Ortak Zemin 13 Sayı

Page 1

Üç Aylık Kültür ve Düşünce Dergisi

YIL: 6 SAYI: 13

Ekim-Kasım-Aralık 2013

Fiyatı: 3,50 TL ISSN: 1307- 6558 Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü İbrahim KORKUT

Genel Yayın Yönetmeni Zeki KAYA Yayın Kurulu Selami YÜKSEL Ahmet KAVMAZ İbrahim KORKUT Necdet AÇIKGÖZ M. Emin KORKUT Abdullah ALP Hukuk Danışmanı Av. Sabri SAYAN Yayın Türü Bölgesel & Süreli Yayın Basım Tarihi Ekim 2013 İrtibat Adresi Bey Mh. Eblehan Cd. No: 12/1 Şahinbey / GAZİANTEP Tlf: 0342 220 07 18

ortakzemin@hotmail.com Posta Çeki Hesabı İbrahim Korkut Hesap No: 544 97 32

Yazıların Tüm Sorumluluğu Yazarlarına Aittir.

Editör'den Rahman ve Rahim

olan Allah'ın adıy la (Bi Navê Xweday ê Mihrîvanê Dilo vîn)

‫ﺑﺴﻢ اﷲ اﻟﺮﺣﻤﻦ اﻟﺮﺣﻴﻢ‬

Şimdi yaprak dök ümü, ayrılık vakti dedi yaprak, Ve bırakıverdi ken dini geldiği mekân a doğru. Üşümek vakti ne za man diye sordu ku ş ağaca, Ve saldı kendini ge ldiği göğe doğru. Bize ayrılığ

ı ihsas ettiren güz mevsiminde dalla Allah'ın selamı siz rdan dökülen yapr okuyucularımızın ak adedince üzerine olsun. “… Ve devam ediy oruz değerli dostla r. İnsan dedik, Kadı olarak şimdi de “A n dedik ve bir bütü ile” diyoruz. Zübd n ei kâinat olan insa kadınının etrafında n ve hayâ abidesi olan feveran eden mel ekler; acaba istikam edip, toplumun ta et dairesinde hare hassungahı olan ai ket le yi nasıl da alkışlaya Nitekim dava adam ca klar. larının yetiştiği ilk yuva olan 'aile' şe tohumu atılan “D nlendikçe o ailede ava bilinci” ile ye tişmiş nice 'Hizm m uh avere ve m et er leri'nin meydan-ı uh areb eye çı kt ığ ın ı/ çı ka ca ğı nı hissettirmeye, sunm si z okuy uc ul ar ım aya çalıştık bu müm ıza taz ortak akıl çalış İlk eğitimci olan An mamızda… ne'nin ve ilk eğitim merkezi olan 'Aile kadar kuvvetli ise 'nin muhafazası ne o toplumun gücü , ilmi, irfanı, basiret G.Holland'ın : ”M i o or anda olacaktır. Ki untazam aile haya ; tına bağlı milletle İfadesi ideamızı r ko lay mahvedilemez güçlendirmektedi le r.” r. Sizi yazarlarım kalemlerinden dö ızın özgün ve öz külen siyah nuru gür n istifadesiyle baş hatırlatmayı uygu başa bırakırken, n gördüm: Derg şu imizde yazan ya meydan-ı muhav zarların hür fikirl erede görünmeler er iyle i için, zaman zam olmayan düşünc an fikirlerimize pa elerle karşılaştığ ra lel ım ızda yazarın “ken eleştirebilmek ile di görüşü”dür de beraber saygı duym yip, amız gerektiğini be Kurban bayramı ar lirtmek isterim. efesinde Hz. İbrahi m'in(as) Allah'a ol davası uğruna İsm an bağlılığını ve ail'ini(as) kurban et m e sözünde durduğ misali dava admla u teslimiyet rının neslimizden devam etmesi ve m hacıların tek vücu ily on lar t olarak semaya el lerini kaldırırken di dökülen duaların llerinden kabulü ve İslam Al eminin bir “AİLE” ol dileğiyle duasıyla… abilmesi Sizleri Mukarrebin olan Allah'a eman NOT: Ödüllü ya et ediyorum. rışmamıza katı lım ınızı bekliyoruz

.

matbaa-yayıncılık-promosyon ve ofis sistemleri

Tel: 0 342 231 52 23 Fax: 230 19 61 İncilipınar Mah. Kıbrıs Cad. No: 18/E Şehitkamil / GAZİANTEP grafik@ahidajans.com • bilgi@ahidajans.com

www.ahidajans.com

www.ortakzemin.com


Gelenekle Modernizm Arasında Müslüman Kadının Rövanşı

AVRUPA'NIN ŞAHS-I MANEVİSİNE BİR HİTAP!*

5

İÇİNDEKİLER

Gelenekle Modern�zm Arasında Müslüman Kadının Rövanşı Her şey müslümanların Batı dünyasında meydana gelen rönesans ve reform hareketler� karşısında �lg�s�z ve müstağn� kalmalarıyla başladı. Bundan sonrak� her dönemde İslam dünyası Batılı değerler karşısında (felsefe, güzel sanatlar, müz�k, tekn�k vs.) savunmaya geçt�. Osman TUNÇ

2

Osman TUNÇ

6

MAHALLEMİZİN 'ZALİM'İNE 'GÂVUR' DİKTATÖR DARBESİ Zek� KAYA

9

İslam'da Dava Adamının Yet�şt�ğ� A�le Pro��l�.

İnsanın Öz Vatanı Çocukluğudur. Cem�l PASLI

KUR'AN'IN KADIN KONUSUNDA TOPLUM EĞİTİMİ

11

KUR'AN'IN KADIN KONUSUNDA TOPLUM EĞİTİMİ 14 M. Ar�f KOÇER

İnsanlık tar�h� boyunca, f�z�k olarak zayıf ve zar�f yaratılmış olan kadınlar, gücü kutsayan anlayışların aşağılamasına maruz kalmış ve dışlanmışlardır. Kadının görev farkına dönük f�z�k ve duygusal yönden farklı yaratılması, ne yazık k�, bu süreçte kadının aleyh�ne kullanılmıştır. Tar�hsel sürece göz atacak olursak, M. Ar�f KOÇER Ubeyd A. KUDAT

DAVA ADAMI YETİŞTİRMEDE AİLENİN ROLÜ (NUR HAREKETİ MODELİ

Çocuklar, anne babasından onların güzel ahlaklarını görerek ve örnek alarak topluma faydalı ve güven�l�r �nsanlar olarak yet�ş�rler. Öncel�kle kend�s�n� hayatımıza rehber olarak aldığımız Bed�üzzaman Sa�d Nurs� Hz'n�n annes� hakkındak� sözler�yle başlamak lazım olsa gerek. Sab�ha YÜKSEL

MEVLANA HALİD- İ BAĞDADİ (17791827) Hz. Adem (a.s) �le başlayan İman ve Küfür mücadeles�n�n mah�yet� Tevh�d ve ��rk mücadeles�d�r. Tevh�d�n bayraktarlığını yapan enb�yanın karşısına İbl�s�n yet�şt�rd�ğ� Ukalalar çıkmış ve ş�rk�n tems�lc�ler� olmuşlardır. Bu mücadele Rabbu'l Alem�n'�n rubub�yet ve ul�h�yet�n�n hakkı, hak�kat� ve lazımı olan tevh�d �le bu hakkın sahte �lahlarca sah�plenmes� demek olan ş�rk�n mücadeles�d�r. Hasan HALHALLI

AVA ADAMI YETİŞTİRMEDE AİLENİN ROLÜ Sab�ha YÜKSEL

17

DAVA ADAMININ EN ÖNEMLİ VASFI

SIDK Ubeyd KUDAT

19

İYİ BİR AİLE NASIL İNŞA EDİLİR? Vehb� VURAL

20

SAADET ASRI İLE AHİRZAMAN ARASINDA GEL-GİT KÖPRÜSÜ Leyla KAYA

22

MEVLANA HALİD- İ BAĞDADİ (17791827) Hasan HALHALLI

23

RİBA (Fâiz) Maşallah TURAN

27

GEMİ:DÜNYANIN İLK VE EVRENSEL MUCİZESİ B�lal ULUYAZI

34

KABİL VE HABİL'İN KURBAN TAKDİMİ Selahatt�n YILMAZ

38

GÖZDEKİ ODUNU GÖREBİLMEK Ayhan SAĞMAK

40

BEDİÜZZAMAN'A GÖRE EĞİTİMİN BAŞLANGICI Necdet AÇIKGÖZ

41

ÇAĞIN YENİ HASTALIKLARI 1 M.Talha AK

43

ÇAM DAĞI'NA ATEŞ DÜŞTÜ ! Gülcan LOYKA

45


47

İNSANIN ŞEYTANÎ BOYUTU Tarık ÖRNEK

50

ANNEM(!) YALAN(!) SÖYLEDİ B�lal ASLAN

BİR İĞNE USTASIZ OLMAZ MURAT ARAS

51

EL CEZERİ VE TEKNOLOJİ

RİBA (Fâiz)

Sözlük anlamı �t�bar�yle artma ve çoğalma anlamına gelen r�ba, İslam hukukunda karşılığı bulunmayan fazlalık anlamında b�r ter�md�r. ��ns ve m�ktarı b�r olan �k� şeyden b�r� d�ğer�yle mübadele ed�ld�ğ�nde b�r taraf �ç�n kabul ed�len malın fazlasına r�ba veya fa�z den�r. Ayarları aynı olan 100 gr. altını, �eş�n veya vadel� 120 gr.verd�. Maşallah TURAN

3

52

KABİL VE HABİL'İN KURBAN TAKDİMİ

ÖLÜM MELEĞİ Sel�m KARAHAN

54

KARİKATÜR

57

Yaklaşmak, Allah'a yakınlaşmaya ves�le olan şey" manasına gelen kurban; "Allah'ın rahmet�ne yaklaşmak �ç�n �badet n�yet�yle Kurban Bayramı günler�nde bel�rl� c�ns hayvanları kesmekt�r." (1) İnsanlık tar�h� boyunca bütün �lah� d�nlerde kurban kesme uygulaması mevcuttur. Selahatt�n YILMAZ

HEM GÜLELİM HEM DÜŞÜNELİM

58

BEDİÜZZAMAN Vehb� VURAL

59

ÜLKEME AĞIT Murat ADIGÜZEL

60

SEN Sey�than KAYA

61

BULMACA

62

Ödüller

63

ÖDÜLLÜ MEKTUP & ŞİİR YARIŞMASI

İÇİNDEKİLER

SADECE İSLAM İsma�l ŞAN

64

BEDİÜZZAMAN'A GÖRE EĞİTİMİN BAŞLANGICI Bed�üzzaman eğ�t�m hayatı boyunca hep yen�l�kç� ve farkındalıkla hareket etm�şt�r. Eğ�t�m�n formel olması ona göre çokta öneml� değ�ld�r, enformel olarak da k�ş� kend�s�n� eğ�teb�l�rd�. Zaten Bed�üzzaman'ın hayatı da bunu kanıtlar n�tel�kted�r. H�çb�r medresede tam eğ�t�m almamıştır, O ruhuna göre b�r eğ�t�m arayışına g�rm�şt�r, maalesef yaşadığı çağ ona h�tap edemed�ğ�nden genel Necdet AÇIKGÖZ

Son yıllarda dünya genel�nde mantar üret�m� ve tüket�m� g�derek artmakta ve kültür ortamında yet�şt�r�lm�ş mantarlar sofralarımızı zeng�nleşt�rmekted�r. Fakat satılan mantarların uzun süre beklet�lmes�, taze toplanılmış mantarların kontam�ne olması ve en öneml�s� toks�k madde �çeren mantarların ayırt ed�lmeden Sel�m KARAHAN



BİR HİTAP!*

Ş

Avrupanın şahs-ı manevisi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun gelecek muhavereye mecbur olmuştur. Avrupa ikidir:

Birisi: İsevîlik din-i hakikisinden ve İslâmiyetten aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünûnları takip eden Avrupa’ya hitap etmiyorum. İkincisi: Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahate ve dalâlete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum. Şöyle ki: Bir seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünûn-u nafiadan başka olan malâyani ve muzır felsefeyi ve muzır vesefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı manevisine karşı demiştim: Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakim ve dalâletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup, dava edersin ki; “Beşerin saadeti bu ikisi iledir.” Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin. Ey küfür ve küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zâhirî bir surette aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkin olabilir mi? Ona mesud denebilir mi? Ayâ görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden me’yus olması ve vehmî bir emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle tatlı hayaller ona acılaşıyor. Şirin vaziyetler onu tazib ediyor. Dünya ona dar geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin şeametinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba zail, yalancı bir Cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu Cehennemde azab çeken bir insana mesud denilebilir mi? İşte sen biçare beşeri, böyle baştan çıkardın. Yalancı bir Cennet içinde

Cehennemî bir azab çektiriyorsun. Ey nev-i beşerin nefs-i emmâresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevkettiğini bil. Meselâ bizim önümüzde iki yol var; birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım başında biçare âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip, malını, eşyasını gasbederek kulübeciğini harab ediyorlar. Bazen de yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki, acınacak hâline sema ağlıyor. Nereye bakılsa hâl bu minval üzere gidiyor. O yolda işitilen sesler, zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan umumî bir matem, o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme tahammül edemediğinden, o yolda giden iki şeyden birisine mecbur olur. Ya insaniyetten tecerrüd edip nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin. Veyahut kalb ve aklın muktezasını iptal etsin. Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere bu Cehennemî hâleti hediye ettin! Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyinden, esfel-i sâfilîne atar, hayvanatın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek. * Kaynak: Risale- Nur’dan:17. Lem’a’nın Beşinci Notası

GÜNDEM

AVRUPA’NIN ŞAHS-I MANEVİSİNE

5


GÜNDEM

Gelenekle Modernizm Arasında Müslüman Kadının Rövanşı

6

Osman TUNÇ

H

er şey müslümanların Batı dünyasında meydana gelen rönesans ve reform hareketleri karşısında ilgisiz ve müstağni kalmalarıyla başladı. Bundan sonraki her dönemde İslam dünyası Batılı değerler karşısında (felsefe, güzel sanatlar, müzik, teknik vs.) savunmaya geçti. 19. yüzyılın sonlarında Batıyla doğrudan temasa geçen bir kısım ulema ve aydın, “kâfirin her sıfatının kâfir olmayacağı” ilkesinden hareketle seçmeci bir mantıkla, üzerlerinden atamadıkları ve giderek ağırla şan şoku yeniden değerlendirdiler. Buna göre, Batı dünyasında gelişip boy atan ve giderek bütün dünyaya egemen olan bu medeniyetin iyi yönleri alınmalı kötü yönleri ise terk edilmeliydi. “İyi ve güzel olanı al, kötü olanı bırak” biçiminde formüle edebileceğimiz bu anlayış aslında rölatif bir algılamaydı. Bir dönemde kötü ve fena olan bir şey başka bir dönemde iyi ve güzel olabilirdi.

liğini cömert biçimde sadece mahremine karşı kullanıyordu. Kadın İslam toplumunda, toplumun temel direği olan evi-yuvayı temsil etmekteydi. Gerçi teorik olarak kadının sosyal hayatın için de aktif bir unsur olarak yer almasını yasaklayan açık bir nas yoktu, ama onu böyle bir şeye zorlayacak bir ihtiyaç da ortada yoktu. Kadın gerekti ğinde savaşa katılabiliyor, ticaretle, alışverişle ilgilenebiliyordu. Fakat onun için yaygın ve de saygın olan şeyler bunlar değildi. Zaman ve zemin de böyle bir ihtiyaç ortaya koymuyordu. Bu durum daha ziyade bir gelenekti, toplumda yerleşmiş olan bir örftü. Örflere, dinin temel naslarıyla çatışmadıkça da dokunulmazdı. Kadının toplumsal konumu İs lam dünyasında böyle iken baş ka toplumlarda örneğin Hıristi yan, Yahudi gibi semavi dinlerin saliklerinde farklı olduğu gibi, Çin, Hind ve uzakdoğu toplum larında ise daha değişikti. Ama ne olduysa, Batı dünyasının 17. ve 18. yüzyıllarda peşpeşe geçirdiği sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik devrimlerden sonra oldu. Yeni bir teknoloji üreten Batı kültürü bütün taşları yerin den oynattı. Kurulu düzenleri alt üst etti. Batıdan yayılan bu yeni dalgaya karşı İslam dünyası önce bigane kalmaya ve kendi kendisiyle yetinmeye çalıştı ama teknolojinin desteğinde gelişen olaylar onu giderek bu yeni dünyaya doğru itti. III. Selim’le başlayıp II. Mahmut’la devam eden yenilikçi hareketler önce devletin üst kurumlarında, özellikle askeri alandaki reformlarla başladı. Daha sonra kademeli olarak sivil bürokratları da yedeğine alarak hukuk, eğitim ve sağlık alanlarını da buna katmaya başladı.

Yetmiş yıllık Avrupalılaşma serüvenimizde şimdi yeniden başa dönüyoruz. Meşrutiyet döneminde başlatılan tartışmaların dosyalarını yeniden açmış bulunuyoruz.

Dolayısıyla toplumla beraber canlı bir organizma gibi gelişen, olgunlaşan ve değişen; başka bir ifade ile sürekli olarak üretilen ve tüketilen sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel olgulara göre hareket edemeyenler oldukları yerlerde kalırken, bu olgularla birlikte kendilerini yenileyenler ya da hayata doğrudan müdahale ederek bizzat üretici konumuna geçenler ayakta kalıyor, diğerleri ise unutulup gidiyordu. İslam toplumunda kadın kendi sitesinde, kendi kendisiyle barışık bir şekilde asude bir hayat sürüp gidiyordu. Hayatında suni bir şey yoktu. Kozmetik dünyayla henüz tanışmamıştı ama kendisine özgü tabiattan devşirdiği rengarenk çiçeklerden, bitkilerden elde ettiği doğal bir takım şeylerle el, ayak ve bedeninin narin bölgelerini süslemekteydi. Cinsel-

Üst kurumlarda yapılan ve devrim sayılabilecek olan bu değişim rüzgarına karşı halkın tepkisi oldukça sertti. Öyle ki, tüm bu değişimlerin sorum-


Yeni kurulan Cumhuriyet idaresinde elit tabaka dışındaki herkese bedevi ve cahil nazarıyla bakıldı.

Halka rağmen halkı hizaya getirme gibi bir misyonla hareket eden Cumhuriyetin kurmay kadrosu halkı tepeden inmeci metotlarla hizaya getirmeyi prensip edindi. Anadolu’nun müslüman halkı bu yeni dindışı, profan felsefi düşünceden beslenen kadrolara, çocuklarını emanet etmek istemedi. Yani çocuklarını gâvurlaşmasınlar diye okula da göndermedi. Ne var ki halkın bu önsezisini ve ferasetini cehaletle ve gericilikle yorumlayan sözde aydın ve halkçı seçkinler kendi halkına karşı cephe aldı. Çağdaş medeniyete ulaşamamanın biricik nedeni olarak din gösterildi. Dolayısıyla yeni kurulan bu genç cumhuriyette dinin yerini akıl ve pozitivist düşünce almalıydı. ; 1940’lara kadar yoğun biçimde sürdürülen bu toplum mühendisliği politikaları büyük bir hezimetle sona erdi. Kemalist ilerici kadroların gözardı ettikleri çok önemli bir nokta vardı; o da toplumların hafızası olan tarihi geçmişlerinin bir çırpıda silinip atılamayacağıydı, insanlar sonuç itibariyle dönüp dolaşıp bu geçmişlerine ve köklerine sahip çıkacaklardı. Şimdilerde yaşanan sıkıntının temelinde aslında bu yeniden kendini arama ve kendine dönme talepleri yatmaktadır. Başörtüsü bunun sadece tipik bir sembolüdür. Yetmiş yıllık Avrupalılaşma serüvenimizde şimdi yeniden başa dönüyoruz. Meşrutiyet döne¬minde başlatılan tartışmaların dosyalarını yeniden açmış bulunuyoruz. Bir farkla, o dönemde tartışmalar gelenek, din ve medeniyet etrafında yoğunlaşmışken günümüzde aynı tartışma gelenek, din ve modernizm etrafında seyretmektedir. Dün modern olanın iyi olanını alıp kötü olanını terk etme yönündeki tercihimiz bugün yerini modern olanla bütünleşmeye bırakırken sadece biçimin/formun nasıl olup olmayacağı konusunda tartışıyoruz. 1980’lerden sonra giderek hızlanan ve siyasal bir sorun haline getirilmek istenen başörtüsü, geleneksel biçiminden çıkarak modern şekline kavuşmuşken gelinen nokta aslında bir uzlaşma noktasıdır. Modern olanla geleneksel olanın çatışmasında (çarşaf-başörtüsü) modern olan, yani başörtüsü galip gelmiştir.

GÜNDEM

lusu olarak bildikleri ve canlarından fazla sevdikleri padişahlarını “gavur padişah” olarak nitelemekte sakınca görmediler. II. Mahmud’un radikal sayılabilecek girişimleri kabul görmemekle birlikte, Batının tüm dünyaya modern toplum dayatmasına karşı olan direnç giderek zayıflıyordu. İslam dünyası bu yeni dönemde içinden geldiği geleneği muhafaza etmenin formüllerini aramaktaydı. işte tarihin bu kırılma noktasında başlatılan tartışma ilginçti. Terakki, teknik ve tekniğin o gün için birinci sınıf ürünleri olan şimendifer, tayyare, makina vs. gibi ürünlerine hararetle sahip çıkılıyordu ama bütün bu modern araçların arkaplanındaki felsefi birikim gözardı ediliyor yahut, bu ürünleri besleyen felsefe tümüyle red edilerek sadece netice üzerinde duruluyordu, işte çatışma bu noktada başlıyordu. Radikal çözüm taraftarları Batı medeniyetinin bu ürünlerini bir an önce kullanmayı öğütlerken, bu ürünlerin beslendiği felsefi ve düşünsel kültür dünyasının da hayranı idiler. Bunun en açık çatışmasını Meşrutiyet döneminin zıt kutuplu iki ünlü şairinde görüyoruz, istiklal şairi Mehmet Akif ile akılcılığın ve pozitivizmin hayranı Tevfik Fikret. Bu iki ismin her biri bir ucu temsil etmekteydi. Birisi (M.Akif) sembolik olarak oğlu Asım’ı çağdaşlaşma örneği olarak Ja ponya’ya (çünkü bu ülke çağdaş teknolojiyi kullanmakla birlikte geleneklerine de sahip çıkan muhafazakar bir ülke idi) gönderirken, Tevfik Fik ret ise oğlu Haluk’u Amerika’ya gönderiyordu. Bu iki tutum ve davranış biçimi Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerindeki temsilcileriyle birlikte devam etti. Osmanlı saltanat ve hilafetinin sona erdirilmesiyle birlikte peşinden gelen Cumhuriyet döneminde radikal çözüm tercih edilerek halka, tarihe ve yaşanan sosyal realiteye rağmen bütün köprüler atıldı. Artık biçimsel ve niteliksel olarak bir Avrupa ülkesi olacaktık. Bunun için de yapılması gereken ne varsa yapılmalıydı. Hatta gerekirse Avrupa’dan fizyolojik olarak da Avrupai bir nesil üretmek için damızlık erkekler de ithal edebilirdik. (Abdullah Cevdet)

7


GÜNDEM 8

Gelenek, kadının toplumsal hayata aktif biçimde katılımını onaylamazken, modernizmi içselleştiren günümüz müslüman kadını kendi kişiliğini, kendine ait olanı modernleştirerek başörtüsüyle aktif hayatın bir öğesi olma mücadelesi veriyor. Yani, müslüman kadın başörtüsüyle, spordan müziğe fabrika i işçiliğinden siyaset yapmaya, tekstil atölyelerinden üniversite anfilerine kadar uzanan geniş bir alanda kendini kanıtlamaya ve bütün bu sahalarda modern olanı tüketmeye gönüllü olarak hazırlanmışken; profan-din dışı bir modernizmi dayatan asker-sivil kemalist elitler bunu hazmedememektedirler bir türlü. Bana kalırsa bu, modernizmle uzlaşma yolunda atılmış çok muhataralı bir adımdır ve müslüman kadın için birçok olumsuz yönü de içine almaktadır. Devletin askeri ve sivil üst kurumlarında başlatılan bu reform, yenileşme ve laikleştirme adı altındaki Batılılaşma hareketleri Cumhuriyetle birlikte tepeden inmeci jakoben ve baskıcı bir üslupla halka kabul ettirilmeye çalışıldı. Mahallelerde açılan halkevlerinde sahneye konan çeşitli tiyatro, piyes gibi oyunların yanısıra, müzik, dans ve ba-lolarla Anadolu halkı “aydınlatılmaya” çalışıldı. Aynı şekilde kırsal kesimde açılan köy enstitüleriyle de eğitim alanında bir laikleştirme ve dinden uzaklaştırma hareketi başlatıldı. Bu okullarda dinin yerine bilim ikame edilirken; pozitivizm, genç neslin yeni akidesi oldu. Cumhuriyet şairinin ifadesiyle böylece “on yılda onbeş milyon genç yaratılmış” oldu. Müslümanların yabancısı olduğu bir kültürün ve felsefi düşünüşün ürünü olan modernizm geniş halk kitlelerine dayatılmak istendi. Müslümanlar uzun süre kendi kalelerine çekilerek bu dindışı istiladan korunmaya çalıştılar ama, topluma ve hayata olan zorunlu bağlılıkları onların istihkamlarında daha fazla tutunamamlarına neden oldu. Yeniden şehre inip onu kuşatmayı denemenin akıllıca bir iş olacağını düşündükleri günden bu yana öteki’yle yeni bir hesaplaşma içine girişmiş oldular. Yunus’un deyişiyle, müslüman halk “şehre varam, feryad-u figan koparam” deyince kıyamet kopmuş oldu.

Doğrusu 1970’lerden itibaren başlayıp 1980’lerden sonra ivme kazanan iki önemli olgu var; bunlardan birincisi ekonomi dışında dinine bağlı müslüman halkın elinde atıl halde bekletilen para ve paraya çevrilebilen kıymetli eşyanın birden bire piyasaya çıkmasıyla oluşan ve adına islami sermaye denilen güç; İkincisi de piyasaya giren bu yeni sermayenin oluşturduğu yeni sınıf. Bu yeni sınıfın çocukları, ellerindeki maddi imkânları da kullanarak kolejlerde, özel okullarda, yurt dışında öğrenim görüp, herbiri bir kaç yabancı dili kullanabilecek bir seviyeye gelince, bu durum, şimdiye kadar Türkiye’nin ekonomik hayatının ve yaşam biçiminin yegane belirleyicileri olma hakkını sadece kendilerinde gören, kurulu düzeni ellerinde tutan ve kendileri dışında kalan herkese deyim yerindeyse köylü muamelesi yapanları iyice rahatsız etmeye başladı. Taşradan gelerek merkeze yerleşmeye çalışan bu yeni kuşağın islami değerleriyle birlikte kamusal alanda yeralmaya çalışması tüm dikkatleri üzerine çekmişti. İşte üniversiteli kızların başörtüsü mücadelesi aslında bu iki kesim arasındaki mücadelenin bir sembolüdür. Bütün mesele insanların islami değerlerini ve İslami inançlarını da beraberinde taşıyarak hayatın sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik alanlarında aktif rol almaya başlamış olmalarıdır. Meselenin ikinci yönü ise bu yeni hareketin kendi mahremindeki hesaplaşmayla ilgilidir. Malezya’da görünen ve giderek diğer müslüman ülkelerde tezahür eden bu yeni olgu özellikle müslüman kadının statüsünü yeniden belirlemektedir. Modernizmin bütün verilerini tüketmeye azimli görünen müslüman kadının bu tutumu acaba konjonktürün getirdiği bir olgu mudur yoksa İslami bir modernizm adı altında sözkonusu tutumun bir hayat biçimi olarak kabul edilmesi midir? Kanaatimce bu hareket yeni ve kalıcı bir geleneğe dönüşemezse, mecrasına geri dönmek zorunda kalacaktır. Yani müslüman kadın üzerine düşeni yerine getirdikten sonra, yeniden, belki de en hayırlı yeri olan yuvasına geri dönecektir. Tersinin olması halinde müslümanlar yeni bir İslamcı modernizm türüne tanık olacak demektir.


