Editör'den Üç Aylık Kültür ve Düşünce Dergisi
YIL: 5 SAYI: 10
Ocak - Şubat - Mart 2013
Fiyatı: 3.50 TL ISSN: 1307- 6558 Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü İbrahim KORKUT Genel Yayın Yönetmeni Zeki KAYA Yayın Kurulu Selami YÜKSEL Ahmet KAVMAZ M. Emin KORKUT Necdet AÇIKGÖZ Adem HİLALOĞLU Abdullah ALP Erdal ASLANOĞLU Hukuk Danışmanı Av. Sabri SAYAN Reklâm ve Abone Enver YALÇIN Yayın Türü Bölgesel & Süreli Yayın Basım Tarihi Ocak 2013 İrtibat Adresi Bey Mh. Eblehan Cd. No: 12/1 Şahinbey / GAZİANTEP Tlf: 0342 220 07 18
ortakzemin@hotmail.com Posta Çeki Hesabı İbrahim Korkut Hesap No: 544 97 32
Yazıların Tüm Sorumluluğu Yazarlarına Aittir.
(Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla) (Bi Navê Xwedayê Mihrîvanê Dilovîn) İnsan denen meçhul… Ne mümkün kelam-ı insan ile anlatmak insan olan insanı… Olmayana ne gerek etmeğe israf-ı kelamı… Ortak bir zeminde insan olmak, insanca yaşamak ve insanı anlamak… İftihar vesilesi… Evet değerli dostlar, Allah'ın, kâinatın efendiliği gibi bir makam-ı âlisi ile şereflendirdiği “insan” için Allah kelamında “Biz insanı en güzel biçimde yarattık…” veya aynı insan için “ İnsan hüsrandadır…” ifadeleri yer almaktadır. İkinci ayetin üzerimizdeki kara bulutlarından içtinap için birinci ayetin Güneş mislali nurunu celb ve ona layık olma ümidiyle değerli yazarlarımızın efkârını bütün bir coğrafyaya yayma düşüncesinde olduk. Kendi dünyamızda hicret edebilmek, cahiliye devrinin gayr-i insani olan halet-i ruhiyesinden ve harekâtından medenileşmiş Yesrip'e yani Medine'lere hicret edebilmek… İlkeli olabilmek ve ilkeler doğrultusunda asrın imamı Bediüzzaman Said-i Nursi'nin ifadesi ile : “Hak bildiğim yoldan gitmeye korku elimden tutup beni, men edememiş ve edemiyor.” diyebilmek ve Hafîz olan Allah'ın muhafazasını dileyerek o ilkelerden sapmanın bedelinin binlerle felaket olacağının farkında olabilmek… Ve yine insanlığı mezar-ı ekber, ve insanı da meyyit-i müteharrik olmaktan, tembellik derelerinde gezmeyi terk edip insan olma ve ardından taraf-ı ilahiden sevilen bir kul olmayı Müslüman olma ile taçlandırması ve sonra bir Müslüman'a yakışan “hak” ve “adalet” ile yaşamını idame edebilmek… İşte o zaman o insan Ahsenü'l takvim suretinde kendini ispat-ı vücut eder ve ettirir. Ne mutlu o insana ki; insanlığı Yusuf'un zindanından İmanın azizliğine çıkaracak saadet yolunun yolcusu ola…
GRAFİK - TASARIM - BASKI
Hür efkârdan, hür vicdandan hür coğrafyalara selam olsun… Görüşme ve kavuşma ümidini yitirmeden… Allah'a emanetsin ey Zübde-i Kâinat: İnsan…
matbaa-yayıncılık-promosyon ve ofis sistemleri
Tel: 0 342 231 52 23 Fax: 230 19 61 İncilipınar Mah. Kıbrıs Cad. No: 18/E Şehitkamil / GAZİANTEP grafik@ahidajans.com • ahid@ahidajans.com
www.ahidajans.com
www.ortakzemin.com
GÜNDEM
İÇİNDEKİLER
HİCRET ÜZERİNE NOTLAR Hicret bir aray t r. Bu aray hemen hemen her peygamberin hayat n n bir safhas d r. Peygamberlerin babas brahim (as)' n hayat hicretlerle doludur. Hicret asl nda bir melce ve s nak aray d r. Peygamberimiz (asm)' n hayat nda birkaç kez hicret denemesi olmu tur. lk hicret Habe istan'a olmu tur. Osman TUNÇ
2
MÜSLÜMAN'A ÇALIŞMAK YAKIŞIR ASALAK / TUFEYLİ YAŞAMAK YAKIŞMAZ
*
Bir canl n n içinde veya üzerinde, sürekli veya geçici olarak, besin ve yer sa lamak amac yla ya ayan canl organizmaya parazit - asalak denir. Ba kalar n n s rt ndan geçinen, onlara dayanarak hayat n sürdüren, sürekli ba kas n n eline bakan ve deste iyle geçinen ki ilere (davetsiz ziyafetlere gitmekle ve dalkavuklukla öhret bulmu olan Tufeyl bin Zilâl'in ad ndan veya çocuk gibi hep ba kas na muhtaç olmaktan dolay ) Arapça'da tufeyli denir. Osman TEK N Ubeyd A. KUDAT
BİR İLKEDEN SAPMANIN
H CRET ÜZER NE NOTLAR Osman TUNÇ
5
KAPAK DOSYASI MÜSLÜMAN'A ÇALI MAK YAKI IR ASALAK / TUFEYL YA AMAK YAKI MAZ Osman TEK N
8
B R LKEDEN SAPMANIN BEDEL B NLERCE FELAKETT R 12 Ubeyd A. KUDAT
NSAN, MÜSLÜMAN, HAK VE ADALET M. Arif KOÇER
16
T N SURES I I INDA NSANIN MAH YET Ma allaah TURAN
18
ÜÇ SUAL ARASINDA NSAN Necdet AÇIKGÖZ
21
İZ BIRAKANLAR Hicret Yurdunun mam : MAM MAL K B N ENES (93 179 H.) Hasan HALHALLI
23
BEDELİ
BİNLERCE FELAKETTİR
" esaslarda az bir ihmal ve inhiraf, kesr-i adedî gibi füruatta bir yekûn-u azim-i seyyiat te kil edecektir. imdi tam görünmese, müstakbel tarlas nda ebucehilkarpuzu gibi mazarrat ile sünbüllenecektir.'' ( çtimai Dersler 519) Allah, bütün dinleri insanlar için hak ve hakikat kanunlar n ihtiva eden bir eriat ile gönderdi. slam; hak ve hakikatin hey'et-i mecmuas n ve saadetin fihristesini tazammun ederek son din olarak umum be ere gönderildi. Ubeyd A. KUDAT
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM B R LAH KA zzeddin YILDIRIM
26
MÜSTAKBEL MAZ N N AYNASI, MAZ DE MÜSTAKBEL N TARLASIDIR. Cemil PASLI
27
AKLIMIZI YETER NCE KULLANIYOR MUYUZ ? Vehbi VURAL
28
S SL GÖKLERDE I IK SAÇAN B R GÜNE ( ehit zzettin Y ld r m (r.h.) A abeyi hat rlad kça )
iNSAN, MÜSLÜMAN, HAK VE ADALET
Kuran' n bütün genel hitaplar ve as l tavsiyeleri insanl k ailesi içindir. Allah insan kendi ruhundan üfledi i varl k olarak tan mlar. Irk , dili, rengi, cinsiyeti ne olursa olsun, insan olarak yaratt varl , Kur'an'da lay k görülen bütün de erlere sahip k lar. H ristiyanl n aksine olarak, dünyaya gelen her insan n s rt nda günah kamburu olmadan, saf ve temiz olarak geldi ini belirtir. M. Arif KOÇER
Servet ÖRNEK
29
ÖZGÜRLÜK MESELES NE B R BAKI Ayhan SA MAK
30
KAN H Ç UMUT OLUR MU ? Seyithan KAYA SUSMANIN HALLER Ne e GÜMÜ
31 32
BED ÜZZAMAN ve TAR H Osman AKIN
33
MUSTAFA SUNGUR'DAN BED ÜZZAMAN'A MEKTUP
34
TOPLUM VE AİLE Mehmet TA ÇIKMAZLARIMIZ
36
Yusuf Eyyüp KAYA NSAN VE NEFS L K S
38
Akif AKTO
39
MUTSUZ EVL L
N SIRRI NE!
Sebiha YÜKSEL
40
SURESİ IŞIĞINDA İNSANIN MAHİYETİ Tin suresi, "Tin'e, Zeytun'a, Tur-i Sinin'e ve bu Güvenli Belde'ye andolsun" diye ba lar. Tin ve Zeytun'dan maksat; bir mecaz veya kinaye kastedildi ini gösteren bir ipucu bulunmay nca, bu isim ile me hur olan incir ve zeytin yemi leri veya a açlar d r. Tur- Sinin, Akabe ile M s r aras ndaki Tih yak nlar nda bulunan Sinin Da 'd r ki, Hz. Musa(as)'n n Allah ile konu ma erefine nail oldu u da d r.
NEFS N MUHASEBES Bilal K ZASLAN Hüseyin KAYA
Ma allah TURAN
41
ÇOCU UN ÖZGÜVEN 42
Hicret Yurdunun İmamı:
3
İMAM MALİK BİN ENES (93 —179 H.)
ÖYKÜ EH D'LE SÖZLE ME Selami YÜKSEL
44
YUSUF'UN MEKTUBU Gülistan ÇOBAN
45
B R ÇOCUK Seyyid AL
46
FALI B TK LER
48
MİZAH LAT F LAT FELER
49
Hasan HALHALLI
Yüce himmetli, fedakâr karde lerim! Biz inan yoruz ki, ilimsiz mücadele, amelsiz ilim, ihlâss z amel olmaz. Duygu ve ak l, kalbin derinliklerinde cem' olur. Kuru bilgi de il, hal ve nazarla geli mi ilim esast r. Hepinizi tüm kâinat taht- tasarrufunda ve hâkimiyetinde bulunduran Zat- Zülcelalin ad yla selaml yorum. zzeddin YILDIRIM
ŞİİR ÖZGÜRLÜ ÜN BEDEL Murat ADIGÜZEL
H.93 (m.709 senesinde Medine'de do an ve H.179 (m975) senesinde yine Medine'de vefat eden mam Malik aslen Yemenli olup dedesi ashab- kiramdan olan Ebu Amr'd r. Âlimler, mam Malik'in babas n n ok imalâtç s oldu unu zikrederler. Fakat o lu bu meslekte çal mam , amcalar ve karde i gibi o da kendisini hadis rivayetine vermi tir.
BİR LAHİKA
SAĞLIK
50
RÎSALEYÊN NÛR Vehbi VURAL
51
Akl n, iman ve küfür sava ndaki iir molas d r. Murat ARAS
52
GENÇ KALEMLER M ZDEN Abdullah AH NKAYA / Hilal KURT
53
ÖDÜLLÜ BULMACA Bulmaca
54
Ödüller
55
İÇİNDEKİLER
MAHREM YET B L NC
ÖZGÜRLÜK MESELES NE B R BAKI Maddenin özü a rl k, insan n özü ise özgürlüktür. 'diyen Hegel için, gündelik ihtiyaçlar birincil önem ta yan modern insan ne anlama gelirdi? Ku kusuz insan n özü özgürlüktür. Hegel bunu ontolojik bir gerekçeye dayand rmakta da hakl d r. Ancak ne var ki modern ça n insana sunduklar , insan n özgürlükle mesafesini gün be gün açmaktad r. XIX. yüzy ldan itibaren, daha nas l özgürle ebiliriz sorusu s kl kla sorulmaya ba land . Ayd nlanma rüyas , "din" kabusundan uyanmakla ya anabilirdi. felsefede ma Ayhan SA MAK
Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla 1- İncire ve zeytine andolsun, 2- Sina dağına, 3- Ve şu emin beldeye (güvenilir şehre). 4- Doğrusu, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. 5- Sonra aşağıların aşağısına çevirdik. 6-Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka; onlar için kesintisi olmayan bir ecir vardır. 7- Öyleyse bundan sonra, hangi şey sana dini yalanlatabilir? 8- Allah hükmedenlerin hâkimi değil midir? (Tin Suresi)
Osman TUNÇ
H
icret bir arayıştır. Bu arayış hemen hemen her peygamberin hayatının bir safhasıdır. Peygamberlerin babası İbrahim (as)’ın hayatı hicretlerle doludur. Hicret aslında bir melce ve sığınak arayışıdır. Peygamberimiz (asm)’ın hayatında birkaç kez hic-
ret denemesi olmuştur. İlk hicret Habeşistan’a olmuştur. Peygamber Efendimiz, buraya bizzat gitmemiş ama öncü bir sahabe topluluğu göndererek bir ön araştırma yaptırmıştır. Daha sonra bizzat kendisinin katıldığı Taif denemesi vardır. Bütün bu girişimlerde hicret edilecek vatanın yahut yerin, jeopolitik, ekonomik ve coğrafi konumu irdelenmiştir. İslam devletinin temellerinin atılması için, devlet mekanizmasının işlerlik kazanması için coğrafi planda bir mekân gerekliydi. Müslümanlar Mekke’de her gün biraz daha sıkıştırılıyorlar, doğup büyüdükleri vatanlarını terke zorlanıyorlardı. Bütün suçları “Rabbimiz Allah’tır” demeleriydi. “Onlar haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Hâlbuki onların “Rabbimiz Allah’tır” demekten başka suçları yoktu!”(Hac,40)
Mekke ve Medine dönemlerini iyi kavramak gerekir. Müslümanlar için her dönemde alınması gereken dersler vardır. Mekke bir anlamda sabır taşıdır, sabır imtihandır. Müslümanlar bu dönemde üzerlerine düşen sabrı göstermişlerdir. Her biri birer sabır kahramanıdır. İşkenceye karşı sabır, ekonomik boykota karşı sabır… Medine ise bu sabır çilesinin zaferidir. Hicret olayı ise bu sabır taşının çatlamasıdır. Sevr mağarası bir istihkâmdır. Güvercin ve örümcek varsa eğer, kapıda birer dikili askerdirler. Müşriklerin basiretlerinin körlüğüne bakınız ki, zayıf bir örümcek ağı gözlerini örtmeye, önlerini görmemeye kâfi gelmiştir. Bu olayda, küfür ordularının aslında örümcek ağından da zayıf olduğuna ince bir remiz vardır. Mekke bir tebliğ, Medine bir talim terbiyedir. Mekke bir geliş, Medine bir oluştur. Mekke bir ses, Medine bir aksisedadır. Mekke bir çile dönemidir. Medine bir çiçek ve gül fidanlığıdır. Mekke, kafaları çatlatan, beyinleri zonklatan, dünyayı çınlatan, ruhları ürperten ilahi bir manifestodur. Safa tepesinden, Ebu Kubeys dağından, Hira Nur Mağarasından bütün bir dünyaya, ins ve cinne okunana bir varoluş beyannamesidir. Medine bir davettir, bir kabuldür, bir kucak açıştır. Medine bir biat resmî geçididir. Medine bir tezahürattır. Medine bir hoşamedi istikbalidir. Mekke bir direniş. Medine bir teslim oluştur. Mekke Allah’ın Münkabız isminin, Medine ise Münbasıt isminin tecellileri ile doludur. Mekke bir müdafaa devridir. Medine ise bir savaş ve cihad meydanıdır. “Artık saldırıya uğrayan mü-
minleri, zulmedildikleri için cihad etme izni verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.”(Hac,39) Mekke bir nabız yoklamasıdır bir mihenk taşıdır. Medine bir kadro ve teşkilat çalışmasıdır. İslam nizamı kuvveden fiile, teoriden pratiğe bu devirde çıkmıştır. Hicret olayı bu vasatı bulma arayışıdır. Medine son olarak bir seçimdir. Bu seçimde artık karar kılınmıştır. Bu itibarla Mekke bir dalgalanmadır, bir med halidir. Medine ise bir sükûn ve istikrardır. Dalgalı denizin cezir halidir. Mekke-Medine yolu çetin bir geçittir. Müslümanların verdikleri büyük bir imtihandır. Tarih boyunca daha önce gelip geçmiş inananlar da aynı imtihanı vermişlerdi. Hatta daha büyük musibet ve imtihanlarla sınanmışlardı. “insanlar, sadece “iman ettik” demekle, bırakılıp imti-
Mekke bir anlamda sabır taşıdır, sabır imtihandır. ddd Medine ise bu sabır çilesinin zaferidir. Hicret olayı ise bu sabır taşının çatlamasıdır. ddd han edilmeyeceklerini mi sanıyorlar? Doğrusu Biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Allah elbette, sözüne sadık olanları da bilir, yalancıları da bilir.”(Ankebut,2-3)
GÜNDEM
HİCRET ÜZERİNE NOTLAR
5
GÜNDEM 6
İslam nizamının devlet şeklinde tezahürü Medine devrinde olmuştur. Bu açıdan Medine bir devlet şehri, İslam’ın ilk başkentidir. Devlet planında bütün organize burada başlamış ve yine burada kemale kavuşmuştur. İslam’ın devlet yapısı, teşkilat statüsü, uygulama metodu, harp taktiği, siyasi yapısı, kültür çalışması, hasılı bütün etkinlikleri tüm detayları ve incelikleriyle Medine devrinde tamamlanmıştır. İslam’ın bir devlet nizamı olarak kendini kabul ettirişini bir türlü hazmedemeyen Mekke müşrikleriyle Medine münafıkları olanca güçleriyle, tüm fesat şebekeleriyle, Medine’de karargahını kurmuş ashab kadrosuna yüklenmişlerdir. Bedir muharebesinde güdülen amaç budur. Ama oyunları bozulmuştur, hesapları tutmamıştır. Sayıca az, silah ve mühimmat açısından zayıf olan Müslümanlar galip gelmişlerdir. Hicret bir anlamda büyük bir fedakârlıktır. İnsanın doğup büyüdüğü yeri terk etmesi, ömrü boyunca çalışıp kazandığı malını-mülkünü terk etmesi, gerektiğinde evlatlarını terk etmesi küçümsenecek bir fedakârlık değildir. Bütün bunları Allah yolunda terk etmek… Ki, bütün bu dünya metaı insanlara sevdirilmiştir. Bunlara karşı fıtri güçlü bir sevgi vardır.’’ Kadınlara, oğullara, kantar
kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, hayvanlara ve ekinlere karşı duyulan aşırı istek, insanlara süslü gösterildi.’’(Al-i İmran:14) Medine toplumu bir kardeşlik toplumudur. Hicret eden Müslümanlara ‘muhacirin’, Medine’de yerleşik olan Müslümanların, kardeşleri olan muhacirine karşı göstermiş oldukları olağanüstü fedakârlık ve yardımlardan ötürü kendilerine ‘ensar’ denilmiştir.’ Daha önceden Medine’yi yurt edinip imanı kalplere yerleştirenler, hicret edip kendilerine gelen Müminleri severler. Onlara verilen ganimet mallarından dolayı hiçbir kıskançlık duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden korunmuş kimseler, işte onlar, kurtuluşa ermiş olanlardır.” (Haşir: 9) Ensar dediğimiz Medineli Müslümanlar bundan böyle tarih boyunca İslam kardeşliğinin somut örneği haline gelmişlerdir. Her devirde, her dönemde yurtlarından edinmiş, yurtlarından çıkarılmış yahut çıkmak zorunda kalmış Müslüman muhacirlere kucak açan Ensar ahlaklı müminler olmuştur. Mekke’deki Müslümanların çoğunluğu Medine’ye hicret etmişti. Bunlar arasında Hz. Ömer hicret ederken değişik bir pozisyon arz ediyordu. Onun hicreti de İslam’a girişi gibi aleni idi. Daha doğrusu bir meydan okuyuştu. Kılıcını kuşanmış, tüm Mekke müşriklerine meydan okuyarak şehri terk etmişti. Mekke’nin bu bahadır oğluna karşı hiçbir müşrik cesaret edip karşı çıkmamış, engel olamamıştı. Sıra Ebu
Bekir’e gelmişti. Ebu Bekir peygamberden izin almaya geldiğinde, Peygamberimiz ona biraz daha beklemesini, kendisinin de hicret için Allah’ın emrini beklediğini söylemişti. Bunun üzerine Ebu Bekir, hicret olayında Peygambere arkadaşlık yapacağını anlamış sevinci bir kat daha artmıştı. Peygambere eşlik edecek bu kutlu ve tarihi olayda onunla birlikte adı tarihe mal olacaktı. Sevr’de Peygamberle arkadaş olmak, Medine’ye kadar onunla birlikte yürümek, o nurlu kente aynı sevinci ve heyecanı paylaşarak girmek Ebu Bekir’e nasip olmuştu. Bu yolculukta bir takım mucizelere tanık olma fırsatı bulmuştu böylece. Bunlardan birisi, Peygamberi yakalamak ve Mekkeli müşriklerin verecekleri armağana (bir rivayete göre yüz deve) kavuşmak için yola çıkan Suraka adındaki ünlü iz sürücüsü idi. Yolda Peygambere iyice yaklaşmıştı. Ebu Bekir iyice telaşlanmış, yakalandıklarını sanmıştı. Peygamberse her tehlike anında Ebu Bekir’i teskin ediyor, Allah’ın koruması altında olduklarını ona hatırlatıyordu. İşte Süraka, Peygambere iyice
Medine halkı günlerdir kutlu ve bereketli misafirlerini bekliyorlardı. Kentin dışına kadar akan halk günlerdir ufukta bir parıltı, bir nur huzmesine tanık olmak istiyordu. Nitekim bekledikleri misafir Saniyyetü’l Veda tepesinden görünmüştü. Tüm Medine aydınlanmış nura gark olmuştu. Bayramlık elbiseleri içinde Ensar kızları irticalen bir tempo tutturmuşlardı koro halinde: Saniyyetü’l Veda Tepesinden üzerimize dolunay doğdu. Allah’a şükür edildiği sürece şükür etmek üzerimize vacip oldu. Geldin ve aydınlattın kentimizi, Allah’ın emrine adadık kendimizi.” Peygamber, (s.a.v.) Medine girişinde Kuba mevkiinde konakladı. İlk Cuma namazı burada kılındı. Daha sonra Kuba mescidi inşa edildi. Kuba mescidi İslam’da inşa edilen ilk mescid sayılır. Kur’an, söz konusu mescidin yapımından söz ederken ‘takva üzerine kurulmuş bir mescid’ deyimini kullanır. Kuba mescidinde kılınacak iki rekât nafile namazın bir umre sevabına eşit olduğu konusundaki hadiste hatırlanacak olursa, bu mescidin önemi biraz daha ay-
dınlığa kavuşmuş olur. Söz konusu mescid, günümüzde genişletilerek modern hale getirilmiştir. Peygamberimizin Medine’ye varır varmaz ilk kez bir mescid inşa etmesi oldukça dikkat çekicidir. Kuba mescidinden sonra yapılan ikinci bina yine mescittir. Bu mescid, Peygamberin evinin de içinde yer aldığı Mescidü’n-Nebevidir. Mescidin bir bölümü ise biraz daha yerden yüksek tutularak, geceleri misafirhane, gündüzleri ise medrese mektep işlevini gören ‘suffa’dır. Tarihte ‘Ashab-ı suffa’ diye ün yapmış sahabelerin kaldığı ve tedris gördüğü yer burasıdır. Aslında suffa mescidinin ‘suffa’ adlı bu bölümünü ilk İslam üniversitesi olarak kabul etmek de mümkündür. Meşhur hadis ravisi Ebu Hureyre, ünlü müfessir ve fakih Abdullah b. Mesud ve daha niceleri ilim erbabı sahabeler bu nebevi medresenin talebeleridir. Dikkat edilmesi gereken husus mescidle medresenin iç içe bulunmuş olmasıdır. Kuşkusuz mabed bir kurtuluş abidesidir, özgürlük remzidir. Mabed, sükûn ve saadetin sonsuzluğa açılmış kapısıdır. İslam toplumu tümüyle mabedin içinde mütalaa edilir. Mabede çağrı öz deyimiyle felaha (kurtuluşa)çağrıdır. Ruhun beden tutsaklığından, kaba nefs hâkimiyetinden, şeytanın buyruğundan kurtuluşudur. Ma-
bed, öz adıyla camidir, mesciddir. Cami adından da anlaşılacağı üzere tüm Müslümanları bağrında bir araya getiren mekândır. Bundan sonra Peygamber(s.a.v.) Mekkeli Muhacirlerle Medineli Ensar arasında kardeşlik anlaşmaları yapmıştır. Her Muhacir mümin, Medineli bir Ensarla kardeş olmuştur. Böylece İslam toplumu kardeş bir toplum haline gelmiştir. Artık müminler kurşundan dökülmüş sağlam bir yapı gibidirler. Birbirlerine güç ve kuvvet vermektedirler. “Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah size ayetlerini işte böyle açıklar.”(Al-i İmran:103) Hicret olayı İslam tarihinde bir dönüm noktasıdır. İslam devleti bir hicret devletidir. Hicretle kurulmuştur İslam devleti. Hicret İslam kardeşliğinin somut örneklerini sergileyen çok anlamlı bir olaydır. Hicret toplumdan devlete gidiştir. Hicretten alınması gereken çok önemli dersler vardır. Binaenaleyh hicreti anlamı üzerinde kafa yormalıyız, çokça düşünmeliyiz, günümüz için dersler çıkarmalıyız.
GÜNDEM
yaklaştığı an bineğinin ön ayakları kuma gömülüyor. Zahiren galip durumda iken mağlup duruma düşüyordu.
7
MÜSLÜMAN’A ÇALIŞMAK
YAKIŞIR KAPAK DOSYASI
ASALAK / TUFEYLİ YAŞAMAK
8
YAKIŞMAZ Osman TEKİN
B
ir canlının içinde veya üzerinde, sürekli veya geçici olarak, besin ve yer sağlamak amacıyla yaşayan canlı organizmaya parazit - asalak denir. Başkalarının sırtından geçinen, onlara dayanarak hayatını sürdüren, sürekli başkasının eline bakan ve desteğiyle geçinen kişilere (davetsiz ziyafetlere gitmekle ve dalkavuklukla şöhret bulmuş olan Tufeyl bin Zilâl’in adından veya çocuk gibi hep başkasına muhtaç olmaktan dolayı) Arapça’da tufeyli denir. Her canlının hayatını devam ettirebilmesi için çalışıp çabalaması gerekir. İnsan, başkalarının çalışmalarıyla değil, ancak kendi çalışması sayesinde şahsiyetli, saygın ve değerli bir hayat yaşayabilir. Yüce Allah, insanı atalet ve tembellikten men etmiş; dünya ve ahiret saadeti için, çalışmayı ve meşru yollardan kazanmayı emretmiştir. Çalışmaya gücü yeten herkesin çalışması, alın teri dökmesi ve gayret etmesiyle hayatın bir anlamı olur. Yoksa “ Yeknasak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan adame yakındır ve ona gider.”(1) Bu sebeple faizin temelinde olan “Sen çalış ben yiyeyim, sen zahmetler içinde çırpın, ben rahat edeyim” anlayışı yattığından dolayı faiz yasaklanmıştır. (2) Dolayısıyla çalışmamak, tembellik edip başkalarının sırtından geçinmek büyük günahların önemli bir kaynağını oluşturmakta toplumu derinden ve temelinden sarsmaktadır. Kur’an’ın evrensel prensiplerinden birinin de çalışmak olduğunu şu ayetler güzelce ifade eder.
