TEKİN
H
utbe-i Şamiye, Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bir asır önce 1911 yılında Şam Emevi Camii'nde 10 bin kişilik cemaate Arapça irad ettiği bir hutbedir. Bu hutbenin konusu Müslümanların geri kalmasının sebeplerini ve bunlara çözüm yollarını gösteren heyecanlı genç bir âlimin Cuma hutbesi olup daha sonra talebeleri tarafından içtimai konularla ilgili sorulan sorulara da cevap olması için Türkçeye çevrilerek ve genişletilerek yayımlanmış ve bugün güncelliğini hala koruyan çok kıymetli bir eserdir. ُ “ ل َت ْق َنAllah'ın َ Üstad hazretleri hamd-ü senadan sonra hutbesine bir ayet ve hadis ile başlıyor. للا ِ َّ طــوا ِمــن رَّ حْ َمـ ِة 1 ُ ُ َ َ ِّ rahmetinden ümit kesmeyin. ayeti ile Müslümanların asla ümitsizliğe düşmemelerini ار َم ْاالَ ْخـاَق ك ـ م م ـ م ت ال ِ ـت “ ِج ْئـBen, َ َ ِ ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim."2 Hadisiyle de kendi öz benliklerine ve ahlaki değerlerine dönmesini tavsiye ederek temel konuyu belirledikten sonra Müslümanların durgunluk içinde geri kalmasının 1-ZumerSuresi, 39/53. 2-Müsned-i İbniHanbel, 2/381. 7
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
temel sebeplerini ve hastalıklarını şöyle sıralar: ▶ Ye'sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. ▶ Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi. ▶ Adavete muhabbet. ▶ Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek. ▶▶ Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad. ▶ Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek. Asrın mebusu ve doktoru olarak hastalıklara doğru tanı koyduktan sonra hastalığın tedavisine yönelik reçete yazar. Lokal tedaviyle birlikte genel tedavinin yollarını gösterir. Bazen bir hastalığa Kur’an eczanesinden aldığı iki veya daha fazla ilacı vererek etkileşimi artırmak bazen de daha kesin sonuç almak için tedavide iç içe geçmiş farklı ilaçları çapraz ve karışık istimal eder. Hutbe-i Şamiyeyi okuyanlar bilir ki altıdan çok fazla tedavi yolu olmakla birlikte, tedavi için ortaya koyduğu altı kelimeyukarıdaki hastalıklarla her yönüyle tam örtüşmüyor. Burada Üstad Hazretlerinin çok farklı ve değişik ilaçlar istimal ettiğine dikkat etmek lazım. “Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde, eczahane-i Kur'aniye'den ders aldığım "Altı kelime" ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları onları biliyorum.”3 Diyerek hastalığın tedavisine ve Müslümanların sorunlarına çözümler sunar. Şöyle ki: Birincisi ve en önemlisi “El emel” Yani, rahmet-i İlahiyeden kuvvetli ümit beslemek. Çünkü tedavinin birinci şartı ve olmazsa olmazı hastanın ümitli olması ve moralinin yüksek olmasıdır. Hangi ilacı istimal ederseniz edin eğer ümidini yitirmiş bir hasta ise fayda görme şansı çok az veya yoktur. 3-İçtimai Dersler, 41. 8
ÜstadHazretleri : “Ye’s; ümmetlerin, milletlerin seretan denilen en dehşetli bir hastalığıdır.”4İfadesiyle ye’sin, bütün güzelliklere, gelişmelere ve ilerlemelere engel kanser gibi korkunç bir hastalık olduğunu; korkak, aşağı ve âcizlerin bir özelliği olduğunu asla Müslümanlara yakışmadığını ifade eder. Buna rağmen Müslümanların bu hastalığı kaptığını şöyle ifade eder; “Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki âlem-i İslam’ın kalbine girmiş.” Her şeyi mahveden bu hastalıktan kurtulmak için şevkli olmamız ve ümitli olmamız gerektiğini ifade ederek “Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin.5Ayetiyle ümitli olmamızı ve Avrupalıları ileriye götüren sebeplerin gerilediğini, Müslümanları geçmişte geri bırakan maddi ve manevi engellerin ise kalktığını,izzet-i İslamiye yakışmayan ye’se ve tembelliğe son vererek kendi değerlerinin farkına varmakla istikbalin Müslümanların olacağını ifade eder.“Evet,ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslam’ın sadası olacaktır!.”6 “Ye’s, aczden gelir. Ye’s mâni-i her-kemâldir. Hamiyet ise şiddet-i mevania karşı şiddetle metanet etmektir.”7 َ يُرِ يـدُونَ لِيُطْ ِفـؤُوا نُــورَ اللَّـ ِه ِبأَ ْفوَاهِ ِهـ ْم وَاللَّـ ُه ُم ِتـ ُّم نُورِ ِه َولَــوْ َكــرِ َه ا ْلكَافِرُ ون Onlar Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Fakat Allah nurunu tamamlayacaktır. Kâfirler isterse hoşlanmasın.8 Demek ki ümitvar olmak için yeteri kadar sebep vardır. İkincisi:Sıdkın\doğruluğun toplumsal hayatta ve siyasal alanda yok olmasının Müslümanlar arasında güvenin yitirilmesine sebep olduğunu, küfrün, riyakârlığın ve münafıklığın esasının yalancılık olduğunu şöyle ifade eder: "Evet sıdk ve doğruluk İslamiyet’in hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. 4-İçtimai Dersler, 55. 5-ZumerSuresi, 39/53. 6-İçtimai Dersler, 264. 7-İçtimai Dersler, 87. 8-SaffSuresi, 61/8
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni-i Zülcelâlin kudretine iftira etmektir."9 İşaratülİ’caz adlı eserinde ise yalanın ne kadar zararlı ve ne kadar çirkin olduğunu şöyle ifade eder;"Zira yalan/kizb, küfrün esasıdır. Kizb, nifakın birinci alametidir. Kizb, kudret-i İlahiyeye bir iftiradır. Kizb, hikmet-i Rabbaniyeye zıttır. Ahlak-ı aliyeyi tahrip eden, kizbdir. Âlem-i İslamı zehirlendiren, ancak kizbdir. Âlem-i beşerin ahvalini fesada veren, kizbdir. Nev-i beşeri kemalattan geri bırakan, kizbdir. Müseylime-i Kezzab ile emsalini âlemde rezil ve rüsvay eden, kizbdir. İşte bu sebeplerden dolayıdır ki, bütün cinayetler içinde tel'ine, tehdide tahsis edilen, kizbdir.”10 Yüce ahlakı tahrip eden, kişinin şahsî ve içtimâî hayatını zehirleyen yalancılık hastalığının tedavisinin de yegâne çaresinin de sıdk\doğruluk olduğunu geniş bir şekilde anlatan Üstad Hazretleri şöyle der. Sıdk İslâmiyet’in üssü’l-esası, ulvî seciyelerinin rabıtası, yüksek duyguların temeli, kopmaz sağlam bir zincir, imanın hassası, bütün iyiliklere ve yüceliklere götüren, insanı mükemmelleştiren, sahabeleri bütün insanlardan daha üstün tutmamıza ve Hz. Muhammed (A.S.M) en yüksek mertebeye çıkaran şeyin doğruluk olduğunu ifade eder.11 İşte bu doğruluğu bütün bireylerin içselleştirmesi halinde, güven ortamının tesis edileceğini ve bunun da İslam âlemini gelişmesine ve yükselmesine vesile olacağını Üstad Hazretleri şöyle ifade eder: “Belki mesailerin tanzimine ve mabeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evamir-i kudsiyesiyle ve takva ve salâbet-i diniye ile olur.”12
9-İçtimai Dersler, 54. 10-Işaratülİ’caz, 103. 11-İçtimai Dersler, 53. 12-Lemalar, 157.
Üçüncüsü: Adavetin\ düşmanlığın ortadan kaldırılması bunun yerine muhabbetin\ sevginin yerleştirilmesi üzerinde durarak hutbesine şöyle devam eder; “Muhabbete en layık şey muhabbettir. Ve husumete en layık sıfat husumettir.”13 Hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zir ü zeber eden düşmanlık ve adavetin dünya savaşlarına sebep olduğunu ve korkunç zulümlere nasıl sebep olduğunu hatırlatarak, düşmanlık ve husumetten vazgeçip sevgiyi ve şefkati ikame etmemiz gerektiğine ciddi bir vurguyu şöyle yapar. “Husumet ve adavetin vakti bitti. İki harb-i umumi adavetin ne kadar fena ve tahrib edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyle ise, düşmanlarımızın seyyiatı —tecavüz olmamak şartıyla— adavetimizi celbetmesin. Cehennem ve azab-ı ilâhî kâfidir onlara” “Zira medenîlere galebe çalmak, ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!”14 “Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref'ine çalış. Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü'minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, herşeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır."15 Ve bu konuda yüce Allah ne güzel buyuruyor ."Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir."16 Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan 13-İçtimai Dersler, 56. 14-İçtimai Dersler, 531. 15-Mektubat, 304 16-TeğabunSuresi, 64/14 9
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
nurani rabıtaları bilmemekten doğan parçalanmışlık ve bölünmüşlüğün çaresi olarak müminler arasındaki nurani bağları güçlendirmek gerektiğini ifade ederek ittihad-ı İslam’ın zamanının geldiğini, bundan dolayı küçük şahsi kusurlara bakılmamasının gerektiğini ifade eder.17 Ve o nurani bağlar hakkında detaylı bilgi başka bir kitabında özetle şunları söyler :“Hâlıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir— bir, bir, bine kadar bir, bir.Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir— ona kadar bir, bir.”18 Ayrıca bu ittihadın reisi Fahr-i Âlem Hz Muhammed’dir. (A.S.V.) Bunun esas temeli de şarktan garba kuzeyden güneye uzanan Kabe merkezli, ve tevhid-i İlahîde buluşan, yemini iman olan, nizamnamesi Sünnet-i Ahmediye (sas) olan, kanunnamesi dinin emir ve nehiyleri olan, kalb ve azaları umum medreseler, mescitler ve tekkeler olan, ayrıca bütün Müslümanların ortak değeri olan Kur'an ve tefsirleri başta olmak üzere dini neşriyat ve Müslümanların fikirlerini neşredecek ve i'lâ-yı kelimetullahı hedefleyen basın, yayın ve haberleşme kanalları olan bir birlikteliktir.19 Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları hâlde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.”20 Bunun içindir ki“Biz zarar vermiyoruz. Fakat menfaat vermeye iktidarımız yok. Onun için mazuruz” diye özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tembelliğiniz ve “Neme lâzım” deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır... Onun için “Neme lâzım” deyip, kendini tembellik döşeğine atmak zamanı değil!”21 “Tembellikle, günahınız büyüktür ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk elli sene sonra Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeye, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i ilâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa inşaallah nesl-i âti görecek.”22 17-İçtimai Dersler, 59. 18-Mektubat, 303 19-İçtimai Dersler, 162. 20-Mektubat, 303 21-İçtimai Dersler, 58. 22-İçtimai Dersler, 59. 10
Üstad Hazretleri, ümitsizliğin ve bölünmüşlüğün bizi perişan ettiğini, utanıp kendimize gelmemiz için şu örneği verir; “Garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş.”23 Mektubat kitabında da aklımızı başımıza almamız için şöyle haykırıyor. “Ey ehl-i îman! Zillet içinde esâret altına girmemek isterseniz, aklınızı başınıza alınız. İhtilâfınızdan istifâde eden zâlimlere karşı, ٌون إِ ْخ َوة َ إِ َّن َما ْالم ُْؤ ِم ُنkal'a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhâfaza ve ne de hukukunuzu müdâfaa edebilirsiniz. Malûmdur ki, iki kahraman birbiriyle boğuşurken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Bir mîzanda, iki dağ birbirine karşı muvâzenede bulunsa, bir küçük taş muvâzenelerini bozup, onlarla oynayabilir. Birini yukarı, birini aşağı indirir. İşte, ey ehl-i îman! İhtiraslarınızdan ve husûmetkârâne tarafgirliklerinizden kuvvetiniz hiçe iner. Az bir kuvvetle ezilebilirsiniz. Hayat-ı içtimâiyenizle ُ ُــوص َي alâkanız varsa, شــ ُّد َبعْ ضُــ ُه ِ ِــن َك ْال ُب ْنيــا َ ِن ْال َمرْ ص ِ اَ ْلم ُْؤمِــنُ ل ِْلم ُْؤم ً َبعْ ضا düstur-u âliyeyi, düstur-u hayat yapınız. Sefâlet-i dünyeviyeden ve şekavet-i uhreviyeden kurtulunuz.” 24 Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.Bu hastalığın ilacı hürriyetin genişlemesi ve herkesin özgür olmasıdır. İstibdat\ baskı ister devlette, ister ailede, isterse ilim yuvalarında olsun her yönüyle zararlı ve insan yapısını bozan ve nemelazımcılığa götüren ve mükerrem olan insanın yapısına uymadığını Üstad Hazretleri şöyle izah eder: “Elhasıl, istibdat gerek idare, gerek ilimde olsun, semerat-ı sa’yi istihlâkla istikbale istidbar ediyor. İdarede kuvvet kanunda olmalı ve ilimde de kuvvet hakta olmalı. Yoksa istibdat hükümferma olur.”25 Çünkü “İstibdat: Tahakkümdür, keyfi muameledir. Cebirdir, tek kişinin görüşüdür, su-i istimale açık bir zemindir. Zulmün temelidir. İnsaniyetin mahisidir. Kuvvete istinat ile zorbalıktır. Tek kişinin görüşüdür. İslam alemini zillet ve sefalete düşürttüren, kin ve düşmanlığı uyandıran, insanlığı esfel-i safiline yuvarlandıran her şey sirayet ile zehirlendiren ve ihtilaflara yol açan..Öldürücü bir zehirdir.”26 “Neme lâzım, yadigârıdır.” 27
başkası
düşünsün,
istibdadın
Üstad Hazretleri diktatörlüğün ve baskıcılığın -ister yönetimde isterse ilimde olsun- her türlüsüne karşı çıkarak tahakküm ve tegallüb etmenin fazîletsizlik 23-İçtimai Dersler, 53. 24-Mektubat, 309. 25-İçtimai Dersler, 539. 26-İçtimaîDersler, 82, 83. 27-İçtimai Dersler, 532.
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
olduğunu şöyle ifade eder; “Şefkaten ve İslamiyetten gelen sırr-ı adalet ile burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tamme (adalet-i mahza) lehinde, zulüm ve tegallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim."28
insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şûrâ-yı şer'î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar.”34
İmanlı bir kimse“Bir biçareye tahakküme dahi tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa o derecede hürriyet parlar. İşte asr-ı saadet..”29
Bireysel karar vermek her zaman dış tehlikeleri barındırır. Ama istişaredeki bütün insanların kandırılma imkânı daha az veya yoktur.
İşte bu su-i istimale açık olan ve insanın şevkini kıran ve ümitsizliğe sevk ederek zillet ve sefalete götüren baskıyı bizzat müşahede eden Üstad Hazretleri “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam.”30 Diye haykırarak hürriyetin imanın bir gereği olduğunu şöyle ifade eder.“Evet hürriyet-i şer’iye Cenab-ı Hakk’ın Rahman, Rahim tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.”31
“Fert tesirat-ı hariciyeye daha çok maruz olur. Şahs-ı vahid şahs-ı maneviyi kandıramaz ve tenvir edemez.”35
Altıncısı:Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.Yalnız kendini ve kendi çıkarlarını düşünüp ümmeti unutmak kendisiyle birlikte milletin sulh ve selametine zarar verir. Bireysel menfaatlerini düşünmekten ziyade milletin çıkarını düşünüp yalnız karar vermek yerine topluca karar alıp külli bir akıldan istifade ederek verilecek karar hem kendisi hem millet için daha iyiyi ve hayrı barındırır. Üstad Hazretleri bunu şöyle ifade eder.“Menfaat-i şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan cani bir hayvan olur. Bir şey elinden gelmese, hakikî özrü olsa, o müstesna...”32 Bu hastalığın önüne geçmek için aileden başlayarak devlet yönetimine kadar istişareyi ve şurayı hâkim kılmak gerekir. Eğer özgürlükle beraber istişareye önem verilse bu millet eski gücüne kavuşup yeniden dirileceğini 33 ifade ettikten sonra şûrâya verdiği önemi şu ifadelerle dile getirir. Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya'nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir? Elcevap: Nurun Yirmi Birinci Lem'a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor. Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz'î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır 28-Lemalar, 210. 29-İçtimai Dersler, 103. 30-Şualar, 304. 31-İçtimai Dersler, 61. 32-İçtimai Dersler, 60. 33-İçtimai Dersler, 16.
SONUÇ OLARAK Üstad Hazretleri Müslümanların geri kalmışlığının sebeplerini tek tek saydıktan sonra bunların tedavisine ümitle ve müjdeyle başlamış dâhilde ve hariçteki engellerden bahsederek Müslümanları müteyakkız olmaya çağırarak ümit tohumları ekmeye çalışmıştır. Düşmanları suçlamanın bir yararı olmadığını biz Müslümanların kendi öz değerlerimize dönmemiz gerektiğini, tembellik edip ben fayda vermiyorum ama zararda vermiyorum diye mazeretin geçersiz olduğunu eğer böyle tembel kalırsa ilelebet meskenet ve sefalet içinde kalacağını bunun da İslami onur ve haysiyete yakışmadığını ifade eder. Âli bir himmet ile çalışmamız, Müslümanlar arasındaki bağları kuvvetlendirip bireysellikten çıkıp medeni olmamız, birbirimize tahakküm etmeden şahane bir özgürlük içinde şûrayı kuvvetlendirip İslam birliğini kurmamızın farz olduğu üzerinde durur. Akıl, ilim ve fennin hükmedeceği istikbalde elbette bürhan-ı akliye istinat eden ve bütün hükümlerini akla tespit ettiren Kur’an hükmedecektir. Ey Müslüman! Aldanma! Başını indirme! Paslanmış bihemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır. İşte bu hutbe duayla başlayıp müjdeler veren ve Müslümanların hastalıklarına geniş bir ufukla tedavi sunan ve sonunda da güzel bir duayla bitirilen ümit dolu ölmez bir Cuma hutbesidir. “Yaşasın sıdk! Ölsün ye’s! Muhabbet devam etsin!. Şura kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itâb ve nefret, hevâ hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet hüdâya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmin...”
34-İçtimai Dersler, 62. 35-Nursî, İçtimaîDersler, 92. 11
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
ŞAHSÎ MENFAAT HASTALIĞI YRD.DOÇ.DR. MAŞALLAH TURAN
خير الناس انفعهم للناس
“ İnsanların en hayırlısı, onlara en çok faydalı olandır ”
İnsan medeni-i bittab’ olduğundan, başka bir ifadeyle yaratılışı itibariyle sosyal bir varlık olduğundan, ebna-i cinsinin hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükelleftir. Ancak bu noktada insanın amalini dağıtan fikr-i infiradî ve tasavvur-u şahsî karşısına çıkar. Bu mübarezede insanın en büyük bir yardımcısı “ خيــر النــاس انفعهــم للنــاسİnsanların en hayırlısı, onlara en çok faydalı olandır” hakikatiyle ifade edilen mücahid-i ali himmettir.1 (Münazarat) Esasen sosyal bir varlık olarak ifade ettiğimiz ve hakikatte de böyle olan bir insanın kıymeti, himmeti nisbetindedir. “ مــن كبــرت همتــه كثــرت قيمتــهKimin himmeti büyük ise, kıymeti de büyüktür.” Evet kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o hakikatte insan değildir. Çünki insanın fıtratı medenîdir. İnsanlığın hukukunu muhafazaya özen göstermesi elzemdir. ِالنَّــ ُه َم َدنِــىٌّ بِالطَّ بْــع َ ِالنْسَ ــان ِ ْــس مِــنَ ْا َ مَــنْ كَانَ هِ َّمتُــ ُه َنفْسُ ــ ُه َفلَيSosyal sorumluluğunu unutarak yaşaması onu insanlıktan uzaklaştırır. (Hutbe-i Şamiye) Bazılarımızdaki dikkatsizlikten, anlayışsızlıktan ve ecnebilerin/yabancıların zararlı seciyelerini/ ahlaklarını almamız sebebiyle, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber, herkes “ nefsî! nefsî ” demekle ve milletin menfaatini düşünmeyip menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle bin adam, bir adam hükmüne sukut eder. Zira ayrı ayrı hareket ettiklerinden herkesin kıymeti en fazla bir hükmündedir. (Hutbe-i Şamiye) Öyleyse bu noktadan bakıldığında yine denebilir ki; kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değildir. Ebna-i cinsini mülâhazaya mecburdur. Zira hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona 1- Feyzu’l-Kadir, 3/480 12
mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşayamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. 2 İnsanı insanlığından utanır derecede bozan tasavvur-u şahsiyenin yani bütün himmetini kendi şahsi menfaatine hasretme hastalığının en bariz sebeplerinden bazıları şunlardır: 1- Yüce bir gaye-i hayalinin olmaması: Evet, «Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsi edilse, ezhan enelere dönüp etrafında gezerler.» (Hakikat Çekirdekleri) 2- Vazife-i hayatı yalnızca nefsi muhafaza etme, batın ve ferci tatminden ibaret zannetmek. 3- İnsanın yaratılışından habersiz olması, kendisine bahşedilen latife ve duyguların kıymetinden habersiz yaşaması. 4- İslami terbiyeden uzaklaşıp dinden uzak felsefi öğretilerin esiri olarak yaşaması. 5- Kendisini malın gerçek sahibi zannedip, istediği tarzda tasarruf yetkisine sahip olduğunu düşünmesi. 6- Bu konuda kendisini duyarlılığa sevk edecek yeterli bir ilmi birikime ve sağlam bir bilince sahip olmaması. 2- Gerçekten elinden bir şey gelmeyen, hakikî özrü olanlar müstesnadır. (Hutbe-i Şamiye)
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
7- Mala sahip olduğu takdirde, onunla her istediğini yapıp gerçekleştirebileceği kuruntusuna kapılması. Bu minval üzere meseleyi ele aldığımızda durum şöyledir: Evet, hayal ancak sonsuzlukla, ebediyetle tatmin olur. Satın aldığı her şeyin önce ömrünü, dayanma gücünü merak edip soran insan, kendisinin fani olduğunu bildiği halde, bu dünya hayatından nasıl hakiki ve elemsiz bir zevk alabilir? Dünya onu nasıl tatmin edebilir? İşte, hayalin gayesi olan o ebedî saadet yoluna girmeyen, onu unutan (nisyan) yahut bildiği halde dünya zevklerinin hatırı için onu unutur görünen, unutmuş gibi davranan (tenasi) bir insanın aklı ve fikri, sadece kendi enesini yani kendi nefsini düşünür, onun menfaatini gözetir, onun tatminine çabalar, onun zevkini esas alır. Bu hale düşen bir insan, gaye-i hayalden yüz çevirerek enesine yönelir, adeta onun etrafında tavaf eder; ona bir kutsiyet vermek gibi çok aşağı ve zararlı bir yola girer. ”ُْــت مَــنِ اتَّخَ ــ َذ إِلَهَــه َ “هَ ــوَاه أَرَ أَي3 Hâlbuki her akıl bilir ki, kalem kendi için yazmadığı, ağaç kendisine meyve hazırlamadığı, ayak kendi işine koşmadığı gibi, bu insan da kendi için yaratılmış olamaz. O da bir gaye için yaratılmıştır ve bir yere yolcudur. O halde gayesini unutmadan yaşaması, imkânlarını akıllıca seferber etmesi, insanın insan olarak kalabilmesinin en önemli şartıdır. Aksi takdirde hayvan gibi hatta hayvandan daha aşağı bir derekeye düşmesi kaçınılmazdır.4 Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ zannediyor musun ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniyye ile güzelce muhâfaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batın ve fercin hizmetine mi münhasırdır? Yâhut, zannediyor musunuz ki, hayatınızın makinesinde dercedilen şu nâzik letâif ve mâneviyyat; şu hassas âza ve âlât; şu muntâzam cevarih ve cihâzât ve şu mütecessis havas ve hissiyatın gaye-i yegânesi; şu hayât-ı fâniyede, nefs-i rezîlenin, hevesât-ı süfliyyenin tatmini için istimaline mi münhasırdır? Hâşâ ve kellâ! Belki vücudunuzda şunların yaratılması ve fıtratınızda bunların gaye-i idhâli, iki esâstır: Biri: Cenâb-ı Mün’im-i Hakikînin bütün ni’metlerinin herbir çeşitlerini size ihsas ettirip şükrettirmekten ibarettir. Siz de hissedip, şükür ve ibâdetini etmelisiniz. Tam bir kulluk ile karşılık vermelisiniz. İkincisi: Âleme tecelli eden Esmâ-i kudsiyye-i İlâhiyyenin bütün tecelliyatının aksâmını, birer birer size o cihâzat vâsıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak îman getirmelisiniz, imanı daima arttırma yoluna gitmelisiniz. (Sözler) İnsanın etkisinde kaldığı ve öğretileriyle yetiştiği öğretiler noktasında meseleye baktığımızda, görünen şudur ki: (Dine aykırı olan) Felsefenin tilmizi menfaatperest ve hodendiştir ki, o tilmizin gaye-i 3- Furkan, 25/43 “İhtiraslarını ilah edinen kimseyi görüyor musun?” 4- “Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya kavradıklarını mı sanıyorsun? Onlar sırf hayvan gibi, hatta gidişçe daha sapkındırlar.” Furkan, 25/44