MAHALLEMİZİN ‘ZALİM’İNE Zeki KAYA

F

iravunların, Nemrutların, Şeddatların, Haccacların, Yezidlerin, Saddamların, Esadların hüküm sürdüğü mahallemizin ahirzamanın son halkasını oluşturan 21.yüzyıl, görünen yüzün rengini değiştirdi. Daha önce kendi münbit topraklarında yabani, ayrık dikeni olan zalimlerini kendisi –istemeyerek de olsa- yetiştirdi. Bugün kendi topraklarında yetişen bu ayrık otu çapalayıp temizlemek için “hukuk” aracını istimal edecek ‘Adil yiğitler görünmüyor bu hüznü kursağında kalmış topraklarda. Görünmüyor ki zulme bulanmış bu toprakların –ayrık otu- zalim muhtarlarını bertaraf etmek için binler km öteden “gâvur diktatör”lerden medet umuluyor.

rifinin ibtidasında ve bugün senin âlem-i ervaha elveda ettiğin günden bugüne* zalim Esed de devam ettiriyor Nemrutların Şeddatların yolunu… Ey Oğlum! Baba bizim topraklarda neler oluyor? Neden kardeş kardeşi sevmiyor? Diye sorduğunda bu satırları oku, oku ve anla ki senin ömrünün günleri, saatleri belki de dakikaları adedince ölen insanımızın kanı gözlerimizi kör etmiş, güzeli göremiyoruz. Aklı kanlı toprağa gömmüş düşünemiyoruz. Ve sen de bilirsin ki ölen Kalp zaten sevemez ki… Kalbimiz ölmüş oğlum… Kalbimiz… Neden mi Selahaddin’im?

Ah ah yürekleri dağdar eden bu suale deden Selahaddin Evvelin evailinde Eyyubî’nin yüzünün neden zulüm ve kan aynı gülmediğine bakalım, bakalım belki bir işaret verir topraklarda bizim bize. Gâvurun anane-i Ya Rabbi!! Çaresiz İslamiyeyi, ilk kıbletopraklarda yetişti. Kabil’in kaldım bu ümmet-i tarumar etme zulmü ve Habil’in kanı bir aradaydı mizi İslamiye de beniyetinde ve işnim gibi naçar galinde iken nainsaniyetin dünyaya teşrifinin bir halde mazlusıl gülebilirdi ki o ibtidasında ve bugün senin âlem-i mu el açar, zalimi medarı iftiharımız el keser bir vaziKavm-i Ekrad ve İservaha elveda ettiğin günden yette sana yüzlerini lamiyenin eşhas-ı Alidönemiyorlar. Zalim bugüne zalim Esed de devam yelerden ve senin de yüzsüzlüğünden sana deden Selehaddin Yusuf ettiriyor Nemrutların minnet etmeksizin senEyyub’unun yüzü. Evet gaden yüz çevirirken, mazlum Şeddatların yolunu… vurun işgalini bertaraf edip ve diğer halk ise çaresizlikleKudüs’ü özgür kılana kadar yürine çare bulamamanın verdizü gülmeyen bir Selahaddin’in ği utançla sana yüzlerini dönemitorunu olarak şu mübarek Enbiya ve yorlar. ashabın, evliya ve asfiyanın bastığı toprağı bizden Ya Rabbi, Ya Rabbelalemin! Mazluma Rahmet, olan, içimizden çıkan bu zalimlerin, mazlum efrad-ı Ümmet-i İslam’a basiret ve Hikmet, zalime de Kahr-ı İslamiyenin katlini caiz gören bu zulme karşı sadeAzimi nasip eyle… (amin) ce hüzünlenme nasip olmuyor bana… Kahroluyorum… Zira rahmet Peygamberi (asm) iki İslam Ey Selahaddin Eyyubum! Evvelin evailinde zulüm ve kan aynı topraklar- kimliğini taşıyan eşhastan ölen de öldüren de kurtuda –bizim topraklarda- yetişti. Kabil’in zulmü ve lamayacağını bildiriyordu. İşte bundandır. İşte bunHabil’in kanı bir aradaydı insaniyetin dünyaya teş- dandır kahroluyorum… Zalime Kahrı talep ederken Ben de bu yüzsüzlerden yüz çevirip oğlum Selahaddin Eyyub’u şahid kılarak şekvamı Allah’a bildireceğim…

GÜNDEM

‘GÂVUR’ DİKTATÖR DARBESİ

9


Allah’tan, diğerinin mazlum olduğundan emin olamıyorum…

GÜNDEM

Ey yavrucuğum!

10

Ya zalim bizden,

Diktatör”ün sondajı zahmetsiz ulaşsın –onlarca- kanımızdan kıymetli(!) Petrolümüze…

Ey Selahaddin Yusuf EyYa zalim bizden, Ya zulmü Ya zulmü bize… Kaybeden yüp!!! bize… Kaybeden hep biz oluŞahid ol, şahid ol… Eğer yoruz anlayacağın… Yetmihep biz oluyoruz biz kendimize gelip Allah’a yüyor bu bize. Hem biz hem inzümüzü ve kalbimizi çevirmezsanlığımız ölüyor mübarek iken anlayacağın… sek ve Adl-i Hâkimin Adaletini hükirlenen bu topraklarda. Ben de mekümferma kılıp mazlumdan yana zalime rak ediyorum acaba hangi yüzle çıkacağız Hâkim-i Adil olan Allah’ın Mahkeme-i Kübra’sına? karşı duruşumuzu sergilemezsek emin olun hükmü Nasıl durduramadığımızı ifade ederiz akan kanın ilahi mucibince kapıda bekleyen zalim “gâvur diktamazlumun, Müslüman’ın hasılı insanın kanı olduğu- tör” ile içimizdeki zalimi kıracak… Bu arada akan sadece zalimin olmayacak, belki mazlum da kan ağnu…?? layacak… Namusumuzun payimal olması da daha Ey Yusuf Eyyübum! ürkütücü olanı olsa gerek… Yine… Bizim topraklarda mazlum da biz, zalim de Ya Rabbi! Ya Rabbelalemin! bizden iken, birbirimize güç yetiremeMazluma Rahmet, ümmet-i diğimizde hakem olarak eli kanŞahid ol, şahid ol… İslam’a basiret ve Hiklı “Gâvur Diktatör”e el-eman met, zalime de Kahr-ı Eğer biz kendimize gelip eder el açarız. Gelsin, gelAzimi nasip eyle… sin de zalimin kanı mazAllah’a yüzümüzü ve kalbimizi (âmin) lumun kanı ile aksın memleket sokaklarında… Ortadoğu/ Afrika çöllerini sulasın. Yumuşasın toprağı ki “Gâvur

çevirmezsek ve Adl-i Hâkimin Adaletini hükümferma kılıp mazlumdan yana zalime karşı duruşumuzu sergilemezsek emin olun hükmü ilahi mucibince kapıda bekleyen zalim “gâvur diktatör” ile içimizdeki zalimi kıracak…

*Oğlum iki yaşını tamamladı


İnsanın Öz Vatanı Çocukluğudur.

Cemil PASLI

KAPAK DOSYASI

İslam’da Dava Adamının Yetiştiği Aile Profili.

11

İ

kişilik tesis edilmesidir. Genellikle 0-7 yaş arası gelişen kişilik insanın tüm ömründe belirleyici olacaktır. Her insanın kendine özgü verilen bu kişiliği sağlıklı bir şeklide geliştirmek ve kemale erdirmek annebabanın en temel vazifesidir. Güven, sevgi, saygı, edep, ahlak, inanç gibi yüzlerce pozitif değerin çocuğa yerinde ve zamanında verilmesiyle geliştirilen kişiliğin insandaki yeri inşaattaki temel mesabesindedir. Eğer temeli sağlam atarsanız sonra üzerine Çocuk; anne karnına düştüğü zamandan itibaren istediğiniz kadar kat çıkabilirsiniz, eğer temel zayıf olursa ileride telafisi imkânsız bir kısım annenin ve ailenin etkisi altındadır. Ankişilik bozukluğu dediğimiz olumsuzne babanın konuşmaları, yemeleri, Çocuk; luklar kendini gösterecektir. içmeleri, evdeki manevi hava kısansanın yetiştiği en önemli mekân aile, en önemli öğretmen de annesidir. Üstad Bediüzzaman Said Nursi, annenin çocuğun eğitimi açısından önemini şu sözlerle ifade etmiştir: “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinât ve mânevî derslerdir.”

anne karnına Bizim teknik olarak ‘’Oral Fikdüştüğü zamandan sasyon’’ dediğimiz özellikle 0-7 yaşta çocuk eğitiminde yapıitibaren, Anne lan hatalar ömür boyu kalıcı Bu sebepten biz, annelebabanın konuşmaları, izler bırakır. Bu izler, CD’deki re bebekleri anne karnınyemeleri, içmeleri, evdeki çizik gibi kişinin tüm ömdayken yüksek sesle en az ründe kendini gösterir. Hatmanevi hava kısaca her bir hatim okumalarını, ona ta kötü alışkanlıkların kaygüzel bir şekilde hitap etmetür küçük büyük etken nağı da bu ‘oral fiksasyon’ lerini tavsiye ederiz. Hatta baçocuğun yetişmesine dediğimiz çocukluk dönemi tana göre çocuğun eğitimi nokyön vermektedir. kıntılarıdır. Fransız Pedagog Wintasında en iyi değerlendirilmesi

ca her tür küçük büyük etken çocuğun yetişmesine yön vermektedir.

gereken zaman dilimlerinden birisidir 9 aylık anne karnındaki dönem. Şu akıldan asla çıkarılmamalıdır ki; her çocuğun doğuştan getirdiği kendine has birçok özellikleri vardır. Ebeveynden beklenen, çocukta doğuştan gelen, çocuğuna özgü o kabiliyetlerin gelişmesi konusunda her türlü desteği vermeleridir. Bu konuda sabırlı olunmalı ve iyi bir gözlemle çocuğun gitmek istediği yol tespit edilmelidir. Bu gideceği yoldaki engelleri çocukla birlikte kaldırarak yaratılışın gereği verilen kabiliyetlerini en üst perdede ortaya koymasına çalışılmalıdır. Çocuk yetiştirmede en önemli husus sağlam bir

nicott “Hırsızlık yapan çocuk annesini arar.” Sözüyle bu konuya dikkat çekmiştir. (Oral fiksasyon konusunda geniş bilgi için bknz: http://www.cemilpasli.com/ sosyal-hizmet/oral-fiksasyon-ve-anne-yoksunlugu) Çocuğa kişiliğini inşa eden davranış eğitimi verilirken; önce AHLAK , sonra AKAİD , sonra İBADET , sonra UKUBAT sıralamasına dikkat etmelidir.


Örneğin örnek olmak, misal olmak (darb-ı mesel) dayatmak, baskı yapmak, zorlamak (darb), kota uyguladı (darabehıssa), iğne yaptı (darabehagn), çadır 1-Sohbet Birliği: İletişim, yumuşak(kavli leyin ) ve kurdu (darabeheyme), vergi koydu (darabedarîyb), misal verdi, örnek gösterdi (darabe mesel), para tatlı söz, usandırmama. pastı (darabenugt), telefon etti (darabe’l-hatife), vu“İnsan; eti yenilmez, derisi giyilmez, tatlı sözden ruşmak, dövüşmek (tedârub), kıvranmak, çırpınmak, başka neyi var.”(Atasözü) bocalamak, telâşlanmak, çalkalanmak (idtırâb), “İnsanın cemâli sözünün güzelliğidir.” (H.Bektaşi grev, iş bırakma, işi terk etme, ayrılma. Daha bunVeli) lar gibi 70’in üzerinde manası olan bir kelime oldu2. Sofra Birliği: En az 2 vakit yemeğin ailecek ye- ğu için ‘darebe’ yi anlama konusunda benim tavnilmesi. siyem uygulamaya yoğunlaşmak olmalıdır. (drâb), çalkantı, kriz (idtırâb), sınıf, cins, 3.Seyahat birliği: Piknik, yurt içi nevi, (darb), vurguncu, spekülâtör ve yurt dışı gezilerin mümkünse (müdârib), ticarî rekabet, ticarî orailecek yapılması. Eğitimde ve taklık (müdârebe) gibi birçok keli4.Seccade Birliği: Ortak manevi hayatın diğer me bu kökten türetilmiştir. değerler ve inanç yapısının oluştu-

KAPAK DOSYASI

Dava adamının yetişeceği sağlıklı ve huzurlu bir aile için olması gereken hususiyetleri biz ‘ 9 S’ ile formüle edebiliriz:

12

rulması. 5.Sevgi Birliği: Sevginin sadece kalpten değil, aile fertleri arasında somut paylaşımlarla ifade edilmesi. “Kişi sevdiğine söylesin.”(Hadis-i Şerif)

sevdiğini

6.Sayfa Birliği: Herkesin seviyesine uygun bir şeyler mutlaka okuması. 7.Samimiyet Birliği: “Eddinünnasiha: Din samimiyettir.” Tüm aile üyelerini rol yapmadan birbirlerine en doğal halleriyle içten olmaları.

alanlarında yoğun bir biçimde tüm çeşitleriyle uygulanan ŞİDDET, hilafetten sonra gelen ısırıcı saltanatın aileye, eğitime kısaca hayatın her alanına kattığı ve bir türlü yakamızı kurtaramadığımız ağır, derin büyük bir bidattir.

8.Sistem Birliği: Günlük yaşam rotası(herkes için ve hafta içi, hafta sonu ayrı olmak üzere), Gelişim görevleri, yetenekler ve avantajlar gibi enstrümanlarla ailenin bir sistematiğe kavuşturulması.

İslam’ı bize anlatan ve aktaran iki sağlam kopmaz ip var. Hablullah dediğimiz bu ipler tüm okuyucularımızın çok iyi bildiği üzere ‘Kuran ve Sünnet’tir. Kuran-ı Kerim’in en büyük, en önemli, en sağlam müfessiri Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. Peygamberin ‘Salli kema reaytumuni usalli-Namazı benden gördüğünüz gibi kılın’ sözü aslında tüm dini hükümleri kapsayan bir emirdir. Yani; Namazı benden gördüğünüz gibi kılın demek; Orucu , benden gördüğünüz gibi, Zekatı , benden gördüğünüz gibi,

Hacc ve umreyi, benden gördüğünüz gibi,

9.Sabır Birliği: Yukarıda sayılan 8 S içinde sabır ve süreklilik gerekiyor.

Aile hayatını, benden gördüğünüz gibi,

Çocuk eğitiminde anahtar kavramlardan olan ‘’Darebe’’ misal olmak, mesel olmak, davranış diliyle örnek olarak algılanmalı eğitimde şiddete yer olmadığı bilinmelidir.’’Darebe’’ anahtar kavram dedik ya oradan devam edelim.

Siyaseti, benden gördüğünüz gibi,

Sözlükte [DRB] kökü mastar olarak “vurmak, dövmek, yapmak, bırakmak, ayrılmak, göstermek, etmek, eylemek, koymak” vb. birçok anlama gelir. Bu kelime Arapça’nın “aspirin” gibi neredeyse her derde deva bir sözcüğüdür. Türkçe’deki etmek, eylemek veya İngilizcedeki get sözcüğünü çağrıştırır.

Eğitimi, benden gördüğünüz gibi, Ticareti, benden gördüğünüz gibi, yapın demektir. Ailede ve eğitimde ‘darebe’nin yerini ve manasını anlamada Peygamberin 23 yıllık uygulamalarını ele almamız gerekmektedir. Sadece Peygamberliği döneminde değil ömrü boyunca bırakın insanı, hiçbir canlıya şiddet uygulamayan bir Peygamber hayatı var önümüzde. Böyle bir Peygamberin ümmeti ‘darebe’ye asla şiddet


Birgün Hz. Peygamber ile Hz. Aişe Validemiz arasında hararetli bir münakaşa vardı. Bir konuyu tartışıyorlardı. Bu sırada Hz. Aişe Validemizin babası, Hz. Peygamberin en yakın dostu, Hz. Ebu Bekir çıkageldi. Hz. Peygamber eşine babası Hz. Ebu Bekir’i tartıştıkları konuda ‘hakem’ olarak önerdi. Hz. Aişe Validemiz bu öneriyi kabul etti. Peygamber, Hz. Ebu Bekir’in hakem tayin edilmesi üzerine Hz. Aişe Validemize ‘Önce kim konuşacak’ diye sordu. Tartışmanın heyecanı ve gerginliğiyle Hz. Aişe Validemiz Peygamberimize ‘Önce sen konuş, fakat doğruyu söyle!’ deyince Hz. Ebu Bekir Hz. Aişe Validemizin bu sözüne çok sinirlendi ve kızına bir tokat vurdu ve ‘Sen nasıl konuşuyorsun Peygamber doğruyu konuşmaşsa kim konuşur’ dedi. Peygamber bu tabloya çok üzüldü. En yakın arkadaşı Hz. Ebu Bekir’e dönerek ‘Böyle yapmanı istemezdik’ buyurdu. Peygamberin 8 yıldan fazla yanında kalan Hz. Enes b. Malik’in ifade ettiği gibi Hz. Muhammed (s.a.v.) sadece kendisine karşı değil, hiç kimseye, hiçbir canlıya karşı en ufak bir şiddet uygulamamıştır. 23 yıllık Peygamberlik vazifesinde ve 63 yıllık ömründe hiçbir canlıya en ufak şiddet uygulamayan Peygamberin hayatı bize ‘darebe’nin şiddet içermeyen 70’in üzerindeki manalarına yönlendirmesi gerekir. Çünkü Peygamber, Hz. Aişe’nin tabiriyle yaşayan Kuran’dı. Özellikle eğitimde ve Pedogoji-

de ‘darebe’nin örnek olmak, numune olmak, hal ve hareketleriyle misal olmak, işin uzmanlarından destek almak kısaca darb-ı mesel olmak manasının alınması gerektiğinin düşünüyorum. Çünkü Abdullah b. Ömer: ’Biz Peygamber döneminde hanımlarımıza yüksek sesle konuşmaktan korkardık, hakkımızda vahy gelecek zannederdik’ sözü de ‘darebe’ nin anlamında şiddet olmadığını bizlere açıkça gösterir. Ve bu yüksek sesle konuşma hususunda sadece erkekler kadınlara karşı değil, kadınlar da erkeklere karşı uyarılmıştır. Eğitimde ve hayatın diğer alanlarında yoğun bir biçimde tüm çeşitleriyle uygulanan ŞİDDET, hilafetten sonra gelen ısırıcı saltanatın aileye, eğitime kısaca hayatın her alanına kattığı ve bir türlü yakamızı kurtaramadığımız ağır, derin büyük bir bidattir. Yüzlerce Aile Eğitimi verdim hepsinde şunu söyledim: İnsanları eğitecekseniz çocuklarınıza faydalı davranışlar kazandırmak istiyorsanız şu gerçeği çok iyi bilmeniz gerekiyor. Bütün insanlığın şehadetiyle gelmiş geçmiş en büyük eğitimci, en büyük öğretmen (muallim=innemabuisti muallimen-ben muallim olarak gönderildim) en büyük pedagog Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. Bir eser yetiştirmek, Selimiye Camisi de olsa bir eser yapmaktan daha evladır. İkisi de sadaka-i cariyedir ama insan canlı olması itibariyle diğer iki sadakadan çok daha üstündür. Ve eser yetiştirme konusunda da diğer tüm alanlarda olduğu gibi üstad, rehber, mukteda-i küll, üsve-i hasene Hz. Peygamber (s.a.v.)dir. Onun hayatında olmayan hiçbir uygulamayı kelime oyunlarıyla İslam’a yamamak hiç kimsenin haddi ve yetkisinde değildir. İslam’a sokulan en büyük bidat olan saltanatın bu dine dair sonradan kattıkları –hayatın her alanında- dinin orijinal hükümlerinden fazladır. Bu sebeple her Müslüman Kuran ve Sünnetin sahih hükümlerine dayalı bir dini öğrenmek ve yaşamak zorundadır. Bu her Müslüman erkek ve kadına farzdır.

KAPAK DOSYASI

içerikli bir mana yükleyemez, yüklememeli. Rahmet Peygamberi en zor şartlarda amcası dâhil 70 sahabesini şehit verdiği Uhud dönüşünde okçular ve diğer sahabelere sözlü şiddet dahi uygulamamıştır. Onlara yumuşak davranmıştır. Yüce Allah da onun bu tavrını övmüş ve bizlere tavsiye etmiştir. (Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever. (Ali İmran,3/159))

13


KAPAK DOSYASI 14

KUR’AN’IN KADIN KONUSUNDA TOPLUM EĞİTİMİ M. Arif KOÇER

İ

nsanlık tarihi boyunca, fizik olarak zayıf ve zarif yaratılmış olan kadınlar, gücü kutsayan anlayışların aşağılamasına maruz kalmış ve dışlanmışlardır. Kadının görev farkına dönük fizik ve duygusal yönden farklı yaratılması, ne yazık ki, bu süreçte kadının aleyhine kullanılmıştır. Tarihsel sürece göz atacak olursak, Eski Yunan’ da, kadın, pis ve şeytani bir varlık olarak kabul ediliyordu. Ona eşya gözüyle bakılıyor. Koca, karısını satma hakkına sahip bulunuyordu. İlahlara kurbanlık kızlar sunulması da, kadınların belaların gelmesine sebep olmasına inanılması ve böylece, engel olma gayesi ile yapılırdı. Yunan Cumhuriyetlerinde ise, kocanın karısını satma hakkı dışında, soyut bir itham sebebiyle onu öldürme hakkı bile vardı.(1) Roma’da ise, kadına, aşağı bir varlık gözü ile bakılır, kötülüklerin bir aracı ve şeytanın ağı kabul edilirdi. Bu sebeple de, ona ruhsuz bir yaratık muamelesi yapılırdı. Ayrıca kadına eziyete dönüşecek şekilde ağır işler yüklenir ve yapması istenirdi.(2) Her sabahki dualarında “Ezeli ilahımız, kâinatın kralı, beni kadın yaratmadığın için sana hamd olsun” diyen,(3) Yahudilikte kadının hiçbir değerinin olmadığı ve aşağılık sayılma sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Hristiyanlık dininin önde gelen isimlerinden olan Chry Sostem de benzer şeyleri savunmaktadır. “Kadın başlıbaşına bir kötülük unsurudur, mutlaka kendisinden uzak durulması gerekir. Onda vesvese vardır. Öylesine bir afet ve beladır ki, arzulanan ve istenen bir beladır. Kadın, aileye ve ev halkına felaket getiren bir varlıktır. O, gerçekten bir gönül avcısı, o süslü bir felaket tellalıdır…”(4) demekte ve kadını aşağılamaktadır. Uzakdoğu toplumlarında da, kadının hiç bir değeri yoktur, hatta zaruret olunca, erkek karısını satma hakkına bile sahiptir. Kadına sadece, çok sayıda erkek çocuk doğurduğu zaman saygı duyulurdu.(5) Kadının sosyal konumu ise, toplumun en gerisinde bulunmaktaydı. Hindu’ların dini kanunu olan “veda”lara göre kadınlar ilim tahsili yapamazdı. “Buda” ise, daha ileri

giderek, yalnız ilim yolunu tıkamakla kalmaz, kadınların kurtulamayacağını (6) da ileri sürmüştür. Kadınlara dünyadan ve dünyadaki en tabii haklarından, hatta kutsal yaşam hakkından bile kocası öldüğü için yoksun bırakan ayrımcı zihniyetin, kadınların ölüm ötesi hayatlarına bile kayıtlar koyması ayrımcı zihniyetin ulaştığı boyutları göstermesi bakımından ibretliktir. İslam öncesi dönemde Arabistan’da da kadın, toplum hayatında herhangi bir hakkı bulunmayan ve sadece erkeğin kendisinden faydalanacağı bir varlık olarak kabul edilirdi.(7) Bu anlayışı Kur’an-ı Kerim bize şu şekilde veciz olarak tasvir etmektedir: “Onlardan biri kız çocuğunun doğduğu ile müjdelenince, yüzü simsiyah kesilir, bu kötü müjdeden ötürü, alçak bir şekilde onu elinde tutma yahut toprağa gömme endişesi ile toplumdan gizlenirdi. “(Nahl, 16/ 58- 59) Öyle ki kadın olmak utanç verici bir durumdu. Bu yüzden kız çocukları ayette ifade edildiği gibi, diri diri gömülüyorlardı. Kısaca kadın erkeğin kölesinden başka bir şey değildi.(8) Bu toplumda kadın, servetin bir parçası sayılırdı. Bu sebeple aile içindeki dul kadınlar, mirasçı olan çocuğa tereke içinde bir mal gibi intikal ederdi. Ayrıca, sınırsız evlilik, hiçbir şarta bağlı olmaksızın erkeklerin isteğine bağlı olarak keyfi bir şekilde uygulanırdı.(9) Cahiliye toplumundaki tüm bu yanlış kanaatlere rağmen, Allah, kız çocuklarına ve onların yetiştirilmelerine özel bir önem ve kıymet vermiş, ataerkil toplumda yerleşik yanlış bakış açısını düzeltmeye çalışmıştır. İnsanlık tarihi boyunca cinsiyetinden dolayı dışlanan dezavantajlı kadınlar konusunda ayrımcılığı önleyecek bir terbiyeyi tabilerine vermeye çalışmıştır. Enes b Malik (ra) şöyle demiştir: Peygamber (a.s.) “Her kim büluğ çağına ulaşmalarına kadar iki kız çocuğunun bakımlarını, nafakalarını, terbiye ve yetiştirilmelerini üzerine alır, yerine getirirse, o kimse kıyamet gününde benimle beraber olacaktır“ buyurdu


Ebu Said El-Hudri (r.a.) den rivayet edilmiştir: Peygamber (a.s.) buyurdu ki: “Üç kızı veya üç kız kardeşi olup da onlara iyi muamelede bulunan herhangi biriniz, behemehâl cennete girecektir.”(11) Sünnette de Hz. Peygamber (a.s.), ihsan ve ikramda kızla erkek çocuk arasında eşit davranmayı emrettikten sonra: “Eğer ben, birisini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım” demiştir. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.)’ ın sefere çıkarken son vedalaştığı, seferden dönünce de ilk uğradığı kimsenin kızı Fatıma olduğu belirtilmektedir.(12)

kekleri ile değil, iki cins ile birlikte gelişip yükselirler. Kadının, erkeğe yardım etmesiyle bu gelişme birlikte tamamlanır. Erkeksiz ilerleme olamayacağı gibi, kadınsız da eksik kalır. Kadın erkekle, erkek de kadınla yükselir.(15) Kur’an’a göre, erkekler kadınların örtüsü, kadınlar da erkeklerin örtüsüdür. (Bakara, 2/ 187) Kur’an’ın bu ifadesi, iki cinsin de birbirlerine muhtaç olduklarını, biri olmadan diğerinin eksik kalacağına işaret etmektedir. Netice olarak, İslam, hakları erkeklere, vazifeleri de kadınlara ayırmış değildir. Her iki cinsi de hak ve vazife sahibi yapmıştır.