“İnsana çalışmasından (emeğinden) başka bir şey yoktur.”(3) İnsan ancak çalıştığını elde eder. “Çalışanın ücreti ne kadar iyidir.”(4)
“Böylelerinin çabaları takdir edilir, emeklerinin karşılığını alırlar, çabası şükre şayandır.”(5) Elinin emeğiyle geçinip kimseden bir şey istemeden izzetli yaşama konusunda Peygamberimiz (s.a.v) “Hiç kimse kendi emeği ile kazandığından
Müslüman, Emek Çekmeden Kazanmayı Reddetmelidir daha hayırlı bir şey yememiştir.”(6) şeklinde buyurarak çalışmanın önemine vurgu yapar ve “Veren el alan elden üstündür.” diye bize yol gösterir. Başka bir hadis-i şerifte ise şöy-
le buyrulur: “Sizden birisinin baltasını ve ipini alarak dağa çıkması ve oradan odun taşıyarak satıp parasıyla geçinmesi ve tasadduk etmesi, versinler veya vermesinler, insanlardan bir şeyler dilenmesinden daha hayırlıdır.”(7) Peygamberimiz (sav) bir hadislerinde de “ Çalışıp kazanan Allah’ın sevgili kuludur.”(8) buyurmuştur. Bu İlahi ilkeler, olgun bir müminin miskinlikte ve tembellikte ısrar etmeyip, halkın eline göz dikmekten ve başkalarının sırtından geçinmekten vazgeçip, başkalarının lütfedeceği birkaç lokma ile karnını doyurmaktansa, alın teri ve izzeti ile çalışarak kimseye minnet etmeden geçimini temin etmesinin en doğru yol olduğunu bize göstermiştir. İslâm dini, başkalarının imkânlarına göz dikerek insanların sırtından geçinmeyi men eder ve kimseye yük olmamaya teşvik eder. “İnsanların hayırlısı insanlara en çok faydalı olandır.”(9) “İki günü birbirine müsavi olan kimse aldanmıştır.”(10) Bu gibi hadislerin de gösterdiği üzere, insanın monoton bir hayattan ve yanlış bir anlayıştan kendisini kurtarıp sa’y-ü gayrette bulunması gerekir ki insan şerefine yakışan bir hayatı sürdürebilsin. Sefiller gibi başkalarının sırtından geçinmeyi alışkanlık haline getirmiş, tembellikle tevekkülü birbirine karıştırmış bir gruba Hz. Ömer (r.a.), “Siz, mütevekkil değil, “müteekkil” kimselersiniz” yani “Siz tevekkül eden değil, (asalak tipler) hazır yiyicilersiniz.”(11) diyerek onları
KAPAK DOSYASI 9
uyarmıştır. Bazı kimseler de cuma gününün tatil ve çalışmanın da olmadığını düşünürler. Hâlbuki ayet-i kerimede “Cuma namazı bittikten sonra yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasîbinizi arayın!”(12) Bu da cuma namazından sonra herkesin işinin başına dönmesi; meşru, doğal, üretken ve verimli üç ana kazanç yolu olan sanat, ziraat ve ticaretine(13) devam edip Allah’ın fazlından rızkını elde etmeye gayret etmesi gerektiğini gösterir. Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler: “Benim ücretim Allah’a aittir”(14) diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. “Sizden ücret ve maddi bir karşılık istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.”(15) gibi ayetler gösteriyor ki en mükemmel rehber olan Peygamberlerin her biri bir sanat ve meslek sahibi olup el emeği ile geçimlerini sağlayıp kimseye muhtaç olmadan ve kimseden bir karşılık beklemeden hayatlarını idame ettirmişlerdir. Nitekim Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Davud (a.s.) ancak elinin emeğiyle kazandığını yerdi.”(16) “Zekeriyyâ (a.s.) marangozdu.”(17)
Bununla birlikte İslâm âlimlerinin birçoğu da kendi el emekleriyle geçimlerini temin yolunu seçmiştir. Birçok kimsenin isimlerinin evvelinde veya sonunda gördüğümüz “Bezzâr, Bezzaz, Zeccâc, Ferrâ…” gibi unvanlar, bu zatların çalışmaya verdikleri kıymeti, tembelliğe karşı duyduğu nefreti yansıtmaktadır. Onlar, yaptıkları hizmeti hiçbir ücret talep etmeden, aş ve maaş beklemeden yapmışlar; aile fertlerini kendi çalışmaları ile doyurmuşlardır. Bununla birlikte “kendilerini Allah yoluna hasretmiş”(18) ve çalışmaya fırsat bulamayanlar da unutulmamalıdır. Bu hassasiyete binaen Kur’an-i Kerim’de helâl ve temiz olan şeylerin yenilip içilmesi emredilirken, necis olan şeyler ve her türlü batıl kazanç yolları yasaklanmıştır. Bakara Suresinde şöyle buyrulur. “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helal ve temiz olanlarından yiyin. Şeytanın izinden yürümeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.”(19) “ Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız şekilde yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticaretle olursa müstesna. Kendinizi helak etmeyin (haram yiyerek, başkasının hakkını gasp ederek kendi-
nizi öldürmeyin). Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.” (20) buyrulmaktadır. Ayrıca mahşerde her kişinin ilk önce kazandığından ve harcadığından hesaba çekileceğini, ibadet ve dualarının kabul olmasının da kazancının helâl olmasına bağlı olduğunu, şu hadis-i şerif güzel bir şekilde ifade eder. “Bir kimse (Allah için) uzun bir yolculuğa çıkar. Saçları dağınık ve toza toprağa bulanmış bir vaziyette ellerini semaya uzatarak: “Ya Rabbi Ya Rabbi! diye dua eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram kısacası kendisi haramla beslenmiş olursa, böylesinin duası nasıl kabul edilir?”(21) Bundan dolayı insan, hassas davranıp “Şüpheli olanı bırak, şüpheli olmayana yönel.”(22) hadisince, şüpheli olanların hepsinden kaçınmak gerektiğini bilmelidir. Ayetlerin ve hadislerin biz müslümanlara tavsiyesi, cimrilikten kaçınıp cömert olmamız ve isar hasletleriyle kendimizi donatmamızdır. Cimrilik, maddiyat sevgisinin ağır basmasıyla anormal biçimde tasarrufa gitmek olduğundan, bu tavır, bir zaaftır ve fıtratın bozulmasıdır. Aynı zamanda psikolojik bir dengesizlik olduğun-
KAPAK DOSYASI 10
dandır ki, onu izâle etmek için çok büyük bir çabanın gerekeceğini ve nefsin cimriliğinden kurtulmadıkça da insanın rahata kavuşamayacağını şu ayetler ifade eder: “Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.”(23) Ve o sarp bir tepeyi tırmanmaya benzetilir: “ Fakat o sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuşun ne olduğunu bilir misin? Bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. Veya açlık gününde (kıtlık zamanlarında) akrabalığı olan bir yetime veya boynu bükük düşkün bir yoksula yedirmektir...”(24) “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme!”(25), “Mal biriktirip kasada yı-
Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakîm’de, hakkı neşredenler: “Benim ücretim Allah’a aittir” diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. “Sizden ücret ve maddi bir karşılık istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” ğar. Gerçekten insan pek hırslı ve cimri yaratılmıştır. Başına bir fenalık gelince, feryadı basandır. Ama servet sahibi olunca da cimri kesilendir.”(26), “Kendileri zarûret içinde bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (27) Gerçek müminin, izzetini şeref ve haysiyetini koruyup zillete düşmemek için değersiz dünyevi şeylere kalbini bağlamaması gerekir. Ağırbaşlı ve vakur olmak; Allah’a iman etmek, hayatını O’nun emir ve yasaklarına göre düzenlemekle
mümkün olabilir. Çünkü Kur’an, “İzzet Allah’ın, Resulünün ve müminlerindir.”(28) buyurarak izzetli ve onurlu olmamızı istemiştir. İşte izzetin güzel bir örneği: İktisat, sebeb-i izzet ve kemal olduğuna delâlet eden bir vakıa: Bir zaman, dünyaca sehâvetle meşhur Hâtem-i Tâî, mühim bir ziyafet veriyor. Misafirlerine gayet fazla hediyeler verdiği vakit, çölde gezmeye çıkıyor. Bakar ki, bir ihtiyar fakir adam, bir yük dikenli çalı ve gevenleri beline yüklemiş, cesedine batıyor, kanatıyor. Hâtem ona dedi: “Hâtem-i Tâî, hediyelerle beraber mühim bir ziyafet veriyor. Sen de oraya git; beş kuruşluk çalı yüküne bedel beş yüz kuruş alırsın.” O muktesit ihtiyar demiş ki: “Ben bu dikenli yükümü izzetimle çekerim, kaldırırım; Hâtem-i Tâî’nin minnetini almam.” Sonra Hâtem-i Tâî’den sormuşlar: “Sen kendinden daha civanmert, aziz kimi bulmuşsun?” Demiş: “İşte o sahrâda rast geldiğim o muktesit ihtiyarı benden daha aziz, daha yüksek, daha civanmert gördüm.”(29) Asrımızın en büyük muktesidi, izzetlisi, azizi, mücahidi ve dünyaya tenezzül etmeyen büyük kahramanı Üstad Said Nursi hazretleri hiç kimseye misafir olmamasını, hediye kabul etmemesini, talebelerini de başkalarının yemeklerini yemekten ve hediye almaktan menetmesinin sebeplerini ve hayatının sonuna kadar bu prensiplere bağlı kalmasını ve kaidesini bozmamasının nedenlerini Mektubat ve Münazarat eserlerinde şöyle sıralar: (30) • Talebe dilenci değildir. Mal, mülk ve erzak toplayarak, ilmi aziz ve yüce iken, halkın nazarında zelil, alçak ve hakir duruma düşürmemek gerekir. • İlim sahibi kimselerin, sözlerinin daha tesirli olması için, dünyaya tenezzül etmemesi ve bu bilgisini geçim, ziyafet ve hediye gibi şeyleri almaya vasıta yapmaması gerekir. • Bir iş için bulunduğu işyerinden, başka bir şehre gitmek için harcırah aldığı halde, kendi parasına dokunmadan başka yerlerde mi-
safir olup asalak geçinenlere, uygulamalı ders verdiğini belirtir. • Ayrıca iş için olmasa bile seyahat edenler acaba millet veya hizmet için mi seyahat ediyorlar yoksa keyif için mi? Hizmet için gezip dolaşanları misafir etmek, yedirip içirmek elbette güzeldir ve devam ettirilmesi gereken hoş bir geleneğimizdir. Ama keyif için veya iş takibi için gidip oradaki insanların ve talebelerin sırtından parazit gibi geçinmenin İslamî ve insanî olmadığını, kişiyi çalışmadan geçinmeye ve beleşçiliğe alıştırdığını, bunun da millete zarar verdiğini, insanların sehavetini - cömertliğini su-i istimal ve dini istismar etmek olduğunu ifade eder. • Üstad Bediüzzaman hazretlerinin, ‘menfaat-i maddiye’ dediği, insanlardan kalben veya halen bir çıkar, bir fayda beklentisi içine girip insanların ellerinde bulunanlara göz dikmek ve onları istemektir ki, bunun ihlâsı kıracağını, rekabete sebep olacağını; bununla insanların nazarında çirkin bir vaziyete düşüleceğini, hizmetin kutsiyetini kaybedeceğini, “Allah’ın ayetlerini az bir dünya menfaati karşılığı satmayın” (31) ayetinin nehyine/yasağına yanaşacağını ve tüm bunların hizmete büyük zarar vereceğini ifade eder.(32) • Ehl-i dalaletin “Bunların niyeti dini kullanıp kendilerine çıkar temin etmek” demelerini, uygulamalı olarak boşa çıkarıp yalanlamak gerekir. • Üstad insanlara yağcılık ve dalkavukluk yapmaktan yapmacık hareketlerle kendini şirin gösterip hediyelerini almaktansa bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir elbise giymenin daha hoş olacağını, minnet altına girmektense, ölümü tercih etmenin daha doğru olduğunu düşünmektedir • Sadaka ve hediyeyi almanın, bir çeşit, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek olduğunu bilmek gerekir. İnsanın fıtratına yerleştirilmiş yaşamak ve bulunduğu konumu koru-
• Zamanla bu yaptıkları çirkin davranışların doğru ve güzel olduğuna inanır, bunu içselleştirirler.(34) Başkalarının da kendileri gibi olmasını ister bir vaziyete geleceklerini, bizi yaratan Rabbimiz bize hatırlatarak, bu hataya düşmememizi emreder.
• Bu tipler, şahsiyet sahibi olmayınca sorumluluktan kaçar, hep suçlayıcı ve kendini yüceltici bir rol oynamaya çalışırlar.
“İnsanların zamanla bu çirkin amelleri, kendilerine güzel ve süslü görünür.”(35) Bununla da kalmaz bu kötü hasletin diğer insanlara geçmesini tavsiye eder. “Böyleleri hem cimridirler, hem de insanlara cimriliği tavsiye emr ,ederler.”(36) Böyleler ise bu vecizeye masaddak olacaklarını düşünmeleri gerekir. “Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenîdir.”(37)
• Noksan şahsiyet sahibi olduklarından, kendi çıkarlarını her şeyin üstünde gördüklerinden, toplumsal barışı da bozarlar. • Çıkar ve nimet gördüklerinde ortaya çıkarlar, hizmet olduğunda ise asla görünmezler. • Hep kendilerini uyanık zannederler. Müminlerin halim selimliğini ve tok gözlülüğünü saflıklarına verir, kendilerini ise çok zeki ve iş bitirici zannederler. • Hep mıymıntı tiplerdir. Hayatta hayır namına bir şeyleri yoktur. Hep başkalarının çalışmalarını kendi çalışması zanneder ve öylece takdim ederler. • Her zaman ve her yerde kendileri haklıdırlar, başkaları hep haksızdır. Sonradan gelip kendini maddi ve manevi yönden geçenleri hiç çekemezler veya onları alaya almayı huy haline getirirler.
KAYNAKÇA
1-Nursi, Lemalar,17. 2-Bakara, 2/275-279. 3-Necm, 53/39 4-Al-i İmran, 2/136. 5-İsra, 17/19. 6-Buhari, Buyu’, 15. 7-Buhari, Zekat, 50; Müslim, Zekat, 106-107; Tirmizi, Zekat, 38 8-Nursi, İçtimai Dersler, 113. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 349. 9-Suyuti, Fethul Kebir, 2/98. 10-Keşful Hafa, 2/233. 11-İbn Ebi Dünya, Kitabü Tevekkül 12-Cuma, 62/10 13-Nursi, İçtimai Dersler, 174. 14-Yunus, 10/72. Hud, 11/29.
Elhasıl: Müslümanlar en mükemmel rehber olan peygamberlere uymakla mükelleftirler. Peygamberler ise hak davalarını yaymaya çalışırlarken “Ücretimiz Allah’a aittir” diyerek insanlardan istiğna etmişler. İnsanlara hem iman, ibadet ve ahlak öğretmişler; hem de helal kazanç yolları olan birer meslek ve sanatta pişdarlık yaparak insanlığa izzetli, onurlu yaşamada da rehberlik etmişlerdir. İzzet, haysiyet ve şeref ise bir insanın hayattaki en önemli manevi zenginliğidir. Bunu korumak için de, başkasına muhtaç olmamak gerekir. Başka insanlara muhtaç ol-
15-Yasin, 36/21. 16-Buhârî, Büyû’ 15. Riyazu Salihin, 1/569 17-Müslim, Fezâil 169. Ayrıca bk. İbni Mâce, Ticârât 5. 18-Bakara, 2/273. 19-Bakara, 2/168. 20-Nisa, 4/29 21-Müslim, Zekat, 65 22-Buharî, Büyu’: 3; Tirmizi, Kıyamet: 60 23-Teğabun, 64/16. 24-Beled, 90/11-16 25-İsra, 17/29. 26-Meariç, 70/18-21. 27-Haşr, 59/9. 28-Munafikun, 63/8.
mamak ve yüzsuyu dökmemek için her hususta kanaat ve iktisadı, sa’yü gayreti kendine düstur edinmek gerekir. Aksi takdirde, başta izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazen de hayat-ı ebediyesinin nuru olan mukaddesât-ı diniyesini feda etmek durumuna düşebilir. Allah bundan bizleri muhafaza etsin. Amin. Bu arada kendine özgü kişiliği olmayan, genellikle bilinen kalıpların dışına çıkamayan, etkileyen değil etkilenen, düşünme tembeli olup güdümlü insan durumuna düşen, dizginleri kendi elinde olmayan, fikren tufeylî ve sakallı çocuklar tabirini hak eden, kişiliği gelişmemiş kimselerin, insana yakışan onurlu bir hayat yaşayamayacağı ve bu insanlarla da ciddi bir iş yapılamayacağı da unutulmamalıdır.
“Her kim burada körse ahirette de kördür; hatta yolu daha da sapıktır.” (38) Her türlü tufeylilikten (asalaklıktan) uzak; faal, çalışkan ve alın teriyle bir ömür geçirmemiz dileği ile…
29-Lemalar, 178. 30-Nursi, İçtimai Dersler,130. Mektubat, 21. 31-Bakara, 2/41. 32-Nursi, Lemalar, 398. 33-Nursi, İçtimai Dersler, 179. Kastamonu, 109. 34-Sevdiğimiz ve samimi bulduğumuz ünlü bir şeyhi ziyaret ederken bize söylediği samimi itirafı “eskiden beri biz hep almaya alıştık şu anda zenginiz ama yine veremiyoruz.” 35-Tevbe, 9/37. Fatrı, 35/8. Mü’min, 40/37. 36-Nisa, 4/37. 37-Nursi, İçtimai Dersler,60. 38-İsra, 17/72.
KAPAK DOSYASI
mak duygusu, bu asırda çok sebeplerle yaralanmış; israf, kanaatsizlik, hırs ve yaşam koşullarının zorlaşması nedeni ile insana asıl vazifelerini unutturup güzel, âli duygularının yok olmasına sebep olmuştur. Böylece, sefih, ahlaksız, çıkarcı, beleşçi ve asalak tipler türemiştir.(33)
11
KAPAK DOSYASI 12
BİR İLKEDEN SAPMANIN Ubeyd A. KUDAT “…esaslarda az bir ihmal ve inhiraf, kesr-i adedî gibi füruatta bir yekûn-u azim-i seyyiat teşkil edecektir. Şimdi tam görünmese, müstakbel tarlasında ebucehilkarpuzu gibi mazarrat ile sünbüllenecektir.’’ (İçtimai Dersler 519) Allah, bütün dinleri insanlar için hak ve hakikat kanunlarını ihtiva eden bir şeriat ile gönderdi. İslam; hak ve hakikatin hey’et-i mecmuasını ve saadetin fihristesini tazammun ederek son din olarak umum beşere gönderildi. Ve bu kutsal din, 23 yılda teori ve pratiğiyle bizzat son Peygamberin (asm) gözetimi altında kişisel, toplumsal ve siyasal tüm alanlarda muvaffakiyetle hayata geçirildi. Peygamberin vefatını müteakip muvakkat bir kaostan sonra 30 yıl daha bu prensipler başarıyla tatbik edildi. Böylelikle insanlık Arap yarımadasında yarım yüzyıla tekabül eden ve asr-ı saadet ile tesmiye edilen hak ve hakikat üzerine müesses harika bir döneme şahid oldu. Bu örnek dönem ve bu model üm-
İ
BE
L E D
BİNLERCE FELAKETTİR
met/toplum üzerinden tüm beşeriyete ebedi ve evrensel ilahi bir mesaj verildi. Ancak yarım yüzyıldan sonra hilafetin saltanata inkılab etmesiyle beraber bu ana çizgiden sapmalar oldu. Öncelikle siyasal ve idari alanda başlayan ve daha sonraları hayatın tümüne sirayet eden pragmatist anlayış, ilkeleri çiğnemekten çekinmedi. Bu uygulamalara binbir türlü meşruiyet kılıfları uydurulsa da asıl sebep türlü türlü şekillerde tezahür eden asabiyet ve ona zemin hazırlayan dünyevilik/sekülerizm idi. Buna paralel olarak İslam dünyasında müteselsil ve mütedahil birçok iç karışıklıklar yaşandı. Hak ve adalet üzerine müesses olan, emirler ve nehiyleri ile her şey için bir miktar-ı muayen ve yön tayin eden İslam’ın temel ilkelerinden sapma, bütün bu karışıklıklar ve kaosların temel sebebiydi. Başta Hz. Ali olarak al-i beyt bu yörünge sapmasına karşı her tür-
lü fedakârlıkta bulunmasına rağmen siyasal ve idari alanda başarılı olamadılar. Ancak onların duruşları, mallarını ve canlarını ilkeleri muhafaza uğruna feda etmeleri ve her türlü tecrid ve nefye rağmen hak ve hakikati dünyevi iktidar ve saltanata feda etmemeleri milyonlara ilham kaynağı oldu. Onların yaşam tarzı ve duruşları İslam’ın siyasal alanda terkedilen ilkelerinin sivil alanda hayat bulmasına bir model oldu. “Şahıslar fani olduğu gibi iktidarlar da fanidir; hak ve hakikatler ise bakidir, şahıslara ve devlete/iktidarlara bina edilmez ve onlara bağlanamaz” ilkesinden hareketle onlar bütün istidadlarıyla dinin esaslarının akıllarda ve kalplerde hayat bulmasına mesai sarf ettiler. Onlar ve onlardan ilham alan ulema İslam’ın temel ilkelerini Kur’an ve hadis rehberliğinde formülüze edip güncelleştirdi. Her alanda kitaplar yazıldı ve talebeler yetiştirildi. Çünkü onlar şunun çok iyi farkındaydılar: 13 yıllık Mekke dönemindeki esasların talim ve haz-
20. yy da Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman’ın tavrı ve başlattığı hareketin ilham kaynağının da Al-ı beytin bu meslek-ı kudsisi olduğunu ve Risale-i Nur Külliyatı’nın eski ve yeni Said’in bütün eserleriyle 1400 yıllık tecrübeyi de nazara alarak yeniden bu ilkeleri formülüze ettiğini ve gündemleştirdiğini unutmayalım. Evet, İslam; itikad ve muamelat olarak iki ana başlıkta kategorize edilen prensipler mecmuasını vaz’ etmiştir. Ancak bunlar kitaplarda tafsil edilmişse de; kişinin iman kuvveti, sahih bilgisi, ihlas ve sağduyusu, feraset ve basireti miktarınca kendisine zahir olabilir ve anlaşılabilir. Aksi takdirde gaflet ve dünyevileşme ile paralel bütün bu ölçüler unutulur ve kaybolur. Böylelikle fıkıh ve hukuk kitaplarında ifade edilen nesnel ölçüler ve vicdanlarda tezahür eden manevi esaslar terk edilir; Müslümanların hayat-ı içtimaiyesi fesada uğrar. Çünkü yanlış ölçüler ve itikadlar sayısız yanlış ölçüm ve amelleri netice verir. Zihinde ikame olunan bir kıyas-ı fasid binlerce safsataya, safsatalar da binlerce yanlış pratiklere sebep olur. Mesela “Hükûmetin selâmeti ve asayişin devamı için eşhas feda edilir.” Veya “Milletin selâmeti için her şey feda edilir.” anlayışı tarih boyunca yüzlerce defa yaşanan iktidar ve asabiyet savaşlarında merhametsiz siyasetin ve milliyetçiliğin gaddarane prensipleri iken bunlara İslami kılıf giydirilmiş ve milyonlarca kitlenin katline referans oluşturmuştur. Günümüzde de türlü türlü asimilasyon politikalarına gerekçe gösterilen “Her şey vatan için veya her şey devlet için” anlayışının coğraf-
yamızda nasıl binlerce haksızlığa ve zulme zemin hazırladığını biliyoruz. Hâlbuki vatan ve milletin hakiki selameti ve huzuru sahih ilkelerle ve ancak ‘Hak’kı merkeze alan bir anlayışla muhafaza edilir. “Kim, bir nefsi, bir başka nefse veya yeryüzünde fesada karşılık olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur.’’ (Maide Suresi: 32) ‘’Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günahını yüklenmez.’’ (Fâtır Suresi: 18) ayetlerinin muktezasınca; “ Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhame-
icad eder ki, daha beşer ona isim bulmamış. Cehennemin lüzumuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız cehennem olabilir.’’ (içtimai Dersler 253) Eğer ego; şahs-ı manevi olan bir cemaatin veya kurumun/devletin ruhuna sirayet ederse (cemaati veya milli ego/tarafgirlik) ve bunu örneğin anayasanın temel bir ilkesi yaparsa zararı o şahs-ı manevinin büyüklüğü nispetinde olur. Irkçılık veya benzer bir asabiyeti merkeze alan ve milyonlarca mağdura sebeb olan Kemalist rejimin de içinde yer aldığı yirminci yüzyıllın ilk yarısında kurulan diktatör rejimler buna iyi birer örnektir. Evet, yanlış ittikad ve anlayışların ve temel prensiplerden sapmanın ağır faturalarıyla sürekli karşılaşıyoruz. Kanaatimce günümüzde Müslüman şahıs, kurum ve toplumlarda görülen bu sapmaların çok sebeplerinden bir kaçı şunlardır: 1-Başarılı olmayı ilkeli olmaya öncelemeleri. Hâlbuki muvaffakiyet Allah’tandır. Bizim vazifemiz ise istikamet dairesinde çalışmaktır. 2-Zaaf-ı imandır. Çünkü bütün kuvvetin ihlasta ve hakta (düsturlarda) olduğundan gaflet etmelerinden dolayı yanlış yönlere sapıyorlar. Hâlbuki uzun vadede kazananlar ilkelerde sebat edenlerdir.
tinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez.” İslam’ın temel düsturlarıdır. (15.Mektub ve Emirdağ Lahikasından istifade edildi) Bediüzzaman’ın aşağıdaki tasviri, adaleti ve hakkaniyeti değil de egoyu merkeze alan bir şahıs dahi olsa ne tür fenalıklara medar olabileceğine dairdir: ‘’Evet, ene ve enaniyetin eşkâl-i habisesi olan hodgâmlık, hodbinlik, hodendişlik, gurur ve inad o meyle inzimam etse, öyle ekberü’l-kebairi
3-Dünyevileşme… Bu zamanın maddi/materyalist nazarı, çıkarı esas aldığından herkes az çok bundan etkilenmiştir. Dünyevileşme egoyu besler. Çoğu zaman fasid anlayışlar da bu zeminden türer ve “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır’’hadisi bu hakikate işaret eder. 4-Gayr-ı zaruri şeyleri zaruri telakki etmeleri, illet ile maslahatı ayırt edememeleri ve maslahatı yanlış yorumlamaları. Maslahatın; bazen maslahat olarak algılanan şeyin terk edilmesinde olduğunu hissedememeleri.