himmeti, nefis, ferc ve batnın hevesatını tatmindir. Ve menfaat-i şahsiyesini—bazen—kavminin menfaati içinde kavminin menfaati namıyla; menfaat-i nefsini, menfaat-i millet namıyla arayan dessas bir hodgamdır. Ya rikkat-i cinsiye eleminden kurtulmak ister veya hırsını veya gururunu veya hubb-u cahını o milliyetperverlik cihetinde teskin eder. Elhasıl, nefsinden başka hakikî hiçbir şeye muhabbet etmez. Her şeyi kendi nefsine feda eder. Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibâdet eden bir firavun-u zelîldir; her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şâkird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir; şeytan gibi şahısların bir menfaat-i hasîse için ayağını öpmekle zillet gösteren denî bir muanniddir. Hem de cebbâr bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için, zâtında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfüruştur.5 (Sözler) Kur’ân’ın hakiki tilmizi ise, yalnız livechillah ve rıza-yı İlâhî için ve fazilet için o derece nefsinin menfaatinden tecerrüd eder ki, Cennet-i ebediyeyi dahi hakikî maksat ve gaye-i ibadet yapmaz. Nerede kaldı ki, bu dünya-yı zailenin fâni olan menfaatleri, onu, hakikî maksat ve gayesinden çevirsin. Evet Hikmet-i Kur’ ân›ın hâlis tilmizi, bir abddir; fakat en büyük mahlûkata da ibâdete tenezzül etmez; hem, Cennet gibi âzam menfaat olan bir şeyi, gâye-i ibâdet kabul etmez bir abd-i azîzdir. Hem, tilmiz-i mütevâzidir, selîm, halîmdir; fakat Fâtırının gayrına, daire-i izni haricinde, ihtiyârıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem, fakir ve zayıftır, fakr ve zaafını bilir; fakat onun Mâlik-i Kerîmi, ona iddihar ettiği uhrevî servet ile müstağnîdir ve Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için, kavîdir. Hem, yalnız livechillâh, rızâ-i İlâhî için, fazîlet için amel eder, çalışır. (Sözler) Kişinin kendisini malın gerçek sahibi zannetmesi noktasından hareketle, tasarruf yetisinin de sadece kendisinde olduğunu zannetmesi noktasından meseleya baktığımızda, Karun kıssasını hatırlamak ve ondaki ibretlik yönleri düşünmek icap edecektir. Kur’an’da, Karun kıssasının etraflıca yer aldığı Kasas suresinin “Bu Kur’an iki şehirden birindeki güçlü ve zengin bir adama indirilmeli değil miydi?”6 َوقَالُــوا لَــوْ َل نُــزِّ لَ هَ ذَا ا ْل ُقــرْ آنُ عَ لَى رَ جُ لٍ مِّنَ ا ْلقَرْ َي َت ْيــنِ عَ ظِ ي ٍمitirazlarının yükseldiği sırada inmesi manidardır. Bu nedenle olmalı ki Firavun, Haman, Karun ve bunlara karşı Musa’nın mücadelesinin anlatıldığı Kasas suresi konuyu şöylece özetler: “Firavun yeryüzünde büyüklük taslamış ve halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir gurubu ezmek istiyordu. Oğullarını öldürüyor, kadınlarını hayasızlığa zorluyordu. Sürekli terör estiriyordu. Biz ise yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve Firavun’un yerine geçirmek 5- Bunlar Kur’an talebesi olabilmenin, ona talebe olma şerefine nail olabilmenin gerekleridir. Bunlardan uzaklaşıldığı oranda nefis tarafına yaklaşma, Kur’an canibinden uzaklaşma söz konusudur. 6- Zuhruf, 43/31 13
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
istiyorduk. Onları işbaşına getirmek suretiyle Firavun, Haman ve ordularına korktuklarının başına geleceğini gösterelim istiyorduk” 7 Mekke’de “Muhammed dürüst (el-emin), ama zengin değil; vahiy içimizden zenginlere inmeliydi?” itirazları yükselince, onlara, tarihten bir zenginlik örneği gösterme sadedinde “Nedir bu zengine tapma hastalığı, alın görün işte size zengin” demeye getirilerek, Karun kıssası anlatılır gibi hissedilmektedir. Kur’an’dan anladığımız kadarıyla Musa’nın kendi kavminden olan Karun, büyüklük kompleksine kapılıp halka karşı azgınlık etmekteydi. “Karun, Musa’nın kavminden idi de, onlara karşı azgınlık etmişti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarlarını güçlü kuvvetli bir topluluk zor taşırdı. Kavmi ona demişti ki: Şımarma! Bil ki Allah şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiği bu nimetler içinde ahireti düşün ve dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana bolca verdiği gibi sen de iyilik için bolca ver. Bunları yeryüzünde fesat çıkarmak için kullanma çünkü Allah fesat çıkarları sevmez.” 8 Karun: “Bu serveti üstün deham sayesinde kazandım” dedi.9 Allah’ın önceki çağlarda ondan daha güçlü ve ondan daha çok kazanmış kimseleri helâk ettiğini bilmezlikten geldi. Karun işte böyle ihtişam içinde halkının karşısına çıktı. Dünya hayatını arzu edenler “Ah ne olurdu, onun gibi bize de zenginlik verilseydi, ne nasipli adammış” dediler.10 Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise “Yazıklar olsun size! Allah’ın sevabı, iman edip iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa kendini adayanlar için daha hayırlıdır. Ona ise sadece güçlüklere göğüs gerenler kavuşturulur” dediler. 11 Sonunda Karun’u, hem de sarayı ile birlikte yerin dibine geçirdik. O zaman Allah’a karşı yardımına koşacak hiç kimseyi bulamadı. Kendini kurtaracak durumda da değildi. Daha dün onun yerinde olmaya can atanlar ‘Demek ki Allah kullarından kimine verdikçe veriyor, kimine de kıstıkça kısıyor. Eğer Allah’ın lütfu olmasaydı bizi de yerin dibine geçirmişti. Yok, yok kâfirler felâh bulmuyor; bunda hiç şüphemiz kalmadı” demeye başladılar. 12 “Ahiret yurduna gelince, Biz onu yeryüzünde büyüklük kompleksine kapılmayan ve fesat çıkarmayanlara hazırlamış bulunuyoruz. Gelecek Allah bilinciyle yaşayanların olacaktır.” 13 Görüldüğü gibi Karun örneği üzerinden, zenginliğin genetiği çıkarılmış gibidir. Demek ki zengin, malı “kenz” (hazine) haline getiren kişidir. Öyle ki servetini, ne toplumda iş ve istihdam sağlamada 7- Kasas, 28/4-5 8- Kasas, 28/76-77 9- Kasas, 28/78 10- Kasas, 28/79 11- Kasas, 28/80 12- Kasas, 28/81-82 13- Kasas, 28/83 14
kullanır, ne de doğrudan infak eder. Özel mülkiyetinde tutup onunla avunur. İşte buna Kur’an “kenz” der ve şiddetle eleştirir. “Kenz”in ateş olduğunu; onunla sahibinin alnının, böğrünün ve sırtının dağlanacağını haber verir. 14 Hiç şüphesiz, Karun da malı “kenz” etmenin en belirgin bir örneğidir. Karun, malı öyle “kenz” etmiştir ki anahtarlarını bir bölük insan zor taşımaktadır. Kur’an böylesi mal yığıcılarına halkın dilinden şunları söyler: “Şımarma! Allah şımaranları sevmez. Allah’ın sana verdiği bu nimetler içinde ahireti düşün ve dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan et. Bunları yeryüzünde fesat çıkarmak için kullanma çünkü Allah fesat çıkarları sevmez.” 15 Kıssada mülkiyetin meşru olarak kalmasının, onun ihtiyaç fazlası olan önemli bir kısmının Allah yolunda kullanılması ve infak edilmesiyle mümkün olabileceği vurgusuyla işlenmektedir. Önce teşvikle bu neticenin sağlanması yoluna gidilir, ancak daha sonra giderek yıkımla, yok etmekle tehdit safhası gelmektedir. Bu yıkım afet, iflas, telef veya müsadere gibi maddî olabileceği gibi, onca mülkün içinde azap çekme, stres, bunalım gibi manevî de olabilir. Zenginlerin ucundan biraz vermekle şükretmesinin yeterli olacağını, zengin-yoksul ayrımında hiçbir sorun olmadığını, zaten Allah’ın kimine az, kimine çok vererek bundan razı olduğunu, yoksulların zenginlerin insafına ve himmetine bırakıldığını sanmaya adeta bir savaş açılmış gibidir. 16 Kıssada “Bu servet bana bendeki bir bilgi (deha) sebebiyle verildi” demek,17 ‘ben kazandım, ben elde ettim, ben başardım, başkalarında olmadığına göre demek ki onlarda deha yok, onun için başarısızlar, bu nedenle de kimseye bir şey vermek zorunda değilim’ demek oluyor. Bir de bunlara alkış tutanlar vardır. Onlar ise öyle kimselerdir ki “Ah ne olurdu, onun gibi bize de zenginlik verilseydi, ne nasipli adammış” der dururlar. İç geçirerek zenginlerin yaşantısına özenirler. Bir an önce onlar gibi olmaya can atarlar. Ellerine geçen ilk fırsatta Karunlaşırlar. “Harun” kalmaları sistem dışına itildikleri içindir. Sistemden konum elde etmeye başlayınca Karun’dan daha ileri giderek “Bendeki bilgi sayesinde bunları elde ettim” yerine, “Allah’ın seçilmiş kuluyum, bunu bana o verdi, bana 14- Tevbe, 9/34-35 “Ey o bütün iman edenler! Haberiniz olsun ki Ahbar (Yahudi hahamları) ve Ruhbandan (Hıristiyan rahipleri) birçoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan çevirirler, altını, gümüşü hazineye tıkıb da onu Allah yolunda sarf etmeyenler ise işte onları elîm bir azâb ile müjdele!”; “Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) “İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın” (denilecek).” 15- Kasas, 28/76-77 16- Evet, eğer gerekli zekâtlar toplanmasına rağmen, toplumdaki fakirlerin ihtiyaçları makul seviyede karşılanamıyorsa, zenginlerden ilave vergiler toplama yoluna gidilmesi kaçınılmazdır. 17- Kasas, 28/78
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
verdiğine göre başkasına vermek durumunda değilim, dileseydi onlara da verebilirdi” demeye başlarlar. Böylelerine, kendilerine gerçek bilgi verilmiş olanlar diliyle cevap verilir: “Yazıklar olsun size! Allah’ın sevabı, iman edip iyiliğe, güzelliğe, doğruluğa kendini adayanlar için daha hayırlıdır. Ona ise sadece güçlüklere göğüs gerenler kavuşturulur.”18 Yani iman edip salih amel işlemek, Allah’ın verdiği imkânları rızasına uygun amellerde harcamak, en büyük zenginliktir. Sabır zordur ama meyvesi tatlıdır ve asıl Allah’ın seçilmiş kulları bunlardır. Amiyane bir tabirle “keser döner sap döner, bir gün olur devran döner.” Karun yerin dibine geçer. Dışı Harun, içten Karun olanlar “Eğer Allah’ın lütfu olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirmişti.” demeye başlar, akıllanırlar. Önemli olan acıklı azapla yüzleşmeden imkânları güzel değerlendirmek, geleceğe yatırım yapabilmektir. “Ey iman edenler, şurası bir gerçektir ki, yahudi hahamları ile hıristiyan rahiplerinin birçoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve Allah yolundan saptırırlar. Bir de altın ve gümüşü hazineye doldurup, onları Allah yolunda sarf etmeyenleri bu yüzden acıklı bir azap ile müjdele!” 19 Karun kıssasından alınacak ders ve ibretin bir izdüşümünü şu ifadelerde görmek mümkündür: «Böyle zamanda tereffühte izn-i şer›î bizi muhtar bırakmaz.» «Lezâiz çağırdıkça ‹Sanki yedim› demeli. ‹Sanki yedim› düstur eden, bir mescidi yemedi.» (Sözler / Hakikat Çekirdekleri) Yani, İnsan dünya lezzetleri çağırdıkça 18- Kasas, 28/80 19- Tevbe, 9/34 Gene amiyane bir tabirle olacak belki, ancak maksadı ifade etmede iyi vasıta olan şu sözü hatırlamak yerinde olur: “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” Yani, söz konusu ayet, Yahudi ve Hıristiyanlardan bahsediyor, bize hitap etmiyor diyecek olanların kulakları çınlasın!
sanki yedim demeli, yemeyip o masrafları tasarruf ederek, hayırlı işlerde istihdam etmeyi prensip yapmalıdır. Nitekim birisi bu prensip ile bir mescit inşa etmiştir. Lezzetler gelip geçicidir, lakin hayırlı işler kalıcıdır. “Şimdi ise (İslam âleminin) ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyar, izn-i şer’ î kalmadı.” (Sözler / Hakikat Çekirdekleri) Yani, insanların çoğunluğu açlık ve sefalet içinde iken, az bir kısım zenginin lüks ve israf içinde yaşaması İslamî değildir. İnsanların ekseriyetinin hayat standardı nasılsa, bu standart içinde yaşamak icap eder. İnsanların hayat standardı zayıf ve fakirken; lüks ve israf boyutunda yaşamak doğru değildir. 20 “Ey Âdemoğulları, her mescide gidişinizde güzel giysilerinizi giyin. Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü O (Allah), israf edenleri sevmez.” 21 “Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Bununla beraber malını saçıp savurma. Çünkü malını saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.” 22
20- Ama insanların genel durumu iyi bir standarda ulaşmış ise; o zaman meşru dairedeki lezzetleri takip etmeğe ruhsat vardır denilebilir. Şu da unutulmamalıdır ki, insanın helalden kazanıp, helale harcaması ve mali ibadetlerini yerine getirmesi, israf boyutunda lüks içinde yaşamasına ruhsat vermez. Çünkü israfa hiçbir şekilde cevazı şer’î yoktur. 21- A’raf, 7/31 22- İsra, 17/26-27 İsraf, verilen maddi-manevi nimetlerin, Allah rızasını gözetmeden gereksiz yere harcanmasıdır. Allah, insanların kendilerine verilen nimetleri nasıl değerlendirdikleriyle ilgili ahirette sorguya çekileceklerini “Sonra o gün nimetten sorguya çekileceksiniz.” ayetiyle haber vermiştir. (Tekasür, 102/8) 15
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
MÜSLÜMANLAR İÇİN MADDETEN TERAKKİ VE İLAY-İ KELİMETULLAH İLİŞKİSİ UZM.CEMİL PASLI
Ey efendi Sanma ki senden altın ve gümüş isteyecekler Hayır. Yevme la yenfau da ancak kalb i selim isterler.
Beyitte Şuara suresinin 88-89 ayetlerini telmih mevcut olup; “Yevme la yenfau malun vela benun / İlla men eta’llahe bi kalbin selim” buyurulmaktadır. Mealen O gün (kıyamette) mal da fayda vermez evlatlar da / Ancak sağlam bir kalb ile Allah’ın huzuruna gelenler müstesna demek olur ki şair ahirete temiz kalb ile gitmek gerektiğini vurgulamaktadır. Ahirete işaret eden bu ve benzeri ayet ve hadisler bir çok yerde Müslümanlar için yanlış yorumlanmış ve konu ‘’bir lokma , bir hırka’’ anlayışına kadar uzanmıştır. Oysa Kuran-ı Kerim ve Hadislerde dünya; ahiretin tarlası olarak tanıtılmış, her bir anının değerlendirilmesi emredilmiştir. 16
İnsana çalıştığından başkası yoktur (Necm,53/39), ‘Allah’ın sana verdiği servet ve imkânlar içinde, Allah yolunda faaliyet göstererek, âhiret yurdunu, ebedî yurdu kazanmaya çalış. Ama dünyadan da nasibini unutma. Allah’ın, sana lütuf ve ihsanda bulunduğu gibi, sen de iyiliği, iyi niyetleri, dinin, ahlâkın ve kamu vicdanının emirlerini, devamlı davranışlarına, ilişkilerine, görevlerine, hayatına yansıtan, samimiyetle ibadet eden, aktif olarak iyiliğe, iyi uygulamaya, iyileştirmeye örnek olan, işlerinde mükemmellik, dürüstlük ve başarı için dikkat harcayan bir müslüman olarak hayırlı icraatlar, kalıcı hizmetler yap. Yeryüzünde, ülkede bozgunculuğu, fesadı arzu etme. Allah bozguncuları sevmez.’ dedi.(Kasas,28/77) Saîd b. Müseyyeb, Ebû Saîd Hudrî’den naklen, Resûlullah (s.a.v.)’ın şöyle buyurduğunu anlattı: - “Yeryüzünde işlenen iyiliklerin en önemlisi üçtür:
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
a) İlim öğrenmek. b) Cihat. c) Çalışıp helâl rızık kazanmak. Çünkü: a) İlim öğrenen Allah’ın sevgilisidir. b) Gazi, Allah’ın velî kuludur. c) Çalışıp kazanan, Allah’ın sadık dostudur.” Yine Peygamberimiz ; ‘’Hayırlı işler yapmakta acele ediniz. Zira sizler Allah yolunda yapmanız gereken bu çalışmaları terk ettiğiniz zaman takdirde meydan kafirlere kalacak ve karanlık geceler gibi fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zaman inkarcılık o derece etkili olacak ki , kişi sabah mümin iken akşam kafir olacaktır. Küçük bir dünya menfaati karşılığında dinini satacaktır.’’ Sahih-i Müslim,İman,186 Demek oluyor ki Müslüman ahreti kazanmaya giden yolun dünya hayatında maddi-manevi güçlü olmaktan geçtiğini bilerek çalışacaktır. Bu çalışma Rabbim ömür verdikçe, nefes aldıkça süreklilik arz etmelidir. Müslüman’ın kendisini her şeyden soyutlayıp, üretim kabiliyetinden uzak, hiçbir şey yapmadan, dinlenme adına zamanını boş yere geçireceği bir tatil düşüncesi veya emeklilik hayali olmaması lazımdır. Bu konu ile alakalı, Kur’an-ı Kerimde irşad edici ve yol gösterici mahiyette Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “(O hâlde) bir işten boşalınca hemen (başka) bir işe koyul.” (İnşirah sûresi, 94/7) Bu âyet-i kerime, Müslümana önemli bir yaşam pratiği sunmaktadır. Aynı zamanda bu tavsiye Müslüman için bir hayat düsturu olmalıdır. Elbette tatil yapmalıyız. Bir işte çalışırken yorulduğumuzda dinlenmeliyiz. Ama bu dinlemeyi başka hayırlı bir işe sarılarak yapmalıyız. Her zaman hareket hâlinde olmalıyız. Çalışırken hareket, dinlenirken de hareket olmalıdır. Başka bir ifadeyle, mesaimizi öyle ayarlamalıyız ki, hayatımızda hiçbir boşluk bulunmamalıdır. Ders çalışmaktan yorulunca başka bir şey okuyarak dinlenilmelidir. Yan gelip yatarak dinlenme yerine, başka bir meşgale bulmalı, onunla meşgul olunmalıdır. Buna “çalışarak dinlenme ve dinlenirken çalışma” diyebiliriz. Bütün başarılı insanların, aynı metodu uyguladıklarını görüyoruz. Üstad; Hutbey-i Şamiye’de İzzeti İslamiye’yi maddeten terakki etmek ile bağlantılı zikrediyor. Beşinci kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i’lâ-yı kelimetullahı ilân ediyor.
Ve bu zamanda i’lâ-yı kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakîkiyeye girmekle i’lâ-yı kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiyenin iman ile kat’î verdiği emri, elbette âlem-i İslâmın şahs-ı mânevîsi, o kat’î emri istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez. Evet, nasıl ki eski zamanda İslâmiyetin terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzâtını def etmek, silâhla, kılıçla olmuş. İstikbalde silâh, kılıç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin mânevî kılıçları düşmanları mağlûp edip dağıtacak. Biliniz ki: Bizim murâdımız, medeniyetin mehâsini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiâtları değil ki, ahmaklar o seyyiâtları, o sefâhetleri mehâsin zannedip, taklid edip malımızı harap ettiler. Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiâtı hasenâtına râcih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. ınşaallah, istikbaldeki ıslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehâsini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek. Evet, Avrupa’nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden; belki heves ve hevâ, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiâtı hasenatına galebe edip ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir. Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve ıslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i ıslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i ıslâm için tedennî dünyası oldu” diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz. Mâdem meylül istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten derc edilmiş. Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa, istikbalde hak ve hakikat, âlem-i ıslâmda nev-î beşerin eski hatîatına kefaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek ınşaallah. Evet, bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehâsı birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedennî içinde kış ve fırtına 17
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-î beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşaallah. Hakikat-i İslâmiyenin güneşiyle, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi rahmet-i İlâhiyeden bekleyebilirsiniz. Hutbe-i Şâmiye, s. 41-43
evâmir-i Rabbâniyeyi imtisal ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut, tâ şems ve kamere kadar herşey kemâl-i lezzet ile vazifesine çalışıyorlar. Demek hizmetlerinde bir lezzet var ki, akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden, mükemmel vazifelerini ifa ediyorlar.” Lem’alar,17.Lem’a,7 ve 8. Nota
Kim kazanmazsa ekmek parası dostunun yüz karası düşmanının maskarası (M.Akif ERSOY)
Şu kısacık ömrünü bir hac mevsimi gibi görmeli,değerlendirmeli,dinlenmeyi ve hakiki mutluluk ve refahı cennete ertelemelidir.
Bu gün teknolojik tüm imkanları da kullanan Müslüman tüm kainata bağlantılı,evrensel bir mücadelenin içerisinde 7/24 cihat etmelidir.Bir alanda yorulduğu anda diğer bir alana geçmeli ömür dakikalarını dünyaya gönderilme misyonu olan iyilik yapmak ve kötülükle mücadele ile geçirmelidir. “İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye ve teşvik etmeye muhtaç değildirler. Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez.” “Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur. Ey sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki, Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmetin mükâfâtını hizmet içinde derc etmiştir. Amelin ücretini nefs-i amel içine de koymuştur. İşte bu sır içindir ki, mevcudat, hattâ bir nokta-i nazarda câmidat dahi, evâmir-i tekviniye tabir edilen hususî vazifelerinde, kemâl-i şevkle ve bir çeşit lezzet ile 18
‘’Çünkü programımız budur ki: Dünya bir misafirhânedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedârik etmekle mükelleftir. En ehemm ve en elzem işler, takdim edilecektir.’’ Sözler,20.söz ‘’Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.’’Sözler,17.söz ‘’Ey kardeşlerim, dikkat ediniz. Vazifeniz kudsiyedir, hizmetiniz ulvîdir. Herbir saatiniz, bir gün ibadet hükmüne geçebilecek bir kıymettedir. Biliniz ki, elinizden kaçmasın.’’ Mektubat,29. Mektup ,6. Risale O halde ey Müslüman , ey mümin !!! Haydi, kalemleri bırak emri gelinceye kadar çalış. Çalış ki veren el ol. Veren el daima alan elden üstündür.