Nasların sabit kılmadığı hakların ve ödevlerin toplumun takdiri ile, değişme ve gelişmesinde diİslam’dan önceki birçok dinde ve kültürde kadın nin hakem kıldığı ve rol verdiği bir meşruluk ölçücinsinin, hem insan olarak, hem de haklar ve ödevtü de “maruf”tur. Ma’ruf, “bozulmamış fıtrat, olumler bakımından erkeğe nispetle ikinci sınıf bir suz bir şekilde şartlanmamış akıl, dinin varlık olarak kabul edildiği anlaşılmakSünnette temel amacı ve nassları çerçevesintadır. Hz. Ömer bu tarihi gerçeği de oluşan, gelişen ve gerektiğinşöyle dile getirmiştir: “ Cahilide Hz. Peygamber de değişen değerler, kurallar, ye devrinde biz kadınları bir telakkiler, kabuller, gele(a.s.), ihsan ve ikramda şey saymaz, hesaba katnekler”(16) dir. mazdık; bu durum Allah kızla erkek çocuk arasında eşit İslam’ın geldiği yılTeâlâ’nın onlar hakkınlarda yaşanan bir başda ayetler indirmesine davranmayı emrettikten sonra: “Eğer ka değişime ve gelişve kendilerine birtameye de Hz. Ömer kım haklar vermesiben, birisini üstün tutacak olsaydım, şöyle işaret etmekne kadar devam etti”.(13) “Kadınların da kızları üstün tutardım” demiştir. Nitekim tedir: “Biz Kureyşliler kadınlarımıza hâkim ödevlerine denk hakHz. Peygamber (a.s.)’ ın sefere çıkarken bir topluluk idik. larının bulunduğunu” Medine’ye gelince orabildiren Bakara, 2/ 228 son vedalaştığı, seferden dönünce de da, kadınları erkekleayet, özellikle o günün rine hâkim (dediklerini şartları dikkate alınırsa, ilk uğradığı kimsenin kızı Fatıma yaptırır olmuş) bir toplum eşi bulunmaz bir “insan yapısı bulduk, bizim kadınolduğu belirtilmektedir. hakkı” kuralı ve “kadın haklalarımız da onlarınkinden bunu rı vesikası” dır. Hakları ve ödevöğrenmeye koyuldular… Bir gün leri teker teker saymak yerine bir eşime kızdım. Baktım bana karşılık verip genel çerçeve veren bu ayette yer alan üç itiraz ediyor, ben buna tepki gösterince eşim, ‘Sana kayıt, kadın haklarının mahiyeti, derecesi ve değişkarşı çıkmamı niçin yadırgıyorsun? Vallahi Peygamme kabiliyeti açısından büyük önem arzetmektedir: ber (a.s.)’in eşleri de ona itiraz ediyorlar, hatta baa) Kadın haklar bakımından erkeğe mutlak anlamda eşit değildir: her ikisinin hakları arasındaki nisbet zıları sabahtan akşama kadar ona küs bile kalıyorise, “benzerlik ve denklik”tir. b) Nasların değişmez lar’ dedi. Derhal gidip kızım Hafsa’ya sordum, o da kıldıklarının dışında kalan haklar ve ödevlerin deği- bunu doğruladı…”(17) demiştir. Aynı kaynaktaki bir şimi ve dengesi sosyal şartlara ve toplum vicdanın- başka rivayete göre Hz. Ömer konuyu bir de Ümmü daki meşruiyet ölçülerine (ma’ruf) göre ayarlabile- Seleme’ye sormuş; o da “Ömer, sana şaşırıyorum! cektir. c) Haklar ve ödevler karşılaştırıldıkları zaman Her şeye karışıyorsun. Şimdi de Peygamber (a.s.) erkeklerin haklarında bir derecelik fazlalık bulundu- ile eşlerinin arasına mı giriyorsun? “ diyerek ona siğu görülecektir.(14) Bu ise erkeğin omuzlarına yük- temde bulunmuştur.(18) Bu sahih rivayetler, İslam’ın lenen evliliğin bütün mali yükünün karşılığı ve ada- yaptığı büyük devrim sonucu kısa zamanda kadınerkek ilişkilerinde meydana gelmiş bulunan önemli let olan bir durumdur. değişikliklere ışık tutmaktadır.(19) Halbuki, medeniyet alanında milletler, sadece er-

KAPAK DOSYASI

ve parmaklarını birbirine yanaştırıp, kavuşturdu.(10)

15


KAPAK DOSYASI 16

Zira Hz. Peygamber (a.s.)’in ifadesiyle insan olmak noktasında “Kadın-erkek bütün insanlar, tarak dişleri gibi birbirlerine eşittirler.(20) Nitekim hadis: “Kadınlar erkeklerin anne-baba bir kardeşleridir”, “ Allah Teâlâ size kadınlar için hayırhah olmanızı tavsiye eder, zira onlar anneleriniz, kızlarınız ve teyzelerinizdir”,(21) gibi ibarelerle daima kadından bahsetmiş, uyulması gereken hukuku, hürmet edilmesi gereken şahsiyeti olduğunu tekrar etmiş ve inananlarını kadın konusunda dönüştürmeye çalışmıştır. Hülasa, İslam kadının insan olarak değerine ve toplumdaki yerine ilişkin bir devrim yapmıştır. Ancak, tarihi akış içinde, dinin etkisi zayıflamış ve gelenek kadının yerini belirleyen asıl etken olmuştur. Kadın konusunu İslam’ın yumuşak karnı olmaktan çıkarıp, Kur’an’ın “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir. İyiliği emrederler ve kötülükten nehyederler” (Tevbe, 9/71) ayetindeki standarda getirmek, Kur’an’ın kadın konusundaki eğitimine kulak veren müminlerin görevi olsa gerek… KAYNAKLAR

11 Tirmizi, Birr, 13, (h.no: 1978).

1Yunus Vehbi Yavuz, Kur’anda Kadın Hak ve Özgürlüğü, Bayrak yayın-

12 Buhari, Talak, 5, (h.no: 31).

ları, İstanbul, 1999, 33, 34. 2 Yavuz, a.g.e. 35. 3 Salih AKDEMİR, “Tarih Boyunca Ve Kur’an-ı Kerim’de Kadın”, İslami Araştırmalar, Sy. 4, Ekim, Ankara, 1991, V. 262. 4

Ebu’l A’la Mevdudi, Hicab, Ağaç yayınları, 2. basım, İstanbul,

2004,26

13 Müslim, Talak, 5, (h.no: 31). 1 4 Hayrettin Karaman,- Mustafa Çağrıcı,- İbrahim Kafi Dönmez,- Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, DİB. Yayınları, Ankara, 2007, I, 362- 365. 15 Ziya KAZICI, Hazret-i Muhammedin Aile Hayatı ve Eşleri, Çamlıca yayınları, İstanbul, 2003, 15

5 Yavuz, a.g.m. 40, 41.

16 Karaman, Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, I, 362.

6 AFZALUR RAHMAN, Siret Ansiklopedisi, İnkılâp Yayınları, Yeni Şa-

17 Müslim, Talak, 5, (h.no: 34).

fak, İstanbul, 1996. II, 44.

18 Müslim, Talak, 5, (h.no: 3I).

7 Yavuz, a.g.e. 44.

19 Karaman, Kur’an Yolu, Türkçe Meal ve Tefsir, I, 363- 365.

8 Akdemir, a.g.m. 263.

20 Ahmed İBN. HANBEL, (öl.241/ 885), el-Müsned, Mısır, h. 1313. V, 411

9 MÜBAŞIR, et- Tirazi el- Hüseyni, Kur’an ve Sünnette Kadın Hakları, Nursan Yayınları, İstanbul, 1999. 16. 10 Muslim, Birr , Adab, 46, (h.no: 2631).

21 İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, Kütüb-ü Sitte, Feza Gazetecilik A.Ş.,İstanbul, VIIII, 322.


AİLENİN ROLÜ (NUR HAREKETİ MODELİ)

Ç

ocuklar, anne babasından onların güzel ahlaklarını görerek ve örnek alarak topluma faydalı ve güvenilir insanlar olarak yetişirler. Öncelikle kendisini hayatımıza rehber olarak aldığımız Bediüzzaman Said Nursi Hz’nin annesi hakkındaki sözleriyle başlamak lazım olsa gerek. İnsanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda katî ve daimî hissettiğim bu mânâ-yı beyan ediyorum: “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinât ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, âdeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sâir derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini, aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatlar içinde birer çekirdek-i esâsiye müşahede ediyorum.” Ezcümle: Meslek ve meşrebimin dört esasından en mühimi olan şefkat etmek ve Risale-i Nur’un da en büyük hakikati olan acımak ve merhamet etmeyi, o validemin şefkatli fiil ve halinden ve o mânevî derslerinden aldığımı yakînen görüyorum.” (24.Lema)

Sabiha YÜKSEL

Kadın, yaratılışı itibarıyla bir öğretmen ve bir terbiyecidir. Bu açıdan bir annenin en önemli vazifesi çocuğunu hayırlı bir şekilde yetiştirme olmalıdır. Bediüzzaman Said Nursi Hz’nin bu anlamlı sözünde neler saklı olduğunu görebilirsek işte o zaman annenin çocuk eğitimi üzerindeki etkisini anlamış oluruz. Şefkat, annenin en önemli derinliğidir; o, dokuz ay karnında gezdirir çocuğunu. Dünyaya getirir bin bir zahmetle. Çocuk dünyaya gelir gelmez ilk tohumlar anne tarafından atılır. Daha bebekken annenin sıcaklığıyla, sesiyle, gülüşüyle tanışır. Gece inlediği zaman hemen kalkıp imdadına koşar. Ağladığında da bağrına basar. İşte bir tarafta kadın diğer tarafta da erkek, teşkil ettikleri aile vahdetiyle cennet saraylarını hatırlatan öyle bir yuva kurarlar ki bu yuvanın çehresinde öteleri temaşa edebilirler. Bediüzzaman Hz’nin yıllar öncesindeki tespitinden sonra günümüz uzmanları da 0-6 yaşın, çocuğun karakterinin oluşması için çok önemli olduğunu söylüyorlar. Bu yaşlarda gerek aileden, gerek çevre ve okuldan almış olduğu eğitim onun gelecekteki karakterini, insanlarla iletişimini, mutlu huzurlu ya da mutsuz bir insan mı olacağını kısacası yaşam kalitesini etkiliyor. Bu söylenenlerden sonra biz anne babalara demek ki çok iş düşüyor. Günümüz medyası, iletişim araçları çocuklarımızı odalarında, sokakta,

Bediüzzaman Hz’nin yıllar öncesindeki tespitinden sonra günümüz uzmanları da 0-6 yaşın, çocuğun karakterinin oluşması için çok önemli olduğunu söylüyorlar. Bu yaşlarda gerek aileden, gerek çevre ve okuldan almış olduğu eğitim onun gelecekteki karakterini, insanlarla iletişimini, mutlu huzurlu ya da mutsuz bir insan mı olacağını kısacası yaşam kalitesini etkiliyor.

KAPAK DOSYASI

DAVA ADAMI Y ETİŞTİRMEDE

17


KAPAK DOSYASI 18

internet kafelerde esir almış durumda. Bu araçları çocuklarımızın lehine çevirebilirsek ne mutlu bize. Daha çocuklarımız elimizin altında iken onlara bu araçlarla Allah’ı, Peygamberimizi ve diğer Peygamberleri, güzel ahlakı vs. anlatan filmler izleterek onların temiz beyinlerine bu güzelliklerin tohumlarını atmış oluruz. Şarkı sözlerini bire bir ezberleyen, sanatçıların taklidini yapan çocuklara günümüzde sıkça rastlar olduk. Neden biz inançlı insanlarda şarkı sözleri yerine çocuklarımızın o tertemiz beyinlerini Allah (c.c)’ın ayetleriyle süslemeyelim ki? İleriki yaşlarda yani çocuğun bir şeyleri idrak etmeye başladığı dönemde evladımıza, topluma faydalı, çalışkan, fedakâr, merhametli veya hoşgörülü bir insan olması gerektiğini de mutlaka anlatmalıyız. Çocuğumuzda bu hasletleri ezbere değil neden böyle bir insan olduğunu bilerek hareket etmelidir. Eğer bunların nedenini bilmezse o zaman menfaatleriyle çatıştığı yerde, kolaylıkla anne ve babasından öğrendiği güzel ahlak özelliklerini terk edebilir. Bu nedenle insanın dünyaya ahiret için eğitilmek üzere gönderildiği, Allah’ın her insanı ahlakından ve niyetinden sorguya çekeceği, cehennemin varlığı, hayatın kısalığı ve ölümün yakınlığı çocuğa zamanı geldikçe verilmesi gereken eğitimdir. O halde, yavrunun nasıl olması arzu ediliyorsa, öyle olunmalıdır. Yani, aile içindeki hayat akışı, çocuğun tasavvur edilen geleceğiyle sımsıkı alâkalı olmalıdır. Mesela, Yüce Yaratıcıya imân ve saygı; anneye, babaya iyilik; insanlara sevgi ve saygı; düşünce atmosferini çepeçevre sarmalı; çocuk her lâhza bunları teneffüs etmeli ve aile fertleri durmadan bunları solumalıdır. Evde ailece kılınan namazlar, beraber yapılan kitap okumaları, ailece seyredilen İslami içerikli filmler bunlara güzel birer örnektir. Dünyaya neden geldiğinin ve ne yapması gerektiğinin şuuruyla yetişen bir çocuk, bu eğitimden sonra doğruyla yanlışı ayırt edebilecek bir akla ve doğruyu uygulayacak bir vicdana sahip olur. Ancak birçok insan çocuklarına Allah’ın varlığını ve kul olmanın ona yüklediği sorumlulukları öğretmez. Çünkü kendisi de yerine getirmez. Bundan dolayı tarih boyunca suça meyilli, vicdanını kullanmayan, zulme rıza göste-

ren sayısız nesil yetişmiştir. Bu gün dünyanın dört bir yanında insanları inançlarından dolayı katleden, çocukları kurşunlayan, yaşlıları aç bırakan ve milyonlarca insanı sefaletin içine atan zihniyet, büyük ölçüde ailelerin çocuklarına verdiği din dışı terbiyenin bir ürünüdür. Dinsiz yaşayan ailelerin çocuklarını merhametsiz, vicdansız ve hasta ruhlu kişiler olarak yetiştirmesindendir. Çocuklarımıza Peygamber ahlakının nasıl yaşanması gerektiğini, düşüncelerin nasıl yönlendirileceğini, nefsi eğitmeyi, insanları doğruya yöneltmeyi günlük hayattan örneklerle izah etmeliyiz. Risalelerde tarif edilen ahlaka, akla ve kültürel birikime sahip olan tek bir insan bile kendi ülkesini dünya toplumlarına lider hale getirebilir. Anne, donanımının gereğini yerine getirirken baba da hilkat ve konumunun icabı daima temkinli, dirayetli ve dikkatli olması gerekmektedir. O siyasetle, memuriyetle, ticaretle, ziraatla vb. işlerle meşgul olur ve biraz da tabiatının gereği ailedeki ayrı bir boşluğu doldurur. Evet, o, gücü, mukavemeti ve farklı yapısıyla ayrı işlere namzettir. Ancak babanın çocuklar üzerindeki otoritesinden dolayı onların eğitimindeki rolü büyüktür. Çünkü erkek çocuğu genelde babayı kendisine model olarak alır. Babanın evde birleştirici rol oynadığını evde cemaatle kılınan namazlarda, yaptığı risale derslerinde görüyoruz.(F.Gülen) Anne-baba ister olumsuzluklar, ister muhtemel tehlikeler karşısında her zaman yuvayı bir koruyucu sera gibi kullanmalı, çocukların çok güzel bir meslek sahibi olmasını öncelik yapmak yerine onların ahlâkî eğitimlerini öncelikli hedef yapmalı ve çocuklarının zayi olmasına fırsat vermemelidirler. Sonuç olarak diyebiliriz ki: Anne-baba, hisli, şuurlu, vatanına milletine, dinine sımsıkı bağlı bir neslin yetişmesi için gerekli olan her şeyi yapmalı ve onun aklî, kalbî, hissî, mantıkî boşluk yaşamasına fırsat vermemelidirler. Şayet anne-baba dindar, Kur’ân’a bağlı, İslâm’ı bilen kimseler ise çocuklar da şuurlu yetişecek ve milletlerinin ikbal yıldızını parlatacaklardır.


SIDK

B

Ubeyd KUDAT

“Bence bir kalb ve vicdan, fezail-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez.” (münazarat)

ir

mü’minde ve dava adamında bulunması gereken en önemli vasıf sıdktır. Zira islam, kişinin; Allah, kendisi ve toplumla ilişkisini dürüst bir şekilde düzenlemesini emreder. Binaenaleyh insicamlı bir şahsiyet ve dindarlık ancak sıdk ile mümkün olabilir. Keza; yüksek ahlakın üssü’l-esası sıdk olduğu gibi, sıdkın kendisi de; ancak islami faziletler ile insanda tam inkişaf edebilir...üstad Bediüzzaman’ın şu iki tespiti konuyu yeterince vuzuha kavuşturuyor: “Âhlak-ı âliyenin hakikatin zemini ile olan rabıta-i ittisali ciddiyettir. Ve deveran-ı dem gibi hayatlarını idame eden ve imtizaçlarından tevellüd eden haysiyete kuvvet veren ve heyeti mecmuasına intizam veren yalnız sıdktır. Evet, şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda o ahlak-ı aliye kurur ve hebaen gidiyor.” (şuaat)

En yüce ahlak sıdk, en faziletli amel ise namazdır.Bu iki esası hakkıyla muhafaza eden dinini korur ve kurtuluşa erer inşaallah... Çünkü Allah ile ve toplumla sıhhatli ve sağlam ilişki kurmanın yolu bu ikisinden geçer. Sıdkın zıddı kizbtir... Münafıklığın esası olan kizb; bütün envaıyla ehl-i imanın hayat-ı şahsiye ve içtimaiyelerinden kovulmalıdır... Kizb, ahlak-ı seyienin menbaıdır. Ahlak bozulunca metanet ve sadakat kaybolur. Hayat-ı içtimaiyede itimat ve emniyet kalkar. Böyle bir toplumda mühim ve inkılabvari bir iş görmek imkansızlaşır. Binaenaleyh bir dava ve hareketin istikamet ve muvaffakiyeti sadık ve halis ferdlere vabestedir. Asr-ı saadetteki inkılab-ı azimin sırrı; Muhammed (asm) ve arkadaşlarının sıdkı en önemli hayat düsturu edinmelerinden dolayı idi... Allah, bizleri; muhabbet ve dostluğunda samimi olan sıddıklardan ve mü’minler arasında ittihad, rabıta ve vefayı tahkim eden, davaya sadakatle bağlanan sadıklardan eylesin...

DOĞRULUK İSLAMİYETİN ÜSSÜ’L ESASIDIR

KAPAK DOSYASI

DAVA ADAMININ EN ÖNEMLİ VASFI

19


Vehbi VURAL

A

ile, toplumun temelidir. Sosyal huzurun kaynağını teşkil eden bu yapının sağlam olması gerekir. Konuyu iyi anlamak için, önce aile kavramını tanımlayalım: “Aile, karı-koca ve çocuklardan oluşan topluluktur.” Aile, ciddi bir kurumdur. Peki, sağlam bir aile oluşturmak için nereden başlamalı? Sağlıklı ve huzurlu ailenin temeli, evlilik öncesinden atılır. Nasıl mı? Evlenecek bay ve bayanın, nikâh öncesi birbirleri ile tanışmaları ve derin bir sevgi ile aralarında gönül birliği ve sözbirliği olması gerekir. Tock der ki: “Evlilik, dünyadaki sanatların en incesidir.” Bu sözden anlaşıldığı gibi, aile kurmak öyle basit değildir. Demek ki, şip-şak nikâh masasına oturulmamalı, eşler birbirlerini iyi tanımalıdır. Eşler arasında derin sevgi ve maddi-manevi olarak uyum olmalıdır. Bütün bu şartlar yerine getirildikten sonra, eşler nikâh masasına oturabilirler. Öyleyse nedir nikâh? “Nikâh, eşler arasında beraber yaşamaya ve yardımlaşmaya müsaade eden ve taraflara hak ve vazifeler yükleyen bir sözleşmedir.” (1) lması gerekir. am o sağl ının yap bu en ed

Sos yal hu zu ru nk ay na

k il teş

nı ğı

Aile yuvası sadece taş, tahta ve tuğladan ibaret değildir. Bu yuvanın ayakta Aile, to plum un t eme lidi r.

KAPAK DOSYASI 20

İYİ BİR AİLE NASIL İNŞA EDİLİR?

durabilmesi için aşk, fedakârlık, hürmet ve muhabbet zaruridir. Ailede eşler arasında eşitlik olmalı, ev işlerinde görüş birliği olmalıdır. Kadın, asla ikinci plana itilmemelidir. Cenab-ı Allah (c.c.): “Hanımlar sizin için bir elbise, siz de hanımlar için birer elbise durumundasınız.”(2) buyuruyor. Ayet-i kerimeden anlaşıldığı gibi, eşlerden biri diğerinden üstün değildir. Karı-koca, bütünün parçaları olup, aile müessesesinden birlikte sorumludurlar. Ne yazık ki, ülkemizde karı-koca eşitliği tam sağlanmamıştır. Ülkemizin birçok bölgesinde kadının görüşü alınmamakta, kadına değer verilmemekte, kadınlar kocalarının şiddetine maruz kalmaktadır. Bütün bunlar, haksızlık olup, neticede aile ve topluma huzursuzluk olarak yansımaktadır. Cenab-ı Allah (c.c.) buyuruyor ki: “Onlarla (hanımlarınızla) iyi geçinin.”(3) Bu ayetten anlaşılıyor ki, kadın ailenin temel direklerinden birisidir. Hiçbir koca, eşini dövme veya hakkını gasp etme yetkisine sahip değildir. Kadına haksızlık yapan kocalar, gerek din nazarında ve gerekse beşeri hukuk karşısında suçludurlar. Aile yuvasına karşı eşlerin ortak sorumlulukları vardır.


Bu nedenle hal ve hareketlerinde dikkatli olmaları gerekir. Ailede eşlerin birbirleriyle tatlı konuşmaları, edep, terbiye, disiplin ve ahlak kurallarına uymaları, huzur ve sükûn için temel şarttır. Her toplulukta olduğu gibi, aile içinde de ufak-tefek tartışmalar olabilir. Karı-koca bu tartışmaları, karşılıklı fedakârlık ve hoşgörü kuralları içinde halletmelidirler. Goethe diyor ki: “İster kral olsun, ister köylü olsun, evinde barış bulunan kimse, mesut insandır.” Evet, gerçekten huzur ve sükûn içinde yaşayan aile, yeryüzü cennetidir. Karı-koca ailede örnek olma mecburiyetleri olduğu gibi, çocuklara karşı sevgi, şefkat ve hoşgörüde kusur etmemelidirler. Çocuğun sosyalleşmesinde, ailenin rolü büyüktür. Bundan dolayı anne ve babalar çocuklarının sağlıklı bir kişiliğe sahip olmaları ve topluma faydalı birey olarak yetişmeleri için, üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmelidirler. Ebeveyn, evlatlar arasında kız-oğlan ayrımı yapmamalı, çocuklarına söz hakkı vermelidirler. Çocuklar da anne ve babalarına karşı itaatkâr ve saygılı olmalıdırlar. İslam dininde, ilk uyarı ve sorumluluk yükümlülüğü aileden başlar. Cenab-ı Allah (c.c.): “Ey İnsanlar! Kendinizi ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan

ateşten koruyun” (4) buyuruyor. Bu ayette anne-baba ile diğer aile büyüklerine, aileye karşı sorumluluklarını yerine getirmeleri için, ikazda bulunulmaktadır. Aile reisliği, idareciliklerin en mesuliyetlisidir. Bu görevi hakkıyla yerine getirmeyenler, iki cihanda ağır vebal altındadırlar. Dinimiz bizden aile yuvamızda, muhabbet ve adalet kurallarına uymamızı istiyor. Ailede uyum sağlayabilmek için, karşılıklı fedakârlık şarttır. Bu fedakârlığı, sadece karşı taraftan beklememeli, aile yuvasının huzuru için, herkes üzerine düşeni yapmalı, sorumluluğunu unutmamalıdır. Toplum için sağlıklı aile kurumunun ne kadar önemli olduğunu G. Holland şöyle dile getiriyor: “Muntazam aile hayatına bağlı milletler, kolay mahvedilmezler.” Evet, toplum aileden oluştuğuna göre, sağlam aileler, sağlam toplum demektir. Kısacası, sevgi, saygı, fedakârlık, hoşgörü ve sorumluluk bilincine göre hareket eden çiftler, iyi bir aile inşasına vesile olurlar. Böyle aileler, iki cihanda da mutlu ve müreffeh olurlar. KAYNAK 1- Aydın M.Akif, İslam Aile Hukuku,Seda Yay. 1992 s.12 2-Bakara, 187 3-Nisa,19 4-Tahrim, 6

KAPAK DOSYASI

Karı-koca asla bu sorumluluklarını göz ardı edemezler. Karı-koca ailede örnek olmak durumundadırlar.

21


KAPAK DOSYASI 22

SAADET ASRI İLE AHİRZAMAN ARASINDA GEL-GİT KÖPRÜSÜ Leyla KAYA

A

hir zamanda lüks evler varken, saadet asrında kerpiçten evler vardı. Dolayısıyla ahirzaman insanı evlerin içini, saadet asrı meskûnu da gönlünü zenginleştirmeye çalıştı. İkisi de mücadele alanlarında başarılı oldu. Ancak; mutluluk, asr-ı saadet ehlinin nasibi oldu.

Ahir zamanda hayatın renginin grileştiği ve “padişahım çok yaşa” naralarının ziyadeleştiği anlar yaşanırken… Saadet asrının ve nur-u Muhammedi(asm) Güneşinin aydınlattığı ve hak ile batılı birbirinden ayıran “Faruk”un (ra) muhtemel hatasını kesecek keskin kılıçlar yer alırdı…

Ahir zamanda biraz daha, ‘biraz daha olsaydı felsefesi’ var iken saadet asrında bir zembil hurmaya bile infak et, infak et ya Bilal! Sadası hâkim idi kubbe-i Haremeyn-i Şerifeynde…

Sizin hangi asırda olduğunuz önemli ancak; asr-ı saadette Salebe, ahir zamanda Said en-Nursi olunca kazanmanız daha önemli oluyor. Burada esas olan asrın felsefesiyle amel etme veya etmeme meselesi…

Ahir zamanda hayat kazanma üzerine kurulu iken, saadet asrında hayatı güzelleştiren ‘paylaşmak’ oluyordu ki; nihayetinde Ensar-Muhacir kardeşliğinin meyvesini verdi o kutsal topraklarda. Ahir zamanda kalpsiz akıllar vardı. Saadet asrı aklı kalp ile tasdik ederdi ki, -muallim-i sani- Musab bin Umeyr ile kalpler teshir, akıllar rehber oluyordu. – zaten aklı olmayanın dini de yoktu- Lakin ahir zamanın Kalpsiz Akılları olan Dr. Duzileri, Darwinleri, Hindinin yavrucukları… Yakıp kavuruyordu haddi zatında akıllarıyla memleketin istikbal-i nuranisini… Ahir zamanda canavarlaşmış siyaset ile vahşet-i azime hükümferma idi ki, bombaların göklerde kavis çizmesi adına vehmi bir isyankâr fikri ile nice masumlar -belki- erken veda etmek zorunda kalıyor hayat-ı dünyevisine… Buna mukabil “wela teziru wâziretun wizre uxre”(isra:15) rehberliğinde “Adalet-i mahza” her zerresinde kendine yer bulacaktı ki “ilim şehri”nin Taif şehrine bir ümitle bakışı, helakine gönlü razı olmaması… Devamında “ilim şehri”nin talebe-i azamı “İlim Şehrinin Kapısı” da aynı uygulamayla hareket edecekti ki tespit edilemeyen caninin içinde yer aldığı kırk kişilik gruba zulüm etmeyecek, müdahale etmeyecekti. Ahir zamanda doktor olmak, paşa olmak hâkim idi zihinlere, hem felsefe-i hayatlarına… İman ile mücehhez bütün “paşa”lık ve büyüklüğü Mekke’nin topraklarına gömüp, kefensiz bir ölüme ‘Hoş Amedi’ yapar asr-ı saadetin mübarek neferleri..

El-hâsıl;

İster ahir zamanda Süfyan veya izinde olan askerleri olun, ister saadet asrının kara deliklerinde kendine ancak yer bulmuş Müseylemetü’l-Kezzap… Kaybediyor ikisi de “Asl-ı Saadet”i yaşamadıktan sonra… O halde, Ya Rabbi! Ahir zaman dehlizlerinden saadet asrının münbit arazilerinden neşv u nema bulan Cadde-i Kübra-i Kuraniyeye bizi idhal eyle. Bizi kendine kul, Habibine ümmet ve saadet asrına müptela, müştak ve müteyakkız bir talebesi ve Al-i Beyt’in muhabbet fedaisi Said Nursi’ye talebe eyle… (Amin)


N

urani silsilenin Hicri 13. asırdaki halkası ve asrının müceddidi olan Mevlana Halid’in Asıl ismi, Ebü’l-Beha Ziyaüddin Halid b. Ahmed b. Hüseyn eş-Şehrezuri el-Kürdi’dir. Bağdat’ta meşhur olduğu içinde Bağdadi denilmiştir. Nesebi baba tarafından Hz. Osman’a dayanan Halid-i Bağdadi, 1193’te (M. 1779) Irak’ta, Süleymaniye’ye bağlı Karadağ (Qera dax) kasabasında dünyaya geldi. Nakşibendi tarikatında tecdid yaparak Halidiyye kolunu oluşturmuştur. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri ilk yıllarını buradaki medreselerde tamamladı. Tefsir, hadis, kelam ve fıkıh bilgileriyle tanındı. Devrin bütün İslami klasik eserlerini öğrendi. Ergenlik dönemine geldiğinde yazdığı şiirlerle gönülleri fethetti.

astronomi ve coğrafya dersleri de alan Mevlana Halid Senendec’de devrin Ali Kuşçusu olarak tanınan Şeyh Muhammed Senendeci‘den astronomi dersi alarak kendisinden icazet almıştır. 1799 yılında memleketi Süleymaniye’ye dönen Mevlana bu sıralarda Şeyhi Abdülkerim Berzenci’nin vefatı üzerine, çok genç olmasına rağmen Süleymaniye’deki medresenin sorumluluğunu üstlenerek bir çok talebe yetiştirdi. Burada yedi yıl hizmet verdi. Sünnet-i seniyyeye bağlılığı, derin ilmi ve siyasi otoriteden uzak tavırlarıyla dikkati çekti. Hac ibadetini yapmak üzere 1805 tarihinde memleketinden ayrılan Mevlana Halid Musul, Diyarbakır, Urfa ve Şam yolunu izleyerek Medine’ye ulaşır. Şam’da bulunan hadis alimi Muhammed Küzberi’den hadis nakledebilme icazeti ve Şeyh Mustafa Kürdi’den de Kadiriyye tarikatı icazetini alır. Bir mürşid arayışı içinde olan ve bu istekle de Kabe’ye gelen Mevlana Halid Mekke’de iken kendisine ‘senin aradığın, seni irşad edecek kişi burada değil’ deyip Hindistan tarafını işaret eden veli bir zatla olan görüşmesinden sonra mürşidinin Harem-i şerifte olmadığına emin olmuştur.