KAPAK DOSYASI
medilmesinin Medine merkezli bir İslam imparatorluğunun teşekkülüne zemin hazırladığını ve sonraları yaşanan tüm sosyal ve siyasal kaos ve keşmekeşliklerin sebebi ise bu ilkeleri yeterince hazmedemeyen ve tedrici İslam terbiyesinden geçmeyen yeni neslin etkin konumlara geçmesiydi.
13
KAPAK DOSYASI
5-Konjöktürel olanı hakiki ve daimi esaslar yerine kabullenmektir. Hâlbuki böyle anlayışlar orjinal modeller üretemezler. Ancak kötü örnek olurlar.
14
6-İslami grup ve cemaatlerde hakiki âlimlerden çok, kompleksli veya kâmil olmayan aydınların rehberliğe ve önderliğe geçmeleri. Esasında samimiyet ve hamiyet duyguları sahih bilgi ile buluşursa ve hakiki şura ve meşveret mekanizmaları teşekkül ettirilip kurumsallaştırılırsa bütün bu hastalıkları tedavi edecek çareleri Allah muhakkak bahşeder. Zira inayet-i ilahi; niyet-i halisenin ve doğru amelin yanındadır. Hakikati ve ilkeleri kavramak kadar önemli olan diğer husus da; bunları ilcaat-ı zamana doğru tatbik etmektir. Çünkü “yanlışlık tatbik-i nazariyat ve muktezayı hali düşünmemekten ileri geliyor.”(Muhakemat) İslam da meşveretin farz olmasının bir hikmeti de insanın her şeyi beraber düşünememesinden kaynaklanan zaafını telafi etmektir. Uygulama makamında olmayanların ise en önemli vazifeleri; hakikati ve doğruları en hikmetli bir şekilde ve cesaretle söylemeleridir. Çünkü hakikati söyleyemeyen dilsiz bir şeytan veya ruhunu satan bir köle olabilir. Bazen hakikatler görülebilecek kadar zahirdirler. Lakin iktidarların ve otoritelerin nimetlerinden nemalananlar uygulamaları inançlarına mugayir gördükleri halde konuşmazlar ve zamanla inançlarını da kaybederler.
Muktedirlere karşı hakikati savunmanın bazen açlık ve korku, bazen can ve mal kaybı, bazen de statüsüzlük gibi bedelleri vardır. Bundan dolayı tarih boyunca hakikati neşredenlerin mühim bir kısmı bilinçli bir şekilde kişisel hayatında fakirliği ve iktisadı seçmişler. Ta ki zaafları onları esir almasın ve başkalarının minnetinden dolayı hakikati gizlemek zorunda kalmasınlar. Herkes hata eder, lakin çıkar ve iktidarı merkeze alan veya fedakârlığa hazır olmayanlar hatalarından kolayca dönemediklerinden gittikçe batarlar. Çünkü onların bin bir türlü mazeretleri vardır. Lakin inancını ve değerlerini her türlü hesabın üstünde tutanlar hatalarını itiraf eder, rotalarını değiştirmekten çekinmezler. Pragmatizmi esas alanların gözlerine perdeler çekilir. Onlar yalnızca maddi başarıyı esas alırlar. İlkeyi esas alanlar ise en büyük çabayı doğruyu yapmak için harcarlar. Öncekiler kısa vadeli başarılar elde ederken bunlar ise uzun vadeli başarıyı ve rıza-yı İlahiyi esas alırlar. Ancak zihni maddiyatla alüfte olmuş en yakınları bile onları anlamakta zorlanabilirler. Pragmatizmi esas alanlar hep ruhsat peşinden koştuklarından, ortamlara uyum sağlama peşindeler. Bunlar inkılâp yapamazlar ve yeni ortamları oluşturmanın tohumlarını atamazlar.
İktidara, zafere, güce odaklananlar ise; ilkeleri çiğnemekten çekinmezler, onları uyaranlardan hoşlanmazlar, kendi dostlarını ve kardeşlerini ezmekten çekinmezler.
İdeallere ve misyona odaklananların da çıkmazları var elbette… Onlar az hata yapalım derken cesaretlerini kaybedebilirler. Daire-i ittikad ve daire-i muamelatı iltibas edebilirler. İdealleri realize edebilecek feraset, kabiliyet ve hamiyeti gösteremeyebilirler. Hasen ve ahseni, hak ve ehakkı tefrik edemeyebilirler veya tembelliklerini felsefi argümanlarla meşrulaştırabilirler.
Misyona odaklananlar ise; hakikati en yüce değer olarak gördüklerinden onun hatırını her şeyden ve herkesten üstün görürler. Bazılarının iktidarı sevmesinden daha çok onlar hakikati severler.
Elhasıl: “Tarik-i gayr-ı meşru ile bir maksadı takib eden, maksudunun zıddıyla ceza görüyor.’’ (İçtimai Dersler 323) bir düsturu hakikat olduğu her zaman akıl da tutulmalıdır. Nasıl ki kâinatta âdetullah gere-
ği her şey için bir miktar/ölçü takdir edilmiş, öyle de İslam şeriatında da her şeye bir ölçü takdir edilmiştir. Günümüzde tabiat kanunları diye tesmiye edilen hakikatte ise birer ilahi kanun olan kâinattaki nizama aykırı hareket etmenin cezası dünyada herkesçe müşahede edilebilir. Ancak insanların bireysel, sosyal ve siyasal hayatlarını düzenleyen ilahi kanun ve ilkelere aykırı hareket edenlerin dünyevi cezaları ancak ferasetle ve nazar-ı imanla tam hisedilebilir. Çünkü öncekilerde organik bir ilişki herkesçe görülebilecek iken bunda ise doğrudan bir ilişki görülmediğinden herkes farkına varamayabilir. Hem beşer tarihinde hem de 1400 yıllık İslam tarihinde yaşanan binlerce tecrübeyle sabit olmuş ki; ilkelere (şer’iata/sünnetullaha ) aykırı hareketin er veya geç bir cezası vardır. Ferd, kişisel hayatında bir şeye dikkat etse sorumluluk makamında olanların bin şeye dikkat etmesi zaruridir. Binaenaleyh tüm İslami kurum ve kuruluşlar “ İşlerinde onlarla istişare et.” (Âl-i İmran Suresi: 159) “Onların işleri, kendi aralarında şura iledir.” (Şura Suresi: 38) ilkeleri muktezasınca meşvereti ve istişareyi rehber etmeliler ki ALLAH da onları korusun. Allahım! Bizi hakkı hak bilip ittiba edenlerden ve batılı batıl bilip içtinab edenlerden eyle… Not: Risale-i Nur’lardan bazı istinbatlar yapmama rağmen kaynaklarını tam gösteremedim. Hem mana hem de lafız cihetindeki hatalar şahsımıza aittir…
HAK VE ADALET
M. Arif KOÇER
K
uran’ın bütün genel hitapları ve asıl tavsiyeleri insanlık ailesi içindir. Allah insanı kendi ruhundan üflediği varlık olarak tanımlar. Irkı, dili, rengi, cinsiyeti ne olursa olsun, insan olarak yarattığı varlığı, Kur’an’da layık görülen bütün değerlere sahip kılar. Hıristiyanlığın aksine olarak, dünyaya gelen her insanın sırtında günah kamburu olmadan, saf ve temiz olarak geldiğini belirtir. Kur’an bir masumun hayatını tüm insanlıkla denk tutan (Maide, 5/ 32, Nisa, 4/ 92- 93) üstün bir bakış açısına sahiptir. Bu hitaptaki kıymet verilen varlık, yalın olarak “insan”dır, vurgu yapılan da, insanın kıymetidir. Kur’an-ı Kerim’e göre, insanın ruhu ile yaratıcı arasında ezelden bir mukavele vardır. Kur’an’ da “misak” olarak anılan bu mukavele insan tarafından Allah’a “dünyaya gittiğimde, insan olmanın onuruna uygun ne kadar görev varsa onları aynen yerine getireceğim “şeklinde verilmiş bir sözü ifade etmektedir. Yani insanoğlu, bu dünyada eline tutuşturulmuş üç - beş normun veya sosyolojik kabulün dürtüsüyle birtakım değerleri üretmemekte, aksine ezelde bizzat yaratıcısına verdiği bir sözün itişiyle bu âlemde ahlaki davranıp, görev yapmakta ve değer üretmektedir. Kur’an-ı Kerim buna “amel” demektedir. Aslında, “Amel-i salih” de barışa yönelik eylem demektir. Kur’an-ı Kerimde, yalnız ve yalnız zalimlere ve zulme düşmanlık olduğu belirtilerek, zulüm, en büyük düşman olarak gösterilmektedir. Bu sebeple, yaşadığı yerde temel haklara yönelik ihlaller olmasa bile, zulmün yeryüzündeki varlığı “Kur’an insanı’nı”/ Müslümanı rahat-
sız edip gayrete sevk etmelidir.(1) Ancak, bilinmelidir ki, insan dünyaya geldiğinde, henüz sadece fizik olarak insan görünümündedir. Küçük bir kainat gibi olan, Hz.Ali’nin deyişi ile “kainat insanda matvi” (sıkıştırılarak ifade edilmiş, zip dosyası gibi) olan insan fiziğindeki varlık şayet kendindeki kainatın numunelerini fark ederek, bütün kainat ile irtibat kurabilirse, sahip olacağı erdemlerle, çevresine ve tüm yeryüzüne adaleti temini hayat tarzı yaparsa işte o zaman ruhen de insan suretini, şeklini kazanır, insan olur. Bunu başaramaması halinde ise insan görünümünde bir canavara dönüşebilir. Aslında İslamiyet de tam bu anlamda “insaniyet-i kübradır”, büyük insaniyete, hakiki insaniyete ulaşma, kendi fıtratı/ yaratılışı ile tanışmadır. Kendi fıtratına teslim olmadır. Ayette ifade edilen, “Biz O’na Rabbine teslim ol, dedik. O da ben Âlemlerin Rabbına teslim oldum, dedi” hakikatını idrak etmektir. Hatta İslam’da hukukun gayesi de, İslam dininin en önemli niteliği olan “fıtrat”a/ yaratılışa uygunluğu sağlamaktır. Kur’an’da “Ey Muhammed! Hakka yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur; işte dosdoğru din budur, fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum, 30/ 30) İslam’ın fıtrat/ yaratılış olarak nitelendirilmesi, “akli fıtrat” anlamındadır. Çünkü İslam, inanç ve normlardan oluşur. Bütün bunlar ise aklidir veya aklin anladığı ve kabul ettiğine uygun olarak oluşur.(2) Karaman, bu ayetin yorumunda, “İnsanın fıtratı, yani insanı insan yapan özellikleri ile dinin adeta aynı şey olduğu, dinin fıtrata, fıt-
ratın dine tıpatıp uyduğu, fıtratın her zaman ve zeminde aynı olduğu, değişmeyeceği”nin ifade edildiğini söylemektedir.(3) Fıtrat dini olan İslam’ın en çok üzerinde durduğu kavramlardan birisi hak kavramıdır. Temelde, var oluş ve vakıaya uygunluk anlamını ifade eden “hak”, Kur’an’da, bu iki anlam etrafında oluşmuş üç yüze yakın türeviyle yer almıştır. İnsanların sahip olduğu her türlü yarar anlamında olmak üzere “hak” terimi İslami kaynak metinlerde “kazanılmış hakları” ifade etmek için kullanılır. (4) Hukuk dilinde “insan hakları” diye tanımlanan temel insani haklar, modern terimler ile ifade edilmiş olmasa da, Kur’an ve sünnetin koyduğu pek çok hükmün konusu bu haklardır. Hz. Ömer, Valisi Ebu Musa elEş’ari’ ye gönderdiği bir mektupta şöyle demiştir: “Verdiğin bir hükümden sonra, yanıldığını anlar ve doğrusunu bulursan, seni hakka dönmekten hiç bir şey alıkoymasın. Hak asıldır. Hakk’a dönmek, batılda devam etmekten hayırlıdır.”(5) Kur’an ve sünnette en çok üzerinde durulan diğer bir kavram ise adalettir. “Adl” kökünden gelen “ adalet “ kavramı sözlükte; “ insaflı ve doğru olmak, doğru davranmak, zulmetmemek, eşit olmak, eşit tutmak, her şeye hakkını vermek, düzeltmek, mutedil olmak, her şeyi yerli yerinde yapmak, istikamet ve hakkaniyet” anlamlarına gelir.(6) Ayrıca, adalet kavramı, tevhid, nübüvvet, yeniden diriliş, ibadet kavramları ile birlikte, Kur’an’ın işlediği, hedef edindiği, dört temel esastan da birisidir.(7)
KAPAK DOSYASI
iNSAN, MÜSLÜMAN,
15
KAPAK DOSYASI 16
Adalet, hukukun esas idesi ve gayesidir. Bu bağlamda, İslâm hukukunun öncelikli amacı, adaleti gerçekleştirmektir. Bu sebeple, Kur’an’da hak ve adalet mefhumları o kadar birbiri ile ilişkili ve beraber kullanılmıştır ki, bu iki kavram arasındaki önem sırası ve hangisinin diğerinin kaynağı veya amacı konumunda olduğunun tespiti bile çok güç olmaktadır.(8) Hz. Ömer (r.a.) Enes b. el-Huleys adındaki askerî yetkiliye yazdığı cevabi mektubunda şöyle demiştir: “Allah, her şeyin bazı durumlarda terk edilmesine ruhsat vermiştir.
rünüyor olsa bile, o daha güçlü ve zulmü daha çabuk söndürücüdür. O, zulümden daha çabuk ve etkili bir şekilde batılı ortadan kaldırır”(9) Büyük insaniyet anlamındaki İslam’ın güneşi/ kaynağı, hak ve adalet ölçüsü olan Kur’an’ın bütün genel hitaplarında “insan” vardır. Çok defa “ey insanlar” diye hitap eder. Bu bağlamda, başka, dinden, ırktan ve kültürden olanlara nasıl davranılacağı konusunda çok önemli bir ölçü, Hz. Ali’nin, Mısır valisi Eşter en-Nehai’ye gönderdiği mektupta şu şekilde yer almaktadır: “...Halka karşı merhametli olmayı, sevgi ve iyilikte bulunmayı kendine şiar edin. Kesinlikle onların mallarını ganimet bilen yırtıcı bir canavar olma. O insanlar iki sınıftır. Birincisi dinde kardeşin, ikincisi ise yaratılışta senin hemcinsindir... Sana en sevimli gelen şeyler şunlar olsun: Hak hususunda orta yolu tutmak, adaleti herkese yaymak ve halkın rızasını kazanmaktır...”(10) Bu tavsiye de göz önüne alınarak, insan haklarına evrensel açıdan bakıldığında; insanlık âlemine bakışta iki daireden bahsedebiliriz; ilki insanlık dairesi, ikincisi ise İslam dairesidir. İlk daire ikincisinden daha geniştir ve onu kapsar. Bu bakış açısından bir bütün olarak insanlık, Hz. Peygamber (a.s.)’in ümmeti olarak görülür; insanların bir kısmı onu kabul etmiştir (ümmet’ül-icabe), kalanları ise hâlâ davet edilmektedir (Ümmet’üd-dave).(11) Kur’an’da Âdem isminin 208 defa geçmesi de, insana verilen kıymeti ifade etmekte olup, bu bakışı desteklediği söylenebilir.
Ancak iki şey müstesna: adaletli olmak ve zikir (Allah’ı anmak). Zikrin, yakında-uzakta ve sıkıntıda-bollukta terk edilmesinin hiçbir ruhsatı yoktur. Adalet de, yumuşak gibi gö-
Diğer taraftan, Kur’an, getirdiği nizamı, Allah’ın sıfatlarından biri olan “Hak” ile nitelerken, diğer din ve inanışları nihai noktada devre dışı bırakır, ama onları kesinlikle yok saymaz. Onları sosyal birer gerçeklik ve tabilerini de, aydınlığa çıkarılmaya aday insanlar olarak görmektedir. Ayrıca, Kur’an kendisine inananları, farklı inanışlara karşı nasıl davranacakları konusunda eğitir. Din konusunda baskı yapmak şöyle dursun,
en sapkın inanç unsurları hakkında bile çirkin ifadeler kullanmayı açıkça yasaklar. Böylesi davranışın, yanlış inançlara körü körüne daha fazla saplanıp kalmaya sebep olacağını vurgular. (12) “(Müşriklerin), Allah’ı bırakıp da taptıklarına küfür etmeyin. Yoksa onlar da haddi aşarak bilgisizce Allah’a küfrederler.”(En’am, 6/ 108) der. Yaşadığı dönemde, insan haklarına saygılı ve sınırları belirli bir yöneticilik ve devlet idaresi anlayışını, bizzat Peygamber (a.s.) kendi uygulaması ile ortaya koymuştur. Temel haklar konusunda, “öteki” olarak tanımlanan ve ayrımcılığa tabi tutulan olmamıştır. Ancak, İslam’ın engin hoşgörüsünün olmadığı dönemlerde ise, farklı dinlerin bir arada yaşama imkânını bulamadıkları görülmektedir. Mesela Endülüs İslam Devleti, Haçlı seferleri ile yıkılınca, şiddetli bir ayrımcılık uygulaması ile hem Müslümanlar, hem Yahudiler zorla Hıristiyan yapılmış veya kaçmak zorunda bırakılmışlardır.(13) Buna karşın, İslam’ın hâkim olduğu, Kudüs ve Şam gibi şehirlerde ise, bu dinler mozaiği İslam’daki inanç hürriyeti ve başka din tabilerinin “öteki” sayılarak dışlanmaması sayesinde, kesintisiz olarak varlığını sürdürebilmiştir. Yine, İslam medeniyetinin belirleyici olduğu dönemlerde, Müslümanların idaresinde çok sayıda ırk, farklı mezhep ve din mensubu yaşamıştır. Buna rağmen Müslüman yönetimleri tedirgin ve meşgul edecek, soruna dönüşecek, bir ırkçılık ve ayrımcılık tehlikesi de ortaya çıkmamıştır. Bazı kavramlar evrensel iken, kimi kavramlar ise yereldir ve evrensel kavramların yerel olarak anlaşılma yolu da her kültür için farklı olabilir. Hukukun ve siyasi otoritenin meşruiyeti ise, temel insan haklarıyla uyumuna ve ayrımcılık yapmamasına bağlı olmalıdır. Ancak, bireyler de, ahlaki sorumluluklarını üstlerine devretmemeli ve gereğini yapmalıdırlar.(14)
KAPAK DOSYASI 17 Bu bağlamda, din, mezhep, dil, ırk, cinsiyet ve siyasi görüşler insanların farklı kimlikleridir. Bu farklılıkların bastırılması, asimile edilmeye çalışılması, insana yapılan bir zulüm olduğu gibi, toplumsal barışı da zedeler, denilebilir. Hak ve adalet ilkeleri doğrultusunda, barış içinde bir arada yaşayabilmek için insanı ve değerlerini korumak gerekmektedir. Bunun için, insanlar tüm farklılıkları ile birlikte özel ve kamu alanı engellemesi ile karşılaşmadan, meşru sınırlar içinde, tam bir özgürlük ortamında yaşamalı, yaşayabilmelidir. İnsanın; “ötekileştirilerek” ideolojilere kurban edilmemesi gerekmektedir. Büyük insaniyet olan İslamiyet de, hak ve adalet temelinde, adil bir dünyayı gerçekleştirmeyi hedefler. Ancak bu, uzun soluklu, kutlu ve zor bir süreçtir...
1- Yaşar Nuri Öztürk, “İnsan, İnsan Hakları ve İslam”, Yeni Toplum Dergisi, Sy. 2, Eylül- Ekim, 1992, 65.
5- Ali b.Ömer Darekutni, Sunenu’d- Darekutni,, Alemu’l Kutub, Beyrut, 1986, IV, 206,7; İbnü’l Kayyım el-Cevziyye, İ’lamu’l-Muvakkı’in,, Beyrut, Daru’l Maarif, t.y, I, 85, 86.
2- Muhammed Tahir b. Aşur, İslam Hukuk Felsefesi, Gaye Problemi, (Trc. Vecdi Akyüz- Mehmet Erdoğan), Rağbet Yayınları, 3.baskı, İstanbul, 1999, 83, 85.
6- İsmail Karagöz,- Fikret Karaman,- İbrahim Paçacı,Mehmet Canbulat,- Ahmet Gelişgen, Dini kavramlar sözlüğü, D.İ.B, Yayınları, Ankara, 2006, 5, 6.
3-Hayrettin Karaman, “İslam Hukukunda Devlet, Fert ve İnsan Hakları”, Türklerde İnsani Değerler Ve İnsan Hakları, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, İstanbul, 1992, I, 306.
7- Said Nursi, İşârâtü’l-İ’caz, Zehra Neşriyat, İstanbul, 2006, 21.
KAYNAKÇA
4- Halil Altuntaş, İslamda Din Hürriyetinin Temelleri, DİB. Yayınları, Ankara, 2000,11,12.
8- Sahip Beroje, “İslam ve Batı Düşüncesi Açısından Haklar Perspektifi ve Günümüzdeki Hak İhlallerine Etkisi”, Tezkire dergisi, Düşünce, Siyaset, Sosyal Bilim Dergisi, Sy. 45, Ekim- Aralık, 2006, 133, 134.
9-Ya’kub b. İbrahim Ebu Yusuf, (183/798), Kitabu’lHarac, Da’rul Ma’rife, Beyrut, t.y. 105, 119. 10-Muhammed Ummara, el-İslâm Ve Hukuku’l-İnsan, Alemu’l-Ma’rife, Kuveyt, 1985, 159- 164. 11- Recep Şentürk, İnsan Hakları ve İslam, Sosyolojik ve Fıkhi Yaklaşımlar, İstanbul, 2007, 255. 12- Altuntaş, a.g.e. 14. 13- Şentürk, a.g.e. 150,151. 14- Mazlumder (İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği), 2008 yılı, Dini Ayrımcılık raporu, 4.
KAPAK DOSYASI
SURESİ
18
IŞIĞINDA İNSANIN MAHİYETİ Maşallah TURAN
T
Tin suresi, “Tin’e, Zeytun’a, Tur-i Sinin’e ve bu Güvenli Belde’ye andolsun” diye başlar. Tin ve Zeytun’dan maksat; bir mecaz veya kinaye kastedildiğini gösteren bir ipucu bulunmayınca, bu isim ile meşhur olan incir ve zeytin yemişleri veya ağaçlarıdır. Tur-ı Sinin, Akabe ile Mısır arasındaki Tih yakınlarında bulunan Sinin Dağı’dır ki, Hz. Musa(as)’nın Allah ile konuşma şerefine nail olduğu dağdır. Güvenli Belde’ye gelince, Hz. Muhammed(asm)’in doğup büyüdüğü, peygamber olarak gönderildiği, insanlar için bir sevap yeri ve sığınak olan Ka’be’nin içinde bulunduğu, emin (güvenli) vasfıyla tanınan belde olan Mekke’dir. Malumdur ki, insan, yaşamak için maddi ve manevi gıdalara muhtaçtır. Maddi gıdaların en önemlileri tatlı ve tuzlu veya yağsız ve yağlı yiyecekler, bunların en güzelleri de meyvelerdir. İşte incir ve zeytin ya meyvelerin en faydalı ve en mübarekleri olmak itibariyle özel durumlarına veya özeli zikredip geneli kastetmek yoluyla tatlı veya tuzlu, yağsız veya yağlı genellikle önemli yiyecekleri temsil edecek birer misaldirler. Bu ise hemen peşisıra bahsedilecek olan ve “Ahsen-i Takvim” diye ifade edilen en güzel biçimde yaratılmış olan insanın maddî cihetteki güzelliğini, kuvvet ve kabiliyetlerini dolaylı olarak hatırlatıp bu güzellikle ilgili bulunan ilahi nimetlere dair açık bir vurgulama içermektedir. Öyleyse insanın maddi cihetini ayrıca bedeninin üzerindeki hakkını tamamen ihmal etmemesi, sağlıklı ve kâmil birey olgusu açısından önemlidir. Yani ekonomik açıdan kendi hayatiyetini devam ettirecek
ve onu zelil kılmayacak derecede bir maddi varlığı önemsemesi gerekmektedir. Zira bu noktada doyurulmayı bekleyen maddi kuvvetlerini tamamen ihmal etmesi büyük bir noksanlıktır. Yeminin ikinci kısmında ise, ilahi vahye mazhar olan peygamber-
Allah için güzel ameller işleyerek o en güzel biçimlendirmeyi olgunluk zirvesine götürmeye çalışanların kesilmez bir ecir ve mükafata ermeleri, bunların dışındakilerin, yani iman ile iyi ameli olmayanların da aşağıların aşağısına yuvarlanmaları kaçınılmazdır. ler dolayısıyla önem atfedilen“Sina Dağı” ve “Güvenilir Şehir Mekke” söz konusu edilmektedir. Mekke’ye “Emin Belde” vurgusuyla özellikle yemin edilmesi, Tur-i Sinin diye işaret edilen ve çekişme ve kavga-
dan uzak bulunmayan Arz-ı Mukaddes’teki yerlerden daha mukaddes ve dolayısıyla ilâhî ahit ve yeminde daha yüksek bulunduğunu anlatan hoş bir üslup söz konusudur. Bu ise, bir yönüyle insan yaratılışı açısından yurt ve beldelerin önemine işaret etmektedir. Bir yönüyle de insan yaratılışı için yurtların, beldelerin kıymeti, hakiki emniyetin bulunmasına bağlı bulunduğunu, bunun da din ile ilgili olduğunu anlatır. Bu nedenle “emin belde” vasfı Mekke’yi göstermekle beraber diğer beldelerin de kıymetlerinin en çok emniyet ve sükun açısından ölçülmesi gerekeceğine işaret eder. Yani insanın “Ahsen-i Takvim” nitelemesiyle belirtilen yaratılışı için yurt ve vatan da önemli bir ögedir. Ancak bu önem emniyet ve güvenliğin bulunma derecesine göredir. Yeminin bu ikinci kısmı ise “Asr-ı Saadet” örneğinde olduğu gibi, insanın kuvvet ve melekelerinin yükselmesi, akıl, irfan ve ahlâkıyla ilâhî güzelliğe ermesi açısından büyük bir önem arz eder. Bu anlamdaki bir manevi güzellik ancak peygamberlerin ve onların getirdikleri vahiylerin önderliğinde gerçekleşebilir. Demek ki yeminin ilk kısmı yaratılışın daha çok maddi kısmıyla ilgili iken, ikinci kısmı ise daha ziyade yaratılışın manevi yönüyle ilgilidir. İşte Tin, Zeytun, Tur-i Sinin ve bu Emin Belde isimlerinin bilinen mânâlarıyla zihinlere açıkça veya işaret yoluyla ifade ettiği bu mânâ ve kavramların derecelerine göre, sırasıyla önemleri yemin ile hatırlatıldıktan sonra bu yeminlere cevap olarak buyuruluyor ki: “Gerçekten biz insanı en güzel bir biçimde yarattık,” yani insan cinsini maddi ve
Takvim; eğriyi doğrultma, kıvama nizama koyma, kıymet biçme, kıymetlendime mânâlarına gelir. Arapça gramer kuralı gereği, “ahsen-i takvim”, herhangi bir biçimlendirmenin veya büyük bir biçimlendirmenin en güzeli demek olur. Bu ise her iki durumda da biçimlendirmenin en güzel biçimi demek olacağından maddî manevî her türlü güzelliği kapsar. Yani insanın gerek maddeye gerekse manaya yönelik kabiliyetlerinin çeşitliliği, mükemmelliği, kapsamlılığı ve işler-
liği söz konusu edilmiş olur. Bu durumda gerek boy ve bedeninin doğruluğu ile günden güne artan görünen şeklinin güzelliği ve gerek aklının, zihninin hak ve hayır âyetlerini ve hatırlatılan güzellik ve yücelikleri idrak edebilecek şekilde güzel kabiliyeti ve gerek ilâhî ahlâk ve niteliklerle ahlaklanıp nitelene-
bilecek derecede gelişme ve olgunlaşmaya elverişli olan ahlâk güzelliği gibi maddi ve manevi her türlü güzelliği kastedilmiş olur. Diğer bir deyişle gerek fizikî ve cismanî bakımdan, gerek ahlâk ve maneviyat itibariyle ruhani bakımdan insan en güzel bir kıvama erebilecek en güzel bir biçimde yaratılmıştır. Burada unutulmaması gereken temel bir espiri vardır, o da şudur: İnsan ilk doğuşunda bu olgunlukta olarak değil, fakat bu kıvama, bu olgunluğa, bu güzelliğe doğru ilerleme kabiliyeti verilmek mânâsına en güzel biçimde yaratılmıştır. Yoksa insanın ilk doğduğu andan itibaren ve hiçbir şey yapmaması durumun-
da da bu mertebede olması/kalması icap ederdi. Halbuki maddi anlamda doğumdan gençlik evresine doğru yol alırken bu gelişmeyi gözlemlediğimiz gibi, sorumluluk yaşına geldiği andan itibaren iman ve amel-i salih ile yükselme ve yücelme gayretinde olmayan bir ruh, sefalet derelerine yuvarlanmaya mah-
kumdur. Nitekim, peşisıra gelen şu ifade bu anlamı teyid etmektedir: Bir zaman sonra, o en güzel biçimde yaratılan insanı aşağıların en aşağısına çevirip döndürdük, sefillerin en sefili yaptık, yani o güzel biçimden döndürüp de maddî ve manevî olarak kötülenmiş en sefil bir halde cehenneme veya cehennemin en aşağı tabakasına doğru ittik.” Ancak iman edip iyi ameller işleyen o en güzel biçime yaraşır, Allah’ın rızasına uyarak ilerisi, ahireti için hayra yarar, meyve verir, güzel işler yapan kimseler hariç, bunlar öyle geri çevrilmez, o aşağılık çukuruna düşmez, görünüş güzelliğini, maddi kıvamı kaybetseler bile ona
karşılık kurtuluşa, o iman ve amelin meyvelerini koparacak güzel sona doğru giderler. Çünkü onlar için öyle bir ecir vardır ki kesilmez, tükenmez veya başa kakılmaz, başa kakılmadan sonsuza kadar devam eder. Dolayısıyla onlar sefil olmak şöyle dursun, çalışma zahmetinden dahi kurtularak o en güzel biçimlendir-
KAPAK DOSYASI
manevi olarak, doğrultmanın, kıvama koymanın, biçimlendirmenin en güzelinde, en güzel biçimde olarak yarattık.
