Babaeski Tarihi 2.kısım

Page 1


TRAKYADA EGEMENLER

Mimar Mucit ÖZTABAK

1


TRAKYADA EGEMENLER

Bu kitap Mucit Öztabak hesabından bu sitesitin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir. 27-07-2020

2


İÇİNDEKİLER NEOLİTİK TRAKYA’DA İLK ÇAĞ: TRAKYA’DA BABAESKİ’YE YAKIN HÖYÜK KAZILARI: İkiztepe B tümülüsü Kırklareli -A- Tümülüsü Kırklareli –B- Tümülüsü: ? Kırklareli -C- Tümülüsü Hacılar köyü dolmeni: Hacıllı Köyü Tümülüs: Koçasa tümülüsü: Koçasa Höyüğü Umurca Hüyükleri Arpalık dolmeni, Kepirtepe Tümülüsü Tilkiburnu Tümülüsü Taşlıçabayır Tümülüsü Eriklice Tümülüsü Hasköy Höyüğü: Sinanlı Köyü Tümülüsü Düğüncülü Höyüktepe Kumtepeler B Tümülüsü: Ortakçı tümülüsü Ortaca Köyü tümülüsü Vize ‘A’ tümülüsü Vize ‘B’ tümülüsü Vize “C” tümülüsü Vize “D” tümülüsü Vize “E” tümülüsü Vize “F” tümülüsü Vize “G” tümülüsü Vize ‘H’ tümülüsü Vize “I” tümülüsü Kıyıköy Mezarı Karakoç Tümülüsü: Akviran Tümülüsü: Hoca Çeşme Höyük Kazıları Kanlıgeçit Tümülüsü Aşağı Pınar Tümülüsü Diğer tümülüsü Kazıları ANTİK DÖNEMDE TRAKYA Adı Nerden Geliyor Neresi: Yerleşim Trak Kabileleri: Gelenek, Görenek ve Yaşam Tarzları: Yiyecek: Şarap: Antik Çağda Şarap Üretimi Hardaliye - Kırklareli Köy ve Şehirler Yollar: İklim, Mahsuller, Madenler

3


Kıyafetler Silahlar Cenaze Törenleri TRAKYA’DA KÜLTLER Trak Tanrıları ve ANA TANRIÇA Dionysos Kallon Trak Atlısı Gladyatörler Trak Çocuk Oyuncakları Herakles Amazonlar Kentauroslar Kentauros Kheiron Hellen Tanrıları Anadolu Tanrıları Sunaklar Diyanosos Dini Orfeus ve Euridike Dini:

Spartaküs Büyük Toprak Sahibi—Halk Mücadelesi – Köleler ve Plepler Sınıf mücadelesi: TRAKYANIN GEÇMİŞİ Özet, Edirne civarı: Roma’dan Bizans’a kadar hâkimiyeti:

4


5


Trakya’da da İlk Tunç Çağı’na1 tarihlenen yerleşme yerleri sayıca az ve küçüktür; bu dönemde Trakya’nın büyük bir kısmında göçebe çoban bir yaşamın sürdüğü, ancak belirli yerlerde küçük yerleşimlerin olduğu anlaşılmaktadır.2

Taş Devri, Yontma Taş Devri veya bilimsel adıyla Paleolitik Çağ olarak tanımlanan Eski Taş Çağı günümüzden yaklaşık 2 milyon yıl önce başlamış ve 10.000 yıl önce son bulmuştur. Ancak verilen bu tarihlerin dünya geneli içinde geçerli olduğunu ve yerel olarak değişmeye açık bulunduğunu da belirtmek gerekir. Doğanın sınırlayıcı ve belirleyici baskısı altında yaşayan Paleolitik Çağ insanları ekonomik açıdan, avcı ve toplayıcı toplulukları temsil ederler. Besin üretmeyi bilmeyen bu insanlar, yalnızca yaşadıkları ortamda bulunan yabani sebze, meyve ve kökler ile avlandıkları hayvanları yiyerek beslenmişlerdir. İklim ve çevre koşullarının değişkenliği nedeniyle, yeni besin kaynakları aramak ve av hayvanlarını izleyerek, küçük gruplar halinde konar - göçer bir tarzda yaşamışlardır. Kaya sığınaklarının bulunduğu yerlerde mağara ve kayaaltı sığınaklarında barınmışlar, kaya sığınaklarının bulunmadığı yerlerde ise açık havada kurdukları sığınaklarda yaşamışlardır.

NEOLİTİK (8 bin ile 4.500 arasında yaşanmış) DÖNEM MÖ. IV. bin yıl içine Kalkolitik Dönem’in sonlarına doğru, Trakya’da ki bütün yerleşmelerin şiddetli bir yangın ile tahrip olduğu gerek yüzey buluntuları, gerekse bu bölgede yapılan kazılardan anlaşılmaktadır Kesin olmamakla birlikte Son Kalkolitik Dönem içinde Trakya bölgesinde göçebe çoban kavimlerin oturduğunu düşünebiliriz.3 İnsanlık tarihinin yaklaşık %99’unu oluşturan Paleolitik Dönemin sona ermesiyle başlayan ve yeni taş devri olarak da adlandırılan neolitik dönem, milattan önce 8 bin ile 4.500 yılları arasını kapsamaktadır. Neolitik dönemde yaşanan en önemli gelişme, insanoğlunun göçebe yaşam tarzını terk ederek yerleşik İ.Ö. yaklaşık 3000 yıllarından başlayarak Ege dünyası 'Tunç Çağı' olarak adlandırılah bir sürece girer. Böylece Tunç Çağı olarak, da adlandırılan M.Ö. 3. ve 2. binyıllarda Girit'de yüksek bir uygarlık ortaya çıkmıştır 2 Engin Beksaç Prof.Dr. (Tarih Yok). Doğu Trakya'da Traklar. Trakya.Academia.Edu/Enginbeksac. 3 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 1

6


yaşama geçmesi, işbirliğinin, uzmanlaşmanın ve iş bölümünün artmasıdır. Bu dönemde insan yerleşik yaşama geçişle birlikte tarımsal üretime ve hayvancılığa başlamıştır. Neolitik döneme kadar sadece doğanın kendisine verdiklerini tüketmekle yetinen insanoğlu, neolitik dönemde birtakım tarım ürünlerini ve hayvanları evcilleştirmeye başlamıştır. Bu sayede insan, doğanın ürettiklerinin yanı sıra kendisi de üretim yapmaya, tahıllar ekmeye, hayvan besleyerek onun etinden, sütünden ve postundan faydalanmaya yerleşik hayata geçmesiyle birlikte yaşanan bir diğer önemli gelişme, mesleklerin ortaya çıkmasıdır. Çünkü insan, doğanın kendisine verdiklerinin katbekat fazlasını üretmeye başlayınca gıda problemi ortadan kalkmış ve insan, bütün gün gıda aramak yerine başka işler yapmaya başlamıştır. Bu dönemde çiftçiliğin yanı sıra sanatçılık, mimarlık ve din adamlığı gibi meslekler ortaya çıkmıştır.

Yukarıda değinildiği gibi Neolitik yaşam MÖ 7. binyılın başlarına kadar oluşum bölgesi içinde kalmış, bu tarihten sonra hızla başka coğrafyalara doğru yayılmıştır. Dr Engın Beksaç “Balkanlarda da bu dönemde tarihlenir.4” Demektedir. Bu yayılıma yol açan nedenler, doğal çevrenin tahribi, iklim salınımları ve sosyal çalkantı gibi bu yazının kapsamı içine girmeyecek kadar çeşitli ve karmaşıktır. Ancak ana çizgileri ile tanımladığımız Bölge A2 ile A3’te Çanak Çömleksin Neolitik Dönemin sonlarında (Son PPNB/PPNC) kültürel süreçte bir kırılma olduğu ve birçok yerleşmenin terkedildiği anlaşılmaktadır. Neolitik yaşamın yayılımının, önceden düşünüldüğü gibi anlık tek bir hareket değil, MÖ 5500 yıllarına kadar süren oldukça ve çok yolu bir sureci kapsadığı son yıllarda daha iyi anlaşılmıştır. Büyük bir olasılıkla ilk önceleri A1 bölgesine doğru bir göç, ya da hareketlenme olmuş ve Neolitik topluluklar giderek daha hızlı bir şekilde çekirdek bölgenin dışına çıkarak yayılmaya başlamıştır. Neolitik yaşamın, Mezolitik Dönem izlerine hemen hemen hiç rastlanmayan Göller Bölgesi ile Batı Anadolu kıyılarına ulaştığı ve giderek bu bölgelerin yoğun bir nüfus aldığı, kurulan çok sayıdaki Neolitik yerleşim yerinden anlaşılmaktadır. Kısa bir sure sonra, Göller Bölgesi ile Ege Havzasında yapılanan Neolitik yaşam, kendi içinde özgün bir gelişim göstermiş; bu bölgeler çekirdek olarak tanımlayabileceğimiz yeni bir kimlik kazanmıştır. Bunlardan geniş ölçüde Orta Anadolu (A1) özelliklerini yansıtan Göller Bölgesi (bölge B1)in Sakarya Havzası üzerinden Doğu Marmara kıyılarını (Bölge C) etkilediği anlaşılmaktadır. Buna karşılık Ege kıyılarındaki yeni oluşum (bölge B2) Orta Anadolu kadar, İç Anadoluya yabancı olan A2 ve A3 özelliklerinin bir karışımı gibidir; daha sonra Balkanlara ve Avrupa içlerine doğru yayılan Neolitik yaşamın temelleri bu bölgede atılmıştır. Çanak Çömlekle Neolitik Donem ile birlikte, önceleri yakın ilişki içinde olan bölge A2 ile A3 arasındaki ilişkinin

4

Eylem Beksaç, Marmara Bölgesindeki ilk Çiftçi Köy Toplumlarının gelişimi, 2008-1/6

7


zayıfladığı ve ayrı kültürel oluşum süreçleri içine girdikleri görülmektedir. Dolayısıyla çekirdek bölge zaman içinde yer değiştiren hareketli bir kavramdır.5 Bu yeni gelen göç dalgası ile birlikte görülen bir diğer mezar türü de “dolmen” olarak bilinen megalitik anıtlardır. İri taş bloklar ile harç kullanılmadan yapılan bu mezar anıtları genellikle iki oda ile bir giriş bölümünden oluşmakta ve bunların üzeri toprak ile örtülmektedir. Dolmenler ile birlikte, boyları 4 m. yi geçen ve “menhir” olarak adlandırılan dikilitaşlara da rastlanmaktadır.6 MÖ. II. binde Trakların işgali altında bulunan Balkan Yarımadası’nın güney-batı bölgelerine İllirialılar’ın girmesi üzerine yerlerinden oynatılan bazı Trak kabileleri, en çok Brigler ya da Frigler Boğazlar üzerinden Anadolu’ya geçerek bu ülkenin batısında ve kuzeyinde oturan bazı savaşçı kavimlerin bunlara katıldı. Günden güne büyüyen bir çığ halinde Hitit devletine saldırmışlar, şehir ve kasabaları yakıp yıkarak bu devleti ortadan kaldırmışlar, aynı zamanda Anadolu’nun etnik ve sosyal bünyesinde büyük değişiklikler meyd ana getirmişlerdir.7

Trakya’da ilk cağ: Anadolu-Trakya bağlantısı kalmıştır. Teselya başta olmak üzere Balkanlardan bilinen ilk Neolitik yerleşimlerin sayısındaki artış bu görüsü daha da güçlendirmiştir. Bulgaristan ya da Yunanistan Neolitik buluntu toplulukları içindeki bazı ögelerin Batı Anadolu ile benzeşmekte, bazıları ise başka bölgeleri işaret etmektedir. Bilgi toplamış ve bu bilgiyi diğerleriyle paylaşmış olmasıdır. Nitekim MÖ 6400 yıllarında Batı Anadolu ve Ege de, hemen ardından MÖ 6200 yıllarından itibaren de Trakya’da Neolitik yerleşim yerlerinin sayısının birdenbire artması ve bu yeni yerleşimlerin tümünün bölgedeki en uygun noktada kurulması göçü teşvik edecek bir on bilginin geldiğini ve nereye gidileceğini bilerek hareket edildiğinin göstergesidir. İkinci seçenek ise deniz ulaşımı ile ilgilidir. Mezolitik Çağın başlarından itibaren Mezolitik toplulukların Akdeniz’de deniz yolunu kullandıkları bilinmektedir. Bu bağlamda Mezolitik denizcilerin iç kesimlerden kıyıya gelen Neolitik çiftçilerle ilişki kurduklarını, önceleri mal aktarımını aracı yaptıklarını ve uzak bölgeler ile ilgili bilgi akışını da sağladıkları düşünülebilir. Büyük bir olasılıkla, küçük çiftçi grupların deniz ulaşımında uzmanlaşmış Mezolitik denizcilerin yol göstermesi ve yardımlarıyla batıya ve Kıbrıs’a gitmiş olmaları gerekmektedir Balkanlardaki İlk Neolitik yerleşimlere baktığımızda Ege, Marmara kıyılarından Tuna’ya kadar birçok ögenin yanı sıra özellikle çanak çömlekteki bezemenin aynı elden çıkmış gibi benzediğini görürüz. Bu göçün önceden öngörüldüğü gibi“sıçramalı” (leap-frog) Nitekim gocun hızını insanların beraberindeki hayvan sürüsünün bir günde gidebileceği mesafe belirlemektedir. Bu günümüzdeki göçebelerde günde 10 km ile 25 km arasında değişmekte; dolayısıyla göç yoluna çıkan bir grubun bir mevsimde Ege kıyılarından Tuna’ya rahatlıkla ulaşabileceğini göstermektedir. Neolitik Özdoğan, M. (2016). Tarımın Avrupa’ya Göçü. Aktüel Arkeoloji 54.İndd 54. s.52 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 7 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 5 6

8


Dönemde Balkanlarda, geniş bir coğrafya içinde görülen kültürel bütünlük ancak hızlı göç ile açıklanabilir. İlk Neolitik yerleşimler kurulurken ana karadan büyükbaş hayvanların da taşınabilmiş olması, Neolitik Dönem deniz ulaşımının basit salların çok ötesinde, açık denizde yük taşıyabilen tekneler ile sağlandığını göstermiştir.8 Trakya’nın doğu kesiminin güçlü bir Neolitik, Kalkolitik ve Bronz Çağı kültürleri varlığı da olduğu anlaşılmıştır.(Türkiye Trakyası) Önemli ölçüde bir değişim ve yenilenme silsilesi izleyen bu Prehistorik gelişimi itibariyle Doğu Trakya’nın Anadolu ile Balkanlar arasında kritik bir geçiş ve değişim noktası oluşturduğu açık bir biçimde gözler önüne serilmiştir. Orta Avrupa ve Kuzey Balkanlara kadar açılan Prehistorik kültürler mozaiği üstünde çok kritik bir bölge oluşturan Doğu Trakya’nın kültür tarihinde Trakların varlığı bütün Ege, Anadolu ve Balkanlar ile birlikte Akdeniz ve Orta Avrupa çevrelerini derin biçimde etkilemiştir. Özellikle manevi boyutlu etki çok daha dikkat çekicidir.9 Traklar, her şeyden önce Geç Bronz Çağı ortamında kendisini gösteren ve daha çok da Erken Demir Çağı ve takip eden süreçte güçlü bir biçimde ortaya çıkan bir Demir Çağı kültürünün temsilcileridir. Trak kimliği ve kültürünün orijini hususu bu noktada daima dikkat çekmiştir. Bu hususta tartışmalar yapılmıştır. Fakat net olarak belli olan bir husus, Traklar’ı farklı kılan özelliklere rağmen ortak yönleri olan Avrupa’nın doğusuna doğru, özellikle Orta Avrupa’nın kuzeydoğusunda, Tuna Nehri ile Karpatlara yakın ve Avrasya bozkırları ile temasta olan bölgelerin Bronz Çağı kültürel ortamının önemli bir kaynak teşkil olduğunun fark edilmesidir.10 MÖ 4300 yıllarında bütün yerleşmeler şiddetli bir yangın geçirmiştir. Ancak bu yangından sonra yerleşim, yeni gelen kaba çanak çömleği kullanan ögeler ile birlikte bir sure daha devam etmiştir. Buda MÖ 3800 yıllarına tarihlenir.11 Arif Müfit Mansel “MÖ: 3000-4000 yıllar arasında Traklar’ın yaşadığına dair bazı buluntular vardır.” Demiştir.12 Bu noktada da eldeki veriler MÖ. 2000′in ikinci yarısına kadar çıkarılmaktadır. MÖ. 1500 – 1200 dönemi takip eden zaman zarfında oluşan hareketli ve karmaşık ortamın Trak kültürünün oluşumunda önemli bir rolü vardır.13 Orta Avrupa’yla birlikte tüm Avrupa’yı önemli ölçüde değiştirten bu sürecin önemli kültürü olan “Urnolu Mezarlar Kültürü” bu noktada büyük önemi haizdir. Özellikle kremasyon geleneğiyle (öleni yakma) ve bazı kullanım eşyası ile teşhis edilen Trakların Geç Bronz Çağı’nın sonlarında, Trakya’nın bütününde ve hatta bu alanın dışında kalan kesimlerde de yerleştiği Homeros’un Troya Savaşı’na adanmış İlyada ve Odesa’sına açıkça yansımaktadır. Diğer bilgilerin ışığında, bu süreçte Trak soylu bazı toplulukların Kuzey Ege adalarıyla birlikte Makedonya’nın içlerine kadar yayılmış olduğu da görülmektedir. Ayrıca Misyalılar olarak bilinen Trak soylu grupların Kuzeybatı Anadolu’daki varlığı ve Frigyalılar da bu dönemde bilinen topluluklar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bilgilerin ışığında, Doğu Trakya’nın Traklarca MÖ. l200′lerde ve hatta biraz daha öncesinde başlayan bir göçler silsilesiyle iskân edildiği netleşmektedir. Bu süreçte, Traklar ile Yunanistan’daki Miken Uygarlığı arasında bazı ilişkiler kurulduğuna dair veriler de mevcuttur.14 Hitit devletinin çöküş sürecine girdiği MÖ. 13. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu ya ayak bastıklar anlaşılan Frigler, bu dönemden itibaren Anadolu da meydana gelen siyasi olaylarda aktif rol oynamaya başlamışlardır. Makedonyalılara göre Frigler, Avrupa da oturdukları zaman Brig adın alıyorlardı ve onların komşularıydılar. Asya ya geçtikten sonra yurtlar ile birlikte adlar da değişmiştir15. Trak kültürünün bu erken sürecinde ve özellikle MÖ. 1000 ile 800 arasında, aynı zamanda rahiplik görevini de üstlenmiş askeri şefler etrafında şekillenmiş karizmatik güce dayalı kabile örgütlerinin oluştuğu ve daha çok da maden kaynaklarına ve dağlık kesimlere yakın yerleşmelerin meydana geldiği görülmektedir.16

8 Özdoğan, M. (Tarih Yok). Marmara Denizive Neolitik Yaşam. Tına Denizcilik Arkeolojisi Dergisi 9 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 10 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 11 Özdoğan, M; Tarih Öncesi Dönemde Trakya, 2001;329 12 Mansel, 1938, A.g.e s. 21 13 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 14 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 15 (Bülbül, y l: 2009/2) 16 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e.

9


Mezolitik Ağaçlı ile çiftçi Neolitik toplulukların bir süre bölgede ayrı ayrı durduktan sonra kaynaştıkları ve bu kaynaşmadan Fikirtepe Kültürü diye tanımladığımız hem çiftçilik, hem avcılık hem de balıkçılık özelliklerini taşıyan yeni bir kültürün oluştuğu görülmektedir.17

Harita 1-Açılan höyüklerin Trakya'dai durum haritası

Mehmet Özdoğan, Marmara Denizive Neolitik Yaşam, makalesinde “Neolitik kültürün, çiftçiliğin, yerleşik köy yaşamının, çanak çömlek gibi buluntu topluluğu ögelerinin Anadolu’dan mı Avrupa’ya taşındığı yoksa Balkanlar’da kendiliğinden mi oluştuğu sorusuyla ilgili bulgular elde etmekti. Doğu Trakya’dan toplanan malzeme ya Anadolu’ya ya da Balkan geleneğine ait olacağı için yukarıda tanımladığımız sorunun kolaylıkla yanıtlanacağı düşüncesindeydik. O yıllarda Balkan ülkelerinde 300’ün üzerinde Neolitik dönem yerleşmesi kazılmış durumdaydı.”demekteydi.18 Net olarak belli olan bir husus, Trakları farklı kılan özelliklere rağmen ortak yönleri olan Avrupa’nın doğusuna doğru, özellikle Orta Avrupa’nın kuzeydoğusunda, Tuna Nehri ile Karpatlara yakın ve Avrasya bozkırları ile temasta olan bölgelerin Bronz Çağı kültürel ortamının önemli bir kaynak teşkil olduğunun fark edilmesidir.19 Bu noktada da eldeki veriler MÖ. 2000′in ikinci yarısına kadar çıkarılmaktadır. M.Ö. 1500 – 1200 dönemi takip eden zaman zarfında oluşan hareketli ve karmaşık ortamın Trak kültürünün oluşumunda önemli bir rolü vardır.20 İskit seferinin başarısızlıkla sonuçlanması özellikle bu sefere büyük çıkarlar umarak katılmış olan İyon şehirleri ve kolonilerin zararına bir gelişme göstermiştir. Bu şehirler önemli ölçüde ekonomik bir çöküntüye uğradıkları gibi, denizcilik ve deniz ticareti açısından da Perslerle iyi ilişkiler içinde olan Fenikelilerin karşısında birçok avantajını kaybetmiştir. Bu durumun sonucu olarak MÖ 496′da günümüzün Çanakkale çevresinde yer alan kolonilerde başlayan bir isyan dalgası Efes ve Kolofon’un dışındaki bütün Batı Anadolu şehir ve kolonilerini Perslere karşı savaşa sürüklemiştir. Karadeniz deniz yolunu denetlemek ve Trakya’yı denetim altında tutmayı hedefleyen isyancıların M.Ö. 494 Byzantion’u ele geçirmeleri önemli bir aşamadır. MÖ. 493′de Persler, Ege Adaları ile birlikte İyonya ve Trakya’daki Yunan şehirlerini cezalandırmış ve isyanı bastırmıştır. Bu esnada Doğu Trakya’daki Perinthos, Selisbryas ve Byzantion ile birlikte önemli kaleler tahrip edilmiştir.

Özdoğan, M. (Tarih Yok). Marmara Denizive Neolitik Yaşam. Tına Denizcilik Arkeolojisi Dergisi. Özdoğan, M. (Tarih Yok).A.g.e.,s. 9 19 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 20 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 17 18

10


Harita 2--Doğu Trakya’daki Perinthos,(MARMARA EREĞLİ) Selisbryas(SİLİVRİ) ve Byzantion (İST)

MÖ. 492′de Mardonios’un başkanlığında başlayan Trakya Seferi sırasında Persler Makedonya sınırına kadar ilerlediler ve Trakya Perslerle Yunanlıların arasında vuku bulan Perslerin denetiminde kaldı. MÖ. 479′daki kesin yenilgilerinin ardından Persler, Trakya’dan da çekilerek Anadolu’ya döndüler.21 Pers işgalinin sona ermesiyle birlikte, kıyılardaki kolonilerin Atina’nın önderliğinde şekillenen ‘İlk Atina birliği’ne girdiği MÖ. 478′de önemli bir bütünleşme sürecine giren Trakya’da, ilk Trak devletinin temelleri atılmıştır. Bunu başarmakta esas toprakları Tunca Nehri çevresinde olan ve 5. yüzyıl içerinde Meriç Nehri ve çevresini ele geçiren güçlü Odris kabilesine nasip oldu. Pers devlet yapısını ve idari örgütlenmesini örnek alan bu devletin bilinen ilk yöneticisi Teres ( ~ 460-440) hakkında bilinenler çok azdır. Yalnızca Thynler (Rodoplarda bir Trak kabilesi) ile ettiği mücadele hakkında kesin bilgi vardır. Odrislerin şekillendirmeyi başardığı bu yeni sistem Trakya’da yaşam biçimi ve materyal kültüründeki değişikliklerle birlikte yerleşim biçimini de önemli değiştirmiştir. Eski sunaklar ve dini temelli yerleşmelerin yerine soyluların mülkleri geçmiştir. Bu sistemin odağında karizmatik niteliği yüksek dini ve askeri otoriteyle desteklenmiş seçkin yöneticilerin kendi şahsi varlıklarıyla biçimlenen merkezi bir mülk ve bu mülke merkez teşkil eden seçkin yerleşmeleri veya bir tür malikâneleri ve bunların etrafındaki insan grupları vardı.22 Bu örgütlenme içinde askerlik bir soyluluk belirtisi olup toprakla uğraşmak bir utanç kaynağı teşkil etmekteydi. Yani çiftçi ve hayvancıların dışlandığı tam anlamıyla askeri amaçlarla hareket eden bir toplumsal örgütlenme olmuştu. Bütün sembolik oluşumlar içinde bile bu kavram yerleşmişti. Bu durumun en güzel sembolü “Atlı” imajıdır. Halkın ve alt tabakaların piyade olarak savaştığı Odris ordusunda yöneticiler ve seçkin asiller süvari olarak görev yapmaktaydı. Bu asil atlı imajı özellikle bu dönemin dünya görüşünün yansıması olarak Pers etkileriyle de seçkinci bir Mitraik kült23 ile eski inanışların karışımı yeni bir “Yiğit” imajına imkân tanımıştır.24 Esasında kökleri itibarıyla Avrasya kültür ortamıyla ilintisi olan ve Eski İran düşünce sistemine çok yakın bir özellik sergileyen Trak düşüncesinde bu oluşumun değişen şartlarla aldığı biçim çok derin (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 23 Mitraizm, Mitra tarikatı ya da Mitras Gizemleri, Antik Yunan ve Roma dünyasının, Eleusis ve İsis Sırları olarak bilinen diğer gizli kültlerde, yani ezoterik olarak nitelendirilebilecek geleneklerde olduğu gibi, sadece bu tarîkata kabul edilenlere açıklanan sırlar etrafında gelişmiş bir mistik Roma kültüdür. 24 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 21 22

11


olacaktı. Bu aşamada Meriç ve Ergene nehirleriyle çevresinde güçlü olduğu anlaşılan Odris sistemi içinde görev ve sorumluluğa dayalı bir iş bölümü ve vergi düzeni olduğu ve hediyelerle güçlendirilmiş bir şekilde karşılıklı bir akışım gösteren hediyelerin Trak yaşamında çok önemli olduğu fark edilmektedir. Kıymetli hediye akışımı ve karşılığında gelen vergi niteliğini haiz hediyelerin gerekli yerlere ulaştırılmasının önemi büyük olup en çok tercih edilen hediyelerin başında da gümüş ve altın kaplar gelmektedir. Bu tip eşya topluluklarının veya hazinelerin bulunması bunların devletin güç göstergesi ve olarak kullanılması açıklık kazanmaktadır.25 Ayrıca, kıymetli kumaşlar, atlar ve esirler diğer hediyeler olarak teşhis edilmektedir. Batıdaki kabilelerin bağımsızlığını korumaya devam ettiği Odris yayılım süreci içinde en önemli yöneticilerden biri olan Teres’in oğlu Sitalkes ( ~. 440/435 – 424 ) Doğu Trakya’da önemli bir başarı kazanmıştır. Öncelikle Thynler ve Nipsaları (Trak kabineleri) hâkimiyetine alan Sitalkes, kıyıya ulaşarak buradaki Trak kabileleri ve Yunan kolonilerini vergiye bağlamıştır. Bu vergi 400 altın talentlik26 bir yekûn tutmaktaydı. Bu dönemde Odrisler ve İskitler arasında kız alıp vermeye dayalı bir akrabalık ilişkisi kurulduğu bilinmektedir.27

Harita 3-Trak kabinelerinin etki sahası

Trakya’da Babaeski’ye yakın Höyük kazıları: daha fazla bilgi için EK ‘2 Trakya’da tümülüsler Erken Demir Çağı ile birlikte ortaya çıkmıştır. M.Ö. II. binin sonları ile M.Ö. I. binin başları, Balkanların arkeoloji literatüründe Erken Demir Çağı olarak bilinmektedir. Trakya’da Geç Demir çağ ile birlikte tümülüslerde yeni bir oluşum görülmeye başlanır. Aristokrasinin gömülmesinde tümülüsler ile kaplanmış oda mezarların ortaya çıkmıştır. Bunlar Trakya’nın etkileyici oldukça etkileyici mezar anıtlarıdır. Antik ustaların başarıları tarz olarak uygulanmış ve yerel gereksinimlere uyarlanmışlardır. Trakya tümülüslerinde bulunan mezarların oldukça kaliteli işçilik ve bezemeye sahip olması, bu anıtları inşa eden ustaların Anadolu ve Yunanistan’daki okullarda eğitilmiş ya da bire bir ilişkili olduklarına işaret etmektedir. Roma Çağı’nda da tümülüs tipi mezar anıtlarının kullanımının devam ettiği, bölgede gerçekleştirilen kazıların sonucundan anlaşılmaktadır. Türkiye’de Trakya’sında höyükler üç önemli grupta toplanabilir. Birinci grup Edirne, Kırklareli, Pınarhisar, Vize, saray yolu üzerinde ve civarında bulunan, yani dağlık arazinin step alanları ile birleştiği yerdeki yığma tepeler yahut tümülüslerdir. Bunların bazıları Istranca’dan diğerlerine paralel olarak Ergeneye inen derelerin vadileri de veya bu vadilerin kenarındaki tepelerin üzerinde bulunduğu görülmektedir.

(Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. Yunanda yaklaşık 26 kg ‘dı. Roma talent'i 1.25 Yunan talent'inen eşittir. 27 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 25 26

12


Harita 4-Doğu Trakyada yerleşim yerleri

En önemli merkezler Süloğlu civarında Küküler köy ve Vize şehir etrafında oluşturmuşlardır. İkinci grup Ergene vadisinde bulunan höyükler tarafından oluşturulan alandakilerdir. Üçüncü grup ise Ergenenin güneyinde, kabahöyük ve civarındaki höyükleri ve Edirne, Uzunköprü, Keşan, Malkara, Tekirdağ doğrultusunda uzanan höyükleri kapsar.28 bkz. (issuu)Öztabak Mucit, Kültür Varlıklarımız (Kaybolan Binalarımız), Höyük Tepe, Ağustos 2015, Babaeski

Trakya’da dolaşan seyyahların dikkatini çoğunlukla yüksek mahallerde bulunan ve suni olduklarında şüphe olmayan çeşitli büyüklükte konik tepeler çekmektedir. Bu tepeleri 1860 yıllarında Rumeli’de araştırmalarda bulunmuş olan Fransız arkeologlarından A. Dumont; Herodot’un yazdığı bir cümleye ilgi göstermiş ve bu tepelerin anıt mezarlardan başka bir şey olmadıklarını ortaya koymuştur. Memleketimizde “höyük” adlandırılan bu tepeler sadece Trakya’da bulunmamaktadır. Mezarların üzerine bir yığma tepe oluşturma geleneği bu geniş sahada preistorik devirlerden Milattan sonra 3. , 4. Yüzyıllara kadar kalıcı olmuş, ancak Hıristiyanlığın yayılması üzerine ortadan kalkmıştır.29 Bu dönemden önce de İstanbul Arkeoloji Müzelerinde Trakya’dan geldiği bilinen (Eriklice Tümülüsü eserleri gibi) çeşitli buluntulara rastlanmaktadır. Bölgenin 1829 ve 1877 yıllarında Rus işgaline uğradığı zamanlarda, Ruslar tarafından yapıldığı bilinen kazılar vardır. Ancak bu kazılar ve sonuçlarıyla ilgili olarak ne yazık ki elimizde doyurucu bir bilgi bulunmamaktadır. Doğu Trakya’da Şevket Aziz Kansu da çeşitli incelemelerde bulunmuştur; 1964-1968 yıllarında Edirne’nin bir ilçesi olan Lalapaşa ve çevresinde yaptığı incelemeler sırasında 19 civarında dolmen ve bazı dikilitaşları saptamıştır. 30 Bu yörede uzun yıllar boyunca araştırmalarda bulunmuş olan Prof. Dr. Mehmet Özdoğan’ın çalışmaları sonucunda, Doğu Trakya’da bulunan çok sayıda dolmen tespit edilerek belgelenmiştir.31 Kristodulos adlı Kırklarelili bir papazın “Trakya ve Kırkkilise” adlı 1897’de İstanbul’da basılmış eserinde, bu mezarla ilgili olarak bilgiler verdiği geçmektedir. 1891 de savunma amaçlı yapılmış güçlendirme sırasında, ihtiyaç üzerine bu höyükten toprak alınması amacıyla kazı yapılmış, kazı sonunda 28

Mansel, A. M. (1938). A.g.e.. s. 16 Mansel, A. M. (1938). A.g.e. s. 15 30 Kansu, 1963., Kansu, 1969. Kansu 1963 Ş. A. Kansu, “Edirne’nin Lalapaşa-Büyünlü Dolmenleri Hakkında İlk Not”, Belleten XXVII, Ankara, 1963, s.491-492.; Kansu 1969 Ş. A. Kansu, “Edirne’de Bulunan Dolmenler ve Dikilitaşlar Hakkında Yeni Gözlemler”, Belleten XXXIII, Ankara, 1969, s.577-579. 31 (Yıldırım,Şahin; 2008)Doğu Trakya’da Mezar Tepelerinin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 29

13


bu höyüğün ortasında duvarları taşla örülmüş bir mezar binası ortaya çıkarılmıştır. Bu mezarda taş bir yatak üzerinde yatan ölüye ait kül ve bazı kemikler bulunmuştur. Bunun altında ise, bir atın kül ve kemiklerine rastlanılmıştır. Bundan başka altın kaplama, gümüş, bronz, demir ve pişmiş topraktan yapılmış birçok eser bulunmuştur. Bütün bu eserler İstanbul Arkeoloji Müzesine götürülmüştür. Bu eserler arasında gümüş bir phiale, gümüş bir vazo, gümüş ince yassı bir levha, bronz bir oinechoe (bir şarap sürahisi ), bronz bir miğfer, bronz bir candelabrum (şamdan), bronz bir tencere, bronz oinechoe(sürahi ) kulpları bulunmaktadır.32 İçinde at iskeleti bulunan tümülüslerdir. Doğu Trakya’da özellikle Vize bölgesinde sadece atların gömülü olduğu tümülüsler de bulunmuştur. Bu da Trakyalı savaşçıların tıpkı İskitler gibi atlarına çok önem verdiklerinin göstergesidir. Trak mezar yapılarının çoğu Geç Klasik Dönem ve Erken Helenistik Dönem mimarisi biçiminde inşa edilmiştir. Trakya tümülüslerinde günümüze kadar ortaya çıkarılan mezarların inşasında başlangıçta Attika ayak biriminin kullanıldığı, sonraları ise Roma ayak biriminin kullanıldığı kabul edilmektedir. Fakat bilinmektedir ki Antik Yunan’da ve Roma’da yükseklik için değişik ayak birimleri de kullanılmıştır. Mezarlar yapılırken önce bir başlangıç açısı oluşturulur ve tüm boyutlar bu başlangıç açısına dayandırılarak yapılırdı. Trakya mezar mimarisi, planlarının çeşitliliğiyle, kullanılan materyal ve tekniklerle ve binalarının sanatsal değerleriyle oldukça etkileyicidirler.33 Trakya’da M.Ö. IV. yüzyıl boyunca, taş odalı mezarlar Trak topluluklarının üst düzey üyeleri arasında en çok tutulan form olmuştur. En eski ve en popüler dizayn Dromos,34 ön oda ve asıl mezar odası şeklindedir. At gömüleri dahil olmak üzere ritüel amaçlara adapte edilen dromos önündeki avlu karakteristik bir özellik olmuştur. Trakya tümülüs oda mezarları genellikle giriş öncesi avlu, dromos, ön oda ve asıl mezar odasından oluşur. Dromos önündeki avluda genellikle cenaze töreni ritüellerinin yapıldığı görülmektedir. Çeşitli hayvan kurbanlarının, libasyonların35 ya da şölen kutlamalarının yapıldığı bölüm burasıdır. Mezar odalarının önemli bir bölümünde bulunan dromos (dar ve uzun geçit), mezar sahibinin ekonomik durumu ve prestiji ile doğrudan ilgilidir. Yapının boylamsal kompozisyon ekseninde bulunan dromos, tören topluluğunu merkez odaya doğru yönlendirir. Eni Doğu Trakya’daki bazı tümülüslerde asıl mezar odasının ekseninde olan ön oda ya da odalar, Yunan mezar odaları ile aynı amaca sahiptir. Diğer bir deyişle, genellikle mezar hediyelerinin konulduğu, cenaze törenlerinin yapıldığı mekândır. Asıl mezar odası olan ise, binanın varlık nedenidir. Yapının en kutsal yeri olduğundan etrafı da kutsaldır ve çevrilidir. Cenaze ritüellerinin merkezini oluşturmaktadır ve mimari kompozisyon olarak diğer odalardan da üstün gelmektedir. Doğu Trakya tümülüslerinde günümüze kadar ortaya çıkarılan mezar odalarını birkaç ayrı plan tipinde incelemekte fayda bulunmaktadır. Doğu Trakya’da günümüze kadar ortaya çıkarılan bütün taş örgülü çukur mezarlar, Roma dönemine tarihlendirilmektedir.36 Lahit şeklindeki mezarlar Trakya mezar geleneğine özgü değildir. Sıklıkla Yunan kolonilerinin çevresindeki tümülüslerde görülürler. Trakya’nın iç kesimlerinde istisnai olarak oldukça az kullanılmıştır. Roma döneminde, daha çok Roma şehirlerinin nekropollerinde ya da yakınlarında bulunurlar. Taş, kil ya da ahşaptan yapılmışlardır. Taş ve kilden yapıldıklarında genellikle tek bir gövdeden ve bir de kapaktan oluşurlar ve de bütününe bakıldığında bir tapınak yapısına benzerler. Balkanlar’da Geç Demir Çağı süresince belli bölgelerdeki ölü gömme gelenekleri - Rodoplar, Kuzeybatı ve Kuzeydoğu Trakya gibiErken Demir Çağı geleneklerini izlemiştir. Bununla birlikte bütün Trak bölgelerinde bazı yenilikler de oluşturmuştur. Düz mezarlık alanları ve tümülüslerde, farklı bölgesel kremasyonların ve ölü gömülerinin yer aldığı, bunların yanında kısmen ölü yakma ya da vücut parçalarını farklı yerlere gömme gibi uygulamaların da gerçekleştirildiği görülmektedir37Trakya’da İnhümasyon, Tunç Çağından bu yana tümülüslerde baskın olan bir gelenektir. Ancak kremasyon genel olarak Erken Demir Çağı’nda ortaya Yıldırım, Ş. (2008). Doğu Trakya’da Mezar Tepelerinin Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 110 dipnotu 33 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 213 s. 92 34 Dromos: Antik çağda genellikle tümülüs veya toprak altındaki mezarlarda, mezar odasına girişi sağlayan dar ve uzun geçit, kordior. 35 Libasyon, Antik çağda sıkça kullanılan sıvı sunulara verilen isim. Libasyonda genellikle hayvan veya insan kanı ile şarap kullanılır. Bu sıvılar kutsal mekânlardaki sunaklarda libasyon için ayrılmış bölümlerde ritonlar aracılığıyla yere dökülür ve tanrılara adaklar adanır, dilekler dilenir. 36 Yıldırım, Ş. (2008), A.g.e. s. 81 37 (Theodossiev,2007:12.). Theodossiev 2007 N. Theodossiev, “Ancient Thrace during the First Millennium BC” Trakya’ya Adlarını Verenler: Traklar Sempozyumu, Edirne 2007(Baskıda), 32