Zamanının müceddidi Mevlana Halid Bağdadi ‘nin yıllar sonra cübbesi, bir sarıkla birlikte, Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri bir müddet Mevlana Hazretlerinin sonra ilmin gösterdiği ışığın izlerini takip ederek, meşhur halifelerinden “Küçük pek çok alimin ders halAşık” namıyla tanınan, kasına katılmaya başladı. Bu durum onu, vatanı Mehmet Efendi’nin torunu ve ailesinden ayrı kalmaAsiye Mülazımoğlu ya sevketti. Süleymaniye’de Molla Muhammed Salih, eliyle Bediüzzaman Şeyh Abdullah Harpûti, MolHazretlerine lazade Abdürrahim, Şeyh Muhammed Kasım gibi önde gelen ulaşmıştır. alimlerden ve devrin özellikle iki büyük alimi Şeyh Seyyid Abdülkerim ve Abdürrahim Berzenci kardeşlerden zahiri derslerini tamamlayıp icazet aldı. Yirmi yaşına varmadan dönemin valisi İbrahim Paşa onun medresede müderris olmasını çok istemesine rağmen kendisi ‘henüz teklif ettiğiniz görevlere hazır değilim’ diyerek bu görevi kabul etmemiştir. Farklı alimlerden matematik, geometri,

Hac farizasını tamamlayan Mevlana Halid, Süleymaniye’ye döndü ve tedris hizmetine devam etti. Abdullah Dehlevi’nin dervişlerinden Muhammed Derviş Azimabadi’nin Süleymaniye’ye gelmesine kadar bu hizmeti sürdürdü. Azimabadi ile Süleymaniye’de uzun sohbet ve halvetlerde bulunan Mevlana Halid, nihayet beklediği anın geldiğine inanmıştır.

İZ BIRAKANLAR

MEVLANA HALİD- İ BAĞDADİ (17791827) Hasan HALHALLI

23


İZ BIRAKANLAR 24

Dünyevi bütün meşguliyetlerini bırakarak Azimabadi ile Hindistan’a sefere çıktı. Mevlana Halid-i Bağdadi Hazretleri bir yıl içinde eşine az rastlanır bir mürid oldu. Tasavvufi terbiyenin en girift mertebelerini aştı, nurlu müşahede alemine ulaştı, velayet makamlarına kavuştu. Allah’ın ona ikram ettiği ulvi mertebeleri mürşidi Abdullah-ı Dehlevi hazretleri müşahede edince, kendisine beş tarikatın irşad metodunu öğretti. Abdullah Dehlevi, müridi Halid Bağdadi’ye Nakşibendiyye, Kadiriyye, Sühreverdiyye, Kubrevivye ve Çeştiyye tarikatlarından icazet verdi. Mevlana Halid Nakşibendi yolunun esaslarına sadık kalmış icazet almış olduğu Kadiriyye, Sühreverdiyye Kübreviyye ve Çiştiyye yolunun bir takım esasları ile Nakşibendi esaslarını birleştirerek Halidiyye kolunun esaslarını belirlemiştir. Nakşilikte yapılan tecdid hareketlerinden biri de, Mevlana Halid-i Bağdadi tarafından yapılmıştır. Bu tecdidin irfani yönden en önemli kaidelerinden birisi de ümmi olana seyr-i sülukunu bitirse dahi icazet verilmemesi olmuştur. Bu ilim, fıkıhta amel esnasında ruhsatları dahi terk ettirmiş, azimetin seçilmesi gerektiği gibi bir takva kaidesini de yola oturtmuştur. Bu ilmi hassasiyet ve dirayet, bid’atlara ve itikadi sapmalara engel olmak içindir. Yani Şeriat olmadan Tarikat olmaz.

Tüm bunlara ilave olarak zahiri ilimlerde tanınmış olan Şeyh Veliyyullah Hanefi-i Nakşibendi hazretlerinden de Buhari, Müslim, Ebû Davud, Tirmizi, Nesai, İbn Mace olarak tanınan meşhur altı hadis kitabı Kütüb-i Sitte’yi rivayet icazeti aldı. Mevlana Halid-i Bağdadi hazretleri Abdullah-ı Dihlevi hazretlerinin dergahında bir yıl kaldı. Hizmet ve zikir neyi gerektiriyorsa onu yaptı. Dehlevi, müridindeki “benlik” duygusunu kırmak için onu küçük hizmetlerde çalıştırdı. Temizlik yaptırdı. Nefsin isteklerini durulttu ve bir yılda onu eğitti. “–Oğlum Halid! İlimde eşsiz bir mertebeye ulaşmıştın. Ancak onu maneviyatla tezyin etmen gerekliydi. Bunun için de nefs terbiyesi ve gönül tasfiyesine ihtiyacın zarûriydi. Yoksa nefsin seni gurur ve kibir bataklığına sürükleyip helak edecekti. Elhamdülillah ki, şu an nefsini ayaklar altına alarak kemalatın zirvesine tırmandın. Artık işini melekler görür oldu.” dedi ve ekledi: “–Evladım! Kendilerine intisab etmiş olduğumuz seyyidlerimiz, şeriat, tarikat, hakikat ve marifete ermiş kimselerdir. Şimdi sen, bir müceddid olarak onların bir halkası oldun. Artık bütün iklimlerin irşadı seni bekliyor! Allah Teala himmetini ali eylesin!”


Ama Mevlana Halid: “Ey efendim o beldelerde Haydariyye ve Berzenciyye tarikatından çok sadat var. Böyle bir durumda orada nasıl irşadla meşgul olurum? Çünkü bu şeyhler şöhret ve itibar sahibi ve alimlerin başvurduğu kimseler olduklarından diğer insanlar bizi engeller.” demişse de Abdullah Dehlevi hazretleri: “Sen git irşada başla oranın büyükleri kapına gelip yüz süreceklerdir. Bugün ne istersen iste Allahın izniyle vereyim” dedi. Mevlana Halid: ‘Dini ve dinin kuvvet bulması için dünyayı da isterim’ dedi. Bunun üzerine Şeyh Dehlevi: ”Git ey Halid, Allah’ın izniyle istediklerinin hepsine kavuşacaksın.” buyurdu. Abdullah-ı Dehlevi hazretleri müridleriyle birlikte, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerini Delhi’nin 4 mil kadar dışına dualarla uğurladı. 1811 yılında memleketi Süleymaniye’ye geldi. Ardından şeyhinden gelen bir işaret üzere Bağdat’a gitti. Bağdat, Abdulkadir Geylani Hazretlerinin tasarrufunda olan bir şehirdir. Hazret-i Mevlana Hindistan’dan Tarik-ı Nakşi’yi getirdiği vakit, Bağdad dairesi Şah-ı Geylani’nin ba’de-l memat hayatta olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın manen tasarrufu -bidayeten- cay-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbani’nin ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şah-ı Geylani’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki: “Mevlana Halid senin evladındır, kabul et!” Şah-ı Geylani, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlana Halid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlana Halid birden parlamış. Orada vali Said Paşa’nın da desteğiyle İhsaiye medresesini ihya ederek ilk “Halidi tekkesi” haline getirdi. Engin bilgisi geniş tasavvufi etkisi kısa zamanda şöhret ve nüfuzunu arttırınca çevrede hasedci nazarlar ve kıskanç tavırlar kendisini vali’ye şikayete kadar vardırmışlardı. Şikayetin bir ucu Sultan II. Mahmud’a kadar ulaştı. Sultan, Şeyhülislamı çağırıp kararını vereceği sırada Şeyhülislam Mustafa Asım Efendi Sultan a :”Ey iman edenler, size bir fasık gelir ve bir haber getirirse onu iyice araştırın. Aksi halde bir topluluğa bilmeden bir kötülük etmiş olursunuz. Sonra da pişman olursunuz.” (el-Hucurat, 49/6) ayetini hatırlattı. Bunun zerine Sultan bu iş için iki adam gönderdi. Diğer taraftan Vali Said Paşa’nın yaptırdığı araştırmada Mevlana Halid’in haklı, iddiaların ise iftira olduğunu ortaya çıkardı.

Gerek Bağdad’daki ilk tekkede, gerekse Süleymaniye’deki ikinci dergahta pek çok halife yetiştiren Mevlana Halid bunları İslam ülkelerinin muhtelif merkezlerine gönderiyordu. Kendisinden bir asır sonra gelecek olan zamanın müceddidi Bediüzzaman kendisi hakkında şöyle buyurmaktadır. ”… Bundan bir buçuk asır evvel Mevlana Halid Zülcenaheyn’in Hindistan’dan getirdiği parlak bir ilm-i hakikat rüsuhuyla o zamanda meydan alan tevilat-ı fasideyi ve şübehatı dağıtarak yüz senede elli milyondan ziyade insanları daire-i irşadına aldığı ve tenvir ettiği zamanın tarihine tam tamına tevafukla bakar.” Mevlana Halid’in, etrafındaki halkanın hızla genişlemesi devlet ricalinin dikkatini çekmiş ve bölge valisinden tahkikat istenmiştir. Bundan rahatsız olan Halid-i Zülcenaheyn Şam’a geçerek Ümeyye (Emevi) Camii civarına yerleşmiş ve vefatına kadar burada kalmıştır. Mevlana Halid Hazretlerinin vefatı yaklaşınca Kabr-i mübarekinin hazırlanmasını emretti. Salihiyye’de kabrinin yerini ta’yin etti. Şam’ın haricinde, (Kasiyon) dağının altındaki tepede, kırklar makamının karşısındadır. Vefatından evvel halifeliğine ise Şeyh İsmail Enarani vasiyet etti. Zamanının müceddidi Mevlana Halid Bağdadi’ nin yıllar sonra cübbesi, bir sarıkla birlikte, Mevlana Hazretlerinin meşhur halifelerinden “Küçük Aşık” namıyla tanınan, Mehmet Efendi’nin torunu Asiye Mülazımoğlu eliyle Bediüzzaman Hazretlerine ulaşmıştır. Eserlerinden bazıları: -Divan: Ağırlıklı olarak Farsça, ayrıca Arapça ve Kürtçe şiirlerden oluşur. -Risale fi’t tarik: (Halidiyye Risalesi) -Mektubat: -Risale-i Rabıta -Risale fi adabı’z-zikr li’l müridin -Talikat ala Haşiyetü’s-Siyalkuti -Cila’ü’l-ekdar ; Bedir gazilerinin isimlerini ihtiva eder. -Fera’idü’l-Fevaid (Şerhi Hadis-i Cibril) -Risaletü’ül-ikdü’l-cevheri: Eşarilerle Maturidilerin kesb ve irade-i cüziyye konusundaki görüşlerini inceler.

İZ BIRAKANLAR

İşte bütün bunlardan sonra Abdullah-ı Dihlevi hazretleri, Mevlana Halid-i Bağdadi hazretlerini mürşid-i kamil olarak tayin etti ve memleketine geri dönmesini istedi.

25


İZ BIRAKANLAR 26

Mevlana Halid’in Halifeleri

Mevlana Şeyh Ahmed Berzenci.

Mevlana Şeyh İsmail Enarani.

Mevlana Şeyh Abdullah Haydari Bağdadi.

Mevlana Şeyh Muhammed Bağdadi.

Mevlana Seyyid Abdülgafûr Müşahidi Bağdadi.

Mevlana Şeyh Abdurrahman Akri Kürdi.

Mevlana Şeyh Muhammed Cedid Bağdadi.

Mevlana Şeyh Abdülfettah Akri Kürdi.

Mevlana Şeyh Abdülkadir Deylemi.

Mevlana Şeyh Molla Mustafa Gülanberi.

Mevlana Şeyh Molla Halid Kürdi.

Mevlana Şeyh Abdullah b. Abdurrahman-ı Cili.

Mevlana Şeyh Abdullah Ferdi.

Mevlana Şeyh Molla Abbas Kûki.

Mevlana Şeyh Abdullah Herevi.

Mevlana Şeyh Seyyid Abdülkadir Berzenci.

Mevlana Şeyh Muhammed Farûki Kürdi.

Mevlana Şeyh Molla Hidayetullah Erbili.

Mevlana Şeyh Muhammed Nasih.

Mevlana Şeyh İsmail Berzenci.

Mevlana Şeyh Hasan Hattat Kozani.

Mevlana Şeyh Molla Ebû Bekir Bağdadi.

Mevlana Şeyh Seyyid Muhammed İmadi.

Mevlana Şeyh Tahir Akri.

Mevlana Şeyh Halid Cezeri.

Mevlana Şeyh Ma‘rûf Tıkriti.

Mevlana Şeyh İsmail Basri.

Mevlana Şeyh Ahmed Kastamoni.

Mevlana Şeyh Muhammed Hani.

Mevlana Şeyh Muhammed b. Süleyman.

Mevlana Şeyh Osman Tavili Iraki.

Mevlana Şeyh Muhammed Aşık.

Mevlana Seyyid Abdullah Şemzedini Hakkari.

Mevlana Şeyh Musa Cübari Bağdadi.

Mevlana Şeyh Seyyid Taha Şemzedini Hakkari.

Mevlana Şeyh Abdülgafûr Kürdi Kerküki. Mevlana Şeyh Ahmed Hatib Erbili.

KAYNAKÇA

Mevlana Şeyh Abdullah Erzincani Mekki.

-Halidiyye Risalesi: Mevlana Halid Bağdadi

Mevlana Şeyh Halid Kürdi Medeni.

- Şemsu’ş Şumus: El Hac Hasan Şükrü

Mevlana Şeyh İsmail Şirvani.

-Mecdu’t Talid: İbrahim Fasih Haydari

Mevlana Şeyh Ahmed Eğribozi. Bu zat, Mevlana Halid’in İstanbul’a gönderdiği ve sonradan halifelikten uzaklaştırdığı Abdülvehhab-ı Sûsi’nin yerine, İstanbul’da görevlendirildi ve bir müddet sonra da İzmir’e tayin edildi.

-Sikke-i Tasdiki Ğaybiye: Bediüzzaman Said Nursi -Şualar: Bediüzzaman Said Nursi


(Fâiz)

S

özlük anlamı itibariyle artma ve çoğalma anlamına gelen riba, İslam hukukunda karşılığı bulunmayan fazlalık anlamında bir terimdir. Cins ve miktarı bir olan iki şeyden biri diğeriyle mübadele edildiğinde bir taraf için kabul edilen malın fazlasına riba veya faiz denir. Ayarları aynı olan 100 gr. altını, peşin veya vadeli 120 gr. altınla mübadele etmek gibi. Böyle bir işlemde 100 gr. altın veren, aynı miktarda altın alma hakkına sahip olur. Burada 100 gr. altın anapara (re’sül-mal), 20 gr. fazlalık ise ribâ adını alır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, Azim Dağıtım, II, 236-238)

Maşallah TURAN

ni sen çalış ben yiyeyim anlayışı işletilirdi. Böylece borçlu çoğu zaman aldığının kat kat fazlasını ödemek zorunda kalırdı. Hatta bu uygulama o derece yerleşip kökleşmişti ki, Kuran’ın da ifade buyurduğu gibi, “...alış veriş de faiz gibidir...” (Bakara suresi, 275) deniliyor; faiz de tıpkı alışveriş gibi meşru sayılıyordu. İşte bu noktada Kur’an’ın bu derece kökleşen faiz illetini nasıl ortadan kaldırdığı meselesi, bizim için büyük bir önem arz etmektedir.

 

Riba sözcüğü yerine Türkçe’de daha çok ‘artık değer’ anlamına gelen “faiz” terimi kullanılır. Kur’an’ın indiği dönemde asıl borca “re’sül-mâl”, ziyadesine ise “ribâ” adı verilirdi. Bugünkü faiz işlemleri nitelik bakımından câhiliyye devrinin bu âdetinden farklı bir şey değildir. Faiz miktarının ve şekillerinin azalması veya çoğalması muâmelenin niteliğini değiştirmez. İşte cahilî Arap örfünde ribâ tam anlamıyla günümüzdeki nakit paraların faizi veya nemâsı diye tabir edilen fazlasıdır. Bir şeyin nitelikleri değişmedikçe, adının değişmesi, hükmünün değişmesini gerektirmez. Mekke’de, Taif’te, Medine’de faizcilik yaparak çalışmadan kazanan, halkın sırtından geçinen zenginler vardı. Bunlar, belirlenen süre sonunda verdikleri anaparaya ilave olarak belli bir fazlalığı da almak üzere ihtiyaç sahiplerine borç verirlerdi. Borçlu, o belirlenen süre sonunda borcunu ödeyemezse vade uzatılır, buna karşılık faiz miktarı da artırılırdı. Ya-

Kur’an, toplumla ilgili sosyal ve ekonomik problemleri çözerken tedrîcilik prensibini uygulamıştır. Faizcilik, Arapların özellikle yüksek ve zengin tabakalarının yararlandıkları önemli bir kazanç yolu idi.(1) Bunu bir hamlede kaldırmak hikmete uygun değildi. Bu yüzden, içkinin yasaklanmasında olduğu gibi, ribânın yasaklanması da belli merhaleler geçirmiştir. Bu meyanda, 1- Mekke’de inen bir âyette fâizin malı arttırmayacağı bildirilmiştir: “İnsanların malları içinde artsın diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Fakat Allah rızasını dileyerek verdiğiniz herhangi bir sadaka böyle değildir. İşte onlar sevaplarını kat kat artıranlardır.” (Rum, 30/39).(3) 2- Medine’de inen bir âyette ise, Tevrat’ta Yahudilere faizin yasaklandığı, ancak bu yasağa uymadıkları için kendilerine helal kılınan bazı temiz ve güzel şeylerin haram kılındığı belirtilmiştir: “Yahudilerin haksız davranışları, çoklarını Allah yolundan çevirmeleri, kendilerine yasaklandığı halde faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden dolayı, kendilerine helal kılınmış olan temiz

DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

RİBA

27


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

28

şeyleri onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere elem verici bir azap hazırladık.” (Nisa, 4/160,161). (3) Şu âyetle ise kısmî yasaklama getirilmiştir: “Ey iman edenler, ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin.” (Âl-i İmran, 3/130). Burada fâhiş ribâ adı verilen mürekkeb fâiz kastedilmiştir.(4) Kur’ân-ı Kerim azı ve çoğu hakkında bir ayırım yapmaksızın ribayı şu âyetlerle mutlak olarak yasaklamıştır: “Riba (faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpan kimse nasıl kalkarsa ancak öyle kalkarlar. Bu ceza onlara, “alışveriş de faiz gibidir” demeleri yüzündendir. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi de haram kılmıştır. Bundan böyle her kim, Rabbinden kendisine gelen bir öğüt üzerine faizciliğe son verirse, geçmişte olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a kalmıştır. Her kim de yeniden faize dönerse işte onlar Cehennem ehlidirler ve orada süresiz kalacaklardır. (Bakara, 2/275); Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve (câhiliyede işlediğiniz) faiz hesabından arta kalanı bırakın; eğer gerçek mü’minler iseniz. Yok eğer bu faizi terk etmezseniz; bilin ki, Allah’a ve Peygamberine karşı bir harbe girmiş olursunuz. Eğer ribâdan tevbe ederseniz, anaparanız sizindir. Böylece ne zulmetmiş ve ne de zulme uğramış olmazsınız” (Bakara, 2/278-279). Hz. Peygamber, Veda haccı sırasında Mekke’de faiz yasağı uygulamasını şu ifadelerle vurgulamıştır: “Dikkat ediniz! Câhiliyye devrinden kalma faizin hepsi kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk faiz, amcam Abbas b. Abdilmuttalib’in faizidir” (Müslim, Hac, 147; Ebû Davud, Büyü’, 5). Faizin Çeşitleri İslâm’ın yasakladığı ribâ, iki kısma ayrılır. 1- Nesîe ribası 2- Fazlalık ribası. 1- Nesîe ribası (ribe’n-nesîe). Cahiliye devrinde daha çok uygulanan ribâ çeşidi budur. Bu, satış akdinden veya ödünç vermekten doğan bir borç için

vade durumuna göre eklenen faizdir. Borç vadesinde ödenmeyince yeni anlaşmalarla faiz ilave edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de bu çeşit ribaya işaret edilerek, yasak hükmü getirilmiştir: “Ey iman edenler gerçek mü’minler iseniz Allah’tan korkun, faizden henüz alınmamış olup da kalanı bırakın” (Bakara, 2/278279). 2- Fazlalık ribâsı (ribel-fadl). Bu, aynı tür iki malı değiştirirken birisini diğerinin üzerine ziyadeyle satmaktır. Meselâ bir ölçek buğdayı, iki ölçek buğdayla peşin veya vadeli olarak satmak gibi. Asr-ı saadette ribâ uygulaması örnekleri: Altının altınla değişimi eşit ağırlıkta ve peşin olarak yapılır. Hz. Peygamber devrinde dinar adı verilen altın para, yaklaşık 4 gram ağırlığında altından ibarettir. Böyle bir para ile altın zinet eşyası alınmak istense, gerçekte altın altınla mübadele edilmiş olur. Bu hesaba göre 80 gram altına eş değer olan 20 dinara 60 gramlık bir bilezik alırsak, 20 gram fazlalık faiz olur. Bunun aksine 10 dinara, 60 gram ağırlığındaki bileziği satın almak da aynı sonucu doğurur. Gümüşün para birimi dirhemdir. Bir dirhem yaklaşık 3,2 gram gümüş ihtiva eder. Gümüşten yapılan ziynet eşyası ve benzerlerinin gümüş para karşılığında satımı hâlinde de, altın konusunda belirtilen sakıncalar ortaya çıkar. Böylece faiz yasağının amacının, tarafların aldanmasını önlemek ve haksız kazanca engel olmak noktasında toplandığı anlaşılmaktadır.(5) Konu biraz açılacak olursa, şunlar söylenebilir: Bugün, dünyanın pek çok yerinde teori ve pratik olarak yürürlükte olan kapitalist sistemin gelir dağılımında para da kiraya verilmektedir. Hâlbuki bu, kira bedeli olan ve faiz denilen bu şey, hiçbir şeyin karşılığı değildir. Neden mi, çünkü kâğıt para denilen şeyin bizatihi değeri yoktur, o, bir mal gibi bir ihtiyacı giderme özelliğinden uzaktır; ikinci olarak da


“Faiz

Fâiz, ekonominin olmazsa olmaz bir rüknü değildir. Ekonomik faaliyetlerin fâizsiz bir sistem içinde daha sağlıklı bir biçimde yürütülmesi mümkündür. Ancak bu yapının oluşabilmesi için, sistem bazında bazı noktalara ağırlık verilmesi gerekmektedir. 1) Paranın satın alma gücünün

yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı sağlam bir esasa bağlanması. Güdünya ekonomilerinde kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. nümüz kâğıt para kabul görmüş örfi bir Bu, onların “Alış veriş de faiz gibidir.” paradır. Öyleyse kâğıt para veya benzeri menkul kıymetlerin aldemelerindendir. Hâlbuki Allah alış verişi tın başta olmak üzere bazı misli eşyaya bağlanması, satın alma helal, faizi ise haram kılmıştır. gücünü temsil ettiği mislî maldan alan sağlam bir para anlayışını ortaya ”(Bakara 2/275)

Faizli kredilerde anaparanın faiziyle birlikte geri ödeme taahhüdü, taraflardan birisini haksız kazançla karşı karşıya getirir. Ubâde b. es-Sâmit (r.a)’den Allah Rasûlünün şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Altın altınla, gümüş gümüşle, buğday buğdayla, arpa arpa ile, hurma hurma ile ve tuz tuz ile, misli misline, birbirine eşit ve peşin olarak mübâdele edilir. Cinsler farklı olursa, peşin olmak şartıyla, istediğiniz gibi satış yapınız. Her kim fazla verir veya alırsa ribâ muâmelesi yapmış olur” (Müslim, Musakat, 81; Ebû Davud, Buyu, 18; Tirmizi, Buyu, 23). Bu hadiste zikredilen altı madde “örnek kabilinden”dir; maddelerin mislî oluşuna bakarak, ölçü veya tartı ile alınıp satılan tüm malların mübâdelesinde, cins birliği olunca “fazlalık” ve “vadenin”; cins farkı bulunduğunda ise, yalnız vadenin fâiz olduğu açığa çıkar. İşin bu noktasında faiz, acaba günümüz ekonomisinin vazgeçilemez bir pratiği midir sorusu akla gelmektedir?

çıkarabilir. Enflasyona karşı kendisini koruyabilen böyle bir para, karz, kredi ve sermaye birikimi için daha elverişli hale gelir. Aksi takdirde bir gecede sermayesi eriyen dar gelirlilere veya bir gecede parasını iki veya üç misline katlayan faiz erbabına rastlamak her zaman mümkündür.

2) Karz-ı hasen’e işlerlik kazandırmak. Allah (c.c.), ihtiyaç sahiplerine ödünç para vereni övmüş, âhirette ona kat kat ecir vereceğini bildirmiştir (Hadid, 57/11). İslâm’da faizsiz ödünç para verme yoluyla kısa vadeli ve küçük kredileri temin etmek mümkündür. Ticari olmayan ihtiyaçlar, dar ve sabit gelirlilerin kısa süreli para sıkıntıları ve yine esnaf ve tüccarın geçici ve kısa süreli ekonomik finansmanları bu yolla karşılanabilir. Bu gibi kısa süreli ihtiyaçların hısımlar, esnaf, tüccar ve komşular arasında çözümlenmesi ve bundan maddî bir yarar beklenmemesi en güzel ve kalıcı bir çözümdür. Bu uygulama Müslümanları birbirine yaklaştırır, iyilik yapma duygularını güçlendirir, ayrıca taraflar sürekli olarak karz-ı hasen sevabı kazanırlar. Kısa vadeli küçük kredilerin daha düzenli ve faizsiz olarak temini için, “yardımlaşma sandıkları” da oluşturulabilir. Bu sandığa her ay belli âidat ödenerek, ihtiyaç olduğunda buradan kredi alınması ve bunun anlaşma şartlarına göre geri ödenmesi mümkündür. 3) Mudâraba ortaklığı. Biri ortak sermayeyi, diğeri emeğini ortaya koyarak şirket kurabilirler.

DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

para kullanılmakla eşya gibi yıpranmaz. Kira bedeli denilen şey ancak yıpranmanın karşılığıdır. Para öyle bir araçtır ki, kendisine bir eylem, bir risk veya buna benzer bir şey ilave edilmedikçe bir değer meydana getiremez. Bu parayı veren kişi, bunu birisine veya bankaya değil de kendi kasasına koysa, bir yıl sonra kasasını açıp baksa parası çoğalmış olacak mıdır? Burada parayı kasaya koymakla, bankaya koymak arasında ne fark vardır, hiçbir fark yoktur. Öyleyse kasadaki para bankada olduğu zaman niçin artıp çoğalsın ki? Faizli düzenlerin bu faiz sebebiyle epilepsi hastalığına tutulmuş insanların kriz geçirdiği gibi krize tutulacaklarını Kuran haber vermiştir. “Faiz yiyenler tıpkı şeytanın çarptığı kimsenin kalkışı gibi kalkarlar. Bu, onların “Alış veriş de faiz gibidir.” demelerindendir. Hâlbuki Allah alış verişi helal, faizi ise haram kılmıştır.”(Bakara 2/275)

29


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

30

Buna mudâraba denir. İslâm’da mudâraba, özel sektörün uzun veya kısa vadeli her çeşit kredi ihtiyacını karşılamak için elverişli bir ortaklık çeşididir. Elinde büyük sermaye birikimi olan birçok kimseler bunu işletmek, bir ticaret işinde kullanmak ister. Ancak bilgisi, tecrübesi veya sağlığı elverişli olmadığı için bu arzusunu gerçekleştiremez. Yine toplumda bilgili, yetenekli ve ticaret işine yatkın birçok kimseler de sermaye yokluğundan dolayı ticarete atılamaz. İşte, mudâraba, birbirine muhtaç olan bu iki unsuru bir araya getirir. İki taraf da bundan kârlı çıkar. Böylece toplumda yastık altında kalan sermayeler ve iş bulamayan kabiliyetler değerlenmiş olur. 4) Muşâraka ortaklığı. Şirket ortaklığı yani iki ve daha çok kişinin ticaret yapmak, elde edecekleri kârı paylaşmak üzere ortaklık kurmasıdır. Tasarrufların doğrudan yatırımlara ve ekonomik faaliyetlere sevki, sanayi, ticaret ve tarım kesiminde sermaye birikimi oluşturulması, muşâraka yoluyla mümkündür. Burada her ortak şirkete belli miktar sermaye veya hem sermaye, hem de emeği ile ortak olur. Net kârın paylaşılması serbest sözleşme ile olur. Zarara katlanma ise sermaye oranlarına göredir. Kredi kaynaklarından başka, devlet bütçesinin yatırımcılara kullandıracağı faizsiz krediler, borçlarını ödeme güçlüğü çekenlere zekât fonunun desteği, ziraat ortakçılığı esasına göre dağıtılacak tarım kredileri de sayılabilir. Buna göre İslâm ekonomisi her konuda olduğu gibi ekonomik problemlere gerçekçi çözümler getirmiştir. Bu sistemde, tasarruf sahipleriyle müteşebbisler doğrudan temas halindedir. Günümüz ekonomisinin işleyişine baktığımızda ise, faizli kre-

di mâliyetlerinin kimi zaman %100’ü aştığı bilinmektedir. Müteşebbisler bu kredileri, ürettikleri malın mâliyetine yansıttıkları için, fâiz, eşya fiyatlarının normalin üzerinde yükselmesine sebep olmaktadır. Böyle bir kredi, çıkarılacak kâr-zarar tahvilleriyle, mudâraba veya muşâraka ölçüleri içinde kullanıldığında ise, üretim maliyetleri önemli ölçüde düşer. Taraflar ve toplum meşrû ticaretin bereket ve meyvelerini görmeye başlar. Tabi ki sözü edilen ticari faaliyetlerde dürüstlüğün hayati bir önem arz ettiği ortadadır. Bu yüzden toplumun ihtiyaç maddelerini üretip dağıtanlar ve ekonomik faaliyetleri dürüst olarak yürütenler Allâh Rasûlünün diliyle şöyle övülmüştür: “Bir kimse toplumun ihtiyaç duyduğu gıda maddelerini toplayıp günün rayiç fiyatı ile satsa, sanki bunları yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine tasadduk etmiş gibi ecir alır” (İbn Mace, Ruhün, 16); “Gönül hoşluğu ile görevini yerine getiren, harama el uzatmayan veznedar, Allah rızası için sadaka verenin ecrini alır. “Kendisine emânet edilen paraları yolsuzluk yapmaksızın hak sahiplerine ulaştırdıkça sanki onları yoksullara dağıtmış gibi sevap kazanır” (Buhârî, Zekat, 25). Sonuç Faiz yasağı, İslâm iktisadının hem ana öğelerinden birisi, hem de mâkul bir gereğidir. İslâm servetin âtıl bırakılmamasını, üretim ve yatırım dışında tutulmamasını isteyerek faiz ortamının doğuşunu engelleyici bazı tedbirler almıştır. İslâm’da temel üretim faktörü olarak “emek-alın teri” kabul edilip, sermayenin risk ve zarara katlanmadan tek başına kazanç aracı olması önlenmiştir. Çünkü bu, sermaye ve servetin giderek belli bir zümrenin elinde toplan-


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

31

masına, neticede insanların sınıflaşmasına, büyük bir kesimin mağduriyetine sebep olacaktır. İslâm’ın yerleştirmeye çalıştığı ahlâkî anlayış, yardımlaşma ve sosyal dayanışma ilkesi, zekât ve infak emri, emek ve sermayenin birlikte üretime ve yatırıma yönelmesi, kâr ve zararı birlikte göğüslemesi prensibi ve benzeri düzenlemeler, bir bütünün birbirini tamamlayan parçalarıdır. İslâm, nimetleri ve külfetleri topluma eşit olmasa da dengeli biçimde yaymayı ilke edinmiştir. Ağır diyet borcu altındaki suçluya hazine veya akrabalarının hatta mensubu bulunduğu meslek kesiminin yardımını sağlarken, savaş ganimetini, sermayenin belli ellerde dolaşmasını önleme gerekçesiyle, geniş bir kesime yaymıştır.(6) İslâm miras hukukunda mirasçı zümrenin genişliği de bu anlayışın bir göstergesidir. Halbuki maddeci Batı toplumunda ise, sermayenin belli ellerde veya lobilerde toplanması istenmekte, bu amaçla sermayenin belli merkezlerden daha organizeli şekilde üretim ve yatırıma aktarılması, buna karşılık geniş bir çalışan zümre oluşması sağlanmaya çalışılmaktadır. Buna göre faiz Batı’nın iktisadî hayatının ve anlayışının en vazgeçilmez unsurlarından birini oluşturmaktadır. Batı tipi hayat ve düşünce tarzına hızla adapte olan Müslüman toplumlarda da faizin iktisadî hayatın temel unsuru ve sermayenin en tabii hakkı olarak görülmeye başlanması bu sebepledir. Kur’an faiz ile zekât ve infakın karşılaştırmasını yaparak zekât ve infakın değerli ve kalıcı, faizin ise değersiz ve bereketsiz olduğunu bildirmektedir (Bakara 2/276; Rûm 30/39). Gerçekten de zekât ve infak sosyal adaleti ve refahı arttırıcı olduğundan değerli ve bereketlidir. Faiz ise gelir akışını belli ellerde top-

layıp sosyal refahı önleyeceğinden, dolayısıyla geniş bir kesimin tüketim eğilimini ve imkânını azaltacağından, bazen de sosyal patlamalara sebep olduğundan neticede bereketsiz bir yoldur. Öte yandan, zekât ve infakın Allah katında ecir ve mükâfat ile faizin de ceza ve günah ile karşılanması bir Müslüman için kuşkusuz daha da önemli bir farklılıktır. Kur’an’ın, faizle ticaret arasındaki ilişkiye değinerek ticaretin helâl, faizin haram olduğunu bildirmesi de dikkat çekicidir. Çünkü ticaret üretken olup toplumda emeğe ve sermayeye dengeli bir pay verir, paranın akışını hızlandırır, belli istihdam imkânları ortaya çıkarır. Faiz ise üretken değil tek taraflı çıkar sağlayan ve sen çalış ben yiyeyim anlayışına dayanan bir sömürüdür. Eşit ve iki taraflı risk taşıyan ticaret ile eşitsiz ve tek taraflı risk taşıyan faiz arasında önemli bir mahiyet farkı vardır. Faizle ticaretin aynı olmadığını vurgulayan bir üslûp kullanırken, Kur’an’ın bu noktaya dikkat çekmeyi amaçladığı söylenebilir. Hadislerde geçen “ribe’l-fadl” yani eşitsizliğe dayanan faizli alışveriş ve mübâdele yasağı da birtakım hikmet ve gayelere dayalıdır. Öncelikle belirtilmelidir ki, İslam âlimlerinin büyük çoğunluğu hadiste sayılan maddelerin sınırlama için değil belirli illetlere dayalı örnekleme için anıldığı görüşündedir. Aynı cinsten olan fakat kalite ve miktar farklılığı olan malların mübâdelesi yerine birincinin satılması, ikincinin de para ile satın alınması, yani devreye paranın ve pazarın girmesi istenmiştir. Bu da bir yönüyle, toplumda iktisadî ve hayatî önemi haiz maddelerin piyasada dolaşıp her kesimin ve ihtiyaç sahiplerinin yararlanmasına imkân verilmesi amacına yöneliktir. Belirtilen yönüyle ribe’l-fadl yasağı, esa-


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

32

sen toplumda ticaretin hacmini genişletmeyi amaçlayan bir tedbir görünümündedir. Öte yandan bu yasakla dar gelirli üreticinin sömürülmesi, kandırılması da önlenmek istenmiştir. Son olarak ribanın haram kılınmasının sebeplerini kısaca özetleyerek konuyu bitirelim. 1-Riba, insanın malını karşılıksız olarak almaktır. Hâlbuki insanın malının haramlığı, kanının haramlığı gibidir. Öyleyse insanın malını karşılıksız almak haramdır. Hediye ve bağışlar bahsimizden hariçtir. 2-Riba, insanları cidden çalışıp kazanmak ve üretim ile meşgul olmaktan uzak tutar. Çünkü herhangi bir suretle belli bir miktar para sahibi olmuş bulunan bir kimse, faizcilikle parasını arttırmak imkânını bulunca, artık geçimini kazanmak için çok kolay bir yol elde etmiş olur. Bu durumda, zahmetli olan ticaret ve sanatlarla çalışıp kazanmak zorluğuna girmek istemez. 3-Ribacılık, insanlar arasında ihtiyaca göre “karz-ı hasen” suretiyle iyilik ve yardımlaşmanın kesilmesine sebep olur. Çünkü riba haram ve yasaklanmış olunca, insanların yüz yüze gelip birbirlerine faizsiz borç vermesi, onların hem hoşuna gider, hem de bu durum ahlak ve sosyal güvenin gelişmesine, yaygınlaşmasına ve neticede de sosyal düzenin sağlamlaşmasına sebep olur. 4-Ribayı caiz kabul etmek, zenginlere, fakir fukaradan fazla bir mal çekmek imkânını bağışlamak demektir ki, bu da Rahman ve Rahim olan Allah’ın rahmetine aykırı düşer. Bu sayılan sebepler, ribanın kamu yararına ters düştüğünü açıkça göstermeye yeter. Ribanın yani faizin haram oluşunun asıl sebebi ise, bunun ilahi nass ile sabit olmasıdır. Bu noktayı kavramaktan aciz olanlar, gerçekte hakka değer vermeyen ve hayat hakkı tanımak istemeyen ve nihayet kendi çıkar ve isteklerini hakkın gerçek ölçüsü ve temeli saymak isteyen dar ve kısır görüşlü kimselerdir. Bunun için ribaya taraftar olanlar, daima hukuki ve iktisadi mevzuatı, kendi kişisel çıkarları bağlamında değerlendirenler arasında görülmektedirler.(7)

tabiri için, burada iki mânâ açıklamışlardır: Bazıları bundan maksadın, bilinen riba, yani faiz olduğunu söylemişlerdir ki, zahir olan (açıkça anlaşılan) da budur. Nitekim Süddî bu âyetin, Sekif’in faizi hakkında indiğini rivayet etmiştir. Çünkü Sekif ve Kureyş kabileleri faizcilik ederlerdi. Buna göre demek olur ki, faiz, henüz yasaklanmadan önce de kötülenmiştir. Fakat diğer birçok tefsirciler burada riba (faiz) deyiminin mecaz olup maksadın, fazlasıyla karşılığı gözetilerek verilen fazla hediyeler, bağışlar olduğunu söylemişlerdir ki, bu mânâ İbnü Abbas’tan rivayet edilmiştir. Buna göre fazlasıyla karşılığı gözetilerek verilen hediyeler bir çeşit faizciliğe benzetilerek yerilmiş olacağından dolayı faizin yasaklanmasında daha beliğ olmuş olur. Nitekim bilinen faiz deyimi hakkında “yemek” ifadesi kullanılmıştır. Şu halde mânâ şöyle olur: Halkın mallarında faiz gibi nemalanarak (artış göstererek) fazlasıyla karşılığını almak için verdiğiniz bağışlar, hediyeler Allah yanında nemalanmaz, artmaz. Faizin Allah yanında hiçbir sevabı olmadığı gibi, halktan karşılığı fazlasıyla alınmak niyetiyle verilen hediyeler de öyledir. Gerçi bu günah değildir, fakat sevabı da yoktur. Allah yüzünü, Allah rızasını dileyerek verdiğiniz zekat ise işte kat kat katlayanlar onlardır. “Bir tohuma benzer ki yedi başak bitirmiştir, her başakta yüzer tane vardır. Allah dilediğine böyle veya daha fazla kat kat verir.” (Bakara, 2/261). Bkz. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II; 253-254 (4) Bu ayetle, o devirde en çok uygulanan ve fakiri en çok ezen fahiş riba yani bileşik faiz yasaklanmıştır. Bu durum, içkinin içilmesinin haram kılınmayıp sarhoş halde namaza yaklaşılmasının

Ribayı

caiz kabul etmek, zenginlere, fakir fukaradan fazla bir mal çekmek DİPNOT (1) 2 Bakara 276 imkânını bağışlamak (2) Zaten faiz devam ettikçe servetin demektir ki, bu da Rahman tekelleşmeden kurtulması ve fakirliğin ve Rahim olan Allah’ın azalması mümkün değildir. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II; 240 rahmetine aykırı düşer. (3) Halkın mallarında çoğalsın diye verdiğiniz faiz


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

33

yasaklanması safhasına benzemektedir. İslam önce, fakirin belini iyice kıran kat kat faiz şeklini yasaklamış oluyordu. Faizin kat kat artırılması, bir borca geçmişi eklene eklene faizin anapara kadar veya daha çok bir mikdarı bulması demektir. Tefsirciler, kat kat olma şartının, ihtirâzî olmayıp o zamanki durumun cereyanına göre vaki olmuş olduğunu ve buna göre yasaklamanın aslının mutlaka faizi haram kılmaya yönelmiş olduğunu açıklamaktadırlar. Bu âyetin Uhud vakasını hatırlatması konusunda inmesi, bunun ilk nazil olan ribâ (faiz)yı yasaklama âyeti olduğunu göstermekten uzak değildir. Fıkha ait incelemelere göre Bakara sûresinin âyetleri nüzul bakımından bundan sonradır. Ve hatta sonra inmiş olmasa bile, herhalde, mukaddem (daha önce) de olmadığından, en azından beraber olduklarının düşünülmesi gerekir. Ve bundan dolayı ribâ (faiz) hakkında hakim olan nass (mânâsı açık âyet), “Allah alışverişi helal, ribâ (faiz)yı haram kıldı.” (Bakara, 2/275) mutlak haram kılma âyetidir. Şu halde Bakara sûresinde açıklandığı üzere “Eğer (faizle ilgili söylenenleri) yapmazsanız, Allah ve Resulu ile savaşa girdiğinizi bilin.” (Bakara, 2/279) ayetindeki tehlikeyi düşünüp ilahi emirleri tatbikten geri durmayın. (5) Faiz; ölçü, tartı veya sayı ile alınıp satılan standard (mislî) mallarda cereyan eder. Altın, gümüş ve nakit para çeşitleri de buna dahildir. Kur’ân-ı

Kerîm’deki ribâ âyetleri (Rum, 30/39; Nisâ, 4/160-161; Bakara, 2/275-279) ile Hz. Peygamber (s.a.s)’in bu konudaki hadis ve uygulamaları (Müslim, Musâkât, 17, 80, 81, 102, Hac, 147; Ebu Dâvud, Buyû, 19) incelendiğinde fâiz yasağının haksız kazancı önlemek, paranın yalnız mübadele aracı olarak kalmasını sağlamak, ödeme darlığı çekenleri istismar ettirmemek, kamu ve özel sektöre daha sağlam kredi imkânları sunmak, mâliyetleri düşürmek ve paranın satın alma gücünü korumak gibi sebeplere dayandığı görülür. (6) “Allah’ın fethedilen memleketlerin halkından savaşılmaksızın peygamberine kazandırdığı mallar; Allah’a, peygambere, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. O mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servengüç haline gelmesin diye Allah böyle hükmetmiştir…” Haşr, 59/7 (7) Ayrıntılı bilgi için bkz. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, II; 247-251


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

34

Bilal ULUYAZI

H

çalışmalara ihtiyaç vardır. Kur’an 19 surede 30 kusur z. Adem (a.s) ile Hz.Nuh (a.s) arasındaki ayetle gemiyi konu alır. Kur’an geminin yapılışını, suda dönemde gelen peygamberlerin hayaakışını, denizi yarışını, yelkenini, rüzgarla ilişkisini, intında, mevcut bilgilerimize göre ispat-ı sanların emrine verilmiş munis ve muti bir hayvan gibi nübüvvet anlamında mucize yoktur musahhar olduğunu açıklar ve bu ayet-mucizenin her veya nadirattandır. Kelam-ı ilahi, ukul-u beşere ilahi yönüyle Allah’a ait olduğunu ve ibret almak isteyenler bir tenezzül olduğu gibi ,mucize de kudret-i ilahide için muhteşem bir ayet olduğunu ifade eder. bir tenezzül-ü ilahidir. Mucizenin mahiyeti ; kudretin tedrici ve Adetullaha muvafık tecellisinden ayrılıp,ani 1-Bakara 164.ayet: “Semavat ve yerin yaratılıve def’i, sıradışı tecellisidir. Bu sıradışı tecelli rahmet-i şında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanilahiden beşere bir hediyedir. Hakikatı bilme , ların yararlanması için denizlerde akan gemiinanma ve itaat ile mükellef olan insana lerde, semadan indirdiği su ile ölümünden urvetü’l vuskaya tutunması için sonra yeri ihya etmesinde, bütün canlıuzatılmış bir ipucuları yaymasında, sema ve yer arasında dur. Hakikatbin narüzgarı teshir ederek bulutları yönzar için her şey bir lendirmesinde; akleden insanlar mucizedir. Eşya ister için ayetler vardır.” ani ve def’i ister sıralı Kur’an Gemiyi, sema, ve tedrici halk ve icad Ke yer, gece,gündüz,gemi, la olunsun fark etmez. yağmur, hayvanat m te -ı i Çünkü müsebbibul esne ve nebatat aralah bab ve müessiri hakizz iu sında onlar giü k m lo ul-u ki birdir. Tevhid ve celal uc ldu bi bir ayet b eşer ize ğu başka tesiri red eder. Ane makamıngib de i, cak aklın, künhüne varaku bir da zikretdre ten madığı için hasis gördüğü t-i il m e k te dir. e ahide zzü meselelerde, izzet ve Azalü il Bu zikrediahid met perde çeker. Tedriciir. len unsurlik ve sıra zinciri ve kuva lar insan ve kavanin ve sadehayatınce perdedar-ı dest-i da temel varkudrettir. Şeytan ve Melıklardır. Tevhid ve lek, Nefis ve Kalb, İyi ve Kötü şirk bu varlıkların üzerinde diyalektiğini çözme ve aşma immücadelesini yapar. Kadiri Külli Şey gemiyi tihanı ile karşı karşıya olan insanoğlu kolaya, rahata ve bu temel varlıklar ile birlikte sayarak, insanların ülfet somuta çabuk kanar. Somuttan soyuta atlaması için ve cehaletle aklına bile getirmediği, adeta falinin insan irade, emek ve cehd lazımdır. Müşahhası aşan tevhiolmasında şüphe etmediği geminin bile kudret-i ilahide, aşamayan şirke gark olur. nin emrinde olduğunu anlatarak şirki tard, ülfeti ref’, Kuran-ı Kerim bu meseleyi enfüsi ve afaki bir çok tevhidi ispat etmiştir. ayet-mucize ile anlatır. Biz bu çalışmada, çoğunlukla Sema, yer, hayvanat ve nebatat ve yağmurda perteğet geçilen bir Ayet-Mucize demetinin anlam dünde incedir. İnad olmazsa bir işaret yeterlidir. Ama geyasına bazı işaretlerde bulunacağız. Gemi Mucizesi mi ve benzeri eşyanın (Teknolojik eşyanın icadında) dediğimiz bu hakikatin rumuz ve işarat dünyasına giryapımında lazım olan insani bilgi ve birikiminin oluşmek için daha geniş ve en az yüksek lisans düzeyinde turduğu perde ülfetin yardımı ile öyle kalın bir perde


2-Hud 37.ayet: “Bizim vahyimizle ve bizim gözetimimizde gemiyi yap.” Hz. Nuh’a olan bu emir, geminin tamamen Allah’a ait bir mu’cize olduğunu tesciller. Teşbihte hata olmaz kaidesine dayanarak söylenebilinir ki; Allah adeta bir mahir usta ve sanatkar gibi kalfasına emir vermektedir. Ve sanatın her anında müdahele etmektedir. Diğer mucizevi sanatlardan farkı bu sefer sebeb şuurlu bir peygamberdir. Yed-i Kudret çekici yed-i Nuha vermiştir. Yed-i Nuh dahi bir perdedir dikkat merceği ile bakılırsa. Hz. Nuh gemiyi yaparken kavminin onu alaya alması ve “Su üstünde duran bir ev mi yapacaksın?” gibi sözleri geminin o zamana kadar bilnmediğini gösterir. O dönemde nehirlerde sal gibi küçük aletler bilinse de bu Nuh’un gemisi ile hiç bir yakınlığı yoktur. Tufan gibi bir olayda dağ gibi dalgalarda, dağları aşan bir deryada su üzerinde yüzen bir gemi yapmak ancak rahmet-i ilahiyenin bir mucizesidir. 3-Kamer 13.ayet: “ Onu tahtaları perçinlenerek yapılmış bir gemide taşıdık”. Bu ayet Nuhun gemisinin tahta ve bu tahtaları birleştimeden hasıl olan bir gemi olduğunu belirterek diğer hissi mucizelerden farkını açıklar. Çünkü kıyamete kadar sürecek bir nimettir. Devam edecek nimet de ani ve def’i ve biten mucize gibi değildir. Şakkı Kamer misyonu ispattır. Olup bitmiştir. Kuran nimettir devam etmektedir. İkinci nükte bu geminin gaybden mucizevi icad ile değil kevni tedric zincirine uyularak yapılan bir gemi olduğunu anlatarak, insanoğluna ders vermiş, ufkunu açmıştır. 4-İsra 66.ayet: “Rabbiniz ; Sizin için denizde gemileri yüzdürendir....” Bu ayette gemi ve gemiler adeta Yunus (a.s)’ ın balığı gibi musahhar ve muti bir balık olmaktadır. Gemi ile ilgili bütün mühendislik iflas etmekte,

sudaki kaldrırma kuvveti yok olmakta, rüzgarın itme gücü buharlaşmaktadır. Gemi ve temsilcisi olduğu bütün teknolojik alet ve edevatın ilahi kudretin emrinde olduğunu ilan etmektedir. 5-Mü’min 80.ayet:”....onların (hayvanların) üzerinde ve gemilerin üzerinde taşınırsınız.” Cenab-ı Hak bu ayette gemi ile yük taşıyan hayvanları birlikte zikretmektedir. Farkın sadece su ve kara olduğunu belirtmektedir. Sonra ele alacağımız Yasin Suresi 42. Ayette “Gemi benzeri bineklerin yaratılmasından “bahseden ayetten klasik müfessirlerin hepsi deveyi anlamıştır. Araplar “deveye, karada yüzen gemi” Olarak bakarlar. Kuranın anlatım uslubunda da gemiler yüzen develerdir. Eşyanın canlı veya cansız olması, şuurlu veya şuursuz olması ilahi kudretin taalluku dairesinde eşittir. Tecelli nefsül emirde değişmez. 6-Ankebut 15.ayet: “Onu ve gemi ashabını kurtardık ve alemlere bir ibret yaptık.” Bu ayet Tufan ve geminin evrensel bir mucize olduğunu anlatır. Tarih bize bütün toplumlarda tufan ve gemi olayının olduğunu, anlatılıdığını ve insanlığın ortak edebiyatının vazgeçilmez unsurlarının olduğunun bildirir. Bu

DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

olmuş ki artık çadır dense yeridir. İşte Kur’an bu çadırlaşmış perdeyi yırtmak için gemiyi her şeyiyle Allah’a nisbet etmektedir.

35


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

36

evrensel bir ibret tablosudur. Bütün insanlardan haberdar olan rabbül aleminin kur’a’nın diliyle mucizevi ihbarıdır. 7- İlgili bir çok ayette gemi Fulk kelimesi ile ifade edilmiştir. Bir kaç yerde cariye ve Sefine kelimelerini de kullamıştır ku’ran. Arapça’da Fulk çoğul olup müfredi felektir. Bu kelimeler aynı zamanda evren ve içindeki gök cisimleri ve yörüngeleride ifade eder. Türkçe’de de felek, felekiyat ve feleklerin kullanımı aynı anlamda kullanımı az değildir. Dolayısıyla Fulk; kainatta esir denizlerinde yüzen bütün gök cisimlerini ifade ettiği gibi, yerde denizlerde yüzen gemileri de ifade etmektedir. Dikkat! Tevhid gözlüğü ile bakılırsa dümen ve kaptanın kudreti ilahi olduğu görülür. Gemi ayetlerindeki, her şeyi Allah’a verme uslubunun anlamı; lafzi ve mecazi olmayıp tevhid gözlüğünü takmayan körlere bu gözlüğü ısrarla takmaları ve görmeleri içindir. 8-Eş-Şura 32-33. ayet: “Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de onun ayetlerindendir. Dilerse rüzgarı durdurur, suyun üzerinde gemi hareketsiz duraklar, şüphesiz bunda çok sabreden ve şükredenler için ibretler vardır.” Bu ayette gemi Fulk kelimesinin yerine Cariye kelimesi ile ifade edilmiştir. Kürekli gemilerden sonra yelken, daha büyük gemilerin yapımına neden olmuştur.

Kürek gücüne, rüzgarın gücü eklenince daha büyük gemilerin yüzdürülmesi imkanı doğmuştur. Rüzgar ve yelkenin apaçık hissedilen etkileri ve gemilerin devasa boyutlara ulaşması şeytana şirk’i işlemek için yeni bir fırsat verir. Ama Cenab-ı Hak bu özelliklere sahip gemilerin de onun ayetleri olduğunu, Rüzgarın sahibi olduğunu ve istediği vakit gemiyi durdurabildiğini açıklayarak tevhidi bir kez daha ilan etmiştir. Evet gemiyi yüzdüren rüzgar değildir. 9-Yasin 41. ayet: “Onlar için bir ayet de, onların zürriyetini dolu gemilerde taşımamızdır.” Tefsirler bu ayeti a) Hz.Nuh ve ailesi b) Rahim ve genetik zürriyet olarak açıklamışlardır. Ancak 42. Ayetin 41. Ayete atıf harfi ile kesin bağlanması atıf ile matuf arasındaki nisbetin hakkı olan karineler göz önüne alındığında, burdaki gemi Hz. Nuh’un hususi gemisi olmayıp, onunla başlayan ve insanlığa büyük hizmetler veren umumi anlamda gemidir ki Hz. Nuh’un zürriyeti olan insanlığı taşımaya devam etmektedir. Ayet, bu mucizevi taşıtın bütün insanlığa hizmet edecek olacağına işaret ederek külli bir nimet ve ayet vasfına parmak basmaktadır: 10-Yasin 42. ayet: “Ve kendilerine bunun(gemi) misli gibi binekler yaratmamızda(bir ayettir.)” Bu ayette en az bir yelkenli geminin taşıdığı yük kadar çok anlam vardır.