19
KAPAK DOSYASI 20
menin olgunluk zirvesine ermiş, en güzele ve onun da ötesinde Hakk’ın cemaline kavuşmuş olur. İşte o Tin ve Zeytun’un, o Tur-ı Sinin’in, o emin beldenin asıl hatırlattığı mânâ da budur. Yüce yaratıcının lütuf ve ihsanına ve emir ve hükmüne, bu cezalandırma ve ödüllendirme kanunu ile sorumluluğa inanıp gereğince Allah için güzel ameller işleyerek o en güzel biçimlendirmeyi olgunluk zirvesine götürmeye çalışanların kesilmez bir ecir ve mükafata ermeleri, bunların dışındakilerin, yani iman ile iyi ameli olmayanların da aşağıların aşağısına yuvarlanmaları kaçınılmazdır. İmanı olmayanların, her ne yapsalar o sefillik ve aşağılık çukuruna düşecekleri kesindir. Dinin bütün mânâsı da bu ceza ve sorumlulukta, bu iman ile Allah için iyi amel yapma kanununda özetlenir ki bu, kul tarafından iman ve itaat ile iyi amel işlemek; Allah tarafından da iyilik ve kötülük yollarını bildirerek iyiliğe iyilik, kötülüğe kötülük ile mükafat ve ceza verme mânâsını taşır.
görülen, akılla anlaşılan, nakledilen bunca şahit ve delil ile bilinmiş; bir taraftan da bu ilâhî vaad ve haber ile vurgulanmış ve kesinleşmiş ve sırf maddi gözle bakıldığı zaman bile çalışmayanların ücret alamadığı ve bedenlerin neticede çürüyüp kokarak atıldığı göz önünde dururken bundan sonra artık sana “din yalandır, o cezanın, o ödülün aslı yoktur” diye yalan söyletecek ve dolayısıyla seni imandan ve iyi amelden alıkoyup o tükenmez ecirden yoksun edecek ve yalancılıkla, dinsizlikle aşağıların aşağısına ittirecek ne gibi bir sebep olabilir? Ey o en güzel biçimde yaratılmış ve sonra aşağıların aşağısına çevrilme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılmış olan insan! Yahut, ey Muhammed! Bu hakikat, bu ecir ve ceza böyle sabit ve dünyada bile görülüp dururken ve sende bu en güzel biçimde yaratılma ve iman gibi yüce ahlâk varken sana, “din hakkında yalan söylüyorsun” diye seni yalancılıkla itham ettirecek ne gibi bir sebep olabilir?
O halde artık sana dini ne yalanlatabilir? Bu hakikat böyle iken, bu ödül ve ceza, o en güzel biçim ile yaratılma, sonra aşağıların aşağısına çevrilme ve iman edip iyi amel işlemeye tükenmez ecir bir taraftan
Allah, hakimlerin hakimi değil mi? Hakimler, hükümdarlar isyan edenlere ceza; itaat edip, iş görenlere ödül verir yani ceza ve sorumluluk kanunlarını uygularlar da, onların hepsinin üzerinde hakim olan
yüce Allah hükmünü yerine getirmez, ceza ve ödül vermez, dinini yürütmez olur mu? Elbette olmaz. Hiç kuşku yok ki insanı o en güzel biçim ile yaratan Allah, hakimlerin hakimidir. Onun dini her dinden üstün hak dindir. O dinini yürütecek, güzel ile çirkini, yalancı ile dürüst olanı ayıracak, iman edip samimiyet ve ihlasla güzel ameller yapan müminlere mükafat verecek; kâfirleri, dinsizleri de aşağıların aşağısına yuvarlayacaktır. O halde insan olan, dine yalan dememeli, cezayı inkâr etmemeli, kuvvetli olunca haklı olur, her yaptığı yanına kalır, ceza görmez, ceza kanunu acizlere özgüdür sanmamalı; hakim, hükmünde kendi kuvvetine aldanıp da hak ve adaletten ayrılmamalı, o hakimler hakiminin hüküm ve kudretinden korkmalı, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan sakınmalı, onun dinine girmeli, ona iman edip Allah’ın kullarına karşı adalet ve âlemin düzelmesine hizmet ile o tükenmez ecir ve mükafata ermelidir. Yoksa insanı o en güzel biçimde yaratan Allah’ı, hakimlerin hakimi değildir zanneden kendine yazık etmiş olur. Bu durumda bu âyet kâfirlere tehdit, müminlere ise bir müjdedir.
SUAL ARASINDA
B
İNSAN
ütün felsefi akımlar ve ilahi dinler ve ilahi olmayan dinler, kâinatın muğlâk kavramı olan insan üzerinde kafa yormuşlardır. Başta insan nedir? Nereden geliyor? Ve nereye gidiyor sualleri üzerinde fikirler öne sürmüşlerdir. İnsan nedir? sorusuna başta Aristocu mantık insanı “Homo sapiens” yani düşünen varlık. Ya da öz ifadeyle insan “düşünen bir hayvandır” Hıristiyanlık ve Yahudilik ise attığı her adımda günah işleyen biri diye tanımlar insanı. Hıristiyanlık daima insanla savaş halindedir “Hristiyanlığın gerçek annesi, Hz.
Meryem değildir, Hz. Havva’dır. Ve Hıristiyanların anneleriyle aralarında çok ciddi bir kavga vardır. İnançlarına göre, bütün günahlar, ilk günahtan kaynaklanır. Havva anamızın sebep olduğu ilk günahtan. Onun günahından... Bizi dünyaya getirme günahından... Dünyaya, yani yaşama. O hâlde ölüme... Hristiyanların yaşam (ve pek tabii ki ölüm) yükünü borçlu olduklarına inandıkları kadındır Havva. İlk günahın ağır yükünü çocuklarının üzerine insafsızca bırakmış kötü bir annedir o, nazarlarında”. ( Dücane Cündioğlu 18 Mayıs 2008 Yeni
Necdet AÇIKGÖZ Şafak Gaz. yazısı ) ve insanın temizlenmesi ancak vaftizle olacağını savunur. Hâlbuki İslam her doğan çocuğun bülûğ çağına kadar günahsız olduğunu söyler. Naturalist, pozitivist ve pragmatistler ise insanı; “homo faber” diye tanımlar bir içgüdü varlığıdır. Hayvani yönleri vardır… Her şeyin merkezinde insan vardır. Bu felsefi akımdakiler insanı üretici, bilinçli, tabiata hükmeden olarak kabul ederler. Bunlarda insanı tanrılaştırma eğilimi vardır. Ekonomi devrinde ise insan kavramı “Homo Economicus” diye ta-
KAPAK DOSYASI
ÜÇ
21
KAPAK DOSYASI 22
nımlanır. Bu düşünceden hareketle Fransız Tarihçi ve Filozof Hypolite Taine, insanı kozasını ören ipek böceklerine ve bal arılarına benzeterek “Felsefeler ve şiirler üretebilen mantıklı bir hayvandır” der. İnsanın ne olduğunu bu düşünceler tam manasıyla açıklayamadıkları gibi görevini ne olduğunu da açıklayamamışlardır. Felsefeler insanın başıboş bırakılmış kendi kararını veren biri olduğunu söyler. Hristiyan inancı buradan hareketle Hz Havva’yı aşağılar… O günahın ilk annesi, ayartan ve yılandır… Onun yüzünden yerimizden çıktık ve bu dünyada başıboş dolaşmaktayız kanaati vardır. Bu inanç Hz Havva aşağılarken Hz Meryem’i kutsar. O bir annedir pak ama tanrısal bir anne… Hz İsa (as) oğuldur. Hâşâ! İlahın oğlu… Oğul ve anne tanrının parçalarıdır onlara göre. O zaman erkekler yani rahipler Hz İsa’ya, Kadınlar Hz Meryem’e benzemeliydi… İnsani olan her şeyden uzaklaşmalı ve insan tanrıya benzeyerek tanrılaşmalıydı. Buradan hareketle Spinoza’ya ve Hegel gibi panteistler insanın vazifesini hâşâ! Tanrıya benzemek olduğunu savunur. Leibniz bunu daha da ileri götürmüştür. Ona göre insan kendinde bir tür küçük tanrıdır der. “Hattâ silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “Teşebbüh-ü bil-Vâcib”dir.. Yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir.” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kam-
çılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz u za’f, fakr u ihtiyaç, naks u kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar. Nübüvvet ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlahiye ile ve secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlahiyeye iltica, za’fını görüp kuvvet-i İlahiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyeye
Sonra insanlık karanlık içinde bu suallerin cevabını ararken kâinatın nuru Efendimiz (a.s.m.) gelerek bu suallere cevap verdi. Evet, benîÂdem büyük bir kervan ve azim bir kafile gibi, mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen (süslendirilmiş) bağlarına müteveccihen, kafile kafile müteselsilen (ard arda) yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celb etti. “Şu garip ve acib mahlûklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvallerini anlamak üzere, hilkat hükümeti, fenn-i hikmeti (felsefe) karşılarına çıkardı ve aralarında şöyle bir muhavere başladı: Hikmet: “Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?” Bu suale, benî-Âdem namına, emsali olan büyük peygamberler gibi, Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâm nev-i beşere vekâleten karşısına çıkarak şöyle cevapta bulundu:
itimad, ihtiyacını görüp gına-i İlahiyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahîye istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahîye tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.” (Sözler 30.Söz 1.makam 2.vecih)
“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelînin kudretiyle, yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahlûklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinden, biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen (yönelerek) hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır (geliştirmektir). Ve şu azim insan kervanına bundan sonra, Sultan-ı Ezelîden risalet vazifesiyle gelip, riyaset (başkanlık) eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelînin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa, al oku!”(İ.İcaz sh 22)
İMAM MALİK BİN ENES (93 —179 H.)
H
.93 (m.709 senesinde Medine’de doğan ve H.179 (m975) senesinde yine Medine’de vefat eden İmam Malik aslen Yemenli olup dedesi ashab-ı kiramdan olan Ebu Amr’dır. Âlimler, İmam Malik’in babasının ok imalâtçısı olduğunu zikrederler. Fakat oğlu bu meslekte çalışmamış, amcaları ve kardeşi gibi o da kendisini hadis rivayetine vermiştir. Kardeşi hem hadis tahsil ve rivayetiyle, hem de ipek ticaretiyle uğraşmıştır, İmam Malik de ona ticari işlerinde yardım etmekteydi.
miş gibi davranırdım. Sonra önüne geçer, kendisine selâm verir ve yine onu terkederdim. Nihayet o içeri girince ben de arkasından girer ve kendisine; İbn-i Ömer şu meseleler hakkında nasıl düşünüyordu? diye sorardım. O da, bu sorularımı cevaplandırırdı. Fakat daima hiddetli idi.» İmam Malik, güçlü hafızası sayesinde çağının ilk muhaddisi olmuş-
Hasan HALHALLI man soran kimseye: Sen git, ben bu meseleyi inceleyeyim, derdi. Kendisi de gider bu mesele üzerinde dururdu. Kendisine bu hususta, niçin böyle yapıyorsun, diye sorduk. Ağladı ve: Ben bu meselelerden dolayı çok çetin bir günle karşılaşacağımdan korkuyorum, dedi.» İmam Azam ile görüşen İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbele ders veren İmam Malik’e ilk Abbasî devrindeki isyan hareketlerinden so-
İmam, annesinin yardım ve desteğiyle ilk tahsiline başlamıştır. Şimdi git, oku ve yaz diyen annesi onu Medine’de re’y ile meşhur olan Rabi’atu’rRe’y’in yanına vermiş ve Rabia’ya git onun ilim ve edebini öğren demiştir. Böylece genç yaşında ondan re’y’e dayanan fıkhı öğrenmiştir. İmam Malik, ilim tahsili için her türlü gayreti göstermiştir. Çağındaki bütün bilginlerden faydalanmış ve ilim uğrunda hiçbir şeyini esirgememiştir. Bu uğurda her türlü meşakkate katlanmış ve bütün varını yoğunu harcamıştır. Hatta tahsil uğruna evini dahi satmıştır. O, hocalarının hiddetine katlanır, şiddetli sıcak ve soğuklarda onların yanına gidip ilim öğrenirdi. Kendisi şöyle der: «Ben, öğle vakitlerinde Nâfi’a gelirdim. Güneşten korunmak için hiçbir ağaç bulamazdım. Dışarı çıkacağı zamanı gözetlerdim. Dışarı çıkınca onu bir an için terkeder ve görme-
tur. İmam Şafiî, onun hakkında; «Hadis gelince İmam Malik, sanki ışık saçan büyük bir yıldız olurdu», demiştir. Hocası İbn-i Şihab da ona : «İlim Dağarcığı» derdi. İmam Malik, fetva hususunda teenni ile hareket eder, çabucak cevap vermezdi. İbn-i Abdulhakem bu konuda şöyle der: «İmam Malik, kendisine bir mesele sorulduğu za-
rularak halifeyle mi, isyancılarla mı savaşmak gerekir? denildiğinde şu cevabı vermiştir: «Eğer isyancılar Ömer b. Abdülaziz gibi bir halifeye karşı ayaklanmışlarsa onlarla savaşmak gerekir. Aksi takdirde onları Allah’a bırakınız. Allah önce bir zalimden başka bir zalim vasıtasıyla intikam alır. Sonra da her ikisinden intikam alır.»
İZ BIRAKANLAR
Hicret Yurdunun İmamı:
23
İZ BIRAKANLAR 24
İmam Malik, «İkrah karşısında kalan kimsenin yemini muteber değildir.» hadis-i şerifini tekrarlıyordu. Medine Valisi, el-Mansur adına imam Malik’i bu hadisi rivayet etmekten menetmiş, sonra da hile yaparak biri vasıtasıyla bu hadisi ona sordurmuş, İmam Malik de, herkesin içerisinde bu hadisi tekrar etmiştir. Böylece Vali, İmamı cezalandırmıştır. İmam Malik’e kırbaç vurmakla işkence yapılıyordu. Hatta bir kolu da çekilmek suretiyle omzundan çıkarılmıştır. Son dönemlerinde hastalığı sebebiyle mescide gidemeyen İmam, ölüm döşeğine düşünceye kadar hastalığını söylemedi ve ancak öleceği anlarda onu açıklarken şöyle dedi: ‘Eğer hayatımın son günleri olmasaydı, size bildirmeyecektim. Benim hastalığım idrarımı tutamamamdır. Peygamber’in mescidine tam abdestli olmaksızın gelmek istemedim. Rabbim’e şikâyet olmasın, diye de hastalığımı kimseye söylemedim.’ O, hayatı boyunca Medine’den başka bir yere gitmemiştir. İlimde ihtiyacı olduğu her şeyin, sahih bir şekilde Medine’de bulunduğuna inanıyor, manevî havasını teneffüs ettiği Peygamber şehrinden uzaklaşmak istemiyordu. Tahsilini Medine’de yapması ve hayatı boyunca oradan ayrılmamış olmasının, onun fıkhının oluşmasındaki tesirleri büyük olmuştur. İmam Malik’in fıkıhta hocası Rabi’atu’r-Rey’dır. Bununla birlikte, onun fıkıhta derinleşmesinde ve hadis ilminde söz sahibi bir seviyeye yükselmesinde Medine’nin seçkin âlimlerinden Abdurrahman ibn Hürmüz, Şihab ez-Zuhrî, Ebu Zinad, Yahya b. Sa’id el-Ensârî ve Hz. Ömer’in azadlısı Nafi’in büyük katkıları olmuştur. O, Nafi’den Hz. Ömer (r.a) ve oğlu Abdullah’ın fıkhını ve fetvalarını iyice öğrenmişti.
İmam Malik’in hocalarını iki kısma ayırabiliriz: 1-
Fıkıh ve re’y üstadları,
2-
Hadis ve rivayet üstadları.
İmam Malik bu üstadların hepsinden ders almış, fakat her öğrendiği şeyi olduğu gibi kabul etmeyip tetkik ve tenkit süzgecinden geçirerek, bazısını kabul etmiş, bazısını da reddetmiştir. İbn-i Hürmüz’ü çok takdir ettiği halde, sözlerini tetkik
İmam Malik, güçlü hafızası sayesinde çağının ilk muhaddisi olmuştur. İmam Şafiî, onun hakkında; «Hadis gelince İmam Malik, sanki ışık saçan büyük bir yıldız olurdu», demiştir. süzgecinden geçirir ve kendisi ile münakaşa ederdi. «Her isteyen hadis ve fetva vermek için mescidde oturamaz. İyi, erdemli (faziletli) ve mescidde itibarı olan kişilerle istişare etmesi gerekir. Eğer, onlar, kendisini buna ehil görürlerse oturup ders ve fetva verebilir. Ben, ilim sahiplerinden yetmiş kişi benim buna ehil olduğuma şahitlik etmedikçe, mescidde otu-
rup ders ve fetva vermedim.» diyen İmam, ehliyetine dair yapılan şahadetten sonra bile derse başlamamış ancak hocası Rabia ile ihtilâfa düştükten sonra ders vermeye karar vermiştir. İmam Malik ‘in iki türlü ders meclisi vardı: -
Hadis dersleri,
- Vukû bulmuş meselelerle ilgili dersleri, yani fetva işleri. İmam Malik’in kendine has fıkhÎ ekolün oluşmasına tesir eden unsurlar şöyle sıralanabilir: a) İbn Hürmüz’den edindiği çeşitli fırkalar ve düşüncelerine dair bilgiler ve farklı fıkhi ve fıkıh dışındaki mezhepler ile bunların ayrılık sebepleri hakkındaki derin bilgi. b) Ashab’ın, özellikle Hz. Ömer’in oğlu Abdullah ve Hz. Aişe (r.a)’nın fetvaları ve Tabii’nin büyüklerinden İbn Müseyyeb ve diğerlerinin, rivayet yoluyla öğrendiği fetvaları. c) İlk hocası Rabi’atu’r-Rey diye şöhret bulan Rabia b. Ebu Abdurrahman’dan aldığı rey fıkhı. Ancak Rabia’nın reyi Iraklıların reyinden farklı olup, muhtelif naslar esas alınarak halkın problemlerinin çözülmesi demek olan mesalih-i mürsele esasına dayanmaktaydı. d) Çok mevsuk gördüğü ravilerden aldığı hadisler. O, hadis ilminin dinin kendisi olduğunu kabul eder ve hadis talep edenlere, hadisleri kimlerden aldıklarına dikkat etmelerini tenbihlerdi. İmam Malik, kendi usulüne dair bir eser yazmadığı gibi, bu konuda açık bir şeyde söylememiştir. Zaten, diğer imamlarda olduğu gibi o da herhangi bir ekol oluşturma endişesiyle hareket etmemiştir. Öğrendiği ilimleri, çevresinde toplanan öğrencilerine aktarırken ve problemlerin çözümü için fetva soranlara fetva verirken, dinin kendisine yüklemiş olduğu sorumluluğu yerine getirme endişesinden başka bir duygu ile hareket etmiş değildir. Onun talebeleri memleketlerine döndüklerinde, halkın meselelerini İmam
Malikî mezhebinin dayandığı deliller şunlardır: 1- Kitap: Bütün mezheplerde olduğu gibi, uyulması gereken ana kaynak, dinin her şeyini içine alan Kur’an-ı Kerim’dir. 2- Sünnet: Kitabın tefsiri mahiyetinde olup, onu açıklamaktadır. Bundan dolayıdır ki İmam Malik Kur’an tefsirinin sünnetle olduğunu kabul eder, İsrailiyyat türü haberlerin ona sokulmasına şiddetle karşı çıkardı. 3- Sahabe kavlleri: İmam Malik, hadisin yanında sahabe sözlerine ve fetvalarına da çok önem vermekteydi. O, bunları sünnetin bir parçası sayar. 4- İcma: Malikî mezhebi, diğerlerine nazaran icma’ı daha çok kullanmıştır. Ancak onun icma olarak kabul ettiği, sadece Medine ulemasının icma’ıdır. 5- Medineliler’in amelî: İmam Malik’in fıkhında Medineliler’in amelinin özel bir yeri vardır. Zira o, Medineliler’in yaşayış tarzını Sünnetin, bir tür pratik rivayeti kabul eder. 6- Kıyas: Bütün fakihlerin istisnalar hariç, ortaklaşa kullandıkları, fıkhın temel dayanaklarından biri kıyastır. Malikîler, Mesalih-i Mürsele’yi müstakil bir dayanak almış olmaları yanında, kıyasta da her zaman maslahatı gözetmişlerdir.
7- İstihsan: İstihsan, İslâm hukukunun aslî delillerinden biri olmayıp, fıkıh usulünde fer’î bir delil olarak kullanılır. Meseleleri, ortaya çıkan zaruretleri, toplumun menfaatına bertaraf etmede fakihin genel prensipleri terkedip, özel bir delile dayanarak hüküm vermesi istihsan olarak adlandırılır.
yaptığı çalışmalar sonucu eserinde 1.720 hadis kullanmıştır. İmam-ı Şafii bu eser için şöyle söylemiştir: “Yeryüzünde Kitabullah’tan sonra İmam-ı Malik’in Muvat ta’sından ziyade doğru olan bir kitap yoktur.
9- Mesâlih-i Mürsele: İnsanların iyiliği için fayda bulunanı almak zararlı veya zararı faydasından çok olanı terk etmektir.
Muvatta, bizzat İmam Malik tarafından yazılmış olmakla birlikte, ondaki fıkhî meseleler çok değildir. Onun fıkhı, derslerine devam eden çok sayıda öğrencisinin aldıkları notların kitaplaşmasıyla tedvin edilmiştir. Talebelerinin yazdığı bu notlardan Malikî mezhebinin temel kaynak kitapları olan Müdevvene, Utbiye, Vadiha ve Mevvaziye ortaya çıkmıştır.
10- Sedd-i Zeria: Sebebi yok etmek, vasıtayı ortadan kaldırmak anlamında bir terkiptir. Harama sebeb olan şey haramdır; helâle vesile olan şey de helâldir.
Malikî Mezhebinin yayıldığı yerler: Malikî Mezhebi, başlangıçta Hicaz’da yaygındı. Ancak sonraları çeşitli sebeplerden dolayı bu bölgedeki müntesipleri azalmıştır.
11- Örf ve Âdet: Malikîler’de örfün usulde saygın bir yeri vardır. Malikî mezhebinin eksenini oluşturan kaide, maslahatlardır. İmam Malik, toplumun iyiliği ve selâmetini muhafaza etmek için şeriata ters bir tarafı bulunmayan geleneklere karşı çıkmamayı bir görev saymıştır.