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
TOPLUMSAL VE SİYASAL HAYATTA SIDK… M.ARİF KOÇER
Sıdk, s-d-k kökünden gelen bir kelimedir. Tasdik etmek anlamına gelir. Neyin tasdiki. Tabi ki kâinatta yaratılmış ve var olanın tasdiki. İman da zaten budur. Kâinatta var olan sanatı kabul etmek, sanatkârı ile olan gerçekteki bağı tasdik etmektir. Küfür ise k-f-r kökünden gelir ve örtmek, gizlemek anlamlarını taşır. Bu bağlamda küfür vakıada olan hakikatı, sanatsanatkâr ilişkisini gizlemektir, vakıaya aykırı hükümdür, kizbtir, yalandır. Bu anlamda imanın kendisi sıdktır. Bediüzzaman, “Bütün hayatımda tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkalamasıyla hülasa ve zübdesi(özü olarak) bana kat’i bildirmiş ki: Sıdk, İslamiyetin üssü’l-esasıdır (temelidir) ve ulvi seciyelerinin (yüksek vasıflarının) rabıtasıdır (bağıdır) ve hissiyat-ı ulviyesinin (yüksek hislerinin) mizacıdır (karakteridir). Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin (toplum hayatımızın) esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip(hayatlandırıp) onunla manevi hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet, sıdk ve doğruluk İslamiyet’in hayat-ı içtimaiyesinde (toplum hayatında) ukde-i hayatiyesidir (hayat düğümüdür)”1 der. İslam toplumlarını hayatlandıracak, yükseltecek sihirli kelime doğruluktur. Sıdkın toplumsal hayatta yaşanılır olmasıdır. İslam dini de, tabilerine sıdkı, doğruluğu esas alan bir hayatı emreder. Kur’an’da "Bugün, doğrulara, doğruluklarının yarar sağlayacağı gündür. Onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. İşte bu büyük başarıdır.” (Mâide, 119) diyerek doğruluğu över, verilecek mükâfatı ile de inananları teşvik eder. İslam Peygamberi Hz. Muhammed (as)’ın da, en bariz vasfı “emin” oluşudur. İslam’dan önceki dönemde de kendisi, devam edegelen Hanif dininin etkisi ve temiz fıtratı neticesi, bu ilke ile hayatını tanzim edişi sebebiyle “Muhammed-ül Emin “ olarak bilinirdi. 1- Said-i Nursi, İçtimai Dersler, Hutbe-i Şamiye, Zehra Yayınevi, İstanbul, 2006, 53, 54
Kendisi bu vasfı tebliğinin de dayanağı yapmıştır. Tebliğ için davet ettiği Kureyş’ten insanlara, “Şu dağın arkasında bir düşman ordusu var ve Mekke’yi yok etmek için geliyor desem inanır mısınız?” dediğinde “Evet, sen ‘Muhammed ül Emin’sin’ sen diyorsan inanırız.” dediler. Bunun üzerine Efendimiz(sav) “Öyle ise ben diyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur ve ben O’nun Resulüyüm” diye eminliğini tebliğine dayanak yapmıştır. Kendi tabilerine de “Doğruluktan ayrılmayınız; çünkü doğruluk iyiliğe, iyilik de cennete götürür. Gerçekten insan doğrulukla hareket etmeye devam ederse Allah katında en doğru kimse olarak yazılır. Yalandan sakınınız; çünkü yalan kötülüğe, kötülük ise cehenneme götürür. Gerçekten insan yalan söylemeye devam ederse Allah katında çok yalancı yazılır.” (Müslim, İman, 62.) diyerek doğru olmayı emretmiştir. Bir gün sahabe efendilerimiz, Rasulullah (sav)’e, – Mümin korkak olabilir mi, diye sordular. Efendimiz (sav); – Evet, olabilir, diye cevap verdi. – Mümin cimri olabilir mi, diye sordular. Efendimiz (sav); – Evet, olabilir, diye cevap verdi. – Mümin yalancı olabilir mi, diye sordular. Efendimiz (sav) bu sefer, – Hayır, mümin yalancı olamaz, buyurdu. (Muvatta) diyerek, his ve hevesi hâkim olduğunda, mümine kalbindeki imanın sesini bastırıp, günahlar işletebileceğini, ama hiçbir koşulda, imanın kendisi olan sıdktan ayrılıp, küfrün kendisi olan yalana yönelemeyeceğini belirtir. Yine başka bir hadiste ise mümine yakıştırmadığı yalancılığın münafıklığın üç alametinden biri olduğunu söyler. (Buharî) Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre de, “…Bizi aldatan bizden değildir.” (M283 Müslim, İman, 164)2 diyerek, yalan ve aldatmanın hiçbir şekilde müminlikle bağdaşmayacağını vurgular. 2- Hadislerle İslam, Mehmet Görmez vd. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 915, V.Cilt, 23 19
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
Bediüzzaman’ın ifadesi ile Muhammed-i Arabi (as)’ı, yükseklerin yükseğine çıkaran ciddiyet ve sıdktır. Davasındaki ciddiyeti ve eminliği O’na bir ölümlünün yükselebileceği en yüksek makam olan Miraca giden yücelme yolunu açmış, çok perdeleri aşarak, Cenab-ı Hakk’a en yakın noktaya kadar yükselmiştir. Çünkü “Ahlak-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır” Şayet aksi olursa “Eğer sıdk kalkıp araya kizb(yalan) girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur”3 O’nun getirdiği terbiye ile mü’minler, Müseylimetü-l Kezzab’ın şahsında yalancılığı, Hz. Muhammed (as)’ın şahsında doğruluğu görmüş, ders almış, ikisinin birbirinden ne kadar farklı olduğunu hissetmiş, yalancılıktan nefret ederek, kaçınmış, doğruluğu ise kendilerine hayat tarzı edinmişlerdir. Birinin aşağıların aşağısı, diğerinin ise yükseklerin yükseği olduğu herkes için ayan beyan açığa çıkmıştır. Ancak zamanın geçmesi ile siyasetin de katkısıyla, aradaki bu mesafe kapanmış, sıdk ve kizb aynı dükkanda satılmaya başlanmıştır. Aynı şahıstan, mümin de olduğu halde, her ikisinin de sudur etmesi normal kabul edilmeye başlanmıştır. Yalan öyle yaygınlaşmıştır ki, yalan asıl, doğruluk istisna, yalancı çok, dürüst az olmuştur. Bu konuda üç hususta (savaşta, karı koca arasını düzeltmek, iki arkadaşın arasını bulmak için) yalana cevaz olduğu hususu da öyle su-i istimal edilmiştir ki, Bediüzzaman, bir sınır olmaması sebebiyle ve tarih boyunca yaşanan tecrübeleriyle, kötü neticelerinin iyi sonuçlarından fazla olmasından dolayı, zamanın bu hükmü neshettiğini belirtir. Yalana hiçbir şekilde ruhsat olmadığını, yolun ya hak söylemek ya da susmak olduğunu söyler. 4 Yalanın toplumun yaygın gerçeği olmasının iki doğal sonucu olmuştur. Birincisi, ticaretin esası olan güven ve emniyetin yok olması, böylece ekonominin ciddi yara almasıdır. Güven bunalımı sebebiyle çok yüksek oranda yapılabilecek ticaret/alışveriş çok düşük bir orana düşmüş, para ve malın akışkanlığındaki bu durgunluk, genel olarak ekonomiyi menfi yönde etkilemiş, toplumu fakirleştirmiştir. Hakim b.Hizam’dan nakledildiğine göre, Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Alışveriş yapanlar birbirlerinden ayrılmadıkları sürece (alışverişi kabul edip etmeme konusunda ) serbesttirler. Eğer dürüst davranırlar ve (malın kusurunu) açıkça söylerlerse, alışveriş bereketlenir. Fakat kusur gizler ve yalan söylerlerse, (yaptıkları) alışverişin bereketi gider.”(D3459 Ebu Davut, Büyu, 51) Allah Resulü, “Sözü ve muamelesi doğru, dürüst tüccar, (kıyamet gününde) peygamberler, peygamberleri tasdik eden doğru kimseler ve şehitlerle 3- Said-i Nursi, İşaratü’l- İ’caz, Zehra Yayıncılık, İstanbul, 2006, 179 4- Said-i Nursi, İçtimai Dersler, Hutbe-i Şamiye, Zehra Yayıncılık, İstanbul, 2004, 56 20
beraber olacaktır.” (T1209 Tirmizi, Büyu, 4)5 buyurur. İkinci ise, “layık olduğunuz gibi yönetilirsiniz” hadisi gereği, toplum yönetiminde de yalanı yöntem olarak esas yapan kişiler siyasette öne çıkmış, idareci olmuşlardır. Netice olarak yalan çıkışlı yönetim tarzıyla, toplumun kaynakları talan edilmiş, layık olmayanlar devlet kademelerine gelmiş ve yükselmiş, “hamiyet-i milliye/milliyetçilik” perdesi altında, şahsi menfaatleri temin, siyasilerin birinci meselesi haline gelmiştir. Bu ise bir toplumu mahvolmaya götüren sebeplerdendir. Halbuki Peygamber (as) “Allah’ın kendisine yöneticilik verip de, yönettiği kimseleri sadakat ve samimiyetle koruyup gözetmeyen kimse, cennetin kokusunu alamaz” der.6 İnandığı gibi yaşayamayınca, yaşadığı gibi inanmaya başlayan insanlar için, haram olan yalanın bile kılıfı bulunmuş, “beyaz yalanlar” ambalajı ile tüketime sunulmuştur. Buna göre insanlar kendi keyfine göre faydalı gördükleri konularda, beyaz yalan etiketini vurarak kolayca yalanlar söylemeye başlamışlar, neyin doğru, neyin yalan olduğu ayırt edilemeyecek bir şekilde yalan yaygınlaşmış, hayatın her alanını kuşatmıştır. Doğruluk eğitimi çocukluktan itibaren yapılamamış, çocuğa emin olma değil, “işini bir şekilde yürütme” erdem olarak öğretilmiştir. Temiz fıtratının gereği yaptığı yanlış bile olsa dosdoğru söyleyen çocuğa, “bir de utanmadan söylüyor” diyerek yalancılık teşviki yapılmıştır. Sosyal hayatta dosdoğru söyleyenler değil, dalkavukluk yapanlar, idare-i maslahatçılar alkışlanmıştır. Doğru söylemek, saf olmakla eş anlamlı kabul edilerek, dürüstlük ayıplanır hale gelmiştir. Sonuç olarak, doğruluğun toplumsal hayatta ve idare sanatı olan siyasette ölmesi, toplumu öldürmüştür. Hayatlanmasının yolu ise, sıdkı toplumsal yükselişin hayat düğümü olduğunu anlayarak esas yapmaktır. Sıdkı hayatlandırmadan, toplumu hayatlandırmak mümkün değildir. Dünyada ve ahrette kurtuluşun yolu da budur. Hz.Peygamber (sav) ne güzel buyurmuştur: “Bana kendi adınıza altı şeyin güvencesini verin, ben de size cennetin güvencesini vereyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin, söz verdiğinizde sözünüzü tutun, size (bir şey) emanet edildiğinde ona riayet edin, iffetinizi koruyun, gözlerinizi (bakılması yasak olandan) sakının ve ellerinizi (haramdan) çekin” (HM23127 İbn Hanbel, V, 323)7 5- Hadislerle İslam, Mehmet Görmez vd. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 915, V.Cilt, 21 6- Hadislerle İslam, Mehmet Görmez vd. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 915, III, 505 7- Hadislerle İslam, Mehmet Görmez vd. Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları 915,III, 401
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
İSLAM ÂLEMİNİN BEYNİNDEKİ TÜMÖR: İSTİBDAT NECDET AÇIKGÖZ
Yıl 1911 İslam âlemi dalga dalga yenilgiler ve sömürülerin pençesinde boğuşurken 35 yaşında alanın uzmanı olan çağın hekimi, İslam âleminin nabzını tutmakta ve ona göre çareleri deklare etmekteydi. Kendi mürşitlerinde de olan İmamı Gazali gibi Şam Emevi camiine gelmiş ve âlemi İslam’ın yaralarına merhem olmaya çalışıyordu. İslam âleminin minaresinde ‘pederlerimiz’ dediği Araplar aracılığıyla altı hastalığa karşı altı çare sunuyordu bize… Belki de en tehlikeli hastalık olan ve kendi deyimiyle ‘insanlık, hayvanlıktan çıkarken kendisiyle birlikte getirdiği ur’ istibdattı. Bu tümörü dikkatli bir cerrah gibi almaya ve iyileştirmeye çalışıyordu. İstibdatın tarihi kökenlerine bakınca Hz Âdem ve şeytan mücadelesinden bu yana gelen ve temsilci olarak kabil tarafından ateşi fitillenen insanlık âlemini yok etmeyi hedefleyen ‘istibdat’, aslında bir Firavunluk rejimidir. İslamiyet içinde ısırıcı saltanatla dirilen istibdat, Hz Hüseyin’in hürriyeti şer’i kılıncı karşısında yaralansa da uzun bir
süre varlığını devam etmiştir. İstibdatı sadece yönetim alanında düşünmemek gerekir. Sosyal hayatın her köşesine sirayet eden istibdat, bazen bir baba bazen bir öğretmen, bazen de bir müdür kılığında karşımıza çıkar. Hepsinde ayrı renk ve ayrı çeşittedir. Bediüzzaman,istibdatın dine, sosyal ve siyasal hayata ve bireye olan etkilerini şu şekilde özetlemektedir: İstibdatın sosyal ve siyasal hayata etkisi; istibdat; baskıcılıktır, keyfi muameledir, kuvvete dayanan zorbalıktır. Tek oydur. Kötüye kullanmak için müsait bir zemindir. Zulmün temelidir. İnsanlığın yok olmasıdır. Sefalet derelerine insanı yuvarlandıran ve alemi İslamiyet’i alçaltan sefalete düşürten ve kin ve düşmanlığı uyandıran bir hastalıktır. İstibdatın dine olan etkisi; İslamiyet’i zehirlendiren hatta her şeye zehrini atarak bulaştıran ve İslamiyet içinde ihtilaflar ile Mu’tezile, Cebriye,Mürcie gibi 21
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
yoldan sapmış akımları ortaya çıkaran yineistibdattır. İstibdatın bireye olan etkisini ise şöyle açıklar: İstibdatta firavunluk vardır. Kuvve-igadabiyenin doruk noktasıdır firavuniyet. Bütün zulümler, gurur, kibir ve enaniyetler bu duygunun ifratından ortaya çıkar. Bu duygunun ibresi sadece nefse ve lezzete ayarlıdır ve haram helal çizgisi yoktur.Nefsinden kaynaklanan gurur ve enaniyet Allah’ı inkâr ile birleşince birey kendi ilahlığını ortaya koyar. Ve şeddat zalimler olan Nemrutlar ve Firavunlar türemeye başlar. Yani şefkat yok, merhamet yok, hak, hukuk, adalet, yoktur ve İnsanlığını kaybeder.İstibdatla yetişen bir bireyi farklı olarak şöyle anlatır İbn-i Haldun:“… Şiddet ve katılıkla yetiştirilen öğrencilere, kölelere ve ya hizmetçilere baskı(Psikolojisi) hâkim olur ve bu durum onların kişisel gelişimini engeller, onlardaki çalışkanlığı yok eder, onları tembelliğe, yalana ve ikiyüzlülüğe sevk eder. Dışarıya, içinde olandan farklı şeyleri yansıtır. Çünkü kendisine baskı ve şiddet elinin uzanacağından korkar. Dolayısıyla bu durum onlara hile ve aldatmayı öğretir ve zamanla bu onlarda bir alışkanlık ve karakter haline gelir.”1 İstibdat, mehasin-i milliyeyi tek şahısta topladığından dolayı milletin şevki kırılır ve ümitsizlik, düşmanlık ve dinden uzaklaşmalar başlar. Maalesef âlem-i İslam istibdatın pençesinde boğuşurken, İslam düşmanları bunu fırsat bilerek, onlarda istibdat ve ümitsizlikten yararlanarak onları sömürmeye ve yok etmeye çalışıyorlardı. 1900’lü yıllar buhranlı ve perişaniyet dönemiydi. Müslümanlar savrulmaya ve birbiriyle uğraşmaya başladılar. İttihad-ı İslam’dan,Kur’an’dan uzaklaşmaya ve kurun-u vustanın fikirlerini kendilerine rehber etmeye başladılar. Gayret ve hamiyet artık ikinci planda kaldı, neme lazımcılık türedi. Mimsiz medeniyet ‘her koyun kendi bacağından asılır’ diye fısıldıyordu kulaklarına. Gaye-i hayal gitmiş zihinler enenin etrafında fır dönmeye başlamıştı. Bu hastalığın çaresi meşveret iken maalesef diktatörsüz yapamıyorduk. Şu anda da Ortadoğu maalesef eski diktatörlerini rahmetle ve sevgiyle yad etmektedirler. Halbuki“Tek başına karar verme hakkını kendinde görmek, Psikolojik sapmalarının da işaretidir. Bu tavır, kendini başkalarından daha üstün görme, onların kendilerini ilgilendiren konularda isabetli karar alamayacağını, bunun gerekli yeterliğe sahip olmadığını düşünme, onları küçümseme ve hafife alma, onların özgüven ve cesaretini kırma eğilimlerini içinde barındırır.”2 Kur’an-ı azimüşşan
tembelliklerine yenilmiştir. Halbukiasrın İmamı 100 yıl önceden şöyle nida etmişti kendilerine;“Ey bu Cami’deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım! Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dâva ediyoruz. Yani, Kürd gibi küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim olan üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuz ile biz biçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünkü bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet’in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvidir. Hususan kırkelli sene sonra, Arap taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi, en ulvi bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i ilâhiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa inşaallah nesl-i âti görecek.”5Bu hale rağmen Bediüzzaman umudunu kaybetmemiş ve bir Rus polisiyle olan diyaloğunda gelecek asır İslam’ın asrıdır diye müjdeliyordu. Rus Polisi dedi: — İslâm parça parça olmuş. Dedim: — Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslam’ın müstaid(kabiliyetli) bir veledidir. İngiliz mekteb-i idadisinde(lisesinde) çalışıyor. Mısır, İslam’ın zeki birmahdumudur(torunudur). İngiliz mekteb-i mülkiyesinde(siyasal bilgiler) ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslam’ın iki bahadır(Kahraman) oğullarıdır. Rus mekteb-i harbiyesinde(harp akademisinde) talim alıyor. İlâ ahir... Yahu : Şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini (diplomalarını) aldıktan sonra, her biri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslamiyet’in bayrağını, âfâk-ı kemalâtta(mükemmeliğe doğru) temevvüc ettirmekle, (dalgalandırmakla) kader-i ezeliyeye karşı feleğin inadına nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin(Allah’ın taktir ettiği hikmet) sırrını ilan edecektir.6
Ey Müslüman!Aldanma! Başını indirme! Paslanmış ِۚالمْر َ وَشَ ــاوِرْ هُ ْمفِى ْا3 “İşlerinde onlarla istişare et.” bîhemta(eşsiz) bir elmas dâima mücellâ(parlak) cama ــورى َب ْي َن ُه ۖ ْم ٰ ُ َواَمْرُ هُ مْش4 “Onların işleri, kendi aralarında şura müreccahtır(tercih edilir) iledir.” ayetleri ile emrediyor. Kurtul bu halden diyor. Maalesef bu ayetler unutulmuş pederlerimiz 1-İbn-i Haldun, Mukaddime, Yeni Şafak Gazetesi, Cilt:2 s,793 2-Bediüzzaman Said Nursi Sempozyumu, Nûbihar Yay. Tebliğ,Osman Tekin, s,8 3-Ali imran 158 4-Şura 38 22
5-Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yay. İst.2004 s, 59. 6- Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yay. İst.2004 s, 200.
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
EHL-İ İMANI BİRBİRİNE BAĞLAYAN NURANİ RABITALAR M.NESIM DEMİR
Bu gün İslam coğrafyasına baktığımızda hemen hemen her saat başı farklı yerlerde çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek demeden insanlık tarihinin şahit olmadığı vahşilikle cinayetler işlenmekte, toplu katliamlar yapılmaktadır. Bu vahşet öyle bir noktaya gelmiş ki, öldürmek için artık sebep bile aranmamaktadır. Ya bir yol güzergahında mayınlar patlatılmakta ya bir pazar yerine bomba yüklü araçlar havaya uçurulmakta ya da bir okulu basılıp yüzlerce çocuk taranmakta… Hâlbuki özü “selm, selamet,barış, adalet, kardeşlik, birlik” olan bir dinin mensupları nasıl bu kadar cani, acımasız, vahşi olur? Nasıl suçluyla suçsuzu birbirinden tefrik etmeden bu kadar kan dökücü ve zalim olabilir? Kendine yabancı, kardeşine düşman ve değerlerine savaş açan müslümanlar olabilir?
bütün hayatı boyunca müminler arasındaki bağların güçlenmesi için çalışmıştır. O “Hep birlikte Allahın ipi olan Kuran’a sımsıkı sarılın ve parçalanmayın.”(1) ayetine hayatıyla âyine olarak Müslümanları birleştiren, bütünleştiren dinamiklere kuvvet kazandırmak için risaleler telif edip, ittihad-ı İslami; bir ideal, bir hedef, bir vazife olarak talebelerine vasiyet etmiştir. Üstad Hazretleri, asrımızda Müslümanları geri bırakan en önemli sebeplerden birinin ittifaksızlık olduğunu vurgulayıp, bu acı durumun en mühim nedenlerinden birinin de “ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemekten”(2) kaynaklandığını ifade etmiştir. Bediüzzaman Said Nursi, Müslümanlar arasındaki Kur’an ve Sünet-i seniye ışında olması gereken ittihadı şu şekilde ifade ediyor:
Bu olanlara şahit olup, bu asırda sorumluluk taşıyan her ehl-i vicdan bunun üzerine kafa yormalı. Aslında hepimiz yaşadığımız zamana karşı sorumluyuz. Bu sorumluluğu taşımak insaniyetin ve İslamiyet’in bir gereğidir. Bu gereği en güzel yerine getiren şüphesiz asrın imamlarıdır. İmam Azam, İmam Rabbani, Mevlana Celalettin, Mevlana Halit ve Bediüzzaman Said Nursi gibi…
“Şark ve garba ve cenubdan şimale mümted bir silsile-i müteselsile-i nuranî ile merbut bir dairedir. Dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihet ve irtibatı, tevhid-i ilâhîdir. Ve peyman ve yemini, imandır. Müntesibleri, “kalûbelâ”dan dahil umum mü’minlerdir. Defter-i esmaları da Levh-i Mahfuz*dur. Bu ittihadın naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir. Yaşadığı asırda âlem-i islama indirilen her bir Ve yevmiye cerideleri de i’lâ-yı kelimetullahı hedef-i darbeyi yüreğinde hisseden ve müminlerin derdiyle maksad eden umum ceraid-i diniye; kulüb ve dertlenip, eczane-i Kur’aniyeden aldığı dersle ile onlara encümenleri, mesacid ve medaris ve zevayadır. çözümler üreten asrın imamı Bediüzzaman Said Nursi, Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyn’dir. Böyle cemiyetin 23
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
reisi, Fahr-ı Âlem’dir. (a.s.m.) Ve mesleği, herkes kendi nefsiyle cihad-ı ekber yani; ahlâk-ı Ahmediye (a.s.m.) ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyeyi ihya ve başkalara da muhabbet ile eğer izrar intac etmezse– nasihat! Bu ittihadın nizamnamesi, sünnet-i nebeviye; ve kanunnamesi, evamir ve nevahi-i şer’iyedir. Ve kılınçları da, berahin-i katıadır. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değil. Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi; zaten medeniyet onları tokatlıyor. Hedef ve maksatları da i’lâ-yı kelimetullah’tır. Şeriat da; yüzde doksan dokuzu ahlâk, ibadet ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir, onu da ulü’l-emirlerimiz düşünsünler. Şimdiki maksadımız, o silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, herkesi bir şevk ve hahiş-i vicdanî ile tarik-i terakkide Kâbe-i kemalâta sevk etmektir. Zira, i’lâ-yı kelimetullahın bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir.“(3) Şimdi üstadın müminlerin ittihadı için bahsettiği nurani bağlara biraz daha yakından bakalım:
Mescid-i Haram, Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebevi’dir. Böyle bir birliğin lideri Hz Muhammed (s.a.s)dır. Meslekleri, herkesin kendi nefsi ile mücadele etmesi; İslam’ın güzel ahlakını yaşamak; sünnet-i seniyyeyi hayata geçirmektir. Başkalarına muhabet ile nasihatte bulunmaktır. Zaten Şeriat da yüzde doksan dokuz ahlak, ibadet ve faziletle ilgilidir. Şeriatın yüzde biri siyasete dairdir, onu da devleti idare edenler düşünmelidir. Birliğin nizamnamesi, Hz. Peygamber (s.a.s) in sünneti, kanunnamesi de Allah’ın emir ve yasakları; birlik üyelerinin silahları, meselelerini ispat etmek için kullandıkları kesin delillerdir. Çünkü medenilere galip gelmek ancak ikna ile mümkündür. Nitekim hakikat arayışı da sevgi ile gerçekleşir. Birliğin hedefi, mü’minleri terakki etmek için uyarmaktır. Birlik, mü’minler arasında var olan nurani zinciri harekete geçirmek içindir. O’na göre bu zamanda, “İ’lâ-yı Kelimetullah’ın en büyük vasıtası maddeten ve mânen terakki” etmektir. Terakkinin moturu olan şevk ve gayret ise, herkesin bu ihtiyacı vicdanında hissederek harekete geçmesiyle mümkündür.