14


çıkmıştır ve o zamandan itibaren her ikisi de varlıklarını sürdürmüştür (Archibald, 1998: 152.). Çoğunlukla ölü yakma (kremasyon) daha çok bir Orta Avrupa geleneği gibi algılansa da erken örneklere daha çok Yakın Doğu’da, hatta Hindistan’da, Anadolu’da ve Ege kültürü ile ilişkili yörelerde rastlanmaktadır. Bu ölü külü kültürü Güney Balkan kültürlerinde de görülmektedir. Kremasyon ile Karanlık dönemin yivli seramiğinin Yunanistan’a yayılması aynı yönden olmuştur. Her ikisi de dinsel bazı akımların Trakya yolu ile Balkanlar’dan girmesiyledir. Bu kremasyon geleneğinin Yunanistan’a yayılmasında doğunun etkisi yoktur.38 Kazılar sonucunda ortaya çıkarılan kiremit mezarlı tümülüslerin hepsi Roma dönemine tarihlenmektedir. Henüz daha erken dönemlere tarihlendirilen bir tümülüse rastlanılmamıştır. Roma döneminde düz nekropol alanlarında da kiremit mezarların kullanıldığını Trakya’da yapılan arkeolojik kazılar göstermiştir.39 İkiztepe B tümülüsü İkiztepe B Tümülüsünün korunan yüksekliği 11,00 m., çapı ise 65 m. kadardır. Tümülüsün güneyinde 1,5 m″ lik bir alanda yakılan törensel bir ateş çukurunun içerisinden ve çevresinden çok yoğun bir şekilde yanmış ahşap parçalarının arasında, çeşitli formlarda seramik parçaları, erimiş cam parçaları ve çeşitli hayvanlara ait kemikler bulunmuştur. Büyük olasılıkla mezar sahibinin anısına düzenlenen bir cenaze yemeğinin şölen ateşi bu bölgede yakılmış ve bir ziyafet düzenlenmiştir. 195 Tümülüsün tam ortasında doğubatı doğrultusunda bir mezar çukuru ortaya çıkarılmıştır. Mezar çukurunun tam ortasında oldukça yoğun küllü bir tabakanın içinde, mezar sahibinin çok az sayıda kalan ve yüksek ateşin etkisiyle oldukça bozulmuş durumda olan kemikleri yer almaktadır. Kafatasına ait kemik parçaları mezarın batısında bulunmuştur. Cesedin yakımı sırasında kullanılan ağaçların karbon kalıntıları, dikdörtgen mezarın tam ortasında yoğunlaşmaktadır. Mezar hediyeleri cesedin yakılmasının tamamlanmasından sonra mezar çukurunun çevresine bırakılmıştır. Bulunan seramik parçalarının restorasyonunun tamamlanmasıyla birlikte 33 adet çeşitli tiplerde pişmiş toprak kap elde edilmiştir. 1 adet büyük şarap amphorası, 2 adet tek kulplu testi, 1adet oldukça kaliteli bitkisel kabartma bezekli kylix, 1 adet orta boy kase, 3 adet balık tabağı, 15 adet kulpsuz içki kabı, 5 adet küçük boy içki kasesi ve 5 adet yayvan formlu içki kasesi bu cenaze törenin oldukça görkemli ve kalabalık bir topluluk tarafından tertiplendiğini gözler önüne sermektedir. Bulunan seramik parçalarının restorasyonunun tamamlanmasıyla birlikte 33 adet çeşitli tiplerde pişmiş toprak kap elde edilmiştir. 1 adet büyük şarap amphorası, 2 adet tek kulplu testi, 1adet oldukça kaliteli bitkisel kabartma bezekli kylix, 1 adet orta boy kase, 3 adet balık tabağı, 15 adet kulpsuz içki kabı, 5 adet küçük boy içki kasesi ve 5 adet yayvan formlu içki kasesi bu cenaze törenin oldukça görkemli ve kalabalık bir topluluk tarafından tertiplendiğini gözler önüne sermektedir. Tümülüsün tam ortasında doğu-batı doğrultusunda bir mezar çukuru ortaya çıkarılmıştır. Mezar çukurunun tam ortasında oldukça yoğun küllü bir tabakanın içinde, mezar sahibinin çok az sayıda kalan ve yüksek ateşin etkisiyle oldukça bozulmuş durumda olan kemikleri yer almaktadır. Kafatasına ait kemik parçaları mezarın batısında bulunmuştur. Cesedin yakımı sırasında kullanılan ağaçların karbon kalıntıları, dikdörtgen mezarın tam ortasında yoğunlaşmaktadır. Mezar hediyeleri cesedin yakılmasının tamamlanmasından sonra mezar çukurunun çevresine bırakılmıştır. Kırklareli ‘A’ Tümülüsü: Prof. Dr. Mansel tarafından Kırklareli’nin 3 km. kadar güneyinde, Aşağıpınar mevkiinde, Kırklareli-Asilbeyli yolunun sağında bulunan bir tümülüsde ortaya çıkarılmıştır. Kırklareli ‘A’ tümülüsünde, güneye bakan bir dromos ve bu dromosun hemen arkasında asıl mezar odasından oluşan Makedonya tipinde bir mezar yapısı bulunmuştur. Odanın içinde, methalin ( giriş yeri.) sol tarafında 3 basamak vardır. 265 Mezar yapısı 1,80 m. uzunluğunda, 1,13 m. genişliğinde bir dromos(dar uzun geçit) ve 3 m. genişliğinde ve uzunluğunda, en büyük yüksekliği 2,20 m. olan beşik tonoz ile örtülü kare bir mezar odasından ibarettir. Kırklareli ‘A’ tümülüsü mimari özelliklerinden dolayı, M.Ö. IV-III. yüzyıllara tarihlendirilmektedir.40

(Buluç, 1994: 84, 85.). Babaeski çivarındaki höyüklerin envanteri için kitabin sonunda (EK- 1) bakınız. 40 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 101 38 39

15


Kırklareli –B- Tümülüsü: Bu mezar anıtı 5,33 m. uzunluğunda, 4,83 m. genişliğinde dikdörtgen bir oda ile 6,80 m. çapında yuvarlak bir mezar odasından oluşmaktadır. Prof. Dr. Mansel tarafından ortaya çıkarılan bu mezar odası 0,40 m. ve 0,45 m. yüksekliklerindeki düzgün kesilmiş, yerli kalker bloklardan, harçsız olarak yapılmıştır. Mezar odasının duvarları yaklaşık olarak 0,55 m. kalınlığındadır. Bu duvarlara ait sadece 5 taş tabakası yerinde kalmıştır. Bina kuzey-güney yönündedir. Aynı mükemmel taş tekniğinde yapılmış olan yuvarlak odanın duvar kalınlığı 0,90 m. ile 1 m. arasında değişmekte ve bu odanın üzeri, arı kovanı şeklinde bir kubbe ile örtülmüş bulunmaktadır. Bu kubbe, bir birinin üzerine oturtulmuş, yukarı doğru darlaşan aynı merkeze sahip taş halkalardan yapılmıştır. Yükseklikleri 0,40 m. ile 0,45 m. arasında değişen bu halkalardan yalnız 8 tanesi, en üst halkalar noksan olmak üzere sağlam kalmıştır. En alt kısımdan başlamak üzere, taşların biraz içeri doğru kaydırılması ile halkaların daralması sağlanmış ve bu suretle pek küçülmüş olan en üst halkanın üzerini tamamı ile örtmek için büyük ve yassı taş yeterli gelmiştir. Fakat birbirlerinin üzerlerinden taşan taşların odanın içine bakan kısımları olduğu gibi bırakılmamış, yani kubbenin içinin kademeli bir şekil almasına izin verilmemiştir. Kubbenin içinde renkli freskli kuşaklar bulunmakta ve yuvarlak odanın içinde taş bir lahit de yer almaktadır. 2,18 m. uzunluğunda, 0,97 m. genişliğinde ve 0,77 m. yüksekliğindeki yerli kalker taşından yapılmış bir tekne şeklinde olan bu lahit, tersine çevrilerek doğrudan doğruya odanın toprak zemini üzerine yerleştirilmiştir. Bu lahit Ruslar yahut define arayıcıları tarafından ortasından kırılarak açılmış ve içindekiler alınmıştır41. Lahitin içinde ve çevresinde yapılan araştırmalarda üzerleri parlak siyah vernikli gayet iyi pişirilmiş vazo kırıkları bulunmuştur. Bu vazo kırıklarının tekniği ve astarı bunların M.Ö. V. ve yahut IV. yüzyıla ait Yunan eserleri olduklarını göstermektedir. Ayrıca ölünün yakılmış cesedine ait olması gereken bir hayli kül bulunmuştur. Lahitin batı yanında ise bir at iskeletine ait oldukları anlaşılan birtakım kemikler de ortaya çıkarılmıştır. Prof. Dr. Mansel bu mezarı lahit çevresindeki seramiklerden ve mimarisinden ötürü M.Ö. IV. yüzyıla tarihlendirmiştir. Bu mezar anıtı da ne yazık ki, günümüze ulaşamamıştır. Mezar çukurunun içinde tek kulplu bir amphora42, yonca ağızlı, kulpu aslan başı protomlu (şekilde eşya) bronz bir oinechoe (sürahi), içinde meşe palamudu yaprakları bulunan, kulpunun ucunda Medusa (saçları yıanlı tanrı), kulpla gövdenin birleştiği yerde de kollarını açmış bir kurt figürünün olduğu bronz bir patera (sığ ve yayvan kap), 1 adet cam sürahi, 1 adet cam modulius, 1 adet üzeri yiv (oluk) motifli cam bardak ve 1 adet cam rhyton,43 çift kulplu, orta boy bir kap, yakınında çift kulplu bir içki kabı, içki kabının batısında da içi açık sarı renk astarlı büyük bir kâse ve onun hemen batısında da çift kulplu bir amphora44 bulunmaktadır. Mezar çukurunun güneybatısında bronz bir strigilis45 ve strigilise demir bir aparatla bağlanmış kulplu bir bronz bir patera (saplı kâse) da bulunmaktadır. Mezarın doğu ucuna ölünün ayaklarının bulunduğu bölüme dört adet pişmiş toprak unguenterium46 ve bir adet cam unguenterium bırakılmıştır. Mezarın kuzeyindeki kesite demir bir mızrak ucu yerleştirilmiştir. Yine mezarın güneyindeki kesitin tabanında da 1 adet demir mızrak ucu daha bulunmuştur. Mezarın kuzeybatısına 30 cm. uzunluğunda, altı parça halinde, ahşap saplı demir bir hançer bırakılmıştır. Mezar buluntularının sırasında iki adet altın yüzük bulunmuştur. İki yüzükte de akik taşından kameo bulunmaktadır. Yüzüklerin birisinde başında Attika (Atina çevresi bölge) tipi miğferle betimlenmiş Minerva (tanrıça) büstü, diğerinde ise ayakta başı profilden, vücudu sağa 4/3 oranında dönmüş, elinde Caduceus (aza) tutan Mercur (eski Roma ticaret, kurnazlık, hırsızlık tanrısı) betimlenmektedir.47

Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 109 Amfora, gövdesinden daha ince olan boyun kısmının altında dibe doğru daralarak sonlanan iki kulplu, Antik Dönemlere özgü bir çeşit Yunan çömleği. 43 rhyton:Riton boynuz, hayvan başı ya da gövdesi biçiminde yapılmış antik kaplara verilen genel isim. Hem içki kabı hem de dini törenlerde libasyonu dökmek için kullanılmışlardır. 44 Amfora, bkz. Dipnot: 42 45 Strigilis Antik Çağ'da vücuda yapışan ter, kum, toz, yağ ya da kirleri temizlemek için kullanılmış demir yahut bronz bir nesnedir. Genellikle spor yaptıktan ya da sudatorium sonrası kullanılırdı. 46 unguenterium: Hellenistik dönemde, orta kısmında bir şişkinlik bulunan, iğ şeklinde, pişmiş topraktan yapılmış antik bir kap tipi. 47 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 109 41 42

16


Kırklareli –‘C’- Tümülüsü:

Fotoğraf: 1--bir ölü yatağının ayakları palmetlerle süslü alt levhası

Bu tümülüs, 19. yüzyılda açılıp soyulmuştur. Prof. Dr. Mansel tarafından kazılan ‘C’ tümülüsünün altında bulunan mezar binası kuzey-güney aksı üzerinde arka arkaya dört odadan oluşmaktadır. Bu odalar yassı ve kapının içine doğru eğimli duran yan sövelerle çerçevelenmiş ve kısmen büyük taşlarla örülmüş kapılarla bağlantılıdır. İlk iki oda (1. Oda: 2,28 m. x 1,95, 2. Oda: 2,20 m. x 2,10 m.) arkadakilere nazaran daha dar olup bir nevi dromos vazifesi görmektedir. Üçüncü oda 3,12 x 2,13 m. ölçülerinde, asıl mezar odası olduğu anlaşılan dördüncü oda ise, 3,12 x 3,05 m. boyutlarındadır. Bu odanın üzerindeki beşik tonoz kısmen korunmuştur. Mezar odasının içinde; bir ölü yatağının ayakları palmetlerle(Fotoğraf: 2) süslü alt levhası bulunmuştur. Asıl mezar odasının duvarlarında ise, kırmızı ve mavi renkli fresk kalıntılarına rastlanılmıştır. İkinci odanın iki yanında, üçüncü odanın ise, yalnız bir yanında duvar önünde taş sedirler vardır. Prof. Dr. Mansel, ‘A’ ve ‘C’ tümülüslerinin mezar odalarını Bulgaristan’da Sakar mevkiinde bulunmuş ve Mikov tarafından yayınlanmış olan dolmen mezarlarıyla karşılaştırmış ve bunlar üzerinde büyük benzerlikler bulunduğunu belirtmiştir. Mimari özelliklerinden dolayı Kırklareli‘C’ tümülüsü, M.Ö. IV-III. yüzyıllara tarihlendiril- mektedir. ‘C’ tümülüsü, Kırklareli ‘A’ tümülüsünün gelişmiş bir benzeridir. Doğu Trakya’da ortaya çıkarılmış tek örnek olan bu mezar yapısının taşlarının büyük bir bölümü sökülmüş olup, günümüzde görünür durumda değildir.48 Hacılar köyü dolmeni: Lalapaşa İlçesi’ne bağlı Hacılar sınır köyünde bulunan bu dolmen, yerel şist taşından yapılmıştır. Hacılar dolmeni birbirine geçitli iki odadan ibarettir. İkinci oda dikdörtgen, Birinci ise kareye yakın bir plana sahiptir. Odaları ayıran bölümlerde, menfez veya donbaz denilen yarım daireye benzer geçitler bulunmaktadır. Dolmenin çevresi iri taşlarla bir halka biçiminde çevrelenmiştir. Birinci odanın bulunduğu yerde mezar eşyası olarak bırakılan seramik parçalarına rastlanılmıştır. Buluntular arasında iki büyük tören kabı ve ağırşak insutu halde ele geçmiştir. Ortaya çıkarılan kaplardan biri Troya VII b2 tabakasındakiler gibi, büyük yumrucuklu olmak üzere, Son Tunç Çağı-İlk Demir Çağı geçiş dönemine tarihlendirilmektedir.49

48 49

Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 107-108 Çakan 1984 Ü. Çakan, “Lalapaşa-Hacılar Dolmeni 1984 Yılı Kurtarma Çalışmaları”, Yayınlanmamış Kazı Raporu, Edirne Müzesi Arşivi, 1984, s.1-2.

17


Hacıllı Köyü Tümülüs: Tekirdağ İli, Hayrabolu İlçesi, Hacıllı Köyü sınırları içinde bulunan ve Tekhöyük adıyla anılan bu tümülüs, 8,5 m. yüksekliğinde ve 80 m. çapındadır. Tümülüsde iş makinalarıyla kaçak kazı yapılırken yapılan ihbar sonucu defineciler yakalanmış ve burada Tekirdağ Müzesinin başkanlığında bir kurtarma kazısı gerçekleştirilmiştir.50. Koçasa tümülüsü: Kırklareli Merkez İlçeye bağlı, Yündolan Köyü’ne yaklaşık 5 km. mesafede, Koçasa mevkiinde bulunan dört büyük tümülüsden birisidir. 1999 yılında Kırklareli Müzesi Müdürlüğü’nün başkanlığında, Trakya Üniversitesi, Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Öğretim Üyelerinin bilimsel danışmanlığında bir kurtarma kazısı gerçekleştirilmiştir. Tümülüs yaklaşık 7 m. yüksekliğinde ve 20 m. çapındadır. Kazı sırasında kuzeydoğu, kuzeybatı ve güneydoğusunda tören ritüellerinin gerçekleştirildiği yakma çukurları ve alanları bulunmuştur.51 Umurca (Lüleburgaz ) tümülüsü: 1937 yılında, Kırklareli’nin Lüleburgaz İlçesi’nin 4 km. kadar doğusunda bulunan ve Umurca Hüyükleri adını taşıyan dört tümülüsden üçü Prof. Dr. Mansel tarafından araştırılmış “B” harfi ile ifade edilen 11 m. yüksekliğindeki ve 65 m. çapındaki bir tümülüsde, biri kenarda, diğeri ise tepenin merkezinde olmak üzere iki mezar bulunmuştur. Basit çukurlardan ibaret olan mezarlardan birisi dış zemin seviyesinde bulunmaktadır. Birinci mezarın kenarları kerpiçle sıvanmış ve üzeri tahta kalaslarla örtülmüştür. İkinci mezar ise, tepenin batı yamacında, merkezden 17 m. kadar mesafede ve zeminden 2 m. yükseklikte bulunmuştur. Bu mezar kuzey-güney yönünde 2,53 x 1,25 boyutlarında ve üzeri geniş ve yayvan tuğlalarla örtülü şekildedir. Buluntularından dolayı bu iki mezarın kadınlara ait olduğu düşünülmüştür. Dış mezarda bulunmuş olan ve İmparator Vespasianus’dan Hadrianus’a kadar gelen altı Roma sikkesi, bu mezarların M.S. II. yüzyıla ait olduklarını göstermektedir. Mezar çukurları içerisinde iskeletler değil, fakat evvelce yakılmış olan cesetlerin külleri bulunmuştur.52 Buluntularından dolayı bu iki mezarın kadınlara ait olduğu düşünülmüştür. Dış mezarda bulunmuş olan ve İmparator Vespasianus’dan Hadrianus’a kadar gelen altı Roma sikkesi, bu mezarların M.S. II. yüzyıla ait olduklarını göstermektedir. Mezar çukurları içerisinde iskeletler değil, fakat evvelce yakılmış olan cesetlerin külleri bulunmuştur. Mezarın içinde yine bir kadın olduğu anlaşılan ölünün külü, bir altın küpe, bir gümüş kaşık, kırılmış bir cam kavanoz ve arkası kabartma süslemeli bir ayna bulunmuştur. Asıl önemli eşya ise mezarın etrafında ve bilhassa doğu ve kuzey taraflarında bulunmuştur. Tunçtan yapılmış çeşitli şekilde vazo ve lengerler, bir patera, bir kandil, bir şamdan ve büyük bir çekmeceye ait oldukları anlaşılan kilit muhafazası, kilit kolları, anahtar, diyonizyak büstler ve maskelerden oluşan aplikler ve zincirler burada bulunmuştur. Tahta bir çekmecenin içinde ise, altı adet tuvalet şişesi ve bunların yanında taş allık paleti, allık ezmek için küçük bir kaşık, bir hilal, bir törpü ve iki dikiş iğnesi bulunmuştur.53 Prof. Dr. Mansel tarafından kazılan Umurca ‘C’, Vize ‘D’, Vize ‘G’ ve Vize ‘I’ tümülüslerinde de herhangi bir mezarla karşılaşılmamıştır.54 Arpalık dolmeni, İki mezar odası, bir giriş ile mezar anıtını çevreleyen taşlı tepe olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Arpalık dolmeni dromos, temenos ve yığma tepesi ile daha sonraki tümülüslerin öncüsü olduğunu kanıtlamaktadır. Dolmenin ön odasında bir birine karışmış halde üç insan iskeleti bulunmuştur. Arka ve ön odaların güneye bakan duvarlarında, söbe biçimli, ruh deliği olarak adlandırılan birer açıklık vardır. Hemen Öztürk 1998 Ö. Öztürk, Hayrabolu Hacıllı Köyü Tekhöyük Tümülüsü Kurtarma Kazısı, 8.Müze Kurtarma Kazıları Semineri, Milli Kütüphane Basımevi, Ankara, 1998, s.381- 391. 51 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 74 dipnot 52 Yıldırım, Ş. (2008); Doğu Trakya’da Mezar Tepelerinin Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü s. 78; Drahor, M. G. (1992). Lüleburgaz-Kepirtepe Tümülüsüözdirenç Araştırması-1992. 1317. 53 Mansel, 1938: 18. 201 Mansel, 1940: 90. 54 Yıldırım, Ş. (2008); Doğu Trakya’da Mezar Tepelerinin Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü s. 89 50

18


hemen bütün dolmenlerde görülen bu deliğin, genel olarak “ölünün ruhunun serbestçe girip çıkması” için bırakıldığı sanılmakta ise de, ikincil gömülerin gömülebilmesi için bir kapı işlevi de gördüğü kesindir. Ruh deliğini kapatmak için kullanıldığı düşünülen, tıpa gibi bir taşın giriş bölümünde bulunmuş olmasıdır ki, bu saptanmış tek örnektir. Kazı sırasında bulunan seramikler Bulgaristan’daki dolmen kazılarında da bulunmuş olan, paralel kültür guruplarından Çatalka ve Pseniçevo’dan da bilinen Buckelkeramik diye de adlandırılan bir seramik türüdür. Troya VIIb2 tabakasında da bu tip seramiğe rastlanılmıştır. Bu yumrucuklu seramik Arpalık dolmeninin Demir Çağ başlarında Anadolu’yu istila eden “Kavimler Göçü” ile bağdaştırılmasına neden olmuştur.55. Kepirtepe (Lülebrgaz) tümülüsü Kepirtepe tümülüsü yükseklik ve çap açısından bölgenin bilinen en büyük tümülüsüdür, Böylece, içinde önemli bir mezar barındırabileceği düşünülebilir. Tümülüs Kırklareli ili Lüleburgaz ilçesi Yeni bedir köyünün yaklaşık 1 km doğusundadır. Tepe, 21 m yüksekliğinde ve 100 m çapında bir büyüklüğe sahiptir. Büyüklüğü göz önüne alındığında, bir kral tümülüsü olma olasılığı çok yüksektir. Ayrıca E5 karayoluna olan yakınlığı (yaklaşık olarak 50-60 m) tümülüsün korunmasını sağlamaktadır. Kuzey bölümünde bazı fıziksel girişimlerin etkisi görülmesine karşın, genelde yüzeyi oldukça düzgündür. Tilkiburnu tümülüsü Kırklareli il merkezinin güneyinde, Lefeci köyünün yakınlarında kum ocakları tarafından tahrip edilerek yok olma sürecine giren Tilkiburnu yerleşiminde sınırlı bir çalışma yapılmış ve burada özellikle Son Kalkolitik-İlk Tunç Çağı geçiş sürecini yansıtan toplu buluntular ortaya çıkarılmıştır. Söz konusu çalışma, çok sorunlu olan Step Kültürleriyle Anadolu-Trakya kültürleri arasındaki ilişkinin daha sağlıklı olarak anlaşılmasını sağlamıştır.56 Taşlıçabayır tümülüsü (Asilbeyli/ Kırklareli) Kırklareli il merkezinin hemen güneyindeki Asilbeyli köyü yakınında tarla açma amacıyla tesviye edilen kurgan türü mezar tepesinde yapılan kısa süreli çalışmada, İlk Demir Çağı’na tarihlenen ve Troya VIIb2 kültürünü yansıtan elli iki kaptan oluşan buluntu topluluğu ortaya çıkarılmıştır. Yaklaşık olarak MÖ 1100 yıllarında, Kuzey Stepleri’nden güneye inen göçebe Step topluluklarının kültürünü yansıtan bu buluntu grubu, ülkemizde bu döneme ait kazılmış tek buluntu yeri olarak büyük bir önem taşımaktadır. Söz konusu buluntu topluluğu içinde, ortaya çıkanlar dört emzikli tören kabı, antik yazarlar tarafından anlatılan, göçebe toplumların içki törenlerini yansıtan en somut örnek olarak bilinmektedir. Tören kabı olduğu kuşkusuz olan bu kap, yazılı kaynaklarda anlatılan, Trakların ölü gömme töreni bitiminde kamışlarla içinden bira içtikleri kapların tamına tam olarak uymaktadır.57 Eriklice Tümülüsü Bu dönemden önce de İstanbul Arkeoloji Müzelerinde Trakya’dan geldiği bilinen (Eriklice Tümülüsü eserleri gibi) çeşitli buluntulara rastlanmaktadır. Bölgenin 1829 ve 1877 yıllarında Rus işgaline uğradığı zamanlarda, Ruslar tarafından yapıldığı bilinen kazılar vardır. Ancak bu kazılar ve sonuçlarıyla ilgili olarak ne yazık ki elimizde doyurucu bir bilgi bulunmamaktadır.58 Hasköy (Edirne/ Havsa ) Höyüğü: , Edirne’nin Havsa İlçesi’ne bağlı Hasköy’de de yüksekliği 7 m. çapı 30 m. olan bir tümülüs daha Prof. Dr. Mansel kazmış ve bu tümülüsde de bir mezara rastlamamıştır.59 Hasköy, Prehistorik dönemden itibaren yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. Hasköy’deki prehistorik malzeme Kum Ocağı Mevkii ile Yumurta Tepe ismi ile bilinen tümülüsün güneyinde Bahattin Çakır’ın Akman, Özdoğan, 1995: 3-6., Akman, 1995: 68-69., Özdoğan, Akman, 1990: 408 (Özdoğan & Özdoğan, Tarih Öncesi Dönemde Trakya, 2007) 57 (Özdoğan & Özdoğan, Tarih Öncesi Dönemde Trakya, 2007)s.335 58 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. 59 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 89 55 56

19


tarlasında bulunmaktadır. Bulduğumuz keramik parçalarından ve taş balta ile kesici aletlerden bu mevkilerde Prehistorik bir yerleşim olduğu saptanmıştır. Hasköy’de ayrıca Trak yerleşimine de rastlanmıştır. Bu yerleşim Kum Ocağı bölgesi ile Cevizlik mevkiindeki düzleştirilen tümülüs civarında bulunmaktadır. Hisarlık bölgesinde özellikle Selahattin Yayla’nın tarlası ile Osmanlı Köyü’ne ait tarlada Roma Dönemine ait bol miktarda keramik parçaları bulunmaktadır. Ayrıca Hisarlık’ta bulunan ve Roma dönemine ait sikkeler ve keramikler ile diğer buluntular burada bir Roma yerleşimi olduğunu desteklemektedir. Vardığımızda ise artık yapacak tek şey buluntuları toplamaktı. Hâlbuki bu iki Tümülüs, Arif Müfid Mansel’in kazı yaptığı Tümülüs’e çok yakın bir alanda yer almaktaydı. Nikopolis veya bugünkü adı ile Hasköy, bugün artık nüfusu fazla olmayan, kendi halinde olan bir köy görünümündedir. Genel olarak bir ova durumunda olan yerleşimin iki hareketli noktası dikkat çeker. Birincisi İstanbul ve Kırklareli taraflarından çıkıldığında kuzey-güney yönlerinden bir teğet çekildiğinde köyün sırt kısmı nı oluşturur ki bu alanda çizgi halinde sıralanmış tümülüslere rastlamaktayız. Anlaşıldığı üzere tümülüsler hem Trak, hem de Roma dönemine ait olarak görülebilir. Havsa yolu üzerinde, Cevizli mevkiinde tarla sürmekten tahrip olmuş tümülüsün yanı sıra, otoban yapılırken Kılavuztepe mevkiinde yok edilen iki tane tümülüs ve Mansel’in kazdığı Yumurtatepe Tümülüsleri antik devrin yapıları şeklinde görülür. Burada yapılan kazılarda Tümülüs’ün boş olduğu belirtilse de çevre buluntularından kazısının tamamlanamadığı, ayrıca yoğun malzemeler ışığında geniş bir prehistorik alan olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca sayılanlara Feradoğlu arazisindeki tümülüsü de eklemek gerekir. Hasköy sınırları içinde, özellikle Demir Çağı ve Neolitik döneme ait kapkacakların yanı sıra baltalar, kemik objeler gibi malzemelere de sıkça rastlanılmaktadır. Tüm bunların yanında tepe ve dere sırtlarında görülen fosiller de bölgemizin kültürel zenginliğini açıkça ifade etmektedir. Alanda prehistorik dönemlere ait ciddi bir zenginlik olduğu aşikârdır. Roma devrinde ise bugün Hisarlık mevkiinde yer alan kalenin Bizans devrinde tamamlandığını düşünüyoruz. Ayrıca kaleye ait çeşme ve kuyulardan iki tanesi halen izlerini korumaktadır. Kaleye ait temeller, genellikle tarlanın sürülme zamanlarında net bir şekilde belli olmaktadır. İzler takip edildiğinde ise kare şeklinde bir kale planı ile karşılaşırız. İstanbul tarafında ve otobanın geçtiği tümülüsler ile kale arasında kalan alan ise nekropol olarak kullanılan alandır ki, bu yaklaşık üçyüz metrelik bir sahayı kaplamaktadır. Yine yol inşaatı sırasında mezarların bir kısmı yola saçıldığından malzemeyi görme şansını da elde ettik. Anlaşıldığı üzere alanda, tuğla mezarların yanı sıra lahit mezarlar da yer almakta idi. Yine ele geçen keramik, cam, madenden yapılmış eserlerden nekropolün hem Roma hem de Bizans devrinde kullanıldığını anlıyoruz.60

Fotoğraf: 1 Sinanlı höyüğü açma çalışmaları (Yıldırım, 2008)

Sinanlı (Babeski) Köyü tümülüsü: Yine 1936 yılında Prof. Dr. Mansel tarafından Kırklareli Alpullu’nun 5 km. kadar güneyinde, Sinanlı Köyü mezarlığı içinde bulunan küçük bir tümülüsün kazısı yapılmıştır. Bu tümülüs 3 m. yüksekliğinde ve 20 m. çapındadır. Daha önceleri kaçak kazıcılar tarafından açılmış olmasından dolayı çevresinde sondajlar yapılmıştır. Tümülüsün üzerinde dört adet dikili taş bulunmaktadır. Sondajlarda

60

Yard. Doç. Dr. Özkan Ertuğrul; Vakıf Restorasyon Yıllığı | Yıl: 2014 | Sayı: 8 | Havsa/Nikopolis/Hasköy;s 89

20


evvelce açılmış ve dağıtılmış kiremit mezarlara ait boncuklar, ağırşaklar61, fayanstan bir aslan heykelciği, pişmiş toprak vazolar bulunmuş ve bunlardan dolayı tümülüsün etrafındaki mezarlığın M.S. I. , II. yüzyıllara ait olduğu düşünülmüştür.62 Düğüncülü (Babeski) Höyüktepe: Doğu Trakya’da ortaya çıkarılan bir diğer lahitli mezar 1993 yılında Kırklareli İli’nin Babaeski İlçesi, Alpullu kasabasının yaklaşık 2 km. kuzey doğusunda yer alan Höyük Tepe Tümülüsü’nde ortaya çıkarılmıştır. Neredeyse düzlenmiş olan tümülüsün kuzey batıdaki kalıntısı içerisinde mermer bir lahit bulunmuştur. Lahit, kuzeydoğu-güneybatı yönünde olup, 2,39 m. uzunluğunda, 1,15 m. yüksekliğinde, 1,08 m. genişliğindedir. Düz bir mermerden kabaca işlenmiştir. Kapak kısmında ve gövdesi üzerinde bazı kırıkları mevcuttur. Kapak semerdam çatı şeklindedir ve her dört köşede de antefix çıkıntıları bulunmaktadır. Lahit teknesi ve kapağında, kenet izleri bulunmakta ve bunlardan bir tanesi sağlam olarak durmaktadır. Lahit içerisinde iki adet insan iskeletine rastlanılmıştır. Her iki iskelette de başlar güneybatıya bakmaktadır ve iskeletler sırt üstü olarak mezara bırakılmıştır. İskeletlerin başlarının altında, toprağa karışmış halde, toz haline gelmiş kırmızı kumaş kalıntıları bulunmuştur ve iskeletlerin ayaklarına örtülmüş yaklaşık 1 cm. kalınlığında tahtalara rastlanılmıştır. İskeletlerden birisi lahitin doğu köşesine sıkıştırılmış şekildedir. Diş yapısına ve kemik özelliklerine bakıldığında bu iskeletin bir erkeğe ait olduğu düşünülmektedir. Diğer iskelet öbürüne yakın olarak, hatta üzerine bırakılmış bir şekilde bulunmuştur. İkinci iskeletin kafatasının diğerine oranla küçük ve kemiklerinin daha narin olmasından dolayı bu iskeletin bir kadına ait olduğu düşünülmektedir. İkinci iskeletin daha sonra mezara bırakıldığı anlaşıldığından burada ikinci bir gömü olayının gerçekleştirildiği kazanlar tarafından düşünülmektedir. Bu tümülüsde bulunan malzemeler; Düğüncülü Höyüktepe Tümülüsünde birinci gömünün63 MS. I. yüzyılın sonlarına, İkinci gömününise64, MS. II. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilmesini sağlamıştır. Ele geçen buluntulardan tuvalet kutusu ve tuvalet malzemeleri, ikinci iskeletin kuzey tarafında bulunan ayaklarının dibine bırakılmıştır. Lahitin içerisinden parçalar halinde ele geçmiş, pişmiş toprak bir testi, sağlamıştır. Olarak ele geçmiş omuz üzerindeki kumaş gözeneklerinden ötürü üstünün kumaşla örtülü olduğu düşünülen bir başka pişmiş toprak testi, cam bir şişe, bazıları kırık olarak bulunmuş camdan parfüm şişeleri, 40’a yakın parçanın yapıştırılmasıyla oluşturulmuş bir adet yeşil camdan yapılmış modulius, bir adet cam kadeh, 1 adet üzeri boğa başı görünümlü aplik tutamak, biri tam olmak üzere, boynuzdan yapılmış 2 adet tarak, 1adet içinde sertleşmiş halde pudra ya da krem bulunan fildişi pudra kutusu, 2 adet oldukça bozulmuş durumda, ahşap tuvalet kutusu, 1 adet biley taşı ve ahşap muhafazası, 3 adet bronz genç insan başı şeklinde aplik, 2 adet metal kuş figürü, 4 adet insan figürü şeklinde anahtar, çeşitli boylarda cam, kehribar ve diğer cins taşlardan boncuklar ve tümülüsün uzağına bir yere nakledilmiş olan toprağın içerisinde de 1 adet bronz kandil bulunmuştur.65 Ağırşak: Neolitik Çağ'dan beri çeşitli yerleşim alanlarında pişmiş toprak, kemik, metal ya da taştan örneklerine rastlanan; yün ya da keten gibi liflerin bükülerek iplik haline getirilmesi işleminde bükümün ince ve düzenli olmasını sağlamak için iğin alt ucuna geçirilen, ortası delik ve toparlak ağırlık 62 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 88 63 Birinci mezarın içinde mezar sahibinin külü, altın küpeler, bir gümüş yüzük, tunç bilezikler, camdan yapılmış çeşitli şekil ve büyüklüklerde tuvalet şişeleri, sarı camdan yapılmış ve mükemmel halde korunmuş bir kavanoz, tava şeklinde (patera) uzun kulplu bir kap, kumaş ve deri parçaları ve birtakım vazolar bulunmuştur. Küçük çukurun etrafında yani, büyük çukurun içinde tunç bir lenger, cam kâseler, tahta bir çekmeceyi süsleyen Satyr ve Medusa aplikleri, anahtar muhafazası, anahtar, tunç zincirler ve tahtası dahi kısmen korunmuş olan bu çekmecenin içinde, alt tarafı Neo-Attika üslubunda bir kabartma ile süslenmiş madeni bir ayna ve bundan başka çeşitli şekil ve tiplerde toprak vazolar bulunmuştur. Mansel, 1938: 18. 64 Mezarın içinde yine bir kadın olduğu anlaşılan ölünün külü, bir altın küpe, bir gümüş kaşık, kırılmış bir cam kavanoz ve arkası kabartma süslemeli bir ayna bulunmuştur. Asıl önemli eşya ise mezarın etrafında ve bilhassa doğu ve kuzey taraflarında bulunmuştur. Tunçtan yapılmış çeşitli şekilde vazo ve lengerler, bir patera, bir kandil, bir şamdan ve büyük bir çekmeceye ait oldukları anlaşılan kilit muhafazası, kilit kolları, anahtar, diyonizyak büstler ve maskelerden oluşan aplikler ve zincirler burada bulunmuştur. Tahta bir çekmecenin içinde ise, altı adet tuvalet şişesi ve bunların yanında taş allık paleti, allık ezmek için küçük bir kaşık, bir hilal, bir törpü ve iki dikiş iğnesi bulunmuştur. Mansel, 1938: 18 65 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 85-86 61