Günümüzde Trablus, Libya, Tunus, Fas, Hicaz, Mısır, Cezayir ve Afrika sahillerinde Maliki mezhebine mensup Müslümanlar mevcuttur.
8- İstishab: Sabit olan bir hükmün, değiştiğine delil bulununcaya kadar, olumlu veya olumsuz haliyle devam etmesini kabul etmektir.
Malikî Mezhebinin Mısır’a oradan da Kuzey Afrika yoluyla, Endülüs’e kadar uzanmasını ve buralara yerleşip hâkim mezhep konumuna gelmesini sağlayan, mezhebin şöhret bulmuş ve bizzat İmam Malik tarafından yetiştirilmiş ilk seçkin âlimlerinin bir grubu Mısır’dan ve bir grubu da Kuzey Afrika ve Endülüs’tendir. İmam Malik’in en önemli eseri kırkyılda yazdığı “Muvatta”isimli eseridir. 100 binden fazla hadis üzerinde
İZ BIRAKANLAR
Malik’in fetvalarına göre çözüyorlardı. Böylece de Maliki mezhebi ortaya çıkmıştır.
25
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM 26
BİR LAHİKA İzzeddin YILDIRIM
Y
üce himmetli, fedakâr kardeşlerim! Biz inanıyoruz ki, ilimsiz mücadele, amelsiz ilim, ihlâssız amel olmaz. Duygu ve akıl, kalbin derinliklerinde cem’ olur. Kuru bilgi değil, hal ve nazarla gelişmiş ilim esastır. Hepinizi tüm kâinatı taht-ı tasarrufunda ve hâkimiyetinde bulunduran Zat-ı Zülcelalin adıyla selamlıyorum.
Bu dava öyle ehiller istiyor ki, idealist olacak yarınları düşünecek ve onların sorumluluklarını hafifletmeye çalışacak kadar gayretli olacak, tüm mesaisini hizmete sarfeden bir himmet abidesi kadar hâl ehli olacak, her saniyesini Rabbani olarak geçirecek kadar kalbi aşk ile yanacak, her gece rüyalarında şehadeti tatmayı arzulayacak kadar…
Hizmetimiz çok derin, çok boyutlu, çok safhalı, çok müşkülatlı ve azim… Müthiş bir meydan-ı imtihandayız. Hem öğrenmek, hem öğretmek; hem inanmak, hem inanca çağırmak; hem sabretmek, hem sabrı tavsiye etmek; hem yaşamak, hem davet etmek zorundayız. Bireysel kemalata ulaşmak ve ferdi sorumluluklarımızı yerine getirmek kadar toplumsal mükellefiyetlerimiz de var. Öyle bir dine inanıyoruz ki, latifelerimizden tüm azalarımıza kadar terbiye olmamızı emrediyor. Aynı zamanda öyle bir imana nail olduk ki, müthiş bir davayı omuzlarımıza yüklüyor. İman edip de davayı üstlenmemek gibi bir seçeneğimiz yok. Bu dava sadece bizimle ve sadece bu günle ilgili değil. Öyle bir dava ki, asırlar öncesinden geliyor ve gelecek asra bizimle bağlanıyor. Ve öyle bir zatın emaneti ki, insan imtina etmeye değil yüklenmeye korkuyor. Evet kardeşlerim, bu din bize bu hayatla bağlı ve hayatımızı, hayatın tüm alanlarını kendi rengine boyamamızı emrediyor. Allah’ın dinini yaşamak ve yücelmesi için çaba göstermek…
nünü Kur’an-ı Kerim’den süzülmüş olan Risale-i Nur Külliyatından; fikri/siyasi yönünü Hz. Peygamberin (S.A.V.) bu çağdaki varisi olan Bediüzzaman’dan(R.A) alıyoruz. Yapılanmamız ise meşveret-i Şeriyye dairesinde, ihlâs ve uhuvvet düsturlarından oluşuyor. Yüce himmetli, fedakâr kardeşlerim! Biz inanıyoruz ki, ilimsiz mücadele, amelsiz ilim, ihlâssız amel olmaz. Duygu ve akıl, kalbin derinliklerinde cem olur. Kuru bilgi değil, hal ve nazarla gelişmiş ilim esastır. Madem böyle büyük ve ulvi bir dava omuzlarımıza yüklenmiş ve madem onu taşımamak kadar, ehemmiyetini kavramadan ve gereken değeri/azmi göstermeden yüklenmek arasında büyük bir fark yok; o halde o emaneti kimden geldiğinin idraki içinde ciddiyet, samimiyet ve gücümüzün son sınırına zorlayarak taşımalıyız. Ve bunun değil bir külfet, ne kadar büyük bir nimet ve onur olduğunu bilmeliyiz. Unutmayalım ki, kıymetimiz himmetimiz nisbetinde olacaktır.
Biz şükretmeliyiz ki, bu çetrefilli yolda Risale-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi gibi bir kaynağa tutunduk. Bir metin ve bir tecrübeye birlikte sırtını veren meşrebler çok azdır. Biz Risale-i Nur gibi ilmin tüm boyutlarında deruni olan, Tevhid, Risalet, ibadet, Haşir ve Adalet’ten mürekkep bir metin ile; mücadele ve tebliğden müteşekkil bir hayata sahip Bediüzzaman gibi bir şahsın tecrübesiyle önümüzü aydınlatıyoruz. Hizmetimizin ilmî yö-
Öyleyse gelin, ufak tefek sıkıntıları, dargınlıkları, önemsiz malayani uğraşları bir tarafa bırakalım; ömrümüzü onu verenin yolunda, onun iradesi çerçevesinde kullanalım. Bu esnada dua, salâvat ve niyazı unutmayalım, samimi muhabbet ve ifratane irtibatla birbirimize güç verelim. Tüm kardeşlerimize, dostlara ve talebelere selam eder, Allah’tan muvaffakiyetler dileriz. Not: Nisan 1997 tarihli Zehra Vakfı Bülteninde yer alan “Bir Lahika” adlı bu yazı Şehid İzzettin Yıldırım’a aittir.
Cemil PASLI
B
inanın sağlamlığı temeli, ağacın gücü kökü, insanın kuvveti nesli, asaleti, milletlerin potansiyeli mazisinden, tarihinden kaynaklanır. Mazi, bir millet için çok önemlidir. Mazisi olmayanın müstakbeli yoktur. O halde mazi nedir? Mazi: Bir milleti millet yapan dini, dili, inancı, geleneği, ananesi, kültürü, folkloru, bayrağı, bayrakları gibi esaslardan oluşur. Geçmişindeki bu temel esaslarına bağlı milletler gelecekte de başarılı olurlar. Ve Allah’ın övgüsüne de mazhar olurlar. Mâide Sûresinin 54. Ayeti “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” Bu ayete tarihin farklı zamanlarında farklı milletler mazhar olmuştur. İşte ayette tarif edilen özellikler mazisine bağlı, güçlü kökleri olan, sağlam temellere dayanan her milletin aynı zamanda Yüce Allah’ın emanetinin de sahibi olarak en büyük şerefe nail olacağı Kur’an-ı Kerim’de ifade edilmiştir. Peygamberimi(asm), İstanbul’un fethini müjdelerken Fatih Sultan Mehmet’i ordusuyla beraber övmüştür. O ordunun bağrından çıktı-
ğı milletin özelliklerini hepimiz tarih kitaplarından okuyoruz.25 defa kuşatılan İstanbul’u 26. seferde fetheden güç, ordu ve ordu kumandanının dayandığı milletteki “güç” tür. Bu güç yukarıda saydığımız dini, dili, geleneği, göreneği kısaca tüm mazisinden gelen manevi dinamiklerini hayatına yansıtmaktan kaynaklanan bir “güç”tü.
en adil, en kuvvetli milletleri olarak “medeniyet” in zirvesinde oldular. Bu manevi dinamiklerden uzaklaştığı zamanlarda ise gerileyerek, kısa sürede yıkıldılar. Emevi, Endülüs Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı Devletlerinin tarihlerini incelediğimizde bunu açık bir gerçek olarak görürüz. O halde bize düşen görev nedir? Mazimizi, tarihimizi iyi öğrenmek ve neslimize öğretmek. Vatanımızda tarihin somut eserleri fazlasıyla var. Sadece Çanakkale 10 cilt tarih kitabı kadar gerçekleri haykırıyor. Bu sebepten tarihimizi öğreten öğretmenlerimiz bizzat tarihi yerlerde bu dersleri vermeliler. Mesela: Büyükşehir Belediyemizin yeni yaptığı Şehitlik mükemmel bir tarih dersi veriyor insana. Dünyada kaç milletin mazisinde 16 bayrak,16 devlet vardır. Mazisini, tarihini öğrenen neslimiz mazisinden aldığı güçle geleceğe daha güvenle bakacaktır. Kendine olan özgüveni artacaktır.
Kendisi siftah eden esnafın 2. müşteriyi siftah etmeyen komşusuna göndermesini emreden Ahi kültürüne sahip olması, askerin yediği üzümün ücretini asmaya asması, Fatih Sultan Mehmet’in Kadı huzurunda başka dinden bir vatandaşla eşit şartlarda yargılanması gibi güzellikler İstanbul’un fethini sağlamıştır. Tarihi bir övgü veya sövgü alanı olarak değil bir ibret alanı olarak ele almak şarttır. Şu kesin bir gerçektir ki: Dinine, geleneğine, mazisine sıkı sıkıya bağlı olduğu zaman İslam devletleri dünyanın en gelişmiş,
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM
MÜSTAKBEL MAZİNİN AYNASI, MAZİ DE MÜSTAKBELİN TARLASIDIR.
27
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM 28
Vehbi VURAL
aklımızı yeterince kullanıyor muyuz
I
yiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan ayırma kabiliyeti olan akıl, insanı kendi davranışlarını bilmesine, yargılaması ve tayin etmesine yarayan dirayettir.
dır, ama akıllarını koruyup geliştirmemişlerdir. Evet, eğer akıl (beyin) belli bir eğitimden geçmez ise, “Çalışmayan demir paslanır” misali yerinde sayar, geriler, bazen de yok olur gider.
Hz. Peygamber (s.a.s): “Allah, akıldan daha değerli bir şey yaratmamıştır.” (1) buyuruyor. Hadis-i şeriften anlaşıldığı gibi, insanı insan yapan, onun her türlü hareket ve sözlerine anlam kazandıran, yükümlülük ve sorumluluk altına girmesini sağlayan akıldır.
İnsan, aklını kullanma yöntemlerini bilmeli, aklın çözebileceği hiçbir düğüm kalmamalıdır. A. Einstein’ın dediği gibi: “İnsan, aklın sınırlarını zorlamadıkça, hiçbir şe-
Evet, akıl insanın cevheridir, her insanda (istisnalar hariç) az-çok akıl cevheri mevcuttur. Kimi insan aklını kullanmıyor, kimisi aklını geliştirip iyi yolda kullanıyor, kimisi de aklını kötü yolda harcıyor. Bilgisayarı, uçağı, füzeyi…vs. yapan insan aklıdır. Bu örnekler gösteriyor ki, insan aklı bütün aygıtların en gelişmişidir. Nedense birçok insan, akıl hazinesini gereğince değerlendirmemektedir. Bunu nereden anlıyoruz? İnsanların çoğuna dikkat edilirse, aklı koruma ve geliştirme prensiplerine uymadıkları görülür. Konuyu iyi anlamak için, size bir örnek vereyim. Dağdaki çobanın, sokaktaki sarhoşun da aklı var-
ye ulaşamaz.” Evet, ilim ve düşünme aklın sporudur, aklı geliştirir. Nasıl ki, spor yapmayan beden hasta ise, ilim ve tefekkürden yoksun akıl da illetlidir. Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’in birçok ayeti insanı “akletmeye”, “fikretmeye”, ve “düşünmeye” davet ediyor. (2) Victor Hugo diyor ki: “Bir ulusun büyüklüğü, nüfusunun çokluğu ile değil, akıl ve erdemli kişilerinin sayısı ile belli olur.” Demek ki, akıl insana bahşedilmiş en güçlü silahtır.
?
Hakikatler, ilimle beslenen akıl ile keşfedilir. Yeter ki insan aklını koruyup, geliştirip ve gereğince kullanmasını bilsin. Günümüzde gerek dünyada ve gerekse ülkemizdeki birçok sorunun altında yatan faktör, aklımızı gereğince kullanmamaktan ileri gelmektedir. Akıl hazinesi elimizde, ama anahtarını kullanmasını bilmiyoruz. Peki, bu engin hazineye ulaşmanın yolu nedir? Bu sorunun cevabını Demokritos şu şekilde veriyor: ”Aklın üç belirtisi vardır; iyi düşünmek, iyi söylemek, iyi yapmak.” Bediüzzaman Hazretleri (r.a.) der ki: “Kalpsiz akıl olmaz. Nûr-u akıl, kalbden gelir.” (3) Demek kalpsiz, maneviyatsız akıl, çorak bir toprak gibidir, kaliteli mahsul veremez. Öyleyse, aklımızı ilim, ahlak ve maneviyat ile donatıp geliştirirsek, akıl hazinesinin tüm nimetlerini elde eder, iki cihanda da bahtiyar oluruz. O halde, daha ne duruyoruz? Haydi, aklımızı gereğince kullanmaya…
(Şehit İzzettin Yıldırım (r.h.) Ağabeyi hatırladıkça…) Servet ÖRNEK
H
ayatında iman, imanında hayat gerçeğini, hayatının her evresinde her anında gösteren büyük insanlar vardır. Bu insanlar, hilkatin nadir örneklerindendir. Şecaat ve imanı bir araya getirerek insanlığı zulmün ve inançsızlığın karanlık dehlizlerinden çıkarırlar. İnsanlığın ebede uzanan yolculuğunda, tıkandığı kilitlendiği girdapları amansız bir mücadeleyle bertaraf ederler. İzzettin Yıldırım’ın hayatı, hizmeti ve mukaddes davası, karanlıkları dağıtan bir nur meş’alesi. Bu nurun mehazı, Kur’an’i hakikatlerin ışığında, nur risalelerinin deryasında süzülen marifetullahtır. O, İslam davasının eri olmak için marifetullahın ummanına dalmanın gerekliliğini iliklerine kadar hissetmişti. Hayatını, İslam’ın mukaddes erdemleriyle donatmıştı. Sade görünümlü bir insan. Hissiyatı derin bir okyanus. Onu anlayabilmek için onunla yaşamak, onunla sevinmek, onunla olmak gerekirdi. Medyanın aldatıcı çamurlarına bulaşmak istemezdi. Etrafındakilerin de o dalgaya kapılıp, kayıp şehirleri kendilerine son durak yapmalarını istemezdi. İzzettin Yıldırım, kendine özgü bir tarz. Batıl sistemlerin kaypak, yafta tuzaklarına ve oyunlarına alet olmak onun prensiplerinin dışındaydı. Bütün hayatı, küfrün aldatıcı ve şuuru kilitleyen akımlarına karşı mücadele etmekle geçti. O, İslam coğrafyasında kekeleyen bir yığının iniltilerini kalbinin derinliklerinde yankılandığını hissetmişti. O, asrın
hastalıklarını çarpık ve aldatıcı kelimelerle, siyasi oyunlarla İslam milliyetine ilka etmeye çalışan ve bin üç yüz yılı aşkındır insanlığa iki cihanın saadetini temin eden bir yaşam tarzını -Allah ve Peygamber sevgisini- sinelerde söküp yok etmeye çalışan batıl güruhlara karşı amansız bir mücadele verdi. Bildiği hakikatler
kir. Tarihin altın sayfalarında bunun tecessüm etmiş örnekleri, parlayan birer güneş. Ağaç kovuklarında testerelerle biçildiler, inançları için yerin altında karanlıklarda ama gönüllerinin aydınlığında yaşadılar. Kızgın çöllerde kaya parçalarını bedenlerinin üzerinde taşıdılar ve İslam için her türlü acıya göğüs gerdiler. Bedenlerinin karanlık zindanlarda kalmasını, İslami erdemlerle donatılmış fikirlerinin batıl akımların gölgesinde kalmasına tercih ettiler. “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışır ve ALLAH’a inanırsınız.”. Hakikati bu nadir şahsiyetlerin varlığına işaret eder. ”içinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” gerçeği de onların davalarının mukaddesliğini haber verir. İzzetin Yıldırım, küfrün bozuk sistemine alet olup onların istekleri doğrultusunda yaşamak yerine, ruhunu Allah’ın engin rahmetine teslim etti. Bu onun faziletinin ve yalçın bir irade olmasının en metin sırrıdır.
uğruna ölümün bir istihkar dersi olduğunu anlamak isteyen şuur, İzzettin Yıldırım’ın bağrındaki adsız uğultuya kulak vermelidir. İslam davasının eri olmak için yerinde ağır bedeller ödemek gere-
Allah’ım: “Muhammed’in nefsini kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi, sonra tekrar savaşıp öldürülmeyi ne kadar isterdim.” Diyen Peygamber Efendimize ve onun al ashabına salât ve selam olsun. Ve senin yolunda Şehit olanlara sonsuz rahmetini dilerim.
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM
SİSLİ GÖKLERDE IŞIK SAÇAN BİR GÜNEŞ
29
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM 30
ÖZGÜRLÜK ÖZGÜRLÜK MESELESİNE BİR BAKIŞ Ayhan SAĞMAK
M
addenin özü ağırlık, insanın özü ise özgürlüktür. ’diyen Hegel için, gündelik ihtiyaçları birincil önem taşıyan modern insan ne anlama gelirdi? Kuşkusuz insanın özü özgürlüktür. Hegel bunu ontolojik bir gerekçeye dayandırmakta da haklıdır. Ancak ne var ki modern çağın insana sundukları, insanın özgürlükle mesafesini gün be gün açmaktadır. XIX. yüzyıldan itibaren, daha nasıl özgürleşebiliriz sorusu sıklıkla sorulmaya başlandı. Aydınlanma rüyası, “din” kabusundan uyanmakla yaşanabilirdi. Bilimde pozitivizm, felsefede materyalizm, edebiyatta ise realizmin yoğun tema olarak işlenmesiyle dine ve kültüre ait alanın iyice seyreltildiğine tanık oluyoruz. Bacon’un bilime yaklaşımı, bilimi kaba güce indirgerken Nietzche ise bununla kalmayıp bu gücü zayıf ve ezilmişler aleyhinde kullanmakta bir beis görmedi. XX. yüzyılın ilk yarısı “bilimsel fanatizm”in acı faturasıyla, başını Batı’nın çektiği iki dünya savaşını insanlığa ödetmiştir. “Yeryüzü cenneti” adına cehenneme çevrilen bir dünya bizzat pastadan pay kapma adına yola çıkılmıştır. Manipülasyona her zaman açık olan özgürleşme, milyonlarca insanın canına mal oldu. Yayılmacı ve sömürüye dayalı müdahaleler özgürleştirme adına yapıldı. Özgürleştirme tanımı özünde sorunlu bir kavramı çağrıştırıyor. Tanımı gereği özgürlük insanın kendi iradesiyle ama hiçbir harici müdahalenin etkisi olmadan ortaya çıkan esenlik halidir. Kavrama bu perspektiften bakmak, bu kavram ekseninde dönen tartışmaları daha sağ-
MESELESİNE BİR BAKIŞ lıklı bir zemine oturtmamıza imkan sağlayabilir.
ları aynı düzlemde görmemize olanak sağlıyor.
Batı’nın özgürlük karşısındaki konumu genel itibarla Marksizm ve Hristiyanlık çerçevelerinden anlaşılır. Marksizm özgürlüğü insanın aşkın ideallerinden soyutlayarak tanımlar. Sınıfsal bağlam burada ihmal edilmez. Proletarya eninde sonunda bir gün prangalarından kurtulacaktır. Hristiyan teolojisinde ise tersi bir konumlamayla karşı karşıya kalırız. Bedenin direnci zayıfladığı oranda ruhun özgürlüğü de gerçekleşecektir. Bireysel olanın tercih edildiği buna mukabil toplumsallığın yadsındığı anlayışın hakim olduğu özgürleşmede bir tarafın eksik kaldığı hem Marksist ideolojide hem de kilise teolojisinde apaçık görülüyor.
Özel mülkiyet, toplumsal refah gibi kavramlar her ne kadar birbirleriyle karşıt bir durumda gözükseler bile her ikisi de bireysel ve kitlesel olanın ihtiyaçlarına karşılık gelir. Bireyin ve toplumun iktisadi hürriyeti bu dualizm sayesinde mümkün olabilir. Üretim ilişkilerinde tekelciliğin baskın bir rol oynamasına karşılık kişisel hak ve özgürlüğün denge unsuru olarak öne sürülmesi bize önemli bir ilkeyi çağrıştırıyor: Birey ve toplumun hak ve hukuku, başka hiçbir egemen tarafından keyfi bir surette ihlal edilemez. Aksine her türlü baskı mekanizmalarına karşı korunmalıdır. İslami hukukta geçerli olan tedbirlerde dahi ferdin ve sosyal hayatın korunması temel bir ilkedir.
İslam’ın özgürleşmeye bakış açısı, bu her iki noktayı dikkate alarak şekillenir. Birini yadsıyıp ötekini pas geçerek değil; her ikisini birden bir potada eritmeyi hedefler.’’Bir millet kendini değiştirmedikçe Allah da onların durumlarını değiştirmez.’’ayeti toplumsal olanı;’’Nefsini ıslah eden kurtuluşa ulaşmıştır.’’ayeti de bireysel olanı gözeten bir eksene sahiptir. Hristiyanlık ve bütün öteki uzak doğu dinleri , “ben”den başlayıp yine geldiği noktaya “ben”e ulaşmışlardır. Özellikle İ.S. 2.yüzyıldan itibaren Hristiyanlık ruhun bu dünyaya yabancı oluşundan hareketle salt tinsel alanla ilgilenmiştir. Kilisenin kurum olarak tarihteki rolü bu konumu daha da pekiştirmiştir. Hristiyanlık ve Marksizm’in birbirine ters düşen yaklaşımlarına rağmen temelde özgürlük meselesine tek yönlü bakmaları aslında on-
Özgürlüğün tanımı bile belirli bir sınırlandırmayı (en azından ‘öteki için) beraberinde getirir. Zira kavramlar bize bir sınır ya da ne bileyim çerçeve çizmekten başkasını vermezler. Aynı şekilde başkaları tarafından kabul görmek istediğimiz ve özgürlük etiketini yapıştırdığımız her tavır bizi yanıltmaktan öteye gitmeyecektir. Meseleye teorik veya pratik vecheden bakmak, çözümü geciktirmekten öte bir işleve yaramayacaktır. Hristiyanlığın ve Marksizm’in tarihsel deneyimi bunu bize ispatlar vaziyette. Batı’nın tekelci ve tek yönlü perspektifi yerine kucaklayıcı bir önerinin sunulması sayesinde, içinde bulunduğumuz kimlik bunalımını da çözüme kavuşturması kuvvetle muhtemeldir.
nayasalarında “şiddetten başka dil kullanılamaz”ı ilke edinenlere...)
arasında! Medet olmuş, hayat olmuş, barış olmuş,sığınak olmuş o kanlı dişler....
Gözlerin gördüğüne akıl inanmak istemiyor. Çünkü gözlerin gördüğü şiddettin bir yansıması... Evet şiddet(!) Hem de öyle bir şiddet ki; anneye yavrusunu aç ve susuz ortada bıraktıran bir şiddet. Aslında gözlerin gördüğü şiddet değildir. Adını çağların koyamadığı bir şey... Nasıl bir şey diye sorarsanız, ben de bilmiyorum. Ama öyle bir şey ki; anneyi acımazlaştıran, merhamet duygusunu körelten bir şey...
Anne kuşun topladığı rengârenk ve toprak kokan o doğalımsı çiçekler, nar kırmızısı kanlarla büyülemekte. Gözyaşları pınar olmuş kanları silip götürmekte. Akan gözyaşları canavarın boğazından geçip onu beslemekte. O, canavarını kendi gözyaşlarıyla beslemektedir. Ya yavrularını ne yapmalı, onları neyle beslemeli?..
Anne kuş, yuvasını canavarın ağzının içinde, dişlerinin arasında yapmış. Her şey o iki çeneye bağlı. Anne kuş, dışarıdan taptaze çiçekler toplayıp getiriyor. Yavrularına yuva yapmak için. Ama nerede biliyor musunuz? Canavarın kanlı dişleri arasında... Ya canavar ağzını kapatırsa, çenelerini kelepçelerse?.. Hayatlar, yaşamlar, canlar bitecek. Anne kuşun tek isteği; her şey adına, onurlu bir yaşam... Canavar ağzını kapatmayacak ve hayat devam edecek. İşte böyle bir barış, böyle bir yaşam, böyle bir güvence, kanlı bir güvence(!) Kanlı dişlerle anne kuş ve yavrular bütünleşip, bir olacaklar. Birbirileriyle barışık olacaklar... Peki ya canavar unutup ya da uykuya dalıp da ağzını kapatırsa? Bu nasıl yaşam, nasıl barış, nasıl güvence?.. İki çene arasındaki dişlerin kelepçelenmesine endekte edilmiş bir yaşam(!) Her an ölüp tekrar dirilmektir. Kanlı dişli canavar, ha bire çenesini oynatmakta. Yaşamlar çenelerin kapanmasında saklı(!) Anne kuş ise yavrularına yuva yapmakta, onlara gelecek hazırlamakta canavarın kanlı dişleri
Ağaç kovuklarında, dere kenarlarında, kayalıklarda kurşun sesleri inliyor. Barut kokusu her tarafa sinmiş. Her yer çığlık çığlık olmuş. Medet olmuş(!), sığınak olmuş(!), canavarın kanlı dişleri(!) Çığlıkları boğazlarına yürüyor. Geceyi kurşun kurşun aydınlatıyor, yıldızları karanlıkta bırakıyor mermilerden çıkan kıvılcımlar. Çığlık çığlık olmuş sesleri boğuyor. Tak!.. Tak!.. Tak1.. Sesleri. Feryatlar arşa yükseliyor. Annelerin çaresiz elleri göğe doğru kalkıyor. Gözyaşları kurumuş toprağı ıslatıyor. Çaresaz olmak istiyorlar çaresizlere. O akan gözyaşları, kalkan eller, bükük boyunlar... Bir umut; geceyi aydınlatan, karanlığı dağıtan bir ışık bekliyorlar. Ama umut yerine kurşun, ışık yerine fişekler atılıyor. Barut kokusu içlerine sinmiş. Artık kaçınılmaz olmuş o barutlar. Minnacıkların kalplerindeki istemeler çığlık çığlık olmuş. Bir umut bekliyorlar. Ölüm kadar özel ve ölüm kadar güzel bir umut... Kurşun sesinde, umarak, gönülden, sessizce, gizlice, ısrarla, seher vaktinde, gecenin karanlığında, barut kokusunda... Gözyaşlarında boğulanlar, yavrularını kurşun kurşun yitirenler...