İslam birliği, küremizi kuşatan nurlu bir dairedir. Birliğin üyeleri bütün mü’minlerdir. Kayıt defterleri Levh-i Mahfuzdur. Üyeleri arasındaki temel müşterek Allah’ın Birliği’dir. Yeminleri Allah’a iman etmektir. Diğer hususlar birlik gücünün fiili sonuçları; meyveleridir. Neşir organları, İslami kitaplar ve Allah’ın adını yüceltmek için istikamet üzere hareket eden gazetelerdir. Kulüpleri, câmi, mescid, medreseler ve zikirhanelerdir(Bu gün için İslami vakıf, dernek ve cemaatler). Merkezi de Haremeyn-i Şerifeyn; Mekke’de
Evet, Üstad; müminlerin birliğini ve onları birbirine bağlayan nurani bağları bu şekilde ifade ederken, ehl-i imanı bir birine bağlayan rabıtaları zayıflatan hususları da; “nifak,şikak, kin, adavet, inat ve haset” olarak belirtir. Bu rabıtalara güç ve kuvvet veren unsurların da “ muhabbet, uhuvvet, iyilik, masumiyet, affetmek, ulüvvücanablık” (4) olduğunu dile getirir.” Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adavet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbe’den daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan
24
02 - Kapak Dosyası | ORTAK ZEMİN
daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öyle de, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsaf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adavete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusuratı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu aklın varsa anlarsın.”(5) Adeta örümcek ağı gibi zayıf bağlarla bir birine bağlanıp, dünyevi bir zevk veya menfaat için birliktelikler kurup üstünlük sağlayan toplulukları görünce; kainatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevi zincirlere sahip müminlerin bugünkü perişaniyeti ehl-i vicdan herkesi dağdar eyler. Bundan dolayıdır ki, Üstad insanı insan eden; akıl, kalp ve vicdana sesleniyor. Eğer sizin bu uzuvlarınız bozulmamış, insaniyetiniz gitmemiş ise sizi birleştiren bu kadar nurani bağlarınız varken nedir bu dağınıklık ve perişaniyetiniz? Halbuki yıldızları bile birbirine bağlayıp taşıyacak kuvvette olan bu bağlar; Müslümanları sosyal, siyasal, ekonomik ve her türlü maddi, manevi hayatta güçlü kılıp; hem mazlum insanlara hami yapabilir; hem de kapitalist, sömürücü batıya karşı sağlam bir birlik oluşturabilir. “Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan arkadaşane bir alâka telâkki edersin ve bir memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkârane bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i ilâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var. Meselâ, her ikinizin Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir... bir, bir, bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir... bir, bir, yüze kadar bir, bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir... ona kadar bir, bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak manevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adavet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş ise anlarsın.”(6) O zaman var olan bu menfi durumu düzeltmenin yolu bizi birliğe, ittifaka, muhabbete, vifak ve uhuvvete çağıran bu nurani bağlarda birleşmektir. Bakınız asrın imamı Bediüzzaman, bu konuda kendisine; “Alem-i İslam’daki ihtilafı tadil edecek(ihtilafı düzeltecek) çare nedir?” sorusuna şu cevabı vermektedir:
”Müttefekun-aleyh olan makasıd-ı âliyeye nazar etmektir. Çünkü, Allahımız bir, Peygamberimiz bir, Kur’anımız bir. Zaruriyat-ı diniyede umumumuz müttefik. Zaruriyat-ı diniyeden başka olan teferruat veya tarz-ı telakkî veya tarik-i tefehhümdeki tefavüt, bu ittihad ve vahdeti sarsamaz, racih de gelemez. ‘Allah için sevmek’ düstur tutulsa, aşk-ı hakikat harekâtımızda hâkim olsa —ki zaman dahi pek çok yardım ediyor— o ihtilâfat sahih bir mecraya sevk edilebilir”. (7) Mademki zaruriyat-ı diniyede hepimiz müttefikiz, o zaman teferruat ve farklı yorumların bizi ayırmaması, birlik ve beraberliğimizi bozmaması gerekir. Bu konuda biz Müslümanlar Cenab-ı Hakk’a, rehberimiz olan Fahr-i Kainat’a (s.a.s), yol haritamız olan Hazreti Kur’an’a, birbirimize ve yaşadığımız zamana karşı sorumluyuz. Bu sorumluluğu yerine getirmediğimizdendir ki, bu gün coğrafyamız geri kalmışlık, kan ve göz yaşıyla büyük bedel ödemektedir. Ehl-i iman, kendisine güç, kuvvet verip birlik ve beraberliği tesis eden bu kutsi rabıtaların farkına varıp, gereğini yerine getirdikleri zaman tarihin en parlak sayfalarına adlarını altın harflerle yazmışlardır. “ Hakiki vukuatı kaydeden tarih hakikate en doğru şahittir. İşte tarih bize gösteriyor. Hatta Rus’u mağlub eden Japon başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: “Hakikat-ı İslâmiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini –tarih gösteriyor– ve ehl-i İslâm’ın hakikat-ı İslâmiye’de zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.” Sâir dinler ise bilâkistir. Yâni, salâbet ve taassublarının zafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet ve taassublarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor.”(8) KAYNAKÇA: ▶ (1) Kur’an-ı Kerim, Al-i İmran Suresi, Ayet.103 ▶ (2)Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yayıncılık, 2004, İstanbul, s.41 ▶ (3) Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yayıncılık, 2004, İstanbul, s.162,163 ▶ (4) Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Zehra Yayıncılık,1998, İstanbul, s.301,305 ▶ (5) Age. s.302 ▶ (6) Age.302,303 ▶ (7) Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yayıncılık, 2004, İstanbul, s.321 ▶ (8) Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yayıncılık, 2004, İstanbul, s.42 25
03 - İz Bırakanlar | ORTAK ZEMİN
İMAM ALİ (598-661) HASAN HALHALLI
Mekke’de 598 tarihinde doğan İmam Ali, 661’de Kufe’de Harici İbn-i Mülcem tarafından şehid edilmiştir. Resulullah’ın amcasının oğlu, damadı, dördüncü halife, on iki imamın ilki, ehli beytin temsilcisi,aşere-i mübeşşereden, babası EbuTalib, annesi Peygamber Efendimizinde kendisine “anneciğim” diye hitap ettiği Kureyş’ten Fatıma binti Esed, dedesi Abdulmuttalib’tir. Emiru’l-Mü’minin,Ebu Hasan (Hasan’ın babası),Ebu Turab(Toprağın babası),Kur’an-ı Natık(Konuşan Kur’an),Esedullah(Allah’ın Arslanı),Haydar (Arslan),Murteza, Şâh-ı Velâyet,Şah-ı Merdan(Yiğitlerin Şahı)”isimleriyle de anılan Hz. Ali daha çocuk yaşta İslam ile şereflenen ilk Müslümanlardandır. 26
Daha küçük yaşlarda iken Mekke’de kuraklık baş gösterip de Ebu Talib çocuklarına bakamaz hale gelince Peygamberimiz(sav)in amcalarından Abbas, Hz.Ali’nin kardeşi Cafer’i; Hazreti Muhammed(sav) de, Ali’yi büyütmek üzere yanlarına aldılar. Böylece Hz Peygamber’in (sav) yanında büyüyüp yetişen Hz. Ali her şeyi bizzat peygamberden öğrenip yaşayacaktı. Hazreti Ali o günleri şöyle anlatır: “Çocuktum henüz, o beni bağrına basar, yatağına alırdı, beni koklardı, lokmayı çiğner, ağzıma verir yedirirdi… Ben de her an, devenin yavrusu, nasıl anasının ardından giderse, onun ardından giderdim; o her gün bana huylarından birini öğretir ve ona
03 - İz Bırakanlar | ORTAK ZEMİN
uymamı buyururdu. Her yıl Hira Dağı’na çekilir, kulluğa koyulurdu. Onu ben görürdüm, başkası görmezdi. Beni omzuna alır Mekke’nin dağlarında, vadilerinde, sokaklarında dolaştırırdı. Hz Peygamber(sav) onun eğitimi ile bizzat kendisi meşgul olmuş ve “Ben ilmin şehriysem Ali’de kapısıdır.” diye buyurmuşlardır. Bir gün Ali’yi omzuna alıp Mekke sokaklarında gezdiren Efendimize(sav) Mekkeliler gülerek “Ya Muhammed, sen şerefli bir insansın, bu hummalı çelimsiz çocuğu ne diye omzuna alıp gezdiriyorsun.” dediklerinde Peygamberimiz “Gün gelecek bu beğenmediğiniz çocuk büyüyecek ve sizin tağutlarınızın defterini dürecek biiznillah.”demiştir. Hz.Peygamber(sav), hicret edeceği gece Hz. Ali’yi çağırdı ve “Bu gece Rabbimin emriyle Mekke’den göç edeceğim ve sende benim yatağıma yatacaksın ne dersin?” diye buyurduğunda,Hz. Ali itiraz bile etmeden canı pahasına o yatağa yatarak“İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah rızasına nail olmak için canını satar ve Allah, pek esirgeyendir.” mealindeki Bakara Suresi’nin 207. ayet-i kerimesine mazhar olmuştur. Hz. Peygamber, hicret etmeden önce elinde bulunan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Ali’ye bırakmıştı.Hz. Ali, Peygamberimiz’in kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra o da Medine’ye hicret etti. Daha Peygamberimiz Medine’ye ulaşmadan (Kuba’da) Hz Ali onlara yetişerek beraber Medine’ye girdiler. Hz. Peygamber, Medine-i Münevvere’ye hicretlerinden sonra Ensar ile Muhacirleri birbirleriyle kardeş ilan ettiler.Hz.Ali: Ya Resulullah! Ashabını birbirine kardeş ettin beni ise yalnız bıraktın, deyinceHz. Peygamber:Ya Ali! Sen benim kardeşimsin diye buyurmuşlardır. Müslümanların ilk savaşı olan Bedir’de ordunun sancaktarı idi. Bu savaşta Mekke’nin ileri gelenlerinden Utbe, kardeşi Şeybe ve oğlu Velid ile meydana çıkıp kendilerine denk kişiler isteyince Hz.Peygamberin izni ile Hamza,Şeybe’nin;Ubeyde bin Haris,Utbe’nin; Hz. Ali de Velid’in karşına çıkarak onları öldürmüşlerdir. Bu kişiler Ebu Süfyan’ın karısı Hind in babası(Utbe), kardeşi (Velid)ve amcası(Şeybe)dır. Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber’in kızı Hz.Fâtıma ile evlendi. Nikâhını da Hz. Peygamber kıydı. Hz.Ali’nin, Hz.Fâtıma’dan Hasan, Hüseyin, Muhsin adlı oğulları ve Zeynep ile Ümmü Gülsüm adlı kızları oldu. Hz. Ali,Hz.Fatıma vefat edene kadar başkasıyla evlenmemiştir. Onun vefatından sonra başka kadınlarla da evlenmiştir. Hz. Ali 14 erkek çocuk, 18 kız çocuk sahibiydi. Oğullarından çoğu Kerbela’da hayatını kaybetmiştir. Hz. Ali âbid, kahraman, cesur, iyilikte yarışan,
takva sahibi ve son derece cömertti. Medine’de Müslümanların durumu düzeldikten sonra, Hz. Ali de bir hizmetçi almaya karar verip, Resulullah’a gitti. Resulullah kızıyla damadının arasına girerek: “Ben size hizmetçiden daha hayırlısını haber vereyim. Yatarken otuzüç kere Allahu Ekber, otuzüç kere Elhamdulillah, otuzüç kere de Subhanallah deyin” buyurdu. Uhud savaşında müşriklerle savaşırken ve Hz. Peygamber’i korurken elindeki kılıcı kırılmış, bunun üzerine Hz. Muhammed kendi kılıcı olan elindeki meşhur “Zülfikar” adlı kılıcı vermişti. O gün Hz. Muhammed, Hz. Ali için şu meşhur hadisi buyurmuşlardır. (Cebrail’in Hz. Muhammed’e söylediği de rivayet edilmektedir.) “Lâ fetâ illâ Ali, Lâ Seyfe illâ Zülfikar” Yani “Ali’den kahraman yiğit yoktur, Zülfikar’dan üstün kılıç yoktur.” Hendek savaşında Araplarca bin askere bedel olarak kabul edilen Amr b. Abdivüdd, atını mahmuzlayarak hendeği geçer ve “Kim benim karşıma çıkacak?” diye Müslümanlara meydan okuyunca karşısına Hz.Ali çıkarak o dönemin gurur ve kibir abidesi olan Amr’ı öldürerek cesaretini herkese takdir ettirecektir. Allah’ın Resulü Hayber günü: “(Yarın) öyle birisini göndereceğim ki; o Allah ve Resulü’nü, Allah ve Resulü de onu seviyor! Üstelik Allah onu mahcup etmeyecek!” buyurmuştu. Bunun üzerine herkes heyecanla beklemeye başladı. Ancak O: “Ali b. EbiTalib nerede?” buyurdu. Allah’ın ve Resulünün sevdiği ve onunda onları sevdiği kişi Hz.Ali idi. Hudeybiye’de Hz. Peygamberin yanında olup antlaşma maddelerini yazan kişidir Hz.Ali. Mekke’nin fethi sırasında yine sancaktar olup Keda mevkiinden Mekke’ye girmiştir. Huneyn’de Müslümanlar bir ara bozulup dağılınca o sabırla tahammül etmekle kalmayarak gösterdiği yiğitlik ve kumandanlıkla İslâm ordusunun kendi safında toparlanmasını sağladı. Resul-u Ekrem(as),Tebük seferine çıkarken Hz. Ali’yi Medine’de bıraktı, ancak bu sefere katılamadığı için üzülen Hz.Ali’ye Resulullah: “Ya Ali ‘Musa’ya göre Harun ne ise, sen bana karşı o olmak istemez misin?’Yalnız benden sonra peygamber yoktur.”deyince Hz.Ali’nin üzüntüsüde sevince dönüşecektir. Tevbe suresinin ayetleri nazil olunca, Hz. Ebu Bekir’in hacıların başında Hacc Emiri olarak Mekke’ye yola çıkmıştı. Bundan dolayı ashab, Hz. Peygamber’e (s.a) “Ya Resulullah! Hacc vesilesiyle halka ilan etmesi için bu ayetleri Hz. Ebu Bekir’e gönder” dediğinde O, “Tebliğin önemi ve doğası gereği bunun, benim adıma, benim ailemden biri tarafından ilan edilmesi gerekiyor” diye cevap verdi. Bundan dolayı bu görevi 27
03 - İz Bırakanlar | ORTAK ZEMİN
Hz. Ali’ye havale etti ve onu hacıların önünde açıkça okuyup açıklaması için göndermiştir. Yemen bölgesine gönderilen Hz. Ali “Ya Resulullah! Sen beni yaşlı başlı insanlara gönderiyorsun; isabetli karar veremeyeceğimden korkarım!” Bunun üzerine şöyle buyurdu: “Şüphesiz, Allah senin dilini sabit kılacak, kalbine hidayet edecektir!” diye dua edince Hz Ali Yemen’e gitmiştir. Hz Peygamberin veda haccına kendiside Yemen’den gelip katılacak olan İmam Ali Hz. Peygamber’in vefatı sırasında, hücresinde bulunanların başında geliyordu. Nitekim O Hz. Muhammed’in aile halkından ehli beytinden olup neslini devam ettirendir. Bir gün Resulullah örtüsünü alıp Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’in üzerine örttü ve “Ey Ehl-i Beyt! Hiç kuşkusuz Allah sizden her tür pisliği gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzap,33) ayetini okumuştur. Dolayısıyla Hz. Ebu Bekir halife seçildiği sırada Hz. Ali,Resulullah’ın hücresinde tekfin ile meşgul idi. Kendinden önceki halifelere biat eden İmam Ali, Hz. Osman’ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan memnun olmamakla birlikte İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikayetleri Hz. Osman’a bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hazreti Osman’ın evi muhasara altına alınınca oğulları ile yardıma koşmuş, Hazreti Osman şehid olduğunda da oğulları Hasan ile Hüseyin’e fena halde kızmış, Hz. Talha’nın oğlu Muhammed ve Hz. Zübeyr’in oğlu Abdullah’a ağır sözler söylemiş “Siz yaşarken onun şehit düşmesine nasıl imkan bıraktınız.” demiştir. Hz. Osman’ın şehadetinden sonra İslâm’ın ileri gelenleri ona biat ettiler. Ancak onun bu dönemi Allah’ın bir takdiri olarak son derece karışık bir dönem olacaktır. Hilâfete geçtiğinde halledilmesi gereken birçok problemle karşı karşıya kaldı. Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesi olan Cemel savaşı ile Hilafet ve Saltanat mücadelesi olan Sıffin savaşı onun Hilafeti döneminde meydana gelmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, Hazreti Ali’nin başına gelenleri ise şöyle yorumluyordu: “O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyeti siyasiye ve tamamen saltanat olsaydı. “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktır. Halbuki zahiri ve siyasi hilafetin pek çok fevkinde manevi bir saltanat kazandı ve Üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar saltanat-ı manevisi baki kaldı. Yine Bediüzzaman’ın tabiriyle Resulü Ekrem’in bu döneme ilişkin hadislerinden şöyle bahsedilmektedir: “Hem vak’a-i Cemel, hem vak’a-i Sıffin, hem vak’a-i 28
Havâriç hadiselerini haber vermiş. Hem Hazret-i Ali (r.a.), Hazret-i Zübeyir ile beraber olduğu bir zaman dedi: “Bu sana karşı muharebe edecek. Fakat haksızdır.”Hem ezvac-ı tâhirâtına demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.”İşte şu sahih, kat’î hadisler, otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin Hazret-i Aişe ve Zübeyir ve Talha’ya karşı vak’a-i Cemel’de; ve Muaviye’ye karşı Sıffin’de; ve Havârice karşı Harûra’da ve Nehruvan’da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.Hem Hazret-i Ali’ye, “senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı” ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman ibni Mülcemü’l-Hâricîdir. Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, İmam-ı Ali’ye (r.a.) demiş: “Sende, Hazret-i İsâ (a.s.) gibi, iki kısım insan helâkete gider: Birisi ifrat-ı muhabbet, diğeri ifrat-ı adâvetle. Hazret-i İsâ’ya, Nasrânî, muhabbetinden, hadd-i meşrudan tecavüzle-hâşâ’ibnullah’ dediler. Yahudi, adâvetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da, bir kısım, hadd-i meşrudan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir.” Onların bir lâkabı vardır ki, onlara Rafizî denir.” demiş. “Bir kısmı, senin adâvetinden çok ileri gidecekler. Onlar da Havâriçtir ve Emevîlerin müfrit bir kısım taraftarlarıdır ki, onlara ‘Nâsibe’ denilir.” Hz.Ali’nin hilafeti döneminde kendilerine beytülmalden verilen miktarı beğenmeyenlerin bir kısmı Halife’nin yanına gelerek “Bizim, Hz.Resulullah’a yakınlığımız var; İslâm’ı ilk kabul edenlerdeniz; savaşlarda bulunduk. Senden önceki halifeler böyle vermezdi, bizleri üstün tutardı; sen ise bizi herkesle bir tutuyorsun.” Hz.Ali: - “Benden önce mi Müslüman oldunuz?” - “Hayır; sen ilk Müslümansın; ancak Resulullah’ın boyundanız, ona yakınlığımız var.” - “Benden daha mı yakınsınız?” - “Hâşâ, Onun senden daha yakını yok. Fakat ona uyduk, müşriklerle savaştık.” - “Benim kadar mı savaştınız?” - “Hâşâ, senin gibi savaşan yoktur.” - “Andolsun Allah’a, benimle işçimin arasında bile bir fark gözetmem ben” dedi. Hz. Ali’nin cömertliği, insaniliği, Resulullah’a olan yakınlığıyla edindiği büyük manevî miras onu yüzyıllardır destansı bir kişiliğe büründürmüştür. Yine bir gün yiyecek çok az yemekleri olan Hz. Ali ile ailesi sofraya oturdukları sırada kapılarına bir dilenci geldi, onlar da yemeği dilenciye verdiler. Ertesi gün gelen bir yetime, üçüncü gün gelen bir esire yemeklerini verdiler. Bu olay üç gün sürdükten sonra şu ayet-i kerimeler indi:
03 - İz Bırakanlar | ORTAK ZEMİN
“(Resulüm!) Ebrarise, kâfur katılmış bir kadehten içerler. (O kâfur veya içtikleri) bir pınar ki, ondan Allah’ın kulları içer, kolay vechile o pınarı istedikleri yere akıtırlar, O kullar Kötülüğü yaygın olan bir günden korkarak adaklarını yerine getirirler. Onlarcanları da çok istemelerine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Onlar “Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir medh u sena bekliyoruz.” “Şüphesiz biz, çetin ve belâlı Rabbimizden korkarız”(İnsan, 5-11)”
bir
günde
Bir gün onun dört dirhemi vardı. Birini açıktan, birini gizliden birini gündüz, birini de gece infak etti ve hakkında şu ayet-i kerime indi: “Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr Allah yolunda sarf edenler var ya, onların mükâfatları Rablerinin yanlarındadır. Kıyamet günü onlar ne korku ne de gam ve mahzun olurlar.” (Bakara 274) Zeyd b. Erkam diyor ki: “Allah’ın Resulü ayağa kalktı; Allah’a hamdu senadan sonra şöyle buyurdu: “Benim, bütün mü’minler hakkında kendi canlarından daha öncelikli olduğumu bilmiyor musunuz?” Sonra Ali’nin elini tutarak şöyle devam etti: “Şüphesiz, ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” Bir gün Hz.Ali ve Hz.Hüseyin arasında kimin daha faziletli olduğu üzerine şöyle bir konuşma geçtiği rivayet edilmektedir: Hz. Ali “Ey Hüseyin, ben Müminlerin Emir’iyim; ben sadıkların diliyim, ben Muhammed Mustafa’nın veziriyim; ben Allah’ın ilminin hazinedarı ve insanlar arasından seçtiği kimseyim; ben cennete en önce gidenlerinim; ben o kimseyim ki amcası cennette efendidir; ben o kimseyim ki kardeşi Cafer cennette meleklerle birlikte uçmakta. Ben o kimseyim ki Allah’ın indirdiği ayetleri onun emriyle Mekke ehline ulaştırmakla görevlendirildim. Ben ahdi bozanlarla adaletten sapıp zulmedenlerle ve dinden çıkanlarla savaşacak kimseyim. Ben kafirleri öldürenim. Hz. Hüseyin ise şöyle buyurdu: “Ey babacığım, ben Ali b. Ebi Talib’in oğlu Hüseyn’im. Annem âlemlerin kadınlarının efendisi Fatımat-üz Zehra’dır. Benim dedem, bütün Âdemoğullarının efendisi Muhammedül Mustafa’dır ve bunda hiç bir şüphe yoktur. Ey Ali, benim annem senin annenden daha faziletlidir Allah indinde ve bütün insanların nezdinde! Benim dedem senin dedenden daha hayırlı ve Allah indinde ve bütün insanların nezdinde daha faziletlidir!...Ey Ali, sen Allah indinde benden daha faziletlisin, ama ben baba, anne
ve dede açısından daha büyük bir iftihara sahibim!” Peygamberimiz (sav), Hz. Ali’ye “ Ya Ali, altı yüz bin koyun mu istersin yahut altı yüz bin altın mı veya altı yüz bin nasihat mi istersin? “ diye sorar. Hz. Ali “Altı yüz bin nasihat isterim.”deyince Peygamberimiz şöyle buyurur: “Şu altı nasihate uyarsan altı yüz bin nasihata uymuş olursun: 1. Herkes nafilelerle meşgul olurken sen farzları ifa et. Yani farzlardaki rükünleri, vacipleri sünnetleri, müstehapları ifa et. 2. Herkes dünya ile meşgul olurken sen Allah-u Teâlâ’yı hatırla. İslâm’a uygun yaşa; İslâm’a uygun kazan; İslâm’a uygun harca. 3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgul ol. 4. Herkes dünyayı imar ederken sen dinini imar et, ziynetlendir. 5. Herkes halka yaklaşmak için vasıta ararken, halkın rızasını gözetirken sen Hakk’ın rızasını gözet; Hakk’a yaklaştırıcı sebep ve vasıtaları ara. 6. Herkes çok amel işlerken sen amelinin çok olmasına değil, ihlaslı olmasına dikkat et.” Hz. Ali Devlet yöneticisi ve memurlarının nasıl davranmaları gerektiği konusunda şöyle buyurmuştur: - Halka karşı daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin. Onlara bir canavar gibi davranmayın ve onları azarlamayın. - Müslüman olsun olmasın herkese aynı davranın. Müslümanlar kardeşleriniz, Müslüman olmayanlar ise sizin gibi bir insandır. - Affetmekten utanmayın. Cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanların hataları karşısında hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin. - Taraf tutmayın, bazı insanları kayırmayın. Bu tür davranışlar sizi zulme ve despotluğa çeker. - Memurlarınızı seçerken zalim yöneticilere hizmet etmemiş ve devletin suçlarından ve zulümlerinden sorumlu olmamış bulunmalarına dikkat edin. - Doğru, dürüst ve nazik kişileri seçin ve çıkar ummadan ve korkmadan acı gerçekleri söyleyebilenleri tercih edin. - Atamalarda araştırma yapmayı ihmal etmeyin. - Haksız kazanç ve ahlâksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyin. - Memurlarınızın hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiğiniz samimi kişileri kullanın. - Mektuplar ve müracaatlara bizzat kendiniz cevap verin. - Halkın güvenini kazanın ve onların iyiliğini istediğinize kendilerini inandırın. - Hiç bir zaman vaadinizden ve sözünüzden dönmeyin. - Esnaf ve tüccara dikkat edin; onlara gereken önemi gösterin, fakat ihtikar, karaborsa ve mal yığmalarına izin vermeyin. 29
03 - İz Bırakanlar | ORTAK ZEMİN
- El işlerine yardım edin; çünkü bu yoksulluğu azaltır, hayat standardını artırır. - Tarımla uğraşanlar devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır. - Kutsal görevinizin yoksul, sakat ve yetimlere bakmak olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın. Memurlarınız onları incitmesin, onlara kötü davranmasın. Onlara yardım edin, koruyun ve yardımınıza ihtiyaç duydukları her zaman huzurunuza çıkmalarına engel olmayın. - Kan dökmekten kaçının, İslâm’ın hükümlerine göre öldürülmesi gerekmeyen kimseleri öldürmeyin. Hz. Ali şöyle buyurdu: “Kişi dili altında saklıdır. Konuşturunuz, kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız.” “İnsanın yaslanıp Rabbini bildikten sonra ölmesi, küçükken ölüp hesapsız Cennet’e girmesinden daha hayırlıdır. “ “Kul ümidini yalnız Rabbi’ne bağlamalı ve yalnız günahları kendini korkutmalıdır. “ “Cahil, bilmediğini sormaktan utanmasın. Âlim, içinden çıkamayacağı bir meselede en iyisini Allah-u Teâlâ bilir’ demekten sakınmasın.” “Sizin için korktuğum şeylerin en başında, nefsinin isteğine uymak ve uzun emelli olmak gelir. Birincisi hak yoldan alıkoyar; ikincisi ise ahireti unutturur. “ “Amellerin en zoru üçtür. Bunlar; nefsin hakkını verebilmek, her halde Allah-u Teâlâ’yı hatırlayabilmek, kardeşine bol bol ikramda bulunabilmektir. “ “Takva, hataya devamı bırakmak; aldanmamaktır. “ “Kalpler, kaplara benzer. Hayırlı olanı, hayırla dolu olanıdır.” “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum. “ Yazar Abdulbaki Gölpınarlı, Hz. Ali’yi şöyle tanımlıyor: “ İnsanlar vardır; yaşarlar, ölürler, yaşayış sayfasında bir izleri bile kalmaz, zaman alanında bir sözleri bile söylenmez. Sanki doğmamışlardır, sanki yaşamamışlardır.Hâlbuki insanlar vardır, ömürlerini sürüp bitirirler fakat zaman onlar için akar, düşünce onların hayatını örer, inanç onlara bağlanır, düşmanlık onlara saldırır. Bunların adları toplumu sürükler, hatıraları devletler kurar. Bunlar için kan dökülür, şan alınır. Bunlar için zulme göğüs gerilir, zulmedilir. Bir muhitte sevilmezken, bir muhitte bunlara tapılır… Bunları birisi yererken, öbürü ölesiye sever. Tarih, sanki bunların öz mallarıdır, övülüş, yeriliş, öz hakları… Adına yıllarca minberlerde lânet edilirken, o ad için can verenler vardı. Ümeyyeoğullarını bu ad yıktı, onların 30
zulmünü bu ad sahibinin oğlu Mazlum Hüseyin’in kanı boğdu. Abbasoğulları saltanatını bu ad kurdu ve o imparatorluğu, içten içe gene bu ad çürüttü. Al-i Büveyh’le Fatimiler bu adla kuruldu, Safeviler bu adla belirdi, gelişti. Mezheplerden bahseden kitaplar bu adla doldu, İslam tarihi bu adla yazıldı, tasavvuf bu ada dayandı, İslam felsefesi bu addan hız aldı, tasavvufi şiir bu adı andı. İsyanları bu ad kopardı, ölümü bu ad hiçe saydı, kalan “ya Ali medet” dedi, düşen “ya Ali medet” ....” Sıffin savaşı ve Hakem olayından sonra Müslümanlar üç gruba ayrılarak bir tarafta Hz. Ali taraftarları, bir tarafta Muaviye taraftarları, bir tarafta ise Hariciler. Hz. Ali, Haricileri Muaviye’den daha tehlikeli görüp, hazırlanan orduyla Nehrevan’da bertaraf ettiyse de Kufe’de 661 yılında bir Harici olan Abdurrahman b. Mülcem tarafından şehid edilmiştir. Evet, ilim ve hikmet abidesi olan bu mübarek zatı ne yazık ki Müslümanım diyen zalim ve cahil olan gözüne perde inen harici zihniyeti şehid edecektir. Böylece “Ey Uhud, sarsılma zira şuan senin üzerinde bir nebi bir sıddık üç de şehid durmaktadır.” hadisine mazhar olarak Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan sonra üçüncü şehid de kendisi olacaktır.
04 - İzzettin Yıldırım Dosyası | ORTAK ZEMİN
FEDAKARLIK ZEKERİYA ÖZBEK
31
04 - İzzettin Yıldırım Dosyası | ORTAK ZEMİN
Şehit İzzettin Ağabeyle ilgili bir hatırayı yazmadan önce önemi anlaşılması için “Münazarat” dan bir bölümü buraya almak istiyorum. Üstad Bediüzzaman aşairler içinde seyahat ederken onların çeşitli konulardaki sorularını cevaplıyor. Bir yere geliyor, bu sefer Üstad soruyor. Bediüzzaman: Ermeni milleti sizden daha cesur olabilir mi? Kürtler: Hayır, asla! Alem şahittir olmamış ve olamaz. Bediüzzaman: Neden onların bir fedaisini yandırıp parça parça ederlerdi, esrarını ve arkadaşını izhar etmezdi? Halbuki sizin bir yiğidinize bir bıçak vurulsa bütün esrarını kanıyla beraber fışkırtarak döker. Şecaatçe bu büyük bir tefavüttür. Sebebi nedir? Kürtler: Biz asıl sebebini teşhis edemiyoruz. Fakat biliriz ki, zerreyi dağ gibi eder ve arslanı tilkiye bende (köle) ettirir bir nokta vardır. Senin vazifeni kaldıramıyoruz. Vücudunu bildik, mahiyetini sen şerh et. (Açıkla) Bediüzzaman: Öyle ise dinleyiniz ve kulaklarınızı beş açınız. İşte fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeninin himmeti mecmu-u milletidir. Güya onun milleti küçülmüş, o olmuş veya onun kalbinde yerleşmiş. Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymetdar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir, bin ruhu da olsa FEDA etmekle iftihar eder. Çünkü kendince yüksek düşünür. Halbuki sizin,–şimdi demem- lakin eskiden bir yiğidiniz uyanmamış, milletin namusunu bilmemiş; yalnız bir menfaat veya bir garaz veya bir adamın veya bir aşiretin namusunu mülahaza eder, kısa düşünürdü. Elbette, tatlı hayatını öyle küçük şeylere herkes feda etmez. Faraza fikr-i milliyetle (Milliyet bir vücuttur. Ruhu İslamiyet, aklı Osmaniyet, cismi sizde Kürtlüktür) onlar gibi temaşa etse idiniz, kahramanlığınızı aleme tasdik ettirip, yüksek tabakalara çıkacaktınız. Eğer Ermeniler sizin gibi sathi ve kısa düşünse idiler, nihayette korkak ve sefil olacaklardı.
içinde revaç bulmadığından, cehaletimizin pazarına getirildi. Acaba görmüyor musunuz; terakkiyat-ı hazıranın üssü’l-esası, belki din-i hakkın muktezası olan “ben ölürsem milletim sağdır” gibi kelime-i beyza veya haslet-i hamrayı (yiğitlik, cesaret) onlar çalmışlar. Onların bir fedaisi der:”Ben ölürsem milletim sağ olsun. İçinde bir hayat-ı maneviye-i ebediyem vardır” Ve bütün sefaletin ve şahsiyatın esası olan “ben öldükten sonra Dünya ne olursa olsun, isterse tufan olsun.” Veyahut “ben susuzluktan öldükten sonra bir tek damla yağmur yağmasın” olan kelime-i hamka ve seciye-i avra, himmetimizin elini tutmuş rehberlik ediyor. İşte en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır. Biz; ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle, bütün kuvvetimizle demeliyiz: “Biz ölsek, milletimiz olan İslamiyet hayydır, ilelebed bakidir. Milletim sağ olsun. Sevab-ı uhrevi bana kafidir. Milletin hayatındaki hayat-ı maneviyem beni yaşattırır. Alem-i ulvide beni mütelezziz eder. “Ölüm, bizim nevruz günümüzdür.” Kürtler: Biz kuvvetimizi nasıl toplayıp namus-u milliyeyi muhafaza edeceğiz? Bediüzzaman: Fikr-i milliyet ile, milletin cevfinde (içinde) havz-ı Kevser gibi bir havz-ı marifet ve muhabbet yapınız. Altındaki suyunu çeken delikmeliği maarif ile kapatınız. İçine su akıtan yukarıdaki mecraları fazilet-i İslamiye ile açınız. Büyük bir çeşme var, şimdiye kadar su-i istimal ile şuristana dağılıp bazı seele ve acezeye neşv-ü nema verirdi. Bu çeşmeye güzel bir mecra yapınız, sa’y-i şer’i ile şu havuza dökünüz. Sonra da bostan-ı kemalatınıza su veriniz. Bu, hiç bitmez ve tükenmez bir menbadır.