21


Fotoğraf: 3---Düğüncülü höyüğünün girişi

Doğu Trakya’da kazılan, ama içinde mezar bulunamadığından dolayı boş olduğu düşünülen altı adet tümülüs bulunmaktadır. Bunlardan birisi olan Alpullu tümülüsü, 1936 yılında Prof. Dr. Mansel tarafından kazılmıştır. Bu tümülüs 7 m. yüksekliğinde, 50 m. çapındadır. Tümülüsde herhangi bir mezara rastlanılmamıştır, fakat tümülüsün altında doğal zeminden birisinin yerleşim yeri bulunmuştur. Düğüncülü Höyüktepe ise Hellenistik döneme tarihlendirilmiştir.66

Fotoğraf: 4- Alpullu Düğüncülü Köyü Höyük kazısındn cıkanlar İstanbul Arkeoloji Müsesi

66

Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s.. 89

22


Doğu Trakya’da ortaya çıkarılan bir diğer lahitli mezar 1993 yılında Kırklareli İli’nin Babaeski İlçesi, Alpullu kasabasının yaklaşık 2 km kuzey doğusunda yer alan Höyük Tepe Tümülüsü’nde ortaya çıkarılmıştır(Lev. LIII: a-h).67 Neredeyse düzlenmiş olan tümülüsün kuzey batıdaki kalıntısı içerisinde mermer bir lahit bulunmuştur. Lahit, kuzeydoğu-güneybatı yönünde olup, 2,39 m. uzunluğunda, 1,15 m. yüksekliğinde, 1,08 m. genişliğindedir. Düz bir mermerden kabaca işlenmiştir. Kapak kısmında ve gövdesi üzerinde bazı kırıkları mevcuttur. Kapak semerdam çatı şeklindedir ve her dört köşede de antefix çıkıntıları bulunmaktadır. Lahit teknesi ve kapağında, kenet izleri bulunmakta ve bunlardan bir tanesi sağlam olarak durmaktadır. Lahit içerisinde iki adet insan iskeletine rastlanılmıştır. Her iki iskelette de başlar güneybatıya bakmaktadır ve iskeletler sırt üstü olarak mezara bırakılmıştır.68 Bu tümülüsde bulunan malzemeler; Düğüncülü Höyüktepe Tümülüsünde birinci gömünün M.S. I. yüzyılın sonlarına, İkinci gömünün ise, M.S. II. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilmesini sağlamıştır. 217 Ele geçen buluntulardan tuvalet kutusu ve tuvalet malzemeleri, ikinci iskeletin kuzey tarafında bulunan ayaklarının dibine bırakılmıştır. Lahitin içerisinden parçalar halinde ele geçmiş, pişmiş toprak bir testi, sağlam olarak ele geçmiş omuz üzerindeki kumaş gözeneklerinden ötürü üstünün kumaşla örtülü olduğu düşünülen bir başka pişmiş toprak testi, cam bir şişe, bazıları kırık olarak bulunmuş camdan parfüm şişeleri, 40’a yakın parçanın yapıştırılmasıyla oluşturulmuş bir adet yeşil camdan yapılmış modulius, bir adet cam kadeh, 1 adet üzeri boğa başı görünümlü aplik tutamak, biri tam olmak üzere, boynuzdan yapılmış 2 adet tarak, 1adet içinde sertleşmiş halde pudra ya da krem bulunan fildişi pudra kutusu, 2 adet oldukça bozulmuş durumda, ahşap tuvalet kutusu, 1 adet biley taşı ve ahşap muhafazası, 3 adet bronz genç insan başı şeklinde aplik, 2 adet metal kuş figürü, 4 adet insan figürü şeklinde anahtar, çeşitli boylarda cam, kehribar ve diğer cins taşlardan boncuklar ve tümülüsün uzağına bir yere nakledilmiş olan toprağın içerisinde de 1 adet bronz kandil bulunmuştur.69

Fotoğraf: 2 Düğüncülü tümülüsü açma çalışmasından (Yıldırım, 2008)

Bu tümülüsde 1997 yılında Kırklareli Müzesi Müdürlüğü’nün başkanlığında, Trakya Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Özkan Ertuğrul’un bilimsel danışmanlığı altında bir kurtarma kazısı gerçekleştirilmiştir. 68 İskeletlerin başlarının altında, toprağa karışmış halde, toz haline gelmiş kırmızı kumaş kalıntıları bulunmuştur ve iskeletlerin ayaklarına örtülmüş yaklaşık 1 cm. kalınlığında tahtalara rastlanılmıştır. İskeletlerden birisi lahitin doğu köşesine sıkıştırılmış şekildedir. Diş yapısına ve kemik özelliklerine bakıldığında bu iskeletin bir erkeğe ait olduğu düşünülmektedir. Diğer iskelet öbürüne yakın olarak, hatta üzerine bırakılmış bir şekilde bulunmuştur. İkinci iskeletin kafatasının diğerine oranla küçük ve kemiklerinin daha narin olmasından dolayı bu iskeletin bir kadına ait olduğu düşünülmektedir. İkinci iskeletin daha sonra mezara bırakıldığı anlaşıldığından burada ikinci bir gömü olayının gerçekleştirildiği kazanlar tarafından düşünülmektedir. Yılmaz, 1995: 387-400. 69 Yılmaz, 1995: 391-403 67

215

23


Doğu Trakya’da kazılan, ama içinde mezar bulunamadığından dolayı boş olduğu düşünülen altı adet tümülüs bulunmaktadır. Bunlardan birisi olan Alpullu tümülüsü, 1936 yılında Prof. Dr. Mansel tarafından kazılmıştır. Bu tümülüs 7 m. yüksekliğinde, 50 m. çapındadır. Tümülüsde herhangi bir mezara rastlanılmamıştır, fakat tümülüsün altında doğal zeminden 0,25-0,30 m. aşağıda, Tunç Çağı kültürlerinden birisinin yerleşim yeri bulunmuştur.226 Kumtepeler B Tümülüsü: Kırklareli İli, Merkez İlçesine bağlı Üsküp beldesinin sınırları içerisinde yer almaktadır. Yüksek bir sırt üzerinde bulunan beşli bir tümülüs grubunun ortasında yer almaktadır. Bu tümülüs 4 m. yüksekliğinde, 30 m. çapındadır. Defineciler tarafından açılan bir tünel, kısa dromoslu, beşik tonozlu, dikdörtgen planlı, tek odalı bir mezar yapısını ortaya çıkarmıştır. Kireçtaşı bloklardan yapılan bu mezar odası kısmen çökmüş durumdadır. Bu yüzden ölçüleri alınamamıştır. Mezar içerisindeki toprakta çok sayıda yanmış kemik ve Hellenistik döneme tarihlendirilen seramik parçaları bulunmuştur. Ortakçı tümülüsü Doğu Trakya’da ortaya çıkarılan taş örgülü çukur mezarlı tümülüslerden birisi de Ortakçı tümülüsüdür. Ortakçı tümülüsünün ortasında, doğu-batı doğrultusunda, üstlerinde yarısı kırılmış halde kaba işlenmiş kireç taşından bir mezar kapağı olan, başları batıya bakan iki adet insan iskeleti bulunmuştur. İskeletler kireç tabakasına benzer bir zeminde sırtüstü uzanmış şekilde bulunmuştur. İskeletlerden güney tarafta bulunanın elleri göğsün altıda kavuşturulmuş haldedir. Bir diğer iskelete ise, tümülüsün kuzey yönünde rastlanılmıştır. Bu iskeletin sadece bacakları ele geçmiştir. Üç iskeletin de kotları –0,90 m. ile 1,00 m arasındadır. Tümülüsde birtakım mimari bloklar dağıtılmış bir şekilde ele geçirilmiştir. Tümülüsün batı tarafında 0, 20 m. Çapında içinde yoğun kül bulunan bir delik de bulunmuştur. Tümülüsün ortasında bulunan basit mezarın etrafının kaba işlenmiş taş levhalarla çevrelendiği ve bunun üstünün de blok taşla örtülü olduğu görülmüştür. Tümülüsde mezar buluntusuna rastlanılmamıştır. Ortaca Köyü tümülüsü Tekirdağ İli’nin Hayrabolu İlçesi, Ortaca Köyü’ndeki bir tümülüsde tahrip edilmiş halde bir mezar odası Prof. Dr. Mustafa Hamdi Sayar tarafından bulunmuştur70.Mezar odasının önünde bulunan dromos büyük ölçüde zarar görmüştür. Tek odalı olan bu yapı, mimari özelliklerinden dolayı Hellenistik Döneme tarihlendirilmektedi. Vize ‘A’ tümülüsü Trakya tümülüsleri arasında Vize A mezarının keşfi çok önemli yer tutar. Sistemli bir şekilde araştırılmış olması, tarihlenmesi ve değerlendirilmesi açısından Vize A tümülüsü Trakya tümülüsleri arasında bir dayanak noktası teşkil etmektedir. Bu tümülüs M.S. 45 yılında öldürülen Trakya Kralı Rhoimetalkes III'ün mezarıdır. Dolayısıyla Vize, bu tümülüsün gösterdiği gibi Dacia haricinde Trakların son başkentidir. M.S. 6 ve 7 yıllarında Rhoimetalkes I ve Rhaskuporis vassal Trakya Krallarıdır. Rhoimelkes I ölünce oğlu Kotys'e zengin güney Trakya verilir. Kendisine daha fakir Kuzey Trakya kalan Rhaskuporis Kotys'i aldatarak ele geçirir. Roma Kotys'i serbest bırakması için Rhaskuporis'i uyarır. Ama o buna uymaz ve Kotys'i öldürür. Bunun üzerine İskenderiye'ye sürgün edilir ve orada ölür. Rhaskuporis'in topraklarının yönetimi oğlu Rhoimetalkes II'ye kalır. Kotys'in topraklarının yönetimi ise henüz reşit olmayan çocukları Rhoimetalkes III, Kotys II ve Polemo'ya kalır. Bunların başına da vasi olarak Trebellienus Rufus atanır. Kotys'in oğlu Rhoimetalkes III'ün 37 ve 38 yıllarında Trakya Kralı olduğu anlaşılmaktadır. 70

Bu kabartmalar arasında, söve taşı işlevi gören, Trakyalı süvari ana konudur; hareket halinde bir at, ata oranla daha küçük betimlenmiş süvari ve atın iki ön bacağı arasına yerleştirilen uzun ve pileli giysili, saçı topuzlu bir kadın, sol elinde bir testi ile birlikte belirtilmiştir. 2. Sahne olarak şaha kalkmış bir at ve üzerinde çıplak tasvir edilmiş bir erkek motifi bulunmaktadır. Bacaklarının arasında koşan bir tazı bulunmaktadır. 3, 4,ve 5. Sahnelerdeki tasvirler İstanbul Arkeoloji Müzelerindedir. Bu kabartmalarda ise, sırasıyla (Bu taşın yarısı kırıktır.) şaha kalkmış bir at üzerinde, kamçılı süvari ve tazı betimlenmiş, bir diğerinde ise, sahnenin üst kısmı kırık olmak üzere, boydan ayaklara kadar uzanan pileli ve bol kıvrımlı giysiler içinde “Üç Kızlar” sahnesi yer alır. Son sahne olarak, öne doğru eğilmiş bir kadınla, arkadan yaklaşan bir erkek tasvirinin erotik sahnesi işlenmiştir. Yılmaz, 1994: 165-173.

24


Rhoimetalkes III M.S. 45 yılında karısı tarafından öldürülmüştür. Böylece Roma hâkimiyeti altındaki Güney Trakya Devleti son bulmuş, İmparator Claudius zamanında, 46 yılında Trakya artık bir Roma eyaleti olmuştur. Bu eyaletin başkenti yine Vize'dir. Vize A Tümülüsü Türkiye Trakya'sındaki en önemli Trak kalıntısıdır. 9,50 metre yüksekliğinde ve 50 metre çapındadır. Doğu-batı yönünde bir mezar odasına sahiptir. Mezarın Planı; 4,62 m. uzunluk, 3,12 m. genişlikteki dörtgen mezar odasının duvarları, yatay sıralar halinde yerleştirilmiş yerli kalker taşından harçsız olarak inşa edilmiş ve üzeri 1,18 m. yükseklikten sonra tonozla örtülmüştür. Odanın yüksekliği 2,74 m.dir. Odanın tabanı dörtköşe kalın tuğlalarla kaplanmıştır. Duvarların üzerinde fresk süslemeye sahiptir. Aşağıda su mermerinin benzeri kaide bezemenin üzerinde kırmızı, sarı, siyah çerçeve içine alınmış beyaz yüzeyler halinde panolar bulunmakta, üstte bitkisel ve geometrik motiflerden meydana gelmiş bir friz ile sınırlanmaktadır. Tonozda ise mavi üzerine beyaz yıldızlarla gökyüzü tasvir edilmiştir. Mezar odası doğu kısa yanda, yekpare bir taş levha ile kapatılmış bir kapı açıklığına sahiptir.Lahit; Mezar odasının güneydoğu köşesinde yerleştirilmiştir. balıksırtı biçiminde eğimli bir kapağa sahiptir. Lahdin esas uzun cephesi beyaz yüzey üzerinde ortada sarı ve mavi çerçeveli ve kahverengi kafesli bir yapı, bunun iki yanında siyah rozetlerle süslenmiş kahverengi ve kırmızı renkte girlandlar bulunan boyalı bezemeye sahiptir. Lahit kırmızı kapağı ile bir ev cephesini tasvir eder. Tümülüste bulunan eserler: Altın : Çelenk, levha aplik, 2 adet yüzük Gümüş: 1 Maşrapa, 1 simpulum (kepçe), 1 kalathos (kupa), 4 kantharos (kadeh) Bronz: 1 Lenger (çift kulplu kap), 1 tencere, 1 maşrapa, 1 patera (tava), 1 onikhoe (ibrik), 1 yağ ibriği, 1 çift kulplu vazo, 2 tek kulplu testi, 2 kandil, 2 kandelabrum (kandillik), 1 fener, 1 miğfer, 1 zırh gömlek, tahta kutu bronz kısımları Demir: 1 Kılıç, 2 mızrak ucu Cam: 3 Sürahi, (28 cm uzunluğunda uzun boyunlu, armut biçimli, tek kulplu, mavimsi saydam camdan ve üzerinde beyaz çizgiler.) , tabaklar (ince sarı camdan, kenarları dik ve yüksek), Yukarı doğru genişleyen kaplar, taban ayaklı derin kâseler, ağıza doğru darlaşan derin kadehler (O devirde çok değerli olan bu cam eşyaların tahta kutular içinde saklandığı anlaşılmaktadır.) Keramik: 3 Testi, iki kulplu amphora, 2 yuvarlak gövdeli uzun boyunlu balsamaria. Deri: Altın çelenk yapraklarının bağlandığı şeridin deriden olduğu anlaşılmıştır. Kumaş: Lahdin üzerinde bütün eserlerin üzerini örten, kırmızımtırak toz haline gelmiş kumaşa ait izler görülmüştür. Vize A Tümülüsü önemine uygun olarak son derece iyi bir incelemeden sonra İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde mezar odasının rekonstrüksionu yapılmıştır. Mezara ait buluntular halen burada sergilenmektedir. Aşağıda resimlerini görebilirsiniz. Ayrıca mezara ait metal buluntuların resimlerini de görebilirsiniz. Lütfen bu resimlere bakarken definecilerin Vizelilerden, Vize'den, Türkiye'den çaldıkları eserlerin ne kadar büyük kayıplar olduğunu düşünün. Vize ‘B’ tümülüsü Bunlardan diğer tümülüs Prof. Dr. Mansel71 tarafından Kırklareli Vize İlçesinde kazılan Vize ‘B’ tümülüsüdür. Bu tümülüs, 4 m. yüksekliğinde, 30 m. çapında, alçak ve yayvan bir tümülüsdür. Tümülüsün ortasında, tarla zemininden 0,50 m. aşağıda yan yana iki adet mezar bulunmuştur. Birinci mezarın genişliği 0,55 m. uzunluğu 2,05 m., ikinci mezarın genişliği 0,60 m., uzunluğu 1,65 m. dir. Mezar zeminleri düzlendikten sonra, zeminin üzerine ölülerin külü ve çeşitli eşyaları konulmuş ve bunların da üzerleri balıksırtı şeklinde biri biriyle birleştirilmiştir. Bu bölümün üstü de kalın kenarlı tuğlalarla örtülmüştür. Toprağın basıncıyla tuğlalar kırılmış ve çökmüştür. Prof. Dr. Mansel tarafından bu mezarda yatan kişiler bu tümülüsün yakınında bulunan Vize ‘A’ mezarındaki kral ya da prensin karısı ve çocuğu olarak değerlendirilmiştir. Bu tümülüsden çıkan bronz eserler M.S. I. yüzyılın sonlarına tarihlendirilmektedir.72 Altın : 1 Çelenk, 1 küpe, 2 yüzük, 2 bilezik, 1 kolye Bronz : 1 Lenger'in kulpları, 1 patera, 1 oinokhoe, 1 kandil, 1 kandelabrum. Cam : Uzun boyunlu silindir gövdeli bir şişe ve kırık cam parçaları Keramik : 1 Balsamaria ve kırıkları, toprak heykelcik parçacıkları, iki çocuk heykelciği (belkiçocuğun oyuncakları) Çelengin yaprakları meşe yaprağı şeklindedir. Yüzüklerden biri beyaz bir cam taşa sahiptir ve üzerine Artemis resmedilmiştir. Diğer yüzüğün taşı bugün yoktur. küpenin üzerinde olması gereken taş ve boncuklar da kaybolmuştur. Bilezikler birbirinin aynıdır. bileği kavrayan 2 cm. genişliğinde bir band ve bunun iki ucu arasına yerleştirilmiş oval bir taş yuvası vardır. İkisinin de taşları kayıptır. Çok yönlü bir zincir ile ucunda ortasında rozet olan bir kolye vardır.

Prof. Dr. A. Müfid Mansel 4 yıl boyunca yaptığı çalışmaları, Kubbeli Mezarlar, Trakya Hafriyatı ve Trakya'nın Kültür ve Tarihi adlı kitaplarda toplamıştır. 72 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 87 71

25


Vize “C” tümülüsü A Tümülüsünün yanındaki 50 m. çapında 2,5 metre yüksekliğindeki tepedir. Rhoimetalkes III'e ait olması lazım gelen bir atın külünü bulundurmaktadır. Vize “D” tümülüsü Yapılan kazı sonunda hiçbir mezara rastlanılmamıştır. Vize “E” tümülüsü Taş örgülü çukur mezar tipine son örnek Kırklareli Vize’de bulunan Vize E tümülüsüdür. 1939 yılında Prof. Dr. Mansel tarafından tarafından ortaya çıkarılmıştır. Vize’nin 6 km. güneyinde bulunmakta olup, 8 m. çapında, 18 m. yüksekliğinde oldukça büyük bir tümülüsdür. Esas mezar burada bulunamamıştır, fakat tepenin üst kısmında kenarları taş duvarlarla örülmüş 1,35 m. x 2,45 m. ölçüsünde ikinci derecede bir mezara rastlanılmıştır.73 Mezarda ortaya çıkarılan buluntular M.S. I. yüzyıla tarihlendirilmektedir. Doğu Trakya’da günümüze kadar ortaya çıkarılan bütün taş örgülü çukur mezarlar, Roma dönemine tarihlendirilmektedir. Tümülüste bulunan eserler: Altın : Çelenk, oval bir camı kaplayan levha Bronz : Amphora, kandelabrum ayağı, kilit kolu Demir : Miğfer yanaklığı, Silah kalıntıları Cam : Çeşitli cam kaplara ait kırıklar Keramik : Üç tane kandil, çeşitli kap kırıklarıÇelengin yaprakları meşe yaprağı olarak biçimlendirilmiştir. Vize E amphorası 51 cm.lik yüksekliği ile bu tip amphoralar arasında bilinenlerin en büyüğüdür. Vize “F” tümülüsü E tümülüsünün yanındadır. Bu tümülüste de bir at mezarı bulunmuştur. Atın başı yoktur. Vize “G” tümülüsü İçinde mezara rastlanmamıştır fakat yaygın bir kül tabakası vardır Vize ‘H’ tümülüsü Bir diğer kiremitli basit mezar ise yine Vize İlçesinde, Prof. Dr. Mansel tarafından ortaya çıkarılmıştır. Vize ‘H’ tümülüsü diye adlandırılan bu tümülüs, üçlü bir tümülüs grubunda yer almaktadır. Bu tümülüs 35 m. çapında, 1,80 m. yüksekliğindedir. Bu küçük tümülüsün içine doğru, batı yönünde 3 basit mezar bulunmuştur. Birinci mezar, üç yanı eğimli tuğlalarla sınırlanmış bir mezardır. İki adet cam vazo, bir adet pişmiş toprak testi, okside olmuş demir parçalar bu mezarın içinde bulunmuştur. İkinci mezar ise, içi kerpiçle sıvanmış 2,90 m. x 1,00 m. ölçüsünde basit bir çukurdur. Bu mezarın içinde ise açılır kapanır demir iskemle, cam vazolar, pişmiş toprak çeşitli kaplar, mermerden bir kemik muhafazası bulunmuştur. Üçüncü mezar ise, iki geniş tuğlanın balıksırtı şeklinde birleştirilmesinden oluşmuş basit bir mezardır ve içi boştur. Bundan dolayı tümülüsün etrafındaki mezarlığın M.S. I. , II. yüzyıllara ait olduğu düşünülmüştür.74 Vize “I” tümülüsü 50 m. çapında 4 m. yüksekliğindeki bu tepede mezar yoktur.

Bu mezar içerisinde altından bir çelenk, altından oval bir camı kaplayan levha, bron bir amphora, bronz candelabrum ayağı, bronzdan yapılmış kilit kolu, üzerinde bir süvarinin başına çelenk koyan Zafer tanrıçası kabartması bulunan demir miğfer yanaklığı, kulpu üzerinde Medusa başı tasviri bulunan tunç bir vazo, paslanmış silah kalıntıları, çeşitli cam kaplara ait kırıklar, üç tane pişmiş toprak kandil ve çeşitli kırık kap parçaları bulunmuştur. Belleten III, Haberler; 1939 senesi Trakya Harfiyatı, Belleten, Cilt III, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1939, s.461. 74 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. s. 87 73

26


Kıyıköy Mezarı Eski adı Salmidessos olan Kıyıköy'ün yakınında bulunan bu mezarın buluntuları müze envanterinde Vize yöresi Kıyıköy Toplar Mevkii olarak kayıtlıdır. Bu mezarda 1 patera, 1 oinokhoe, 1 amphora ve bir tahta kutuya ait bronz kısımlar bulunmuştur Karakoç Tümülüsü: 1963 yılında Kırklareli’nin 5 km. kadar kuzeyindeki Karakoç Köyünün içinde bulunan bir tümülüsde ortaya çıkarılmıştır.75 Tümülüsün yüksekliği 5 m., çapı 30 m. dir. Mezarın çevresi işlenmemiş kaya parçaları ile çevrilmiştir. Dromosun ağzı şekilsiz iri kayalarla kapatılmış, bunların da üzeri toprakla örtülmüştür. Açılan dromosdan sonra içi toprak dolu olan mezar odasına girilmiştir. Oda ve dromos beyaz ve yumuşak yerel kireç taşı ile yapılmış sahte bir kubbe ile örtülmüştür. Çapı 2,95 m., yüksekliği 2,60 m. kadardır. Üzeri bindirme tekniğinde sahte kubbe ile örtülüdür. İçeride bulunan 80 cm. lik toprak tabakası kaldırıldığı zaman, ana kayadan ibaret olan zemine ölü ve hediyeleri konulduktan sonra, bunların üzerinin 30 cm. kalınlığında kum ile örtüldüğü anlaşılmıştır. İskeletin başı doğu yönündedir.76). Gerek mezar binasının şekli ve tekniği, gerekse içinde bulunan eserler bu tümülüsün M.Ö. IV. yüzyıla ait olduğunu göstermektedir. İçinde bulunan Yunan kandili M.Ö. IV. yüzyıl için karakteristik olduğu gibi, madeni eşya taklidi omfaloslu pişmiş toprak gri kaplar da aynı dönemi işaret etmektedir. Çift kulplu mataraya benzer şekildeki vazonun bir benzeri Bulgaristan’da, Duvanlı’da M.Ö. IV. yüzyıla ait bir tümülüsde bulunmuştur.77 Akviran Tümülüsü: Tholos planlı bu tümülüs Kırklareli’nin Pınarhisar İlçesinde bulunan Akviran Köyü yakınında bulunmuştur. Karahasan höyüğü adındaki bu tümülüs, yaklaşık 6m. yüksekliğinde, 60m. çapındadır. Tümülüsün mezar odası da tıpkı Kırklareli B, Eriklice ve Karakoç Tümülüsleri gibi kubbelidir. Bu tümülüs M.Ö. IV. yüzyıla tarihlendirilmiştir. Hoca Çeşme Hüyük tümülüsü: Trakya da, 4. Jeolojik Zaman’ın basından buyana birçok insan ırkı meydana gelmiş ve onların yaşamlarını sürdürmeleri için olumlu çevre koşulları oluşmuştur. Trakya’nın birçok yerleşiminde Paleolotik devrin farklı evrelerine ait buluntular mevcuttur. Trakya bölgesinde yapılan kazılarda elde edilen arkeolojik verilere göre bilinen en eski yerleşim yeri Yarımburgaz da ki Aşağı Mağara’da tespit edilmiştir. Bu mağaranın Alt Paleolitik çağ insanı tarafından uzun bir süre barınak olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Elde edilen kalıntılarla MÖ 5500 ile 4000 arasına tarihlenebilen yerleşimlerden bir diğeri Enez Keşan karayolunun kenarındaki Hoca Çeşme Höyüğüdür. Yapılan çalışmalarla, Hoca çeşme Höyüğündeki ilk yerleşmenin Balkanlarda bilinen en eski Neolitik kültürlerden de geriye gittiğini kanıtlanmıştır. Ainos, Ege denizini doğu Trakya’nın iç kısmına ve buradan da orta Meriç yatağı aracılığıyla Balkan yarımadasının batı kısmına bağlayan antik bir liman kentidir. Yüzyıllar boyunca alüvyon sürükleyen ve böylelikle büyük bir delta oluşturan Hebros (Meriç) nehrinin, denize döküldüğü alanda büyük bir körfez üzerinde yer alan Ainos, hem verimli topraklar hem de önemli bağlantı yolları üzerinde kurulmuştur. Böylelikle ticari ve kültürel hayatı olumlu yönde gelişmiş ve denizaşırı ülkelerle sıkı ticaret ilişkileri kurulmuştur. Ainos antik kentinde, Kale içinde ve dışında yapılan kazı çalışmaları sonucu ele geçirilen Orientalizan (Doğulu) seramik gruplarından 134 parça sunulmuştur. Bu eserler, Khios stili (sakız adası stili) etkili (A-B-C) ve Kuzey Ionia stili Orientalizan (Doğulu) seramikler olarak dört grup altında değerlendirilmiştir. Khios etkilerine sahip olan ilk grup, özel bir grup içinde sınıflandırılmış ve A-B-C olmak üzere 3’e ayrılmıştır. Çoğunlukla MÖ 6. yüzyılda üretilmiş bu seramikler, stil kritiği yapılarak tarihlendirilmiş ve üretim merkezine/lerine yönelik önerilerde bulunulmuştur. Balkanlar’ın verimli toprakları ve iklim şartları insanın ve kültürlerin her zaman gelişmesine imkân vermiştir. Köylüler bu tümülüsden toprak alırlarken kubbeli bir mezarın giriş kısmını ortaya çıkarırlar. Durumu haber alan İstanbul Arkeoloji müzeleri duruma el koyar ve bu tümülüsde bir kurtarma kazısı gerçekleştirirler 76 Yanına bırakılan hediyeler; İki pişmiş toprak kandil, tamamen okside olmuş durumda demir silah kalıntıları, ikisi tam, biri kırık halde gri topraktan yapılmış gümüş eşya taklidi üç tane omfaloslu kase, yine gri renkli çifte kulplu matara şeklinde vazo, gri tek kulplu bir kap, kırmızı topraktan kırık bir vazo ile tamiri mümkün olmayacak derecede parçalanmış halde bir bronz tas, palmet süslü bir bronz oinechoe ve çifte saplı ve saplarında kadın yüzü şeklinde aplikler olan bir kova bulunmuştur. Fıratlı, 1964: 108. 77 Fıratlı, 1964: 108. 75

27


Böylelikle üreticilik gücü sürekli değişen ve gelişen Neolitik ve aneolitik kültürler ortaya çıkmıştır. Fakat iskân höyükleri, Bronz devrinde tam aksine azalma göstermiştir. Esaslı arkeolojik araştırmalar Doğu Balkan Yarımadası merkezinin Neolitik ve Kalkolitik devirlerde sıkça iskân edildiğini göstermektedir. Bazı bilginler asıl Traklar’ın ancak MÖ 17. yüzyıl basında ya da MÖ 18. yüzyıl sonunda Balkan Yarımadasının güneydoğusuna göç etmiş olduklarını söyleseler de bu görüş pek geçerliliğini korumamıştır. Trakların, MÖ II. Bin yıllarında Avrupa’da genişlemiş, Adriyatik’ten Karadeniz’e kadar uzanan tüm Balkan yarımadasını işgal ettikleri belgelerle kanıtlanmıştır. Böylelikle Trakların, MÖ II bin yıllarında gelişmiş bir Bronz devri kültürü sahip oldukları belgelenmiştir. Bazı bilim adamları, MÖ II. binin ortalarında Traklar ile aynı olduklarını söyledikleri Doğu Balkan kabilelerinden Mysler’in (Trak Kabinesi), bugünkü Bulgaristan’ın kuzeybatı kenar bölgesinden Sırbistan’ın kuzeydoğu taraflarına kabileler halinde sürekli olarak göç yapıldığını söyler. Birçok antik yazar, ise Myslerin Traklarla aynı olduğunu söylese de, Herodotos, “…bize dediklerine göre, ne Atreus oğullarının İonia(ege bölgesi kabileleri) karşı açtıkları sefer, ne de Mysia’lıların ve Teukria’lıların, Troya olaylarında önce, Bosphoros’u geçip Avrupa’ya atıldıkları ve bütün Thrak’ları egemenlikleri altına aldıktan sonra İonia denizine doğru indikleri…” bahsederek, sonradan Balkan Yarımadası’ndan Anadolu’ya göç eden Phrygler’in (Firikler) Mysler’i göçe zorlayıp bu bölgeye yerleştikleri anlaşılmaktadır. Antik kaynaklardan Phrygler’in de Bithynler (kuzey batı bölgesi) tarafından yerlerinden ettikleri öğrenilmektedir. Traklar, MÖ. 7. yüzyıl başlarında Trakya kıyılarındaki Ege adaları, Kalkidikya Yarımadası ve Batı Anadolu sahillerindeki şehir devletleri tarafından kolonilerin kurulmasıyla şehir olgusu ile tanışmışlardır. Trakya sahillerine Abdera, Ainos, Perinthos, Maroneia, Apollonia, Sestos ve Byzantion gibi birçok şehir devletleri kurulmuştur. Grek kolonizasyonuyla birlikte bölge insanının hayat tarzları ve kültürlerinde ki bir değişim söz konusudur. Grek etkisi yanında, MÖ 4. yüzyıl ortası veya ikinci yarısına ait mezarların ortaya çıkarılmasıyla İskit etkisi de kendini göstermektedir. Strabon, Tuna’nın her iki tarafında oturan İskitler, Sarmatlar ve Trakların birbiriyle karşılaştıklarını yazmaktadır. Pers İmparatoru Dareios (MÖ 522-485), MÖ 513 yılındaki İskit Seferi ile Trakya ve Balkanlar’ı işgal etmiş ve bir süre sonra Trakya Pers egemenliğine girmiştir.78 Balkanların en önemli Neolitik çağ merkezlerinden olan Hoca Çeşme Höyüğünde, bölgenin eski köy yerleşmesi ortaya çıkarılmıştır. Yapılan arkeolojik kazılar neticesinde bölgenin bilinen en eski yerleşim alanı, Enez’e 3. km. mesafede Enez-Keşan karayolu üzerinde yer alan Hoca Çeşme Höyüğüdür. Akropolde (bugünkü Orta Çağ Kalesi) yapılan kazılarda, MÖ 4. Bin yıla tarihlenen seramik parçaları bulunmuştur. Enez kazılarının önemli bir bölümünü oluşturan, Enez Keşan karayolunun 2. kilometresinde Küçük Sancak Tepe Tümülüsü’nün güneyindeki arazide yer alan Çakıllık Nekropolisinde79 2001 yılında başlanan sondaj çalışmaları sonucunda ele geçen buluntular buranın Nekropol (Mezarlık) alanı olarak kullanıldığını göstermiştir. Kazılarda tas ve pismiş toprak lahitler, mezarlar ve urneler ortaya çıkarılmıştır. Urne (yakılan ölünün küllerinin konduğu kase) olarak pismiş topraktan amphoralara (bir çeşit testi), değişik formlu kaplar gün ışığına çıkartılmıştır. Aynı zaman da bu dönemde Ainos’da bastırılan bazı sikkelerden kentin, Atina ile ticarette, sanatta ve kültür alanında rekabet edecek düzeyde olduğunun göstergesidir. Taşaltı Yamacı adı verilen başka bir Nekropol (Mezarlık) alanı, Enez girişinin sol tarafındaki yamaçta yer almaktadır. Burası bir dönem mezarlık olarak kullanılmıştır. Oldukça zengin buluntular içeren bu mezarlardan çeşitli dönemlere ait heykelcikler, kemikten yapılmış süs ve ziynet eşyaları, sikkeler, tıp aletleri, koku şişeleri, kâse ve şarap kadehleri bulunmuştur. Enez’in 250-300 metre doğusunda Çataltepe adı verilen tümülüsünde yapılan çalışmalarda ise prens, kral ya da zengin Trak yöneticilerine ait bir mezar odası, kurban kesme yeri ve bir lahit ortaya çıkarılmıştır. MÖ 7. yüzyıldan başlayarak gerçek bir “polis” olarak gelişme gösteren Ainos antik kenti, kurulusundan itibaren bölgedeki şehirlerle yaptığı ticaret sonrasında kısa süre içinde zengin bir kent haline gelmiştir. MÖ 513 tarihinde Pers Kralı Darius’un İskitler’e karsı yaptığı askeri seferi sırasında Trakya, Pers İmparatorluğunun hâkimiyeti altına girmiştir. Bu tarihten sonra Batı Anadolu ve Trakya’daki şehirler MÖ 499 yılında, ayaklanarak egemenliklerini geri almışlardır. Ancak Persler, MÖ 498 yılında isyanı bastırarak Trakya dışında kalan şehirlerin egemenliklerine tekrar son vermişlerdir. MÖ 492 yılında Trakya’ya geçen Persler, basta Ainos olmak üzere, Thasos adası ile Trakya’da isyan eden çeşitli Trak kabileleriyle savaşarak buradaki güvenliği sağlamışlardır. Enez ve çevresinde yapılan arkeolojik kazı ve araştırmalar, yerleşimlerin söylenenlerden çok 78

79

Irmak, E. N. (2010). Enez (Ainos)’De Ele Geçen Orientalizan Seramikler. T.Ü..Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Ana Bilim Dalı Tez. (Nekropolis) arkeolojik şehirlerde mezarlıkların ve toplu mezar yerlerinin bulunduğu bölgeye verilen isimdir.