Seyithan KAYA Bir şehrin kalp atışlarıydı dinlemeye koyulduğum. Annelerinin mezar taşlarına sokulmuş ağlıyor çocuklar. Durduğumuz yerden omuzlarının sarsıldıklarını görebiliyoruz. Onlar çenelerinden süzülen kocaman yaşlarla, ama sessiz ve hıçkırıksız ağladılar, ağladılar, ağladılar... Onlar ölüm kadar soğuk, ölüm kadar sessiz, ölüm kadar tepkisiz ve ölümden de kaçamayacak kadar çaresizler. Yaşları bir-üç arası, yüzleri soğuk ve mavimsi, elleri küçücük ve buz tutmuş. Ve ciğer söken haykırışlar: Anne! Anne! Anneciğim!... İnsanlık ölümlü bir uykuda sanki. Anneyi acımasızlaştıran barut, insanlığı duyarsızlaştırmış. Gecenin karanlığında ve kurşun sesinde iki minnacık el duaya durmuş. Sadece kendisi için değil! Savaşlarda kaybedilen bütün çocuklar için. Epilaq: Gecenin karanlığında yalnız başınıza bir odadasınız. Yanınızda kimsecikler yok, yapayalnızsınız. Ve de o odada yaşamaya mecbursunuz. Çünkü başka barınağınız yok. Ama yanınızda, yanı başınızda, dizlerinizin dibinde, üzerindeki kanlar daha yeni pıhtılaşmış bir ceset yatıyor. Önce parmaklarınızın ucuyla yavaşça dokunuyorsunuz. İrkilip ellerinizi geri çekiyorsunuz. Sonra kendinizi alıştırmak için tekrar tekrar dokunuyorsunuz. Pıhtılaşmış kandan parmaklarınızın arasına alıp, sıvazlayıp, okşuyorsunuz. Bir daha deniyorsunuz. Bir daha... Bir annenin yavrusunu sevip, okşaması misali, sizde o kanı okşayıp, seviyorsunuz (!) O kan sizin için umuttur artık. Değil mi? Kan hiç umut olur mu? Olur(!) Olur(!)
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM
KAN HİÇ UMUT OLUR MU ? A
31
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM 32
SUSMANIN HALLERİ Neşe GÜMÜŞ
S
ustum… Suçluymuşçasına…
Söylenecek bir şey kalmamıştı. Kelimeler terk etmişti beni. Fikirlerim çıplak kalmıştı. Mahrem diyarların garip yolcusuydum. Açılmayan kapıların acısıyla sızladı yüreğim. Biliyordum suskunluğa gebeydi suçluluğum. Kalemim ve kâğıdımın bu sancıyla kıvranacağını biliyordum. Suskunluk bir derin kuyuydu. Attım kendimi kuyuya ve kayboldum. Arayanım yoktu, bulacağım bir şey de. Zindanda çürümeye bırakılan bir mahpusun çıldırtıcı sessizliğiyle bekledim. Ya sabır çektim uzun gecelerde. Gündüzü unuttum, dünyam karanlık oldu. Güneşi unuttum, ışığım ayın suya düşen aksi oldu. Gürültüyü unuttum, tek ses duvardaki kurtların fısıltıları oldu. Sustum, suçluydum. Kendimi kuyuya atışım Raskolnikof’u anlıyor oluşumdandı. Sustum, yalnızdım. Raskolnikof’dan başka konuşabileceğim kimsem yoktu. Raskolnikof vicdanımdı. Ben sustum, o konuştu. O konuşmalıydı, ben susmalıydım. Çünkü o susarsa ben kuyuda boğulacaktım. O susarsa Yusuf’a yapılan ihanetle yeniden kuyuya atılacaktım. O sussa kuyudan çıkan ben değil, Yusuf değil, öz çocuklarını yiyen Satürn olacaktı. Sustum… Konuşurmuşçasına… Bu kez çığlıklarımın suskunluğunu yaşıyordum. Kader insanı en kötü neye mahkûm edebilir derseniz kendine diye cevaplarım. Günlerce çığlıklarımın içimdeki yankılarını dinledim biçare. Suskunluğu seçmek değil, suskunluğa mahkûm edilmekti bu. Fildişi kuledeki adamın haliydi halim. Tek farkım fildişi kuleyi kendim seçmemiştim, beni duymak istemeyenler tarafından hapsedilmiştim oraya. Bağırabilmek değildi suskunluğumun ilacı. İnsan-
ların kulaklarındaki pamukları çıkarabilsem, bağırmasam da duyacaklardı beni. Sesimi duymaları demek beni fark etmeleri demekti. Ve beni ancak fildişi kuleden kendimi atarsam fark edeceklerdi. Ölürsem ebediyen susacak, muhtemelen badem gözlü bir kör de ben olacaktım. Eflatun “mağaradakiler”’e yalvarıyordu aydınlığı bulmaları için. Kollarından tutup çekiştiriyordu. İstiyordu ki hakikat karşısında gözleri kamaşsın mağaradakilerin. Ben kendimi atsam çok muydu? Ama yokluğa
“La…” Bütün suskunluklarımın özü olan asıl “La” yı hatırlayarak… değil, öyle bir bolluğa atmalıydım ki kendimi ölümümle toprak yeşermeliydi. Sustum… Özlüyormuşçasına… Düşlerimde özlemenin tezahürleri vardı. Hasretin suskunluğu olmalıydı bu. Konuşabiliyor olsan da, duyulamayacak olmanın; mazilerle, hayallerle avunacak olmanın acı suskunluğu… Cümlelerin kâğıtlara sinmediği mazrufların, kanadı kırık güvercinlerin, yaralı maralların diyarı olmalı burası da. İnsanların en çok vakit geçirdiği suskunluk durağı bu-
rası olmalı. Mona Lisa burada çizilmiş olmalı, çağlara meydan okuyan aşk şiirleri burada yazılmış olmalı; Bethoven’ ın ünlü 9. Senfonisini bestelediği suskunluk durağı burası olmalı. Bir münzevinin en tatlı sığınağı belki de aslında. Fuzuli, Mevlana, Yunus hep bu suskunluk durağında soluklanmış olmalılar. Burada ben de sustum çünkü burada dil de, kelam da, fikir de susardı. Tek gönül konuşurdu, kulaklar dinlerdi. Sustum ‘Konuş ey gönül’ diyerek. Anlatacak ne çok şeyi vardı. Onu dinledikçe, duydukça, anladıkça aslında en çok bu durakta konuştuğumuzu hissettim. Çünkü bu durakta soluklananların sesleri hala asırlar sonra bile yankılanıyordu. Sustum… Ölüyormuşçasına… Artık her istediğimde susmak, her istediğimde konuşmak gibi bir lüksüm yoktu. Suskunluklarım de konuşmalarım da tek varlık içindi. Ezeli ve ebedi bütün suskunluklarım yaratıcıyaydı. Kelimelerin ve düşüncelerin menzili yaratıcıyaydı. Bu kez ne Cahit Sıtkı gibi susmuştum, ne de Mevlana gibi. Bu tamamen bana mahsustu, ‘ben’ce bir susma… Siması, bedeni, sesi hep bana benziyordu. Azrail’in gürültüsü benim suskunluğumu mağlup edemedi. Çünkü ben diğer bütün susuşlarımda Yaratıcı ile konuşma halindeydim aslında. İnsanlar konuşmalarıma beyhude bakışlar atarken, Yaratıcı bütün suskunluklarımı duyuyordu. Sustum; asıl konuşma vaktinin geldiğini bilerek. Sustum; ölümün suskunluğunu yenerek. Sustum; dilime yaklaşan gürültüleri hissederek. Ve şöyle dedim en son: “La…” Bütün suskunluklarımın olan asıl “La” yı hatırlayarak…
özü
arih milletlerin hafızasıdır. Nitekim ilk insanlardan beri tarih olduğu gibi, tarih de insanlık tarihi ile var olagelmiştir. Hz. Âdem’den itibaren tarih anlatılmıştır. Semavi kitaplar da insanların başından geçen ve peygamberlerle gönderildikleri toplumlar arasındaki diyaloglar ile İlahi tecelliyatın sonuçları anlatılmıştır. Tevrat’ta eski kavimlerin başından geçen olaylar daha detaylı olarak anlatılmaktadır ve tarihsel olaylar geniş yer tutmaktadır. Avrupalılar tarihin başlangıcını M.Ö 3200’de Sümerlerin yazıyı bulmasıyla başlatmışlardır. Hristiyan dünyası Hz. İsa’nın doğumunu milat olarak kabul etmişlerdir, yani tarih için 0 (sıfır). Hz. İsa’nın doğumundan öncesi için İÖ (İsa’dan önce) veya MÖ (Milattan Önce), doğumundan sonrası için ise İS (İsa’dan sonra ) veya MS (Milattan Sonra) diye ikiye ayırmışlardır. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de de eski kavimlerin başından geçen kıssalar ibretlik için anlatılmıştır. Onun için Kur’an’a inanmayan müşrikler bu gelen ilahi mesaj için eskilerin masalları diye yaygara çıkarmışlardır. Biliniz! Hakiki vukuatı kaydeden tarih hakikate en doğru şahittir. İşte tarih bize gösteriyor. (İçtima-i Dersler) Tarihler ibret alınacak örneklerle doludur. Ama tarihten gerekli tecrübeler alınmadığı için Mehmet Akif ERSOY’ un ifadesiyle “Eğer ders alınsaydı hiç tekerrür eder miydi tarih” aynı olaylar yüzyıllardır tekrar yaşanmaktadır. Tarih çoğunlukla devletlerin menfaatlerine ve siyasi rejimlerine göre yazılır. Her ülke sadık, milliyetçi ve vatansever bir vatandaş yetiştirmek idealine göre bir ta-
rih ders programı hazırlar ve ideolojisini yaymaya çalışır.
Bundan dolayı hakikate en doğru şahidi bulmak pek kolay olmuyor. Bediüzzaman, tarihi olayları çoğunlukla İslam dünyasından ve delilleriyle örnekler vererek açıklar. Hatta Rus’u mağlub eden Japon başkumandanının İslamiyet’in hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: “Hakikat-ı İslamiyet’in kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini –tarih gösteriyor– ve ehl-i İslâm’ın hakikat-ı İslâmiye’de zafiye-
cih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avamın delilsiz, taklidî bir surette başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka meseledir. Halbuki, bütün dinlerin etbaları ise —hatta en ziyade dinine taassub gösteren İngilizlerin ve eski Rusların— muhakeme-i akliye ile İslamiyet’e dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat’î bürhan ile İslamiyet’e girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.( İçtimai Dersler (HUTBE-İ ŞAMİYE – Sayfa :42)) Bediüzzaman kıyamet alametlerini anlatırken tarihi tecrübelerinden faydalanır. Mesela, Deccal olayını anlatırken Rusya’daki esaret günlerinden örnek verir: “ON İKİNCİ MESELE: Rivayetlerde var ki: “Deccalın birinci günü bir senedir, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü bir gündür.” (Gaybı ancak Allah bilir.) Bunun iki tevili vardır:
ti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor.” Sâir dinler ise bilâkistir. Yâni, salâbet ve taassublarının zafiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salâbet ve taassublarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilâllere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş. Hem asr-ı saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakîni ile ve İslamiyet’e ter-
Birisi: Büyük Deccalın, kutb-u şimalî dairesinde ve şimal tarafında zuhur edeceğine kinaye ve işarettir. Çünkü kutb-u şimalînin mevkiinde bütün sene, bir gece, bir gündüzdür. Bir gün şimendifer ile bu tarafa gelse, yaz mevsiminde bir ay mütemadiyen güneş gurub etmez. Daha bir gün otomobil ile gelse, bir haftada daima güneş görünür. Ben Rusya’daki esaretimde bu mevkiye yakın bulunuyordum. Demek büyük Deccal, şimalden bu tarafa tecavüz edeceğini mucizane bir ihbardır. (Şualar s.528)” Bütün fenni ilimlerin müterakim bir şekilde ilerlemesini sağlayan da yine tarihtir.
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM
T
BEDİÜZZAMAN Osman AKIN ve TARİH
33
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM
MUSTAFA SUNGUR’DAN BEDİÜZZAMAN’A MEKTUP
34
D
ört sene evvel Üstadımız, hastalığı yüzünden beni Ankara’da Risale-i Nur’un mahkemeleri ile alâkadar işlerini takibi için tevkil ettirdiği zaman, bazı mebuslara gönderdiğimiz ilişik mektubumuzu yeniden sizlere ve muhterem mebusların nazar-ı irfanlarına takdim ediyoruz. Buna sebeb, aynı meselenin devam etmesidir. Bilhassa son aylarda şark vilâyetlerinde kurulması için teşebbüse geçilen yeni üniversitedir. Risale-i Nur’un bu otuz senelik zamanda dahil ve hariçteki fevkalâde intişarıyla her tarafta hüsn-ü tesiri ve şark vilâyetlerinde
elli beş seneden beri büyük bir dârülfünunun kurulmasına çalışması, birbirini takib eden ve birbirini tamamlayan bu zamanda âlem-i İslâmı şiddetli alâkadar eden iki mühim meseledir. Bu iki netice-i azime; hem bu milleti, hususan şark vilâyetlerini hem dört yüz milyon İslâm milletlerini, hem sulh-u umumiye muhtaç Hristiyanlık dünyasını da alâkadar edip ve tesirini gösteren medar-ı iftihar iki ehemmiyetli hadisedir. Ve İslâm dininin ve Kur’an hakikatlerinin küllî ve umumî iki naşiri ve ilâncısıdır. Üstadımız elli beş seneden beri azamî gayretle ve müteaddid ve-
silelerle Şarkî Anadolu’da Camiü’lEzher’e muvafık Medresetü’z-Zehra namıyla bir İslâm üniversitesinin kurulması için çalışmış ve bunun kat’î lüzumunu daima ileri sürmüştür. Reis-i cumhura ve başvekile hitaben onları bu meseleden tebrik eden Üstadımızın yazısında denildiği gibi, Şark dârülfünunu, âlem-i İslâmın bir nevi merkezinde olarak beyne’lİslâm medar-ı iftihar bir makam kazanacaktır. O vilâyetlerde medfun çok aziz ve mübarek binlerle ulema ve arifîn, şühedâ ve muhakkıkîn ecdadlarımızın mazideki pek kıymetli ve kudsî hizmet-i diniyeleri, manevî, baki hasletleri, bu dârülfünunla dahi tecessüm ederek vazife-i imaniyelerini daha geniş bir sahada yapacaklardır. Şark Üniversitesinin bir nevi programı olmaya lâyık üssü’l-esas dersi ise, Kur’an-ı Hakîmin hakaik-ı imaniyesini tefsir eden ve bütün meselelerini fünun-u akliye ile ve delâil-i mantıkıye ve müsbete ile tesbit ettiren ve makulatla ders veren Risale-i Nur’dur ki; yeni asrın üniversitelerinde ve mekteblerinde okutulmaya şayandır. Risale-i Nur, şarkî Anadolu’da yer yer kurulmuş ve yüzyıllardan beri o havalide manevî âb-ı hayat menbaları vazifesini görmüş bulunan medreselerinin ve üstadlarının bir talebesi vasıtasıyla zuhur etmiştir ki; bu son münevver meyveleriyle o muhterem üstadlar, yeniden vazife başı-
Evet, Şarktaki ilim ve irfan faaliyetinin bir semeresi ve netice-i külliyesi olan Risale-i Nur, şark dârülfünûnunun İslâmiyet noktasında bir programı olması hasebiyle İslâmiyete, bu millete ve âlem-i İslâma hizmete çalışanları şiddetle alâkadar etmektedir. Ve şimdi Amerika’da ve Avrupa’da Nur Risalelerini istemeleri ve onlarda intişarı bu müddeamızın fevkalâde ehemmiyetini gösterir.
DÜŞÜNCE-DENEME-YORUM
na geçip vazife-i tenviriyelerini ve hizmet-i Kur’aniyelerini bu suretle cihan-şümûl bir vüs’ate inkılâb ettirmelerini bütün ruhumuzla ümid ve rahmet-i ilâhiyeden temenni ve niyaz ediyoruz. Bu duamıza zaman ve zeminin şerait-i hayatiyesi ve müsalemet-i umumiyenin lüzumu da “Âmin, âmin!” diyor ve diyecektir.
TAZİYE Rahmet-i Rahman’a kavuşan Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin talebelerinden Mustafa SUNGUR Ağabeye Allahtan Rahmet ve sevenlerine başsağlığı dileriz.
ORTAK ZEMİN DERGİSİ
35
TOPLUM VE AİLE 36
MAHREMİYET BİLİNCİ Mehmet TAŞ
S
on zamanlarda beynimizi acıtan, kalbimizi sızlatan, vicdanımızı yaralayan, insanlık ayıbı olaylar yaşayabilmekteyiz. Neden mi bahsediyorum ? Cinsel Tacizler… Cinsel Sapıklıklar… Çocuk İstismarları… Bu konunun haberlerini gazete ve televizyonlardan sıkça duyuyor olduk. Bir o kadarı da basına yansımayan gizli kalmış yönleri düşünüldüğünde ciddi bir Sosyal Problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Neden Cinsel Tacizlerin yaşandığını hiç düşündük mü ? Gelin hep birlikte yeniden düşünelim. Cinsel Taciz, Cinsel Sapıklıklar, Çocuk İstismarları ve bu konuda yaşanan mağduriyetlerin bir çok nedeni olduğu gibi temelinde ise aile içerisinde verilen Mahremiyet Eğitiminden kaynaklanmaktadır. O halde mahremiyet nedir ne değildir bu konunun netlik kazanması gerekmektedir. Mahremiyet, Arapça “haram” kelimesinden gelir ve “haram olma hali” demektir. Yasak olan şeyler haramdır. Haram olan şeylerin yasaklılık haline ise “mahremiyet” denir. Hatta “dokunulmazlılık da” diyebiliriz. Mahrem ve mahremiyet kelimeleri, özellikle Aile Hukuku sahasında özel bir kullanım kazanmışlardır. Mahrem kelimesi, neredeyse sadece evlenmeleri ebediyen haram olan yakın akrabalar için kullanılır olmuştur. Bu yakın akrabalar arasındaki ebedi evlilik yasağına da “mahremiyet” ismi verilmiştir. “Nâmahrem” ise ebedi evlilik yasağı bulunmayan kadınlar ve erkekler için kullanılmıştır*. Mahremiyet kelimesi insan vücudu için, özellikle cinsel arzulara konu olması açısından kullanıldığın-
da, cinsel dokunulmazlık anlamına gelir. Bu durumda mahremiyet, insan vücudundan bakılması, dokunulması ve hakkında konuşulması haram olan bölgeleriyle ilgili dokunulmazlık halidir. Mahremiyet kelimesi bu anlamda kullanılmakla birlikte, bu anlamdan hareketle kişinin özel alanı, gizlilik gibi anlamlarda da kullanılmaktadır. Tanımlamalardan hareketle bu gibi mağduriyetlerin yaşanmasını istemiyorsak mahremiyet bilincinin verilmesi ihmal edilmemeli, yapılan yanlışlar görmemezlikten gelinmemeli, çocuk anlamaz deyip rahat hareket edilmemelidir. Özellikle toplumumuzda “yabancı mıyız” v.b düşünceler bu konudaki sıkıntıların başlangıç noktası olduğunu unutmayalım. İnsan kendi yaşamsal varlığını ve psikolojik sağlığını korumaya çalışırken özel yaşamın sınırlarını belirleyerek mahremiyetin koruyuculuğuna sığınır. Çünkü mahremiyet insana özgüdür ve onun özelidir, kendisine hastır, biricik ve tektir. İnsani bir ihtiyaçtır. Başkasına ait değildir. Başkasının görmesi, bilmesi, fark etmesi onu özel yaşamına zarar vereceği gibi yaşamsal varlığını ve psikolojik sağlığını tehdit eder. Hatta Mahremiyet Bilinci kişiyi özgürleştirir. Mahremiyetine gelen zarar ölçüsünde özgürlüğü kısıtlanmış olur. Bireyden hareketle toplumun Mahremiyet Bilinci ne kadar çok gelişirse Kişisel sınırlarda o derece iyi korunur ve Cinsel Taciz, Cinsel Sapıklık, Çocuk İstismarları v.b sıkıntıların yaşanma yüzdeliği ciddi anlamda azalır.
Her eğitim gibi Mahremiyet Eğitimini de, Mahremiyet Anlayışını da yani Utanma Duygusunu ebeveynler çocuklarına küçük yaşlardan itibaren kazandırmaya çalışmalıdırlar. Sağlıklı bir Mahremiyet Anlayışı ya da Mahremiyet Duygusunu geliştiren çocukların Cinsel İstismara maruz kalma riski daha da azalmaktadır. Mahremiyet Anlayışı ve Mahremiyet Duygusu çocuğu Cinsel İstismarlara karşı koruyan bir kalkandır. Mahremiyet Anlayışı ve Mahremiyet Duygusunu kazanan çocuklar sağlıklı bir Cinsel Kimlik gelişimi göstermektedirler. Çocuğumuza Mahremiyet Anlayışı ve Mahremiyet Duygusu kazandırmaya çalışırken zorlayarak, korkutarak, döverek yaklaşmamaya dikkat etmeliyiz. Aksi taktirde ya söylenenin zıddını yapan yada yaşadıklarını, duygularını, düşüncelerini konuşmayan, özgüveni eksik bireyler karşımıza çıkar. Özgüveni eksik bireyler bir çok alanda İstismara uğrayabilmektedirler. Mahremiyet Anlayışı ve Mahremiyet Duygusunun gelişmesi için özellikle ve öncelikle aile içerisinde dikkat edilmesi gereken noktalar vardır. Bunlar; • Gece ve ya gündüz odalara girerken kapıyı vurmak ve sesli olarak izin istemek. İzin verildiğinde içeri girmek. • Ev içinde kılık kıyafetlere dikkat edilmeli, iç çamaşırlar ile ev içerisinde gezilmemeli, mahremiyet eğitimine zarar verici kıyafetler giyilmemelidir. • Çocuklarımız 3-4 yaş itibari ile çıplak bırakılmamalı, avret mahal-
lerinin başkaları tarafından görmelerinin doğru olmadığı bilgisi verilmeli. İlerleyen yaşlarda giyinmeleri başkalarının önünde yapılmayıp kendi odalarında yapılması bilinci verilmelidir. • Çocuklarımızın tuvalet ihtiyacı 3-4 yaş itibari ile başkalarının önünde yaptırılmamalı, tuvaletin kapısının kapalı tutulması gerektiği öğretilmeli. • Kız ve erkek çocukların 10 yaş itibari ile yataklarının ayrılması. Hatta ergenlik döneminde mümkünse odalarının da ayrılması. • Aile içinde Mahremiyet sınırlarına özen göstermek. ”Yabancı mıyız?” şeklinde olumsuz düşünmemek. Aile içerisinde Mahremiyet Sınırlarının olması gerekir. Bu sınırlar olmadığında, kuralsız bir yaşam Aile İçi İstismarlara sebebiyet vermektedir. • Bireyin Cinsel Kimliğinin farkında olması ve başka insanlarla olan iletişiminde özel sınırlarını koruyabilme bilincinin gelişmesi. Çocukluktan itibaren giysilerine dikkat edilmesi. •Çocuklarımıza gerektiğinde “Hayır” diyebilme becerisinin kazandırılması. • “İyi-kötü dokunmanın” ne olduğunun çocuklarımıza öğretilmesi. • Başkalarının evlerine girişlerde kapı zilinin çalınması ve izin verildiğinde selam verilerek içeri girilmesi. İzin verilmediğinde geri dönülmesi • Başkalarının evlerine girişlerde kapı zilinin çalınması ve kenara çekilip beklenilmesi. Kapının açılması durumunda aniden kapıyı açanı görmemek ve ev içerisini hazırlıksız halde görmemek.
titiz davranmalıdırlar.
• Başkalarının evlerine girişlerde kapı zilinin çalınması sonrasında içeriden gelen kim o sesine verilecek cevapta belirsiz bir şekilde benim şeklinde değil de ben falan kişi, filan kişiyi sormak için geldim diyerek tanıtıcı bilgi vererek izin istenmesi. • Erkek ve ya kadın cinsel hayatlarını açığa vurup bir başkasıyla paylaşmaması. • Cinsel içerikli şakalardan uzak durulması, hatta hiç yapılmaması. • Erkek veya kız çocuklarının ergenlikle birlikte vücutlarındaki değişimden haberdar olması, bu değişimden utanç duyulmaması bilinci verilmesi. Vücutlarındaki değişimden dolayı Suçluluk duygusu yaşanılmasının önüne geçilmeli. • Ebeveynler erkek veya kız çocuklarının ergenlik öncesi cinsel yaşam üzerine gerçek ve sağlıklı bilgiler vermesi. • Televizyon izleme kültürümüzde seçici davranmalıyız. Fiziki yapıları ve davranışları gereği, kafada ve kalpte yer edecek oyuncuların rol aldığı cinsel sahneleri içerici programlardan mutlaka sakınılmalıdır. Bu kanallar izlenilmemelidir. • Takip ettiğimiz gazete ve dergi konusunda da oldukça titiz davranmalıyız. Ahlak değerleriyle çatışan yazıların olduğu resim ve fotoğrafların yayınlandığı gazete ve dergilerin eve girmesine izin vermemeliyiz. • Eşler birbirlerine karşı karı-koca sorumluluklarını yerine getirmede
Yukarıda bahsettiğimiz noktalara dikkat ettiğimizde süreç içerisinde bireyde Mahremiyet Bilinci oluşacak ve Utanma Duygusu gelişecektir. Böylelikle kendi kişisel sınırlarını tanımaya başlayan birey özel yaşam sınırlarını korumaya alacak kimseyi karıştırmayacaktır. MUTLU YARINLARA… SELAM DUA İLE
TOPLUM VE AİLE
Şeklinde sıralayabiliriz.
37
TOPLUM VE AİLE 38
ÇIKMAZLARIMIZ
?