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

37

a) Gemi mucizesini insanoğluna hediye eden Allah, bununla kalmayacak gemi benzeri bir çok taşıtı yaratacaktır.

rüşünün sahibi olan mutezileyi red etmiştir. Modern dünyadaki versiyonu olan pozitivist bilim, Ateizm sosu ile beslediği bu düşünce ile medeniyeti bir

b) Kur’an son mesaj olması nedeniyle bundan sonra gelecek, icad edilecek bütün taşıtlar bu ayetin kapsamı içindedir. İlginç görülür mü artık? Taşıt ve bineklerin son merhalesi olan evrene açılan yolda yük taşıyan bineklere uzay gemisi deniliyor.

puthaneye çevirmiştir. Kuran’ın elmas kılıncıyla tarumar edilecek inşaallah.

c) Tefsir tarihinde bu ayete, develer örnek verilmiştir. Çünkü kum denizinde yürüyen bir deve kervanı hakikaten de bir gemiye benzer. d) Ancak 1800’lü yıllardan önce mezkur tefsirler açıklayıcı olabilirken. 1860 ta motorun icadı ile bu ayetin anlamına yeni kapılar açılmıştır. e) Çünkü gemiye benzeyecek taşıtların deve ile açıklanmasının biricik sebebi başka örneğin olmadığındandır. f) Bu ayetin harflerinin ebcet hesabı 1856 dır. Motorun icadı 1860 diye belirtilir. Aslında 1800’lü yıllar endüstri çağının temellerinin atıldığı yıllardır. g) Binek-Taşıtları yaratma ile bizzat kendisine nisbet eden Allah, en yetenekli sebeb olan insanın ef’alinin de Allah’ın irade ve kudretinden bağımsız olmadığını ilan eder. h) Halk-ı ef’al meselesinde, kul ef’alının halıkıdır gö-

11-Titanik gemisi, zamanının en gelişmiş gemisiydi. Modern bilim zihniyetinin hem somut hem de soyut anlamda ilk temsilcisidir. Somut anlamda en gelişmişi, soyut anlamda “Tanrı bile batıramaz” isyan bayrağını açmıştı. Nuh’un gemisi rahmet ve inayetin timsali olurken, Titanik çağdaş bir Ad ve Semud örneği olarak, Rabbinin hücum emrini alan, küçük bir buzdağının darbesiyle denizin dibini boylamıştır. 12-Rabb’ül alemin, somutu aşmada zorlanan insana, zaman zaman sıradışı, adetin haricinde ayetler göstermiştir, ki biz bunlara mucize diyoruz. Fakat mucizeler, kalbine kilit vuranlara fayda vermemiştir. Kalbini Hakka açan insanlar için her şey mucizedir. Bu hüküm tasavvur değil tasdiktir. Mecaz değil hakikattir. Nebevi mucizelerin ilki Nuh’un Gemisi, sonuncusu ise Resul-i Ekrem’in aldığı Kuran-ı Kerimdir. Hakkı tanımak, ibret almak, hakikate vasıl olmak için bütün i’cazı ile ayaktadır. Selam hidayete tabi olmak isteyenlere olsun.


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

38

K ABİL VE HABİL’İN KURBAN TAKDİMİ Selahattin YILMAZ

Y

aklaşmak, Allah’a yakınlaşmaya vesile olan şey” manasına gelen kurban; “Allah’ın rahmetine yaklaşmak için ibadet niyetiyle Kurban Bayramı günlerinde belirli cins hayvanları kesmektir.” (1)

sininki/Habil’in kabul edilmiş, diğerininki/Kabilin ise kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen): ‘And olsun seni öldüreceğim’ demişti. (Kardeşi de): ‘Allah yalnız takva sahiplerinden/kendisine saygılı olanlardan kabul eder.’ cevabını vermişti.” (3)

İnsanlık tarihi boyunca bütün ilahi dinlerde kurban

Kurban kelimesi, dilimizde Kurban Bayramı gününde Allah için kesilen hayvan için kullanılmakla

kesme uygulaması mevcuttur. Kurbanın tarihçesini Hz. Âdem’in oğulları Kabil ve Habil’in kurban takdim etmelerine kadar götürmek mümkündür. Yüce Rabbimiz: “Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine Allah’ın adını ansınlar diye biz her ümmete kurban kesmeyi bir ibadet biçimi kıldık. Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Öyle ise ona teslim olun. (Ey Muhammed) Allah’a gönülden bağlananları müjdele!” (2) buyurmaktadır.

beraber, bu ayet-i kerimedeki manası Allah’a yaklaşmak için takdim edilen herhangi bir şeydir. Gerek hayvanı gerekse diğer herhangi şeyi kapsar. (4) Bu sebeple sahabeden nakledilen rivayetlerde, Habil’in davar sahibi olduğu ve bir koç takdim ettiği, Kabil’in de çiftçi olduğu ve ekin takdim ettiği geçmektedir. (5)

Kuran-ı Kerim bize çarpıcı bir örneği aktarmaktadır. Habil ve Kabil’in kurban takdimi. Kuran Hz. Âdem’in iki oğlunun Allah’a kurban takdim etmelerinden şu şekilde söz etmektedir. “Onlara Adem’in iki oğlunun haberini bir hakikat olarak anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı. Biri-

Habil sahip olduğu şeylerin (davarların) en değerlisini, en güzelini ve semizini, gönlünden koparak takdim ediyor. Kabil ise ürünün iyi kısmından kurban etmeye kıyamamış, kıymetsiz, işe yaramaz olanını gönülsüz olarak takdim ediyor. Dolayısıyla birininki kabul ediliyor, diğerininki ise kabul edilmiyor, adeta yüzüne çarpılıyor. (6) İbn-i Kesir’de geçen bir rivayette Habil, kardeşine: “Ben sahip olduğum en güzel şeyi takdim ettim. Sen ise malının en kötüsünü takdim ettin. Allah sadece müttaki kimselerden ve güzel olanını


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

39

kabul eder.” demektedir. (7) Gerek Kur’an gerekse hadislerde kurbanın kabul edilmesinde iyi niyet, samimiyet ve takvanın esas olduğu belirtilmektedir. Allah’ın emrine boyun eğen, gönülden veren Rabbini razı ediyor. Rabbi ondan kabul ediyor. Rabbini razı etmeyi düşünmeyen ve ona göre hareket etmeyen kimsenin kurbanı, takdim ettiği şey kabul edilmiyor. Habil, kendisini tehdit eden ve azgınlaşan kardeşine şu unutulmayacak hakikati ipucu vermektedir. “Allah yalnız takva sahiplerinden/ kendisine saygılı olanlardan kabul eder.” (8) Yani “Senin kurbanın kabul edilmemesi benim suçum değildir. Takva sahibi olmadığından kurbanın kabul edilmiyor. Bu yüzden haset edeceğine, muttakilerden olmaya çalış.” (9) demektedir. Müfessirlerin çoğu ayetteki “Âdem’in iki oğlu” tabi-

rinden, Hz. Âdem’in oğulları olan Kabil ve Habil’in kastedildiğini söylemişlerdir.(10) Aslında gerek Kuran’da gerekse Resulullah (sav)’in sözlerinde Hz. Âdem’in bu iki çocuğunun ismi geçmemektedir. Ancak geçmiş kitaplarda ve sahabeye ait sözlerde isimlerinin Habil ve Kabil olduğu zikredilmektedir. Kuran bu iki kardeş arasında meydana gelen olayları detaylandırmadan anlatmaktadır. Çünkü burada önemli olan isimler, zaman ve mekân değildir. Önemli olan verilmek istenen mesajdır ve bu mesaj evrenseldir. Bu kıssada yüce Allah’ın kullarını imtihan edişini, kazanan ve kaybedenlerin vasıflarını, kazananların isimlerinin tarihin şeref levhasına kazındığını ve kıyamete kadar isimlerinin yâd-ı cemille anıldıklarını görüyoruz. Kazanan ve kaybedenlerin örneği…


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

40

GÖZDEKİ ODUNU GÖREBİLMEK Ayhan SAĞMAK

M

uharref İncil’de ‘’Başkalarının gözündeki perteyi görüp kendisindeki odunu görememek’’ kabilinden bir söz geçer. Doğrunun yanında olmak yerine doğruyu yanında görmeyi marifet sayanların malul halidir bu. Doğru, yanında değilse sanki hiç tanışmamış gibi davranmalarını çok görmemek lazım bu zevatın. İsterler ki her an hakikat kendilerini tescil ve taltif etsin.

Böylelikle gözündeki odunu göremeyenin, başkasının gözündeki kıymığı görecek kadar keskinleşiyor. Kendini hatadan azade sayan ve masum addeden bir nedenle kibrin elinde oyuncağa dönüşebiliyor. Mezkur zevata somut örnek vermek yerine bu durumun daha çok bir psikolojik vak’a olduğunu vurgulamak gerekir. Hakikati kendine mal etmek, insanlık tarihinin en yanıltıcı tercihi dense yeridir. İnsanın iyiliklerini büyük görüp ayıplarıyla yüzleşmemesi de bu bağlamda aynı kategoride ele alınabilir. ‘’Ucb’’ sözcüğüyle karşılanan bu davranışın bir adım ötesi de kibir. Doğru olmak, doğrunun müdafisi olmak kızgın demiri tutmak gibidir. Yalnızlığın kahredici hışmına direnmektir. Budha, doğruları konuşmayı okyanus ortasındaki yalnız bir adanın durumuna benzetmişti. Kah azgın fırtınaların kah acınası yalnızlığın çaresizliğe dönüştüğü zavallı adaya. Ama ada olmanın sıradan bir eylem olmadığını ve her nimetin bir külfeti olduğunu da unutmayalım. “Suret-i haktan görünmek” sadedinde bir deyim var. Haktan olmadığı halde haktanmış gibi görünmek. Kalbi hakikatten yana değil ama öyleymiş gibi olmak. ‘’Kalplerinde eğrilik olanlar’’ diye söz eder bunlar için Kur’an-ı Mübin. Kalpleri doğrultmakla işe başlamak la-

zım ey can! Önceliği kalıplara değil kalplere vermek lazım. Tıpkı Osman Sarı’nın dediği gibi: Kazmayı kayalara değil kalplere vur ey! Ferhat niçindir bunca kırdığın taş senin? Kalbi doğrultmak, kendine eğilmekle, uzun yolculuğun keşfine dalmakla, eskilerin tabiriyle ‘’mükaşefe’’ ile mümkün. Neyi keşfetmek? El cevap: Dışarıyı bırakıp içeriyi. Ne zamandır kapısına kilit vurduğumuz içimizin karanlık odalarını. “Ben” yalınkat, sade olmadığı için keşif de zahmetsiz olmayacak. Yer altı mağarası gibi karmaşık ve bir o kadar da çetrefil. Alex Carrel, insan için en kestirme tabirle ‘’meçhul’’ demişti. Bir tıp uzmanının kendi alanının hilafına, insanı kaosun kucağına itmesi ne ilginç değil mi? Aslında sorun, psikiyatriye havale edilmeyecek kadar ciddi. Teşhis, tanı ve tedavi gibi modern yaklaşımların sarmalından uzaklaşmakla işe başlamak lazım; çünkü insan tamamlanmayan ve böyle de devam edecek bir sürecin tam da ortasında yer alıyor. Modern psikoloji ise bize gerçekleşmeyecek ham hayal vaat ediyor: Yeryüzü cenneti! Üstünlük, kıyasın sonucunda ortaya çıkan bir durum. Kıyasın olması için de en az iki karşıt varlık veya durumun olmasını zaruri kılıyor. Günümüzün egemen mantığı birini diğerine nazaran üstün tutma, karşıdakini yok etmeye odaklı bir perspektifi zorunlu kılıyor. Güçlüysen üstünsün ve seçkinsin. Böylelikle gözündeki odunu göremeyenin, başkasının gözündeki kıymığı görecek kadar keskinleşiyor. Kendini hatadan azade sayan ve masum addeden bir nedenle kibrin elinde oyuncağa dönüşebiliyor. Dünyadaki mevcut kaosun kaynağını bu tutumda aramalı. Aslında dünya sistemi işleyişindeki karmaşıklığa rağmen son derece basit bir akıl yürütmeyle, çoğunluğu teşkil eden kalabalığı baskı altında tutabiliyor. Kendi gözündeki odunu görmek yerine başkalarınınkinin kıymığına göz dikebiliyor. Değil odunu, kıymığı fark etme erdem ve nezaketinden yoksun bir yaklaşımın, bize teklif edeceği hiçbir şeyin olmadığını bilmekte fayda var.


Necdet AÇIKGÖZ

DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

BEDİÜZZAMAN’A GÖRE EĞİTİMİN BAŞLANGICI

41

B

ediüzzaman eğitim hayatı boyunca hep yenilikçi ve farkındalıkla hareket etmiştir. Eğitimin formel olması ona göre çokta önemli değildir, enformel olarak da kişi kendisini eğitebilirdi. Zaten Bediüzzaman’ın hayatı da bunu kanıtlar niteliktedir. Hiçbir medresede tam eğitim almamıştır, O ruhuna göre bir eğitim arayışına girmiştir, maalesef yaşadığı çağ ona hitap edemediğinden genel olarak gittiği yerlerde fazla tutunamamıştır. Bu da Onun sivrisinekten çok bataklıkla uğraşmasına neden olmuştur. Ona göre eğitim ailede başlar ve annenin eğitilmesi de çok önemli bir unsurdur. Hz. Ali: “Bir çocuk yedi yaşına geldiğinde namazı emredin, dokuz yaşına geldiğinde ev işlerinde onunla istişare edin” demektedir. Başka bir ifadesiyle yine Hz. Ali, “Çocuklarınızı bu asra göre değil gelecek asra göre yetiştirin, çünkü çocuklarınız gelecek asrın neslidir.” demektedir. Bu gibi durumlardan hareket eden Bediüzzaman Metodolojisinin ikinci basamağını, gelecek neslin kilit rolünü üstlenen annenin üzerine inşa eder. Ona göre anne, eğitimin başat aktörü ve iğnesidir. Alain, mutluluk güncesinde İskender’in alay atı Boukephalos’un hikâyesini şöyle anlatır: “Ünlü alay atı Boukephalos genç İskender’e sunulana kadar, hiçbir eğitimci bu ürkütücü hayvanın üzerinde durmayı başaramıyormuş. Bunun üzerine halktan bir adam şöyle demiş: “Ne zalim bir at.” İskender gerekli iğneyi aramış ve bu iğnenin Boukephalos’un kendi gölgesinden korkunç şekilde ürkmesi olduğunu fark etmiş. At korktuğu zaman zıpladığı ve aynı anda gölgesi de zıpladığı için, bir türlü bunun sonu gelmiyormuş. Fakat O, Boukephalos’un burnunu güneşe doğru çevirmiş ve at bu durumda iken, onu teskin edip kontrol altına alabilmiş. Devamla Alain şunları söyler: Gerçek sebepleri bilmediğimiz süre-

ce duygular üzerine hiçbir tesirimiz yoktur, asıl olan hayatımızdaki iğneyi bulmaktır” der. Eğitimde başat rolü üstlenen anneyi Bediüzzaman kendi hatıratlarına dayanarak şöyle der: “Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle, ben kendi şahsımda kat’î ve daima hissettiğim bu manayı beyan ediyorum: Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddi vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum”(1) “Çocuk, anne babasının iyi kötü özeliklerini kendisinde göründüğü biçimde yaşar. Doyurucu olduğu gibi, onu kırıklığa uğratıcı nitelikte de olabilen bu özellikler, çocuğun kişiliğini oluşturacak ham maddelerdir”(2) Hadis-i Şerifte “Her doğan yaratılış(fıtrat) üzerine doğar, sonunda anne ve babası onu Yahudi veya Hıristiyan veya ateşe tapan yapar. Nasıl ki hayvandan kusursuz ve organları tam bir yavru doğarsa… Hiç bu yavrunun burnu ya da kulağı kesik, yaradılışı bozuk doğduğunu görür müsünüz?”(3) Bu sırrı referans ederek Bediüzzaman annelere şöyle seslenir; “O şefkatli vâlide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder. “Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hafız mektebinden alır, Avrupa’ya gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

42

düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmağa çalışıyor; Cehennem hapsine düşmesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o masum çocuğunu, âhirette şefaatçı olmak lâzım gelirken davacı ediyor. O çocuk, “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da, terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder.”(4) Bediüzzaman dini, eğitimin gerçek referansı olarak görür ve çocuğun gelişmesinde önemli bir yer tutuğunu ifade eder. Annenin eğitimdeki rolünü göz önünde bulundurarak çocuğun temel eğitimi din olması gerektiğini ısrarla altını çizer. “Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-i müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir.”(5) Dini eğitiminden yoksun çocukların ileride tehlikeli ve problemli bir birey olacaklarını işaret ederek, anneyi bu tehlikeye karşı uyarır. Ailelere birkaç tavsiye sunmak gerekirse; 1-Ebeveyn, çocuk ve ya çocuklarını olduğu gibi kabul etmeli ve Onları kendilerine benzetmemelidir. Benliklerini yok etmemelidir, çünkü benlik Allah’ın insana yüklediği emanetin bir parçasıdır. Çocuk yaratılışın manasına ulaşabilmesi için bu manevi santrale ihtiyacı vardır. Eğer santralde bozulma

olursa hedeften sapma meydana gelir. Allah muhafaza şeddat zalimler ve inançsız bireyler türemeye başlar. Ebeveynler bilinçsizce çoğu kez çocuğun benliği üzerinde oynamalar yapar. Bilmezler ki aynı anahtar her kilidi açmaz. Herkesin Allah’a bağlanma şifreleri ayrıdır. 2-Çocukları yeri geldiğinde takdir etmeli ve kendilerine güven duymaları sağlanmalıdır. 3-Ebeveynlerin genellikle şikâyet ettikleri başka bir noktada çocukların çok soru sormalarıdır. Hâlbuki ne kadar çok soru sorarlarsa o kadar iyidir. Çünkü Allah’ın Kur’an’da def’atle zikrettiği düşünme eyleminin temeli oluştururlar. Bu konuya ait birçok tavsiyeye yüzlerce Pedagogun kitaplarından ulaşabilirsiniz. Asıl dikkat çekmek istediğimiz Bediüzzaman’ın neden çocuk eğitimi üzerinde ısrarla duruşudur. Çünkü Bediüzzaman’a göre eğitimin asıl hedefi kulluktur ve hakiki imanı elde etmektir. Bir nesli yok etmek isterseniz çocuklardan başlamak yeterli olacaktır ama altın bir nesil istiyorsanız hazinelerinizin kıymetini iyi bilmeniz lazımdır. Sizce Bediüzzaman’ın, Bediüzzaman olmasına vesile olan kimdir? Hiç merak ettiniz mi? DİPNOTLAR 1- Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Zehra Yay. İst.2006 s, 243. 2-Yavuzer, Haluk,Çocuk ve Suç, Remzi Kitabevi İst.2001 s,33 3-Sahîh-i Buhâri cilt 1 hadis no:680, Ankara Yeni Şafak Gazetesi, s, 240. 4-Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Zehra Yay. İst.2006 s, 242. 5-Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Zehra Yay. İst.2006 s, 24.


M.Talha AK SYSTEMATİC DESENSİTİZASYON (SİSTEMATİK DUYARSIZLAŞTIRMA)

B

u yöntem başta tıp alanında fobile- da mıyız? Bütün kalelerimiz tek tek düşmekte. Yeri (korkular) tedavi etmede kullanıldı. nik ordular kadar yorgun ve yoğun olarak şeytanın Bu yönteme alıştırma yöntemi de deni- bombardımanına tabi tutuluyoruz. Şeytan artık salir. Sistematik duyarsızlaştırmada amaç, hamızda tek kale maç yapmaktadır. Yalan ve doğrukorkulan ya da endişe duyulan nesne ile kişiyi kade- luk aynı çarşıda satılmaktayken fikirsel olarak savrulmeli olarak karşı karşıya getirmek ve korkulan nes- maktayız. Neyin doğru neyin yalan olduğuna artık neyi sıradanlaştırarak kişiyi duyarsızlaştırmaktır. Ör- kendimiz karar veremiyoruz. Müslümanın ferasetinneğin bir çocuk köpekten korkuyorsa ona kademeli den bahseder Hz Peygamber. Ama şu anda bir olaolarak köpek yaklaştırılarak, ondan köpek fobisi ye- yı değerlendirirken ya zalim oluyoruz ya da zulme nilmesi sağlanır. Bu yöntem artık toplum mühen- ses çıkaramıyoruz. Örneğin birilerinin taht kavgaladislerinin de sık başvurduğu bir yönrını iman mücadelesi olarak algılayabitem olmuştur. Kurbağa hikâyesini liyoruz. Ne olursa olsun ölümlebilirsiniz; adamın biri kurbağa rin hiçbiri kabul edilemez. Ama çorbası yapmak ister. Kurbadikkat etmek lazım MüslümaToplumların bazı ğayı direk sıcak suyun içine nın kanı helalleştirilmek iskonularda duyarsızlaşması atar ama kurbağa zıplayateniyor. Birileri taraf olmaisteniyorsa duyarsızlaştırılmak rak dışarı fırlar. Adam anya zorluyor ya bizdensin lamış ki bu yöntemle ya da karşı taraftan… istenen obje ile sık sık karşı karşıya bu çorbayı yapamaİkinizden değilsem getirilir ve o objeye duyarsızlaşması yacağına… Daha desem imanım sorsağlanır. Aynı yöntemi kullananlar sonra aklına parlak gulanıyor. Bir Müsölümü, haramı, yalanı, zalimleri ve bir fikir gelir. Kurbalüman kaygısızca ğayı tencerenin içindiğer bir Müslümazulümlerini sıradanlaştırarak halkları deki soğuk suya koyar, na lanet edebiliyorsa, duyarsızlaştırdılar. Farkında kurbağa orda keyfini yasizce bunun ahlaki taramısınız? Faiz sıradan bir parken, adam ateşi altına fı neresidir. Maalesef ıslaha verir. Hiçbir şeyden haberçalışan yok… Sadece aramızşey oldu. siz olan kurbağa yavaş yavaş da tekfir var… Toplumlar artık haşlanmaya başlar. Bu örnekte hassasiyetleri kaybolarak olaylaolduğu gibi toplumların bazı korı değerlendiriyor. Medya da olaynularda duyarsızlaşması isteniyorsa duyarsızlaştırıl- ların üzerine benzin döküyor. Malcom X’in şu sözümak istenen obje ile sık sık karşı karşıya getirilir ve nü unutmamak gerekiyor; “Eğer dikkat etmezseniz, o objeye duyarsızlaşması sağlanır. Aynı yöntemi kul- medya mazlumlardan nefret etmenize ve zalimleri lananlar ölümü, haramı, yalanı, zalimleri ve zulüm- sevmenize sebep olur.” Şunu sormak lazım geliyor lerini sıradanlaştırarak halkları duyarsızlaştırdılar. kendimize; yaptığımız bu işten Allah razı mıdır acaFarkında mısınız? Faiz sıradan bir şey oldu. Zulüm- ba? Evet diyebiliyorsak ve kalben mutmainsek bir ler ise bir devletin iç işleri oldu. Önceleri haram olan şey diyeceğim yok. Ama bir tarafı kırıp dökerek de kavramlar, resimler artık bize sıradan ve normal gibi ilerleyemeyiz. Elbette zulüm karşısında duracağız gelmektedir. Mesela çok rahat bir şekilde birilerini ama yanında durduğumuz kişi de zulüm işliyorsa ve kâfir ilan edebiliyoruz. Sanki tek doğru ve tek Müs- onun yaptıklarına sessiz kalıyorsak nerde bizim İnlüman bizmiş gibi davranabiliyoruz. Hani kalpteki- sanlığımız ve Müslümanlığımız. Biraz yavaşlamak laleri yalnızca Allah(c.c) biliyordu… Ve ne oluyor bize zım… Etrafımıza bir bakalım nereye doğru sürükleki Allah adına ahkâm kesiyoruz. Bu tehlikenin farkın- niyoruz. Acaba sıratı müstakimde miyiz? Be

DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

ÇAĞIN YENİ HASTALIKLARI 1

43


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

diüzzaman, zamanımızın bu hastalığına çare olarak şu noktaya dikkat çeker: S— Neden bunların umumuna fena diyorsun? Hâlbuki bizim hayırhâhımız (hayır isteyen) gibi görünüyorlar. C— Hiçbir müfsid (bozguncu) ben müfsidim demez, daima suret-i haktan (doğruluktan yana) görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım tırşdır. Fakat siz mihenge (ölçüye) vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler, hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız; bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.( Bediüzzaman Said Nursi, İçtimai Dersler, Zehra Yay.

44

İst.2004 s, 97.)

GECENİN İKİ YÜZÜ Hüznün, düşüncenin ve hayallerin geceye yakıştığı kadar, Ne bulutlar yakışmışlardır mavi gökyüzüne; Ne de bir yavru, annesinin kucağında öyle nazlı durmuştur... Günün öteki yüzüdür gece... Suskun, dingin ve bitkin... İnsan, kimseyle paylaşamayacağı sırları, Kimseye anlatamayacağı olayları, Yüzleşmeye utanacağı günahları, Dost bellediği geceye kusar tüm çıplaklığıyla... Ateş ve bıçak misali bir istifadeye sunulmuştur gece, Bir yandan tevbeye ,duaya ve gözyaşına vesile olurken, Öbür yandan karanlık cinayetlere tanıklık eder kasvetli kisvesinin altında... Masumane uykularla geçirirken çocuklar geceyi, Bilmem hangi kavgaya, hangi acımasız hesaplaşmaya tanıklık eder habersizce yanan sokak lambaları...

Kimi de teheccüde kalkmış kıyam ediyordur gecenin usul usul akan sularında... Aydınlıkta, güneşe çıkmaya yüzü olmayanlar, Geceleri sokakları arşınlamaktadır yüzsüzce... Bir yıldız kayarken tüm canlılığıyla gökyüzünde, Lütf-u ilahi ile yeni bir hayat başlıyordur belki de meçhul yerlerde... Kimi uzandığı gibi dalıyordur uykusuna tüm yorgunluğuyla, Kimi de kıvranıyordur yatağında sağa sola yarının heyecan, endişe ve sabırsızlığıyla... Evet, bir geceyi daha yolcu ediyorum doymamışken henüz, ‘’Fazla bekletme, yarın yine gel.’’ diye tembihliyorum sıkı sıkıya... Bir nimet olduğunu unutmadan şükrediyorum yaradanına bu arada... Şükretmeyip, geceyi harama fırsat bilenler de olacak imtihan gereği, Çirkin şeyler yapacaklardır gecenin örtülü karanlığında...

Gündüz boyunca etrafına sahte gülücükler saçan gözler,

Ama...

Seccadenin üstünde yalnızca ağlamaya başlar , boğuşarak hayatla...

Onlar yaptıkça gece bağıracak,

Kimi rüyasında günahın en dip bataklıklarına batarken,

Onlar yaptıkça gece bağıracak, Ta ki onlar da tevbe edene kadar...

Abdullah KIRGIL


! Gülcan LOYKA

Ş

ehirden çıkalı bir ay oldu. Hiç özlem duymadım şehrin gürültüsüne, karmaşasına, hengâmesine... Ruhum serin yaz gölgelerinde istirahat ederken, gözlerim uçsuzbucaksız bir saltanatın temaşa yolculuğuna başlamakta. Beynimi eline verdiğim iradem bana bir iyilik yapıp beni bana bırakırken, sayısız latifelerim dört köşe olmuş, bu günün tadını çıkarmakta. Aşkın havanında dövdüğüm acizliğimi başıma taç edip gözyaşlarımı da yanaklarıma şebnem ederken, kalp evime girmeyi başarmak üzereyken, ayrılık vaktine feryat eden hassalarıma bir sus payı olsun diye ellerim kalem aramakta. Kendini yerden yere vuran ruhumu nefsime esir düşürmemek için Kehkeşan’a, yıldızlara ve hilalleşen Ay’a selamlar gönderip özgürlük adına yazılan cümlelere sarılmaktayım.

Geçen sene olmayıp da bu sene yapılan değişiklikler, her ne kadar iyi niyetle de olsa, Üstad’ın ruhuna bir ihanet gibi geliyor bana. Turistik bir mekânı andıran bir sürü değişiklikler… Yere uzanmış Katran ağacının yanı başına diktirilmiş bir kule, oturulacak masalar ve üzerlerine kurulmuş kamelyalar... Tefekkür ve tezekkürden arındırılmış bu maneviyat yuvası, şimdilerde adeta bir piknik alanı görünümünde…. Çevre düzenlemesi adına umuma açık hale getirilmesi, fıtrî ortamının ve manevi havasının suni tezyinatlarla değiştirilmesi, belki de kirletilmesi, korkum odur ki pek yakın bir gelecekte burayı bazı ruh-u habislere, zevk ve işret meftunlarına bir mel’abe durağı yapacaktır. Bir asra yakındır tekbirlerin, tehlillerin, duaların, niyazların, namazların, Kur’anların, Cevşenlerin ve Nurların cuş u huruşla okunup arş-ı alaya yükseldiği bu maneviyat dağının manevi havasının bozulmayacağına hiç kimse garanti veremez. Zira son ziyaretimde buraya tamamen yabanî olan bir kafilenin de o pak eteklere tırmandıklarına bizzat şahit oldum ve ürperdim...

Her ne kadar tad’ın ruhu ve şahs-ı manevisi olan Nurlar mahkûm edilmeye çalışılsa da, o ruh ve o manevi miras, o mualla dava biriler vesile kılınarak kurtarılacaktır inşaallah.