28


daha erkene gittiğini kanıtlamıştır. Kentin Akropolünde (bu günkü Orta Çağ Kalesi) yapılan kazılarda MÖ 4. bin yıla tarihlenen seramik kalıntıları, buradaki yerleşmenin Kalkolitik çağa kadar geri gittiğini göstermiştir. Kalede yapılan çalışmalarda, ana kayanın düzeltilerek üzerinde mekânların oluşturulduğu anlaşılmıştır. Kale içinde ve dışında çalışılan alanlarda MÖ 6. ve 5. yüzyıllara tarihlenen siyasi ve dini yapılara ait değişik mimari kalıntılar da mevcuttur. Roma Dönemi’ne ait mimari kalıntıların birçoğu Bizans ve Ortaçağ’daki yapılaşmayla birlikte zarar görmüş olsa da, tabanları mozaiklerle döşeli villaları, caddeleri, sarnıçları, hamamı ve birçok değişik buluntuları ile kendisini göstermektedir. Kalıntılar arasında Enez Kalesi, Akropolis (İç Liman ve kuleleri), Ayasofya Kilisesi (Fatih Camii), Orta Bizans Dönemi’nde yapıldığı düşünülen kilise, kapalı haç planlı bir şapel olan Has Yunus Bey Türbesi, Osmanlı Dönemlerine ait Sandukalı lahitler, Beylikler Dönemine ait hamam Şarap Mahzenleri, Kral Kızı Bazilikası, Pan Magarası olarak adlandırılan yer altı şapeli, kervansaraylar, manastırları ve diğer kalıntıları ile de değişik kültürlere sahne olmuş, Trakya’nın ticari ve politik tarihinde büyük bir rol oynamıştır. Deniz ticaretinde büyük bir paya sahip olan iki limanlı Enez’de sualtı çalışmaları da yapılmaktadır. Halen devam etmekte olan kazı çalışmaları, yüzey araştırmaları, koruma ve onarım çalışmaları, çizim ve belgelenme işlemleri ile bölgenin kültürel kalıntıları gözler önüne sermektedir. Kalede yapılan çalışmalarda, ana kayanın düzeltilerek üzerinde mekânların oluşturulduğu anlaşılmıştır.80 Kanlıgeçit tümülüsü -- Aşağı Pınar kazı yerinin 300 m kadar batısındaki Kırklareli il merkezinin hemen güneyinde Aşağı Pınar kazı yerinin 300 m kadar batısındaki Kanlıgeçit yerleşimi, ekibimiz tarafından 1994 yılından bu yana aralıklı olarak kazılmaktadır. Kanlıgeçit MÖ 3000 yıllarına, İlk Tunç Çağı’na tarihlenen bir yerleşim yeridir. MÖ 3. bin yıl Anadolu’da Troya gibi yerleşmelerden de bilinen kentleşme sürecini yansıtmaktadır. Bu dönemin başlarında Anadolu kentleri, görkemli surlarla çevrili anıtsal giriş kapıları olan ve içlerinde megaron türü yapıların bulunduğu sur ile çevrili bir iç kale ile onu çevreleyen yerleşimlerden oluşmaktadır. Bu yerleşimlerin boyutları, çağdaşı olan Mezopotamya kentleri ile karşılaştırılamayacak kadar küçük olmasına karşın, bu dönemde Anadolu madenciliğinin çok büyük bir gelişme gösterdiği de bilinmektedir. Buna karşılık, söz konusu dönemde Doğu Balkanlar’ın her yerinde olduğu gibi, da Step geleneğini yansıtan göçebe toplulukların bulunduğu bilinmektedir. Daha çok kurgan türü mezar tepeleri ve megalitik gelenekli anıtları ile tanınan bu kültüre ait bilinen yerleşim yerlerinin sayıca azlığı ve bu yerleşim yerlerini daha çok göçebe topluluklara hizmet veren, onlara malzeme sağlayan pazaryeri niteliğinde olduğunu düşündürmektedir. Söz konusu Balkan yerleşmelerinin hiçbirinde Batı Anadolu’dan bildiğimiz surla çevrili, megaron planlı yapıların olduğu bir yerleşim dokusuna rastlanmamıştır. Kanlıgeçit’te, Troya I dönemine tarihlenen en eski kültür katında, diğer Balkan yerleşmelerinde olduğu gibi dal örgü tekniğinde inşa edilmiş, basit yapılardan oluşan küçük bir yerleşim bulunmaktadır. Ancak İlk Tunç Çağı II–Troya II döneminde yerleşimin tümüyle farklı bir düzene geçtiği, yapay olarak doldurularak yükseltildiği, Anadolu’da örneklerine benzeyen taş bir surla çevrelendiği ve bu çevrili alan içine taş temelli megaronların yapıldığı anlaşılmaktadır. Yaklaşık olarak MÖ 2500 yıllarına rastlayan bu süreçten itibaren, Kanlıgeçit, tüm özellikleriyle Anadolu Kent Modelini yansıtmaktadır. Söz konusu kültür katı içinde, örnekleri Balkanlar’da hemen hemen hiç bilinmeyen, Anadolu ve hatta Suriye gelenekli ithal malzemenin oldukça çok olarak bulunması da Kanlıgeçit yerleşimini bir “Anadolu Koloni” yerleşmesi olarak tanımlamamıza neden olmuştur. Kanlıgeçit yerleşimindeki Anadolu kolonisinin MÖ 2050 yılına kadar gelişerek varlığını sürdürdüğü, ancak bu tarihte şiddetli bir yangın ile tahrip olarak ortadan kalktığı anlaşılmaktadır. Trakya’da MÖ 2. binde, Anadolu Orta ve Son Tunç Çağı’na tarihlenebilecek tarihlene bilecek hiç bir yerleşim yerine şimdiye kadar rastlanmamış olması bu binyıl boyunca Trakya’da göçebe step çobanlarının tam olarak hâkim olduğunu göstermektedir.81

Irmak, E. N. (2010). Enez (Ainos)’De Ele Geçen Orientalizan Seramikler. T.Ü..Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Ana Bilim Dalı Tez. 81 (Özdoğan & Özdoğan, Tarih Öncesi Dönemde Trakya, 2007) 80

29


Aşağı Pınar kazısı Kırklareli Höyüğünde sürdürülmekte olan arkeolojik çalışmalara 2016 yılında, Aşağı Pınar Mevkii’ndeki kazıların yanı sıra kültürel miras projesine de ağırlık verilerek devam edilmiştir. Aşağı Pınar MÖ 6200-4800 arasına, Son Neolitik-Orta Kalkolitik dönemlere tarihlenen kesintisiz bir süreci dokuz tabaka halinde yansıtan bir yerleşimdir. Aşağı Pınar 8-6. Tabakalar Balkanlar’da ilk yerleşik köy yaşantısının ortaya çıktığı, 5-2. tabakalar ise bu sürecin gelişim evresi içinde değerlendirilebilecek özellikler göstermektedir. Yerleşmede1993 yılından bu yana kesintisiz olarak devam eden araştırmalarla bu sürecin üst evreleri geniş bir alanda açılmış ve ayrıntılı olarak çalışılmış, Orta Kalkolitik Döneme tarihlenen tabakalar (5-2) yayınlanarak tamamlanmıştır. Çalışmaların ağrılığı son yıllarda, ilk yerleşim evresine verilmiş, 6. tabakaya odaklanan kazı ve araştırmaların ardından 7. tabaka dolguları üzerinde çalışılmaya başlanmıştır. 2016 yılı çalışmaları da bu kapsam içerisinde höyüğün kuzeydoğu kesiminde 57. tabakaları içerecek şekilde geçekleşmiştir.

Şekil 1---Aşağı Pınar tabakalanma

Buradaki ilk yerleşimin alanın kuzeydoğusunda 7. tabakanın en alt evresinde başladığını göstermiştir. Dal örgü ve dörtgen planlı, birbirine bitişik ya da yakın olarak inşa edilen yapılardan oluşan bu evrenin ardından 7. tabakanın daha üstteki iki evresi, o dönem yerleşimlerinin de sınırını oluşturan iki hendek ile belirlenmiş, ne yazık ki yerleşim alanı ve yapı kalıntılarıyla ilgili ayrıntılı bilgi edinilememiştir. Ancak hendeklerin doğrultuları, 7. tabakada yerleşimin sınırlarının güneybatı yönünde giderek büyüdüğünü göstermiştir. Bunu takip eden 6. tabakada ise 7. tabakanın son evresiyle aynı alanda ve olasılıkla benzer bir mimari dokuda gelişen bir yerleşim söz konusudur. Burada doğu-batı doğrultusunda birbirine bitişik mekânlardan oluşan bir yapı dizisi bulunmaktadır.82 82

Özdoğan, E., Özdoğan, M., Nergiz, Ş., & Aytek, Ö. (2017). Kırklareli Höyüğü 2016. 39. Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu Bilim Kurulu.

30


Fotoğraf: 5-Aşağı Pınar Açık Hava Müzesi planı

Fotoğraf: 6--Aşağı Pınar, eğitim ve deneysel arkeoloji alanı. (Çanlandırılma)

Diğer tümülüs kazıları Naip Tümülüsü Tekirdağ il merkezinin 15 km güneybatısındaki Naipköy'de yer almaktadır. Tümülüs’e en yakın antik yerleşim, Barbaros'a lokalize edilen Bisanthe'dir. Türkiye Trakya’sında binden fazla tümülüs saptanmıştır. Bölgedeki ilk sistemli tümülüs kazıları Arif Müfit Mansel tarafından başlatılmış olup Kırklareli, Vize ve Lüleburgaz’da yer alan tümülüsler bilim dünyasına tanıtılmıştır. Naip Tümülüs’ünde 1984-1985 yıllarında Tekirdağ Müzesi Müdürlüğü tarafından bir kurtarma kazısı yapılmıştır. Yaklaşık 18 m yüksekliğinde ve 84 m çapındaki tümülüsün altında bir mezar yapısı yer almaktadır. Mezar yapısını 6 m uzunluğunda bir dromos, basamaklarla inilen bir bölme ve kare planlı bir mezar odası oluşturmaktadır. Mezarın içerisinde bir kapı, kline, hemen önünde masa ve tabureler “in situ” halde bulunmuştur. Ayrıca gömü eşyaları olarak altın bir defne çelengi, çeşitli metal ve pişmiş toprak kap kacak, metal kepçe ve süzgeç, bronz bir tekne-kap, çeşitli aydınlatma araçları ile zırh, miğfer ve kalkan gibi askeri teçhizat ele geçmiştir. Tümülüsün ve içindeki mezar yapısının Trak ve Makedon özellikleri taşıdığı anlaşılmaktadır. MÖ 4. Yüzyıl sonlarına tarihlenen tümülüsün Odrys Hanedanı'na mensup Trak Kralı Kersebleptes'in oğlu Teres'e ait olduğu öne sürülmektedir.

31


Prof. Dr. Mansel’in Kırklareli Vize’de gerçekleştirdiği kazılarda sadece atların gömülü olduğu tümülüslerde ortaya çıkarılmıştır. Bunlardan birisi Vize ‘C’ tümülüsüdür.83 Fakat bilinmektedir ki Antik Yunan’da ve Roma’da yükseklik için değişik ayak birimleri de kullanılmıştır. Mezarlar yapılırken önce bir başlangıç açısı oluşturulur ve tüm boyutlar bu başlangıç açısına dayandırılarak yapılırdı. Trakya mezar mimarisi, planlarının çeşitliliğiyle, kullanılan materyal ve tekniklerle ve binalarının sanatsal değerleriyle oldukça etkileyicidirler. Trakya tümülüs oda mezarları genellikle giriş öncesi avlu, dromos, ön oda ve asıl mezar odasından oluşur.84 Dromos önündeki avluda genellikle cenaze töreni ritüellerinin yapıldığı görülmektedir. Çeşitli hayvan kurbanlarının, libasyonların85 ya da şölen kutlamalarının yapıldığı bölüm burasıdır. Mezar odalarının önemli bir bölümünde bulunan dromos, mezar sahibinin ekonomik durumu ve prestiji ile doğrudan ilgilidir. Yapının boylamsal kompozisyon ekseninde bulunan dromos, tören topluluğunu merkez odaya doğru yönlendirir. Eni dar olduğundan, binanın içindeki ritüelde yer alan insanların sayısı kısıtlıdır. Trakya’da ortaya çıkarılmış tümülüs yapılarının yarısında dromos yoktur. Doğu Trakya’daki bazı tümülüslerde asıl mezar odasının ekseninde olan ön oda ya da odalar, Yunan mezar odaları ile aynı amaca sahiptir. Diğer bir deyişle, genellikle mezar hediyelerinin konulduğu, cenaze törenlerinin yapıldığı mekândır. 86 Asıl mezar odası olan ise, binanın varlık nedenidir. Yapının en kutsal yeri olduğundan etrafı da kutsaldır ve çevrilidir. Cenaze ritüellerinin merkezini oluşturmaktadır ve mimari kompozisyon olarak diğer odalardan da üstün gelmektedir.87 Homeros, ‘İlyada’ da höyük yama ile ilgili tanıklığını anlatmadadır.

“...Dokuz gün odun taşıdılar yığın yığın. Ölümlülere parlayan şafak sökünce onuncu günü, Gözyaşı içinde götürdüler Hektor’un ölüsünü, Koydular yığınların tepesine, verdiler ateşe. Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e s. 90 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e s. 92 85 Libasyon, Antik Yunan dünyasında sıkça kullanılan sıvı sunulara verilen isim. Libasyonda genellikle hayvan veya insan kanı ile şarap kullanılır. Bu sıvılar kutsal mekânlardaki sunaklarda libasyon için ayrılmış bölümlerde ritonlar aracılığıyla yere dökülür ve tanrılara adaklar adanır, dilekler dilenir. 86 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e s. 93 87 Yıldırım, Ş. (2008);A.g.e s.92 83 84

32


Gül parmaklı şafak sabah erken parlayınca, Ünlü Hektor’un ölüsü çevresinde toplandı bütün halk. Hepsi geldi bir araya, topluluk kuruldu, Parıldayan şarapla söndürdüler odun yığınını, Söndürdüler ateş gücünün sardığı her şeyi, Sonra topladı kardeşleri, dostları ak kemikleri, Hepsinin yanaklarından iri yaşlar dökülüyordu. Kemikleri alıp koydular bir altın kutuya, Erguvan rengi yumuşak örtülerle sardılar kutuyu. Sarar sarmaz indirdiler derin bir çukura. Ekli kocaman taşlarla ördüler üstünü. Sonra bir mezar tümseği yapmaya başladılar, Gözcüler diktiler çepeçevre dört bir yana. Mezar bitmeden Akalar saldırmasın diye, Bir mezar tümseği olunca toprak kabara, kabara, Gerisin geri döndü hepsi kente. Toplanıp bir güzel kutladılar çok ünlü şöleni, Zeus Oğlu Kral Priamos'un sarayında, İşte böyle yapıldı atları iyi süren Hektor'un cenaze töreni.”88 Doğu Trakya’daki tümülüslerde günümüze kadar içinde sadece lahit bulunan üç adet tümülüs bulunmuştur. Bunlardan Harekattepe Geç Klasik Döneme, Keramettin Tümülüsü ve Düğüncülü Höyüktepe ise Hellenistik döneme tarihlendirilmiştir.89 Trakya tümülüslerinde günümüze kadar ortaya çıkarılan mezarların inşasında başlangıçta Attika ayak biriminin kullanıldığı, sonraları ise Roma ayak biriminin kullanıldığı kabul edilmektedir. Fakat bilinmektedir ki Antik Yunan’da ve Roma’da yükseklik için değişik ayak birimleri de kullanılmıştır. Mezarlar yapılırken önce bir başlangıç açısı oluşturulur ve tüm boyutlar bu başlangıç açısına dayandırılarak yapılırdı. Trakya mezar mimarisi, planlarının çeşitliliğiyle, kullanılan materyal ve tekniklerle ve binalarının sanatsal değerleriyle oldukça etkileyicidirler. Trakya’da M.Ö. IV. yüzyıl boyunca, taş odalı mezarlar Trak topluluklarının üst düzey üyeleri arasında en çok tutulan form olmuştur. En eski ve en popüler tasarım; dromos, ön oda ve asıl mezar odası şeklindedir. At gömüleri dahil olmak üzere ritüel amaçlara adapte edilen dromos önündeki avlu karakteristik bir özellik olmuştur. Trakya tümülüs oda mezarları genellikle giriş öncesi avlu, dromos, ön oda ve asıl mezar odasından oluşur. Dromos önündeki avluda genellikle cenaze töreni ritüellerinin yapıldığı görülmektedir. Çeşitli hayvan kurbanlarının, libasyonların ya da şölen kutlamalarının yapıldığı bölüm burasıdır.90 Mezar odalarının önemli bir bölümünde bulunan dromos, mezar sahibinin ekonomik durumu ve prestiji ile doğrudan ilgilidir. Yapının boylamsal kompozisyon ekseninde bulunan dromos, tören topluluğunu merkez odaya doğru yönlendirir. Eni dar olduğundan, binanın içindeki ritüelde yer alan insanların sayısı kısıtlıdır. Trakya’da ortaya çıkarılmış tümülüs yapılarının yarısında dromos yoktur. Doğu Trakya’daki bazı tümülüslerde asıl mezar odasının ekseninde olan ön oda ya da odalar, Yunan mezar odaları ile aynı amaca sahiptir. Diğer bir deyişle, genellikle mezar hediyelerinin konulduğu, cenaze törenlerinin yapıldığı mekândır. Asıl mezar odası olan ise, binanın varlık nedenidir. Yapının en kutsal yeri olduğundan etrafı da kutsaldır ve çevrilidir. Cenaze ritüellerinin merkezini oluşturmaktadır ve mimari kompozisyon olarak diğer odalardan da üstün gelmektedir.91

Homeros. ( Ekim 2008). İlyada (24. Basım B.). (A. K. Azra Erhat, Çev.) İstanbul: Can Sanat Yayınları. s. 538) Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e s. 211 90 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e s. 92 91 Yıldırım, Ş. (2008). A.g.e; s. 93 88 89

33


ANTİK DÖNEMDE TRAKYA Bir kavim92 ismi olan “Trak” kelimesinin eski kelime olduğu ve “Trakya” memleket isminin ise, bu kavim isminden aldığı kabul etmeliyiz. Bundan dolayı “Trakya” (Yunanlılarda Thrake, Romalılada Thracia) Traklar ile yerleşik alan demektir.93 Trak kabilelerinin adları Grekçe veya Latince olarak zamanımıza kadar gelmiştir. Bu adlar bazen büyük kabilelerin bölündüğü küçük oymakları ifade ederken, bazen de Grekler tarafından kabileleri veya kabile gruplarını birbirinden ayırt etmek için çeşitli şekillerde, Örneğin “Dağlı Traklar”, “Kralsız Traklar”, “Kılıç Taşıyan Traklar” gibi adlandırılmışlardır. Ya da oturmuş oldukları yerlere göre isimlendirilmişlerdir. Türkiye Trakya’sında oturan başlıca Trak kabileleri şunlardır: Istranca Dağları’nda oturan Astai ya da Astlar; Enez’in doğusunda oturan Apsinthiler; Edirne civarında oturan Bettegerriler; Marmara sahilinde oturan Kainoiler; Enez’in güneyinden Gelibolu Yarımadası’na kadar olan sahada oturan Kalopothaklar; Ergene Vadisi’nde oturan Ladepsoylar; Trakya’da en ünlü kabile olarak bilinen, başlangıçta Tunca Vadisi’nde ve buradan sahile kadar olan bölgede oturan Odrysler.94 Trakya, doğuda Pontos Euksinos (Karadeniz), Bosporos Thrakios (İstanbul Boğazı) ve Propontis (Marmara Denizi), kuzeyde ve batıda Istros (Tuna) ve Aksios (Vardar) ırmakları, güneyde de (?) Ege Denizi ve Hellespontos (Çanakkale Boğazı) ile sınırlıdır. Bölgenin güney ucunda, doğu ve kuzey doğudan Hellespontos ve Propontis, batıda Melas (Saros) Körfezi ile kuşatılmış olan Khersonessos (Gelibolu Yarımadası) yer almaktaydı.95 Balkanlar ile Rhodoplar arasında kalan ve Trakya’nın en verimli kısmı olan Doğu Trakya havzası, Hebros (Meriç) tarafından sulanır. Meriç’in kollarından biri olan Tonzos (Tunca) Edirne civarında, dönüş noktasında ana nehre kavuşur. Daha aşağıda Meriç’e karışan Erginos (Ergene) Nehri ve Rhodoplar’dan Hebros’a karışan Ardeskos (Arda) Nehri, Meriç’in önemli kollarıdır. Trakya’nın bugün ancak üçte biri Türkiye topraklarındadır; diğer kısımlar ise Bulgaristan ve Yunanistan’dadır ve buraya Batı Trakya denilmektedir.96 Traklar’ın yerleşim yerleri çeşitlilik göstermektedir. Bazen etrafı hendekle ve çitlerle çevrili köyler, bazen Göllerde, Kazıklar üzerinde, inşa ettikleri evlerde oturmuştur. Bir Trak yeri tasvirini İmparator Traya’nın97 Roma’daki sütunu üzerinde görmek mümkündür. Kulübeler çitten yuvarlak olarak yapılmış, üzerleri konik bir çatı ile örtülüdür. Bu evler çit ve çamurdan, bunların damları ise samandan yapılmadır. Evin yanında çoğunlukla hayvan ahırları ve civarı çit ile çevrilmiş bahçeleri bulunurdu. Bazı yerleşimler etrafında taş ve çamurdan yapılmış surlarda vardı.98 TRAK KABİLELERİ: Bir taraftan Küçük Asya’dan ve diğer taraftan Güney Rusya ve Besarabya’dan (Moldova) Trakya dediğimiz sahaya kökleri orta Asya’ya dayanan göçler yaşanmış. Buralara yerleşmişler ve Trak ismini almışlardır. Bu göçebe kavimler Trakya’ya yerleştikten sonra göçebe hayatını terk ederek, büyük nehirlerin suladıkları geniş ve verimli vadilerde yerleşmişler ve hayvancılık ve ziyarete uğraşmışlar. Her Orta Asyalı kavimler gibi Trakyalı bu kavimlerde harp yeteneklerini ve cesaretlerini kaybetmemişlerdir. Özelikle dağlık arazide oturanlar ve sert iklime karşı daimi suretle mücadele içinde olmuşlardır. Bu zorlu sebeplerden Traklar paralı asker olarak Helenistlik Devletleri ve Roma ordularında askerlik yapmışlardır. Bu olaya ait çok sayıda mezar taşı bulunmuştur. Bizans Devrinde ise İmparator Justinian Trakların kuvvet ve cesaretini övmüş ve beğendiğini belirmiştir.99

Ortak bir atadan türediklerine inanan, birbirleriyle kan akrabalığı bulunduğuna inanarak evlenmeyen ataerkil, geleneksel topluluğa boy denir. Boy boyladı, soy soyladı 93 Mansel, A. M. (1938). A.g.e; s. 3 94 Sarıkaya, B; (2009); Epigrafik Buluntular Işığında Trakya’da Kültler. (D. Y. Şahin, Dü.) Trakya Üniversitesisosyal Bilimler Enstitüsü. s. 8 95 Sarıkaya, B;2009, A.g.e; s. 5 96 Sarıkaya, B;2009, A.g.e ; s. 6 97 İmparator Traianus İS 101–106 yılları arasında birbirini izleyen savaşlarda on binlerce Roma taburu topladı, antik dünyanın gördüğü en uzun köprülerden ikisi üzerinden Tuna Nehri’ni geçti, güçlü bir imparatorluğu kendi dağlık topraklarında iki kez yendi ve sonra da sistematik bir şekilde Avrupa’dan sildi. 98 Mansel, A. M. (1938). Tarakyada Kültür Ve Tarih. Ankara: Resimli Ay Matbaası T. L. Şirketi s. 4) 99 (Mansel A. M., 1938, s. 10) A.g.e 92

34


Trakların derilerinin rengi açık, tenleri ise yağlı idi. Trak erkekleri de kadınları gibi uzun saçlıydılar. Bunlar genellikle saçlarını arkaya doğru örerek tararlardı. Saç renkleri kumral ve bazen sarımtırak idi. Fakat siyah saç makbul olduğundan mavimtırak çelik rengine boyarlardı. Dövme önemliyi. Özellikle kadınlar dövme nakış yaptırmaya önem verirlerdi. Bu resimler iğne vasıtası ile işlenirdi. Bu gün dahi Tunguz kadınlarında aynı adet vardır.100 Herodotos (V, 3) ise Traklar’ı şu sözlerle tanımlamaktadır: “Yeryüzünde Hintlilerden sonra en kalabalık olanlar Thrakialılardır; tek bir kişinin komutasında ya da tek iradeyle hareket etseler hiç yenilmez ve bence ulusların en güçlüsü ve en kalabalığı olurlardı. Ama onlar için olanaksızlık buradaydı ve bu birlik hiç bir zaman kurulamadı; bunların en zayıf yerleri burasıdır. Oturdukları yerlere göre birçok adlar alırlar ama tüm bu ulusların görenekleri her noktada hemen hemen aynıdır. (Herodotos, 2006, s. 382) Pausanias (I 9,5) ise Traklar’dan “Traklar toplu olarak öteki uluslarla karşılaştırılacak olursa, bunların Keltlerden101 sonra gelen en büyük ulus oldukları anlaşılır. İşte bu nedenle Romalılardan önce hiç bir ulus Thraklar’ı boyunduruğu altına alamamıştır şeklinde sözeder. Plinius’un (N.H. IV 40) “Avrupa’nın en güçlü halklarından biri” olarak nitelediği Traklar, “MÖ VI. yüzyılın sonlarında Odrys boyunun önderliğinde birleşik bir krallık kurmaya çalıştılar” Plinius’a göre bu krallığı bir arada tutan tek bağ Odrys boyunun askeri üstünlüğü olmuştur. Tarihte Traklar olarak bilinen halkın bölgeye göç yoluyla gelmelerinden önce, ülkenin yerli bir halk tarafından yerleşim yeri olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Günümüze kadar ulaşan belgelere göre Traklar geç Antik Döneme kadar Kuzey Avrupa ırk tipinin oldukça kuvvetli bir temsilcisidir. Doğu Trakya’nın içlerinde yaşamış olan Thynler ile Kâiniler Ergene Nehri ve çevresine dağılmışken, Nipsalar ve onlarla akraba olduğu anlaşılan Trenipsalar Karadeniz kıyısı üzerinde yerleşmişti Anadolu’daki uzantıları Bithynler, Astlar, Apsintler, Dolengler, Kâiniler, Nipsalar, Trenipsalar ve belirli bölgeler itibariyle Odrisler en güçlü topluluklar teşhis edilmektedir. Bunlar arasında adı geçmeyen başka kabilelerinde bölgede yaşamış olduğu bilinmektedir.102 (Odrys Devleti Kral Teres )Teres Trakya deltasına doğru yönlenmiştir – Salmydessos (Türkiye’nin Avrupa kısmında Karadeniz bugünkü Kıyıköy) ve Bizans arasındaki topraklar dâhil olan alandır. Thynoi’lerin topraklarına giriş ise, gece mücadele eden usta savaşçılar olarak bilinen savaşçı traklar ile gerçekleşmiş ve savaş büyük kayıplar ile sonuçlanmıştır. Çok sayıda askeriyesine rağmen, askerlerinden çoğu savaş sırasında öldürülmüş ve geri kalanların hepsi yakalanarak esir altına alınmışlardır. Muhtemelen, sadece I. Teres’in Thynoi’lerin103 üzerinde güçkonmasında yaşanan zorluklar değil, Istranca sakinleri tarafından gösterilen sürekli düşmanlık daha sonra II. Seuthes’in geceleri güvenliği için özel önlemler almasının nedenidir. Xenophon’un anlattıklarına göre kampına yaklaşırken etrafında kimsenin bulunmadığı ateşler vardır. Bu şekilde, gece karanlıkta çalışan gardiyanlar kimin geldiğini görmektedirler, ama onlar görünmez kalırlar. Kral’ın ikamet ettiği kule, çevresinde daire şeklinde bulunan tarafından korunmaktadır. Gündüzleri onlar serbest şekilde otlamaktadırlar, geceleri ise biniciliğe hazırlanarak güvenliği sağlamaktadırlar. Trakya deltasını ele geçirmeden önce Agrianes Nehrinin (Türkiye’nin Avrupa kısmındaki bugünkü Ergene nehrinin) akımında bulunan toprakları ele geçirmiştir. M.Ö. 465/464 y.y. Atinalıların Persleri Doriskos’tan Hebros (bugünkü Maritza/Meriç) nehrinin ağızına kadar geri püskürtmelerinin ardından, alt akım kısmında bulunan alanlar onun hakimiyeti altında kalırdı. M.Ö. V yüzyılın ortalarında ve sonrasında Teres’in oğulları Sparadokos (464 ± -. M.Ö. 444 ±) ve Sitalkes (± 444-424 MÖ.)’e gönderilmiş mesajları bulunmuştur.

100

(Mansel A. M., 1938, s. 10) A.g.e Anavatanları olan Orta Avrupa'dan göç ederek özellikle Büyük Britanya Adaları'na, İspanya'ya ve Galya'ya yerleştiler. ... MS 1. yüzyılda Romalılar tarafından kısmen yıkılan Kelt uygarlığı, gene de, Orta Çağ'a kadar yaşayageldi 102 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 103 Doğu Trakya içlerinde yaşayan Thynoi’lerin olduğunu anlayabilirmiyiz? 101

35


O zamanlarda Odrys Krallığı Ege Denizi’nde Mesta Ağzından Karadeniz’de Tuna ağzına kadar temel bir çizgi ile bir üçgen halindedir. Odrys Kraliyet hanedanının gücünü kanıtlayan delil Odrys hazinesidir, en büyüğü 1000 talents’dir, yani 260 000 kg. metal ürünleri ve maden paraları.104 TRAKLARIN GELENEK, GÖRENEK VE YAŞAM TARZLARI: Genelde yabancılara ve yabancı âdetlere kapalı olan Trak halklarının doğayı “ulu” gördükleri; kimi mağaraları, kayaları, su pınarlarını kutsal saydıkları bilinmektedir. Ata âdetlerine sadık kalmaya, erdemli kişileri ölümsüz (hatta tanrı) saymaya, dostluğa, kan kardeşliğine çok önem verirlerdi.2 Şaraba düşkündüler. Olasıdır ki sonraki dönemlerde, sağlık nedeniyle bedenlerine dövme yaptıran ilk halklardan olmuşlardı. Kadınları da avcı ve savaşçı olan Traklar, düşmana karşı birlik olur, fakat zaman zaman birbirleriyle de çatışırlardı. Savaş dışında adam öldürmek affedilmez bir suçtu. Acımasız oldukları kadar, kendilerine özgü bir adalet anlayışları da vardı. Mitolojide Traklarla ilgili verilerin çoğu, Yunanların onları algılamalarına dayalıdır. Traklar’ın genel karakteri, oldukça kültürlü ancak henüz doğaya fazlaca bağlı, genel olarak kaba ve vahşi bir halk tipini temsil etmesidir. Barbar olarak nitelendirilen halk, cesareti ve savaşçılığıyla ünlüdür. Bundan dolayıdır ki Atinalılar ve Romalılar ordularında Traklara ücretli asker olarak geniş bir yer vermişlerdir. Bu halkın Haimimontos (Balkanlar) ve Rhodope (Rodop) Dağları’nda yaşayan kesimi savaşçı ve ilkeldi. Bunların yanında bir de Ege ve Marmara kıyılarında kurulan Hellen kentleriyle ilişki kurabilen, ovada yaşayan sakin ve barışsever bir kesim vardı.105 Herodotos’a göre (V,6) çocuklarını köle olarak yabancılara satan ve yabancı ordularda ücretli asker olarak görevlendirilen bu halk için dövme yaptırmak, savaş ve soygunculuk dışında hiçbir iş görmemek kibarlık ve soyluluk belirtisi olarak algılanmakta; buna karşılık toprakta çalışmak ise çok aşağılanan bir iş olarak görülmektedir.106 Trak asilzadeleri ziraat ve zenaat ile uğraşmazlar, bu işleri yanındaki adamlara yaptırır aldıkları vergilerle geçinirlerdi. Trak asilzadeleri atlarına bakmak, spor yarışları düzenlemek, ava ve gerektiğinde harbe gitmek suretiyle zaman geçirirlerdi. İçki sahneleri dahi asilzadelerin hayatında önemli bir yer alırdı. Özellikle çarpışmaya gitmeden önce dini bir takım gerekçelerle bu iş için toplantılar düzenlerlerdi. Ksenofon, Kral Sevtesin düzenlediği içki sahnesini şöyle anlatmaktadır: “Davetler bir daire teşkil etmek üzere oturdular. Herkesin önüne üçayaklı birer masa getirildi. Masaların üzerinde et dilimleri ve ekşimiş ekmek parçaları vardı. Sevtes önünde duran ekmek ve etleri aldı. Bunları parçaladı ve parçaları yanında duran davetlilere verdi. Diğerleri de aynı tarzda hareket ettiler. Bir müddet sonra şarap, boynuzların içine konmuş olarak dağıtıldı ve herkes konuşmaya başladı. Sevtes ayağı kalktı, Ksenofon ve arkadaşlarını kucakladı. Her iki kralda Trak görenekleri gereğince bir diğerinin şerefine içtiler. Bu sırada içeri bir kır atlı dizgininden tutan bir Trak girdi ve şarapla dolu bir boynuz kaparak, şerefine içiyor ve bu seri hayvanı sana hediye ediyorum Sevtes, dedi. Bir diğeri bir çocuk getirdi ve kralı şerefine içtikten sonra çocuğu hediye etti. Bir üçüncüsü kralın karısı için elbise getirdi ve boynuzun dibinde kalan şarabı İksenofonla birlikte boynuzu sonuna kadar içti ve boynuzun dibinde kalan şarabı İksenofonun arkadaşının üzerine döktü”107 Bu içki sahnesi sonunda kekin kılıçlarla birtakım oyunlar oynanırdı. Pek tehlikeli olan bu büyük bir ustalık gerektiren bu oyunlarda çok kez kazada olurdu. Traklar öteden beri bu tip oyunlara alışık ve antrenmanlı olduklarından Romalılar zamanında, at meydanı oyunlarında, büyük başarılar elde etmişler ve bu yüzden büyük bir şöhrete sahip olmuşlardır. İçki sahnelerinde musiki eksik olmazdı. Esasen Traklar müzikten hoşlanırlardı.108 (Sarıkaya, 2009) Epigrafik Buluntular Işığında Trakya’da Kültler Sarıkaya, B; 2009, A.g.e.; s. 8 106 Herodotos. (2006). Herodot Tarihi. ( M. Ökmen), Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,. s. 383 107 . Ksenophon. (Eylül 1974). Anabasıs ''Onbinlerin Dönüşü". İstanbul: Hürrüyet Yayınları 108 (Mansel A. M., 1938, s. 12) A.g.e 104 105

36


Ksenophon, Anabasis Onbinlerin Dönüşü adlı kitabında bir şöleni şöyle anlatmaktadır. “Şarap dolu kupalar çember boyunca dolaştırılıyor, konuklar da içiyorlardı. İçki sunucu, elinde boynuzla Arystas'a yaklaşınca, Ksenophon'un artık birşey yemediğini gören Arystas, “Boynuzu ona götür, onun içecek vakti var benim henüz yok”, dedi. Arystas'ın sesini işiten Seuthes, içki sunucuya, ne dediğini sordu. Yunanca bilen adam Arystas'ın sözlerini tekrarlayınca herkes kahkahayı bastı. Şölen ilerlerken bir Thrak, beyaz bir at çekerek içeri girdi: Dolu bir boynuz alıp, “Seuthes, sağlığına içiyor ve sana bu atı armağan ediyorum, onunla dilediğini kovalayıp yakalayabilir, düşmandan çekinmeden geri çekilebilirsin”, dedi. Bir başkası genç kölesini getirip sağlığına içerek Seuthes'e sundu. Bir başkası ona karısı için giyecekler verdi. Timasion da Seuthes'in sağlığına içip gümüş bir kupa ile on mina değerinde bir halı armağan etti. Atinalı Gnesippos kalkıp mümkün olduğu zaman krala armağanlada saygı gösterme geleneğini (kralın da hiçbir şeyi olmayanlara vermesi koşuluyla) çok beğendiğini söyledi. “Böylece, ben de sana armağanlar verip saygı gösterebileceğim” dedi. Ksenophon ne yapacağını düşünmekteydi; çünkü onu, onur vermek için Seuthes'e en yakın yere oturtmuşlardı. Heraklides, içki sunucuya, kupayı Ksenophon'a sunmasını söyledi. Zaten biraz içmiş olan Ksenophion yiğitçe kalkıp boynuzu alarak şunları söyledi:” Seuthes! Ben de sana kendimi ve burda gördüğün arkadaşlarımı sadık dostlar olarak sunuyorum; aralarında sana istemeden hizmet eden kimse yok; tersine tümü iyiliklerine layık olmayı benden çok arzuluyor. Şimdi yanında görüyorsun onları; senden hiçbir lütuf istemiyorlar; senin için yorgunluklara ve tehlikelere atılmağa hazır bir halde ellerine bırakıyorlar kendilerini. Onlarla, tanrılar isterse geniş bir ülkeye egemen olacaksın; pek çok at, pek çok erkek ve güzel kadın elde edeceksin. Bu iş için talan yapman gerekmeyecek artık; seve seve gelip armağan edecekler sana”. Dedi. Seuthes kalkıp Ksenophon'la aynı anda bir boynuz şarabı kafasına dikti ve ikisi de son damlaları yere saçtılar. Bundan sonra içeri, işaretleşmeye yarayan boruların eşi boynuzlar ve tempo tutmada kullandıkları ve magadis109 gibi çaldıkları öküz derisinden yapılmış borular taşıyan adamlar girdi. Seuthes de kalkıp savaş çığlığını atarak bir oktan kaçınıyor muşcasına büyük bir çeviklikle sıçradı. Soytarılar da içeri alındı. Güneş batmak üzereydi. Yunanlılar kalkıp gece nöbetçileri yerleştirmek ve parolayı bildirmek vaktinin geldiğini söylediler. Seuthes'e gece ordugâha hiçbir Thrak girmemesi buyruğunu vermesini rica ettiler; ”Çünkü dostumuz olan sizler gibi düşmanlarımız da Thrak”, dediler. Onlar çıkarken Seuthes de ayağa kalktı; hiç de sarhoş görünmüyordu. Dışarı çıkınca komutanları kenara çekti, “Dostlarım! Düşmanlarımızın henüz ittifakımızdan haberleri yok. Bu yüzden, bizim tarafımızdan bir baskına karşı tedbir almalarından ya da kendilerini savunmağa hazırlanmalarından önce üstlerine saldırırsak pek çok ganimet ve tutsak almak için daha iyi fırsat bulamayız” dedi. Komutanlar onaylayıp yol göstermesini istediler. “Hazırlanıp beni bekleyin”, dedi. “Vakti gelince yanınıza gelir, yanıma hafif piyadeleri ve sizi alır, tanrıların yardımıyla sizi götürürüm”, dedi. Ksenophon, “Gece yürümemiz gerektiğine göre Yunanlıların kuralının sizinkilerden iyi olup olmadığını düşün. Biz, gündüz yürüyüşleri sırasında başa araziye en uygun birlikleri, ağır' ve hafif piyadeleri, ya da süvarileri geçiririz; ama gece yürüyüşlerinde kuralımız en ağır birlikleri öne geçirmektir. Böylece çeşitli birlikler birbirinden uzak düşmez, adamlar da farkına varmadan birbirlerinden ayrılma tehlikesiyle daha az karşı laşır. Ayrı düşerlerse, çoğunlukla karşılaşıp birbirlerini tamamladık larından zarar verirler”, dedi. Seuthes, “Haklısınız, sizin kuralımızı benimseyeceğim,” diye cevap verdi. “Size kılavuz olarak bölgeyi en iyi tanıyan en yaşlı adamları vereceğim. Ben de arkadan atlarımla geleceğim; gerekirse bir anda en öne geçerim”. Akrabalık dolayısıyla, “Athenaia” kelimesi parola kabul edildi. Bu konuşmadan sonra dinlenmeğe gittiler. Gece yarısına doğru Seuthes baştan aşağı zırhlara bürünmüş süvarileri ve zırhsız hafif piyadeleriyle geldi. Kılavuzları verince, ağır piyadeler başa geçtiler; hafif piyadeler onları izledi, süvariler de artçı olarak yer aldı. Gün ışırken 109

Magadis: Harp'a benzeyen bir çalgı.