Şehit İzzettin Ağabey, milleti canlandıracak Kevser havuzu hükmünde marifet ve muhabbet havuzunu gerçekleştirmek için eğitim yoluyla, Risale-i Nurun hakikatlarıyla, fazilet-i İslamiye ile çalışan ve bu yolda hayat-ı pahasına sadakat ve fedakarlık eden bir ağabeyimizdi. Son görüşmemizde “fedakarlık dersini Hakikaten sizin harikulade şecaate istidadınız “Münazarat” ve “Hutbe-i Şamiyeden” aldım.” diyerek vardır. Zira beş kuruş gibi bir menfaat veya cüz’i bir vedalaşıp ayrıldı. Cenab-ı Hak bizleri “ Allah’a ve Resule haysiyet veya itibari bir şeref veya “falan yiğittir” itaat eden kimse, Allah’ın kendilerini nimetlendirmiş sözünü işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf olduğu peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih eden ve ağasının namusunu istizam eden, acaba olanlarla beraberdir. Ve bunların arkadaşlıkları ne eğer uyansa, hazinelere değer olan milliyetine yani güzeldir.” manasına mazhar eylesin. üçyüz milyonun uhuvvetini ve manevi yardımlarını kazandıran İslamiyet milliyetine, binlerce ruhu da olsa istihfaf-ı hayat etmez mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya binler şevkle verir. Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-i müslimler eline geçtiği gibi, güzel ahlakımızı dahi çalmışlar. Güya ahlak-ı aliyemiz yanımızda revaç bulmadığından darılıp onlara iltica etti ve onların rezaili kendileri 32
04 - İzzettin Yıldırım Dosyası | ORTAK ZEMİN
TANIDIĞIM ŞEHİD İZZETTİN YILDIRIM OSMAN TEKİN
Seyda’yla tanışmamız 12 Eylül darbesinden sonra 1981 yılında Ankara Demetevler semtinde bir Risale dersinden sonra oldu. Ben 16-17 yaşlarında bir lise talebesiydim. Seyda ise 35 yaşlarında idi. Seyda o zaman Eskişehir’de kalıyordu bu tarihten sonra sürekli yanına gidip gelmeye başladım. Her gidişimizde bize Seylan çayını demler, çay içerek sohbet ederdik. Sonraki yıllarda birbirimizi iyi tanıdık ve adeta yakın bir arkadaş olduk. Seyda’yı tanıdığım andan, şehadetine kadar uzun yıllar sohbetinde bulundum ve birlikte uzun seyahatler yaptık. Seyda’nın şefkati, kibarlığı, mütevaziliği, yüzünde eksilmeyen tebessümü ve derslerde yaptığı ilmi açıklamalar beni Seyda’nın yanına sürekli gidip gelmeme ve hayatımda bir dönüm noktası oldu. İşte hiç abartmadan ve tanıyanların hepsinin de ittifak edeceği o güzel insanın bazı özellikleri: Güler yüzlü, cesur, halim, insana önem veren tanıştığı kişinin derdini dinleyen birisiydi. Son derece vakarlı, cömert, şefkatli, şa’şayı protokolü ve yapmacık hareketleri sevmeyen güvenilir bir kişiydi. Kendini halktan üstün görmeye çalışanlardan hoşlanmazdı. Herkes gibi olmak, onun hoşuna giderdi adeta fıtratı bununla yoğrulmuştu.Hayatı boyunca çevresine uyumlu ve hiçbir şeyden şikâyet etmeyen,
çok sabırlı ve ilkeli kendini İslami hizmetlere adamış sıra dışı fedakâr bir insandı. Doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen birisiydi. İşkenceler altındayken bile karşıdaki canavarlara doğruyu söylemekten çekinmeyen birisiydi. Âlemi İslam’ın dertleriyle dertlenmiş hayatı mücadele içinde geçmiş, bu uğurda birçok sıkıntı ve mahrumiyete katlanmış ve evlenmeye fırsat bulamamış kahramanlar kahramanı bir zattı. İçtimai ve siyasi yönü gelişmiş birisiydi. Her türlü düşünce akımının dergi ve gazetesini takip eder ve peşin hükümlerle asla kimseyi yargılamazdı. İnsanlara paket konuşma yapmazdı karşısındaki insanı iyice dinleyen ve ona göre çare üreten bir zat idi. Muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Pek çok kimsenin cesaret edemediği konuları çok rahatlıkla dile getirirdi. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir feraset sahibi ve ilkeli bir insandı. Sisteme karşı tavrını açıkça ortaya koyduğu gibi devrindeki âlim ve cemaatlerin yanlış hüküm ve tavırlarına da karşı çıkmış, siyasî, sosyal ve kültürel konular ilgili dikkat çekici görüşlerini sabırla ve hilimle ve yumuşak bir üslupla dile getirmesinden 33
04 - İzzettin Yıldırım Dosyası | ORTAK ZEMİN
dolayıbazıları Seyda’ya “saf” derlerdi hâlbuki Seyda kurnazlıktan, hileden, yalandan, ikiyüzlü konuşmadan uzak, hak ve hakikati çekinmeden söyleyen ve bunu canıyla ödeyen yiğit bir kahramandı. Ve kendi iktidarı için her yolu mubah gören ve kendine muhalif olanları ezmeyi ve Bizans entrikalarını çevirmeyi, uyanıklığı ikircikli konuşmayı, cerbeze yapmayı aklın gereği gibi kabul edilmesini şiddetle reddeden bir kahramandı. Sadeliği ve doğruluğu ve hiçbir şeyi abartmadan anlatan; yalandan şiddetle nefret eden şecaat sahibi bir yiğitti. İşte bu kişiliğe sahip Seyda’nın yaptığı faaliyetlerden sadece birkaç tanesinden bahsedeceğim ki nasıl yüksek hedefi olan bir zat olduğunu daha iyi anlayalım: Bu dönemde, yapılan hizmetlerin bir vakıf adı altında yapılması gerektiğini, böylece çalışmaların daha organizeli ve düzenli olacağını düşünüyordu. Bu niyetle Zehra Vakfı’nı kurdu. Bu vakıf cehalet, zaruret ve ihtilafa karşı mücadele verecek ve iyi bir neslin yetişmesine vesile olacak ve böylece amel defterinin kapanmayacağını dile getirirdi. Risalele-i Nur Külliyatını iyi okumuş ve içselleştirmiş ve Üstadı Bediüzzaman Hazretleri gibi hayatını Allah yoluna hasr ve vakfetmiş bir dava adamıydı. Dünya menfaatleri onu davasından vazgeçirememişti. Derslerinde özellikle cumartesi gibi umumi derslerde yaptığı sohbet müzakereli soru ve cevap şeklinde saatlerce devam ederdi. Başkalarının görüşlerine karşı hoşgörülü olmuş, kendi görüşünün doğruluğunda ısrar etmemiş ve onu tartışmaya imkân vermeyen bir taassup göstermemişti. Derslerinde ve sohbetlerinde herkese söz hakkı verir, aykırı görüşleri dinler, öğrencilerini kendi kanaatlerini benimsemeye zorlamazdı. Münakaşa etmeyi sevmez hakikat kimin elinden çıkarsa çıksın son derece samimi olarak o görüşü alır ve sevinirdi. Risaleleri okurken tane tane okur okudu anlaşılmayan yerleri açıklardı. Ve Risalelerin daha iyi anlaşılması için her sayfanın altına lügat koyarak yeni bir tarzda külliyatın basımını gerçekleştirdi. Seyda Türkiye’nin temel sorunlarının özgürce konuşulması ve yazılması gerektiğini söylüyor ve birileri tarafından da bu adımların mutlaka atılması gerektiğine inanıyordu. İşte Seyda Keskin bir cesaret, derin bir basiret ve ferasetle cesur adımlar atarak Yeni Zemin gibi bir derginin çıkmasına ve her türlü konunun özgür bir ortamda cesurca konuşulmasına ön ayak oldu. Yeni Zeminin sayılarına ve işlediği konulara baktığımızda bunları açıkça görürüz. Mesela; değişim, laiklik, tarikat, üniversite, anayasa,SaidNursi, Kemalizm, Kürtler, yerel yönetimler,anayasa gibi pek çok konu üzerinde cesurca tartışarak yeni bir 34
oluşuma zemin hazırladı. Kürtçe konuştu diye insanlar hapsedildiği, para cezalarına çarptırıldığı, medreselerden atıldığı ve bunun siyasetini yapmak isteyenler ölüm dâhil en korkunç cezalara çarptırıldığı umutların tükenmeye başladığı bir zamanda Nûbihar Dergisi, sonbaharda açan bir ilkbahar çiçeği gibi imdada yetişti ve Ekim 1992’de “NE ZALIM BE NE MAZLÛM” “Ne zalim ol, ne de mazlum” hadisini konu alan kapak dosyası ile yayın hayatına başlayarak bu alanda bir ilke imza attı. Çıktığı günden beri çizgisinden sapmayarak yayın hayatına devam eden Nûbihar Türkiye’de en uzun süreli yayımlanan Kürtçe dergi olma özelliğini taşımaktadır. İşte Seyda Kürt meselesine insan hakları çerçevesinde ve İslam kardeşliği yönünde yaklaşan sembol bir isimdi. Müslümanlar arasında kin ve adavetin olmaması ve İslam kardeşliğinin pekişmesi amacıyla Üsküdar da farklı ırk ve mezheplerden olanlarla birlikte okuma seferberliği başlatmış düşüncelerini büyük ölçüde konuşmalarıyla dile getirmiş bir fikir ve aksiyon adamıdır. Bu fikirlerini şehir şehir dolaşarak memleketin her tarafına yaymaya çalışıyordu. İşte bu aşamada vakıf kendine has özellikler geliştirmeye başlamış ve yoğun olarak ta üniversite gençliği üzerinde durulmuştur. Sivil hareketleri çok önemser ve onları teşvik ederdi. Pasif direnişi teşvik eder ve çok önemli olduğunu vurgulardı. Başörtüsünün yasak olduğu dönemlerde yapılan gösterilere bizzat kendisi de katılıp ön saflarda yer alırdı. Hak hukuka riayet edilmesi üzerinde çok dururdu. Ve İslam kardeşliğine çok vurgu yapardı. Zulme ve yanlışlığa karşı hep muhalif bir duruş sergiledi. Ve canını bu yolda feda etti. Şehadetinden sonra bizler de elimizden geldiği kadarıyla şunları yapmaya çalıştık:MAZLUMDER ile irtibata geçilerek elli küsur devlete acil eylem çağrısında bulunduk. İzzettin Ağabey'in kim olduğunu, neler yaptığına, ne zaman nasıl kaçırıldığına dair bilgi veren dosyalar hazırlayarak 550 Milletvekiline verdik. Milletvekilleri ve üst seviyedeki bürokratlarla yüz yüze görüşmeler yaptık. Yüzlerce arkadaşla bir ay boyunca geceli gündüzlü koşturduk. Seyda’nın bulunması için en küçük bir ihtimali bile değerlendirdik. Buna rağmen maalesef sonuç alamadık. O dönem karanlık bir dönemdi. Fail-i meçhullerin çok olduğu ve yüzlerce kişinin kaçırılıp öldürüldüğü bir dönemdi.
04 - İzzettin Yıldırım Dosyası | ORTAK ZEMİN
Her gün morga, kaçırılıp öldürülenlerin cesetleri geliyordu. Teşhis etmek için her gün morga gidiyorduk. Nelerle karşılaşıyorduk, neler... Paramparça edilmiş, tanınmayacak durumda olan birçok ceset vardı. Ve insanlığa sığmayan vahşice işlenen cinayetler sürüyor, cesetler bulunup getirilmeye devam ettikçe kim bilir hangi evlere nasıl ateşler düşüyordu. Kaybolmuş birini bulmak ümidi ile beklemenin ne acı verici bir şey olduğunu bu duyguyu yaşamayanlara anlatmak zordur. Ama biz bunu bir ay boyunca kıvranarak yaşadık. Nihayetinde kalpleri parçalayan, yürekleri dağdar eden haber 28 Ocak 2000 günü Kartal’daki bir evden geldi. İç içe girmiş farklı şer odaklar ve birçok derin ve karanlık yapı Seyda’ya işkence etmiş ve iple boğmuşlardı. Seyda Şehadet parmağını kaldırarak Rahmete vasıl olmuştu. 1 Şubat 2000 Salı günü Eyüp Sultan Camii’nde kılınan öğle namazı sonrasında Eyüp Kabristanı’na defnedildi. Seyda vasiyetinde şunların üzerinde durmuştur. - Bu vasiyetin önemi: Birincisi işkenceler altında yazılması, -- İkincisi: Tevhit vurgusunu yapılması hayatın ve ölümün Allah’ın elinde olduğunun unutulmaması, -- Üçüncüsü: Müslümanlar arasında sulh ve muvazene unsuru olunması, - Dördüncüsü: Müslümanlara su-i zan yapılmaması, - Beşincisi: Söylenen veya yazılan her habere inanmayıp tahkik edilmesi, - Altıncısı: İlahi kanunlara göre hayatımızın tanzim edilmesi, - Yedincisi: Müslümanların dertleriyle dertlenilmesi, - Sekizincisi:Üstad hazretlerinin vasiyeti olan Medresetüzzehrayı bitirmeye çalışılması, - Dokuzuncusu: Ufak tefek borçları çıkarsa onun ödenmesi, - Onuncusu: Bunun dışında kalan paranın Van’da yapımı devam eden okulu verilmesini vasiyet etmiştir.
sıralayabiliriz: Bilirkişi raporları lehimizde olduğu halde ve vakıfta hiçbir suç unsuru bulamadıkları halde Vakfımız dağıtılmış mal varlıklarımıza el konulmuş yöneticilerimiz azledilerek bir daha hiçbir vakıfta yönetici seçilmemesine karar verilmişti.135 kişi idamla yargılanmıştık. Gece yarılarına kadar emniyette sorguya çekilmiştik. Telefonlarımız dinlenmişti. Gece takipleri ve evlerimiz yirmi dört saat boyunca gözetlenmişti. Bazı arkadaşlarımız işinden olmuştu bu ve buna benzer onlarca zulüm yapıldı. Bu arada dostların ve bazı cemaatlerin tavırları ise İslami ve insani olmayan bir tutumdu. Bu dost ve kardeş bildiğimiz kimseler; aleyhimize propagandalar yaptılar, zenginlerin bizimle irtibatının kesilmesine çalıştılar, bizleri her türlü suçla suçladılar, telefonlarımıza cevap vermediler, selamımızı almadılar, bizi görünce yollarını değiştirdiler, bize yapılan her türlü zulme sesiz kaldılar, cenazemize katılmadılar, taziyemize gelmediler ve müsbet hareket etmediğimizi söyleyip adeta iyi oldu bunlar başınıza geldi dediler ve daha neler neler… Hâlbuki insan zor günde düşmanı da olsa teselli eder cenazesine katılır ve onun sıkıntısına ortak olmaya çalışır. Hâlbuki biz kardeştik dava arkadaşıydık, Müslümandık yüreğimizi soğutacak elemimize ortak olacak bir kimsenin bulunmaması ne kadar hazin bunlar Gayretullaha dokunmaz mı? Vesselam.
Seyda’nın bu vasiyetini okuyan âlim bir zat şöyle demişti "işkenceler altında böyle bir vasiyeti yazmak ancak Allah'ın veli bir kuluna nasip olur." Şehadetinden sonra da dost ve düşman tarafından maalesef baskılara ve zulme uğradık. İçten ve dıştan vakfı ve Cemaati yok etme çalışmaları Rahmetlinin şehadetinden önce başlayıp şehadetinden sonra hız kazanarak devam etti. Vakıf Başkanımızı kaçırıp katlettiler. Takipçilerini sindirmek için ise planlanmış sinsi, sistemli ve periyodik uygulamaları hayata geçirildi. Özetle şöyle 35
04 - İzzettin Yıldırım Dosyası | ORTAK ZEMİN
HER ZAMAN HER YERDE DAİMA İSTİŞARE CEMİL PASLI
1990’lı yılların başıydı.
kendisine teslim ettik.
İzzetin Ağabey Ankara’da hizmete devam ediyordu. Konya’da İstişare-İmamet tartışmaları yükselmeye başlamıştı. Ülkenin farklı İllerindeki sıkıntıların olduğunu da duyuyorduk. Konya’da hizmet ehli insanlar İstişare-İmamet konusunda iki grup olmaya başlamışlardı. Ve en sonunda hizmetten sorumlu ağabeyimiz İzzettin Ağabeyinde İmamet konusunu desteklediğini ifade etti. Bu söz çok garibimize ve zorumuza gitti. Başta İlahiyatçı arkadaşlar İstişare, Şura, Meşveret konusunda Kuran, Hadis ve Risale-i Nur eksenli geniş bir çalışma yaptık. Amacımız Ankara’ya gidip İzzettin Ağabeyle görüşüp onunla konuyu müzakere etmekti. Zira bize verilen haber bizi çok ama çok üzmüştü. Hazırlıkla beraber İlahiyatçı beraber Ankara’ya gittik.
bir
‘’Kardeşim Allah sizden razı olsun, duyumlarla hareket etmek yerine bizzat geldiniz, istişare, şura, meşveret konusundaki hazırladığınız dokümanlar ve bilgiler için teşekkür ederim. Bizim hareketimiz, daima her zaman, her yerde istişare ile olacaktır’’ dedi. Biz de rahatlamıştık. Aldığımız haberi başta hizmetten sorumlusu ağabeyimiz olmak üzere ilgili insanlarla paylaştık ve ülkede birçok ilin bu manasız tartışmadan zarar gördüğü yıllarda Konya olarak birlik ve beraberlik içerisinde hizmetimize devam ettik. SENDE IRKÇILIĞIN TOZU YOK KARDEŞİM İzzetin Ağabeyle 1990 da tanışmıştım. Samimiyetimiz, muhabbetimiz, kardeşliğimiz, dava arkadaşlığımız şehadetine kadar artarak devam etti. Birçok farklı İl’de değişik hizmetlerde beraber hareket etme imkanımız oldu.
kardeşimle
Emek semtinde bir evde İzzettin Ağabeyle görüştük. Duyduğumuz haberi, konu hakkındaki görüşümüzü ve hazırladığımız bilgileri bir doküman halinde 36
İzzettin Ağabey bu tavrımızdan çok hoşlandı.
Bir İl’e gittiğinde İzzettin Ağabey evli insanların evlerinden ziyade hizmet edilen talebe evlerini tercih ederdi. Oralarda daha rahat ettiğini, talebeyle zaman geçirmenin kendisini daha memnun ve mutlu ettiğini söylerdi.
04 - İzzettin Yıldırım Dosyası | ORTAK ZEMİN
Konya’ya her geldiğinde ben evimde kalması için ısrar ettiğimde aynı gerekçeleri saydıktan sonra bana şöyle; ‘’Kardeşim diğer İllerde de uyguladığım kalma konusundaki prensibimi biliyorsun. Ama senin için bu prensibi nazara almayacağım ve sen de kalacağım. Çünkü sende hamd olsun bir Türk olarak ırkçılığın tozu bile yok. Allah seni muhafaza etsin’’ demişti. İki defa hanemizi şereflendirdi. AHİRET ALEMİNİ GÖRÜR GİBİ YAŞARDI İzzettin Ağabey tüm zamanlarda hareketlerinde, sözlerinde, tavır ve davranışlarında sanki ahret alemini, cenneti, cehennemi görür gibi bir hayat yaşadı. ‘La ayşe illa ayşul ahire = Hayat yalnız ca ahret hayatıdır ’’ hadisini hayatın her saniyesinde yaşıyordu. Gereksiz, lüzumsuz, dünyaya dair, ahretten uzak hiçbir davranışı yoktu. Sanki cennete bakıyor, cehennemi görüyor, mizanı müşahede ediyor, sıratta yürüyor gibi yaşadı.
İzzettin Ağabey sıra dışı bir insandı. Kişisel ubudiyetinin ötesinde tüm hayatını İslami hizmetlere adayabilecek bir fedakarlık ve metanet sahibiydi. Hizmet etmek için evlenmek şart değildir belki, ancak kimi insanların tüm hayatlarını bu uğurda feda etmeleri, dünyevi arzu ve emellerini geri plana itmeleri çok nadir görülen bir feragat örneğidir. Dünyadan tam manasıyla yüz çeviren, ancak hizmet boyutuyla Dünya'ya bakabilmek zor bir haslettir. Risale-i Nur ekolünde görülen bu vakıf insan misyonu binlerce vatan evladının İslam'ın güzel değerleriyle tanışmasında önemli bir rol oynamıştır. Ayrıca hayatının başından sonuna kadar aynı çizgiyi sürdürebilmek, tüm zorluklara göğüs gererek bu misyonu devam ettirebilmek de büyük bir metanet ve öğrencileriyle birlik sabır gerektirmektedir. İzzettin Yıldırım bu güçlü iradeyi ortaya koyabilen ender insanlardandı. Onun dünya namına en ufak bir beklentisi veya korkusu yoktu. Tüm mesaisini, tüm hislerini ve düşüncelerini ‘'daha fazla nasıl hizmet edebilirim''sorusuna cevap aramakla geçirirdi. İçindeki bu dayanılmaz coşku onu bireysel anlamda ahiretini kurtarma çizgisinin çok ötesine taşımıştı. O adeta tüm ümmetin selameti için yaşamaktaydı. Onun hayatının şifrelerini isteyen dostlar şehadetinden hemen önce yazılan vasiyetini dikkatle, ibretle, tefekkürle okusunlar.
Allah Resulünü izlerine basar gibi yürürdü. Bunu kendisi yaşar ve yanındakilere de hissettirirdi. Mebde ve münteha onun için aynıydı.
Şehadetinin seneyi devriyesinde yazdığım yazı için bkz: Alim… , Abid… , Zahid… , Şehid. İzzettin YILDIRIM (1946 - ...) http://www.cemilpasli.com/tarih/alimabid-zahid-sehid-izzettin-yildirim-1946
Muhatabına mutlaka bütün vücuduyla dönerdi. Tevazunun, mahviyetin zirvesindeydi. 37
04 - İzzettin Yıldırım Dosyası | ORTAK ZEMİN
BEŞ ARKADAŞ ADEM ÖZKAN
1994 yılı beş arkadaş Güneydoğu ve Doğu gezisine çıkmış medreseleri dolaşıyorduk. Tabii o zamanlar Ortam çok tehlikeli ama biz yinede gezimize devam ettik. Van’daki Zehra medresesine vardığımızda Şehid İzzeddin abi de oradaydı. Ancak beni çok etkileyen ve İzzeddin abiye sevgimin ve sadakatimin artmasına vesile olan şey ; Ben böyle şeyhleri ve büyük alimleri geniş her tarafı dayalı döşeli modern bir ev yada oda herşey emrine amade olarak biliyor ve bazı hocaefendileri de öyle görmüştüm.Yani bizim Maraş’ta birkaç farklı yerleri ziyaret ettiğimizde görmüştüm. İzzeddin abinin de en azından böyle bir yerde kaldığını zihnimde hayal ediyordum.Ancak Van’daki kaldığı yeri tarif edecem ve bendeki tesiri hala bana huzur veriyor. Kaldığı Zehra medresesinin 2. veya 3. Katı merdivenin hemen sağ tarafı ortalama 8 veya 10 metrekarelik bir oda bir tane demir somya üzerinde kauçuk yatak ve nevresim ve battaniye. Başkada bir şey var mı ben farketmedim ama ben adeta şok yaşamıştım.Çünkü İzzeddin abi gibi bir insanın böyle basit bir oda ve yatakta yatması beni çok etkilemişti.Hatta kendisine sordum. -Abi siz burada mı kalıyorsunuz diye. -Tebessümle ; Evet Kardeşim Van’a geldiğim zaman burada kalıyorum. Sonra Cesim abiye bizi Van’ı gezdirmesini söyledi. Kendisi biraz hasta olduğunu Hakkınızı helal edin diyerek nezaketle mazeret buyurdu. Bu arada Cesim abi de Van da öğretmendi herhalde. 38
Bu olaydan sonra ben hizmetkarlık anlamında Risale-i Nurları daha çok okumaya ve hizmet etmeye gayret ettim.Daha sonraları okuduğum merhum Badıllı ağabeyin mufassal tarihçesinde üstadın Vandaki Nurşin camii Şerifinde küçük ve mütevazi bir odasında yalnız kaldığı ve öğretmen olan kardeşi Abdulmecid abinin evinde kalmadığı ve kimseye zahmet etmediğini okuyunca aklıma Şehid izzeddin abi gelirdi. Evet İzzeddin abi üstada ve Risale-i NUR hizmetine o kadar kendisini adamıştı ki:Hayatında hangi sayfayı çevirseniz, Üstad ve Risale-i Nur’u görürsünüz.Ayrıca daha sonraları İzzeddin abiyi defalarca görmüşlüğüm var ve her defasında hürmet , sevgi ,saygı ve muhabbet insanın taa kalbinden geliyor.Kalplere sevgi ve hürmeti de Cenab-ı Hak koyuyor. Aslında İzzeddin abi Maraş geldiğinde yada biz onu Farklı illerde gördüğümüzde kendimizce farklı hatıralarım var ama bizden istenen sadece 1 hatıra. Ayrıca tüm olumsuzluklara rağmen Şehid İZZEDDİN abi her sene Maraş’ a 2 defa gelir ve öğrencilerle kalır.Gündüzde tanıdığı dostlarını ziyaret ederdi.Ben birkaçında beraber gitmiştim ve o tanıdığı insanlarda saygı ve hürmetle karşılarlardı.Allah ondan ebeden razı olsun.Allah mekanını cennet etsin.Ve ona zulmedenlerden ve iftira atanlardan KAHHAR ismiyle intikamını alsın.Amin.Yolun Yolumuzdur Ey ŞEHİD İZZEDDİN abi..
04 - İzzettin Yıldırım Dosyası | ORTAK ZEMİN
BİR DEMET HATIRA NESİM DEMİR
1997’nin haziranıydı. O zaman öğrenciydim. Okuldan geldiğimde İzzettin Ağabeyin kaldığımız vakıf merkez binasına bazı ağabeylerle birlikte gelip oturduğunu gördüm. Hava çok sıcaktı merhum terlemişti. Ben kendisine kalkıp bir duş alıp rahatlamasını söyledim. Banyoyu hazırladım ve Seyda geldi banyoya girdi. Belki bir şeye ihtiyacı olur düşüncesiyle ben de banyonun olduğu koridorda bekledim. Bir müddet sonra baktım banyo kapısı aralandı, Seyda benden gömleğini yıkamak için bir leğen istedi. Ben gömleğini yıkamak için ne kadar ısrar ettimse de gömleğini bana vermedi ve kendisi yıkadı. Halbuki kendi çağdaşı olan nice hoca efendiler bırak gömleğini ayaklarını kendi mensuplarına yıkatırlardı. O, kendi işini kendi görür hiç kimseye yük olmazdı. Merhum İzzettin Ağabey, çok mütevaziydi; asla özel bir ilgi istemez ve hatta fazla ilgiden rahatsız olurdu. Adana’ya geldiğinde biz yemek için onu dışarıya götürmek ya da dışarıdan ona yemek getirmek istediğimiz de asla buna müsaade etmezdi.
O gün biz öğrencilerin yemek menüsünde ne varsa (..ki, öğrencinin yapacağı yemek malumdur…) onu tercih eder, oturur bizimle yerdi. Yıllar sonra başka bir yurtta kalan bir öğrencimi ziyaretimde şahit olduğum bir şeye kendimce yaptığım bir karşılaştırmayla onun bu faziletli davranışının ne kadar kıymetli olduğunun farkına vardım. Yurtta kalan bir öğrencimi ziyarete gittiğim de, öğrencim bana kaldığı yurdu gezdirdi. Gezdiğimiz yurdun her katında mutfak vardı ve her kattaki her mutfakta da çok özel dolaplar içinde çok özel çatal, kaşık, bıçak ve porselen yemek takımlarıyla pahalı çay takımları vardı. Bunlar niçin ayrı ve özel diye sorduğum da öğrencim; ” Hocam, o dolaptakiler bizim hocaefendiye özeldir. Onun dışında hiç kimse onları kullanamaz, sadece o geldiği zaman o takımlar çıkartılır, onunla yemek ve çay servis edilir.” Dedi. Halbuki bizim Seyda’nın ne böyle “özel”leri ne de bizden ayrı gayrılığı vardı. O, bizden biriydi, son derece mütevazi, doğal, sade … Onda tam bir peygamber ahlakı, alim edebi vardı.