Çam Dağı, Gelincik Dağı, Cennet Bahçesi; yani Barla... Üstad Bediüzzaman’ın İslâm âleminin istifadesi için yazmış olduğu ve cihanı ışıklandıracak ışıklardan biri olan Risale-i Nur’ların ilk payitahtı. Ve Risale-i Nur... Üstad’ın ruh dünyası ile beyin dünyasının imtizaç halinde olduğunun göstergesi. Fiiliyle fikrinin tenakuza kapalı olduğuna şahit olan Nur deryası bu köyde nasip oldu Hazretlere... Başı sonu olmayan karanlıklar çölünden tefekkür bineğiyle yolculuk yapıp maksada ulaşmak için susuzluğu da, açlığı da, işkenceyi de göze almıştı o…

Yürüdüğü yollarda yürümek, nazar ettiği Eğirdir Gölü’nü seyretmek başka bir haz ve mutluluk veriyor insana. Ama ne yazık ki ayrılık hüznüme hüzün katan bir durum var şimdi… Üstad’ın tefekkür mekânlarından biri olan Çam Dağı’nın başına gelenler... Bana göre Çam Dağı’na ateş düştü...

Ne niyetle olursa olsun, o mekânın safiyetinin bozulmaması lazımdır. Çam ve Katran ağaçlarını katleden karanlık güçler yetmiyormuş gibi, şimdi de bu nezih ortamı kirletecek ve manevi iklimini bozacak karanlık ruhlara zemin hazırlamak tam bir ferasetsizliktir. Onun için Çam Dağı’nın bütün suniliklerden arındırılması ve fıtrî halinde bırakılması olmazsa olmaz bir zarurettir. Eskiden Çam Dağı’na gidenler, hakiki Nur Talebeleri ve Nur’a gönül verenlerdi. O âşıklar, o Nur sevdalıları dağ-taş demez, iki-üç saatlik yaya yürüyüşünden sonra mahal-i maksutlarına vasıl olurlardı.

DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

ÇAM DAĞI’NA ATEŞ DÜŞTÜ

45


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

46

Ve bu vuslat, yüksek bir maneviyat deşarjıyla hitam bulurdu. Ya şimdi, arabası olan herkes... Evet, herkes... Hem de zahmetsiz ve masrafsız olarak... Hani ya, Üstad değil miydi ki Çam Dağı’nın patika yollarında lastik ayakkabılarını yırtan? O günleri ve o yürüyüşleri hatırlamak, o hatıraları canlı tutmak adına her şey tadında bırakılmalı değil mi? Evet, o yol ve yolculuk özeldi; özeller yaşanılmalı, tüketilmemelidir. Çam Dağı çevresi ve zirvesiyle özeldir; özel kalmalı; özenle korunmalıdır. O ilahî rasathanenin suni kulelere ihtiyacı yoktur; olmamalıdır. Evet, koyu karanlık gecede semanın yıldızlarının zikirlerine rakip Üstad’ın zikir sesine hayvanat bile şahit iken, bu gidişimde hiç bir şey hissetmedim. Geçen sene her ağacın, her taşın yanı başında Üstad’ın adeta siluetini, ruhaniyetinin heybetini hisseden ben, bu sefer hissedemedim. Çam Dağı’nın fıtrî ve manevi dokusuyla uyuşmayan sunilikler, suni müdahaleler; ortamdaki maneviyatı adeta kovmuş gibidir; sağa-sola serpiştirilmiş beşerî tezyinat ve yapılar manevi soluklanmaya set çekmekte, adeta boğmaktadır. Geçen seneki ziyaretimde, o yüz yamalık cübbenin, o yıllanmış takke ve sarığın altındaki Üstadımı bu sene bulamadım; onun ruhaniyetini ve manevi siluetini hissedemedim. Zira etrafımı ruhsuz ve maneviyatsız kule ve kamelyalar, sağda-solda kebap mazgallarındaki küller ve etrafa lalettayin serpiştirilmiş pet şişeleri kuşatmıştı. Bu beşerî kirlilikler ufkumu daralttı; kararttı. Hicran ve hüznü yaşadım. Hele katledilen katran ağacığının yerdeki cenazesi, hicranıma hicran, hüz-

nüme hüzün kattı. Çam Dağı’na düşen ateş, benim içimi de yaktı... Nefsine yenik düşen Züleyha’nın Hz. Yusuf’un gömleğine dadanması misali; nefis ve nefsaniliğin emirber kulları da ona, o büyük insana, onun manevi mirasına dadandılar. Sadece arkadan değil, her taraftan çekiştirdiler; dört bir taraftan yırttılar; paraladılar. Kimisi iyi ve halis niyetinden, kimisi de habis ve haris niyetlerinden... Hayatında rahat yüzü görmeyen o bala kametin cesedi de, tefekkür sahaları da gadre uğramıştır; uğratılmaktadır. Tıpkı masum Yusuf’un (as) iftiraya uğraması gibi... Nefse ve nefsanîliğe esir düşenlerin akıbeti Züleyha’dan da beter… Zira Züleyha nefsin esaret zincirlerini kırmış, prangalarını çözmüş, nedametten yağmur taneleri gibi akan gözyaşlarıyla yıkanıp maddi-manevi sırra ermişti. Ya nefsin emirber kulları? Heyhat!... Her ne kadar Üstad’ın ruhu ve şahs-ı manevisi olan Nurlar mahkûm edilmeye çalışılsa da, o ruh ve o manevi miras, o mualla dava biriler vesile kılınarak kurtarılacaktır inşaallah. Mevlana’nın başına getirilenler, onun da başına getirtilmeye çalışılsa da, ferasetli Nur Talebelerinin bu inhiraf ve dejenerasyona “dur” diyecekleri muhakkaktır; O’nun sırtından devşirilen devasa maddi saltanatları değil, cihanşümul Kur’anî ve imanî hizmetini bayraklaştıracaklardır. Hâsılı: Çam Dağı’na dönecek olursak, oraya düşen ateş yüreğime de düştü. Bu yangından hislerimi kurtarmaya çalışsam da nafile. Zira Çam Dağı’ndan artık uzaklardayım...


18

.yüzyılın sonlarına doğru Fransa’yla Prusya arasında yapılan savaşta “yaşasın millet” sloganıyla başlayıp bir virüs gibi tüm âleme yayılan milliyetçilik, 19. Yüzyılda zirve bulmuş ve tüm milletleri kendi milli hâkimiyet ve istiklaliyeti için isyanlara, savaşlara sevk etmiştir. Ne yazık ki, Bu milliyetçilik rüzgârına ziyadesiyle kapılan İslam devletleri savaşlardan sonra zayıf ve mağlup düşmüş bağımsızlıklarını elde edebilmek pahasına batılı devletlerle yaptıkları anlaşmalarda İslam’dan taviz vermişlerdir. Bağımsızlığını kazanan devletler, tam da onların istediği gibi kurulmuş; İslamiyet değil milliyet hâkim olmuştur. Milli bayraklar, milli marşlar, milli eğitim, milli tarih ve edebiyatı kısacası başına ‘milli’ koyabileceğimiz her şey yeni bir kimlik inşa etme ameliyesidir. O yüzden Müslümanlar kendi devletlerini kurmuşlardır demek yerine, dış mihraklar kendilerinin sevk ve idare edeceği kukla rejimler ihdas etti demek daha isabetli olur. Zira Âlem-i İslam o günden beri terviç edilen bu ulus devlet yapısından dolayı bir türlü bir araya gelememiş ve ittifak edememiştir. Nasıl edebilsinler ki milli menfaat ve değerler her daim temel meseleyken.

rak sömürüye, etnisiteye, her türlü asimilasyona alet edecek derekeye indirebilmiş olan ey İslam davasında bulunan zavallılar! Sizler İttihad-ı İslam dediniz; fakat sadece İslam’ı konuşmadınız. İslam’ın, sizi ve milli hükümetlerinizi hâkim kılacak ölçü ve esaslarını alıp ona dur diyecek, mani olabilecek kriterlerini ya tevil ettiniz ya da neshettiniz. İslam’ın temel ilkelerini bırakıp uyduruk yeni temel ilke ve inkılaplar icat ettiniz. Sizler hiçbir zaman hakiki İslam devleti olan çok uluslu Osmanlı gibi olamadınız. Onlar da bir millet inşa etti aklı Kur’an, ruhu İslam olan. Siz de bir devlet inşa ettiniz tepeden tırnağa ırkçılık kokan.

Bizler bir şuur inkırazına maruz kalmış, İslamiyet’ten olmayan kavgaları gündemimize taşımışız. Bütün bunlardan kurtulmanın yegâne çaresi hissiyatlarımızı asıl gayemize feda etmemizdir. Öyleyse bugün yeniden Uhud’a, Bedir’e müştak ruhlar gerek, Kudüs’e âşık Selahaddinler gerek, der-saadet olacak yeni bir İstanbul ve yeni Fatihler gerek, Endülüs’te ruhunu aramak ve yeniden şahlanmak gerek.

Şurası katiyetle bilinmeli ki; İslamiyet’in tealisi, beşerin sadece ve sadece onu istemesiyle ve ona kendi nefsi ve milli hiçbir arzusunu katmamasıyla kaim olur. Irk unvanlarını devletlerine unvan ve payitaht kılan, cümle efradı Müslüman olduğu halde anayasası gayr-ı İslami olan, bütün bir âlem-i İslam’ı birbirine rabtedecek kopmaz, sarsılmaz İslami değer ve ölçüleri kendi tekeline ala-

“Biz Müslümanız ve İslam devletiyiz; dolayısıyla İslam devleti bir olur birkaç olmaz” dediniz, doğru söylediniz; ama yanı başınızda ırkı üzere bina edilmiş olan onlarca sözde İslam devletlerini ortak bir davaya çağırmadınız. Bununla beraber bu söylemi; yani “İslam devleti bir olur” yargısını sadece kendi milli hakimiyetinize argüman kıldınız. Evet, kendinize İslam devleti dediniz fakat adınızı ırkınızdan aldınız, yasanızı batıdan taklit edip batıldan terkip ettiniz. Başka unsurların buna karşı İslam demesini irtica sayıp diline, fikrine kilit vurdunuz. “Ne oluyor size! Kardeş değil miyiz biz, yıllardır beraber yaşamıyor muyuz” dediniz başkaldıranlara; fakat hiçbir zaman kardeşliğin müşterek paydasını pratik sahada işlemediniz, işletmediniz. Allah’ın verdiği, İslam’ın tayin ettiği hak ve hukuk ifasında çekimser davrandınız. Üstelik bunu bir imtiyaz olarak görüp

DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

İsmail ŞAN

47


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

48

Ağrı Dağı kadar büyük bir vebalin altına girdiniz. Yani farkına varmadınız belki ama İslam’ı hep istismar ettiniz. Şimdi dönüp bütün bunları bir kenara bırakıp bir tadil ve tağyire girmeden İttihad-ı İslam’dan söz etmek İslam’ı istihfaf olur ve ona hakaret olur kanaatimce. İşte bu yüzdendir ki hep aksülamel olarak tokat yedik ve bir türlü ittifak edemiyoruz. Zira Cenab-ı Hak bizi yegâne hâkim olacak İslam’a layık görmedi. Derdini sadece milletine hasretmiş Müslümanlara ya da bünyesinde yaşayan bütün değişik milletleri Allah’ın rağmına bir tek millet yapmaya çalışan Müslümanlara, ne yazık ki ve çok yazık ki Allah, İslam’ı layık görmedi. Öteden beri oluşacak İttihad-ı İslam’a yegâne öncü olmak için hesaplar yapan, karşılıklı kapışıp hiçbir zaman bir araya gelemeyen Büyük İslam Devletleri (?), ne oluyor size? Yeniden kabileciliğe mi döndünüz, yeniden asabiyete mi sığındınız, yeniden beni Ümeyye ve beni Haşim olma yarışına mı girdiniz, yeniden dönüp Evs ve Hazrec mi olacaksınız? Tükürük nevinden kavgaların mübtelası bir ümmet, batı medeniyeti esaslarını içeren bir yeniliğin intifadasını yapan bir ümmet, demokrasi diyen, özgürlük diyen, ama şeriat demeye ürken bir ümmet olduk. İstibdadın başka bir libas giymiş ünvanını, sömürünün hegemonyasına İslam’ın alet edilişinin girift oyununu, İslami değerlerin ihtiyari veya gayrı ihtiyari kılıf değiştirilerek istismar edilmesinin bir başka versiyonunu izliyoruz sadece. Buradan Türk ve Arap milletlerine sesleniyorum:

sizler ey binlerce yıl İslam’a hizmet etmiş, onun kılıcını yüceltmiş ona sancaktarlık ve bayraktarlık yapmış Türk ve Arap milleti! Âlem-i İslam’ı neden öksüz ve yetim bıraktınız? İslam size neyi vermemişti ki, kalkıp yeniden asabiyete döndünüz. İslam size neyi kazandırmamıştı ki, milliyetçilik rüzgârına kapılıp kendi milletinizin derdine düşerek, adınıza devletler inşa ederek tüm Âlem-i İslam’ı kendinize küstürdünüz. Tıpkı Üstad Bediüzzaman’ın dediği gibi derim: “Sizin milliyetiniz İslamiyet’le imtizaç etmiştir; o yüzden kabil-i tefrik değildir- birbirinden ayrılamaz. Eğer birbirinden ayırmaya kalkıp milliyetinizi İslam’a hadim olmaktan çıkarıp yerlerini tebdil etseniz mahvolursunuz. O yüzden yeniden İslam’a dönün ve sadece İslam deyin; zira alemi İslam’ın yeniden hükümran olabilmesi için bütün bir ümmetin size ihtiyacı var. “ Seyyid Kutup, “Din Budur” adlı kitabında İlahi nizamın tesisinden bahsederken çok mühim bir noktayı beyan eder ve der ki, Her şey sarf edilecek gayretin derecesine bağlıdır. Her şeyden önce de bu nizamın ne nispette temsil edildiğine, topluca uygulanıp, pratik alanda ameli olarak gözler önüne serilmesine bağlıdır. Burada Uhud Savaşını örnek vererek çok güzel ve enteresan bir tespitte bulunur ve der ki: Uhud’da Müslüman cemaat, savaşın bazı saflarında bu dinin hakikatini kendi şahsında temsil de kusur etmişti. Savaş safhalarına uygun yöntemleri kullanmada ihmal göstermişti. Bu davanın en önde gelen hakikatlerinden gaflet ederek ya da


tüm değerleri alıp götürüp fosseptik çukuruna dökmeli ki, Âlem-i İslam yeniden bir dirilişe gebe olsun. İşte ancak o zaman İslam’a layık-ı vech ile nail ve layık olabiliriz. Bizler bir şuur inkırazına maruz kalmış, İslamiyet’ten olmayan kavgaları gündemimize taşımışız. Bütün bunlardan kurtulmanın yegâne çaresi hissiyatlarımızı asıl gayemize feda etmemizdir. Öyleyse bugün yeniden Uhud’a, Bedir’e müştak ruhlar gerek, Kudüs’e âşık Selahaddinler gerek, der-saadet olacak yeni bir İstanbul ve yeni Fatihler gerek, Endülüs’te ruhunu aramak ve yeniden şahlanmak gerek. Son olarak biz inanıyoruz ki, nakışlarını ittihadı İslam’ın, kafiri her daim kafir bilen ve düşman addeden mücahitlerin mücahedesi nakşedecektir. Ölümü vuslat bilen, şahadeti şeref telakki eden, ind-i ilahide mazlum fakat küffara karşı izzetli, hamiyetperver Dımeşk’li, Şam’lı, Filistin’li, Gazze’li ve Çeçenistan’lı kardeşlerim: sizler yamulup yumulmayı, zındıka komiteleriyle işbirlikçiliği bilmezsiniz. Her daim dik durdunuz ve yine öyle durunuz. Tüm himmet ve gayretini yegâne hakikat olan İslam’a feda etmiş ve sadece onun ahkâmını intihab etmiş, bütün sentezlere başkaldırmış ve hakikat-ı aliyenin tesisi için tıpkı bir Seyyid Kutup edasıyla canını feda edebilecek ruhların dirilişini sizde görüyor ve daim olasını temenni ediyoruz. “Saçlarım kadar başım bulunsa ve her gün biri kesilse bu hizmet-i imaniyeden çekilmem. Dünyayı başıma ateş yapsanız, hakikat-ı Kuraniyeye feda olan bu başı zındıkaya eğmem.” diye bağıran ve âlem-i İslam’ı sömürmek üzere işgal eden sömürgeci zalim imparatorluğa; “Tükürün o zalimlerin hayâsız yüzüne” diye haykıran Bediüzzaman gibi izzet ve şecaat kahramanı olup bunu tüm âlemi İslam’da diriltmenizi hasretle intizar etmekteyiz.

DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

bu hakikati unutarak sadece Müslüman olmalarını kesin zafer için yeterli bulmuştu. İşte bu durum karşısında Cenab-ı Hak, bu hakikatin Müslüman cemaat tarafından bilinmesini istedi ve şöyle buyurdu: “Başkalarını iki misline uğrattığınız bir musibete, kendiniz uğrayınca mı ‘bu nereden’ dersiniz. Deki o tarafınızdandır.” Yine Allah Teâlâ, “Hamdolsun ki, Allah size verdiği sözde durdu. O’nun izniyle kâfirleri kırıp biçiyordunuz;(Bedir Savaşı mesela) ama Allah, sizin arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı kimi ahireti istiyordu; derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. “Anlaşılan o ki Üstad Seyyid Kutub’a göre, Müslümanlar Bedir’de olduğu kadar safiyane ve halisane ‘İslam’ demediler; o yüzden belki de uhud’da ilahi bir ihtar gerekiyordu, o da hezimet oldu. Fakat onlar sahabe şuuru ve nübüvvet edebiyle bunun hemen farkına varıp derhal Rasulullah’ın etrafına toplanmaya, ona sığınmaya başladılar. Sanki yeniden İslam’a dönüp yeniden İslam demeye başladılar ki, Allah’ta Uhud’un sonunda tam mağlup olmaktan onları kurtarmıştı. Şimdi dönüp kendimize bakalım. Evet, biz de İslam diyoruz, cihad diyoruz ancak buna nefsani, milli ve kadim medeniyet sahası inşası hayalleri katıyorsak Allah bu basit ve hasis emelleri böyle ulvi ve safi bir hakikate alet etmez. Bizler şuan Uhud’un yenilgi faslını ve hezimet asrını yaşıyoruz. Zira bizler, sahabe-i kiram gibi kaybolmuş şuuru hemen sezemedik, hissedip fark edemedik. Bugün bütün İslam âlemi bu bilinç sorununu yaşıyor; o yüzden yeniden ittifak ve ittihadı tesis etmek için evvela bir şuur inkılabına gidilmeli ve bayraklar onu dalgalandırmalı. Milletler ırkçılıklarını gidip Hicaz’da Bedir kuyularına gömmeli. İslamilikten çıkıp ırka dayalı, tağuti olan

49


DÜŞÜNCE & DENEME & YORUM

50

İNSANIN ŞEYTANÎ BOYUTU İNSANIN ŞEYTANÎ BOYUTU Tarık ÖRNEK

H

akikat paramparça olmuş şeytanın gizli hazinelerinde. Şeytanın gizli hazineleri. Yani; ahiretini dünyaya satan Müslüman ağzı. Tarihin labirentlerinde şeytanın şaşırmasını engellemiştir hep bu zihniyet. Şeytandan daha şeytandır kısacası bunlar. İslam davasının hakiki dellalı imiş gibi gözükürler bir de. Hatta bunların çoğu, torunları tarafından ‘dava adamı’ lakabı ile de anılmıştır. Peki ya hakiki dava adamları nerede? Onlar ise ya delidir, ya asi, ya da zindanın bir köşesinde ölü… Bu tablo; bu dünyayı, hakiki yaşanacak yer olmadığı ve başka bir dünyanın tarlası olduğu şeklinde tasvir eden Hz.Muhammed(SAS)’e hep şahitlik etmiştir. Bu kadar temiz, muhteşem ve muntazam olan tabiat zeminini yukarıda anlattığım kirli olayların fırçaları ile boyamak akıl karı olmasa gerek. Asıl boya ahirette… Peki ya niçin bu dünyadayız o zaman? Şeytana karşı şeytan olmak için mi? Yani; o babamızı kandırdı, cennetten kovulduk. Biz de onu ve onun vasıtasıyla insanları kandıralım. Bunun için mi? ‘Kandırma ve kandırılma felsefesinin’ yerini bulması için mi var bu dünya? Her bir sorunun varacağı odak farklı olabilir ama kaynak aynı. ‘Niçin’ kaynağı. Bu önemli konuyu başka bir vakte bırakıp kendi konumuza dönelim. Ben konuyu şeytana atıp kolayca kaçmak istemiyorum. Ne de olsa sadece vesvesesi var şu mahlukatın. Başka? Senin elini tutup içkiyi eline mi sıkıştırmış? Ya da hangi diktatöre zulüm yapma konusunda zorbalık yapmış? Veya bir kız ya da erkek kılığına girip zina için zorbalık mı etmiş? Hayır ve yüzlerce kez hayır bu olayların mahrem cevapları için.

Bu olayların hepsini de yapsa yapsa insan yapar. Şeytan ne böyle bir şey yapabilir ne de yaptırabilir. Sadece önerir. Yani; demek istediğim işimiz şeytan ile değil. Şeytana ideolog olacak bazı insanlarla. Peygamber mazlum ve masumların önderi olan Ebu Zer’e insî şeytanların ateşten olan şeytandan daha şerir olduğunu söylüyor. Nitekim bu büyük sahabi de şeytandan çok, bu etiketli insanlardan daha çok çekmiştir. Said Nursi İşaratü’l İ’caz adlı tefsir çalışmasında ‘Münafıklar hakkında’ diye bir bölüm açar. Münafıklardan bahseden Bakara suresinin sekizden yirmiye kadarki ayetlerin bir tefsiridir bu bölüm. Münafıkların içyüzünü, kafirlerden şiddetli olmaları ve Peygamberin bunlarla mücadeledeki sırlarını konu edinir. Ve bu yer yaklaşık 60 sayfa sürer. Ki bu, kitabın beşte biri demektir. İşin üzüntü verici yanı ise bu münafıklar kısmının Nursi’den sonra eserden çıkartılmasıdır. Bahsettiği konu bir kısım kesimleri rahatsız etmiş olmalı ki halen(bir-iki yayın hariç) çoğu yayınlarda çıkan İ’şaratü’l İ’caz eserinde bu bölümü bulamazsınız. Kimliği makamda, karakteri fercinde, haysiyeti midesinde olan Müslüman sıfatlı insanın şeytandan yana yaşadığını söylememiz yanlış mı olur o zaman? Hakiki dava adamlarının şeytan ve kafirlerden ziyade bu Müslüman kimlikli münafıklardan çektiklerini tarih söylüyor. İşte adaletperverlerin yoldaşı Ali… İşte zalimlerin korkulu rüyası Hüseyin… İşte doğruyu saltanata kurban etmeyen Ebu Hanife… İşte fitnelere karşı İslam’ın hakikatıyla mücadele eden İmam Rabbani… İşte imanını makam ve şöhret uğruna süfyana kaptırmayan İslam mücahidi Said Nursi… İşte tarih ve işte hakikat. Selam ve dua ile


B

enim annem bir yalancı, sözüm o anneye ki çocuğunu kendi gözünde basit(!) vaatlerle kandırıyor.

leşen “güvensizlik” duygusu zor bir durumda ortaya çıkar ve çocuğunuz size inanmaz. İnanmamasında da haklıdır.

Peygamberimiz(s.a.v)’in terk-i âlemden sonra hadis-i şerifler toplanmaya başlandı. Hadis toplayıcı sahabe, duyduğu bir hadisi araştırır. Hadisi aktaran kimden duyduğunu söyler ve en sonuncusu Peygamberden duyduğunu söyleyip aktarmış. Hadis toplayıcı sahabe o adamın evine gider ve falan yerdedir, derler. Sonra adamın olduğu yere gider bakar ki adam elinde bir tutam ot ve çayırda atını yakalamaya çalışıyor. Hadis toplayıcı sahabe şu kanaate varır: “Bu adamın aktardığı hadise güvenilmez. Çünkü elindeki otla atı yakalamaya çalışıyor, yani atı otla kandırıyor. Bir sahabe bunu yapmaz.” Adama göre olay çok basit aslında(!). Evet, biz de çocuğumuzu çoğu zaman kendimizce basit(!) vaatlerle kandırıyoruz zaten. “Oğlum gel sana şeker-paraoyuncak vereceğim… Ve ekseriyât vermiyoruz…

Süt dişi çekimine gelen çocuk hastalar, diş hekimliği koltuğundan korkarlar genelde. Ve annebaba çocuğu ikna etmek için dışarı çıkarır: “Valla ağrımaz, billahi ağrımaz… Böyle fısfıs (topikal anestezi- sprey) sıkacak doktor amca, parfüm gibi. Valla ağrımayacak, bak sana istediğin oyuncağı da alırım…” Anne-baba ne kadar da uğraşsalar da nafile. Çocuk, anne-babanın her cümlesinden sonra zangır zangır ağlayıp sızlayarak: “hayır, ağrır” der.

Çocuğumuza korkma oğlum bir şey olmaz dediğimizde ve çocuğumuz hâlâ bize inanmıyorsa emin olun ki ona yerine getirmediğimiz bir basit(!) vaatte bulunmuşuzdur. Nedir bu basit vaat: Çocuğunuza seslenirsiniz “oğlum gel buraya sana bir şey vereceğim” dersiniz ve yanınıza gelir, aslında amacınız onu derinden bir öpmektir. Ve öpersiniz, çocuğunuz buna sevinir vereceğiniz(?) şeyi unutur gider o sevincin içinde. Buna benzer çok şey vardır. Fakat bu ve türevleri tekrarlandığında çocuğun bilinçaltına yer-

Oysa insanın bu dünyada en güvenebileceği, kötülüğün hiç gelmeyeceği kişiler annesi ve babasıdır. Akıl baliğ olan biri bunu kavrar, fakat çocuk ne bilsin, ama işte evvelinde çocuğun güveni basit vaatlerle örtbas edildiğinden inanması çetinleşiyor. Fakat anne-baba çocuğuna karşı hiç kullanmadıkları bir tabiri kullandığında çocuk ikna oluyor. Enteresan… Eğer çocuk anne-babasına güvenmeyecekse kime güvensin. Eğer bir çocuk güveni anne-babasında göremezse bunu dışarıda arar. Allah muhafaza olmadık şeyler yaşar, çocuk/lar. Çocuk aileye verilen bir rızıktır ve bir Hadis-i Şerifte “Yalan rızkı eksiltir” buyruluyor. Şimdi çocuğum niye bu kadar yaramaz, niye söz dinlemez? Gibi sorgularla kendinizi yormayın ve öze inin, kendi özünüze inin. Orada gerçeği göreceksiniz.

TOPLUM VE AİLE

Bilal ASLAN

51


ÖYKÜ

MURAT ARAS

52

E

trafımızda gördüğümüz bütün eşyaların bir ustası, sahibi ve üreticisi vardır. Evimizin en küçük eşyası olan iğnenin bile. Bir ustası olmaksızın, ucu sivri, başında deliği olan çeşit çeşit boydaki bu küçük şeyler var olabilir mi? Madem iğne gibi küçücük ve basit bir şeyin bile ustası ve sahibi oluyorsa, bu kocaman dünyanın ve kâinatın da bir yapıcısı ve sahibi olmalıdır. Peki kimdir O? Tabii ki Allah (c.c) Hem kâinat, iğneden daha büyük ve daha özel yapılmıştır. Hatta evlerimizden bile daha güzel, yani bir saray gibi. Çünkü evlerin en güzeli ve en süslüsü saraylardır.

Tabii ki Allah (c.c) Makinalar çok özel şeylerdir. Birçok parçadan oluşur. Eğer bir parça eksik olsa çalışmaz. Yani her şey yerli yerinde olmalıdır. Bunun için de çok usta bir tasarımcı, bir mühendis gereklidir. Kâinat ise bir makinadan daha mükemmel ve daha özeldir. İçindeki düzenin devam edebilmesi için her şeyin yerli yerinde olması gerekir. Mesela eğer dünya, şimdiki yerinden ayrılsa ve güneşe yaklaşsa yanabilirdi. Kurbağalar olmasa her yeri sinekler sarardı. Peki, bu kadar mükemmel düzeni olan kâinatı yaratan usta tasarımcı kimdir? Tabii ki Allah (c.c)

Saraylara baktığımızda büyüklüklerine hayran kalırız. İçlerine girerek ne kadar düzenli bölümlerden oluştuğunu görürüz. Dünya ve kâinat ise saraylardan daha büyük ve daha düzenlidir.