37


Seuthes, birliklerin önüne gidip Yunanlıların kuralını övdü: “Gece yürüyüşlerinde birçok kez ordum çok küçük olduğu halde, süvarileriyle piyadelerim birbirlerinden ayrı düştüler; bugünse tersine gün ışırken gerektiği gibi birlikteyiz. Şimdi beni burada bekleyip dinlenin; bir keşif yapıp döneceğim.” Bu sözlerden sonra atını dağdaki bir yola sürdü. Çok karlı bir yere varınca ileri ya da geri giden ayak izleri olup olmadığını: inceledi. Yoldan kimsenin geçmemiş olduğunu anlayınca dörtnala dönüp şunları söyledi: “Dostlar! Tanrının izniyle her şey yolunda gidecek; düşmanı ansızın bastırabileceğiz. Ben, birini görürsek kaçıp düşmanları uyarısına engel olmak için süvarilerle öne geçeceğim; siz bizi izler, geride kalırsanız nal izlerimizden yolunuzu bulursunuz. Dağları aştığımız zaman pek çok zengin köyle karşılaşacağız”. Günün ortasına doğru tepelere varmıştı bile. Köyleri görünce dörtnala ağır piyadelere doğru gelip, “Ovayı tarayıp hafif piyadeleri köylere doğru yöneltmek için süvarilerimi ileri süreceğim. Direnen olursa bizi desteklemek için elden geldiğince hızla bizi izleyin”, dedi. Ksenophon bu sözleri işitince atından indi. Seuthes, “Hızla gitmek gerektiği anda neden yere iniyorsun?” diye sordu. “Çünkü yalnız bana ihtiyacın olmadığını biliyorum; ağır piyadeler beni başlarında yaya görürlerse daha hızlı ve daha cesaretle koşarlar”, dedi Ksenophon. Bunun üzerine Seuthes, Timasion ile komutasındaki kırk Yunan süvarisini alarak uzaklaştı. Ksenophon otuz yaş çevresindeki askerlere bölüklerinden ayrılmalarını buyurdu; çünkü çevik adamlara ihtiyacı vardı. Başlarına geçip koşarak yola koyuldu. Geri kalanları, Kleanor yönetiyordu. Köylere ulaştıkları zaman Seuthes, otuz kadar süvariyle gelip, “Doğru kestirmişsin Ksenophon, adamları yakaladık ama süvarilerim piyadelerden uzaklaştılar; beni her yöne kaçanları kovalamak için burada bıraktılar; düşmanın bir yerde toplanıp onlara zarar vermesinden korkmaktayım. Ayrıca içimizden bir kısmının köylerde kalması gerek; çünkü köyler insan dolu”, dedi. Ksenophon, “Ben adamlarımla tepeleri tutayım. Kleanor'a, birlikleri ovada köyler boyunca yaymasını söyle” diye cevap verdi. Bu manevra tamamlanınca bin kadar tutsak, iki bin sığır, on binden çok davar ele geçirdiler. Sonra açık ordugâh kurdular”.110 Homer zamanında “lira” adıyla bir çeşit “ud” çalgı popülerdi. Ünlü şarkıcı Orfev’nin111 vatanı olarak Trakya’nın gösterilmesi Trakların müziğe vermiş olduğu önemi göstermesi bakımından kıymetlidir. Genç kızlar serbest bir hayat geçirirler ve erkeklerle görüşebilirler, Fakat evlendikten sonra eve kapanırlar, yalnız ev işleriyle meşgul olurlardı. Genç bir erkek bir kıza talip olduğunda her iki tarafın ailesi toplanır, evlenme örfleri, erkek tarafından kız ailesine verilecek ve mülk kararlaştırılır ve bu suretle kız erkek tarafından satın alır ve kocasının malı olurdu. Kral Sevtes, ksenophona şöyle teklifte bulunmuştu. “Eğer bir kızın varsa onu Trak adetlerine uygun olarak satın alır ve kendisine ikametgâh olarak Bisante112 şehrini tahsis ederim.” Birçok ailede erkeklerin tek karısı vardı. Fakat zenginlerde çok kadın almak adetti. Hatta bazı zengin erkeklerin 30 karılı olduklarını öğreniyoruz. Bu kadınlar günlük ev işlerinden başka, aynı zamanda efendisi olan erkeğe bakmak ve erkeğin sağlığı ile özenli ilgilenmek zorundaydı. Aksi takdirde kadın tarafı erkeğin vermiş olduğu paranın bir kısmını iade etmek zorunda kalırdı. Erkek öldüğünde diğer mal mülk sahibi gibi varisin malı olurdu.113 Traklar için ölümsüzlük inancı çok güçlüdür. Yaşamın temelidir. Yaşamın özü ölümsüzlük üzerine kurulmuştur. Ama bu ölümsüzlük Eski Mısırda olduğu gibi ayni bedene geri dönüşle değil, ruh göçü süreçlerinin ardından ulaşılan metafizik bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle de bir tür maske olan bedenin Eski Mısırdaki gibi özenle korunmasına da gerek yoktur. Bilakis bu acılar ve sınavlar dünyasındaki bitirilen aşamasından kurtulmak için ölüm önemli bir kurtuluş yolu ve yeni ruhsal deneyimlere açılan bir kapıdır. Bu inancın sonucu olarak eski maddi bedenin yani geçici olarak kullanılan maskenin ortadan kaldırılması, bizzat ruhun yeni deneyimler kazanması için özgür kalmasına imkân tanımaktadır. Yakma geleneği bu nedenle birçok Demir Çağı toplumu gibi önemli bir tercih sebebi olarak maddi dünyanın kirlenmişliğinden ruhun arınması içi temel bir arındırıcı nitelik taşımaktadır.114 Ksenophon. (Eylül 1974). Anabasıs ''Onbinlerin Dönüşü". İstanbul: Hürrüyet Yayınları s. 236 Homer zamanında “lira” adıyla bir çeşit “ud” çalgı popülerdi.111 Ünlü şarkıcı Orfevsin vatanı olarak Trakya’nın gösterilmesi Trakların müziğe vermiş olduğu nemi göstermesi bakımından kıymetlidir. 112 Tekirdağ/ Barbaros, Odris baş şehir veya başkent olabilir 113 Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 12 114 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 110 111

38


Ksenophon,‘Anabasis Onbinlerin Dönüşü’ adlı kitabında: “Saçılar yapılıp zafer türküleri söylendikten sonra, önce Thrak'lar kalkıp silahlı olarak flüt sesiyle dans ettiler; hafifçe sıçrıyor, hançerlerle dövüşür gibi yapıyorlardı. Sonunda dans edenlerden biri eşine vurdu ve herkes onu yaraladığını sandı; çünkü adam büyük bir ustalıkla, yaralanmış taklidi yaparak kendini yere atmıştı. Paphlagonia'lılar haykırıştılar. O zaman kazanan dansçı yenilenin silahlarını alıp Sitalkas'ı söyleyerek dans alandan çıktı. Başka Thrak'lılar aslında hiç bir şeyi olmayan sözde ölüyü taşıyarak götürdüler.” demektedir115

Harita 5- Ksenophon,

‘Anabasis Onbinlerin Dönüşü’Ordunuhnn İzlediği yol

Ayrıca örnek olarak bir Helen pagan geleneği ile fal baktığını şöyle anlatmaktadır; “Ksenophon, kendisi için yanında kalan askerlerle yola devam etmenin mi yoksa onlardan ayrılmanın mı daha iyi olacağını sormak için Yolgösterici Herakles'e116 kurban kestirdiği zaman, Tanrı kurbanların bağırsaklarıyla ona askerlerle kalmasını bildirdi.” Demektedir.117 Herodot'un Trakyalıların geleneklerine dair sözleri şöyledir. “Çocuklarını yabancı köleliğe satıyorlar. Evli olmayan kadınlar, erkeklerle ilişkilerinde mükemmel özgürlüğe sahiptir; ama evlilikten sonra kesinlikle korunuyorlar. Erkekler, eşleri için ikincisinin ebeveynlerine büyük miktarda para öderler. Dövülmek asil doğumun vazgeçilmez bir işareti olarak kabul edilir”. (Cf. Strab. Vii. S.315.) “Asılsızlık en onurludur; toprağın uygulayıcısı, erkeklerin en kötü manası olarak kabul edilir; Savaşta yaşamak ve yağmalamak çok asildir. İbadet ettikleri tek tanrılar Ares, Dionysos ve Artemis'tir. Ancak kralları bu açıdan konularından farklıdır; Zira özellikle Hermes'e ibadet ediyorlar ve tek başlarına, soyundan geldiklerini söylüyorlar. Zengin bir adam öldüğünde, cesedi üç gündür devlette kalır: Ardından arkadaşları, ayrılanları şaşırttıktan sonra, her türden kurbanları katlettikleri büyük bir şölen yaparlar: vücut daha sonra yakılmış olan, daha sonra gömülür. Mezarın üstünde, üzerinde atletik oyunların kutlandığı bir höyük bulunmaktadır.” (5.6-8; cf. Xen. Hell. 3.2. 5). Herakotlar, “tüm Trakyalılar için ortak olan bu adetlerin yanı sıra, bazılarının kabilelere özgü olduğunu” söyler; Örneğin, Crestonianların kuzeyindeki insanlar arasında 115

KSENOPHON, 1974, A.g.e; s. 186 Yunan mitolojisinde Herakles Roma Mitolojisi'nde Herkül, Zeus ile Miken kralının kızı Alkmene'nin oğludur. Kadına aşık olan Zeus ona kocası kılığında yaklaşmıştır. Herakles'in Zeus'un çocuğu olduğunu anlayan Hera onunla sürekli uğraşmış ve ölümüne neden olmuştur. Herakles doğduğu günden itibaren tanrısal bir kuvvete sahiptir. 117 KSENOPHON, 1974, A.g.e; s. 186 116

39


hâkim olan şey. “Onların arasında her erkeğin çok eşi var. Herhangi bir erkek öldüğünde, eşleri tarafından en çok hangi kişinin sevildiği sorusu üzerine dulları arasında büyük bir yarışma ortaya çıkar ve bunun içinde onların ilişkileri çok aktif bir rol oynamaktadır. Neye karar verildiğine karar veren, hem erkek hem de kadınların tebriklerini alır ve daha sonra kocasına öldürülür. Onun en yakın erkek ilişkisi tarafından mezar. Diğer dullar kendilerini son derece talihsiz görüyorlar, çünkü utanmış sayılıyorlar. ”(Lb. 5.) Buradaki Herodot, “Trakyalıların belirli bir kabilesiyle sınırlı olarak çok eşlilikten” söz ediyor; ancak Strabon (vii. s.297) bu geleneği aralarında genel olarak temsil eder. Casaubon, bu pasajın bir notunda, Heracleides Ponticus'tan, “Trakyalıların çoğu kez, çoğu doğu ülkesinde hala yaygın bir uygulama olan, hizmetçi olarak istihdam ettikleri otuz kadar karıya sahip oldukları etkisine değinmektedir. Xenophon bize Trakyalı tutkulu alışkanlıklarının bir örneğini sunmaktadır”. Seuthes ile ilk görüşmesinde, Trakya Prensi'nin kızının evlenmesini Xenophon'a vermeyi önerdiğini ve eğer Yunanlıların kendisi118kızı, onu bir eş olarak almayı teklif etti.119Diğer dullar kendilerini son derece talihsiz görüyorlar, çünkü utanmış sayılıyorlar. ”(Lb. 5.) Trakyalılar arasındaki birliktelik, Herodot (5.3) tarafından zayıflıklarının tek nedeni olarak belirtilmiştir. Highland klanları gibi kabileleri birbirleriyle sürekli küçük savaşlarla meşgul olmuş gibi görünüyorlar ve çok kısa süreler dışında yabancı düşmanlara karşı bile işbirliği yapamıyorlar ve nadiren de yağmalamadan daha yüksek herhangi bir nesneyle işbirliği yapamıyorlar. Geç döneme kadar120 disiplinten mahrum görünüyorlar ve bu, elbette, nispeten az miktarda boşuna cesaret vermelerini sağladı. Tacitus121 yüksek dağlık bölgelerde (muhtemelen Rodop'taki) yaşayan Trakyalıların ayaklanmasının asıl nedeninin, muhtemelen göründüğü gibi, anlaşmadan hoşlanmadıklarını söyler. Romalılar Trakya ile tanıştı. Bu, gönderemeyecekleri bir boyunduruktu; onları memnun ettikleri durumlar dışında kendi yöneticilerine bile itaat etmeye alışık değillerdi ve prenslerinin yardımına asker gönderdiklerinde, kendi komutanlarını atarlardı ve sadece komşu kabilelere karşı savaşırlardı.122 Trakyalı birlikler başlıca hafif silahlı piyade ve düzensiz attı.123 Sitalces ordusunda ayak askerlerinin cesareti, kısa kılıçlarla donanmış Rodop'un serbest dağcılarıydı.124 Asya Trakyalılarının teçhizatı Herodot (7.75) tarafından tanımlanmıştır ve bu açıklama, Xenophon'un Seuthes kuvvetlerine saygı duyduğunu125 belirttiği gibi kabul ettiğinden, genel olarak Trakyalılar için esasen şüphe yoktur. Kulaklarını örten, tilki derileri, pelerinler ve parti rengindeki mantolardan126 yapılmış başlıklar giydiler; bacağı yükselen çizmeleri geyik derisinden; kolları kalkan, cirit ve hançerdi.127 Philip V. ordusundaki Trakyalılar çok uzun rhomphaeae ile donanmışlardı. Bazılarının ciritleri çevirdiği, bazılarının kılıçlarını çevirdiği128 Trakyalı askerler acelesizce ve cesaretsizce savaştılar; fakat onlar, bütün barbar ve disiplinsiz birlikler gibi, sürekli çaba sarf edemediler. Livy (42.59), kafeslerinde uzun süre kalmış vahşi hayvanlar gibi saldırılara acele ettiklerini açıklar: rakiplerinin atlarına saldırdılar ya da karnından bıçakladılar. Bu vesileyle zafer kazanıldığında (Romalılar ve Persler arasındaki savaşın ilk karşılaşması), kamplarına döndüler, yüksek zafer şarkıları söyleyerek ve katillerin kafalarını silahlarının tepesine taşıdılar129 sahiptir. Yenildiklerinde, peşinde koşan füzelerden korumak için kalkanlarını sırtlarına atarak hızla kaçtılar.130 Trakyalıların, özellikle dövüş türlerinin şarkı ve dansından bahseder. Xenophon131 10.000 Yunanlı ile Kalanlar arasında kalan bir barış sonucunu kutlamak için, bazı Trakyalılar tarafından gerçekleştirilen bir dans ve savaşın bir hesabını verir: flüt müziği, çevik olarak kayda değer bir yüksekliğe kadar atlayarak ve kılıçlarıyla eskrim yaparak: Sonunda, bir adam diğerine çarparak ölümcül görünmeye başladı ve sanki p. 2.1184] ölü, gerçekte en az yaralı olmasa da, düşmanının zırhı soyuldu ve Sitalces'in övgülerini söylemeye başladı, öteki adam da yoldaşları tarafından bir 118

[p. 2.1183] (Anab. 7.2.38; cf. Mela, 2.2.) 120 (Flor. 4.12.17) 121 (Tac. Ann. 4.46), 122 (Cf. Liv. 42.51; Xen. Anab. 7.4. 24, 7.29, sekans 123 (Xen. Anab. 1.2. 9, 7.6.27, Memor. 3.9.2; Curt. 3.9.) 124 μαχαιροφόροι; Thuc. 2.98). 125 (Anlaşıldı. 7.4.4) 126 (capsιραί ,? == ekoseler) 127 (çapraz başvuru Thuc. 7.27). 128 (Liv. 31.39; Plut. Paul. Aemil. 17.) 129 (lb. 60) 130 (Xen. Anab. 7.4. 17 ' 31.39; Plut. Paul. Aemil. 17.) 131 (Xen. Anab. 6.1.5, sekans), 119

40


ceset gibi gerçekleştirildi132 Onların müziği, kaba ve gürültülü oldu. Strabon (xp471), gerçekte Trakyalıların soyundan geldiğini düşündüğü Frigyalılarla karşılaştırır. En son sözü geçen pasajda, Xenophon, boynuzlarda ve ham öküz derisinden yapılmış trompetlerde çaldıklarını söylüyor. Dionysos ve Cotytto'ya ibadetleri dağların tepesinde yüksek sesle müzik aletleri, bağırarak ve sığırların sesi gibi seslerle kutlandı.133 Barbarlıkları ve vahşiliği meşhur oldu. Herodot (8.116), altı oğlunu gözlerini dışarıda tutarak ona itaatsizlik etmeleri için cezalandıran Bisaltae kralı hikayesini anlatır. Seuthes, kendi elleriyle, tutsak edilen Thyni'nin bazılarını mahkûm etti.134 Rhascuporis yeğenini bir ziyafete davet etti, onu şarapla doldurdu, sonra onu kaçıranlarla doldurdu ve daha sonra ölümüne yolladı) Thukydides (7.27, sekans), Trakya halkının Mycalessus halkının katliamlarındaki vahşiliğinin bir örneğini verir. Trakyalılar tarafından en çok ibadet edilen tanrı, Dionysos'tur, aynı zamanda Frigyalıların yanı sıra Sabazius'tur.135 Orpheus ve Lycurgus'a ilişkin efsanevi hikayeler, Rodop'ta Satıra'nın ülkesinde, ancak Bessi'nin yönetiminde olan bir Tanrı'ya ibadet etmekle yakından ilişkilidir. Herodot (7.111), bu kehanetin cevaplarını verme biçiminin Delphi'de geçerli olana benzediğini belirtir. Ayrıca, Trakya ve Paeonyalı kadınlar tarafından kutlandığını gördüğü gibi Artemis'e (Trakya'nın adı Bendis ya da Cotytto idi) ibadetini karşılaştırdı (4.33). Bu benzerlikler, Trakya ayinlerinin orijinal Pelasgia popülasyonundan geldiği varsayımıyla açıklanabilir; dağ haslıklarının ortasında kalanları kendilerini koruyabilmiş. Odrysae'ı kan dökmeye çok düşkün olarak tarif eder; ziyafetlerinde, yemek yedikten ve tokluktan sonra, birbirleriyle darbe almak için kullanılırlar. Tacitus 136Poppaeus Sabinus ile ülke vatandaşlarına karşı hizmet veren Trakyalıların, geceleri hiç beklemeyecekleri bir ziyafet ve içki içtikleri derecede şımarttığını, böylece kamplarının, öfkelenen kardeşleri tarafından istila edilmesini sağladığını belirtti. Kim çok sayıda onları yuttu. Xenophon, Seuth'lerle yaptığı ilk görüşmede, Trakya geleneklerine göre137 birbirlerinin sağlığına şarap boynuzları içtiklerini söylüyor. Daha sonra Seuthes’in Xenophon’a ve diğer bazı önemli kişilere verdiği şölende içkinin derin olduğu görülüyor. Xenophon özgürce şımarttığını itiraf ediyor ve Seuthes masadan kalktığında hiçbir zehirlenme belirtisi göstermediğinden açıkça şaşırmıştı.138 bazı Trakyalıların şarapla aşina olmadıklarını, ancak başka bir zehirlenme üretme yöntemi uyguladıklarını söylerken: şölen yaparken, etraflarında dumanları neşeli bir sarhoşluğa neden olan bazı tohumları oturdukları ateşlerin içine attılar. Bunların muhtemelen gördüğümüz gibi muhtemelen Trakya'da yetişen ve iyi bilindiği gibi narkotik bir prensip içeren kenevir tohumları olabilir. Seuthes'e karşı güçlerini yöneten Trakyalılar, köylerinde yaşadılar139 evleri büyük kazıklarla çevrilmiş, koyunlarının güvence altına aldıkları kapama alanı içinde140Trakyalıların mutlu ya da mutsuz günlerini, her günün sonunda bir gemiye beyaz ya da siyah bir taş koyarak işaretleme geleneklerine sahip olduklarını belirtir. Herhangi birinin ölümü üzerine, gemi141boşaltıldı, taşlar ayrı sayıldı ve beyaz veya siyahın sayıları çok fazla olduğu için hayatının mutlu ya da ters olduğu ilan edildi. Trakya'nın doğusunda ise Spartalılar ve Perslerin eline geçti.142 . Trakya, en geniş ölçüde, Herodot ve Thucydides zamanlarında çok sayıda farklı kabilelerle halk oldu; ancak gelenekleri ve karakterleri büyük bir homojenlikle işaretlendi. Herodot, Kızılderililerin yanında, Trakyalıların tüm ırkların en fazla olduğu ve bir başın altında birleşmesi halinde karşı konulmaz olacağını söylüyor. Onları kanda yağan, cesur ve savaşçı olan vahşi, acımasız ve alçak gönüllü bir insan olarak tanımlıyor. Diğer yazarlar tarafından onaylanan hesabına göre, Trakyalı şefler çocuklarını yabancı ticaretçiye ihracat için sattılar; eşlerini ebeveynlerinden aldılar; soylu doğanın bir işareti olarak bedenlerini ve kendilerine ait kadınları deldiler ya da dövdüler; tarımı hor görüyorlardı ve savaş ve soygunla yaşamanın en onurlu olduğunu düşünüyorlar dı. Aralarında derin içme yaygındır143Yunanlıların Ares, Dionysos ve Artemis'e asimile ettikleri tanrılara tapıyorlardı. Tanrılarının büyük tapınağı ve kehaneti Dionysos, Rodop Dağı'nın en sade zirvelerinden birinde idi. Güney sahilindeki 132

32, sekans; Tac Ann 4.47 (Strab. Xp470) 134 (Xen. Anab. 7.4, 6). .135 (Tac., Ann. 2.64, sekans 135 (Schol. Aristoph. Vesp. 9.) 136 (Tac. Ann. 4.48), 137 (Anab. 7.2.23), 138 (Ib. 3.26, seqq.) 139 (lb. § 43), 140 (lb. 4.14; cf. Tac. 4.49)Pliny (7.41 141 [s. Ona ait 2.1185] 142 MS 1. Yüzyılda Roma İmparatorluğu[Bakınız Byzantıum, Sestus, & C 143 (Hor. Carm. İ. 27). 133

41


kabileler, civarlarında kurulan sayısız Yunan kolonisi sayesinde bir dereceye kadar uygarlığa ulaştı ama iç kısımdaki kabileler, Roma İmparatorluğu'nun zamanına kadar, hafif azaltmalarla vahşi yaşam alışkanlıklarını koruyor gibiler. Bununla birlikte, daha önceki zamanlarda, bazı Trakya kabilelerinin, daha sonraki bir dönemde kendilerine göre daha yüksek bir uygarlık derecesi ile ayırt edilmesi gerekirdi. En eski Yunan şairleri Orpheus, Linus, Musaeus ve diğerleri, Trakya'dan gelmektedir. Eumolpus, aynı şekilde, Eleusinian Gizemlerini Attika'da kuran Trakyalı olduğu ve Atina kralı Erectheus'a karşı savaştığı söyleniyor. Ayrıca, Güney Yunanistan'ın diğer bölgelerindeki Trakyalılardan da söz ediyoruz: bu nedenle bir zamanlar hem Phocis hem de Boeotia'da yaşadıkları söyleniyor. Ayrıca Asya'nın bir kısmına yayılmışlardı: Thynians ve Bithynians ve belki de Mysians, büyük Trakya ırkının üyeleriydi. Xenophon bile, Boğaz'ın Asya yakasında, Heraklea'ya kadar uzanan Asya'da Trakya'dan bahseder. Ve belki de Mysyalılar, büyük Trakya ırkının üyeleriydi. Yiyecek: Bu olabilir, çünkü Trakya’nın bir kısmı çok erken zamanlardan beri ünlü olan şarap ürettiği kesin. Trakya'ya ἐριβῶλαξ (Il. 20.485) sıfatını veren Homer, Nestor'a Agamemnon'a, Grek gemilerinin kendisine her gün o ülkeden şarap kargoları getirdiğini hatırlatır.144 Şair, Marone üzüm bağlarının ürününün mükemmelliğini kutluyor.145 Pliny (14.6), bu şarabın itibarını koruduğunu ve siyah, parfümlü ve yaş bakımından zengin bir büyüme olduğunu; Homer (lc) ile aynı fikirde olan bir tanım. Paul Lucas, Trakyalı şarabı mükemmel bulduğunu söylüyor.146 Trakya mısırda verimli 147ve buğdayı Pliny tarafından ağırlıkça tahmin edildiği gibi mükemmellik ölçeğinde yüksek oranda bulunur. Vardır, (18.12), birkaç kattan (bülbül) oluşan bir sap olduğunu söylüyor [s. 2.1179] tahmin ettiği gibi, iklimin ciddiyetinden korumak; Ayrıca ülkenin bazı yerlerinde, triticum trimestre ve bimestre ekimini de hesaba katar, çünkü bu çeşitler ekildikten sonra sırasıyla üçüncü ve ikinci ayda ekilmiştir. Mısır, Trakya'dan, özellikle de Chersonesus'dan Atina'ya148 ve Roma'ya 149ihraç edildi. Darı Trakya'nın bazı bölgelerinde ekilmiştir; Xenophon için150 Salmydessus'a yürüdüklerinde, Seuthes ve müttefiklerini "darı yiyen Trakyalılar" ülkesine geçtiğini151.Daha az önemli olan sebze Trakya yapımlarından kısaca bahsedilebilir: Strymon'da su kestanesi (tribulus) türleri büyüdü, yaprakları atlarını beslemek için bankalarında yaşayan insanlar tarafından kullanılmış, fındıkları çok tatlı bir ekmek yapıyorlardı.152 Güller (Rosa centifolia) Pangaeus'ta çılgınca büyüdü ve yerliler tarafından başarılı bir şekilde nakledildi (Id. 21.10). Genel olarak, dağlardan yabani kekik ve nane türlerinden bol miktarda bulunur. Trakya'da153 bir tür morel veya trüf mantarı (iton) ve bölünmüş kan damarlarından bile kanamayı durdurduğu söylenen stiptik bir bitki (ischaemon) bulundu.154 Ülkede çeşitli sarmaşık çeşitleri büyüdü ve Dionysos'a kutsaldı. 155 Herodot (4.74) İskitlerin hem yabani hem de ekili olduğunu ve Trakyalıların kıyafet yaptığını söylemeye devam ederken, Trakya'da da büyüdüğünü açıkça söyleyebiliriz. “Atinalılar, büyük ölçüde ülkeden Strymon hakkında ülkelerini ithal ettiler, çünkü Trakya tepeleri meşe ve köknar ağaçlarıyla doluydu.”156 Bitkiler: Yanarak kömürleştiği için günümüze kadar korunagelen tahıl tanelerinin incelemesi sonucu buğday, arpa, mercimek, bezelye, burçak, fiğ türünde tahıllar ve baklagillerin tarımının yapıldığı anlaşılmıştır. Ayrıca badem, meşe palamudu, kızılağaç, karaağaç, elma, armut, erik ağaçlarına ait kalıntılar yerleşmede ormandan ve orman ürünlerinden yararlanıldığını göstermektedir. Bu da bize tarımın yanı sıra bitki toplayıcılığının devam ettiğini kanıtlamıştır.157

144

(Ib. 9.76); (Od. 9.197, sekans) 146 (Voy. Dans la Turgqie, ip 25; ayrıca bkz. Athen 1.31. 147 (Plin. Nat. 17.3) 148 (Theoph. De Plantis, 8.4; Lys., Diogit. S. 902) 149 (Plin. Lc) 150 (Xen. Anab. 7.5.12) 151 (ç(Id. 19.55apraz. Strab vii. s.315 152 (Plin. Nat. 21.58, 22.12. 153 (Id. 19.12; Athen. 2.62) 154 (Theoph. De Plant. 9.15; Plin. Nat. 25.45.) 155 Theoph. De Pltat. 3.16; Plin. Nat. 16.62.) 156 (Niebuhr, Lect. Anc. Hist. İp 292, Eng. Trans.) 157 (Özdoğan 2003:134) 145

42


Evcil hayvanlar: En sıklıkla rastlanma sırasına göre koyun, keçi, sığır, domuz ve köpek. Yapılan incelemelerde koyun, keçi ve sığırın çoğunlukla eti için, daha az oranda süt ürünleri için beslendiği anlaşılmıştır.158 Yabani hayvanlar: Elde edilen kemikler, alageyik, kızıl geyik, karaca, yabani domuz, yaban sığırı, aslan, ayı, kurt, tilki gibi yabani hayvanların varlığını göstermiştir. Kuşlara ait kemikler daha azdır. Bu veriler yerleşmede avcılığın önemini göstermektedir. Yerleşmede zaman içinde yabani hayvan yüzdesinin azaldığı görülmektedir.

Şarap: Antik çağda şarap üretimi Bu topraklarda yaşayan eski Traklar, dünyada gurur duyduğumuz paha biçilmez bir miras bırakmıştır. Bu halkın kültürünün büyük bir bölümü şarapla yakından bağlantısı var. Tarklar, şarabın, insanın ruhuna giren Tanrının ta kendisi olduğunu ve “çıkan” ruhunun yerine şarabın yer aldığına inanırmış. Trakların, koyu ve mis kokulu şarap ürettikleri, şarabın koyu, tatlı ve iyi olduğunu tahmin ediliyor, çünkü bu şekilde ilahi duruma daha yakın olduklarına inanırlarmış. Özellikle Kırklareli ve civarındaki kült alanlarında, insan eliyle kayalara oyulmuş, bağcılık ürünlerinin sularının dinlendirildiği, şırasının çıkartılıp, çökeltildiği düşünülen havuzcukların varlığı, bu bağlamda düşünülmektedir. Lafın bu kısmında, bu yapıların Traklar ile ilişkilendirilecek kadar eskiye tarihlendirildiğini söylemek gerek. Roma dönemine ait Trakya’da rastlanan tek odeon yapısı Kırklareli’nin Vize ilçesindedir. Doksanlı yılların ortalarında yapılan kazılarda elde edilen sahne rölyeflerinde Dionysos betimlemelerine rastlanmış ve iyi korunmuş bu rölyefler Kırklareli Müzesi’nde sergilenmektedir.159

158 159

(Benecke 2003:137) ( Dinçer ALABAŞOĞLU)

43


Artık şarap yapımı üç aşamadan oluşuyordu; üzümler öncelikle ayakla eziliyor, arkasından pres makineleriyle suyu çıkarılıyor ve şarapların saklandığı kaplarda mayalanma sürecine bırakılıyordu. Ayakla ezilip, arkasından preslenerek elde edilen üzümün suyu, havuzdaki deliklerden aşağıdaki şarap küplerine dolardı. İlk üzümlerin sularından elde edilen şarabın kalitesi yüksek kaliteyken, sonraki ezmelerden elde edilen şarabın kalitesi daha düşüktür. Çünkü üzümün posası ve kabuğu tekrar sıcak suyla karıştırılır; buradan ikinci kalite şarap ya da sirke elde edilirdi. Şarabın son evresi olan fermantasyon yani mayalanma evresinde, havuza aktarılan üzümün suları şarabın saklanacağı küplere alınır. Burada bekletilen üzüm suyunun içindeki şeker, zaman içerisinde alkol ve karbondioksite dönüşür. Şarabın içerisindeki alkol miktarını, yine şarabın içerisindeki şeker miktarı belirler. Fermantasyon süresi biten şarap, içi tamamıyla reçine ile sıvanmış amforalara tülbent benzeri bir kumaş ile süzülerek aktarılır. Bu amforalar da ışık ve ısıya maruz kalmayan yerlerde birkaç hafta kadar bekletilir ve dinlenmeye bırakılırdı. Hz. Nuh’un büyük tufan sonrası içinde bulunduğu gemi karaya oturduğunda, elinde tuttuğu dal parçasını karaya ayak basar basmaz toprağa ektiği, bunun da bir asma dalı olduğu rivayet edilir. Panel amphora (Amasis ressamı, Mö 6. Yüzyılın ikinci yarısı), Şarap yapan Satirler. Sol baştaki Satir, bir hydriadan yere kısmen gömülü duran büyük bir küpe su boşaltıyor. Ona arkasını dönmüş bir başka Satir çifte flüt çalıyor. Ondan sonra gelen üç Satir ise şarap yapmakla meşgul, En sağdaki asmadan üzüm salkımlarını koparıyor; ortadaki elindeki kapta bulunan üzüm salkımlarını akıtacaklı bir sehpanın üstünde duran sepete boşaltıyor; bir başka Satir de sepetin içindeki üzümleri ayaklarıyla eziyor. Ezilen üzümlerden çıkan şıra, sepetin altındaki akıtacaktan, yere gömülü olan küp (pithos) içine akıyor. Yukarıdaki frizde ise Dionysos, Menad ve Satirlerin arasında oturuyor.160 Trakyalıların başlıca içeceği şaraptı. En çok beğenilen daha sonra türü bozulan Cecuba şarabıydı, bunun yanı sıra Campania’nın Falerna şarabı meşhurdu. Traklardan sonra Romalılarda Trakyada bağcılıkla uğraşılır ve şarap ticareti yapalardı.