39
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
BEŞ DAKİKALIK YOLCULUK AHMET AKYILDIZ
Sayın arkadaşlar, sizinle beş dakikalığına hepimizin nefislerine hoş gelmeyen ama bir gün hepimizin kesinlikle bu geziye çıkacağına dair söz verdiğim bir yolculuğa çıkalım. Şimdi bu yazacağım senaryoyu lütfen herkes kendisi üzerinde uygulamaya çalışsın. Akşam işten veya okuldan geliyorsunuz eve. Kapıyı size açan kişi sizin çok sevdiğiniz eşiniz, anneniz, sizin eve gelmenizi dört gözle bekleyen biricik kızınız veya oğlunuz, kardeşiniz veya çok sevdiğiniz bir dostunuz... Kapıyı açan kişiyi öyle seviyorsunuz ki,yüzünü görür görmez tüm günün yorgunluğunu üzerinizden atmış oluyorsunuz. Hazırlanan yemeklerin lezzeti ise öyle böyle değil. Ve evde herkes mutlu. ‘İşler bugün nasıl geçti?’sorularına kendinizden çok emin ve mutlu bir şekilde ‘gayet iyiydi, inşallah daha iyi olacak’ gibi cevaplar veriyorsunuz. Ve geç saatlere kadar, eve gelen misafirlerinizle beraber oturuyorsunuz. Tatlı veya meyvenizi yedikten bir saat sonra, misafirler evlerine gidiyor ve yorgun olduğunuz için hemen yatağa geçip yatıyorsunuz. Hatta yarın işe geç kalmamak için ütülü olan elbiselerinizi yatmadan hazırlıyorsunuz. Alarm saatinizi de saat 07.15’e ayarlıyorsunuz ama sabahleyin alarm bir saat boyunca çalmasına rağmen hala uyanmıyorsunuz. Aile fertleri çok şaşırırlar bu halinize. Çünkü ilk kez bu kadar ağır bir uykuya dalmışsınız ama kim bilebilirdi ki bu gencecik yaşınızda güzelim hayata gözlerinizi yumduğunuzu... Siz olup bitenlere bir anlam vermiş değilsiniz hâlâ. Eşinize: ‘Aşkım neden ağlıyorsun ya? Ne bu halin?’şeklinde sorular sorarken, önceki günden hazırlamış olduğunuz ütülü elbiselerinizi eline alıp, koklayarak ağlayan annenize ‘anne sen iyi misin ya? Lütfen bir açıklama yap ne olur’ şeklinde var gücünüzle bağırırken, dün akşam beraber olduğunuz diğer aile bireyleri ve misafirler ile teker teker konuşmaya çalışıyorsunuz fakat kimse size ne cevap veriyor nede bakıyor. Siz hâlâ olup bitenlere şaşırmış bir vaziyette onlara bakarken, dünkü misafirlerinizin komşularınızla olan şu konuşmalarına şahit oluyorsunuz: ‘Ya daha dün gece beraberdik. Hiç bir sağlık sıkıntısı da yoktu ki. Çok yazık oldu ya, Allah ailesine sabır versin’ 40
deyip üzgün bir şekilde ve sessizce gözyaşlarına boğuluyordu. Öyle hazin bir gün ki kimi görseniz sizden konuşup ağlıyorlardı. Hele eşinizin bitkin haline karşı dik durmaya çalışmak istemesi ve çocuklarınızın gözlerindeki o küçücük gözyaşı damlaları insanın içini yakan cinstendir. Ve imam sizi yıkamak için musalla taşının üzerine bırakıyor. Öyle bir taş ki buz gibi soğuk ve soğuk olduğu kadar da ürkütücü... Size boy abdesti alındıktan sonra ayaklarınızın başparmakları, elleriniz ve çenenizden bağlanıyorsunuz. Ve kar beyazımsı kefene sarılıyorsunuz. Bir de baş kısmınıza misk u amber kokusu sürülüyor ve tabuta konuluyorsunuz. Çok büyük bir kalabalık var çevrenizde. Eşiniz, çocuklarınız, anneniz, bastonun yardımıyla zar zor yürümeye çalışan ve kalabalıktan bazılarının da bazen konuna girdiği babanız, iş arkadaşlarınız, komşularınız, yeğenleriniz, her gün alış veriş yaptığınız marketçiniz... Cenaze namazınızda ‘rahmetliyi nasıl bilirdiniz?’ sorusuna sizi tanıyan ve tanımayanların hepsinin de ‘iyi bilirdik’ cevabı ve ‘hakkınızı helal ediyor musunuz?’ sorusuna yine herkesin sesli bir şekilde ‘helal olsun’ cevapları... Defin işleminden sonra herkes evlerine gidiyor fakat çok sevdiğiniz anne ve babanız sizi bırakmak istemiyorlar. Hele eşinizin çocuklarınıza sarılıp, koklaması ve sonrasında toprağınıza kapanırken çevredekilerin yardımıyla sakinleştirilmeye çalışılması en katı kalpli insanların dahi içini eritecek kadar hazin ve üzücü bir sahnedir... Artık bu dünyalı olmadığınızı anlamış bulunuyorsunuz ve biraz sonrasında da sorgu melekleri gelip: ‘Rabbin kimdir? Habibin kimdir?’ sorularına cevap vereceksiniz.Eğer cevap verirseniz ne ala, vermezseniz de bu yolculuktan çıkalım ve sorgu meleklerinin sorabileceği sorulara şimdiden cevap bulmaya çalışalım. Ne olur geç kalmayalım... Bu yolculukta benle zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ediyorum.
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
İNSANIN İYİ VE KÖTÜ OLUŞU MESELESİ BURHANETTIN GÜLAÇAR
B
u yazıyı yazmamdaki amaç; insan fıtratını İslami bir perspektifle ele alıp, psikologların bu konu hakkındaki görüşlerini ele almaktır. Buna girişmeden önce açık olmak gerekirse, konuyu tam olarak özümsediğim söylenemez; ancak bu yazıda belki bunu birlikte başarabiliriz düşüncesiyle işe koyuldum. Bunu yaparken de kendime değil Kuran-ı Mu’cizul beyanın parlak kılıncı olan Risaley-i Nura güvendim. Kuran-ı kerimde insanın tabiatına yönelik açık ifadeler yer almaktadır. Asrımızın müceddidi Bediüzzaman Said Nursi’nin bununla ilgili Kur’andan aldığı lem’aları bize iletmesi de önümüzü aydınlatan bir başka önemli kaynaktır. Bizim bu yazıda insanla ilgili teferruatlı bir açıklamaya gitmemize zaman ve zemin müsaade etmemektedir. Bununla ilgili eskiden beri tartışılagelen insanın doğasında iyi mi, kötü mü? olduğu konusu üzerinde vahy-i semavi gözlüğüyle durmaya çalışacağız. Batı felsefesinin indirgemeci aklı, insanı basit birer canlı veya basit birer hayvan veya basit birer meta olarak göstermiştir(İslamoğlu, M. Üç Muhammed). Karl Marks ‘insan alet kullanan hayvandır’ sözüyle üretim aracı. Emile Durkheim, ‘insan sosyal hayvandır’ derken onu sadece toplumsal bir varlık. Sigmund Freud, insanı cinsel güdüler tarafından yönlendirilen bir şehevi varlık. Albert Camus, insan isyan eden canlıdır derken de onu asi bir canlı olarak göstermiştir. Kuşkusuz insan ne sadece bunlar ne de sadece bunların toplamıdır. İnsan cenabı hakkın eşsiz bir sanatı olup onun yeryüzündeki temsilcisidir. Çok yönlü bir sanat harikası olması hasebiyle, insanlar onu tanımlamada eksik ve aciz kalmıştır. İnsan tabiatının yanlış tanıtılması veya anlaşılamaması ve insanı buna göre idare etme çabası yıkımlara, savaşlara kaosa yol açar. İnsanı insanın yaratıcısından sormamak kendi içinde bir çelişki ve büyük bir hamakattır. İnsanı bu denli kapsamlı bir tabirata tutmamız şimdilik yapacağımız bir iş olmadığı içim biz asıl konumuz olan psikoloji tarihinde isimlerini altın harflerle yazdırmış kişilerin, insan doğası hakkında görüşlerine geçeceğiz.
İnsanı cinsel ve saldırgan güdüler tarafından yönlendirildiğini söyleyen psikanalizin kurucusu Sigmund Freud, insanın doğasında ‘kötü’ bir varlık olduğunu iddia etmektedir. İnsan doğasına bu denli karamsar bakmasının altında belki de birinci ve ikinci dünya savaşlarına şahit olması yatmaktadır. İslam düşüncesindeki fıtrat anlayışını ele alınca belkide freud’un bu salt bakış açısı daha iyi anlayacağız. Onun çağdaşı olan ve çok ses getiren Alfred Adler, insan doğası konusunda Freud’la ters düşmüş hatta yollarını ayırmışlardır. Adler insanın doğuştan mükemmeliyetçi olmak isteğiyle hareket ettiğini söyler. Adler, Freud’a göre daha pozitif bir bakış sergilemiş insan doğasına yönelik kısmen ‘iyi’ denilebilecek bir portre çizmiştir. Üstad Bediüzzaman “insan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor.bazen bâtıl eline gelir; hak zannederek koynunda saklar”(Mektubat, 535) der. Adler insanı bu yönüyle yakalamış buna mükemmele ulaşma çabası demiştir. iyi bir noktada yakalamış; fakat bazı hususlarda bâtılı koynunda saklamaya devam etmiştir. Psikodinamik olarak daha birçok kişinin görüşlerine yer verilebilirdi; ancak biz bu kadarla yetinip Bilişsel Davranışıç psikolojik yaklaşımlaşıma geçelim. Davranışçı psikolojinin en önemli temsilcilerinden biri olan Skinner; insan tabiatına nötr bakmıştır. İnsanın ne iyi ne de kötü oluğunu varsaymıştır, insanın doğasında çevreye uyum sağlamaya yönelik motivasyonunun olduğunu belirtmiştir.Skinner ve birçok davranışçı ve bilişsel psikolog, pozitivist bakış açısından etkilenmiş, insan doğasını evrimsel perspektifle açıklamaya çalışmışlardır. Psikoloji dünyasında çok ağır oturan hümanist bir psikolog olan Carl Rogers insanın doğasına olumlu yönde bakmış,insanın doğasında iyi olduğunu savunmuştur. İnsanın yapmış olduğu savaşları, kıyımları vb. ise çevreye yüklemiştir. Bu yüzden pembe gözlük takmakla eleştirilmiştir. Son olarak; Rollo May, insanın hem iyi hem de kötü özellikleri eşit bir şekilde barındırdığını düşünmektedir. Bu yönüyle Rogers’ı eleştirmiş ve aralarında yazılı bir çatışma yaşanmıştır. Rogers insanın iyi bir varlık olduğunu yapılan 41
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
kötülüklerin kültürden kaynaklandığını söylemiştir. Varoluşçu bir psikolog olan May, Rogers’a insanın yapmış olduğu kötülükleri kültüre yüklemiş, kültürün ise yine bizzat insan tarafından üretildiğini söylemiştir. Azda olsa temelde birtakım farklı görüşlerde olan psikologların insan doğasına yönelik görüşleri( iyilik, kötülük) ele alındıktan sonra şimdi bunu Kur’an ve Risale-i nur perspektifiyle ele almaya çalışalım Kur’anı AzimüşşandaTin suresinin 4-6. Ayetlerinde şu ayetler geçmektedir: ُِواالصال َّ النْسَ ا َنفِىاَحْ سَ ِن َت ْق ِوي ٍمثُمَّرَ َد ْدنَاهُ اَسْ َفلَسَ ــا ِفلِي َناِالَّالَّذِينَآ َمنُوا َوعَ ِمل ِ لَ َقدْخَ لَ ْقنَا ْا ــات ِ َ حmealen“Andolsun biz insanı en güzel bir surette yarattık. Daha sonra onu aşağıların aşağısına attık, ancak iman edip,salih amel işleyenler müstesna.” Ayette açık bir şekilde anlaşılıyor ki insana iyilik ve kötülüğe yönelik sınırsız bir makam biçilmiştir. Üstad Bediüzzaman “Demek ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse; yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer”(sözler, 392) demektedir. Kur’an’da Demek insanın iyilik ve kötülüğü biraz muğlak bırakılmakla onun iyiliğe ve kötülüğe olan potansiyeli üzerinde durulmuştur. Kur’an-ı kerimin bir ayetinde Xalık-ı Zülcelal: İnsanı hemain mesnundan yarattım(hicr suresi 26,28,33) demektedir, yani pis kokan bir çamurdan yaratıldığı söylenmektedir. Başka bir ayette ona kendi ruhundan üfledi (secde suresi, 9) denilmektedir. Ali 42
Şeriati de bu iki ayete dayanarak insanın düalist bir varlık olduğunu belirtmektedir(Şeriati, A. İnsan, 17) yani insan iki yönlüdür iyiliğe ve kötülüğe meyli vardır. Görüldüğü gibi İslama göre insanın yaratılışında iyilik ve kötülüğün olduğu söylenebilir. ancak biz iyilik ve kötülüğün ne düzeyde olduğunu belirlemeye çalışalım, bu yüzden devam edelim. Üstad“Kâinatta maksud-u bizzât ve küllî ve şümullü olarak yaratılan ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir”(işaratü’li’caz, 36). demektedir. Yani kainatın özünde hayır ve iyiliğin ağır bastığını belirtmektedir. Küçük kainat olan insanda ise aynı durum geçerlidir. Biz bundan yola çıkarak insanda iyilik ve kötülüğün olduğunu, ancak kötülüğün insan tabiatında çok az olduğunu hayır ve iyiliğin ise ağır bastığını söyleyebiliriz. Burada akla gelen soru ise şudur: Peki insanın tabiatında hayır ve iyilik ağı basıyorsa, tarihte yaşanan savaşlar ve halen devam eden zulümler ne ile açıklanabilir? Bunun cevabı tahribin kolay olmasıyla açıklanabilir (şeytan ve nefis’de hesaba katılabilir)çünkü bir çiçeği koparmak küçük bir anını alırken bir çiçeğin yetişmesini beklemek bir-iki ayını alır. Bir evi yıkmak bir gününü alıyorsa o evi yapmak yüz gününü alır. Bunun gibi kâbiloğulları’nın yazdığı tarihe de geçen olaylar kolay olan tahrip büyük etki yarattığı için, tamirler çok olmasına rağmen az görünmüştür. İnsan ise doğasında iyilik ağırlıkta olmakla yapmış olduğu kötülükler çok etki yaratmaktadır. Ancak bu onun masum ve günahsız olmasını gerektirmez, çünkü insan bunun farkındadır.
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
NEDİR ÖĞRETMENLİK? CEMIL KÜÇÜK
Öğretmenlik kutsi bir meslektir. Rehberi şanı yüce peygamberdir. Zümredaşları 124 bin peygamberdir. Arkadaşları milyonlarca evliya, asfiyadır. Yoldaşları asırların müceddidleridir. Onlarla manevi toplantılar yapan, onlardan ilham alan, istişare eden, fikirlerinden beslenendir. Hepsinin ortak hedefi rıza-ı ilahiyi kazanmak ve kazandırmaktır. Hareket noktaları Rabbimizin Oku! Emridir. Dünyayı, kâinatı, okumak, anlamak; yaratılış gayesini idrak etmek ve kulluk şuuruna erebilmektir insanlık rehberlerinin. İnsanoğluna rehberlik yapmak, onları kurtuluşa yönlendirmek, dünya ve Ahiret saadetini kazandırmak onların en önemli gayeleridir. Öğretmen olmak şanı yüce peygambere, nebilere, âlimlere varis olmaktır. Onların çilesine, gayretlerine, ihlâsına ortak olmaktır. Öğretmende iki cevher vardır: Biri kalbi, diğeri aklıdır. Aklını eleştirel fen ilimleriyle kalbini din ilimleriyle beslemelidir. İkisinden birini ihmal ederse ya şüpheci olur ya da taassupçu olur. Aklın gıdası ilimdir irfandır. Bu uğurda verilen çabadır, çekilen sıkıntılardır. Gece yarılarına değin çekilen uykusuzluklardır. Elden düşmeyen kitaplardır, devrilen kütüphanelerdir. Her dem ve mekânda edinilen tahsildir. Güneşi kıskandıracak parlaklıktır. İlim, irfan ve marifetiyle baktığını aydınlatmaktır. Çünkü güneş, insan hizmeti için yaratılan varlıkları aydınlatırken öğretmen, doğrudan Rabbül âlem’e muhatap olan insanı aydınlatmaktır. Kalbin gıdası ise inançtır ibadettir. O’nu zikretmekle mutmain olmaktır. Rabbini razı etmektir. Resulün yolunda yürümektir. Rabbinin huzurunda şükrün ve acizliğinin farkına varmaktır. Nefsini terbiye
ederek insanı kâmil makamına yükselmektir, makamı mahmuda komşu olmaktır. Miracında melekleri kıskandırmaktır, ahlakını güzelleştirerek ‘Yürüyen Kuran’ olabilmektir. Veya Rabbimizin ifadesiyle : “Ben kulumun gören gözü, yürüyen ayağı, tutan eliyim” ifadesine mazhar olabilmektir. Öğretmenlik kutsaldır. Çünkü büyük bir dava adamlılığıdır. Üzerinde güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlı bir davanın temsilciliğidir. Saadeti dareyni (dünya ve Ahiret saadetini) kazanma veya kaybettirme davasıdır. Yani kendisine dikkatle bakan bir çift göze bir kalbe, bir akla, bir vicdana şekil vermektir, kurtuluşuna yol açmaktır. Bu yüzden biz öğretmenler o dağlar büyüklüğündeki sorumluluğu omuzlarımızda daima hissetmeliyiz. Öyle ise öğretmen aklı sağlam, fikri sağlam, vicdanı tam olmalıdır. Öğretmenlik ilmiyle ameldir, öğrendiklerini yaşamaktır. Akli ve vicdani ilimleri hazmetmektir sindirmektir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:“Âlimi mürşit koyun olmalı kuş olmamalı; kuş yavrusuna kay verir koyun yavrusuna süt verir.” Öğretmen beslendiği kaynakları hazmeder yaşantıya dönüştürür ve örnek hayatıyla, lisanı haliyle talebesine en büyük nasihati verir. Amelinde olmayan bir şeyi söylemez, Kur’an’ın ifadesiyle “Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz?” İhtarına muhatap olmamak için gayret gösterendir. Öğretmenlik, güzide talebesinin kalbine dokunabilmektir, ürkmeden kalbini fethedebilmektir. Onun yüreğine cesaret verebilmektir, zalim ve zulme karşı dik durmasını sağlamaktır. Adaletsizliğin olduğu yerde adaleti ve hakkı ayakta tutmasını 43
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
sağlamaktır.* Talebesinin körpe dimağına fikir verebilmektir. Doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt edebilecek mihenk taşını kazandırabilmektir. Ona kitapların maddi zenginlikten daha kıymetli hazineler olduğunu fark ettirebilmektir.* Kâinata ve yaratılmış varlıklara hikmet gözüyle bakabilmeyi öğretmektir. Kazandığına sevindiği gibi kaybetmeyi öğrenmeyi de öğretebilmektir.* Hata yapmanın yalandan daha onurlu bir davranış olduğunu öğretmektir.* Sonuç olarak talebesinin kendisine, ailesine insanlığa saygı duymasını sağlamaktır. Fani olan bu dünyadan göçüp gittiğimizde ilmiyle, irfanıyla hayır ve hizmetiyle insanlığın takdirini kazanan ve arkamızdan bir Fatiha esirgemeyen bir eser bırakabilmektir. Eğer bütün bunları gerçekleştirememişsek Yunus’un deyişiyle “… ya bu nice okumaktır”, nice öğretmektir. Öğretmenlik talebesinin derdiyle dertlenmektir, okul dışındaki hayatıyla ilgilenmektir. Bir fidan misali toprağına suyuna aydınlığına koşabilmektir. Anne olmaktır. Baba olmaktır. Kardeş olmaktır. Dünya ve Ahiret saadetine kefil olmaktır. Öğretmenlik fedakârlıktır, cefakârlıktır. Ailesinin katlanamadığı sıkıntıları çekebilmektir. Onu kışın şiddetinden, yazın kavuruculuğundan, kötünün niyetinden koruyabilmektir. Onun ve ailesinin gözünde en güvenilir olmaktır. Aksine hiçbir anne baba en güzide emanetini sana emanet etmeyecektir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle:” Karşımda müthiş bir yangın var içinde evladım yanıyor. O yangını söndürmek evladımı kurtarmak istiyorum… Cemiyetimizin imanını selamette görürsem cehennemde yanmaya razıyım vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” Sırrına erişebilmek, o fedakârlığı göze almak gerekiyor. 44
Öğretmenlik aynı zamanda hür olmaktır. Baskıyı, dayatmayı kabul etmemektir. Çünkü özgür ruhu ile yetiştireceği eser, Allah dışında hiçbir kula kul olmayacaktır. Onun talebesi aklını ve fikrini en yüksek fiyata satabilir ancak kalbine ve vicdanına fiyat etiketi koyamaz. Bağımsızlığından ödün veremez. Bediüzzaman’ın ifadesiyle: “Ekmeksiz yaşarım HÜRRİYETSİZ yaşayamam.” ilkesini ömür boyu kılavuz yapmaktır. Sonuç olarak öğretmenlik ilhamını kutsilerden alan, başarısını eğitim ve kişisel gayretlerinden alan bir meslektir. Bununla birlikte ilmiyle amel eden, davranışları ile model olan ve en büyük nasihati, örnek yaşantısı olan bir kişiliktir. Yine bu mesleğin can alıcı noktası ise diğer gamlık, fedakârlık, işini ve talebesini sevmektir. Bu yazımızda öğretmenliğe farklı açıdan bakmaya, mesleğe farklı bir yorum getirmeye çalıştık. Biz bu işin ideal noktasına vurgu yaptık. İdealimiz ve meslek çıtamız ne kadar yüksek olursa inşallah hedefimize o kadar yakınlaşmış oluruz. Bu vesile ile tüm meslektaşlarıma hayırlı başarılar diler bu fani dünyada baki meyveler bırakmalarını temenni ediyorum. Kaynaklar: Kur’anı Kerim, Hadis, Risale-i Nur, *Abraham Lincoln(Oğlumun Öğretmenine Mektup).
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
CUMHURİYET KORKULARI’NIN KAYNAĞI HAKKINDA BİR DENEME MUHAMMED KIRVAR
B
ir idari rejimin sürdürülebilir olmasının o rejimden en çok faydayı elde edenler ile kurucu unsur ögelerinin mevcut korkularının mahiyeti ile ilinti olduğu savı tartışılabilir gözükmektedir ve bu denemede bu konu işlenmeye çalışılacaktır. Okuyucunun şunu bilmesi gerekir ki; bu denemede tamamen tarih okumalarının kazandırdığı muhassalalar çerçevesinde ulaşılmış basit çıkarımlar esas alınacağı gibi amaç, kısa bir tarih aralığının bugüne yansımış bir veçhesine ondan etkilenmiş bir birey olarak zihni bir anlam bulmaya çalışmaktır.
iradelerini beyan etmede temsilci veya temsil organlarını her şart ve zamanda bulabilmişlerdir. Ancak tasarımlarını yaşama geçirmede etkin güç odaklarına her halde ve zamanda sahip olamamışlardır. 4- Toplumun kendi iradesini ortaya koyma sürecini, kendi içsel etkenleri kadar cari dış şartların da belirlediği kabul edilmiştir. SORULAR 1-Başlangıçta kurucu lider kadrolar ile kurucu toplumsal irade arasında tasarım(gelecek) birliği var
VARSAYIMLAR mıdır? 1-Uzun ve kalıcı bir geçmişe (geleneğe) sahip toplumların ve toplumsal yapıların tasarım ürettiği ve tasarımın temel umdelerinin ve dayandığı hayat şifrelerinin toplum ve toplumsal yapı tarafından belirlendiği-istenildiği kabul edilmiştir. 2-Toplumun veya yapılarının söz konusu geleceğin (tasarımın) ayrıntıları hakkında tam bir ittifak içinde olması kuramsal olarak mümkün ise de fiili olarak az rastlanan bir olgudur. Bununla birlikte ana hatlarda uzlaşı ve detaylarda aykırılıkların ertelenmesi (yani farklılıkların yaşanılmasına onay verilmesi) sık rastlanan bir gerçekliktir. 3-Toplumlar
ve
toplumsal
yapılar
istek
2- Bu tasarım birliği kuruluş sonrasında da devam edebilmiş midir? Tasarım kırılmaları olmuş mudur? 3-Toplumsal yapı parçalarının her biri bir kadro ve örgüt tarafından temsil edilebilmiş midir? 4-Toplumsal parçalar ve temsilcileri için kendini eylem düzleminde ifade etme imkânları ve yollarına ulaşılmış mıdır? 5-Tasarımda farklılaşmalar ne düzeyde yaşanmıştır? Bu farklılaşma kadrolar arasında çatışma ve tasfiyeleri beraberinde getirmiş midir?