2 - MİSAFİRİMİZİ NEREDE VE NASIL AĞIRLIYORUZ Yusuf Eyyüp KAYA
B
aşlık ile ifade edilen sorunun muhatabı elbette ki insandır. Öncelikli olarak mü’mine kadın ve kadının israf yelpazesine takılmış gariban Mü’min erkek olacaktır. Yaşadığımız evleri nasıl inşa ediyoruz. Ne niyetle güzelleştirip tefrişatını ne maksatla ve nasıl yapıyoruz? Değerli hanımefendiler bir zamanlar ehl-i dünya misafirlerini sohbet için kafelerde, yemeğe lokantalara ve yatıya da bol yıldızlı otellerin lüks odalarında ağırlamakla kendi gücünü ve kudretini(!) ve yaşam felsefesini halka arz ederdi. Bizim mahalle insanı da karınca kararınca çorbasını misafirle kaşıklamaktan zevk alırdı. Zaman içerisinde misafir ağırlama modası da değişti elbette. Ve kafelerin, lokantaların, otellerin kahramanları evlerine döndüler; lakin kafaları dönmedi. Aynı düşünceyle gücünü gösterme sevdasındaydılar. Ve 100’leri katlarıyla çarparak mil-
yon TL’lik (eski parayla yüz milyarlar) evlerde, ömürde mutfağa hiç taşınmayacak sürekli kendisine hizmet edilecek salon takımları, Gümüşlük ve konsollarla karşılar misafirini. Sözüm ona ‘son model’ lüks takımlarla ağırlayacak olduğu misafirini ez(dir)
me pahasına israf endeksli bir yaşam/hayat tarzının bendesi(kölesi) konumunda kalmıştır. Bunu da bir karış ayakkabı topuğuyla, çantasında hazır tutan ve eve adımını atar atmaz topuklu terlikleriyle ev sahibini tahkir eden ayrı bir kölelik ve gösteriş manzarası…
İnsan bile bile kölesi olur mu ömür boyu işitmez, görmez bir ev eşyasına? Evet egosunu tatmin ve misafirini tahkir suretindeki gururu, gösterişi için… Her gün veya her hangi bir zamandan “yılda bir”e düşen misafir ağırlama geleneğimizi o gün “ayda yılda bir” ile süslediğimiz “her türlü” soframızın adı hijyen(?) olan arta kalan yemeklerin çöpe atılması var ya… Acaba “misqale zerretin şerren yerreh” ayetinin sahib-i mutlakının hesabından nasıl kaçacaktır. Ey Muhammed(as) ümmeti! “komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir.” Tehdit-i Nebevîye aldırmaksızın veya sadece bir lokma kuru ekmekle sınırlı tutup öyle anlamak acaba sizin ev içlerinde çok sfırlı (…000) israfları yapmanıza hangi İslam cevaz veriyor? “külû weşrebu wela tusrifu” ayetinden bihaber dağlardaki kuşları besleme adına mı yemekleriniz, ekmekleriniz çöplerde asılı duyuyor?
Akif AKTO
I
nsan, dünyanın varlığı ve anlamının üstüne bina ettiği en değer biçilen mümtaz bir varlıktır. İnsanın mümtaz olması ona o seçkinliği verenle anlam kazanmaktadır. Öyle bir ayrıcalıktır ki insana verilen, varlık sahasında var edilen tüm varlıklardan hem çok daha üst bir kimliğe sahiptir hem de diğer varlıklara birçok açıdan üstün kılınmıştır. Üst kimlik verilmesi ve üstün kılınmasının en belirleyici faktörü kendisine bu yetileri verene sırt çevirmeden ve nankörlük etmeden onu tanıması ve kendisine verilen onca ayrıcalığın anlamı üzerinde kafa yormasıdır. İnsana verilen seçkinlik ancak kendisi ile yaratılan diğer varlıklar arasındadır. Tabiki seçkinlik artı ve eksi kutuplara doğru artış gösteren potansiyel bir yetiye sahiptir. Artı kutupta sahip olduklarının başını akıl ve kalp çekerken, eksi kutupta sahip olduklarının başını ise nefs (nefis) ve duygular çekmektedir. Biliyorum birazcık anlam karmaşası oldu. Ancak açıklamaya çalışacağım. Peki, neden insana artı ve eksi yetileri barındıran kutuplar verildi? Artı ile eksi yetilerin sınırı nereye kadardır? Artı olanlar eğer doğruluk, iyilik, güzellik, adalet, hak-hukuk, istikamet vb gibi yetiler ise, o zaman ben bütün bunları nasıl bileceğim? Peki, eksi olan yetiler nelerdir? Acaba artı olan yetilerin tersi eksi yetiler midir? Yani yalan, kötülük, çirkinlik, adaletsizlik, haksızlık/zulüm, dalalet vb yetiler mi kast edilmektedir? Zihnimiz bir bütün olarak bu sorularla uğraşırken biz ise asıl konumuz olan insanve nefs konusuna geri dönelim.
İnsan ve nefs ilişkisi genel olarak insan zaafları üzerine bina eder. Her ne kadar nefsin mertebeleri olup bazı kâmil insanlar mertebe katedereknefslerini terbiye etmiş olsalar bilenefs, insana kötülükleri emreder. Tabiki kötülükler her zaman için herkesin çıplak gözle gördüğü ve ortak paydada onayladığı zaaflar değildir. Mesela, insan nefsinin fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbinlikte bihemta bir özelliği vardır. Oysaki insana verilen veya kendisinin kazandığını düşündüğü kuvveler, yetenekler, beceriler ve elde ettiği tüm maddi-manevi statüler bir şeyler uğruna işlev görmek zorundadır. İnsan kendisinin sahip olduğu bunca şeyi hayır veya şerde kullanmaktan başka çaresi yoktur. Çünkü bu hayatın bize tanıdığı başka şans da yoktur. Ya akıl ve kalp taraftarısınız ya da nefis ve duyguların. Bu anlamda tarafsızlık söz konusu değildir. Sizde hangisinin galip geleceği ise sizin hangi tarafı çok beslediğinize göre değişmektedir. Ben kendim insanın iki temel hakikat kaynağı ile ciddi ilişkisinin olduğunu düşünüyorum. Biri kâinat diğeri ise vahy’dir. Kâinattan maksadım aslında Âdetullahtır, yeryüzünde yerleşik kevni kanunlardır. Allah kâinatı insanoğlunu yaratmadan önce yarattı ve onda bir sistem kurdu. Sonra insanoğlunu yarattı. Temelde varlığın tüm işaretleri bir tek hakikati göstermektedir. Aynı zamanda insan kodları da aynı hakikati göstermektedir. O da kendisini var eden sanatkârıdır. Ancak kâinatın yaratılmasından sonra varlık âlemine getirilen insanoğlu ne tılsım-ı kâinatıne de kendisindeki sırları çözebildi. Çözemeyince de o tılsımı, şifreyi çözecek bir anahtar
kod olan vahy kendisine gönderildi. Vahy ile beraber üçlü olan ama tek bir hedefe kilitlenen kâinat, insan ve vahy üçlemesi bir birine destek verdikleri ölçüde tılsımlar çözüldü bir birleri ile ayrıştıkları ölçüde de tılsımlar saklı kaldılar. Maalesef modern dönemin insanı nefs ve duyguları merkeze almakta ancak akıl ve kalbi de öldürmeyecek kadar beslemektedir. Elmaslara cam parçası kıymetinde dahi değer biçilmediği, cam parçacıklarına da elmas kadar değer biçildiği bir dönemden bahsediyorum. Çünkü insan, kendi sevgisini sadece kendisine sarf etmekte, kendi nefsini kendisine mabud ve mahbub ittihaz etmektedir. Her şeyi kendi nefsi çıkarı için feda etmekte. Adeta bir çeşit rububiyet vermektedir. Maalesef tüm bu nefsi zaaflar insanın dünyadaki konumu ile paralellik arz etmektedir. Oysaki insan nefsinin asıl mahiyeti kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur. İnsan nefsine muhabbet değil, kusurlarını görmeye çalışmalıdır veya yaptığı kötülükler için ona acımalıdır. Eğer insan nefsini terbiye etmişse bile ona yine acıyıp şefkat etmelidir. Nefsin hakkı olan sevmekler bile hakiki olana yönlendirilmelidir. Aksi takdirde ‘Yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir’ hakikatine mazhar olacaktır.
TOPLUM VE AİLE
İNSAN VE NEFS İLİŞKİSİ
39
Mutsuz evliliğin sırrı ne! TOPLUM VE AİLE
Evliliğinizde mutsuz olmak istiyorsanız işte size tavsiyeler;
40
Sebiha YÜKSEL 1) Eşinize karşı asık suratlı olun. Onun yanında mümkün olduğu kadar üzgün ve negatif olmaya çalışın. Unutmayın ki, hiç kimse sürekli somurtkan bir eşe sahip olmak istemez. 2)Eşinizin yorgun olduğu zamanlar gezmeler ayarlayın ki gününüz zehir olsun. 3)Eşiniz açken, yorgunken, aşırı kızgın iken, araba kullanırken ve başkalarının yanında tartışmaya başlayın ki; en tahammülsüz olduğu bu anlarda, sonra çok pişman olabileceği birçok şeyin ağzından kaçarak gönlünüzü kırmasına izin verin, özellikle araba kullanırken tartışın ki hem kendi güvenliğinizi hem başkalarının güvenliğini tehlikeye atın.
8) Eşinize karşı her zaman kaba ve görgüsüz davranın ki eşinizin gözünde siz bir hanımefendi (beyefendi) olmaktan çıkın.
15)Sizin dışınızda kimseyle görüşmesine izin vermeyin, görüşmeye kalkarsa kıskançlık krizleri geçirin.
9) İlişkinizle ve duygularınızla ilgili eşinizle konuşmaktan kaçının ki aranızdaki sevgi ve muhabbet her geçen gün daha da azalsın.
16)Evde saç-baş dağınık dolaşın, başkalarının yanında kendinize özen gösterin ki ona kendisinden çok başkalarının bakışlarına daha çok değer verdiğinizi anlatmış olun.
10)Eşinizin sizi affetmesini istemiyorsanız başkalarının yanında her fırsatta onu eleştirin.
4) Eşinizin ailesi ile kötü ilişkiler kurun ki çocuklarınızı da aile büyüklerine sevgi ve saygıdan uzak büyütmüş olun. 5) Özellikle eşinizin sıkıntılı zamanlarında onu siz de eleştirin ki onun yanında olmadığınızı anlayıp daha çok depresyona girmesine sebep olun. 6) Onun düşünce ve duygularına saygı göstermeden sizin gibi düşünmesi için baskı yapın ki zamanı geldiğinde o da sizin düşüncelerinize saygı duymasın. 7) Onunla geçirdiğiniz zamanın sıkıcı ve tek düze geçirmeye özen gösterin ki evliliğinizin geri kalan kısmı da bu monotonlukta geçsin.
11)Annesinden ve kız kardeşinden şikâyet edin ve yaşamıyorlarsa geçmişte yaptıklarını anlatın ki aile bağlarınız daha çabuk kopsun. 12)Sizi anlamadığından yakının, ta ki bir daha dertlerinize yardımcı olmasın. 13)Eşinize yargılayıcı ve suçlayıcı davranın ki onun size daha çok yabancılaştığını göreceksiniz. 14)Sık sık ilgisinin azaldığından şikâyet edin ki, onu kendinizden çabucak uzaklaşmış göreceksiniz.
17) Ve son olarak, mutsuz olmak istiyorsanız, mutsuz bir eş seçin. 18)Yapılan araştırmalara göre mutsuz evliliği olanların daha sık hipertansiyon hastası olduğunu da hatırlatalım.
A
llah ki senden sana daha yakın. O ki kendisine şirk koşana bile, şirk koşandan daha yakındır. O ki asi geldiğin halde senin, putperestin, ateistin, Şamanistin… Hâsılı kendisine inanan ve/veya inanmayan herkesin rızkını verir. Hem de bir gün bile, bir an bile aksatmadan… Dualarını kabul eder, kendi katında, dua eden için hayırlı bir zamanda… Ve yine kendisine asi geleni düşünür (Hâşâ! Allah insani sıfat ve terimlerden münezzehtir. Sadece anlaşılmak adına bu sıfat ve terimleri kullanabiliriz). “Yeter ki kul(um) bana bir adım gelsin, BEN ona on adım yaklaşırım.” diyor Allah(c.c.). Ey nankör nefsim! Hani sen sevdim mi, ölümüne diyordun? Hani nerde, nerede sevgin? Ey bedbaht nefsim! Nerede görülmüştür böyle bir yâr? Sen hiç gördün mü böyle bir sevgili şimdiye kadar? O, seni her şeyinle ama her şeyinle kabul ediyor. Günahın, sevabın, nankörlüğün… Ve sen hiç ama hiç O’nu düşündün mü? Bir kerecik olsun O’na yüzünü döndürdün mü? Bir an olsun O’na teslim oldun mu? Hiç O’nun için, bir sefer bile, yere diz çöküp alnını secdeye koyabildin mi? Ey sağır nefsim, beni duyabiliyor musun? Sen ne kadar vefasızsın ey nefsim! Oysa O, seni kaç kere affetti. Hata yaptığında kaç defa yazıcılarına, ‘yazmayın bir sonraki vakte kadar’ diye emir verdi ve hâlâ da aynı emri veriyor. Belki kul(um) benden af ister diye. Bir hata yaptığında da, hanene bir hata olarak yazıyor. Bazen de bir iyilik yapıyorsun, yanlışlıkla, o iyiliğini de katlayarak yazıyor, kulumun iyilik hanesi kabarık olsun diyor. O, seni affetmek için sanki bir bahane
Bilal İKİZASLAN
arıyor ( Hâşâ, sümme hâşâ O hiçbir şeye muhtaç değil ki bahane arasın). Ey sadakatsiz nefsim! Sen ne kadar da sadakatsizsin ama!.. Sen sana emanet olan bedenimle baş başa kalınca, emanet edilene ne kadar da ihanetkarsın. Sen nasıl bir mahlûksun ki ensende duran teslimiyeti unutmuş ve bir sonraki nefesini almakta bile tereddütte iken, kendini yoklukla avutuyorsun.
seni, yaşlanınca diyorsun. Anlıyorum… Peki dediğin gibi olsun. Fakat sen yaşlanacağını mı sanıyorsun? Sen ne kadar ahmaksın ey zavallı nefsim! Milyonlarca yıllık yaşamını sürdüregelen âdemoğullarından hangisi yaşlanacağını biliyor(du) da sen bileceksin! Bırak yaşlanmayı, akşama kadar; bırak akşamı, biraz sonrasını görebileceğini biliyor muydu da ki sen bileceksin?
Nereye gidersen git; açtığın her kapı, çaldığın her kapı seni O’na götürür. Ey vefasız nefsim, beyhude çırpınma, hep O’na döndürüleceksin. Ki var mı gidebilecek bir kapı?
Ey zavallı nefsim! Sen de biliyorsun ki hiçbir şeyi, her şeyi bir kenara koy, var olanın bir zerresinin miskal zerresini bile, yoktan peydahlayamadığını. Çünkü sen de biliyorsun ki nefes almak için bir şeylere muhtaçsın. Ve yine biliyorsun ki muhtaç olan başkasının muhtaçlığını gideremez. Ama O öyle mi? O hiçbir şeye muhtaç değil. Her şey O’na muhtaç...
Ey nankör nefsim! Sen ne kadar zavallısın. Aç kaldığında oraya buraya göz dikiyorsun, yani, yemeğe muhtaçsın(!). Oysaki yemeği de var eden O’dur. Öyle açgözlüsün ki tıka basa, çuval gibi, doldurursun açgözlü mideni. Sonra hantallığından def-i hacete muhtaç oluyorsun. O kadar aciz görünüyorsun ki… Karanlıkta âmâ oluyorsun ve ışığa muhtaçsın. Oysa ışığı da yaratan O’dur. Bilmiyor musun? Ey zavallı nefsim! Seni bütün yaptıklarınla kendi katında kabul edip ve sana senden daha yakın duran bir Sevgili… Nerede görülmüştür böyle bir sevgili? O’nun gibi bir sevgili dururken, ne diye gidip kendin gibi bir şeylere muhtaç, kendin gibi aç olan, ebedi olmayan bir şeylere tamah ediyorsun? Tamah ettiğin şeyleri de O yaratmadı mı? Tamah ettiğin şeylerin rızkını da O vermiyor mu? Gerçekten de nankör ve sadakatsizsin… Ey bencil ve enaniyetli nefsim! Daha nereye kadar sürdüreceksin bu serkeşliğini? Ne zaman O’na döndüreceksin yüzünü? Anlıyorum
Neden hâlâ aynı yolda pelesenkte olmuşsun? Yanlış yoldasın ey çaresiz nefsim! Hâlâ inat ediyorsun, gittiğin yoldan geri dönmekte, doğru yolu bildiğin halde… Neden? Ey nankör, vefasız, zavallı, bedbaht, bencile, enaniyetli… nefsim! Yanlış yoldasın.
TOPLUM VE AİLE
NEFSİN MUHASEBESİ
41
TOPLUM VE AİLE
ÇOCUĞUN ÖZGÜVENİ
42
ÇOCUĞUN ÖZGÜVENİ Hüseyin KAYA
E
ğitim denilince akla ilk gelen çocuk eğitimidir. Çocuk eğitimi ile ilgili söylenecek o kadar çok şey var ki nereden ve nasıl başlayıp nasıl devam edeceğimi kararlaştıramıyorum. İlk heyecanımla size bütün bildiklerimi ve birikimlerimi anlatıp herkesin bunlara dikkat etmesi gerektiği inancındayım. Toplumların yaşayışını ve değerlerini değiştirecek olan kişi çocuk olduğundan dolayıdır ki çocuk eğitimini çok önemsiyorum. Ortak zemin Dergimizin bu sayısında sizlerle çocuklarımıza nasıl davranmamız gerektiği hususunda farklı bir açıdan birkaç bilgi paylaşmak arzusundayım. Siz hiç yürümeye yeni başlamış çocukların, bir basamağa ya da bir koltuğa nasıl tırmandıklarını gözlediniz mi? Uğraşa uğraşa bir kaç dakikalık bir gayret sonucu, yerden 15-20 cm yukarıya çıkarlar. Çıkar çıkmaz da şöyle bir dikilip, muzaffer bir komutan edasıyla etraflarına bakarlar. Büyük iş başarmışlardır çünkü. Şimdi size sormak istiyorum: On dört aylık bir çocuğun, kan ter içinde bir koltuğa tırmanmaya çalıştığını görürseniz, ne yaparsınız? Büyük bir ihtimalle, çocuğu sevgiyle kaldırıp koltuğun üzerine koyarsınız. Az sayıdaki vatandaşımızın ve daha büyük oranda batılının ise bir yerlere tırmanmaya çalışan çocuklarına karışmadıklarını ve karışılmasından hoşlanmadıklarını gözledim. Bu gruptaki kişiler, tırmanan
çocuklarına çevreden birisi yardım etmek istediğinde rahatsız oluyorlardı. “Dokunmayın kendisi çıkacak, kendisi çıkmalı” mesajını veriyorlardı. (Batı ülkelerinde yasayan herkes yukarıda belirtildiği şekilde davranmıyor olabilir. Ülkemizdeki herkes de bu konuda çocuklara yardım etmiyor olabilir; “çocuk dediğin düşe kalka büyür” sözü uyarınca bazılarımız, koltuğa tırmanan çocuklara aldırmıyor olabilirler. Fakat şöyle bir düşündüğümüzde, basamağa veya koltuğa
tırmanmaya çalışan çocuğa yardım davranışı kafanızdaki “biz” imajına uygun düşüyor mu düşmüyor mu? Her halde düşüyor.)(1) Çoğu kez çocuklarımızı ev dışına çıkarmaya korkarız, hele bir devlet memuru isek veya kariyeri olan birileri isek, aman çocuk dışarıda toz toprak içinde mikrop kapar korkusuyla çocuğu dört duvar arasına hapseder dururuz, daha sonra en ufak bir ihmalde yavrumuzun hastalandığını görüp direk doktorların kapısını aşındırmaya başlarız. Yavrumuz yaşadığı doğal ortama nasıl uyum sağlayacak dışarı çıkmaz ise akranlarıyla toprakta çimende, parkta oynamaz ise düşüp kalkıp bağışıklık sistemini kazanmaz ise ileride hayal edemediğimiz sıkıntılar bizleri bekliyor demektir. Diğer bir husus da çocuğun kendisine olan öz güveni kazanması gerekiyor. Bu da aşağıda belirteceğimiz yani vereceğimiz örnekte de çok net anlaşılacaktır. Çocukların merdiven çıkmasına bilinçli olarak karışmayanlar muhtemelen “çocuğun egosu güçlensin” diye, “kendine güvensin” diye, seyirci kalmayı tercih ediyorlar.
O zaman ne yapmamız gerektiğini konuşalım; Bizler ne çocuğu tamamıyla başıboş bırakalım, ne de tamamıyla kendimize bağımlı kılalım ortasını bulmamız gerekiyor. Düşeceği zaman hemen yardıma koşalım, çıkmaya veya yürümeye çalıştığında biraz geriden seyredelim. Yeri geldiğinde kucaklayıp öpelim ödüllendirelim aferin diyelim vs. (1,2) İletişim Çatışmaları ve Empati - Üstün DÖKMEN
Çocuğun merdiven çıkmasına, “kendine olan güveni artsın” diye seyirci kalanlar, çocuklarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Çocuğa yardım eden bizler ise çocuğu güçlendirmekten ziyade, çocuk ile aramızdaki bağı güçlendirmiş oluyoruz.
TOPLUM VE AİLE
Yardım eden bizler ise, kendimizi sorumlu hissediyoruz; kafalarımızdaki “ana-baba” tanımı çocuklara kol kanat germemiz gerektiğini söylüyor. Bugün, “tek başına beceremez” diye basamağı tırmanmasına yardım ediyoruz; yarın okul ödevlerine yardım ediyoruz; pek çok şeyi kendi başına yapabilecek yaşa geldiği halde, yemek yemesine ve tuvalet temizliğine yardım ediyoruz, lisede YGS veya LYS’ye başvurduğunda tercihlerini yaparken yardım ediyoruz, üniversiteyi bitirince iş bulmasına yardım ediyoruz. Çocuğun merdiven çıkmasına, “kendine olan güveni artsın” diye seyirci kalanlar, çocuklarını güçlendirmeye çalışıyorlar. Çocuğa yardım eden bizler ise çocuğu güçlendirmekten ziyade, çocuk ile aramızdaki bağı güçlendirmiş oluyoruz. Kim doğru yapıyor? Her iki taraf da. Çünkü her iki taraf da, insan ilişkilerinde sahip olduğu üslubu sergiliyor. Gerek bizlerin, gerekse batılıların tavrında, doğrular ve yanlışlar bulunabilir. Örneğin bizler koruyucu ana-babalar olarak, bağımlı, hayat boyunca birilerinin desteğine ihtiyaç duyacak bir insan yetiştiriyor olabiliriz. Çocuğuna sürekli olarak bir yetişkine davranıyormuş gibi davranan batılı ise, belki kendine güvenen ve bireyselleşmiş bir insan yetiştiriyor; fakat bu insan, yasamı boyunca ana baba çocuk ilişkisindeki sıcaklığı arayabilir, ayrıca fazlaca bireyselleşmenin bedelini, toplumda yalnızlık çekerek ödeyebilir.(2)
43
ŞEHİD’LE SÖZLEŞME ŞEHİD’LE ŞEHİD’LE SÖZLEŞME SÖZLEŞME ÖYKÜ
Selami YÜKSEL
44
29 Ocak 2000 tarihli, elime geçen bir gazetede bir haber okuyorum. O esnada rengim benzim attı. Donmuş, sert bir kaya gibi oluvermiştim. Duygularım, bedenim bütün uzuvlarım iflas etmiş gibiydi. Belki bizlerin şiarı olan “ İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.” Kutsal cümleyi bile söyleyip söylemediğimi hatırlamıyorum. Evet, kardeşlerim, “gönüldaşlarım”, biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz. Yukarıdaki halim normal olsa gerek. Çünkü bir yıldız, bir arkadaş, bir yoldaş, bir ağabey, bir kardeş, bir imam kısacası bir asr-ı saadet müslümanı daha ŞEHADET diyarına doğru yol almıştı. Bize düşen göz yaşları ile onu uğurlamak, ebedi aleme, asli vatana, Sevgililer Sevgilisine kavuşmasına temennide bulunmak oldu. Şehit imamın vasiyetinde belirttiği gibi değerli “gönüldaşlarım”, acımız büyük, kaybımız büyük, fakat bu durumun bizi yıldırmayacağına, bizim için yeniden bir şahlanışın başlangıcı olacağına bütün kalbimle inanıyorum. İzzeddin Abinin şehit kanı, kansız kalmış damarlarımıza güç katacak. Onun gönüldaşları bütün olumsuzlukların üstesinden gelerek, kutlu şehidin tavsiyelerine de uyarak mücadeleye devam edeceklerdir. Biz genç gönüldaşlar olarak şehidimize söz veriyoruz ki: ümmet fikrinden, kardeşlikten, müslümanlarla olan birlik ve beraberlikten, Üstadın gösterdiği hareket metodundan, maddi ve manevi mücahede ve mücadeleden taviz vermeyeceğiz. Hayatımız pahasına olsa da. Sevgili kardeşlerim, İzzeddin Abinin şehadetinden her birimiz payımıza düşen dersi ve vazifeyi çıkarmak zorundayız. Her birimiz kendimizi sorumlu hissetmeli; dü-
şüncemizi, hayatımızı yeni baştan gözden geçirmeli, mücadelemizi tefekkür süzgeci ile süzmeli, hayatın, toplumsal değişmelerin farkında olarak yepyeni bir gayret ve hamiyetle yola koyulmalı, kutlu şehidin yolunda yürümeliyiz. Onun tavsiyelerine kulak verelim: En çok tahkikli okumamızı ve karşılıklı münazaralarda bulunarak problemleri çözmemizi, toplumsal olgu ve olaylara İslam’ın geniş perspektifinden bakmamızı, hamiyet sahibi olmamızı, her İslami cemaatle diyalog ve birlik içinde bulunmamızı, ezilen halkların yanında ve bu halklara İslam Kardeşliğini sunmamızı, Resmi İdeolojiye ve onun ideolojik aygıtları olan basın-yayın, eğitim, siyaset vb. kuruluşlarına karşı vakarlı olmayı, alet olmamayı tavsiye ederdi. Ey Şehid İzzeddin Abi! Biz genç gönüldaşların olarak söz veriyoruz, bıraktığın yerden mücadeleye devam edeceğiz. Senin şehadetin toprağa atılan bir tohum oldu bu kış gününde. İnşaallah baharda o tohum binler meyve verecek, yeni nesiller yeşerecek. Senin kutlu tavsiyelerine gönülden bağlı genç arkadaşlar olarak üzüntümüzle, acımızla birlikte büyük bir gayrete geleceğiz. Üzerimize düşen vazifeleri bihakkın ifa edeceğiz Allah’ın izni ile. Evet iman ediyoruz ki; hayat da, ölüm de muhyi ve mumit olan Allah’ın elindedir. Ölüm; yeniden diriliş, sevgiliye kavuşma, dünya tekalüfünden azat olma, selam diyarına gitmekten ibarettir. Hele bu ölüm şehadet ile vuku buluyorsa insan üzülür ama bir yandan da sevinmek gerekir. Çünkü en şerefli ölümlerden biridir şehadet. Şehadet bir toplumun, bir cemaatin hayat kaynağıdır.