Fotoğraf: 3-- Kırklareli Müzesi’ndeki Dionysos Rölyefi © Dinçer Alabaşoğlu

160

Tekin, O. (2007). A.g.e, s. 168.

44


Şarap üretimi, günümüz üretiminden farklı olsa da sonuçta benzer işlemler uygulanıyordu. Eski Yunan döneminde bağlardan toplanan üzüm, ayakla ezilerek şırası çıkartılır ve kilden küplere ya da kaplara konarak mayalanması sağlanırdı. Bu, bir tur fermantasyon işlemiydi. Ezilme sırasında üzümden alınan ilk şıra en kaliteli olanıydı. Kalan posadan elde edilen ikinci ve üçüncü şıralar daha az kaliteli oluyordu Şıranın üstünde biriken köpük alınır, mayalanmanın istenilen ölçüde gerçekleşmesine çalışılırdı. Fermantasyon birkaç ay sürerdi; daha sonra hoş koku amacıyla içine bazı katkı maddeleri (deniz suyu, bitkiler, baharat, bal ve koku verici benzeri şeyler) konurdu. Hazırlanan şarap bir yerden bir yere sivri dipli amphoralara konarak taşınırdı. Özellikle Kırklareli ve civarındaki kült alanlarında, insan eliyle kayalara oyulmuş, bağcılık ürünlerinin sularının dinlendirildiği, şırasının çıkartılıp, çökeltildiği düşünülen havuzcukların varlığı, bu bağlamda düşünülmektedir. Lafın bu kısmında, bu yapıların Traklar ile ilişkilendirilecek kadar eskiye tarihlendirildiğini söylemek gerek.

Fotoğraf: 7-- sepetin içindeki şarap-sıkma-yap-sıkma

Eski Traklar tarafından bize hediye edilen en şaşırtıcı şeylerden biri şaraptır. Ksenophon, Anabasis Onbinlerin Dönüşü adlı kitabında bir şöleni şöyle anlatmaktadır. “Davetler bir daire teşkil etmek üzere oturdular. Şarap, boynuzların içine konmuş olarak dağıtıldı ve herkes konuşmaya başladı. Sevtes ayağı kalktı, Ksenofon ve arkadaşlarını kucakladı. Her iki kralda Trak görenekleri gereğince bir diğerinin şerefine içtiler”.“Şarap dolu kupalar çember boyunca dolaştırılıyor, konuklar da içiyorlardı. İçki sunucu, elinde boynuzla Arystas'a yaklaşınca, Ksenophon'un artık birşey yemediğini gören Arystas, “Boynuzu ona götür, onun içecek vakti var benim henüz yok”, dedi. Arystas'ın sesini işiten Seuthes, içki sunucuya, ne dediğini sordu. Yunanca bilen adam Arystas'ın sözlerini tekrarlayınca herkes kahkahayı bastı. Şölen ilerlerken bir Thrak, beyaz bir at çekerek (atlı dizgininden tutan)içeri girdi: Dolu bir boynuz alıp, “Seuthes, sağlığına içiyor ve sana bu atı armağan ediyorum, onunla dilediğini kovalayıp yakalayabilir, düşmandan çekinmeden geri çekilebilirsin”, dedi. Bir başkası genç kölesini (çocuğu) getirip sağlığına içerek Seuthes'e sundu (hediye etti). Bir başkası ona karısı için giyecekler verdi. Timasion da Seuthes'in sağlığına içip gümüş bir kupa ile on mina değerinde bir halı armağan etti. Atinalı Gnesippos kalkıp mümkün olduğu zaman krala armağanlada saygı gösterme geleneğini (kralın da hiçbir şeyi olmayanlara vermesi koşuluyla) çok beğendiğini söyledi. “Böylece, ben de sana armağanlar verip saygı gösterebileceğim” dedi. Ksenophon ne yapacağını düşünmekteydi; çünkü onu, onur vermek için Seuthes'e en yakın yere oturtmuşlardı. Heraklides, içki sunucuya, kupayı Ksenophon'a sunmasını söyledi euthes kalkıp Ksenophon'la aynı anda bir boynuz şarabı kafasına dikti ve ikisi de son damlaları yere saçtılar. Bundan sonra içeri, işaretleşmeye yarayan boruların eşi boynuzlar ve tempo tutmada kullandıkları ve magadis161 gibi çaldıkları öküz derisinden yapılmış borular taşıyan adamlar girdi. Şarap Antik Roma hayatının en önemli kısımlarından biri ve temel zevklerinden biriydi. Roma döneminden beri şarapçılık teknikleri çok daha fazla incelik kazanmış ve birçok şarap çeşidi oluşturulmuştur. Romalılar şarabı, tıpkı bugünlerde yaptığımız gibi, özel şarap bardaklarından içirdiler. Ev sahibinin zengin bir kişi olması durumunda gümüş ve altın, taştan yapılmış ve güzelce dekore edilmiş bardaklar kullanırdı. Fakat 161

Magadis: Harp'a benzeyen bir çalgı.

45


aynı zamanda çok yaygın olan kilden da yapılırdı. Pişmiş toprak, daha uzun süren ve ona daha fazla değer kazandıran zengin, kırmızımsı bir renk tonuna sahip daha pahalı bir kil çeşidiydi. Bu nedenle orta sınıf insanlarının büyük olasılıkla evlerinde bu bardaklar vardı. Roma’da dünyanın tüm bölgelerinden şarap türleri bulunabilirdi. İnsanlar şarabı sadece saf olarak içmiyor, aynı zamanda pişirilerek tadı değiştirilen defturum halinde veya bazı baharatları, örneğin kereviz ya da Karabiber karıştırılmış olanını da içiyorlardı. Sevilen, sağlıklı olarak gören ise, şarap ve şıranın bal ile birlikte elde edilen türü olan mulsum’du.

Roma dünyasında şarap, suyla karıştırılarak içiliyordu. ‘Symposium’ denen ziyafetlerin baş içeceği de şaraptı. Romalılar, Eski Yunanlardan aldıkları şarap kültürünü devam ettirmişler; şarap üretimini bir endüstri haline getirmişlerdir. Eski Yunan dünyasında şarap, Zeus ile Selene'nin oğlu olarak bilinen tanrı Dionysos ile ilişkili görülmüştür; aynı tanrı Roma'da Bacchus olarak adlandırılıyordu. Dionysia adlı bağbozumu ve şarap şenlikleri, Eskiçağ Akdeniz dünyasında sevilen festivaller arasındaydı. Dionysos, ‘thyrsos’ adını taşıyan tepesi bir cam kozalağı (Kozalak) ile son bulan asası, elinde taşıdığı ‘kantharos’ adı verilen bir kap ve ayaklarının dibinde panterle betimlenirdi. 162 Vaftiz bir dizi şarap bu Kabile, saygı işareti olarak gelenek ve zengin bir mirasa sahiptir. Bu yerlerde. Etiket üzerinde. "Bizim şarap adını taşıyan ‘Polimerler’, anlatmak için bir efsane hakkında en kudretli şehir trakyalılar ve ilham tanrıçası ‘Kybele! Ve üzüm bağları, първородна gücü herhangi bir şarap bazı coğrafi bölgelerde olduğu bir dünyada yetişen kavun ve üretilen şarap Trakyalılar Tarihte rivayetlerle, mitolojik söylencelerle kendine yer edinen Dionysos kültürünün izlerine Trakya’da da rastlıyor olmamız şaşırtıcı bir durum değil. Zira Grek, Balkan ve Roma-Bizans kültürleriyle harmanlanmış bu topraklarda bağcılığın olmaması düşünüleme163 Bağcılık gibi onun oluşturduğu bir yan sanayi olarak yörede eski dönemlerden beri tuğla, kiremit, toprak kap imalatı yapılan fırınlarda da önemli sayıda insan çalışmaktaydı. Bu amforaların yöreye ifade eden bir formda işaretleniyor olması, bağcılık ve zeytinyağı şişelemesinin döneminin ilk markalaşma, yöre tescilleme çabalarından olması önemlidir. Şimdilerde tuğla-kiremit imalatı ile ilgili miras Tekirdağ’ ın tarih sahnesinden devşirdiği bilgi ve geleneğin sonucu yüzyıllar ötesinden günümüze ulaşmayı başarmıştır. 164 Bağ ürünlerinden şarap üretimi tamamen gayrimüslimlerin elinde şekilleniyordu. Müslüman ahali ise inançları gereği buna yanaşmaz, bağların üzümlerinden yemeklik olarak kullanır, yaprağının salamurasını yapıp yemeklerinde sarmalık kullanır, pestil, pekmez, bulama, hardaliye, kükürtlü şıra, üzüm şurubu, sirke vb… ürünler hazırlardı. Bu sebeple, Müslüman ahali “yaprağını yiyenler”, gayrimüslim ahaliye ise “şarabını içenler” diye kinayeli bir tabirle ifade edilirdi.165 Bu kültür Trakya yöre mutfağında da kendini gösterirdi. Örneğin; Kırklareli’nin meşhur yemeklerinden olan papaz yahnisi hazırlanırken gayri müslimler şarap kullanırken, bu güzel yemeğin aromasını müslüman ahali üzüm sirkesi kullanarak sağlıyordu. Özellikle Rum balıkçılar, yağlı küçük balıkları asma yaprağına sarar öyle pişirirlerdi. Selanik göçmenleri ise, genellikle pırasalı iç harç ile karılmış boza kıvamında hamurdan, altına asma yaprağı döşenmiş siniye döktükleri hamurdan, köz ateş üzerinde bir çeşit börek yaparlardı. Üzümün kurusundan hazırlanan hoşaflar Ramazan akşamlarının, vücuttan harareti alan

Tekin, O. (2007). Eskii Anadolu Ve Trakya. İstanbul: İletişim Yayınları. s. 168. ( Dinçer ALABAŞOĞLU) 164 (Dinçer ALABAŞOĞLU) 165 (Dinçer ALABAŞOĞLU) 162 163

46


olmazsa olmaz lezzetlerindendi. Olgunlaşmamış koruğundan koruk suyu hazırlarlar, reçelini yaparlardı. Bu mutfak kültürünün günümüze uzanan yansımalarına yöre mutfağında az da olsa rastlıyoruz.166 Tekirdağ Karaevli Köyü'nde yer alan Barel Bağları Cabernet Sauvignon, Merlot, Chardonnay, Syrah cinsi üzümler, Kırklareli Bağları Cabernet Sauvignon, Merlot, Öküzgözü, Barbera, Sangiovese, Narince, Muscat, Shiraz ve Cabernet Franc. Sauvignon Blanc, Narince, Cabernet Sauvignon, Cabernet Franc, Merlot, Öküzgözü ve Papaskarası da yetiştirilen diğer üzüm çeşitleri. Sauvignon Gris ve Pinot Gris Papazkarası Tekirdağ ve Edirne’de üretilen kırmızı şaraplık üzüm. Papazkarası’ndan canlı açık kırmızı renkte, meyveli, taze, ince, zarif, hafif gövdeli ve kalıcı şaraplar üretiliyor. Semillon Tekirdağ ve Şarköy yörelerinde yetişen beyaz üzüm çeşidi. Marmara Denizi kıyılarında, ılıman iklimin hüküm sürdüğü 0-100 metreler arasındaki yüksekliklerde yetiştiriliyor. Kalın kabuklu ve sulu.167 Hardaliye – (Kırklareli) Hardaliye; Kırklareli’nde, ezilmiş hardal tohumu ve benzoik asit ilave edilerek kırmızı üzüm ya da kırmızı üzüm suyundan laktik asit fermentasyonu ile üretilen, kendine özgü hoş bir tat ve kokuya sahip, beğenilerek tüketilen alkolsüz bir içeceğimizdir. Kırklareli’nde geleneksel hardaliye yapımı; bağ bozumunun başladığı Ekim, Kasım aylarında yeterli olgunluğa ulaşan Papazkarası, Pamit, Cardinal, Alphonse, Cabarnet, Merlot, Cinsaut ve Öküzgözü cinsi üzümlerden üretilir. Üzümler toplanıp yıkanır ve salkımından ayrılır. Ezildikten sonra alt kısmından 10 cm yükseklikte musluğu bulunan meşe ağacından yapılma fıçılara 1 kat ezilmiş üzüm, bir kat ezilmiş siyah hardal tohumu ve benzoik asit ilave edilir. (Miktar: 1 kg. üzüm + 2 gr siyah hardal tohumu + 1 gr benzoik asit) Siyah hardal tohumu, ürüne adını verdiği gibi hoş koku da vermektedir. Ayrıca ürünün muhafaza edilerek şaraplaşmamasını sağlar. Üzümlerin arasına vişne yaprağı da ilave edildiği olur. Biraz kabarma payı bırakılarak doldurulan fıçının üzeri hafif açık bırakılır. Fermantasyon başlangıcından sonra 1 gün arayla üzüm suyu musluktan alınıp üst kısmından tekrar fıçıya dökülür. Oda sıcaklığında 7-10 gün bekletilerek fermantasyonu sağlanır. Bu süre 20 güne kadar uzatılabilir. Bu sürenin sonunda şişelenerek taze olarak tüketilebileceği gibi soğukta muhafaza edilirse 3 yıla kadar bekletilip içilebilir. 168

( Dinçer ALABAŞOĞLU http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/iste-turkiyenin-saraplik-uzum-haritasi-324621 168 20 Aralık 1930 tarihinde İlimizi ziyaret eden Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, hardaliyeden içmiş, çok beğenmiş ve Kırklareli halkından milli bir içecek haline getirilmesini istemiştir. Hardaliye, üzümden üretilmesi ve fermente bir ürün olması nedeniyle besleyici değeri oldukça yüksektir. Hardaliyenin hammaddesi, flavonoidler ve fitokimyasallar açısından zengin olan üzüm ve üzüm suyudur. Flavonoidler, kanser engelleyici radikaller olarak çalışır. Kanser hücrelerini istila ederler ve hücre bölünme proseslerini durdurarak hastalıklara karşı doğal bir savunma mekanizması sağlarlar. Flavonoidler kanser hücrelerini bloke etmenin yanında antioksidan olarak görev alarak kalp hastalıklarını azaltmakta ve kan damarlarına zarar veren oluşumları önleyerek kalp krizlerini engellemektedir. 166 167

47


KÖY VE ŞEHİRLER Sütunun kaidesinden tepesine kadar sarmal olarak yükselen görsel anlatımda, Traianus ve askerleri Dacialılara karşı zafer kazanıyor. 1939–1943 yılları arasında anıt üzerinden alınan kalıba alçı ve mermer tozu dökülerek elde edilen bu sahnede, Traianus (en solda) savaşı izlerken, destek birliğinden iki kişi kendisine kesilmiş düşman kafalarını sunuyor. Önemli ticaret yollarında, bu yolların bazı noktalarında açık şehir ve Pazar yerleri vardı. Aslında Romalılar veya Yunanlılar hep eski Trak yerleşimlerinin üzerine bu yeni şehirleri yapmışlardır. Eski Trak köy ve şehirleri hakkında pek fazla bilgi yoktur. Bugün Trakyadaki köy ve şehirlerin birçoğunun yanında bir mezar abidesinden başka bir şey olmayan yığma tepeler vardır. Esasen köy ve şehirlerin isimlerinin birçoğu dahi eski Trak isimlerinden almıştır. Odris kralığı başkenti Kipsela idi (İpsala). Buralarda başka bir şehir Tarihçi Livius zamanında bir kale ile sağlamlaştırılmıştı. Daha içeride ise İksantea (İksanti) vardı. Odrisler Mericin Tunca ile birleştiği noktada bir şehir yaptırdı. Makedonyalılar burasını Orestlerin bir kolonisi haline getirdiler Bu şehre Orestia varoşlarına Gonnoi dediler. Fakat burasının asıl ismi Odris kabilesine izafen Odrisia veya Odrisya idi. Bu şehri İmparator Hadrian zamanında yenileyip bakımı yaptırmıştır. Ve adını vermiştir. Hadrianopolis (Edirne) şehrinin doğusunda ise Ast kabilesini merkezi olan Bizye (vize) şehri vardı.169 Trakya Bölgesi’ne adını veren Hint Avrupa kökenli Traklar, Strabon’a göre (VII, 47) sayıları 22’yi bulan pek çok boy ve oymak etrafında kümelenen köylerde ve mezralarda yaşamaktaydılar. Bu nedenledir ki Trakya’da Büyük İskender ve ardılları döneminden önce gerçek anlamda bir kent varlığından söz edilememektedir.170 Bunların dışında, çoğunlukla dayanaksız malzeme kullanılarak yapıldığı bilinen Trak köy ve daha geniş boyutlu kasaba benzeri yerleşmelerinin çok sayıdaki alanda bulunması mümkün seramik buluntularıyla tespit edilmelerine rağmen tam bir çalışmasının yapılmamış olması “Trak Devri Arkeolojisi” için önemli bir sorun teşkil etmektedir. Trak evlerini tek bir tip ve tek bir yapı malzemesi altında betimlemek saf dillilikten öteye gitmeyen bir çabadan başka bir şey değildir. Trakların farklı materyaller kullanarak farkı iskân birimleri oluşturmuş oldukları aşikârdır.171

Resim 1-Traianus Sütunu----Roma

169

(Mansel A. M., 1938, s. 5-6) A.g.e Sarıkaya, B: 2009, A.g.e; s. 6 171 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 170

48


Harita 6-Marmara ve Ege kıyıları Klerukhiaları (koloni yönetimi)

Klerukhianın Siyasi ve Ekonomik Önemi MÖ 450’li yıllardan itibaren kurulmaya başlayan ‘klerukhiaların’ ( Yunanistan'a bağlı ülkelerde, Atina'nın bağışladığı toprakları elinde tutan Atina yurttaşlarından (klerukhos) oluşan kurum) önemi, Plutarkhos’un da belirttiği gibi, kenti tembellik yüzünden ihtilale meyilli olan işsiz avamdan temizlemek, halkın sefaletini giderme ortakların yanı başına da onları isyandan alıkoyacak korumalar yerleştirmekti.” Bu ifadeden anlaşıldığı kadarıyla ‘klerukhiaların’ ( Yunanistan'a bağlı ülkelerde, Atina'nın bağışladığı toprakları elinde tutan Atina yurttaşlarından (klerukhos) oluşan kurum) kurulma amacının başında herhangi bir olası isyana karşı önceden önlem almak ve garnizonlarda hizmet etmelerine gereksinim duyulmasında yatmaktaydı. Bunun yanı sıra yoksul Atinalılara sosyal ve tarımsal bir geçim kaynağı sağlamak ve işsiz tembel kimselerden devleti temizlemekti. Atina, yurda yakın bölgelerde kendini güçlendirme politikasını da başarıyla gerçekleştirmiş olacaktı. Bu amaçla MÖ 447 yılında Trakya ‘Khersonesos’unda (Hellespontos’un Avrupa yakasında Gelibolu Yarımadası’nı içine alan bölge.) Perikles’in denetimi altında, bölge yerlilerinin topraklarının ele geçirilmesi ve özellikle yoksul ve işsiz olan bin yurttaşın, çeşitli kentlerde çiftlikler tahsis edilmeleriyle kurulmuştu. Klerukhiaların( Yunanistan'a bağlı ülkelerde, Atina'nın bağışladığı toprakları elinde tutan Atina yurttaşlarından (klerukhos) oluşan kurum) düzenlenirken dikkate alınan en önemli husus kültürel benzeşim ve coğrafi yakınlıktan ziyade, ekonomik zorluklar yaşayan alt sınıfların kitlesel olarak yerleştirilmesi ve vergilendirme yapmaktı. Atina’nın yüzlerce hatta binlerce kişiyi yerinden yurdundan ederek kurulan yeni yerleşimlere

49


göndermesinin altında ekilebilir toprakların yetersizliği gelmektedir. Bundan dolayı Yunanistan’daki kentler ticaret yolları, verimli ovalar ve sınırlar nedeniyle savaşıp durmuşlardır. Trakya Khersonesos (Gelibolu Yarımadası’nı içine alan bölge.) bölgesine civarına Atina’dan getirilen 1000 ‘klerukhos’( Yunanistan'a bağlı ülkelerde, Atina'nın bağışladığı toprakları elinde tutan Atina yurttaşlarından (klerukhos) oluşan kurum) ile devletini güçlendirdiğini ve oradaki Yunanlılara kurtuluş götürdüğünü, surlar ve tabyalarla geçitleri sağlamlaştırılarak sık sık yarımadanın üzerine atılan Trakyalıların akınlarını durdurduğunu yazar. Trakya Khersonesos’da klerukhia( Yunanistan'a bağlı ülkelerde, Atina'nın bağışladığı toprakları elinde tutan Atina yurttaşlarından (klerukhos) oluşan kurum) kurmakla hem karşıtlara hem de Pers tehdidine karşı önlem almışlardır. Bu bağlamda klerukhiaları Atina egemenliğinden hoşnut olmayan stratejik öneme sahip bölgelere yerleştirilen potansiyel garnizonlar olarak değerlendirebiliriz. Ancak klerukhoslar( Yunanistan'a bağlı ülkelerde, Atina'nın bağışladığı toprakları elinde tutan Atina yurttaşlarından (klerukhos) oluşan kurum) Atina’nın çıkarlarını temsil etmekle yükümlü kılınırken, ortakların bu uygulamayı topraklarına tehdit ve saldırı olarak gördüklerine şüphe yoktur.172

Harita 7 , M.Ö. 146-143 yılları yapımına başlanan Roma yolları

Yollar Tarihçi Tukidides173 Trak krallarından Sitalkın Peonlara karşı yaptığı sefer sırasında Rodoplar havalisinde bir takım yollar yaptırmış olduğunu gördü. Roma yolları da dâhil bugünkü yollarda bu eski yolların seyriniz izlemektedir.174 Via Egnatia yolu yapımının başlangıç tarihi, M.Ö. 146-143 yılları olduğu bilinir.175 Via Egnatia adıyla bilinen antik yol, Cypsela’dan (İpsala) başlayarak sırasıyla Zorlanis (Keşan), Syracellae (Malkara), Apri (Kermeyan), Rhaidestos (Tekirdağ), Heraion Teichos’dan (Karaevlialtı) geçer ve Perinthos civarında Roma Ordu Yolu ile birleşir. Bu yol Marmara Ereğlisi’nden sonra Selymbria (Silivri), Athyra (Büyük Çekmece), Rhegion (Küçük Çekmece) üzerinden Byzantion’a (İstanbul) varır. Bu yol da günümüzde bazı ufak değişikliklere uğramakla birlikte, antik yol güzergâhını takip etmektedir. Bu antik yol güzergâhı üzerinde bulunan neredeyse bütün yerleşim merkezlerinde tümülüs tipi mezar anıtlarına rastlanılmıştır.176

Üreten, H. (2017). Geçmişten Günümüze Göç "Metoikoslar: Antikçağın Göçmenleri". Samsun: Adnan Menderes Üniversitesi - Aydın s. 35 173 Tukididis Antik Yunan tarihçisi ve Atinalı general. Tukididis, Atina ile Sparta arasındaki 30 yıl süren ve MÖ 404 yılında sona eren ünlü Peloponez Savaşı sırasında yaşamış ve bu savaşları tasvir etmiştir. O, tarihi her şeyden önce siyasî açıdan inceler ve tarih ile bunun için ilgilenir. 174 Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 7 175 Güçlü, H. (2006). Tekirdağ Çevresi Pişmiş Toprak. Edirne: T Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü. 176 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e 172

50


İKLİM, MAHSULLER, MADENLER Dönemin Yunan tarih yazıcıları, “Trakya’nın kuzey rüzgârlarına maruz, iklimi sert ve soğuk arazisi arızalı ve yoğun ormanlarla kaplı ve insanların barınmasına uygun değildir” diyorlar. Meriç’in suladığı verimli alanlara, neolitik devrinden itibaren buğday, arpa, çavdar ve darı gibi hububat ve bundan başka mercimek ve yemeğe lezzet verdiğinden dolayı Traklar tarafından pek sevilen soğan ve sarımsak yetiştirildiği sabit olmuştur. Traklar bağlara da önem verirlerdi. Üzümde yaptıkları şarap, Homer zamanında bile meşhurdu. Traklar genellikle şarabı susuz içerlerdi. Şarap kadehi olarak büyük boynuzlar kullanırlardı. Harbe gitmeden evvel bol şarap içmek adetti. Fakat bu adet dini bir ritüeldi. Traklar, sarhoş olduklarında, doğanın bir takım güzellik, güç ve kuvvetlerin, kendilerine ilham verdikleri görüşündeydiler.177 Bereketli topraklar olarak söz ettiği Trakya’da özellikle tahıl, arpa ve kenevir yetiştirilmekteydi. Trakya köylerinin arpa, buğday ve başka yiyecekler bakımından zengin olduğunu bilinmektedir. Bağcılıkta da çok ilerlemiş olan Trakya, Homeros’un da belirttiği gibi özellikle şarapları ile ünlüdür. Bölgede ayrıca at yetiştiriciliği de önemli bir yer tutmaktadır. Homeros Trakyalıları “at yetiştirenler” Sıfatı ile tanımlar. Trakya değerli madenlere sahip bir bölgedir. Demir ve bakır bölgede sıkça rastlanan madenlerden olup, kurşun ve çinko özellikle İstrancalar’da bulunmaktadır.178 Üzümden başka birçok bitki ve meyveden içkiler yapılır ve bu içkilerin bazıları ilaç olarak kullanılırdı. Darıdan bir çeşit boza yapılırdı. Tekstilde kullanılan Trakya kenevirini Herodot da övemekteydi. Keneviri bizzat işler ve iplik bükerler, elbiseler için gereli kumaşı evdeki dokuma tezgâhlarında dokurlardı. Antik döneme ait bilgilerimiz Trakya’nın her türlü vahşi hayvanlarla dolu olduğunu bildirmektedir. Heredot, Aristotanes ve Plinius aslanların dahi olduğunu yazmaktadır. Diğer av hayvanları içinde, boynuzları istenen bir ihraç malı olan yaban öküzleri, yaban domuzları, ayı, kurt, geyik ve karacaları saymak lazımdır. Av hayvanlarını bol ve çok olması Trakların hayatında önemli bir yer almıştır. Traklar için av; son zamanlara kadar en sevdikleri ve en fazla meşgul oldukları bir spor olmuştur. Evcil hayvanlar arasında en önemlisi “At”tır. Heredot’un yazdığı gibi at yetiştiriciliği Traklar için önemlidir. Bir takım süvarileri tasvir eden yüzlerce mezar taşı vardır. Esasen eski çağların sonuna kadar süvarilik ve at yetiştiriciliği Traklar için en önemli husus olmuştur. Yetiştirdikleri diğer evcil hayvanlar sığır, inek, eşek, domuz, koyun ve keçilerdi. Traklar eti diğer gıdalara tercih ederdi. Memedeki bebeklere taze kesilmiş hayvanların kanını kaymakla karıştırarak verirlerdi.179 Et tütsülenmiş ya da ince dilimlere kesilmiş ve kızartılmış olarak yenilirdi. Traklar süt ve tereyağından dahi hoşlanırdı. Kısrak sütü küçük çocukları beslemek için kullanılırdı. Koyun sütünden yağdan başka peynir ve yoğurt imal edilirdi. Trak peynirleri meşhurdu. Undan yapılan bir çeşit pasta, bal ve sebzelerde Traklar tarafından sevilen gıdalardı.180 Trakya toprağı birçok maden cevheri vardı. Köstendil tarafında altın ve gümüş, Burgaz Balkanlarında bakır, İstrancada gümüş ve Kırklareli taraflarında ise bakır madenleri vardı. Struma nehrinin doğu Pangaion madenlerden gümüş üretilirdi. Rodoplarda yaşayan ‘Besler’ maden işçiliğini pek ileri götürmüşlerdi.181 SİLAHLAR Trak silahları Aka silahlarıyla teknik olarak aynı seviyededir. Trakların silahları meşhurdu. Özellikle kıvrık kılıçlar kullanılırdı. Hançerler Traklarca da bilinirdi. Baltalar da revaçtaydı. Ok ve yay son zamanlara kadar önemli yer işkâl ederdi. Odrisler, Getler ve Daklar 182yaya ve atlı olarak ok atmakta büyük bir ustalığa sahiptiler. Oklarının uçlarına zehirli bir madde sürerlerdi. Romalılar zamanında Get süvarisinin madeni zırh giymiş olduğu görülmektedir. Savunma silahları olarak kalkanlar kullanılırdı. Daklar üzeri bir ejder betimlenmiştir. Homer Trakların savaş arabaları kullanmış olduklarını bildirmektedir. Fakat sonradan bu geleneğin terkedildiği görülüyor.183

177

(Mansel A. M., 1938, s. 8) A.g.e Sarıkaya, B; 2009, A.g.e; s. 6 179 Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 9 180 Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 9 181 Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 9 182 Odrisler, Getler ve Daklar Trak kabileleridir. Getler ve Daklar bu günkü Romanya taraflarındadır. 183 Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 11 178

51


Figure 1-Trak savaşçısı Kıyafeti

KIYFETLERİ Elbiseler kenevirden yapılmış ten üzerine giyilen çamaşır ve bunların üzerine takılan hayvan postlarından ibaretti. Trakya’da kenevir ekim alanlarına önem verilirdi. Burada üretilen mahsul den üretilen ipler özel tezgâhlara dokunurdu. Bitkisel boyalar ile boyanır. Renkler gösterişliydi. Bazen altın yatsı levhaların ziynet eşyaları kumaş üzerine raptedildiği görülmüştür. Dağlık arazi yerleşenler, çobanlarlıkla uğraşan halk koyun postlara sarılıydı. Trak elbiseleri iç çamaşırı üzerine giyilen uzun kollu bir gömlek, geniş bir pantolondan oluşmaktaydı. Fötr şapkalar ise rahipler ve aristokratlara ait bir aksesuardı. Ayakkabı olarak kalın deriden yapılmış çarıklar giyerlerdi. Kışın ise kalın elbiseler ve bilhassa hayvan postları giyerlerdi. Ksenophon Trakların kışlık kıyafetlerini şöyle yazmıştır: “Traklar baş ve kulaklarını tilki kürkler ile sararlar; giydikleri gömlekler kalçaları dâhil örtmektedir. Soğuk havalarda kısa cepken yerine uzun pelerinler giyerler; bunlar topuklarına kadar uzanır”184 Yazın ise Traklar üzerine bir kemer bağlanmış olan cepken giyerlerdi. Mezar taşları üzerindeki tasvirler bu kıyafetleri açık bir biçimde göstermektedir.185 TRAKYA’DA CENAZE TÖRENLERİ: Zengin bir Trak öldüğünde ceset üç gün evde bekletilirdi. Ölünün ailesi ise birçok kurbanlar keser ve ölünün etrafında ağlaşırlardı. Ziyafet verilir. Sonra ceset yakılırdı. Yakılmadan önce mezarın içine yerleştirilirdi. Mezarın üstüne bir yığma tepe yapılırdı. Sonrasında silah oyunları ve spor yarışmaları düzenlenirdi. Galip gelenlere değerli ödüller verilirdi. Arkeolojik araştırmalar bu yığma tepelerin köy ve şehir yakınlarında yapılan anıt mezarlar oldukları göstermektedir. İskitlerde olduğu gibi Traklar’da da cenazelerde insan kurban etme adetleri vardı. Herodot zengin ailelerde kadınların ölen kocaları için kurban edilme tarzını şöyle anlatmaktadır: “Bir Trak öldüğünde ölenin karıları kocaları tarafından hangisinin en fazla sevilmiş olduğu konusunda aralarında tartışırlardı. Bu tartışmada ölün akrabaları da fikir beyan ederlerdi. Bu eş en yakın akrabaları tarafından öldürülür. Ve kocası ile birlikte gömülürdü. Diğer eşler seçilemedikleri için çok üzülürlerdi ve karamsarlaşırdı. Çünkü kalan eşler büyük bir hakarete uğramışlardır. İşte ölümü önemsememeleri sayesinde Traklar vatan ve milli kültürlerini savunmakta büyük özveri göstermekten gerekirse ölmekten çekinmezlerdi. (Ölümü önemsememek Orta Asya kavimlerinde de rastlanır. Mezopotamya’da Ur şehrinde yapılan araştırmalarda 3 üncü bin yıllarına ait bir Sümer kralı mezarınsa, mezar odasının 184 185

KSENOPHON, 1974, A.g.e; s. 237 Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 11

52


dışındaki dehlizde, Kralın hizmetinde bulunanlar ellerinde tutukları taslardan zehir içerek seve seve efendilerine diğer dünyada katıldıkları betimlendiği görülmüştür. Ölümden korkma ise Mezopotamya’ya Samiler tarafından getirilmiş ve bugüne kadar kabul görmüştür.) 186 Roma’daki Trayan (bkz: Resim-1-2-3 Trayan (Traianus) Sütunu----Roma) sütununda Traklar ile aynı soydan olan Dak187 asilzadelerinin bir kazanın etrafında toplanmış zehir içtikleri betimlenmiştir. Böyle bir kavimin ruhunun sonsuz kalacağına inanmaları olağandır. Trakların ölmeden önce ruhlarının hayvanlara geçtiğine inanırlardı. Tarihçi Orfevs’e göre bu bakış dinin esasını oluşturmaktadır. Ruh bu vücutlardan (varlıklardan) geçtikten sonra maddelerden (cesetten) kurtulmakta ve Tanrıların yanına ziyafetlere katılmak için ve mutlu bir hayat geçirmektedir. Trakya’da bulunmuş olan yüzlerce mezar aşı üzerinde bu olağan ziyafet sahneleri bulunmaktadır. Bazı Kabileler ise ölümden sonraki hayatın dünyevi hayattan daha iyi olduğuna inanırlardı, yeni doğan çocuklar için matem tutarlar, ölenler için ise şenlikler düzenlerlerdi. Traklar arasında tek başına yaşamayı seven. Bir hayat geçiren keşişler vardı. Bunlar genellikle etyemezler, süt, peynir ve bal gibi gıdalarla geçinirlerdi. Bunlar için evlenmek dahi yasaktı. Traklar’da dini törenleri yapıp yöneten ve tanrılara hizmet de bulunan rahiplerde vardı. Ancak bunlar için fazla bilgi yoktur.188 İlk çağlarda hastalıkların tedavisinde büyü önemli bir rol oynamıştır. Traklar’da da bazı şahıslar bir takım dualarda bulunmak ve büyü formülleri düzenlemek sureti ile hastaları tedavi etmeye çalışırlardı. Fakat bu batıl inanışları yanında Traklar deneyimlere itibar eden bir takım tedavi usulleri ve özellikle bitkilerden yapılan ilaçlar keşfetmişler ve bunları kullanmağa başlamışlardır. Eski çağlar tarihçileri Trak tabletlerinde kullanılmış bir takım bitki isimlerinden söz etmektedirler.189 Trakya’daki tümülüs şeklindeki ölü gömme geleneği hakkında ünlü tarihçi Herodotos, Historia (V,8) adlı eserinde; “...Ölüyü üç gün seyre koyarlar, çeşitli kurbanlar keserler, yanıp yakılırlar ve arkasından büyük bir tören tertiplenir. Sonra gömerler, ölü ya toprağa verilir ya da külleri alınır; bir tümsek yaparlar, çeşit çeşit oyunlar oynarlar, en yüksek kazanç ise teke tek yapılan güreşler için konulan ödüldür...”. diye anlatmaktadır.190 TRAKYA’DA KÜLTLER Paganlık bir dinden çok, ayrı kökenlerden, hatta ayrı kültü düzeylerinden gelen birtakım kült, söylence ve felsefi inanışların gevşek biçimde bir araya gelmiş durumuydu... Paganlığın asıl gücü, her yerde geleneklerin kutsallaştırdığı ve yerel bağlılığın güçlendirdiği antik çağ kültlerini içinde barındırmasıydı... Muhtemelen pagan kişi tüm tanrılara inanıyordu ve yaşamın beklenmeyen olayları karşısında hangi tanrıya gerekiyorsa ona dua ediyor ve adak adıyordu.191 Thrakialılar ilk zamanlar hayvan, ağaç ve kayalara; daha sonra da güneş ve akarsulara tapınım göstermişler. Hellenlerin, Kolonizasyon döneminde (M.Ö. 750-550) özellikle kabileleriyle temasa geçmeleri sonucu, birçok Hellen tanrısı da Thrakialılar tarafından benimsenmiştir. Thrakialılar yabancı tanrıları kendi yerli tanrılarıyla aynı derecede tutmuşlardır. Thrakialıların saygı gösterdiği tek tanrı, Dionysos değildir. Hellen dünyasının yakından tanıdığı savaş tanrısı Ares, haberci tanrı Hermes, Anadolu kökenli olduğu kabul edilen ay tanrıçası Artemis de bulunmaktadır (Herodotos, IV, 33; V, 7.). Herodotos’a göre; Hermes, daha çok Thrakia krallarının saygı duyduğu bir tanrıdır. Thrakia kralları, Hermes’i ataları sayar ve yalnız onun adına ant içerler (Herodotos, V, 7). Ares ise Troia savaşları sırasında Thrakialılara yardım eden tanrı olarak karşımıza çıkar (Hom. Od. VII, 361). Thrakia Ana Tanrıçası olan Bendis’e, yüksek dağların tepelerinde tıpkı Artemis gibi tapınım gösterirler ve onun derecesinde ayinler ve dini törenler tertip ederlerdi. Ayrıca Bendis; dağların, ormanların, bitki ve hayvanların, hatta insanların ve göklerin, yeryüzünün ve yeraltının, bütün kâinatın 186

Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 14 Daçyalılar, Daçlar veya Daklar Traklara bağlı ya da Traklarla ilişkili olduğu bilinen eski bir Hint-Avrupa kavmi. Daçyalılar Karadeniz'in batısında Karpat Dağları'nın etrafında bulunan Daçya bölgesinin antik yerleşimcileridir. Bu alan günümüzün Romanya ve Moldova'sına ek olarak Ukrayna,[5] Doğu Sırbistan, Kuzey Bulgaristan, Slovakya, Macaristan ve Güney Polonya'nın bir bölümünü de içermektedir. 188 Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 15 189 Mansel A. M., 1938, A.g.e; s. 15 190 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 191 Grant, M. (2000). Roma'dan Bizans' A İ.S. Beşinci Yüzyıl. (Z. Z. İlkgelen, Çev.) İstanbul: Homer Kitabevi Ve Yayıncılık Ltd. Şti s. 81 187

53


anası olan Anadolu Kybele’sine de benzetilir. Thrakia insanın hayatı toprağa, ziraata bağlı olduğu için, yeryüzü tanrıçası Demeter’e, karanlıklar tanrıçası Hekate’ye aynı şekilde Bendis gibi tapınım göstermişlerdir. Bendis’in gönlünü hoş etmek, ona kavuşmak ve yaranmak için Thrakialılar, Bendis şerefine ava çıkar; ava çıkış ve dönüşlerde ise at yarışları düzenler, kurbanlar keser ve eğlenceler tertip ederlerdi. Bitki ve bolluk tanrısı sayılan Dionysos Sabazios’a, büyük içki ayinleri düzenlenir. Bu ayinlerde hayvan etleri çiğ çiğ yenilir. Böyle yaparak tanrıya kavuşacaklarına inanırlar. 192 Trakyalılar için olmak üzere iki tane Bendis Şenliği kutlanıyordu. Olasılıkla metoikos statüsüyle Atina’da bulunan Trakyalı tüccarlar tarafından Atina’ya getirilmiş olan Trakya tanrıçası Bendise adanan şenliğin en önemli özelliği katılım için“yalnızca yurttaşlar tanımının olmamasıydı. Trakyalı tapınıcılar ile Atinalıların alayı ayrı olmakla birlikte, ‘Bendideia’ denilen bu şenlik kamuya mal olmuştu. Platon, programda gece yapılan atlı bir meşale koşusunun da yer aldığı Trakyalıların Bendis alayının Atinalıların alayından daha güzel olduğunu yazar.193 Tahıl kültürü tanrısallıkla ve kişisellerştirilmiş çok sayıda sunuluş ile gözüküyor. Tarımın önemi Demeter ve Zeus kültü; bağcılığın önemi ise, Dionysos’un sunuluşu ve aynı zamanda üzerindeki üzüm salkımlarıyla vurgulanır. Antik çağda de tarımın halkın yaşamında büyük önem taşıdığı Thrakia bölgesinde, Zeus’un, hava olayları ve bereketle ilgili olarak en fazla tapınım gören tanrı olduğu, ele geçen birçok adak steliyle (yazılı ve kabartmalı taş), yazıtlarla ve sikkelerle saptanmıştır. Tekirdağ’ın Malkara ilçesinde bulunan bir adak yazılı ve kabartmalı taş parçası üzerinde, sakallı ve üstü çıplak tanrı Zeus’un kabartması yer almaktadır. Araştırmaları yapan sayar, adak stelinin buluntu yeri kesin olarak saptanabilirse; Trakya’nın birçok yerinde olduğu gibi, Zeus’un yerel bir kült yerinin burada da olmasının kuvvetli bir olasılık olduğunu belirtmiştir. 194 Bergula yerleşmesinin lokalize edildiği, Kırklareli’nin Lüleburgaz ilçesi sınırları içinden, İstanbul Arkeoloji Müzeleri denetiminde bulunan bir özel koleksiyona getirilmiş olan bir adak steli üzerinde de, kabartmanın ortasında bir tanrıça (?) ve onun solunda Zeus, sağında ise profilden genç ve miğferli bir erkek görülmektedir. Perinthos (M.Ereğlisi) çevresinde de kültü çok yaygın olan Zeus’a adanmış yazıtsız adak stelleri buluntular arasındadır. Enez Ayasofyası, apsis kemeri üzerinde, kubbenin oturduğu kısımda, beyaz mermer blok üstünde, sol ve sağda iki ayrı yazıt bulunmaktadır. Sağdaki yazıtta “Halk Meclisinin Zeus Tapınağı’nda rahiplik eden, Paumisoğlu Hermias’ın büyük kişiliğinden dolayı onurlandırıldığı” yazmaktadır. M.Ö. 1. yüzyıla tarihlenen bu yazıta göre; mermer blok, bir tapınağa ait olabileceği gibi, Enez Ayasofyası’nin bulunduğu yerde veya yakınında bir tapınak binasının varlığına kanıt olabilceği düşünülmüştür. Hadrianopolis şehrinin içindeki binaları da sikke tasvirlerinden öğrenilebilmekteyiz. Bu sikkelerin birinde; cephesinde dört sütunu olan alışılmışın dışında piramidal çatı taşıyan tapınak görülür. Bu tapınakta bulunan tanrı heykeli, bize bunun Zeus Tapınağı olduğunu gösterir. Söz edilen ‘Zeus kültü’ ile ilgili buluntular dışında, Tarakya’da farklı isimlerle de ‘Zeus kült’leri saptanmıştır.195 TRAK TANRILARI VE ANA TANRIÇA Haskovo Şehrinden birkaç kilometre uzaklıkta, Kasnakovo Köyünün topraklarında, Afrodit ve perilerine adanmış trakların roma döneminden en ilgi çekici kutsal alanlarından biri bulunmaktadır. Bu M.S. 2.y.y.’da Roma ordusunun Trakyalı gazisi Titus Flavius Beytyukent Esbenerios ve eşi Klavdiya Montana’nın karşı mineral kaynaklarının yakınında inşa edilmiştir. Arkeolojik araştırmalar kaynakların daha M.Ö. 1 y.y’nın başında Traklar için kutsal olduklarını göstermektedirler. Kazılar sırasında bulunan yazılar, sadece kutsal alanın büyük kompleksini inşaat edenin adını açıklamak ile kalmıyor, aynı zamanda bunun Afrodit ve perilerine adanmış olduğunu da gösteriyor. Kemerler ile donatılmış mineral kaynakları ve kült binalar içinde amfitiyatro dâhil birçok bina bulunan büyük kompleksin bir parçasıdır. Hıristiyanlık kutsal alanın hatırasını silememiş ve hatta kendi ihtiyaçları için kullanmıştır. Burada eskiden küçük bir kilise varmış ve bu kilise çok zaman sonra yıkılmıştır. Ancak günümüzde bile insanlar Rabbin Yükselmesi (Paskalya’dan 40 gün önce, yani Spasov den) hıristiyan bayramının kutsal kaynağına toplanıyorlar, kuzu Güçlü, H. (2006). Tekirdağ Çevresi Pişmiş Toprak. Edirne: T Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü Üreten, H. (2017). Geçmişten Günümüze Göç "Metoikoslar: Antikçağın Göçmenleri". Samsun: Adnan Menderes Üniversitesi - Aydın 194 (Güçlü, 2006) A.g.e. 195 (Güçlü, 2006) A.g.e 192 193

54


kurbanları veriyorlar, hediyeler getiriyorlar, kaynağa demir para atıyorlar ve mumlar yakıyorlar. Doğu Rodoplarda kayalarda oyulmuş çok ilgi çekici kutsal alanlar bulunmaktadır. Dolmenler Ostır Kamık, Bryagovo ve İvanovo Köylerinde ve Macarovo Belediyesinin Dolni Glavanak Köyünde belgelenmişlerdir. Gökyüzüne çıkış Trakların törenlerinin ayrılmaz parçadır ve ruhsal temizlenme ve yükselişin sembolüdür. Onikinci basamaktan sonra düzlenmiş alan bulunur ve merdiven doğru çapta batıya dönmektedir. Onüç dik basamaktan sonra Meriç ve Arda nehirlerinin vadilerinin manzarası ve batıda ise – St. Marina tepesi göz önüne gelir. Kayalığın tepesinde, sürekli su ile dolu 3,20 uzunluğu ve 3 metre genişliği ile dört çaplı havuz oyulmuştur. Havuzun güney ve kuzey kısımlarından, üzerinde kapak veya odun ızgara bulunan oluklar konulmuştur. Kutsal alanı araştıran arkeologlara göre, merdiven ve havuz, tepeye kilisenin inşa edildiği zaman Ortaçağ’da yapılmışlardır. Şimdilik yapılan arkeolojik araştırmalardan alınan bilgiler, kült faaliyetleri ve tapınak işlemleri geç kalkolitik döneminde, erken demir çağında, roma döneminde ve Ortaçağ’da burada olduklarını gösteriyorlar. Bu kayalıkların tepelerinde bazıları yivli, bazıları yivsiz, daha küçük boyutlarda havuzlar oyulmuştur. Kutsal alanın her hangi tepesinden güneybatıya dürbün ile bakıldığında ağaçlıklarda, bazı yerlerde başka kayalıklar görünmektedir. Bunların birinde üç şerit görünmektedir ve bu kutsal alanın, buraya kadar tarif edildiğinden çok daha büyük olduğunu gösterir. “Gluhite Kamıni” (Sağır taşlar)ın birinde güneşli tekne görüntüsü bulunmaktadır. Folklor ve diller, halkların, nesillerin ve dinlerin değişmesinde bile bilgileri, inançları ve törenleri koruma özelliğine sahiptirler. Bölgede yaşayan insanların kültürel hafızası şaşırtıcı derecede çok bilgiyi korumuştur, yeterki bunları tanıyabilelim ve mozaik parçalarını birleştirebilelim. Açıklamaya Malko Gradişte ve Vılçe Pole Köyleri ve St. Marina Tepesi ile başlamak tesadüf değildir. “Gluhite Kamıni” (Sağır taşlar)ın bölgesinde yaşayan insanların halk kültüründe Trakların mirasının en önemli göstergesi Malko Gradişte Köyünün korunmuş geleneklerdir. Bu geleneklere göre, köyün ev sahibi kuyuların birinde yaşayan kış St. Atanas’dır. Gece yarısından sonra köyü dolaşır ve insanlar onu, at sesinden ve taşıdığı dekorların sesinden tanır. Onun onuruna boğa veya koç kurban edilir. Kurban, yaşadığı kuyunun yanında yapılır ve hayvanın kanı su kaynağının temeline akıtılması son derece önemlidir. Onun bayram günü olduğu 18 Ocak’ta aziz kış giysisini çıkartır ve ipek gömleğini giyer, kutsal alanın tepesine çıkar ve kışa gitmesini söyler. İnsanların söylediğine göre, St. Atanas kış güneşinin efendisidir ve bundan dolayı onun bağırışından sonra gün uzamaya başlar ve yıl yaz mevsimine dönüşür. Kardeşi St. Anton ile demircilerin ve nalbantların koruyucularıdırlar. Hatta St. Atanas’ın köpeğinin pençelerine bakarak demirci kerpetenlerini onun ortaya çıkardığı anlatılıyor. İki azizin günlerinde fasulye ve mercimek yemek yasaktır. Antik yazarlara göre, fasulye orphicler için yasak yemektir ve yün giysiler de yasak giyeceklerdir. Azizin görüntüsü, yeni yıl döngüsünün başında ana töreni yapan ölümsüz kralrahip’in inancına miras kalmıştır. Lalapaşa’daki Tahirağa çalılığında çok iyi korunmuş bir peysajla temsil edilen ve özellikleri bakımından da çok görkemli olan bir dolmen bulunuyor. Bu dolmen bize genelde bu anıtların aralık süreciyle odaklaştığını, en kısa günde güneşin ufuktaki hareketleriyle ilişkili olduklarını ve aynı zamanda gece olduktan sonra da belirli takım yıldızlarla özdeşlik kurduğunu gösteriyor. Bunlardan biri Orion, diğeri de Trakların kutsal takım yıldızı olduğunu bildiğimiz Lir takım yıldızı. İkisi de aralık ve ocak ayları itibariyle güney ufkunun en parlak takım yıldızları. İlginç mitolojik ve ezoterik açılımları da mevcut. Bu dolmenin peysaj oluşumu da ilginç olup, rastlantısal bir konuma sahip olmadığını ve tamamen jeomantik prensiplere göre yerinin tayin edilerek yapıldığını gösteriyor.196 Esasında dolmenlerin genel niteliği itibariyle sadece bir mezar anıtı olmanın ötesinde bir tür dönüşümün, bir reenkarnasyon sürecinin ve ana tanrıça kültüyle bütünleşen bir kutsal oluşumun simgesi olduğunu anlayabiliyoruz. Dolmenlerin direkt olarak ana tanrıça kültüyle ilişkisi var. Trakların dinsel kimliğinde ana tanrıça çok önemli.197 Helen kültürü ve dini Trakya bölgesine girmiş, diğer yandan ise Traklar en çok din alanında Hellen uygarlığı üzerinde etkide bulunmuşlardır.198 Yunanlılarla Traklar arasında kültür ilişkileri hiçbir zaman eksik olmamış, bu ilişkiler sayesinde bir taraftan Yunan Uygarlığı Trakya’ya girmiş, diğer taraftan Traklar Orpheus mitinden de anlaşılacağı üzere, en çok din alanında Yunanlılar üzerinde etkilerde bulunmuşlardır. (Beksaç, 22 Nisan 2009) A.g.e. (Beksaç, 22 Nisan 2009) A.g.e. 198 (Sarıkaya, B;2009, A.g.e.: s. 9) 196 197

55


Trakya’da Yunan etkisinin yanında İskit etkileri dahi önemli bir alan işgal etmektedirler. İskitler yalnız kültürel etkilerde bulunmakla kalmamışlar, birçok kereler güneye inerek Trakya’ya girmişler ve Traklar ile ırk olarak dahi kaynaşmışlardır. Ölüleri kırmızıya boyamak, erkeğin yanına atını dahi gömmek ve diğer İskitlere has bir takım geleneklerin, M.Ö. VI. ve V. yüzyıllara tarihlenen Trak mezarlarında yapılan kazılarla mevcut olduğu anlaşılmıştır. Arkaik Dönem boyunca göçler, kolonizasyon ve çeşitli kavimlerin saldırılarına maruz kalan Trakya bu dönemden sonra tamamıyla Yunan Kültürünün etkisi altına girmiştir. Terkos gölü civarında bulunmuş Kybele yazıtı ile Küçük Çekmece’de bulunan Meter Mamuzenos’a adanmış olan bir adak steli, bu çalışmada Trakya’da bulunmuş Ana Tanrıça kültüne ilişkin epigrafik buluntu içeren iki eser olarak yer almaktadır. Ana Tanrıça’ya antik Yunanistan ve Roma’ya ait şiirlerde, övgülerde, dinsel anıtlarda rastlanmakla beraber, O’nun asıl yurdu Anadolu’dur ve Tanrıça’nın en karakteristik özellikleri ise Phrygia’da (Marmara Ereğlisi) biçimlenmiştir. İnsanların tanrıçaya bağlılıklarını gösteren bulgular, MÖ 1. binyılın erken dönemlerinden, MS 5. yüzyılın sonlarına kadar uzanmaktadır. Trakya’da yapılan araştırmalarda Tanrıça ile ilgili iki epigrafik buluntu dışında arkeolojik buluntulara da bilinmektedir. Marmara Ereğlisi’nin (Perinthos) 15 km kadar kuzeybatısındaki Çeşmeli Köyü’nde Roma Devri’ne tarihlenen, Kybele’ye adanmış yazıtsız adak stelleri bulunmuştur. Kybele kültü ile ilgili arkeolojik buluntulara Lüleburgaz, Kırklareli ve Perinthos’ta (Marmara Ereğlisi) rastlanmıştır. Lüleburgaz’ın Yukarı Sarıçalı Köyü’nde 1960 yılında bulunmuş ve bugün Edirne Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte olan MS III. yüzyıla tarihlenen, mermer bir parça üzerinde, niş içerisinde, başında polos bulunan Kybele ayakta tasvir edilmiştir. Kırklareli’nin Midye (Salmydessos) Köyü’nden geldiği tespit edilen ve Kırklareli Müzesi’de korunmakta olan üzerinde Kybele tasviri yer alan stel, oldukça kötü durumdadır. Ana Tanrıça betimleri Trakya’da sikkelerde de yer almıştır. MS 244-249 yıllarına tarihlenen Bizye sikkesinde ve III. Gordianus (MS 238-244) Dönemi’nde Perinthos (Marmara Ereğlisi) sikkesinde arka yüzde Ana Tanrıça kullanılmıştır. Trakya’da Kybele betimli adak stelleri ve heykelcikleri bilinmesine rağmen Kybele yazıtı içeren tek yazıt Terkos gölü civarında bulunmuş olan adak taşıdır. Antik kaynaklardan Trakya’da iki Aphrodite tapınağının varlığını öğrenmekteyiz. Mytilene kolonisi olan Sestos’da ise şehir surları içinde bir Aphrodite Tapınağı ve Aphrodite ile Adonis onuruna bir festival yapıldığı bilinmektedir Hadrionopolis, Bizye ve Perinthos(Marmara Ereğlisi) şehir sikkeleri de bölgede Aphrodite kültünü destekleyen nümizmatik buluntular olarak gösterilebilir. Septimus Severus Dönemi (193-211) Hadrianopolis sikkesinin arka yüzünde çıplak Aphrodite yer almaktadır. Trakya’da ayrıca adını Aphrodite’den alan bir yerleşim bilinmektedir. Aphrodisias adlı yerleşim Gelibolu Yarımadası’nın kuzeyinde Paktya ile Kardia arasında yer almaktadır. Herodotos (VII, 58) yerleşimden Agora olarak söz etmiştir. Trakya kentlerinden Ainos, Bisanthe, Bizye, Byzantion ve Hadrianopolis’te basılmış olan sikkeler Apollon kültüyle ilgili nümizmatik buluntular olarak gösterilebilir. MÖ 280-200 yıllarına tarihlenen bir Ainos sikkesinde ön yüzde, Apollon, arka yüzde bir keçi, MÖ 280 sonrasına tarihlenen bir Bisanthe sikkesinde, ön yüzde Apollon başı, arka yüzde tripod, MÖ 3. yüzyıla tarihlenen Byzantion sikkelerinde ön yüzde Apollon başı vardır. Septimius Severus Dönemi’nde basılmış olan bir Bizye sikkesinde (MS 198211) çıplaktır, sağ elinde patera, sol elini ise omphalosa dolanmış yılana doğru uzatmış, III. Gordianus (MS 238-244) Dönemi’nden bir Hadrianopolis sikkesinde de, arka yüzde ok atan Apollon bulunmaktadır. Barbaros’ta bulunmuş olan adak steli bölgede Apollon Pytheon kültünü belgelemektedir. Çalışmada incelenen Tepeköy’de (Şarköy-Doluca Tepe) eski bir binanın duvarına inşa edilmiş durumda bulunan yazıttaki Toronte epithetonu ile ilk kez Apollon Torontenos belgelenmiştir.199 Elaueus, Bizye, Perinthos ve Hadrianopolis’te basılan sikkeler de bölgede Artemis kültünü destekleyen nümizma tik buluntular olarak gösterilebilir. MÖ 350- 281 yıllarına tarihlenen Elaueus’da basılan sikkelerden birinde ön yüzde Artemis, arka yüzde arı bulunur. Bizye sikkesinde ön yüzde Marcus Aurelius’un eşi II. Faustina’nın büstü, arka yüzde ise Artemis ok ve yaylarıyla görülmektedir. Aurelius (MS 161-180) Dönemi’nden bir Perinthos sikkesinde ve III. Gordianus (MS. 238-244) Dönemi’nden bir Perinthos sikkesinde arka yüzde Artemis bulunmaktadır. MS 198-217 yıllarına tarihlenen bir Hadrianopolis sikkesinde, ön yüzde Caracalla büstü, arka yüzde de Artemis bir boğa üzerinde elinde savaş aleti tutmaktadır. Tanrıça Artemis’in Trakya’da “Artemis Bendis” olarak da tapım gördüğü bilinmektedir. Genellikle Artemis, Hekate ve Persephone ile özdeşleştirilen Trak tanrıçası Bendis’in Trakya’da Aşağı Hebros dolaylarında bir Bendideion’u bulunduğu bildirilmektedir. Hadrianopolis’te (Edirne) bulunmuş Theos Asklepios ile Asklepios ve Hygeia adanmış 199

(Sarıkaya, B; 2009, A.g.e; s. 82)

56


adak yazıtları ile Apri’de bulunmuş Asklepios’a adak yazıtlı kaide bölgede Asklepios kültünün varlığını gösteren epigrafik buluntulardır.200 Tapınakları genellikle ormanlarda, su kenarlarında, yeraltı maden suyu kaynakları civarında yapılmıştır. Asklepios’un tapınaklarında rahipler aynı zamanda doktordur. Hasta olan kişi, organ biçiminde pişmiş topraktan yapılan adak sunularıyla sağlık tanrısından şifa dilemektedir. Antik dönemde kullanılan organ biçiminde bu adak heykelcikleri, Asklepios kültünün bir parçası olup, hasta olan organların bağışlanması şeklinde de yorumlanmıştır. Asklepios’un tapınaklarında hastaların tedavisi uyutularak yapılmakta, hasta uykusunda kendisine verilecek ilacı Asklepios’tan öğrenmekte ve bu ilacı tarif edildiği gibi kullandığında iyileşebilmekteydi. Taburcu edilen hasta “şu ilaç benim falan hastalığımı iyileştirdi” şeklinde bir ifadeyi bir taş stel üstüne yazdırarak duyurmak zorundaydı. Aynı zamanda Asklepios’un elçisi görevinde olan rahiplerin gerçek anlamda tıbbi müdahaleler de yaptığı bilinmektedir. Bu çalışmada incelenen, Aproi-Germeyan Köyü’nde bulunmuş olan Asklepios adak yazıtlı kaide bölgede Asklepios kültünü ispatlayan epigrafik buluntu olmasının yanı sıra üzerinde bulunan heykelden dolayı da arkeolojik buluntu olarak da gösterilebilir. Heykel kırılarak kaybolmuştur. Heykel kalıntısının solunda bir de küçük bir çocuğun bileklerinden itibaren ayakları görülmektedir ve Asklepios’un çocuklarından biri olan Telesphoros’a ait olabileceği ileri sürülmüştür.201 2001 yılında Tekirdağ’a 15 km. uzaklıktaki Heraion Teikhos kazılarında, Akropol surları içerisinde devşirme malzemelerden yapılmış büyük mermer bir avlu ve onun etrafını çeviren duvarlar bulunmuştur. Mermer avluda, bazı tıp aletleri (ameliyat malzemeleri), pişmiş toprak adak figürinleri ve ilaçlar tespit edilmiştir. Söz konusu buluntular, burasının bir sağlık merkezi olduğu düşüncesini güçlendirmiştir. Bu yapının, tapınağı ve hastanesi olan, hem de rahiplerin doktor olarak çalıştıkları, Bergama Asklepionu gibi bir merkez olabileceği kanısına ulaşılmıştır. Heraion Teikhos sağlık merkezi, kazıda bulunan Kral Reumaterkes adına basılan sikkeye dayanarak MÖ 1. yüzyıl sonuna, çanak çömlek parçalarına göre MÖ 1. ve MS 1. yüzyıllar arasına, adak figürinlerine göre MS 1. yüzyıla tarihlendirilmişlerdir. Buranın MÖ 1.yüzyıl sonunda var olan ve MS 1. yüzyılda da aktif olarak çalışan bir tedavi merkezi olduğu belirtilmiştir. Bizye, Perinthos ve Hadrianopolis kent sikkeleri de Trakya’da Asklepios kültünü destekleyen nümizmatik buluntular olarak gösterilebilir. MS 161-166 yıllarına tarihlenen Bizye şehrinin bir sikkesinde, arka yüzde Asklepios bir sedir üzerinde yarı uzanmış durumda ve bir eliyle Hygeia’nın omzundan tutmuştur. Ön yüzde İmparator Septimius Severus’un (MS 193- 211) olduğu Perinthos sikkesinde, arka yüzde Asklepios elinde yılanla görülür. Hadrianopolis sikkelerinde arka yüzde Asklepios ve Hygeia veya III. Gordianus (MS 238244) Dönemi’nde Asklepios elinde yılanlı asasıyla görülmektedir. Adı sağlık anlamına gelen Hygeia, hekim tanrı Asklepios’un kızı ve yardımcısı olarak bilinir. Hygeia yalnız hasta insanlara değil, hayvanlara da bakar, hastalıklarına ilaç bulur. Sağlıkla ilgili olan tüm tanrılar gibi, O da yeraltı simgeleri taşır ve özellikle de yılanla birlikte gösterilir. Bu çalışmada değerlendirilen, Silivri’ye bağlı bir yerleşim olan Eski Ereğli’de (Gümüşyaka) bulunmuş olan Thea Hygeia’ya adanmış bir adak yazıtı bölgede Hygeia kültünü destekleyen yazıt buluntudur. Bizye ve Hadrianopolis’de basılmış olan sikkeler de bölgede Hygeia kültünü destekleyen nümizmatik buluntulardır. Bizye sikkesinde ön yüzde II. Faustina’nin büstü, arka yüzde de Hygeia sağ elindeki yılanı beslemektedir. Antoninus Pius (MS 138-161) döneminden itibaren Hadrianopolis kentinin sikkelerinin arka yüzlerindeki en belirgin tipler arasında Hygeia da vardır. Hygeia, Hadrianopolis kenti sikkelerinin arka yüzlerinde de en belirgin tipler arasında yer alır. Çalışmada değerlendirilen, Tekirdağ’da bulunmuş Zeus Soter ve Athena Neikephoros için adanmış ve Zeus Soter, Athena Nikephoros ve Apollon Pytheon için adanmış iki adak steli, bölgede Athena kültünü destekleyen epigrafik buluntulardır. Athena bu yazıtlarda, Zeus ve Apollon ile birlikte tapım görmüştür. Ainos kazılarında 1989 yılında kale içinde yapılan çalışmalarda bulunan ve MÖ5. yüzyıla tarihlenen Athena’ya ait olduğu düşünülen pişmiş toprak figürin başının bölgede Athena kültüyle ilgili arkeolojik buluntu olarak gösterilebilir. Lysimakhia, Bisanthe, Bizye, Perinthos ve Hadrianopolis şehir sikkeleri bölgede Athena kültüyle ilgili nümizmatik buluntular olarak karşımıza çıkmaktadır. MÖ 309-220 yıllarına tarihlenen Lysimakhia şehrinin bir sikkesinde ön yüzde miğferli Athena, arka yüzde aslan, MÖ 280 yılına tarihlenen bir Bisanthe sikkesinde, ön yüzde miğferli Athena, arka yüzde baykuş bulunmaktadır. Bizye sikkesinde, ön yüzde I. Philippus’un büstü, arka yüzde miğferli ve sağ elinde patera tutan Athena yeralır. Perinthos sikkelerinde Athena arka yüzdedir. Ön yüzde Gordianus, arka yüzde bir elinde patera, diğer elinde de 200 201

(Sarıkaya, B;2009, A.g.e; s. 84-85) (Sarıkaya, B;2009, A.g.e; s. 86-)

57


kalkan ve mızrak ile Athena veya ön yüzde İmparator Geta (209-212), arka yüzde Athena vardır. Hadrianopolis sikkesinde ön yüzde, III. Gordianus’ün büstü, arka yüzde de Athena mızrağıyla birlikte görülmektedir. Bazı düşüncelere göre Dionysosçu hareketin çıkış noktası Trakya (veya Frigya) idi. Yunanlılara göre Dionysos Trak dilinde, “Sabazios” ve “Sabos” olarak isimlendirilmişti. Dionysos ile özdeşleştirilen Sabazios’un, Thrak-Phryg tanrılarından biri olduğu bilinmektedir. Sabazios kültünün ise, MÖ V. Yüzyılda Dionysos ve Orpheus misterleriyle birlikte Atina’da varlığını sürdüren bir kült olduğu bilinmektedir. Dionysos, Yunan dünyasındaki modelinden farklı olarak, Trakya’da kâhinlik ile de ilişkilendirilmiştir. Ainos’dan 1981 yılı kazılarında bulunan bir Satyr figürini bilinmektedir. Yerleşimden Satyr ve Mainad resimlerinin yer aldığı seramikler de Dionysos kültünün varlığını destekleyen arkeolojik buluntu olarak gösterilmektedir. Alopekonesos, Perinthos ve Hadrianopolis sikkelerinde Dionysos tipleri kullanılmıştır. MÖ 300 yılına tarihlenen Alopekonesos sikkelerinde, ön yüzde Dionysos başı arka yüzde ortada kantharos ve üzüm salkımı kullanılmıştır. Traianus dönemi (MS 98-117) yılları arasına tarihlenen Perinthos sikkelerinde arka yüzlerde Dionysos ayakta çıplak, sağ elinde kantharos, sol eliyle de thyrsos, solunda panter veya önünde bir yıldız ile Dionysos sola dönük ayakta betimlenmiştir. MS 138-217 yıllarına tarihlenen Hadrianopolis sikkesinde Dionysos ön yüzdedir.202 Dionysos Kallon: Taşlıklıoğlu, antik kaynaklardan birinde “mutatio callum” (konaklama yeri) olarak geçen bir yer isminden bahsederek sıfatının bu yer isimleriyle bağlantısını kurmaya çalışmaktadır. Bu kaynakta bahsedilen yerin Trakya’nın Marmara kıyılarında, Selymbria (Silivri) ile Athyria (B. Çekmece) arasında olduğu belirtilmiştir.203 Trakya’da Hera kültünü epigrafik olarak belgeleyen iki yazıt saptanmıştır. Tanrıça, ‘hieromnemon’luk görevi yapmakta ve Dionysos Kallon ile birlikte tapım görmektedir. Tanrıça Hera'ya adanmış tapınak veya kutsal alanlara ‘Heraion’ denilmekteydi. Ainos’da (Enez) kazılarında bulunan kırık pişmiş toprak bir figürin olasılıkla Hera figürini olarak değerlendirilmiştir.204 Zaman’ı temsil eden Kronos ile toprağı temsil eden Rheia’nın kızı, Zeus’un ise hem kız kardeşi hem de karısıydı. Hera’ya atfedilen tapınaklar genelde otlaklarla çevrili, denize yakın nehir ağızlarında, akarsu boylarında inşa edilirdi. Hera’ya sunulan adaklar arasında ise pişmiş topraktan yılanlar, boynuzlu hayvan figürleri, buzağılar, ayrıca iri gözlü, üzeri spiral ve meander (nehir akışı) motifli insan biçimli idoller sayılabilir. Hera’nın Trakya’da, Yunan dünyasından ayrı bir tapımı olsa gerek ki, modern bilim dünyasında bu, Trakya Herası (Hera in Thracia) olarak adlandırılmıştır.

202 203 204

(Sarıkaya, B. 2009, A.g.e; s. 91-92) (Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 92) (Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 93)

58


Trakya Herası’nın, Yunan Herası’ndan farklı özellikler taşıdığı kabartma eserlerinden de anlaşılmaktadır. Trakya Herası’nda dikkati çeken özellikler, Kybele gibi, başında örtüsü, üzerinde tüm bedenini örten giysisi ve bunun dışında sağ elinde asası, sol elinde ise bir çanak tutmasıdır. Bu çanağın altında genelde bir sunak bulunmaktadır. Kabartmaların çoğunda, yanında, belden aşağısı örtülü, sağ elinde asası, sol elinde çanak ve bunun altında simgesi olan kartalla betimlenen kocası Zeus yer almaktadır. Bu kabartmalarda Trakya Herası’nın kadını simgelemesi yanında, tarım kültüyle de ilgisi olduğu anlaşılmaktadır. Kuşkusuz, bereketle olan bağı hem kadını hem de toprağı bağlamaktadır. Bunun dışında, tarımın çoğunlukla kadınlar tarafından yapıldığı Trakya’da, tapım gören kadın tanrıçalar arasında kadını, toprak anayı ve bereketi simgeleyen ve bölgede Neolitik dönemden (M.Ö. 6500-3000) itibaren izi görülen Kybele’nin; toprağı ve tohumu simgeleyen Demeter’in; kadını simgeleyen Artemis’in; savaş ve bilgelik tanrıçası Athena’nın, Bendis’in, ayrıca sağlığı simgeleyen Hygeia’nın da yeri olduğunu görmekteyiz. Bu tanrıçaların toprak ve suyla (Hygieia’nın şifalı sularla) bağıntıları olduğu da bilinmektedir. Bunlara paralel olarak, Tekirdağ, Marmara Ereğlisi yakınlarında bulunan ve M.Ö. 5200 yılına tarihlendirilen Toptepe Höyüğü’nde, yüksekliği 1 m kadar olan ve içinde tohum saptanan kadın biçiminde boya bezemeli büyük bir kabın bulunduğunu da belirtmekte yarar vardır.205 Hera’nın Trakya’da, örneğin Doğu Trakya’da tarımla olan ilgisinde bölgedeki zengin akarsu kaynaklarının da etkisi olmalıdır. Bölgedeki nehirler için eskiçağ yazarlarında önemli aktarımlar bulunmaktadır. Bunlar arasında konumuz olan Hera ile ilgili bir bilgiyi Herodotos’da bulmaktayız. Doğu Trakya’da Perinthos (Marmara Ereğlisi) yakınında, adını tanrıçadan aldığı anlaşılan, Heraion adlı bir kentin olduğunu da öğrenmekteyiz. Hera’nın bölgede neden bu denli etkin olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü toprağın bereketli olmadığı yerde, bereketini taşıyan tanrı ve tanrıçaları da olamazdı. Genel olarak Trakya bölgesinde, insanların Neolitik çağdan itibaren yerleşik hayata geçip, toprağı ekip biçtikleri ve besinlerini sağladıkları, M.Ö. II. binden itibaren ise bölgeye Asya’nın kuzeyinden ve Kafkas’lardan gelen önemli göçün yaşanmasının yanı sıra Ege kültürüne ait ticari izlerin bulunduğu modern çalışmalarda belirtilir. Trakya bölgesi, çetin hava koşullarına karşın, bereketli topraklara, otlaklara ve zengin bitki örtüsüne sahiptir. Eskiçağ yazarları da bu bilgileri kayda geçirmişlerdir.206

Sofya Arkeoloji Müzesi’nde bulunan, soldan sağa doğru simgeleriyle Hermes, Hera, Zeus, Athena ve Herakles’in betimlendiği bir kabartma (olasılıkla M.Ö. III. yy.)

205 206

Sandalcı, S., & Sandalcı, S.. Trakya Herası. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 14-26 Cilt 8 Sayı 2 (Sandalcı & Sandalcı, Aralık 2006 A.g.e

59


Resim3 Philopolis’de bulunan, ellerinde kase tutan Hera ve Zeus’un bir arada bulunduğu mermer iki kabartma (olasılıkla M.Ö. III. yy.)