ve 45
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
6-Çatışmaların düzeyi nedir? Çatışmalar toplumsal katmanların arasında mı, yoksa temsili küçük grupların iktidar çatışmaları şeklinde mi olmuştur? 7-Oluşan bir gerilim varsa bu ne türden yollarla giderilmeye çalışılmıştır? Uzlaşma yolları aranmış mıdır? 8- Haksız güç ve kuvvet yasa haline getirilerek kişi, kurum ve düzenlemelerin tenkidi, haliyle değiştirilme olanağı zorlaştırılmış mıdır? 9- Kurucu yapı parçalarını temsil eden kadrolar örgüt yaşamı boyunca etkinlik gösterebilmiş midir? 10- Amaç farklılığı zamanla muhalefeti azaltmış mıdır? Yoksa muhalif unsurlar örgütün zayıfladığı zannedilen zaman dilimlerinde çeşitli yollarla etkin hale gelmeye çalışmışlar mıdır? 11- Parçalar arasındaki çatışmalara dışarıdan unsurlar dâhil olmuş mudur? Veya parçalar bu nev’iden ittifak arayışlarına ihtiyaç duymuş mudur? Ve duymuşlarsa etkileri ne düzeyde hissedilmiştir? ÇIKARIMLAR Kuruluşunun doksanlı yıllarında bu korkuların yapısına baktığımızda, baştan beri bahsedilen kuruluş tasarımının kurucularında ve onların devamı 46
sayılan unsurlarda mevcudu muhafaza edememe korkusunun dün ve bugün öne çıktığı görülecektir. Kurucu olmamak ve başlangıçta bir yapıyı temsil etmemekle birlikte, zaman içinde kurucu unsurlarla iktidar bağı kurarak dokulaşan yapılar da bu korkuya katılmaktadır. Korkulara yaşatılanlar kaynaklık etmektedir. Toplumsal gerilim tabakalar arasındaki kırılmalar ve yer değiştirmelerin açığa çıkardığı enerji kümelenmesinden kaynaklanmaktadır. Tasarıma ilişkin dünden gelen ve halen devam eden endişelerin günden güne kuvvetlenmesi tabakalar arasında yer değiştirmelerin ivme kazanarak devam ettiğine diğer bir kanıttır. Kuruluş tasarımının mevcudu zaman içinde süreklilik ve artış arz eden aşınmalara uğramıştır. Kuruluş tasarımı zaman içinde küçük bir kümeye ait olmaktan çıkıp, çeşitli tarihi ve sosyo-ekonomik nedenlerle kendisine sahiplenen toplumsal katmanlar ve siyasal temsil kurumları oluşturmuş olmasına ve tasarımın yapısına ilişkin algı ve bilgi kirliliğine rağmen, bu katmanların mevcudu muhafazaya yeterli büyüklükte olmaması ve kalıcılığı sağlama hususunda tereddüt ve şüphelerin yoğunlaşmasına neden olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana bu kuruluştan faydalanmayı en çoklayanların yaşadığı bu çeşit korkular yerindeliğini koruyor. Korkulması için geçerli nedenler baştan beri vardı ve halen de var. Korkuların geçerliliği yapının kendisinden
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
kaynaklanmaktadır. Tasarım çoğulculuk üzerine değil kuvvet üzerine, gönüllülük ve uzlaşma değil korku üzerine kuruludur. Tasarımdaki kırılmalar devam etmektedir. Tasarım bütün taban parçaları tarafından başlangıçtan bu yana tam anlamıyla benimsenmemiştir. Tasarım kırılmalarına dayalı muhalefet de devam etmektedir. Tasarım kanuni, çoğu zaman tasarımcıların oluşturduğu kanunlara bile aykırı keyfi yaptırımlara rağmen tam kabul görememiştir. Muhalefet arasındaki gerilimin düzeyi düştükçe ve azaldıkça enerjilerinin toplanarak iktidara yönelme olasılığının artması kaçınılmazdır. Bu nedenlerle muhalefet içinde yeni gerilim hatları üretmek çalışmaları bu ülkede hiç eksilmemiştir. Ve bu aynı zamanda muhalif olmanın şartlarını belirleme ölçülerine dönüşmüştür. Muhalefetin ortak paydasının toplumsal uzlaşma olması engellenmiştir. Bu engellemeye muhalefetin, yenilmiş bir yapının parçası olmak gibi tabii şaşkınlık hâli yardımcı olmakla beraber, muhalif kimliğine haklı veya haksız, geçerli ya da geçersiz tarihi korkuları nedeni ile ulaşamayan unsurların tercihleri de payanda olmuştur. Ayrıca bu ahvalin iktidar lehine zorla ve düzeneklerle kullanılması da ayrı bir gerçekliktir. Geçmişle yazılı ve sözlü iletim ve geleceğe bilgi aktarımı, dil, din, mezhep, meşrep farklılıklarını yönetme ve gelecek inşası çabasında olan herkes için zarurettir. Bunun gerçekleşebilmesinin şartı bu alanda her yönden özgürlüğün esas olmasıdır. İletim ve bilgi aktarımının özgürleşmesi fikri çatışmaları, zihni karmaşaları getirecek olsa da sonuçta tercihler ve uzlaşmalar, zamanın ilacı, düşünün ve pekişmiş şartların aydınlığında yapılacaktır. İletişim alanında oluşturulan yasal ve yasal olmayan karanlıkları iktidarın tasarımı koruma hakkı olarak görenlerin aynı hakka muhalefetin de sahip olmasına, mücadelenin göz önünde, adilane gerçekleşmesine taraf olmaları beklenemez. Korkulardan bahsedenlerle korkuların kaynağı olarak görülen ve kendini savunanların mevkileri de bu konuda ayrı bir gerçeği yakalama aracı olarak kullanılabilir.
kişinin yön seçimi onun hakka veya güce teslim olma tercihi de olacaktır. Sonuç olarak korkuların nedenleri yukarıda bahsedilen sorulara verilecek cevaplarla daha sarih olarak anlaşılacak yaşatılmış ve yaşanılmış korkularda saklıdır. Yaşananlar her zaman yaşatılmışlardan daha uzun ömürlüdür. Yapay hayatlar kısa ömür ve doku uyuşmazlığı ile ma’luldür. Muhalif olanların kendi aralarında yaşananlar ard niyetsiz paylaşıldığı ve paylaşım sınır tanımadığı sürece etkileri giderek yayılacaktır. Aydınlatıcı cevaplar sürekli artmaktadır fakat yeterli olmadığı muhalefet ve iktidar ayrışmasının netleşmemesinden anlaşılmaktadır. Basitçe, muhalif diğer muhalefet unsurları ile olan ilişkilerine bakılarak tanımlanabilir. Çoğu zaman muhalif unsurlar küçük de olsa kendi egemenlik alanlarının sağlanması adına kimliklerini ve kendilerini doğuran toplumsal tabanın tercihlerini göz ardı edebilmektedirler. Bu yüzden ipuçları yakalanmakla birlikte muhalif olmanın tanım çizgileri ayrı bir deneme konusu olmalıdır. Resim hâlâ bulanıktır. Bugün, geçmişte yaşatılanlar tekrar yaşanacak mıdır? Bu sorunun cevabının olumlu olması tarihin genel görüntüsüdür. Toplumsal hareketler, kuvvetinden gelen seçememe, ayıklayamama ve varacağı yerde duramama zafiyetlerine ek olarak iktidara kilitlenmiş hareket önderlerinin ahlaki eksikliklerine de sahip olabilir. Elde etmek değil vazifesinde değil, çalışmak vaziyetinde olanlar için iktidarın önemsiz olması gerekir. İktidarla ahlak arasında yapacağı tercih kişinin konumunu belirleyecektir. Ama iktidarı elde etmek, hem haldeki hem de gelecekteki sahipleri için ertelenemez bir tutkudur. Giderilme imkânları yok gibidir ve tasarımın geleceği yukarıda ki sorulara verilecek gelecekteki cevaplarla da ilintilidir? Sorular konusunda zihni farklılıklar en aza indirilmeye çalışılmıştır. Cevaplar konusunda farklılıkların artarak ve zenginleşerek devam edeceği ise meçhul değildir!
Bu özgürlüğün önemini gündelik bir olayla örneklersek; karşıdan A şahsının geldiğini gören B şahsının karşılaşma öncesi, esnası ve sonrası için seçeceği davranış tercihlerini A şahsı hakkında sahip olduğu, yani geçmişte elde edilmiş veriler belirleyecektir. Veriler A şahsını olumluyorsa her iki zamandaki davranışı olumlu ve işbirliğine dönük, aksi halde ise olumsuz ve dışlayıcı olacaktır. İşte, var olan veri ve bilgilerin ulaşılabilirliği ve netliği kararımızın doğruluğu ile paralellik gösterir. Bugün her ne kadar bu anlamda özgürlüklere kâmilen ulaşılmamış olsa da yaşanan acı tecrübeler yani zamanın herkesi öğüten değişim değirmeni aynı kapılara-özgürlüğeçıkılmasını sağlamıştır. Kapıdan sonra dolaşılacak bir dünya vardır. İktidar ve adaletin kavşak olduğu noktada 47
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
KURBİYET VE AKREBİYET İKİ FARKLI METOT SUAT YILMAZ
Kurbiyet ve akrebiyet, ikisi de yakınlık demektir. Fakat kurbiyet, kulun Allah’a yakınlığı manasında iken, akrebiyet ise Allah’ın kula yakınlığını ya da Allah’ın bizzat kendisi kulunu kendine yakın eder, manasını ifade eder. Başka bir deyişle; kurbiyet, kurb mastarından yapılmıştır mânâsı “yakınlık” demektir, akrebiyet ise karib’den türemiştir ve “daha yakın, pek yakın” anlamındadır. Konuya girmeden sizleri düşünmeye sevk edecek bir cümle ile başlayayım. “Bismillah her hayrın başıdır. Evet, hayırlı bir iş yaparken bismillah demeli. O bismillah o işin ruhu olur ve aksaklıklarla, arızalarla, işin ters gitmesiyle olabilecek gecikmelere kalkan olur. Yani zamandan tasarruf edilmiş, başarı gecikmemiş olur.” Ne alaka! derseniz, sabırla okumanızı tavsiye ederiz.
ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüsîde, yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalble bulmuşlar; aynen öyle de: Yüksek ehl-i hakikat dahi, marifet ve tasavvur değil, belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikde, iki cadde ile hareket etmişler. Biri: Kitab-ı kâinatı mütalâa, Diğeri: En kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-ı insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalâa ile imanın, şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki; sırr-ı akrebiyete ve veraset-i nübüvvete bakar.
Evet, şu koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından, fikir yoluyla sıfat ve esma-i ilâhiyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Akrebiyet sahabe mesleğini, kurbiyet ise Hakikat-ı insaniyeye baktığı vakit, o câmi mikyasda, tasavvuf mesleğini temsil ediyor. Biri Peygamberin o küçük haritacıkda, o doğru numunecikte, o hassas Nübüvvet yönü, diğeri Velayet yönüdür. Peygamber mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve Efendimizin(sav) iki yönü vardır; birisi şahsi kemalat ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o kesbi ile kazanmış olduğu kuvve-i velayetidir, diğeri ise sıfat ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay, hem hazır direkt Allah tarafından ihsan edilen nübüvvet yönüdür. yanındaki ayinesinde hiç uzun bir seyahat-ı fikriyeye Akrebiyet nebilerin, tarzıdır, onlar için mesafe yoktur, muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır.”(Emirdağ L. mutmain olmuşlardır, ondan dolayı keşf ve keramet 98) nevinden teşvik edicilere ihtiyaçları yoktur. Akrebiyet, yani Sahabe Mesleği, yani Risale-i “Evet, nasıl ki ehl-i tarikat, seyr-i enfüsî ve âfakî Nur mesleği, Allah’ın isim ve sıfatlarının hem kâinat ile marifet-i ilâhiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa üzerinde hem de üzerimizdeki tecellilerini görüp 48
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
marifet kazanma yoludur, yani Allah’ı bilmek değil Yani sahabi direkt olarak Peygamberden feyizyab hakkıyle tanımanın yoludur. (Vema qederullahe hakke olur, -Bir sohbette zahirden hakikata geçebilirler, qadrihi) sohbet-i nübüvvetin in’ikasıyla ve incizabıyla ve iksiriyle tarîkattaki seyr ü sülûk daire-i azîminin Akrebiyetin inkişafı için başka ne yapmalı; Kur’an’ı tayyına mecbur değildirler.- evliya ve asfiya ise ve Sünneti iyice bilmeli, sünnete tebaiyeti hayatının bir indirekt görüşmeye mazhardır. Bu ikisi arasındaki fark; düsturu haline getirmeli, tatbik etmeli, ilimle özellikle ateşin yanında ısınan bir kimse ile ateşin ısıtıcı etkisi iman ilmiyle meşgul olmalı, bir ömür boyu nefsimizle anlatılarak ısınan kimse gibidir veya cisim ve gölgesi mücadele etmeli, acz, fakr, şefkat, şükür, tefekkür, ilim, arasındaki fark gibi... Pergel’in merkezindeki bir ihlas, takva ya ehemmiyet vermeli... milim açılım, iki ucu arasına kilometrelerce etki eder. Aynen öylede akrebiyyetten bir milim açılım sahibine Akrebiyet mesleği; zamanın üstüne çıkıp çok şey kazandırır. Peygamber Efendimizin(sav) düne atlamak şeklinde tasvir ediliyor ki burada miracı, vehbilik ve akrebiyet-i ilahi’nin bir tezahürü ve asıl vurgulanan husus vehbiliktir. Yani kul burada açılımıdır. mutlak bir teslimiyet ve tevekkül ile kesbini işin içine karıştırmadığı için, Allah mükâfat olarak hakikatleri Hz. Ali’nin diğer üç halifeden çok üstün vasıfları zahmetsiz ve meşakkatsiz olarak bu kula ihsan ediyor, olduğu halde onlara neden yetişemediğinin sırrı vehbi bir marifettir, ilâhî bir ihsandır, iradeye bağlı anlaşılıyor herhalde. bir kazanım değildir. Kimse bu makamı bileğinin gücü ve alnının teri ile elde edemez. Hâlbuki kurbiyet Bir Soru: Tasavvuf metoduyla Akrebiyete mesleğinde, insanın kesbi, benliği ve iradesi işe karıştığı yetişebilinir mi? için bu da yolu uzatıp meşakkatli hale getiriyor. Cevap: Evet yetişilir, ancak uzun ve meşakkatli Bu cümleyi anlamak için “Bu risale,(19. Mektup) bir çaba sonucunda... Zaten tasavvufdaki asıl gaye de üç yüzden fazla mucizatı beyan eder. Nakil ve rivayet akrebiyete kavuşmaktır. olmakla beraber, yüz sahifeden fazla olduğu halde, kitablara müracaat edilmeden, ezber olarak, dağ, bağ Velayet ve marifetullahı kazanmak ve zahirden köşelerinde, üç, dört gün zarfında, her günde iki, üç hakikate geçmek, iki tarz ve iki usul ile oluyor: Biri saat çalışmak şartıyla, mecmuu on iki saatte te’lif akrebiyet, diğeri ise kurbiyettir. edilmesi, harika bir vakıadır.” Bu metot ve terbiye şekillerinin izahını Burada Said Nursi Hazretlerinin Akrebiyete Bediüzzaman Hazretleri şöyle tarif ediyor: mazhariyetle kesbden ziyade vehbi bir ilim neticesinde bu risaleyi çok zahmet çekmeden yazdığı sanırım 27. Söz de Bediüzzaman şöyle der; “Onun yeterli bir delildir. Sonra zindanlarda kese kâğıtları kurbiyetini kazanmak iki surette olur: ve sigara kâğıtları üzerine yazılan Risale-i Nurların bu denli yayılması Said Nursi’nin kendi çabasının eseri Birisi: akrebiyetin inkişafıyladır ki, nübüvvetteki değildir. kurbiyet ona bakar ve nübüvvet veraseti ve sohbeti cihetiyle sahabeler o sırra mazhardırlar. Aslında tarikat da bu yolun yolcusudur, ancak yol uzundur. Yani kul, dua, nafile ibadetler, seyr-i enfüsî ve İkinci suret: Bu’diyetimiz noktasında kat-ı meratib seyr-i âfâkî, salih amel, takva ve ihlas gibi ibadetlerle edip bir derece kurbiyete müşerref olmaktır ki, ekser Allah’a yakınlaşmaya çalışır. Yetmiş bin perde tabir seyr ü sülûk-u velâyet ona göre ve seyr-i enfüsî ve edilen her bir perdeyi geçerek kurbiyete müşerref seyr-i âfâkî bu surette cereyan ediyor. olur. Tasavvuf yoluyla gidilen velayetlerin çoğunda kurbiyet vardır. Yol uzundur. Meşakkatleri çoktur. Keşif İşte, birinci suret sırf vehbîdir, kesbî değil. ve ve keramet şeklinde harikaları da çoktur, (Uzun İncizabdır, cezb-i rahmanîdir ve mahbubiyettir. Yol yolda gidenler için yorgunluk bıkkınlık olabilir, bu kısadır, fakat çok metin ve çok yüksektir ve çok hâlistir nedenle müşevviklere ihtiyaç vardır, keşf-u keramet ve gölgesizdir. Diğeri kesbîdir, uzundur, gölgelidir. bu nevidendir, kişinin gayretini artırır) riyazet ve nefsi Acaib harikaları çok ise de, kıymetçe, kurbiyetçe ıslah etmek gibi uzun ve meşakkatli metotlar ile Allah’a evvelkisine yetişemez. yaklaşmaktır, gayret ve riyazet hükmeder, kesbi bir marifet kazanma yoludur, iradeye bağlı bir kazanımdır, Öyle de, zâhirden hakikate geçmek iki suretledir: çalışarak elde edilir. Zaten bu zorlu merhaleleri aşmak Biri, doğrudan doğruya hakikatin incizabına kapılıp, için gerekli kurumlar da kalmamıştır. tarikat berzahına girmeden, hakikati ayn-ı zâhir içinde bulmaktır. İkincisi, çok meratibden seyr ü sülûk Onun içindir ki, sahabelerin kurbiyet-i ilâhiye suretiyle geçmektir. Ehl-i velâyet, çendan fenâ-i nefse noktasındaki makamlarına velâyet ayağıyla yetişilmez. muvaffak olurlar, nefs-i emmareyi öldürürler; yine Çünkü onların Nübüvvet yönünden hisseleri çoktur. sahabeye yetişemiyorlar. Çünkü sahabelerin nefisleri 49
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
tezkiye ve tathir edildiğinden, nefsin mahiyetindeki cihazat-ı kesire ile, ubudiyetin envaına ve şükür ve hamdin aksamına daha ziyade mazhardırlar. Fenâ-i nefisten sonra ubudiyet-i evliya besâtet peydâ eder.” “15. Mektupta ise; “Şu sırr-ı gamızın esası, akrebiyet-i ilâhiyenin inkişafıdır. Meselâ, güneş bize yakındır; çünkü ziyası, harareti ve misali aynamızda ve elimizdedir. Fakat biz ondan uzağız. Eğer biz nuraniyet noktasında onun akrebiyetini hissetsek, aynamızdaki misalî olan timsaline münasebetimizi anlasak, o vasıtayla onu tanısak; ziyası, harareti, heyeti ne olduğunu bilsek, onun akrebiyeti bize inkişaf eder ve yakınımızda onu tanıyıp münasebettar oluruz. Eğer biz bu’diyetimiz nokta-i nazarından ona yakınlaşmak ve tanımak istesek, pek çok seyr-i fikrîye ve sülûk-u aklîye mecbur oluruz ki, kavânin-i fenniye ile fikren semâvâta çıkıp semâdaki güneşi tasavvur ederek, sonra mahiyetindeki ziya ve harareti ve ziyasındaki elvân-ı seb’ayı uzun uzadıya tetkikat-ı fenniye ile anladıktan sonra, birinci adamın kendi aynasında az bir tefekkürle elde ettiği kurbiyet-i mâneviyeyi ancak elde edebiliriz. İşte şu temsil gibi, nübüvvet ve veraset-i nübüvvetteki velâyet, sırr-ı akrebiyetin inkişafına bakar. Velâyet-i saire ise, ekseri kurbiyet esası üzerine gider, birçok merâtipte seyr ü sülûke mecbur olur.” 50
Bediüzzaman’nın “Ya Rab! alilem, acizem, zaifem, natuvanem, afucuyem, El Aman!” yakarışı akrebiyet-i İlahiyi celbetmiş ve kısa bir sürede Rusya’dan Kırım üzerinden İstanbul’a gelebilmiştir. Hz. Yunus misali... Eğer O, kendi imkânlarıyla balığın karnından kurtulmak yolunu seçseydi(kurbiyet), kılıcıyla balığın midesini deşecek, dışarıya çıkacak, nefesi yeterse suyun yüzeyine çıkmak için çırpınacak, kıyı uzak yüzecek yüzecek günlerce yüzecek, denizin dalgaları eman vermeyecek, yorulacak yardım bekleyecek, belki bir kayık görecek el edecek, kayık onu alacak kıyıya bırakacak, ‘Şecere-i yaktin’ altında dinlenecek, lütf-u Rabbaniye teşekkür edecek. Amma o meşhur duasıyla akrebiyyeti ilahiye mazhar oldu, dev balık bir anda onu kıyıya bıraktı. İşte akrebiyet böyle bir şey... Evet Allah’ın yardımı vardır, bir de büyük yardımı vardır. Peki, Hz.Yusuf bir yıl sonunda zindandan çıkması gerekirken neden uzun yıllar zindanda kaldı. Bu durumun Akrebiyetle alakası nedir? Yusuf’u zindana atan hükümdar ölmüştür, yerine oğlu geçmiştir, Yusuf’un durumundan haberi yoktur. Hz. Yusuf, kendisini ziyaret eden bir ehli imana, masum olduğunu yeni hükümdara iletmesini söyler. İşte tam burda Allah(cc) “Sen neden direkt benden yardım istemedin de aracıları araya koydun, Ben her şeye kadir değil miyim” dercesine... Bu ikinci kısım akrebiyettir. Meseleyi daha iyi anlamak için bir kaç misal:
05 - Düşünce Deneme Yorum | ORTAK ZEMİN
Akrebiyette acz ve fakr hükmeder, vehbi bir marifettir; kurbiyette ise gayret ve riyazet hükmeder, kesbi bir marifet kazanma yoludur. Civcivler acz ve fakrını tam anladıklarından tavuk şefkat eder ve canı pahasına yavrularını korur. Ne zaman ki civcivler büyür anneme ihtiyacım yok der anne de ondan uzaklaşır. Demek her yönüyle Allah’a muhtaç olduğunu anlamak akrebiyete götürür, şefkate merhamete mazhar eder. Nefsi öldürmek, -tasavvuf mesleğinin tarzıterakkiyi ya bitirmek ya da hız kestirmek manasını içerir, ama tezkiye ve ıslah tarzında -sahabe mesleğinin tarzı- terakki süreklidir. Bu yüzden tezkiye ve ıslah tarzı, öldürme tarzından daha yüksek bir makamdır. Mesela bir insan şehvetten gelen günahlardan korunmak için, kendini hadım eder nefsini öldürür, diğeri ise onu tezkiye eder, kullanır, üzerine biner, gemler, nefsiyle yüzleşir... bu ikinci yol kendine güvenenlerin ve takva ehlinin yoludur. Bütün duygular kullanılmalı ki, Akrebiyete mazhar olunabilsin... Veya gözüyle bir haram işler, çok üzülür. “Ya Rab! Keşke gözümü kör etsen de bu günahları bir daha işlemesem.” -işte nefsi öldürmek budur- Akrebiyyet mesleğinde ise, Ya Rab! Her ne kadar bu günahı işledimse de beni bağışla... Gözümü kör etme, çünkü bu göz ile senin kâinattaki sanat eserlerini tefekkür edip sana yakınlaşmak isterim. Kurbiyet mesleğinde daha çok kalbi işlettirmek suretiyle hedefe gitmek vardır, Akrebiyet mesleğinde ise hem kalp, hem ruh, hissiyat, akıl, latife-i rabbaniye gibi daha birçok duyguyu işlettirmek suretiyle hedefe gider. Evet, kalp bir kumandandır, ancak letaif askerleri olmazsa hedefe varmak zor olur. Mesela, vesvese gelir onu alt etmek için tarikat ehli, bu kadar zikir çekmeliyim, bu kadar nafile oruç tutmalıyım, bu kadar nafile namaz kılmalıyım vs. der, günlerce vesveseyi alt etmeye çalışır, çoğu zaman muvaffak olamaz, olsa da izleri kalır şüpheleri tam atamaz, risk vardır.
ayet akrebiyyete teşvik eder. Risale-i Nur’da akrebiyete dair, bazı sözler ve hadisler: “Fikrin sönük ise Kuran’ın güneşi altına gir. Nakşilerde on adım yerine Risale-i Nurun hakikat mesleği dört adıma indirgemiştir. Cadde-i Kuraniye olan bu mesleğimiz on iki hak tarikatın özünü içerisine almıştır. Bir saat tefekkür bir sene ibadetten hayırlıdır. Risale-i Nur vurduğu yerden su çıkarır. Eski medreselerde on beş senede alınan imanı tahkikiyi Risale-i Nur on beş haftada verebiliyor. Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr-i sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi, şimdi ise Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak, elbette kâr-ı akıl değil.(5. Mektubu oku), Hz. Muhammed’in(sav) bütün davalarının esası ve bütün hayatının gayesi, Vacibü’l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfatına ve esmasına delâlet ve şehadet ve O Vâcibü’l-Vücudu isbat ve ilân ve ilâm etmektir. Silsile-i Nakşînin kahramanı ve bir güneşi olan İmam-ı Rabbanî Mektubat’ında demiş ki: Hakaik-i imaniyeden bir meselenin inkişafını, binlerce mevacid ve keramata tercih ederim.” Hem demiş ki: “Bütün tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-i imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır. Ya Rab! Tutan elimiz, gören gözümüz, düşünen aklımız ol ve bizi bir an olsun nefsimizle baş başa bırakma...” Hasılı kelam, akrebiyet en kısa, en sağlam, en rahat, en kıymetli, en yüksek, en halis, en zahmetsiz, en meşakkatsiz bir yoldur. Zamanımız insanları tembellikle alude olduklarından uzun yol yarı yolda bırakabilir, o sebeple akrebiyet metoduna talip olmak gerektir ki bu zamanda o yol Risale-i Nur yoludur.
Hâlbuki vesvesenin mahiyetini 10 dakika okusa anlasa mesele bitecektir. İlim onu alt eder, kişi rahat eder. Akrebiyet hakkında birkaç ayet: Peygamberimize صــدْرِ ي َويَسِّ ــرْ لِــي أَمْــرِ ي َ قَــالَ رَ ِّب اشْ ــرَ حْ لِــيayeti akrebiyettir. “Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın. Ayetlerimizi enfüste ve afakta onlara gösteririz. Her şeyin hüküm ve tasarrufu Onun elindedir. Allahım! hakkıyle senin kadrini bilemedik. Allah şah damarınızdan size daha yakındır. Şüphesiz nefsim kötülüğü ister, onun şerrinden ancak Allah beni koruyabilir. Ey Muhammed! Onu sen atmadın biz attık. Senin bize verdiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur.” ayetleri ve daha yüzlerce 1
1 Ta-ha 25 - 26 51
06 - Toplum ve Aile | ORTAK ZEMİN
ÇOCUKLARIMIZ NELERDEN ŞİKÂYETÇİ ? MEHMET TAŞ
Çocuklarımız nelerden şikâyetçi? ▶ Emir almaktan ▶ Dayaktan ▶ Kıyaslanmaktan ▶ Zorla iş yaptırılmasından ▶ Çocuğun yerine konuşulmasından ▶ Çocuğun yanında kavga edilmesinden ▶ Kötü sözler ve hakaretlerden ▶ Asık suratlardan ▶ Haksız yere suçlanmaktan ▶ Başkalarının yanında küçük düşürülmekten ▶ Aşağılanmaktan ▶ Yemekprobleminden ▶ Eleştirilmekten ▶ Tutarsızlıklardan ▶ Kardeşler arası ilşkilerden ▶ Oyun zamanı tanınmamasından ▶ Anlaşılmamaktan ▶ Anne babanın hata yaptığında özür dilememesinden ▶ İlgisizlikten Bunlara dikkat edelim ▶ Yargılamayın ▶ Emir vermeyin ▶ Açık olun ▶ Örnek olun ▶ Çocuğunuzla konuşun ▶ Çocuğunuzu dinleyin ▶ Sorgulamayın ▶ Kendinizi çocuğunuzun yerine koyarak onun duygularını kabul edin. ▶ Tüm sorunların çözümünde iyi niyet, tedbir ve planlama vardır. ▶ Ceza vermekten kaçınınız 52
Olumsuz davranışları yapmaması için: ✓ Kendi davranışlarınızla örnek olun. ✓ Çevreyi düzenleyin. ✓ Olumlu ve olumsuz davranışları ve sonuçlarını uygun zamanlarda anlatın. ✓ İyi alışkanlıklar kazanmasına yardımcı olun. Çocuğunuzla sorun yaşadığınızda… ✓ Sorunun neden kaynaklandığını düşünün ✓ Çocuğunuzun duygularını anlamaya çalışın ✓ Alternatif davranışlar önerin ✓ Kendi duygularınızı ifade edin ✓ Yaptığı davranışın etkilerini gösterin. ✓ Yaptığı davranışın sonuçlarını yaşamasına ve sorumluluğunu almasına izin verin. Asla uygulanmamalı ▶ Kızıp bağırmak ▶ Tehdit etmek ▶ Sözle hor görmek ▶ Beddua etmek ▶ Sevgi göstermemek ▶ Dayak Kural koyarken… ▶ Kuralların nedenini açıklayın. ▶ Beklenen davranışları belirtin. ▶ Çocuğa kuralları uygulamada sorumluluk verin. ▶ Olumlu davranışlarını takdir edin. ▶ Kuralları uygularken tutarlı olun.