Mücadeledeki ruhtur, hareket ettirici, kemale erdirici yegâne kaynak, güç şehadettir. Bu çerçevede seviniyoruz. Ne mutlu bize imamızı şehit verdik. Şehadeti kutlu olsun. Ne mutlu ona . İzzeddin Abi’yi her zaman hatırlayacağız, hatırlarken duygulanacağız, birkaç damla gözyaşı dökeceğiz, hüzünleneceğiz, ağzımızın tadı kaçacak, bir an ümitsizliğe kapılacağız. Fakat diğer taraftan sevineceğiz, çünkü o dünya hayatı namına bir zevk tatmadı, bütün hayatını bir “vakıf” olarak, şehirden şehre, köyden köye dolaşarak insanları İslam’a davet etti, tebliğde bulundu. Yanında bulunanlara hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan, onlarla bir arkadaş gibi hem hal oldu ve İslam’ın evrensel mesajını her zaman dile getirdi. Aklımıza, kalbimize nakş eyledi. İşte böyle bir hayat ve neticesi şehadet. Sevinmemek elde mi? Ey kutlu şehit sana müteşekkiriz, senin hakkını hiçbir zaman ödeyemeyiz. Üzerimizdeki hakkın için elimizden gelen bütün gayreti gösterecek, devam ettirdiğin nurlu yolu son nefesimize kadar canımız, malımız pahasına da olsa devam ettireceğiz. Ey Şehit! Söz veriyoruz ve sözleşmemizi imzalıyoruz.
YUSUF’UN MEKTUBU B
ilirim beklemek bir sana günahtır bir de bana… Bir senin bir de benim bildiğim bir beklemek... Gün ışırken, pencerende bir tutam yaralı bakışla sabaha sitem etme ne olur. Yurduna yağmuru getirip teninde türküler söyleyen rüzgâra sitem etme ne olur! Zindana, zamana ve dara sitem etme ne olur! Bak yıllar oldu beklemeyeli baharı. Küle dönmüş bir güneş misali uzatıp parmaklarımı yapraklara dokunmayalı. Zaman yanar dağları da susturur. Alır karanlık bağrına, anıları da acıları da bir bir uyutur. Bir aşk kalır ayakta ölümsüzlük anıtı gibi. Bir iman kalır ayakta peygamber sanatı gibi. Ve dönülmez bir söz kalır dudakta dostlar biatı gibi. Narin ellerini tutup bir Kur’an sayfasına bastırır gibi kalbimin üzerine bıraksaydım hissederdin yıllar yılı rüzgârlı bir denizin dalgaları arasında gidip gelen bir kayık gibi korkuyla ümit arasında nasıl gidip geldiğimi. Şimdi gözlerime bakar gibi bak satırlarıma ve dinle kalp atışlarım kadar yalansız ve yalın sözlerimi. Hasat mevsimine az bir zaman kalmışken ekinlere musallat olan kuşları kovalamak isteyip de düşen, ayağını kıran bir çocuk ne kadar pişmansa ben de o kadar pişmanım.
Bayraklarımız iniyor, kalelerimiz bir bir düşüyordu. Çocuk yaşta kılıç kuşandım. Biliyorum göz göre göre elimi ateşe soktum ama pişman değilim. Bir şeyler yapmalıydım. İnan çok şey adamak değil mesele. Yetecektir bir el, bir yürek ve bir balta… Bilirim beklemek bir sana günahtır bir de bana… Unuttuk çocukluğumuzu, uyuyakaldığı ay ışığı ağlarında. Kalakaldı şaşkın pervaneler misali yakamoz girdaplarında. Arkamızda ne de çok özlem bıraktık kahırdan iki büklüm zincirleyip
zamana. Çünkü vefa gerekiyordu. Dağlar kadar vefa… Cafer kadar vefa… Ölmek için yeniden dönmek bu topraklara… Pençelerimde bir ışık parçasıyla dönmek için kanat açtım karanlığa. İşte kalbim bir üzüm tanesi, onu aşkın ölümsüzlük çeşmesinde yıka. Kutsanmış bir sevdayı dehlizlerde sabırla büyüten kalbimin parmaklarında kalan gelincik kokusu ey! Yüreğimin yitik yetimi ey! Sen iyi bilirsin; kimdir zamanı mahmuzla-
yıp bozkırlarımızdan götüren. Kimdir günü bir bardak su gibi dağların arkasına deviren. Ve çağları birer yaprak gibi çeviren. Kırlaşmaya yüz tutmuş saçlarımda hala kalubela kokuları... Biz hayat şehrinin asi çocukları zalimlerin pencerelerine taş atmadan duramıyorduk. Elimizden fazlası gelmiyordu belki ama uykularını kaçırıyorduk. Ve hala kaçıyor uykuları. Bense sadağındaki oklarını bitiren bir kemankeş gibi başımı huzurla yastığıma koyarken onurluyum. Ve sen giriyorsun rüyalarıma kanatlarından ay ışığı dökülüyor. Küf kokan duvarın dibine çöküp bütün insanlar için dua ediyorsun. Sonra benim için akıyor gözyaşların “Rabbim! Bakışlarındaki baharı büyüt” diyorsun. Uyanıyorum. Ve zindan yar kokuyor… Ve zindan bahar kokuyor… Küçük penceremin parmaklığına dayıyorum alnımı ve mavi gece biraz önce kanatlarından ay ışığı dökülerek uzaklaşan bir melek görmüş gibi irkiliyor.
ÖYKÜ
Gülistan ÇOBAN
45
BİR ÇOCUK
ÖYKÜ
Seyyid ALİ
46
B
ir çocuk yanındakine “hey baksana bir çocuk çiğnendi!” diye haykırdı. Kahvelerden, bakkallardan-dükkanlardan insanlar koşuştular. Ve şoförün iç yıkıntıları… Kim bilir kaçıncısı, belki de ilki… İnanmazsınız ama gık bile demedi veya diyemedi. Ölümü sessizce karşıladı. Hiç mi hiç ses etmedi. Sanki küçücük yaşında kabullenmişti. Boyun eğmişti kaderine. Belki de biz insanlar onun haykırışlarını duyamadık. Ya da kim bilir kulaklarımız kapalıdır böyle haykırışlara. Ne yani, alıştığımız olaylar:Bir çocuk daha ezildi, bir çocuk daha kurşunlandı...sapanıyla taş atarken… Televizyondan/ radyodan dinlediğimiz ve yağmurun yağışı gibi dinlediğimiz olaylar. Islatır bizi yağmur, güneş çıkınca ku-
rur, unuturuz ya. Hiç de öyle olmadı ve de olmamalıydı. Yağmurlar yağar, güneşler doğar ve batar, geceler ve gündüzler yaşanır, aradan yıllar geçer ama unutulmaz ve de unutulmamalı bu ölümler. Unutulmadı da. Hala boylu boyuna yatıyor kamyonun altında. “Çocuğu kamyon ezdi” ama geçip gidemedi. İnsan ayağı bu. Bastı mı gaz pedalına ve virajlı yollar. Ne yapsın insanoğlu. Dur dedi mi durmaz ki gavur icadı. Biraz hız, bir fren sesi ve bir çocuk cesedi… Dokuz on yaşlarında, sırtında çantası, elinde beslenmesi, dudaklarında sevgi heceleri, kalbinde umutları ve heyecanları…Öğle saatleri, güneş tepede, yani öğle tatili. Okullar paydos oldu. Annesine anlatacakları, kardeşine tebessümleri, babasından arzuları… -“Anne öğretmenim bana aferin dedi, bana pekiyi verdi”… -“Aferin benim güzel oğluma”…. Hepsi hayal oldu şimdi, geride kaldı hayalleri, hayır belki de yaşanmayan geleceğinde… Yaşanmadı, sevilmedi bir çift yürek. Sadece küçücük bir ceset, uzanmış yatıyor…Üzerinde mavi önlüğü, ayaklarında beyaz spor ayakkabıları, devrilmiş beslenmesi, yavaş yavaş akan kanlar… Her şey her an canlı mı duruyor? Yoksa yeniden mi yaşanılıyor hafızalarda?...
Nedenini anlayamadığım bir dürtüyle koştum ama sonra donakaldım. Önümde. Dokunamıyorum. Sadece seyrediyorum. Saçları yumuşamış, alnına dökülmüş. Alnından yanaklarına doğru incecik bir kan sessizce ve yavaşça akıyor. Bir an elimi uzatıp alnındaki teri ve kanları temizlemek istedim. Eğildim ve anladım ki cesedi kalmış önümde. Silemedim alnındaki kanları. Kamyonun ön tekeri yarısından ikiye ayırmışçasına geçmiş. Gözleri açık ve bana gülümser gibi bakıyordu. Biraz daha yaklaştım. Eğildim bana bir şeyler diyecekmiş gibi oldu. Anladım ruhu yoktu, cesedi kalmıştı önümde. Nedendir bilmem ama gözleri hâlâ bana bakıyor ve benden bir şeyler ister, bana bir şeyler söyler gibi; “Yaşayamadıklarımı yaşa, anneme sevgilerimi söyle, kardeşimi benim yerime öp, güzel saçlarını okşa…” Ve gülümsüyor gözleri hala gözlerimde. Bir ara bir ara korktum ve utandım gözlerine bakmaktan. Kaçırdım gözlerimi, bakamaz oldum gülen gözlerine. Çekip gider gibi oldum. Bir eziklik yaşıyorum içimde. Ya da çaresizliğin en âlâsını. Büzülmemiş, kasılmamış, boylu boyuna uzanmış, öylece bana bakıyor. Ağzından akan kan değil de; umutları, sevinçleri, haykırışları, ağlayışları, haylazlıkları, gülüşleri, yaşama dair arzularıydı sanki. Birer birer her şey uçup gidiyor. “Vah vah” sesleri yükseliyor ağızlardan. “Küçücük çocuk, yazık oldu.” İhtiyar adam eğildi, doğruldu. Ağzından tek kelimecik; “ÖLMÜŞ.” Her şey bir anda sustu. Kâinat “ölmüş” sesiyle boğuldu. Kuşlar uçmaz, ağaç dalları sallanmaz oldu.
Çocuklar sevinmişler mi, üzülmüşler mi belli değildi. Ama merakla birbirilerini dürterek, her biri bir yanına dokunmak ister gibiydi. Siren sesleri, haykırışları ve kalabalıkları yara yara yaklaştı. Beyaz önlüklü Doktor: “EX.” Beyaz bir bez çektiler üzerine. Kaldırıp götürdüler, hangi hastanenin morguna ve sonra hangi mezarlığın toprağına. Annesi yoktu, babası, kardeşleri belki de iki aylık kardeşi. Kimsesiz, bir başına ve çığlıksız, hıçkırıksız yumdu gözlerini hayata. “Elveda anneciğim” bile diyemeden, “oğlum, yavrucuğum” feryatlarını duyamadan. Yerde kuru bir leke kaldı. Güneş ısıttı, sonra da kuruttu. Üzerinden yıllar geçti, kamyonlar geçti… Otobüs durağının önü. Yıllar sonra kara kan lekeleri kaldı hafızamda. İnsanlar ne o lekede nelerin gizli olduğunu görebildiler ne de o kanlı yüzü hatırladılar. Her şey hafızalardan birer birer silinip gitti. Hiç kimse düşünmedi “bu çocuk neden öldü” diye. Çocuklar yarım bıraktıkları oyunlarına geri döner, çaylar istenir, birer cigara yakılır, yaşlı kadın perdeleri yavaş yavaş çekip kaybolur gözlerden. Bense hâlâ eğilmiş onun gözlerine bakıyorum. Gözlerinin içi gülümsüyor. Kal, diyor sanki… Seni, gözlerimde yaş, içimde kırılmış yaşam umutlarıyla anımsıyorum. Selam olsun sana bir avuç duayla… Selam olsun sana ölen çocuk…
İbranice Dualar “Mode ani lefaneha meleh hay vekayam şeehezarta bi nişmati behemla raba emunateha” Türkçe: “Allah’ım iyi bir uykudan uyanıp büyümeme ve yaşamı öğrenmeme yardım ettiğin için sana teşekkür ederim.”
“Veaavta et Adonay eloeha behol levaveha uvhol hafşeha uvhol meodeha” Türkçe: “Allah’ı tüm kalbimizle, tüm gücümüzle, ve tüm varlığımızla seveceğiz. Bugün ve yarın, evde ve uzakta, sabahları ve akşamları, Allah’ımızın kelimeleri bize hep doğru yolu gösterecek.”
ÖYKÜ
Çocuklar yarım bıraktıkları oyunlarına geri döner, çaylar istenir, birer cigara yakılır, yaşlı kadın perdeleri yavaş yavaş çekip kaybolur gözlerden. Bense hâlâ eğilmiş onun gözlerine bakıyorum. Gözlerinin içi gülümsüyor. Kal, diyor sanki…
47
SAĞLIK
şifalı bitkiler 48
MERCİMEK:
K
ur’an’da bahsedilen mübarek gıdalardandır (Bakara 61). Mercimek Peygamberimizce de övülen ve tavsiye edilen yiyeceklerdendir. “ Mercimeğe devam edin. Zira yetmiş Peygamber ona dua etmiştir”(Ramuz El-Ehadis) “Mercimeği yemelisiniz! Çünkü o çok mübarek bir yemektir. Kalbi inceltir, gözyaşını çoğaltır, yetmiş Peygambere onun bereketi verilmiştir” (Şir’at-ül İslam) “ Hak Teâlâ buyurdu ki: Kavmine söyle mercimek yesinler. Mercimek gönlü yufka, gözü yaşlı eder. Gönülden kiri giderir. Ve o veliler yemeğidir.” 100 gram mercimeğin 57 gramı karbon hidrat 24 gramı protein 1-2 gramı yağ 12 gramı da liflerden oluşur. Mercimeğin içinde kalsiyum, sodyum, B1 vitamini ve Demir bulunmaktadır. Mercimek tüm baklagiller arasında hazmı en kolay olanıdır. Kırmızı et, tavuk ve balık gibi
değerleri yüksek olan gıdaların tek alternatifidir. Hem ucuz hem de besleyicilik değeri çok yüksektir. Mercimek; Kalp ve damar tıkanıklarına, şeker, kanser hastalıklarına iyi gelir. Zekâyı geliştirir, görme duyu-
sunu artırır. Kabızlığın de yegâne çaresi mercimektir.
NAR:
K
ur’an’da Cennet meyvelerinden biri olarak zikredilir.(Rahman 68)
Efendimiz (a.s.) şu hadisi şeriflerinde narı ümmetlerine tavsiye etmişlerdir: “Kim nar yerse Allah(c.c) onun kalbine nur verir.” “Her narda bir damla cennet suyu vardır.” “ Narı içindeki zarla birlikte yiyiniz, çünkü mideyi temizler.” 100 gr narda 15 gr karbonhidrat, 0,8 gr protein 0,7 gr yağ bulunur. Ayrıca narda kalsiyum, demir, fosfor, mineraller ile B1, B2, C gibi vi-
taminleri de ihtiva eder. Nar çarpıntıya iyi gelir. Mideyi kuvvetlendirir, safra söker ve kabızlığı giderir. Vücudu toksit maddelerden arındırır.
-Bir Arabî devesini avluya bağlayıp Hz. Peygamber’in yanına gider. Oradaki sahabeler Nuayman’a: - Canımız çekti, şu deveyi kes de yiyelim. Nasıl olsa Rasûlullah (s.a.v.) bedelini öder” derler ve onu, adeta bu işe zorlarlar. Önce kabul etmemesine rağmen onların ısrarı karşısında Nuayman deveyi keser. Arabî çıkıp da manzarayı görünce bağırmaya başlar.
saklandığı yeri işaret etmektedir. Rasûlullah (s.a.v.), Nuayman’ı çukurdan çıkarır; - Sana bunu kim yaptırdı?” diye sorunca; - Burayı sana işaret edenler yok mu? Beni buna, işte onlar teşvik etti” cevabını verir. Durumu anlayan Hz. Peygamber, bir taraftan yüzündeki çöpleri silmekte, bir taraftan da gül-
Bu çığlıklar üzerine çıkan Hz. Peygamber, kimin yaptığını sorar, oradakiler Nuayman, deyince Rasûlullah (s.a.v.) onu aramaya çıkar ve saklandığı yerde bulur. Bir çukura saklanmış olan Nuayman, üstüne de hurma yaprakları ve dallarını örtmüştür. Onu gören bir sahabi; “Onu görmedim ya Rasûlallah!” demekte ve eliyle
mektedir. Daha sonra da devenin parasını Arabîye ödemiştir. (îbnu’l-Esir, Üsdü’l-Gabe 5, 352; î. Hacer, el-îsabe, 6. 465.)
Hz. Ömer (ra) camideydi. Bir adam içeri girdi ve namaz kılmaya başladı. Çok hızlı kılıyordu adam. Ve birkaç rekât kıldıktan sonra he-
men ellerini açarak yüksek sesle Allah’a (cc) dua etmeye başladı: -Ey Allah’ım, beni cennetine al, cennetinde hurilerle evlendir. Adamın duasını tebessümle dinleyen Hz. Ömer(ra) seslenir: -Hey adam, sen parayı az ödedin ama karşılığında çok şey istiyorsun. (en-Nüveyrî, ŞihabuddinAhmed b. Abdülvehhab, Nihâyetü’l-Ereb, 4, 3.) “Bir şey değilmiş” Hz. Aişe (ra) ağır hastadır. Ziyaretçiler akın akın gelmektedir. Yanına gelenlerden biri de kardeşi Abdurrahman’ın torunu Abdullah. -Geçmiş olsun anneciğim. Sana kurban olayım, kendini nasıl hissediyorsun? Hz. Aişe (ra): -Vallahi bu dert ve hastalık ölüm hastalığıdır. Abdullah: -Ha öyle mi, demek bir şey değilmiş, ben de korkmuştum. Bu şaka üzerine Hz. Aişe(ra) gülerek; -Sen bu huyunu hiç bırakmayacaksın. Allah hayrını versin, der.(îbnSa’d, et-Tabakatü’lKabra, 8, 76.)
MİZAH
LATİF LATİFELER
49
Aklın, iman ve küfür savaşındaki şiir molasıdır ŞİİR
Murat ADIGÜZEL
50
Ol ac ağ ı varsa da bö yle
olm asın Bö yle gözle rd e ya ş Gönü lle rd e at eş bıra km asın bu kavga Bİ R DA M LA TER Bİ R ÇAĞL AYAN SE Vİ NÇ OL M AYA YETER BU OL M AL I ÖZGÜ RL ÜĞÜ N BEDELİ Yoksa bu şuursu z ne fre
t sel i Bu uğ ursu z ha sle t Öl dürec ek hepimi zi
Çünk ü bö yle di ş bi leyere
k Ek sil ip ek sil terek Büyüm ez hi çbir çiç ek Ve hi çbir ge rçe k ya şam ak gi bi de ği ldir Varsa öz gürlü ğün bir be de li Ya şatm ak en büyü k be de ldir.
ŞİİR
Vehbi VURAL
Teblix dike dîn, bêqusûr Bi nûr, derman dike însan Sihhete, Rısaleyên Nûr. Dibire, desîsên şeytan Pûç dike pergala Sufyan Hişyar dike, mislimanan Xizmete, Risaleyên Nûr. Dertê,ji derya Qur’anê Radike perda kufranê Însana tîne îmanê Rehmete, Risaleyên Nûr. Îman-emel jê re xaye Gewherekî bê hempa ye Kêbi dest xist, ew dilşa ye Serwete, Risaleyên Nûr.
RÎSALEYÊN NÛR
Muceddîd Bedîuzzaman
NOT: Bu Kürdçe şiirde, Risale-i Nur ve Müellifinin İslam’a hizmetleri dile getirilmiştir.
51
Aklın, iman ve küfür savaşındaki şiir molasıdır ŞİİR
Murat ARAS
52
Kalbim hasta atmıyor aşka, Vesvese aman vermiyor akla, Korkuyorum müjde olunmamakla Rabb’ im o gün sen beni akla. Gözler kör hiçbir umut yok. Bana aşk çok uzaklarda çok. Gönlüm aç, ne olur midem olsa tok, Rabb’ im beni sev çok ama çok. Kulaklar duymuyor olmuş sağır, Daha iyi duyar benden, bir sığır. Ey nur beni o yola çağır, Rabb’ im affet ve beni kayır. Ellerim yalnız haramda usta, Çağ hasta, ilim hasta, ben hasta, Kainat bunun için yüzyıllardır yasta, Rabb’ im hakikati içsem o yüce tasta. Akıl olmuyor bir türlü ikna, Kim sığdırmış ki denizi bardağa? Şeytan öyle musallat olmuş ki ona, Rabb’im rızanı nasib et bana.
Bizler yoktuk üstadım Duyduk ki yakmışlar canını Zindanlara kapatmışlar Kesmişler sayfalarını… Hayalini bıraktın üstadım Gözlerini kapatırken dünyaya Bizleri bırakıp; giderken şaha Medresetü’z- Zehra’yı bıraktın bize. Ve sanmışlar ki artık bitti… Said… Biterse… Nur da susar Susmasın nur kaplasın her yanı Bırakmayacağız üstadım asla davanı İnancımız bu! Yolun kalkanımız. Irmaklarca aksa da nurun kanı Asla bırakmayacağız davanı. Hasret bırakmışlar dosta, anaya, babaya… Üzmüşler seni… Hayır üstadım sen üzülme Başın dik anlın açık dursun Sen nurun liderisin Sen adanmışların liderisin Sen günahlarımıza ağladığımız gecelerimizin şahidisin Sen ezilenlerin sesisin Sen Hz. Muhammed ‘e (s.a.s.) giden yolsun Sen ne güzel bir dostsun. Üstadım… Ne mutlu seni sevene… Yolunu yol edinene…
İNSANLIĞIN EFENDİSİ Sen dünyaya geldiğinde, Çok garip olaylar oldu. Gökyüzünde senin yıldızın doğdu. Ey insanlığın efendisi. İki yaşına geldiğinde, Sütannenin ellerindeydin, Sütannenin evine bolluk getirdin. Ey insanlığın efendisi. Altı yaşına geldiğinde, Gözlerin dolu dolu oldu. O zamanlar vefat etti annen. Ey insanlığın efendisi. Nur Dağındayken, Rabbinin vahyiyle, Peygamber oldun Ey insanlığın efendisi. İnsanlara doğruyu anlattın, Sana eziyet ettiler. Eninde sonunda iman ettiler Ey insanlığın efendisi. Vefat ettiğinde, İnsanların gözleri dolu dolu oldu Ebu Bekir halife seçildi, Ey insanlığın efendisi. Hilal KURT
Abdullah ŞAHİNKAYA (Lise Öğrencisi
(Ortaokul Öğrencisi)
ŞİİR
GENÇ KALEMLERİMİZDEN
53
ÖDÜLLÜ BULMACA
Çok güzel
Mukaddimenin Yazarı Dünkü gün
Kainat Bir Müceddid (k.s)
Bir mezheb İmamı
Mağara
Bir Tefsir
Şifalı su
Efendi, Ağa
Sakınce Mahzur
Gavsı Azam (k.s)
Bir Sure ismi
3
1 Hoşnut. Mutluluk Renk
Bir Kağıt çeşidi
13
Bir Meyve
Müzikte durak
12
Lambanın takıldığı yer
14 Hollandanın Plaka tşareti
Bediüzzamanın yakın dostu olan Resimdeki Gazeteci
Kadın Ajan
Remiz, İşaret
54
Avrupa Birliği
Koyan, Vaz’eden
Zarar, Ziyan
Yemek
Simurg kuşu Red Etme
Bir Harf
Dogma
9
2 Beslenme Geçim
Gece
Utanma
11 Bir yarımada
Bir Harf
Ateş
Ortak
Etrafi surla çevrili kara parçası
Lem’alar
Yemin, Peyman
Arapçada yok
Bir metematikçi Cahit.....
Bir bağlaç
R.N.K dan bir kitap adı
İç çekme
Farsça da Yuva. ev
Çekinme 10
kâr, Kazanç
Alçakğönülü 3,tekil şahıs
Bildirme
4 Kara ve Suda yaşayan canlılara verilen ad
Çoğul eki Dilek Şart Kipi
Bir harf
Hulefai..... Alfabede İlk hart
Asab
İngilizcede çanta
Gözbebeği
Kısaca Numara Genişlik
Kur’anda bir Sure adı 6
Dualist
8
Bir Peygamber Hz......
Tıpta kullanılan bir ilaç
İstem dışı Hareket
Toplumum Küçük birimi
Bir kadın ismi
İşıkta görülebilen gizli işaretler .......ran
5
Görevden alma
SU
Bir sahabi Ebu Sıra Halinde
Parlak, Parıldayan
Kemmi, Sayısal
Nimet vermek, İhsanda bulunmak Arazide Harita Çıkarma Usulu
1
2
3
4
5
Bir harf 7
6
7
8
9
10
11
12
13
14
ifreyi odulortakzemin@hotmail.com adresine ad n z , telefonunuzu ve posta adresinizi yazarak mail adresimize yollay n. Kur'a sonucu 5 ki iye hediye gönderilecektir. Kat l mlar n z bekliyoruz.
ÖDÜLLER ÖYKÜ
Bu Sayımızdaki Ödüllü Bulmacamızı çözerek odulortakzemin@hotmail.com adresine gönderen 5 okuyucumuza kura sonucu “Tılsımlar Mecmuası”
Ortak Zemin 9. Sayımızda Ödüllü Bulmacamızı çözüp kura sunucu ödül kazanan değerli okuyucularımız: 1-) SEFA MEHMETOĞLU 2-) TARIK ÖRNEK 3-) BARIŞ BİŞAROĞLU 4-) UBEYDULLAH MEMİŞ 5-) BAHADDİN TATLI
MERSİN ESKİŞEHİR ANKARA NİĞDE İZMİR
kitabı armağan edilecektir.
yenilenen web sitemizi ziyaret ettiniz mi?
www.ortakzemin.com
55
DUVAR YAZILARI 56
Hastalıktan Ötürü Gözleri Bedenler Kapanmış Olan Bir Adam, Halk Yorulduğu Gibi Şairi Seyraniye: Kalpler de Yorulur. Şu -Bende Dünyayı Görecek Göz Mü Halde Kalplere Yeni Kaldı? Diye Şikayette Bulununca, Hikmet Gerçekleri Söz Eri Seyrani: Hediye Ediniz. Hz. Ali -Hiç Üzülme Dostum Demiş. Zaten (R.A) Dünyada Da Bakılacak Surat Kalmadı.
Gelenler Korkmayanlar, Korkanlar Gelmediler. Çin Atasözü
Adaletin Hakim Olduğu Yerde Silahın Yeri Yoktur. Amyot
Beraber
Ağlamak taki Tatl ılık Kada Kalpleri r Hi Birbirine Bağlayam çbir Şey az. Rousseau