Yediğimiz ve giydiğimiz birçok şey fabrikalarda üretilir. Üretim yapılabilmesi için çok iyi bir fabrikatör ve makine ustası lazımdır. Fabrikaya gelen maddeler, makinalarda işlenip yiyecek ve giyecek olarak bizlere ulaşır.

İçinde, saymakta zorlanacağımız kadar çok canlının ve cansızın bulunacağı kadar büyük. Her canlının ve cansızın kendine uygun yaşayabileceği yerde olması kadar düzenli… Mesela balığın karada değil suda yaşaması bir düzendir. Güneş gibi çok sıcak bir yıldızın dünyadan uzak olması ve böylece dünyayı yakmaması da bir düzendir.

Kâinatta ise fabrikadakinden daha kolay, daha çok ve daha mükemmel bir üretim yapılır. Mesela toprak gibi bir fabrikada mükemmel bir üretim şekli vardır. Tohum gibi küçücük bir maddeden neler neler üretilir biliyor musunuz? Kocaman bir ağaç, üstünde kumaşlardan daha güzel yapraklar ve daha renkli çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve lezzetli meyveler…

Dünya ve kâinat saraylardan daha süslüdür. Yemyeşil yapraklar ve bunların aralarında görünen rengârenk meyveler ne kadar güzel bir süstür. Masmavi gökyüzüne beyaz bulutlar ne kadar da yakışır. Karpuz ne kadar da yeşil renkli ve desenli bir kabukla yaratılmıştır. Bu ne kadar da süslü bir hediye paketine benzer. Öyle değil mi?

Peki, bu kadar mükemmel işlerin yapıldığı bu fabrikaları ve içindekilerini yaratıp üretim yaptıran kimdir? Kimdir bunların sahibi?

Peki, bu kadar büyük, düzenli ve süslü kâinatı kim yapmıştır?

Tabii ki Allah (c.c)


ÖYKÜ Dünya kıtalara, kıtalar ise ülkelere bölünmüştür. Her ülkenin şehirleri ve o şehirleri oluşturan ilçeleri vardır. Bu ülke, şehir ve ilçelerin mutlaka birer yöneticisi bulunur. Hatta nüfusu en az olan köylerin bile bir yöneticisi vardır. Yöneticiler buralardaki düzeni sağlarlar. Yani nerede bir düzen varsa oranın bir yöneteni vardır.

için yollar yaptırırlar. Dünyanın ve kâinatın asıl yöneticisi olan Allah (c.c) bizler için denizde, karada, havada ve hatta uzayda bile araçlarımızın rahat hareket edeceği yollar yapmıştır.

İşte köy gibi küçük yerlerin bile düzenini sağlayan bir muhtarı bir yöneticisi olduğuna göre, kocaman kâinatın da elbette bir yöneticisi olmalıdır. Peki, kimdir bu yönetici?

Çok uzak yerlere daha çabuk ulaşabilmemiz için uçaklarımızı uçurabileceğimiz havadan yollar,

Tabii ki Allah (c.c) Hem kâinat, şehirlerden ve köylerden daha düzenlidir. Yeter ki insan bu düzeni bozacak şeyler yapmasın. Mesela temizlik işçileri yaşadığımız yerlerin temizliğiyle ilgilenir ve çöplerimizi temizler. Alınan çöpler belirli yerlere götürülerek üst üste yığılır. Böylece kocaman çöp dağları oluşur. Ya da bu çöplerin bir kısmı arıtma tesislerine gönderilir. Bunun için de bir sürü para harcanır. Ama bakın yeryüzüne, insanlar kirletmedikçe hiçbir çöp olmaz. Çünkü Allah’ ın (c.c) çok etkili ve çok çalışkan temizlik işçileri vardır. Bir hayvan öldüğü zaman, hemen leş yiyen hayvanlar, özellikle kuşlar, temizleme görevini kısa sürede yaparlar. Geriye kalan bir şey olursa onu da gözle göremeyeceğimiz kadar küçük canlılar halleder. Bu temizlikçileri Allah (c.c) görevlendirmeseydi, hayvan ölüleri ve o ölmüş bedenlerinden gelen kokuları bütün dünyayı kaplardı. Öyle olmadığına göre demek ki bu düzeni sağlayan bu dünyanın ve kâinatın bir yöneticisi vardır. Peki, kimdir bu yönetici? Tabii ki Allah (c.c) Yaşadığımız yerlerin yöneticileri ulaşımı sağlamak

Arasında su olan yerlerde gemilerimizle seyahat etmemiz için sudan yollar,

Arabalarımızı ve atlarımızı kullanabilmemiz için ise taştan, topraktan yollar yapmıştır. Hatta aya ve diğer gezegenlere ulaşabilmemiz için uzay mekiklerimizi kullanabileceğimiz uzay yolları bile yapmıştır. Peki, bizi seven ve bize bu kadar nimeti veren bu yönetici kimdir? Tabii ki Allah (c.c) Yaşadığımız yerlerde barınabilmemiz için düzenli evler yapılır. Bu evler bizi dışarıdan gelen etkilerden korur. Bu dünyanın ve kâinatın asıl düzen koyucusu ve yöneticisi olan Allah (c.c) dünyayı bizim için kocaman bir ev yapmıştır. Rabbimiz bizi korumak için evimiz dünyayı atmosfer adı verilen bir tabakayla sarmıştır. Uzay çok soğuktur. Ama bizi etkilemez. Çünkü Allah (c.c) atmosferi yaratmıştır. Meteor denen kocaman taşlar, her zaman uzaydan dünyaya doğru gelir. Buna meteor yağmuru denir. Bu yağmur bizi etkilemez. Çünkü Allah (c.c) atmosferi yaratmıştır. Peki bizi koruyan bu yönetici kimdir? Tabii ki Allah (c.c)

53


SAĞLIK 54

Selim KARAHAN

S

on yıllarda dünya genelinde mantar üretimi ve tüketimi giderek artmakta ve kültür ortamında yetiştirilmiş mantarlar sofralarımızı zenginleştirmektedir. Fakat satılan mantarların uzun süre bekletilmesi, taze toplanılmış mantarların kontamine olması ve en önemlisi toksik madde içeren mantarların ayırt edilmeden toplanması ile mantar zehirlenmesi vakaları gün geçtikçe artmaktadır. Ülkemiz ekolojik yönden kıtalararası geçiş bölgesinde olduğu için mantar çeşitliliği bakımından zengin bir floraya sahiptir. Mantar zehirlenmesinin yaygın olduğu ülkemizde doğadan toplanan mantarların günlük tüketimi özellikle sosyoekonomik seviyesi düşük olan ailelerde giderek artmaktadır.

cak alanında uzman mikologlar tarafından ayırt edilebilmektedir. Bu durum mantar zehirlenmelerini arttırıcı en önemli sebeplerden biri olarak görülmektedir.

Türkiye’de ölümle sonuçlanan mantar zehirlenmeleri hala ciddiyetini korumaktadır. İklim şartlarının mantarlar için elverişli olduğu yıllarda ölümle sonuçlanabilen zehirlenme vakaları daha çok görülmekte ve meydana gelen zehirlenme vakaları ciddi ölümlere yol açabilmektedir. Türkiye’de her yıl ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinde mantarların yaygın olduğu bölgelerde zehirlenme vakaları tespit edilmekte ve son yıllarda bu oran giderek artmaktadır. Zehirlenmeler soğuk ve geceleri ayaz geçen ilkbahar ve sonbahar mevsimlerinde artmaktadır. Çoğu zaman zehirli ve zehirsiz mantar türleri bir arada bulunmakta ve an-

A. phalloides habitatı oldukça geniş, dünyanın her yerine dağılmış ve kolaylıkla bulunabilen bir mantar türüdür. Dünyada en çok Avrupa kıtasının iç taraflarında bulunur. Ülkemizde ise halk arasında “köy göçüren” diye bilinen bu mantarın İstanbul ve Batı Karadeniz ormanlarında bol miktarda yetiştiği gözlenmekte ve ormanlık alanlarda özellikle meşe ağaçlarının altında yaygın olarak görülmektedir(2). Genellikle bir arada kümelenmiş halde bulunurlar, bazen de tek başına büyürler. Ağaç ve yaprak döküntüleri arasında ve nemli alanlarda yoğunlaşmaktadırlar(3).

Yeryüzünde yaklaşık 5000 mantar türü olduğu tahmin edilmekte. Günümüze kadar bunlardan sadece %20-25’i tanımlanmış ve tanımlanan bu mantar türleri içerisinde zehirli mantarların oranı % 2-3 olarak bilinmekte. Amanita cinsi mantar türleri yüzyıldan fazla bir süreden beri bilinen ve mantar zehirlenmelerinin en önemli müsebbibi olarak görülen mantarlardır. Amanita cinsi mantar türlerinden biri olan ve “ölüm meleği” diye bilinen Amanita phalloides mantarı tüm dünyada mantar zehirlenmelerinden kaynaklı ölümlerin % 95’inden sorumludur(1).

A. phalloides gelişme sürecinin ilk aşamasında yumurta şeklinde bir zarlı yapı içinde gelişir ve bu evrede genellikle puf mantarları ile karıştırılırlar. Daha sonra mantar gövdesinin uzamasıyla zarlı yapı yırtılır. Mantar olgunlaştıkça şapka kısmı büyür ve yatay olarak düzleşir. A. phalloides’i ayırt etmenin en önemli yolu mantar gövdesinin alt kısmında bulunan volva denilen fincan şeklindeki yapıyı gözlemlemektir. Renginde iklim, top-


A. phalloides mantarında bulunan toksinler siklopeptit yapıdadır ve iki grupta toplanır; amatoksinler ve fallotoksinler(5). Amatoksinler ve fallotoksinler renksiz ve kristalize bileşiklerdir. Bu toksinlerin bozulmasına sebep olacak herhangi bir peptidaz enzimi yoktur. Birkaç dakika 100 °C’de kaynatıldığında bile toksinlere bozulma görülmez. Aynı şekilde pişirildiğinde veya uzun süre muhafaza edildiğinde içindeki toksik mad-

emilirler ve karaciğer hücreleri tarafından büyük oranda alınırlar, buradan safra kesesine atılırlar. Daha sonra onikiparmak bağırsağına salınır ve tekrar geri emilirler (enterohepatik döngü). Enterohepatik döngüye katılmaları ve böbrekten geri emilime uğramaları nedeniyle toksisiteleri artar(9). A. phalloides içinde barındırdığı toksinler arasında klinikte en önemli olanı α-amanitin’dir. α-amanitinin ökaryot hücrelerde en önemli toksik mekanizması, protein sentezinden sorumlu RNA polimeraz II enzimini inhibe etmesi ve bunun sonucunda hücrede prote-

SAĞLIK

rak çeşidi, yükselti, mantarın yaşı gibi nedenlerden dolayı farklılıklar görülebilir; genellikle açık yeşil veya açık kahverengi olurlar(4).

55

delerde azalma olmaz. Uzun süre dondurulmuş (7-8 ay) mantarlardan kaynaklı ölümle sonuçlanan zehirlenme vakaları mevcuttur(6). Toksinler şapka kısmında, gövde ve diğer kısımlara nazaran 3 kat daha fazla bulunur. Yaş A. phalloides’in bir gramında 0.2-0.4 mg arasında toksin bulunmaktadır(7). Bu mantara dokunmak tehlikeli değildir fakat tek bir tanesini tüketmek insanı ölüme götürür. Zehirlenmeye esas olarak etki eden amatoksin grubu toksinlerdir. Fallotoksinler insanlarda görülen ölümcül mantar zehirlenmelerinde -20 kat daha toksik olmasına rağmen- etkin role sahip değillerdir. Bunun sebebi ise sindiriminin zor olmasıdır(8). Amatoksinler insanlarda sindirim yolundan çok hızlı

in sentezini durdurması ve hücre ölümünün gerçekleşmesidir(10). ZEHİRLENMENİN KLİNİK SEYRİ Ölümcül zehirlenmeye neden olmayan mantarlarla görülen zehirlenmelerde belirtiler kısa sürede başlarken, A. phalloides tipi mantar zehirlenmelerinin semptomları ise mantar yendikten en az 3 saat sonra meydana gelmektedir (3-6 saat). Genellikle öldürücü olan mantar zehirlenmelerinin semptomları geç başlar(11). Mantar yendikten sonra semptomlar hemen gözlenmez (latent faz). Bu durum amatoksin zehirlenmelerinin karakteristik özelliğidir. Daha sonra karın ağrısı, mide bulantısı, kusma, ishal, hematuri (idrardan kan gelmesi), sıvı ve elektrolit kay-


SAĞLIK 56

bı gibi semptomlar görülür (6-24 saat). Bu evrede karaciğer fonksiyon testlerinde herhangi bir değişiklik görülmediği için hastalar yanlışlıkla taburcu edilebilirler. 24-48 saat aralığında sindirim yolu ağrıları biter ve hasta kendini iyi hissetmeye başlar. Fakat bu evrede karaciğer ve böbrek fonksiyonlarında artan seviyede bozukluklar meydana gelir. Zehirlenmenin ikinci gününden sonra karaciğer hücre hasarı ve böbrek fonksiyonları ile ilgili bozukluklar artarak devam eder. Karaciğer fonksiyon enzimlerinin ani yükselmesi ile vücutta koagülasyona bağlı iç kanama, metabolik asidoz (asit-baz dengesinin bozulması) ve ensefalopati (karaciğere bağlı beyin hasarı) gelişir. Bunun sonucunda ağır karaciğer hücre nekrozu ve akut böbrek yetmezliği meydana gelir. Karaciğer enzimlerinin yükselmesi durdurulamaz ise karaciğer yetmezliği ve çoklu organ hasarı sebebiyle hasta komaya girer ve ölüm meydana gelir(6-16 gün) (12). TEDAVİ SÜREÇLERİ A. phalloides mantarında bulunan amatoksinlerin antidotu (panzehiri) bulunmamaktadır ve bugüne kadar A. phalloides zehirlenmesi tedavilerinde radikal bir tedavi prosedürü oluşturulamamıştır. Bunun yerine destekleyici tedaviler uygulanmaktadır: Mantar zehirlenmesi tedavilerinde hastaneye başvuran hastaların sindirim sistemi bozukluklardan kaynaklı şikayetleri en aza indirgenerek hastanın vücut fonksiyonları denge halinde tutmaya çalışılır. Erken teşhis, kusturma, midenin yıkanması, toksinin emilmesini engellemek için aktif kömür gibi uygulamalar erken dönemde tedavinin etkinliğini arttırabilir. Fakat erken teşhis mümkün olmamışsa; kusturma işlemi zehiri vücuttan uzaklaştırmaya katkı sağlamaz. Çünkü mantar yeme zamanı ile semptomların başlama zamanı arasındaki geçen süre uzundur. Aferez ve diürez gibi uygulamalar vücuttaki toksini uzaklaştırmak için yararlı olabilir fakat hemodiyalizin bu toksinlerin atılımında yararlı bir etkisi yoktur13. Amanita cinsi mantar zehirlenmelerinde standart bir tedavi stratejisi yoktur. N-asetilsistein (NAC), slibinin, tioktik asit ve penisilin G gibi birçok ilaç tedavide kullanılmasına rağmen, bu tedavilerin klinik etkinliği tartışmalıdır14. A. phalloides kaynaklı yaygın karaciğer yetmezliğinde karaciğer nakli kaçınılmaz olur. Yapılan klinik çalışmalarda nakledilen karaciğerlerde zehirlenme riskinin olmadığı ve bu hastaların sağlığına kavuştukları gözlenmiştir. Sonuç olarak, A. phalloides mantarları ile ölümlerin engellenebilmesi için insanların mantar toplama ve tüketme konusunda bilinçlendirilmesi ve toplanmış olan mantarlar arasına karışmış olabilecek tek bir

A. phalloides mantarının bile ölüme sebebiyet verebileceğini bilmesi gerekir. KAYNAKÇA 1. Tyler VE, Jr Brady LR, Benedict RG, Khauna JM and Malone MH. Chromatographic and pharmacologic evaluation of some toxic Galerina species. Lloydia. 1963;26:154. 2. Smith AH. Poisonus mushrooms: Their Habitats, Geographic Distribution, and Physiologic Variation within Species. Handbook of Mushroom poisoning diagnosis and treatment. Chapter 3: p. 39-45 3. Culliton BJ. The Destroying Angel: A story of a search for antidote. Science. 1974;185: 600-601. 4. Olson KR, Pond SM, Seward J, Healey K, Woo OF, Becker CE. Amanita phalloides-type mushroom poisoning. West J Med. 1982;137:282-289. 5. Mitchel DH. Amanita mushroom poisoning. Ann Rev Med. 1980; 31:51-57. 6. Himmelmann A, Mang G, Schnorf-Huber S. Lethal ingestion of stored Amanita phalloides mushrooms. Swiss Med Wkly. 2001;131:616-617. 7. Faulstich H. New Aspects of Amanita Poisoning. Klinische Wochenschrift. 1979;57:1143-1152. 8. Köppel, C. Clinical symptomatology and management of mushroom poisoning. Toxicon. 1993;31:1513-1540. 9. Busi C, Fiume L, Costantino D. Amanita toxins in gastroduodenal fluid of patients poisoned by the mushroom Amanita phalloides. N Eng J Med. 1979;300:800. 10. Seifart T, Sekeris CE. Alpha-amanitin, a specific inhibitor of transcription by mammalian RNA polymerase. Z Naturforsch 1969;B34:15381542. 11. Saviuc P, Flesh F. Acute higher fungi mushroom poisoning and its treatment. Presse Med. 2003;32:1427-1435. 12.

Sanz P, Reig L, Borrás J. Disseminated intravascular coagula-

tion and mesenteric venous thrombosis in fatal Amanita poisoning. Hum Toxicol. 1988;7:199 –201. 13. Lampe KF. Current concepts of therapy in mushroom intoxication. Clin Toxicol. 1974;7:115-121. 14. Enjalbert F, Rapior S, Nouguier-Soulé J, Guillon S, Amoroux N, Cabot C. Treatment of amatoxin poisoning: 20-year retrospective analysis. J Toxicol Clin Toxicol. 2002;40:715–757.


57

KARİKATÜR


MİZAH

HEM GÜLELİM HEM DÜŞÜNELİM 58

S

okrat ölüme mahkûm edildiğinde, eşi:

Hâkim cevap vermiş:

- Haksız yere öldürülüyorsun, diye ağlamaya başlayınca,

-Başkalarının yaşaması da sizin şoförlük yapmamanıza bağlı.

Sokrat:

- Ne yani, demiş. Birde hâklı yere mi öldürülseydim!

UYKU KARDEŞLİĞİ

Meşhur bir filozofa:

Mevlana Hazretleri, talebelerinin biriyle yürürken, yol kenarında birkaç köpeğin sarmaş dolaş uyuduklarını görürler.

Servet ayaklarınızın altında olduğu halde neden bu kadar fakirsiniz? Diye sorulduğunda: Ona ulaşmak için eğilmek lazım da ondan, demiş. Fransa hükümet ricalinden biri Napolyon’u bir muharebede tenkide kalkışıp parmağını harita üzerinde gezdirerek: Önce şurasını almalıydınız, sonra buradan geçerek ötesini zapt etmeliydiniz, gibi fikirler belirtmeye başlayınca, Napolyon: - Evet, demiş. Onlar parmakla alınabilseydi dediğin

Yanındaki talebesi: -Güzel bir kardeşlik örneği, der. Keşke insanlar da bundan ibret alsa. Mevlana, tebessüm ederek karşılık verir: -Aralarına bir kemik atıver de, gör kardeşliklerini. Bir Fransız yazar, Mehmet Akif’e: Kadınlarınızı evden çıkartmadığınız doğru mu? diye sorduğunda Akif: Daha önceleri öyleydi, karşılığını vermiş. Fakat şimdi dışarı çıkarttık ve bir türlü içeri sokamıyoruz.

gibi yapardım.

N.Fazıl Kısakürek, vapurla Kadıköy’e geçerken, yanına biri yaklaşıp:

İdam edilmek üzere olan bir mahkûma

Üstat,diye sormuş. Peygamberlere ne diye gerek duyuldu? Biz yolumuzu bulabilirdik. Necip Fazıl, okuduğu kitaptan başını kaldırmadan:

diyeceğin bir şey var mı? diye sorduklarında: - Bu bana iyi bir ders oldu! demiş. Bir filozofa sormuşlar: -Şansa inanır mısınız? Filozof: - Evet, yoksa sevmediğim insanların başarısını neyle açıklardım. BİRBİRİNE BAĞLI Hâkim, kaza yaparak birkaç kişinin ölümüne yol açan bir şoförün ehliyetini iptal edince, şoför: -Aman hâkim bey, diye sızlanmış. Benim yaşayabilmem, şoförlük yapmama bağlı.

Ne diye vapura bindin ki, yüzerek geçsene karşıya, diye cevap vermiş.


O, kalbi nur, yüzü nur, bahtiyar bir insan O, Kur’an’ın tellalı, yorulmaz kahraman

ŞİİR

BEDİÜZZAMAN

O, İslam çilekeşi, çekmiş zülm-ü şedid O, dava adamı, mimar-ı nesli cedid

59

O, ömrü zindanlarda geçen, bahr-ı engin O, cengaver, muzaffer-i din-i mubin O, karakışta, nur tohumlarını eken O, iman bayrağını, burçlara diken O, Kur’an’ın hakikatlerini haykıran O, tilmiz-i rahle-i tedris-i Kur’an O, nur hareketinin menbaı, rehberi O, zirveye çıkan önderlerin, enderi O, Kur’an-ı Kerim’in, korkmaz fedaisi O, iman-ı billahın, yılmaz müdafisi O, her mevsimde, amber kokan gül O, cennet bahçelerinde, şakıyan bülbül O, muannidleri gayz ve kinden kahrolan O, muhibleri nur pınarıyla şifa bulan O, Cemil’den cihana yadigar olan nur O, şanlı Nurs karyesinden fışkıran billur O, gönüllerin sultanı, büyük müceddid O, lakabı Bediüzzaman, ismi Said. Vehbi VURAL


ŞİİR

ÜLKEME AĞIT

60

Hiçbir mavinin buğusu kalmadı Bu kan kırmızı deryada Kalmadı aşkın ve kavganın tadı Kalmadı o kederin adı Gözlerin mavisi kanadığından beri Oysa gözlerin buğusunda En çok mavilik vardır her ağlayanın Yeri yoktu hiçbir kederde Bu kadar kinin, bu kadar kanın Artık hasret bir kan çanağıysa Ve her ölüm bir kin bağıysa benim ülkemde Kurtarılacak tarafı kalmamıştır İnsanlığımızın Ah dağlarımız kan dağıdır Yitirdik aşk bağımızı Taş yutan bağrımızı Kine yitirdik Neyi bölmedik ki biz Aşkımız, ekmeğimiz hep yarımdı BU BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜK FURYASINDAN EV VEL

Yok, artık ekmeğimizin öbür yarısı Kalmadı ortak acılarımız Yok o aşk ağrısı Murat ADIGÜZEL


ŞİİR

SEN

61 SEN, Dağlarda, çöllerde, her yerde SEN, Her şeyden ötede SEN varsın Ondan da ötede yine SEN Görünürde, görünmeyende ve her halimde Afrika’da, Endonezya‘da

Endulüs’te,

Hindistan’da bütün mümin yüreklerde, Ve her an yüreğimde her an, Ruhumda, en gizemli düşüncelerimde Güneşin doğuşunda ve batışında Yeni ıslanmış nar çiçeklerinin Nemli ve baygın kokusunda ilahi rahmetsin. Akşamın gölgesinde, keman seslerinde Denizin üzerine çöken akşamın karanlığında Güneşin düştüğü sabahın aydınlığında Bilinmeyen ve esrarengiz her yerdesin Pervane misali dönen ruhumda Hafif bir rüzgarda ve rüzgarın dalgasında Ve şarkı söyleyen bütün seslerde Erişilmez ta uzaklarda yine SEN varsın

Kalbimin en derinliklerinde ben ve hayallerim Efsane oldu helecanlı muhayyellerim Ufukta, gün batımında, parlak bir kızıllıkta Hüküm süren benim acı hallerim Olgun, zeki ve etkileyici yüzlerde Ölümsüzlere mahsus ilahi alametlerde Beni bütünüyle fethetmiş bir aşkta Ah yüreğimde, zerrelerinde SEN varsın Ezel ve ebedden beri varsın Bir an değilsin, her zamansın, yüreklede mutluluksun Zamanla kayıtlanmazsın, her yerdesin Her halinle tefekkürlerdesin, ruhumdaki aşksın. SEN Ellerimde olmayan gökyüzümde, Renklerine ad konulmamış sayısız yıldızlarda Ah ne güzelsin, bana bakarsın Korkulu bir sevinçle yürekleri titretirsin Olmaz dedimse affedensin Çok şükür yürekleri fethedensin Yüce Allah’ım senden dileğim Merhametinden beni esirgemezsin.

Seyithan KAYA


62

ÖDÜLLÜ BULMACA


ÖDÜLLER 63

Bu Sayımızdaki Ödüllü Bulmacamızı çözerek odulortakzemin@hotmail.com adresine gönderen 5 okuyucumuza kura sonucu “Bediüzzaman’ın Hayatından Harikalar” kitabı armağan edilecektir.

Ortak Zemin 12. Sayımızda Ödüllü Bulmacamızı çözüp kura sunucu ödül kazanan değerli okuyucularımız: 1-) YUSUF EYYÜP KAYA 2-) ABDULMELİK POYRAZ 3-) FEHMİ TAŞ 4-) KASIM ŞEKER 5-) AHMED RESUL KURT

12. SAYI BULMACANIN ŞİFRESİ: CEVŞENULKEBİR

TAZİYE َ

‫� َ ِﱠ‬ ‫راﺟﻌون‬ ِ ّ ِ ���‫ِ ﱠ‬ ْ َ ِ ����‫و‬ ِ َ ‫���ِﮫ‬

Rahmet-i Rahman'a kavuşan Risale-i Nur Hizmetiniümtaz talebelerinden Dr. Ubeydullah AYAN kardeşimize Allah’tan rahmet ve sevenlerine başsağlığı dileriz.

ORTAK ZEMİN DERGİSİ

DÎLOK MERSİN BİTLİS/TATVAN İSTANBUL GAZİANTEP


ÖDÜLLÜ YARIŞMA 64

BEDİÜZZAMAN’A MEKTUP VEYA ŞİİR BAŞVURU KOŞULLARI: 1- Şiir ve Mektup Yarışmasına herkes katılabilir. 2- Yarışmaya gönderilecek eserlerde aranacak şartlar : a) Şiir iki sayfayı geçmeyecektir. b) MS Word 1,5 aralıkla Times New Roman yazı fontu kullanılarak yazılacaktır. c) Mektup dört sayfa,Şiir iki sayfayı geçmeyecektir. d) Her katılımcı, her alandan sadece bir eserle katılabilir e) Birinci sayfanın sağ üst köşesine katılımcının; -adı ve soyadı, -adresi ve telefon numarası yazılacaktır. f) Yarışmaya katılan Şiir ve Mektupların daha önce düzenlenen benzer yarışmalarda dereceye girmemiş ve herhangi bir yerde yayımlanmamış olması gerekmektedir. 3- Ortak Zemin yayın kurulu yarışmaya katılan eserleri yayımlama yetkisine sahiptir DEĞERLENDİRME KOMİSYONU: 1-AHMET KAVMAZ 2-AHMET PAYAM 3-KENAN BULUT 4-NECDET AÇIKGÖZ

ÖDÜLLER: Birincilik ödülü: Yarım Altın İkincilik ödülü: Çeyrek Altın Üçüncülük ödülü: 100 TL Değerinde Kitap Hediye Çeki Dördüncü ve Onuncu arası : Mansiyon ödülleri verilecektir. NOT: Şiir Ve Mektup Ayrı değerlendirilecektir. YARIŞMA TAKVİMİ: Son Başvuru: 30 Ocak 2014 1 Şubat–1 Mart Arası Değerlendirme kurulunun Değerlendirmesi 1 Mart Yarışma Sonucunun Yayınlanması 15 Mart ADRES mail: ortakzemin@hotmail.com veya Gaziantep Zehra Kitabevi (Bey Mahallesi, Eblehan Caddesi No:12/1, Şahinbey/Gaziantep Telefon: (0342) 220 0718) SPONSORLARIMIZ Zehra Kitabevi, Beyen Kuyumculuk.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.