06 - Toplum ve Aile | ORTAK ZEMİN
ERDEMLİ OLANLAR RAMAZAN ÇETİN
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Erdemli olanlar Allah’ın adıyla başlarlar. Erdemli olanlar başkasını yargılamadan kendilerini gözden geçirir eksiklerini giderirler. Erdemli olanlar sadıktırlar. Erdemli olanlar yapmadıklarını söylemezler ve söylediklerini de yaparlar. Erdemli olanlar dostları çoğaltır düşmanları azaltırlar. Erdemli olan nefsini düşman bilir aklını ve kalbini kendine dost kılar. Erdemli olanlar sağda solda sağlam adam aramazlar ama onlar erdemleriyle aranır olurlar. Erdemli olanlar vakitlerini boşa harcamazlar. Erdemli olanlar, sözün gücüne önem verirler. Erdemli olanlar açgözlülüğün insanı ham bıraktığını bilirler. Erdemli olanlar hakk yoldan ayrılmazlar. Erdemli olanlar yalnızca çıkarlarını düşünmezler. Erdemli olanlar kuvvetlerini kalplerinden alırlar. Erdemli olanlar iyiyi güzeli takip ederler. Erdemli olanlar haddi aşmazlar. Erdemli olanlar bütün güçlerini dünyaya harcamazlar. Bilirler ki dünyaya geliş gayeleri yalnızca yemek ve içmek değildir. Erdemli olanlar kâinatın dilinin aşk dili olduğunu bilirler. Erdemli olanlar Kelime-i Tevhit-i ağızlarından düşürmezler. Erdemli olanlar değerli olana değer verirler. Erdemli olanlar imanın bir cennet tohumu ve küfrün bir cehennem tohumu taşıdığını iyi bilirler. Erdemli olanlar gönüllerini boş bırakmazlar. Erdemli olanlar Sevgilinin hatırını hiçbir şeye değişmezler. Erdemli olanlar Sevgilinin hangi eve geleceğini iyi bilir ve evlerini O’na hazır hale getirirler. Erdemli olanlar bilirler ki imanı yitirmek insanlığı yitirmektir. Erdemli olanlar dünya evlerinden önce gönül evlerini tenvir eylerler. Erdemli olanlar önceliği aşka kalbe akla ve ruha verirler, Erdemli olanlar daima insanları kazanmaya çalışırlar. Erdemli olanlar ebedi âlemlerini ışıklandırana önem verirler. Erdemli olanlar maddi hazları geriye bırakırlar. Erdemli olanlar bilirler ki her zerrede kürede aşkı ilahi vardır. Erdemli olanlar bilirler ki insan Allah’a daima muhtaçtır. Erdemli olanlar bilirler ki Allah en büyük ihtiyaçtır. Erdemli olanlar bilirler ki kalp Allah’tan koparsa hayatta biter. Erdemli olanlar bilirler ki aşk varlığın manasıdır, iman hayatın nurudur, sevgi var oluşun temelidir, muhabbet âlemin ziyasıdır, dert acının dermanıdır, irfan kemalin anahtardır. Erdemli olanlar ruhlarını temiz tutarlar ve toprağa temiz bir şekilde girerler. Erdemli olanlar perişan olacakları yola girmezler. Erdemli olanlar eksiği değil kemali öne alır… Erdemli olanlar acılardan ders alırlar. Erdemli olanlar küçük düşünmezler, Erdemli olanlar ışığı önce yüreklerinde bulurlar. 53
07 - Öykü | ORTAK ZEMİN
HAYAT KAVANOZU
Elit yöneticiler sıralarında oturmuş, ünlü profesörün ağzından düşecek her kelimeyi yazmak için bekliyordu. Yaşlı profesör yavaşça her yöneticinin tek tek gözlerine baktı ve nihayet “bir deney yapacağız” dedi. Masanın altından bir kavanoz çıkardı. Kavanozun içine, yine masanın altından çıkardığı tenis topu büyüklüğündeki taşları dikkatli biçimde koymaya başladı.
doldurdu. Kavanozun artık tamamen su ile dolduğu söylenebilirdi. Profesör salona dönüp sordu: “Bu deneyden çıkarmamız gereken büyük hakikat nedir?” Bir yönetici elini kaldırdı ve çıkardığı dersi özetledi:
Kavanoz ağzına kadar dolup da daha fazla taş alamayınca, “Kavanoz doldu mu?” diye sordu. Salondaki herkes birlikte bağırdı: “Evet!”
“Programınız ne kadar dolu olursa olsun, gerçekten gayret ederseniz, o programa birkaç toplantı ve görev daha ilave edebilirsiniz.”
“Sahi mi?” diye karşılık verdi profesör. Masanın altından biraz çakıl taşı çıkardı. Kavanozu önce sallayıp daha sonra içine çakıl taşlarını koydu. Kavanozu tekrar salladı. Böylece küçük taşlar büyük taşların arasında kendilerine yer buldular. Ve aynı soruyu bir kez daha sordu:
“Hayır” dedi profesör. “Bu deneyin bize öğrettiği şey şu: Eğer büyük taşları önce koymazsanız, bir daha asla koyamazsınız.” Salona bir sessizlik çöktü. Tüm yöneticiler profesörün sözleriyle ne anlatmak istediğini tam olarak anlamışlardı. Sonra konuşmasına devam etti.
“Kavanoz şimdi doldu mu?” Yöneticiler, profesörün ne yapmak istediğini yavaş yavaş anlamaya başlamışlardı. İçlerinden biri “Herhalde hayır!” diye cevapladı bu soruyu. “Güzel!” dedi profesör ve masanın altından bu defa biraz kum çıkardı. Kumu kavonoza boşaltmaya başladı. Kumlar büyük taşlarla çakıl taşları arasındaki boşlukların hepsini doldurdu. Sorusunu bir defa daha sordu: “Kavanoz doldu mu?” Yöneticiler hep bir ağızdan “Hayır!” diye bağırdı. Bir defa daha “Güzel!” dedi ve masanın altından bir sürahi su çıkardı ve kavanoza ağzına kadar su 54
“Sizin hayatınızdaki ‘büyük taşlar’ ne? Sağlığınız? Aileniz? Arkadaşlarınız? Hedefleriniz? Sevdiğiniz şeyleri yapmak? Bir uğurda savaşmak? Kendinize zaman ayırmak? Hayatımızda yer alması gereken büyük taşların ne olduğunu unutmamalıyız. Eğer böyle yapmazsak, hayatımızı diğer önemsiz şeylerle uğraşarak kaçırmış olacağız.Eğer küçük şeylere öncelik verirsek, (çakıl,kum), hayatımız önemsiz şeylerle dolup geçecek, bizim için daha önemli olan şeylere az zaman kalacak veya hiç zaman kalmayacak. Bu nedenle, kendi kendinize şu soruyu sormayı hiçbir zaman unutmayın,“Senin hayatının büyük taşları ne?” Bunu belirledikten sonra hayat kavanozunuza önce onları koyduğunuzdan emin olun!
08 - Sağlık | ORTAK ZEMİN
DOKTOR DOKTOR GEZMEDEN DR. EYYUB YILMAZ
Yorgunluktan bir türlü kurtulamayan o kadar çok insan var ki şaşarsınız. Hastane koridorlarının önemli bir bölümü bu şikâyetlerden dolayı doludur Bu sorunu yaşayanlardansanız size faydası olacağına inandığım bir konu ele alacağım;
yaşama fırsatları olmamıştır. Bu nedenden dolayı az ve sık beslenmek sağlıklı bir tercih değildir, az ve sık beslenme bedenimizi beslemeyeceği gibi insan doğasına da aykırıdır. Günde 5-6 öğün alan insanlar,‘hop otur hop kalk yemek ye’, ‘şimdi yedim 3 saat sonraki ara öğüne ne yiyeceğim’ sorusu ile yemekten kalkarlar, zihinleri sürekli yemek ile meşguldür.
Açlık hissinin arka planı nasıl işler. İnsan yemek yedikten 6-8 saat sonra gerçek açlık hissi yaşar,oysa alışkanlıklarımızdan kaynaklanan nedenlerden dolayı 4-5 saatte bir yemek yemesek açlık krizine gireceğimizi sanırız. Bu yalancı açlık ataklarını 2 bardak su içerek atlatmayı alışkanlık haline getirmek vücudun yağ rezervlerini tüketmenin en pratik ve en basit yoludur. Çünkü LEPTİN hormonu yemekten 5-6 saatten sonra salgılanır ki bu hormon fazla yağlardan kurtulmamıza yardımcı olur. Bu süreyi bekleyemediği için leptin hormonunu yıllarca hiç kullanmayan insanlar var,o kadar düzenli yemek yerler ki asla gerçek açlığı
Oysa leptin hormonunu salınımına fırsat tanıyacak zamanı bekleyebilsek, kan şekerimizin düzenlenmesinde yağ rezervlerimiz kullanılır. Böylece kilo verme moduna girmiş oluruz. İdeal kilomuza ulaşana kadar kilo verebiliriz. İdeal kilonuza geldikten sonra kilo vermeniz duracak ama siz aynı şekilde beslenmeye devam ederek bedeninizde hiç hissetmediğiniz bir ferahlık, hafiflik hissedeceksiniz. 55
08 - Sağlık | ORTAK ZEMİN
Sebze ve salata ile doyduğum günlerde açlık hissini 7-8 saat sonra hissederim. Sizde bunu denemelisiniz, harika bir tecrübe olacağını şimdiden garanti ederim. İki tabak yemekle doyduğunuz gibi çabuk doyamazsınız -bunu bilin -sofranızı hazırlarken büyük salata kasesi hazır olmalı üzerine biraz ceviz, badem koymak lezzetini artırır, çok çok az zeytin yağı, bol limon, varsa ev yapımı sirke, mevsiminde ise lahana (beyaz) , üzerine keten tohumu serperim.Bunu bir kahvaltıda veya akşam yemeğinde deneyebilirsiniz, alışkanlıktan kaynaklanan nedenlerle öğle vakti yemek yemeği isteği duyabilirsiniz bu arada açlık hissinizi bastırmak için 2 bardak su içmeyi alışkanlık haline getirebilirsiniz. Çünkü bu geçici açlık duygusudur. Sabah salata ile güne başlamak Salatanın glisemik indeksi neredeyse 10-20 aralığındadır, bu da insülin salınımını minimum düzeyde oluşturur, insülin az salınınca kan şekerimiz hızlı yükselme/düşme göstermez gün içinde şekerin dalgalanması olmayacağından sağlıklı bir gün geçirmiş olursunuz. Şeker dalgalanmaları vücudun organ hasarlarına neden olan en önemli risk faktörlerindendir, nitekim bildiğimiz şeker hastalığının en tehlikeli komplikasyonları (yan etkiler) görme kaybı, böbrekyetmezliği, sinirlerde algı bozukluğu yapar. Şeker hastaları bu dalgalanmalara neden olan gıda gruplarından uzak kaldıkları sürece şekerin çoğu komplikasyonu ile karşılaşmazlar, yaşamlarını sağlıklı sürdürebilirler. İşin sırrı glisemik indeksi yüksek gıdalar yerine glisemik indeksi düşük gıdalarla beslenme alışkanlığı kazanmaktır. Bu konuda nekadar bilgi sahibi olursak o kadar sağlıklı olmayı öğrenmiş oluruz bu yüzden gıdaların glisemik indeksini ve besin değerlerini gösteren iki tablo veriyorum.. Bu tablolardaki bilgileri günlük beslenmenizde dikkate alarak yemek tercihlerinizi oluşturabilirsiniz, benim günlük yemek menümde tercihlerimi belirleyen önemli referans bilgilerindendir. Bu konuda yaşadığım bir deneyimi paylaşmak istiyorum; Ramazan ayında bazı günler çok çabuk acıktığımı farkettim.Sahurda ne yedimde bukadar acıktım, henüz öğle olmadan açlık hissi başlıyordu, düşününce, istisnasız olarak sahurumda hamur, pilav ve tatlı türü gıdalar yemişim, neden böyle olduğunu izah etmek istiyorum; çünkü yediklerimizin fizyolijimizi nasıl etkilediğini izah etmekte çok faydası olacak. İnsan hamurlu ve şekerli gibi glisemik indeksi yüksek gıdaları yediğinde bedenimizde acil bir alarm oluşur, bu hal kabul edilir bir durum değildir biran önce şekerin kandan uzaklaştırılması lüzumu vardır aksi halde bu şeker saldırısı karşısında bir çok organa hasar verecektir ilk olarak insülün salınarak kandan organlara şeker taşınır daha doğru bir ifade 56
ile ortamdan uzaklaştırılır bu arada insülün biraz şekeri fazla düşürmüştür bu sefer glukagon salınarak şekeri dengelemeye çalışır bu durum kanın şeker düzeyi istenen duruma gelene kadar sürer, insülinin tek görevi şekerin düzenlenmesi olduğunu sanırız oysa öbür yandan yağları depoya göndererek bel çevremizi kalınlaştırarak kalp hastalıklarının en önemli risk faktörlerini oluşturur, insülin ayrıca mitotik bölünmelerin önünü açar,kanserli hücrelerde bölünmeye daha hassas olduğundan metastaz dediğimiz Kanserin başka organlara sıçramasına zemin oluşturur Bu konu ile ilgili yapılan birçok çalışmayı şeker konulu yazımızda anlattım. Glisemik indeksi yüksek gıdalar hiç mi yenmez? Elbette yenilecektir sonuçta biz bu memleketin insanıyız, bazen baklava bazen pekmez bazen de çikolata yiyeceğiz ancak bu bilgilerden sonra birkaç manevra ile şekerin bize verebileceği zararlardan kendimizi koruyabiliriz. Öncelikle herzaman yediğimizden daha az yemeli Yoğun tatlı her şeyin yanına kavrulmamış ceviz, badem, fındık ekleyerek glisemik indeksini azaltırsınız, bazı dostlarımın aklına kalori hesapları gelecek fakat siz siz olun yüksek kalori almayı tercih edin ama glisemik indeksi düşürün bu uzun vadede sizi koruyacaktır. Son olarak salata veya yoğurt yiyerek hertürlü pilavın, tatlının glisemik indeksini düşürebilirsiniz. Beslendiğimizi düşündüğümüz yoğun gıda grupları ile zehirlenir dururuz,sonrada neden hasta olduğumuzu yedikçe daha fazla yorgun düştüğümüzü bilmeyiz,hastanelerde yapılan tahlillerde hep harika ve sağlıklı olduğunuzu ifade eden sonuçlar çıkar, çok garip, ama siz iyi olmadığınızdan eminsiniz o zaman doktor doktor gezer durursunuz. Bedenimizin savunma gücünü zaafa uğratan glisemik indeksi yüksek hertürlü yiyeceğe temkinli yaklaşın mümkün oldukça az yiyin. Siz siz olun gerçek açlığı beklemeden yemek sofralarına yaklaşmayın sofralarınızdan salata eksik etmeyin, su içmeyi ihmal etmeyin.
08 - Sağlık | ORTAK ZEMİN
KABIZLIK DR. EYYUB YILMAZ
Bir hastalık gibi görülmez,sıradan bir sorundur çünkü hayatımızın birçok zamanında karşılaşırız, bir şekilde geçiştiririz. Kabızlık istiyorum.
konusunda
ezberlerinizi
bozmak
Bir gün bir dostum babasının yataktan kalkamayacak kadar yatalak hale geldiğini belirtti. Hastane hastane gezmiş hiçbir sonuç alamamış. Bilinen bir hastalığı da yokmuş.Dört ayrı uzman arkadaşımız bir sorun tespit edememiş, tüm testler normal. Yatalak olmasını izah edecek bir sorun yok ama hasta yatalak Dostuma şu soruyu sordum;“Babanda kabızlık var mı?” “Evet, var.”dedi, bir haftadır tuvalete çıkmamış. “Peki, o zamankabızlığı çözelim, aynı zamanda su tüketimini ve yemeğindeki sebze miktarını artıralım.”dedim. 5-6 gün sonra dostum babasının ayağa kalktığını söyledi. Benim için sürprizdeğildi. Kabızlık insana ne yapar? Merak ettiniz değil mi? Kabızlık bağırsaklardaki atıkların atılamaması olarak tarif edilir, atıkların oluşturduğu toksinler her geçen zaman içinde daha toksik bir gaz oluşur, bunu mutfağınızdaki organik çöpleri bir hafta atmadığınızda oluşan kokuyu düşünün, çürüme arttıkça kokunun keskinliği artar, zannedermişsiniz ki kabızlık çektiğimiz günlerde bağırsaklarda bir dondurucu sistem devreye girer.
Vücudumuzun temizliğinden sorumlu ana organımız karaciğerin oluşturduğu atıkların bir kısmını bağırsağa bırakarak atılımını sağlar, fakat yol tıkalı olursa bu toksinler yeniden emilir bedeni zehirler veya yol açık fakat bu toksinlerin bağlanabileceği kadar sebze /lifli gıda yenmemiş ise safra tekrar emilir,bu durumda safrada bulunan ağır toksinler sinir sistemimizi çalışamaz hale getirebilecek kadar güçlüdür. Halsizlik, yorgunluk ile mücadele ederken bunun sebebi kabızlık olabileceğini de unutmayın, kabızlığı ciddiye alın doğru bir tercih ile bu problemi çözmelisiniz. Benim birkaç önerim olacak, öncelikle akut acil bir durum varsa bunu hastane şartlarında çözümleyin. Kronik (uzun zamandır) zeminde yaşanan kabızlık için keten tohumu, kayısı, incir, bol miktarda sebze, magnezyum içeren ilaçlar fayda sağlarken; kabızlığın nedenlerinin başında gerginlik, stres var bunun için gevşeme egzersizlerinin, derin nefes egzersizlerinin faydası olur; beslenme hatası olarak şekerli, hamurlu yiyecekler hayvansal tüm gıdalar kabızlığı artırdıklarını unutmayın. Artı bir durum daha var; kabızlık sırasında vücuda yayılan toksik atık yükünü artırarak bedeni daha fazla yorgun ve bitkin hale getirir. Kabızlık ciddi bir sağlık sorunudur, çözüm bulmayı önemseyin, yaşam tarzınızı değiştirmek en kestirme ve pratik çözümdür.
Kabızlık bedenimize en ağır toksinleri, atıkları atma yoludur, solunum yolu ile karbondioksit nasıl atılıyorsa dışkılama ile toksik katı atıkları uzaklaştırırız. 57
09 - Şiir | ORTAK ZEMİN
ŞİİR EY SEVGİLİ Ey sevgili sen varken kime gideyim, Dert içimde yakarken nasıl edeyim
Esirgeme ey canan o güzel nazarını Ruhumun zulmetini nazarınla sileyim
Müptelayım aşkının ve hem esiriyim Ancak senin kapının azadesiyim
Hastalar ilaç arar derdine derman ister Ben kapının önünde daim hasta olayım
Hüsnünle gülşen olur toprağı canımın İsterim ki ey can uğruna can vereyim
Gönüller can sensin, aşkından kılma cüda, Bende senin aşkınla canan geleyim
Ne olur ayırma yar hem pak-i celalinden Ötelere uzanan yolu nasıl göreyim Hem gözümün nurusun gönül dilberi, Sensiz olan dünyayı söyle neyleyim Herdem taze kalayım bela-yı aşk ile Yanayım ey sevgili ben aşkına yanayım Gelirsem huzuruna divanı mahşerde, Çeşmimden akan yaşı sana sunayım Kavurur daim beni beni derdim içimde, İstemem bu uykudan istemem uyanayım
Eğer rahmet edersen fakir yoksula Bende benim sevgilim vardır diyeyim Soldu gülşenin gülü oldu harabat Tehi olan gülzarı nasıl abad edeyim Bir hayalin içinde kalbim yüreğim Ne olur aşk sürmesin gözlerime süreyim Ne çoktur şu dünyanın cevr-u cefası Senden gelenler hoştur nasıl isyan edeyim Mevsimler değişince gülistan yeşerince, Senin sevdanla açan gülü ben koklayayım
Ehli sohbet seninle derman bulur derdine, Senin aşkın varken hangi dala konayım
Eğer mihman olursan, sen canu gönlümüze Senden gayri birini nasıl söyleyeyim
Bana da az eyleme aşktan gelen sevdayı Ötelere uzanan gül aşkına tutunayım
Aşk ile gelen gamlar canımızı şad eder, Gönlü sana açıp da kalbi gülşad edeyim Ramazan ÇETİN
İnleyerek beklerim aşkının sabahını Beni kullarından saydığını bileyim
58
09 - Şiir | ORTAK ZEMİN
HELAL DAİRESİ KEYFE KAFİDİR
YENİLGİ II
Et kemik ve yığın adına ben denilen sen Topraktan gelmeyse bu geçici emanet ten Gerçek cana götüren yollar keyfe kafidir
Öyle ağardı ki saçlarım Bir görsen; Başı dumanlı dağ sanırsın beni Yada geleni gideni olmayan Yıkık bir han Yaslanmaya utanırsın
Yorumlar bıçak ağzı ve zehirse damlayan Cismini ruhunu sarmışsa pür yalan dolan Hakikat istersen tüm sözler keyfe kafidir Madem ölüm ölmüyor verse mührü süleyman Kanma dünyaya eğer yapsa da seni sultan Seni attığı nurlu zindan keyfe kafidir Sermayen elinde, dağ olsa tüm ömrün harman Gençliğin mihman aldanma bu dünya pek yaman Mihmandardan payına düşen keyfe kafidir Yarın mahşer gününde yüzler olunca katran İstersen heybende dökülsün inci ve mercan Sıratta berk olupta geçmek keyfe kafidir Amelde ilk sorgu bilsen ki tadili erkan Göğsünde iman rehberin ise madem kur’an Beş vakit ruhu dizginlemek keyfe kafidir Yaradan unutulup her şey olmuşken yezdan Çevrene doluşmuşsa hazza düşkün nüktedan Seni Rabbine götüren yol keyfe kafidir Çok üstüne gelip nefsin yorduysa anbean Şayet düşsen gaflete yahut basarsa nisyan Tövbe et helal dairesi keyfe kafidir
Hükmedilmiyor zamana Neylersin İki kapılı bu hana sığdıramadım seni Bir dağ; Başındaki dumana Ne kadar aşinaysa Öyle aşıktım sana Artık mevsimler değişti Kuşlar da gitti Ve o şarkılar O şarkılar da bitti Bittim ben Yenildim işte Ne desem söz geçmiyor zamana Öyle bir yerdeyim ki Ne ben gel derim sana Ne sen gelirsin bana MURAT ADIGÜZEL
ERKAN YALNIZAĞAÇ
59
10 - Mizah Bulmaca Tefekkürname | ORTAK ZEMİN
MİZAH
NE ALIRSINIZ? Yahya Kemal bir yokuşu çıkıncaya kadar nefes nefese kalır. Yokuşun sonundaki lokantadan bir garson seslenir: -Buyrun beyim ne alırsınız? Yahya Kemal tebessümle: -Evlat,müsaade edersen bir nefes alacağım. ÇIKMAYAN MANA Mehmet Akif, Baytar Mektebinde müdür muavini olarak çalıştığı bir dönemde, muhasebeden gelen bir yazıyı anlayamaz. Yazıyı kaleme alan Salih Efendiyi aratarak yazıda ne demek istediğini sorar:.: -Salih Efendi İki türlü mana çıksın diye böyle yazdık efendim cevabını verince, Akif dayanamaz ve: -Hayret doğrusu, der. Biz birini bile çıkartamadık da.
FİKİR YAKALAMAK Şahabettin Süleyman, bir gün Ahmet Haşim‘e: -Üç günden beri zihnimde önemli bir fikir saklıyorum, dediğinde, Ahmet Haşim, onun fikir üretmedeki kısırlığını ima ederek şöyle demiş: -Günahtır yahu, salıver gitsin şu fikri. Zavallıcık günlerden beri tek başına kim bilir ne kadar sıkılmıştır? 60
10 - Mizah Bulmaca Tefekkürname | ORTAK ZEMİN
ÖDÜLLÜ BULMACA
Şifreyi odul@ortakzemin.com adresine adınızı, telefonunuzu ve posta adresinizi yazarak mail adresimize yollayın. Kur’a sonucu 5 kişiye hediye gönderilecektir. Katılımlarınızı bekliyoruz. 61
10 - Mizah Bulmaca Tefekkürname | ORTAK ZEMİN
Bu sayınızda ödüllü bulmacamızı çözerek odul@ortakzemin.com adresine gönderen beş okuyucumuza kur ‘a sonucu İZZETTİN YILDIRIM Mazlum Bir Şehidin Adanmışlık Öyküsü kitabını hediye edeceğiz.
17. Sayınızda ödüllü bulmacamızı çözüm kura sonucu ödül kazanan değerli okuycularımız: ▶ Bektaş DEMİR ▶ Recep NOYANTEMUR ▶ Hüseyin ARSLAN ▶ Ahmet ETİZ ▶ Ahmet YAĞMUR
62
10 - Mizah Bulmaca Tefekkürname | ORTAK ZEMİN
TEFEKKÜRNÂME
Bilgiyle dirilenler ölmez. HZ. ALİ (r.a)
Hakkın hatırı alidir hiçbir hatıra feda edilmez. BEDİÜZZAMAN (r.a)
Bütün mal varlığınıza el konsa da fikirlerinizden taviz verirseniz size hakkımı helal etmem. ŞEHİD İZZETTİN YILDIRIM (r.a)
Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun. SEYİD RIZA
Eğitim ağır çalışan bir çarktır. 5 senede 10 senede sonucu alırsınız. PROF. DR. ESAD COŞAN
Bilgi büyük adamı alçak gönüllü yapar, normal adamı şaşırtır, küçük adamı ise kibirlendirir. BRIGITTE
İki şey aklın eksikliğini gösterir: Konuşulacak yerde susmak, susulacak yerde konuşmak. ŞEYH SADİ
Roma neden yıkıldı Çiçero? -Çok güzel konuştuk, Fakat bilgisizdik!
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil. KONFÜÇYÜS
63
TAZİYE ٰ ُون َ ۜ اجع ِ اِنَّالِلّ ِه َواِنَّٓااِلَ ْي ِه َر Üstad Bediüzzaman(r.a) ilk nesil talebelerinden Abdulkadir Badıllı Ağabey dar-ı bekaya irtihal eyledi. Rahmet-i Rahmana kavuşan merhum Abdulkadir Badıllı Ağabey’e rahmeti sonsuzdan afv u mağfiret,ailesine ve tüm nur talebelerine sabr-ı cemil niyâz ederiz.
ORTAKZEMİN DERGİSİ
Adres : Emek Mahallesi 19 Nolu Sokak No. 27 Şehitkamil / GAZİANTEP Telefon : 0 342 322 32 47 Gsm : 0507 944 65 73 E-mail : info@minikmercanlar.com www.minikmercanlar.com