Resim 4 : (Sağda) Zeus ve Hera’ya ait bir kabartma

*Trak atlısı: Trakya’da tapım gören en önemli tanrıların başında gelen, ancak karakteri tam olarak açıklanamamış olan HEROS ya da Trak atlısı, bölgede bulunmuş olan yazıtlı-yazıtsız adak yazıtları ve tespit edilen kutsal alanları ile bilinmektedir. Bu çalışmada Heros adı geçen 16 yazıt saptanmış olup, bunlardan 3 tanesi Arkadiopolis’ten (Lüleburgaz), Selymbria (Silivri) ve Maksutlu Köyü’nden (Tekirdağ) bulunmuş sadece Heros adı geçen yazıtlardır. Diğer yazıtlarda Heros farklı epithetler ile karşımıza çıkmaktadır. Bunların yanı sıra, atlı kahraman Apollon’la da özdeşleştirilmiştir. At sevgisinin, Traklar arasında yaygın olduğunu, Traklar’ın özellikle cenaze törenleri sırasında, at yarışları, spor müsabakaları düzenleyerek, bu yarışlarda başarı gösterenlerin ödüllendirildiklerini ve onların bu başarılarından dolayı kahramanlaştırıldıkları ve bir tapınım unsuru haline geldiği düşünülmektedir. Trak süvarilerinin becerisinden, savaşlardaki başarısından Homeros (Il, X, 434 vd.) ve Herodotos (V, 8-9; VII, 110-11) da söz eder.207 Trak atlısı olarak belirtilen kabartmalar çok geniş bir coğrafyada karşımıza çıkan ve özellikle de bronz çağı sürecinde şekillenip zaman içinde değişimlere uğrayan bir güneş kültünün parçaları. Trakya’da daha çok Trakların yaşam alanı dışında kalan bu bölgede enporiumlarda ve kolonilerdeki halkın kutsamış olduğu bir kült objesi ve çok sayıda da örneği mevcut. Trak yorumuyla baktığımız zaman da gördüğümüz gibi, ölümsüzlüğe gidişle ilintili sembolik bir boğa avı sahnesi olarak karşımıza çıkıyor. Trak inanışlarında boğa, ölüm ötesiyle ilintili bir sembol olarak belirginleşiyor.208 Trakya’ya özgü bir tanrı olan Heros (Atlı tanrı), Anadolu’da farklı isimlerle tapım gören atlı tanrılardan farklı özellikler taşır. L. Robert, Trak süvarisinin kesinlikle sıradan bir Atlı Tanrı olarak düşünülmemesi gerektiğini belirtmiştir. Atlı Tanrı’nın en erken tasvirlerine, Kuzey Bulgaristan’da bulunmuş olan MÖ 4. yy’a tarihlenen Lukovit hazineleri ve Letniza köyü yakınlarında bulunmuş olan hazinelerdeki gümüş kaplar üzerinde rastlanmıştır. 207 208

Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 94 (Beksaç, 22 Nisan 2009) A.g.e.

60


Resim 2--Tekirdağ Müzesi

Resim 3- Tekirdağ Müzesi

Bölgede ele geçen tasvirlerinde at üzerinde betimlenen tanrının, bitkilerin yeniden canlanması ve öbür dünyayı temsil ettiği düşünülmüştür. Tanrının, çoğunlukla bir sunak, yaban domuzu, ağaç, yılan ve bir köpekle birlikte tasvir edilmesi ve bütün bu betimlemelerin yeraltı ya da öbür dünyayla ilgili olmaları da tanrının bu niteliği taşıdığı kanısını kuvvetlendirmektedir. Heros Trakya’da bazı bölgelerde ve yerleşimde, farklı epithetlerle tapınım görmüştür. Bunun nedeni her yerleşimin kendi özel beklentilerinin ya da yaşadıkları yerin isimlerinin farklı olmasıyla ilgili olmalıdır. Böylelikle, işlevlerine göre eklenen yerel epithetonlarla yeni tanrılar yaratılmıştır. Trak süvari kompozisyonunda, genellikle sağ yönde ilerleyen bir atlı ile stelin sağ köşesinde bir sunaktan ve onun arka planında yılan sarılı bir ağaçtan oluşmaktadır. Koşan atın ya da süvarinin yanında bir ya da birkaç köpeğin bulunduğu, sonra ise bir köpeğe saldıran veya kaçan bir domuz ya da başka bir av hayvanının, örneğin bir tavşan ya da arslanın, atların bir köşesinden fırlayarak bir Trak süvarisinin mızrağına hedef olduğu da gözlenmiştir.209 Taşlıklıoğlu, Trak sanatçılarının, Trak süvarisini, mezar stellerinde tasviri yapılan kahramanlaştırılmış ölüyle asimile ettiklerini ileri sürmüştür. Grekler’in Heros (Kahraman) tipini canlandıran “Atlı tanrının” da bir Trak süvarisinden farksız olduğu tespit edilmiştir. Bu Heros tipinde de, Trak süvarsini temsil eden stellerde görüldüğü gibi, kompozisyona tamamlayıcı olarak eklenen köpek, sağ köşede altar ve onun arka planında yılanlı ağaç gibi tasvirler, bu iki ayrı kültün unsurlarının kolaylıkla birleşmelerini sağlamıştır. Bunun sonucunda ise, gerek Heros, gerekse Trak süvarisi belli bir dönemden sonra, Traklar’da aynı tapınımı görmüş olduklarından birbirlerinden ayrıştırılmalarında zorluk çekilmiştir. Trak yerli sanatçıları, Trak süvarisinin tasvirini mezar stellerine uygulayarak, kahramanlaştırılmış ölüyle bir tutmuşlardır. Bu şekilde dörtnala koşan bir Trak süvarisiyle, duran ya da yavaş ilerleyen bir süvari kabartması yer değiştirmiştir. Bazı tasvirlerde süvarideki mızrak yerini pateraya bırakmıştır. Bu da başarısı için dilekte bulunan süvarinin, adağını yerine getirmek üzere sunağa doğru ilerlemesi olarak yorumlanmıştır. Trakya’da Heros’a adanmış ancak henüz yayını yapılmamış çok sayıda stel bilinmektedir. Midye ve Şarköy stelleri bunlardan ikisidir. Karadeniz kıyısındaki antik liman kenti Salmydessos'dan (Midye) üst yarısı kırık bir mermer stel bilinmektedir. Sahnede üzerinde soldan sağa hareket eden bir atlı, atın altında bir köpek, karşısında bir yaban domuzu ve bir kurban sunağı, sunağın arkasında da yılan sarılmış bir ağaç şeklinde Atlı Tanrı konusu işlenmiştir. Kabartmanın altındaki bir satırlık yazıt olduğu belirtilmiş, ancak yayınlanmamıştır. Sunağı yapan kişinin adının yer aldığı ve bu steli Atlı Tanrıya hediye olarak sunduğu belirtilmiştir. Şarköy’de Doğan Küçük kolleksiyonundaki eserler arasında da Trak Atlı Tanrısı’na adanmış iki stel bilinmektedir. Stellerden bir tanesinin sadece üst yarısı kalmış olup, kabartmasının üzerinde "Uğurlu olsun" yazısı okunmuştur.210 Trakya bölgesinin en önemli tanrısı olan Heros’a (Atlı Tanrı), kendi adının yanı sıra birde farklı epithetlerle tapınıldığını görmekteyiz; kelime anlamı “önder” ya da “şehri kuran kral, soylu kimse” anlamına da gelen “Arkhagetos” isimlendirilmesi ile “işiten, duyan” anlamında kullanılan “Epekoos” epithetiyle ve 209 210

Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 95 Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 99

61


gemilerin karaya çarpmasını engelleyen ve “nehir ya da boğaz” anlamına gelen “Stoma” sözcüğünden türeyen “Stamianos” epithetleri Atlı Tanrı’nın bu çalışmada tespit edilen adlandırılmalıdır.211 Edirne Müzesinde M.S 1. yüzyıla ait Heros Epekoos’a ithaf edilmiş adak steli vardır. Süvari kabartmalı steldeki yazıtta “duaları kabul eden tanrı Epekoos’a” ifadesi kullanılmıştır. Kahramanlaşmış ve daha sonra ulvileşerek tanrı mertebesine yükseltilmiş bulunan bir Trak süvarisinin tasviri, betimlenmiştir. Bu yazıt M.S. 1. yüzyıla aittir.212 Antikçağın en kalabalık ve en savaşçı topluluklarından biri olan Trakya halkları, göçebe kültürünün bir özelliği olarak çok iyi ata binmekteydiler. Bu özelliklerinden dolayı büyük devletlerin ordularında yer almışlardır. Thraklar, daha küçük yaştan itibaren ata binmesini, at üzerinde savaşmasını ve mızrak atmasını öğrenirlerdi. Trakyalılar, bilhassa cenaze merasimlerinde ölülerinin şereflerine büyük dini ayinler yapar, at yarışları düzenlerlerdi. At yarışlarında başarı gösterenler ödüllendirilirlerdi. Herodotos (V, 8), at yarışlarında gösterilen başarılarından dolayı kahramanlaştıklarını bizlere hikâye eder. Edirne Müzesi’ndeki adak stelleri, Trakya’da tapınım gören tanrılar arasında en büyük grubun, Trakya Atlı Tanrısı olduğunu gösterir. Trak süvarisinin Traklar için çok önemli olduğunu, kutsallaşarak ölümsüzlüğe ulaştığını ve nesilden nesile Thrak halkının kalbinde yer edip, tanrılaştıktan sonra bir tapım unsuru haline geldiği ve Edirne Müzesi’nde bulunan Atlı Tanrı kabartmasının da iyi bir örnektir. At, her dönemde kahramanlaşmayı ifade eden bir sembol olmuştur ve kabartmalarda kahramanlar çoğunlukla at üzerinde bir sunağa doğru ilerleyen kişiler olarak resmedilmişlerdir. Atın, aynı zamanda insanların hayattaki yüksek sosyal statülerine de işaret ettiği görülmektedir. Hellenlerin, heros tipini canlandıran Atlı Tanrı’nın Trak süvarisinden farksız olduğu belirtilir. Trak süvarisini temsil eden kabartmalardaki kompozisyonun aynısının heros tipinde de görülmesi iki ayrı kült unsurlarının kolayca birleşmesini sağlamıştır.213 Gladyatörler Gladyatörün geçmişi, Etrüsklerin savaşarak yitirdikleri kişilerin onuruna düzenledikleri cenaze törenlerinde; düşman savaş esirlerini dövüştürerek, ölülerin kanına karşılık düşman kanı akıtma geleneğine dayanır. Roma’da M.Ö. 264’te Brutus’un cenazesinde yapıldığı bilinen ilk gösteride dövüşen gladyatör çiftlerinin sayısı üç iken Iulius Caesar zamanında bu sayı 300 çifte kadar yükselir. Başlangıçta sadece cenaze törenlerini süslemek amacı ile ve düzensiz aralıklarla yapılan bu gösteriler M.Ö. 3. ve 2. yüzyıllarda giderek artar. Bu gösteriler Roma halkının beğenisini kazandığı için Roma senatosu gladyatör dövüşlerini eğlence aracı olarak kabul etmek zorunda kalır. M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda Roma İmparatorluğu’nda yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle, birçok özgür insan gladyatörlüğe başlayarak yaşamını kazanmaya çalışır. Öte yandan, Septimus Severius devrinde (M.S. 193-211), bazı gençler askerliklerini gladyatör okullarında yapıyorlardı. Bu arada bazı imparatorlar gösteriler arasında ortaya büyük para ödülleri koyarak, özgür gençleri gladyatörlüğe özendirmek istiyorlardı. Öte yandan bazı asil aile mensubu kadınların da gladyatör okullarına devam ettikleri bilinmektedir; ancak M.S. 2. yüzyıl sonunda, Septimius Severius tarafından kadınların dövüşmek üzere arenaya çıkmaları yasaklanır. Silahları ya da dövüş biçimleriyle birbirinden ayrılan çeşitli gladyatör sınıfları vardır. Gladyatörler, kendilerine özgü silahlar taşırlar; geniş ve kısa bir kılıç. Rakibinde ise büyük ve dikdörtgen şeklinde bir kalkan, başında miğfer siperliği vardır. Thraklar veya barbarlar, yuvarlak kalkan ve hançer taşırlar. Rakipleri bunların karşılarına genellikle, Galyalılar gibi Miğfer ve kısa bir kılıçla çıkarlardı. En yaygın kullanılan şapka tipi ise Phrigya şapkasıdır. Traklarda, Gladyatör dövüşlerinin nasıl ortaya çıktığı daha geniş bir şekilde ele alınırsa; Thraklar, Pontus Kralı Mithridates’in ordusunda kendilerine karşı savaştıkları için Romalılar tarafından şiddetle cezalandırılan birçok Trak askerinin arenalara gönderilmeleri sonucu Traklar adını alan bu yeni gladyatör türü ortaya çıkmıştır. Traklar kendilerini parma veya parmula adı verilen küçük bir kalkanla korurlardı. Genellikle kare şeklinde olan kalkanların yuvarlak ve üçgen şekillerine de rastlanmaktaydı. Bu gladyatörlerin kullandıkları silah; kimi zaman ucu kavisli bir hançer, kimi zamanda ortasında zikzak olan bir mızraktı. Thraklarda; miğfer, kolluk, kemer ve önlük bulunmaktaydı. Gladyatör karşılaşmaları M.S. 1. yüzyılda Anadolu halkı tarafından benimsenmiş olmalı ki, bu dönemde Nysa (Sultanhisar) ile Laodikeia (Denizli) gibi kentlerde amphitheatrumlar inşa edilmiştir. Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 124 (Güçlü, 2006)A.g.e 213 (Güçlü, 2006)A.g.e 211 212

62


Trak çocuk oyuncakları: Dikdörtgen bir kaide üzerinde sola doğru ilerleyen bir atın üzerindeki binicinin başı cephedendir, gövdesiyse 3/2 bir dönüşle yapılmıştır. Elleriyle hayvanın boynunu tutmaktadır. Başında konik bir şapka, olasılıkla pilos giyer. Saçlar uzun, yuvarlak yüz detayları aşınmış. Atın başı küçük, boynu kısa ve boynunda bir delik var. Bu delik olasılıkla ip takılmak için yapılmış, kuyruğu kalın ve gövdesine yapışık olup ucunda yuvarlak bir oyuk vardır. Antik çağda pişmiş toprak, ahşap, kemik ve fildişi gibi maddelerden çocuklar için oyuncak bebekler üretilmiştir. Bunun yanı sıra balmumu, mermer, deri ve ketenden yapılmış olanlar da vardır. Pek çok oyuncak için pişmiş toprak temel malzemedir. Bazıları bir iple çekilebilen ve tekerlekli olmak üzere pişmiş topraktan yapılmış binicili ya da binicisiz atlar, köpek, tavşan ve hatta maymun gibi küçük hayvanlar antik dönemin erkek çocukları tarafından sevilerek oynanan oyuncaklardandır. El ya da kalıpla biçimlendirilerek yapılan hayvan figürinleri oldukça basit olarak biçimlendirilmiştir ve parlak renklerle, geometrik motiflerle süslenmiştir. Binici figürinleri oldukça ilkeldirler ve her dönemde bu ilkelliklerini korumuşlardır. Pek çok kız çocuk evde oynamaktan hoşlanırken, erkek çocuklar ahşaptan, madenden ve genellikle pişmiş topraktan yapılan iple çekilerek oynanan minyatür atlı arabalar ya da yarış arabaları ile oynadıkları bilinmektedir. Herodotos (VII, 75) at sevgisinin, Traklalılar arasında çok yaygın olduğunu, kılıç, mızrak ve hançer gibi savaş silahlarını ustalıkla kullandıklarını anlatır. At sevgisiyle yetişen, Trakya çocukların oyuncak binici figürinleri ile oynaması doğaldır. Erkek çocuklar, oyuncaklarını, çocukluklarının sonunda Apollon ve Hermes’e bıraktıkları bilinmektedir. Bu gelenek Roma döneminde de devam etmiştir. 214 Hellenistik dönemde aşırı derecede popüler olan oturabilen bebek figürinleri çıplak ya da giyinik olabilirlerdi. Bu figürinlerin, özünde verimlilikle ilgili anlamlar sakladığı düşünülür. Doğulu tanrıçalar da bu tapımla ilişkilendirilir. Göğsünü tutan ya da kolları yana yapışık olan çıplak kadın figürinleri Mezopotamya’da M.Ö. 3. bine kadar uzanır. Oturan oyuncak bebek tipi, ayakta duran oyuncaklara göre daha uzun süre yaşamıştır. Bu tip, M.Ö. 5. yüzyıl sonunda ortaya çıkar ve Hellenistik dönem içlerine kadar devam eder. Asılmak için yapılan bebeklerin çoğu kadındır; fakat erkek bebek figürinlerine de rastlanır. Oturan oyuncak bebeklerde bacaklar birbirine bitişiktir. Hareketli bacaklara sahip örnek yoktur. Kolların durumu ise bu kurala bağlı değildir. Kalıplanıp omuzlardaki deliklere bağlanan hareketli kollara sahip örnekler olduğu gibi, kolların vücuda bitişik olduğu örnekler de vardır. Kolların gövdeye bitişik olduğu örneklerde, eller bacakları kavramış durumdadır. Bu çıplak bebeklerin, çocuklar tarafından giydirildiği düşünülebileceği gibi, bu figürinler, kültle de ilişkilendirilebilir. Oturan ve giyimli olarak betimlenmiş olan bu türden kadın figürinlerinin giysilerinin iki biçimde verildiği görülmektedir. Bunlardan ilki ayak bileklerine kadar uzanan, vücudu sıkıca saran ve boyun çevresinde enli bir bandın yer aldığı khitondur. Diğeri ise iyi bir Mısır keteninden yapılmış bol cüppe niteliğindedir. Kadın figürinleri, sanki bir tiyatro kostümü içinde görünmeleri nedeniyle, Sieveking tarafından İsis kültünde tiyatro oyunları icra eden kızlar olarak yorumlanmıştır. Çıplak olarak betimlenen kadın figürinleriyse Nil’in sularında temizlenen, çıplak rahibeler olarak düşünülmüş ve aynıkültte bağlanmıştır. 1991 Yılı Enez (Ainos) kazılarında ele geçen pişmiş toprak Aphrodite figürinleri, bizim figürin ile benzerlik göstermesi bakımından önemlidir. Enez (Ainos) kazılarında ele geçen Aphrodite figürinleri, bizim figürinde olduğu gibi çıplak ve kolsuz olarak oturur vaziyette, kalçaları geniş; ancak saç stili olarak farklılık göstermektedir. Özellikle bu benzerlikler bizim figürinün Enez’den olma olasılığını artırmaktadır. Bebek figürinini Troia’daki iki eserle karşılaştırabiliriz. Bizim figürinümüz, bu eserlerle yakın benzerlikler gösterir. Troia’dan gelen figürinlerin ikisinin de, tombul vücutları var. Troia’dan gelen 59 no.lu figürin, on iki dalgalı kavun dilimi saç stilli ve oval bir buhar deliği bulunmaktadır. Dejenere örnek olarak nitelen bu figürin M.Ö. 1. yüzyılın başlarına tarihlenmiştir. Kroplastlar, M.Ö. geç 2. yüzyıldan itibaren realistik stilde yapılmış çağdaş heykelleri örnek alırlar. Bunun sonucunda, tombul vücutlu, yuvarlak göğüslü, geniş kalçalı normal bir kadını tasvir ederler. Troia’daki eserlerle, kavun dilimi saç stili ve vücut tipi benzerliğinden dolayı, olasılıkla M.Ö. geç 2. yüzyıl ile erken 1. yüzyıla tarihlenir. Trakya’da Homonoia kültünü belgeleyen epigrafik bir buluntudur. Sunağın yazıtından, Apameia’yı Sevenler Cemiyeti tarafından, Perinthos ve Apameia kentlerinin, iyi ilişkilerinin korunması amacıyla Tanrıça Homonoia’ya adanmış olduğu anlaşılmaktadır.215

214 215

(Güçlü, 2006) A.g.e Sarıkaya, B. 2009, A.g.e; s. 100

63


Trakya’da Kore (Persephone) ve Pluto (Hades) kültünü gösteren epigrafik, adak stelinin üstündeki kabartmadan dolayı ise arkeolojik buluntudur. Yazıttan anlaşıldığına göre bu adak steli, halk meclisi tarafından “şehrin kurtarıcısı ve kollayıcısı” olan Kore ve Pluto’ya adanmıştır.216

Demeter adında meter anne demektir, baştaki ‘de'nin ise toprak ya da buğday anlamına geldiği dilciler arasında tartışmalıdır. Varlık tanrısı Pluto’nun yer altında yaşaması da gene buğday yığınaklarının yer altında olmasıyla açıklanabilir. Kore’nin Eleusis’te Demeter’in kızı, öte yanda da Pluto’nun karısı Persephone olarak çıkması, iki tanrıçanın tek kişide birleşmesi, bir yanda Yunan öncesi, öte yanda Yunan buğday kızı oluşu, ölüm ve kalımın bu ikili görünüşü bu törenlerin daha önce gördüğümüz bir özelliğidir.217 Trakya’da Demeter inancıyla, içinde kız kaçırma konusu olmadan da ilintili bazı oyunlara rasladığımız oluyor. Nitekim Sozoplis (Süzebolu), (Burgaristan-Burgaz yakınları) yakınında Stachtochori'de 8 Ocak’ta Babo günü vardır. Bunda yalnız kadınlar phallus ile bir tören yaparlar. Phallus bir pırasadır. Bir olgun kadın vardır adı Genetillis veya Demeter Kalligeneia’dır. Bu Demeter onuruna yapılan Aloa veya Thesmophories’lere benzer. Nitekim Aloa’nın tarihi olan 26 Poseidon^S Ocak’a yakın bir tarihtir. 218 Trakya’dan verilen örnekte sabanla toprağı sürmek gibi bir oluntu vardı. Avrupada da kılık değiştirmeli oyunların yapıldığı Plough Monday yani Saban Pazartesi denilen, 6 Ocak yani onikinci gece ile sona eren Noel yortusundan sonraki pazartesi günü ilkbahar ürünleri için kullanılacak sabanların kutsanması içi "tören yapıldığı gündür, bu günde sabanlar süslenir ve gezdirilir. İlkbahar ve Noel törenlerinin bir araya gelmesi, ölüp dirilme konuluğu, bitkilerin yenilenmesi gibi bildiğimiz öğeleri burada birarada buluyoruz. Anadolu’da da bu türlü birçok çiftçilik oyunlarına raslıyoruz. Bunların bazısı sonradan ya değiştirilmiş, ya da köy uğraşlarından, yaşamından esinlenerek sonradan düzülmüş olabilir. Fakat az önce de belirtildiği gibi bazılarının içinde bulduğumuz bazı ayrıntılar bunların gene bolluk getirme törenlerinin kalıntıları olabileceklerini tanımamıza yardım ediyor, Trakya oyunları arasında gördüğümüz oyunda Kaloyeri’nin birinin elindeki yayın ok yerine kül atacak bir düzeni vardır Aphkarius'da kukeros Sarıkaya, B. 2009, A.g.e; s. 102 And, M. (1962). Dıonısos Ve Anadolu Köylüsü. İstanbul: Elif Kitabeyi. s. 60 218 And, M. (1962). Dıonısos Ve Anadolu Köylüsü. İstanbul: Elif Kitabeyi. s. 62 216 217

64


hayvan derisi ile kaplıdır, elinde phallus, bir büyük süpürge, külle yay vardır, tohum phallus ile ekilir. Burdur’dan gördüğümüz Efe ve Kadı Oyunu’ndaki Arabın boynunda içinde delikli torbada külle karışık tuz bulunduğunu, bunu arada sırada ateşe serptiğini görmüştük. Gene Şeytan ve Dede’nin elinde de hallaç yayı ile tokmağı olduğu belirtilmişti. Bu yay Trakya’daki kül atan yayı düşündürdüğü gibi tokmağın da biçim bakımından Phallus yerini tuttuğunu kolayca söyleyebiliriz. Az önce gördüğümüz Domuz Oyunu’nda da toprağa tohum yerine kül atılıyordu. Osiris’in küllerinin de tarlalara serpilmiş olduğunu unutmayalım. Kuzey Balkanlarda ve Trakya’da Karnaval ve Noel-Onikinci gecede yapılan oyunlar üzerinde duran İsveçli bilgin Liungman’a göre kukeri oyunları mimos oyunlarının ardılıdır.(Maske festifali-Gocuk Bayramı) Kukeri oyunları mimos oyunlarından kamburları, kıçın kabartılması, başın dazlak olması, çanlar, phallus, hayvan benzetmeleri, çeşitli ulusların sözle canlandırılması, kadınları erkeklerin oynaması gibi öğeleri almıştır. Mimos oyunu da bitkisel inanç törenlerinden çıkmıştır. Ta-uz için yas tutmada da buğday, tatlı bakla, hurma, üzüm gibi şeyler yendiğini, Dionisos töreninde buna benzer lapalar hazırlandığını, Anadolu’daki Arap Oyunu’nda ölenin ağzına kuru yemişler verilerek diriltildiğini görmüştük. Bu da tarımla, bollukla ilintili olan bu törenlerin ortaklaşa öğelerinden birisidir. Trakya’da rastlanan ateş üzerinde yürüme töreni olan Anastenaria ile eski Yunan, Trakya-Frigya ateş inancıyla bağ kurulabiliyor. Buradaki haykırıların ses benzerliği, dağların tepesine çıkmak, gece törenleri Dionisos’un Agrionia’ya kaçışına benzerlik, eski Trakya ve Frigya müziğine benzerlikler, boğa kurban edilmesi gibisinden ipuçları bu ilintiyi kurdurabilmektedir. Haziran akşamı ateş üzerinden atlayanlar ellerinde bir ayna tutarlar, böylece geleceğin resminin aynada belireceğine, bunu sora düşlerinde göreceklerine inanırlar Bu tören anastenaria, anastenaris, nestanir, nestinari, nestariki, nestaritsa gibi adlar alır. Nitekim daha önce anlatılmış olan Koca Oyunu’nda Arap elindeki sepetten ateşleri yere sıçratıp, sonra yere düşen kıvılcımlara çıplak ayaklarıyla bastıkça bağırıyordu. Osiris, Dionisos törenlerinde olduğu gibi Aşure töreninde de Karnaval’a benzeyen bir geçit alayında gemi geçirildiğini biliyoruz. Bunun tıpkı tarımcı toplumlarda saban gezdirilmesi gibi denizci ülkelerde bolluk getirmesi için yapıldığı söylenebilir. Eski Osmanlı şenliklerinde de geçit alaylarında karadan gemi yürütülüyordu Hatta Karnaval kelimesinin bile buradan çıktığı, ‘currus navalis’den türediği ileri sürülmüştür'. Yalancı evlenmelerin bolluk getirme ile ilintisine daha önce değinilmişti. Birçok yerlerde de bitkilerin, ağaçların çabuk büyümesi için cinsel birleşmeye gidilir. Çoğu zaman ilk tohum ekildiği zaman çiftleşilir. Gerek Anadolu’dan gerek dışardan gördüğümüz örnekler içinde bu türlü çiftleşmeye benzer utanmasız sözsüz bölümler bulmuştuk. Örneğin Horsabad’daki oyunda, Trakya’daki oyunda samanlar üzerinde yapılan sevişme, Köle ile Gelin Oyunu’nda oyunun sonunda Köse’nin gelini yere devirerek onun üstüne çıkarak ona sarılması. Oyunlarda bir önemli öğe de phallus (erkeklik aygıtı) dur. Dionisos’da belli, belirsiz Phales, phallus’un kişileştirilmesiydi. Eski oyuncular temsillerde bir phallus kuşanıyorlardı. Phallus bolluk getiren bir etken, tılsım olduğu gibi, kötücülü kovan bir etkisi de vardır. Eski Komedya’da Phallophoroi’ler mimus oyuncularından sayılmazlardı, suskun, kımıltısız dururlar, phallus’u taşıyan isle karaya boyanmıştır. Karagöz de de buna rastlıyoruz, hatta phallus’lu karagözler bile vardırdı. Osmanlı şenliklerinde de geçit alayında tıpkı Dionisos geçit alayında olduğu gibi erkeklik aygıtı geçirildiğini biliyoruz. Anadolu seyirlik oyunlarında da oyuncuların ellerinde bulunan sopa, tokmak gibi araçlar phallus görevini görüyorlar. Birçok oyunlarda gördük oyuncular bunları bacaklarının arasına sokuyorlar, phallus olduğunu belirtecek tavırlar takınıyorlardı. Trakya’daki oyunda Babo diye bir kadın vardı. Babo ile Demeter ile ilintili bölümde gördüğümüz Baubonun aynı kişi olduğuna inanabiliriz. Ayrıca Nine'nin anne olmadığı, Baubo’nun evlilik dışı çocuk annesi olduğu üzerinde de durulmak gerekir. İster Attis’in annesi Nana olsun, ister yaslı ana Demeter, ister Trakyadaki oyundaki Babo, isterse Burdur’daki oyundaki Gürcünün annesi Nene, hepsi buğday görüntüsünün annesi durumundadır. Gerek Trakyadaki oyunda gerek Burdur’dakinde olsun her ikisi de elinde bir beşik taşıyor. Trakya’daki beşik içine bazen tahta bebek, yerine kedi, fare, eski süpürge konulur. Burdur’daki oyunda Nene’nin elindeki beşikte bir kümes hayvanı bulunuyordu.219

219

(AND, 1962) A.g.e;

65


Herakles220 Güçlü, dolayısıyla sağlıklı olarak betimlenen Trak insanının mitsel simgesi olarak yorumlanabilir. Herakles’in öykülerinden Trak soylu kabile mensuplarının nasıl bir eğitimle yetiştirildikleri, kabilelerin birbirleriyle ilişkileri ve insanların kaygıları üzerine bilgiler edinmemiz mümkün görünüyor. Nitekim Herakles, bütün klasik mitoslarında adı en çok geçen ve göçle geldikleri anlaşılan Dor halkının ata kültünü simgeler. Efsanelerde, aklını ve beden gücünü iyi işler kullanmayı simgeleyen bir niteliği de vardır. Güreşmesi ve hızlı koşmasının yanında, Teutaros adında bir Skyth olan sığırtmaçtan da ok atma sanatını öğrenmiştir. Bizzat babası Amphitryon ona araba kullanmayı öğretmiş, Eurytos da ok atma talimleri yaptırmıştı. Ayrıca Giritli Radmanthys de okçuluk dersleri vermişti. Herakles kılıç kullanmayı ise Kastor’dan öğrenmişti. Kahramanın başarısız kaldığı, sevemediği için öfkelenerek lirini başına çaldığı bahtsız müzik öğretmeni Linos’tan sonra, Philammon’un oğlu ve Autolykos’un yeğeni Eumolpos’tan da müzik dersleri alarak bu açığını kapattığı söylenir. Herakles’le ilgili hikâyeler, o dönem yaşantısını da gözler önüne seriyor. Bunlardan biri şöyledir: Bir cinnet anında karısı ve çocuklarını öldüren Herakles, bu suçtan arınmak üzere akrabası kral Eurystheus’un emrine girer. Herakles’i kendine tehdit gören Eurystheus, onu ölmesini ümit ettiği on iki ağır işle görevlendirir. Fakat Herakles, aklı ve bileğinin gücüyle görevlerinin hepsini başarır ve sonunda suçundan arınır. Bu görevlerden biri, ekinlere zarar veren Erymanthos yaban domuzunu yakalamaktır. Herakles, bu hayvanın izini sürerken, Kentauros Pholos’un yaşadığı bölgeden de geçmek zorunda kalır. Herakles, burada konukseverlikle karşılanır. Pholos, çeşit çeşit etler pişirip ona sunar, kendisi ise bu etleri alışık olduğu üzere çiğ yemeye başlar. Yemekten sonra susayan Herakles şarap ister. Pholos özür dileyerek şarap testisine tek başına el sürme hakkına sahip olmadığını belirtir. Herakles kaygılanmamasını söyler birlikte içmeye başlarlar. Ne var ki şarabın kokusu Kentaurosları oraya çeker. Bunlar alevli odunlar, dağlardan kopardıkları iri kayalar ve ağaç dallarıyla silahlanmış halde koşup gelirler. Aralarında çatışma çıkar. İlk hamleye kalkışan Kentauros Ankhios ve Agrios, Herakles’in oklarıyla ölür. Diğerleri kaçarak Malea burnunda yaşayan Kheiron’un yanına sığınırlar. Bu arada Herakles’in bir okuyla dirseğinden yaralanan Kentauros Elatos dayanlarına gelir. Bazıları ise, Eleusis kentine sığınır. Anneleri Nephele (Bulut) de sellere yol açan bir yağmur yağdırarak onların imdadına koşar. Herakles’e şarabı sunan Pholos üzgün halde soydaşlarını gömerken, ölü bedenlerden birine saplı bir oku çekip çıkarır ve bu kadar küçük bir nesnenin bu denli büyük zarara yol açmasına şaşarak oku elinde evirip çevirmeye başlar. Fakat oku ayağının üstüne düşürür ve öldürücü bir yara alır, Herakles, kendisini ağırlamış olan bu kişinin ölmesine çok üzülür ve ona görkemli bir cenaze töreni düzenler; ayrıca bu yere Pholos’un adı verilir.221 Perinthos’ta bulunan bir adak stelinin ikinci yüzünde, sağ tarafta Herakles, Herakles’in sol tarafında ise Artemis betimlenmiştir. Bu stelin, Perinthos şehrinde Artemis ve Herakles kültlerinin olduğunu ispatladığı belirtilmiştir. Roma’daki adı Hercules olan Herakles; gladyatörlerin önem verdiği bir yarıtanrıydı. Emekliye ayrılan asker ya da gladyatörler, silahlarını Hercules’in tapınağına götürürler ve adak olarak asarlardı.222 Amazonlar Trak halklarına mensup genç kadınların evleninceye kadar avcılıkla ve savaşla ilgili işlerle uğraştıkları bilinmektedir. Muhtemeldir ki bu yaşam düzeni içinde kendi bağımsız gruplarını oluşturan savaşçı kadınlar var olmuştur. Genelde iyi birer avcı olmaları anneleri tarafından çocukken bir memesi dağlanan bu kadınlar, mitolojide Amazon imgesine esin kaynağı olmuşlardır. Amazonlar, göre savaş tanrısı Ares ile Peri Harmonia’nın gelen savaşçı kadın toplumudur. Krallıkları, kuzeyde Kafkas dağları yamaçları ya da Trakya, Skythia (İskit) ovaları olarak gösterilir. Amazonlar, kraliçelerinin başkanlığında, hiçbir erkeğin yardımı olmaksızın kendi kendilerini yönetirlerdi. Soylarını sürdürmek için belirli dönemlerde yabancılarla birleşirler, doğan çocuklardan sadece kız olanları yaşatırlardı. Yay kullanırken ya da ok atarken rahat hareket edebilmeleri için kız çocuklarının sağ göğsünü dağlarlardı. Zaten amazon kelimesi de “memesiz” anlamına gelmektedir. Amazonlar, Traklarla uzaktan akraba oldukları söylenen Troia kralı Yunan mitolojisinde Herakles Roma Mitolojisi'nde Herkül, Zeus ile Miken kralının kızı Alkmene'nin oğludur. Kadına âşık olan Zeus ona kocası kılığında yaklaşmıştır 221 Sandalcı, S. (2017, İstanbul). Aşrı Memleket-Mitolojide Trak İnsanından. 15-37. 222 (Güçlü, 2006) A.g.e; 220

66


Priamos’a da destek olmak amacıyla kraliçeleri Penthesileia yönetiminde Trakya’ya bir birlik göndermişlerdir. Akhilleus, karşısında yüzü örtülü çarpıştığı kişiyi erkek sanır, fakat öldürücü darbeyi indirdiğinde bunun bir kadın olduğunu anlar. Kraliçe Penthesileia can verdiği sırada bakışının Akhilleus’un yüreğinde unutulmaz bir aşk ateşini yaktığı da hikâye edilir. 223 Kentauroslar Trakların sürekli at üstünde yaşamalarından esinlenen bir imge olduğu düşünülebilir. Kentaurosların belden yukarıları insan, bazen ayakları da insan ayağı, ama vücutlarının alt kısmı at şeklindedir. Klasik devirde dört at ayaklı, iki adet de insan kollu olarak betimlenirler. Dağlarda, ormanlarda yaşayan Kentauroslar çiğ etle beslenirler. Örf ve âdetleri son derece yabanidir. 224 Kentauros Kheiron Kheiron, doğayı çok iyi bilen Trakların bitkilerden edindikleri şifacı yanlarını, ayrıca bilge, iyi ve yaşlı eğitmenlerinin olduğunu düşündüren bir imgedir. Kheiron, Okeanos’un kızı Philyra ile Zeus’un babası Kronos’un aşkından doğar, dolayısıyla Zeus ve Olymposlularla aynı kuşaktandır (bu zamandaşlık, çok daha eski bir göçün varlığına da işarettir). Kronos, onu dünyaya getirmek için at kılığına girerek, Philyra’yla birleşir. Ölümsüz olarak doğan Kheiron, Teselya’daki Pelion dağında bir mağarada yaşar. İnsan dostu, akıllı ve iyilikseverdir. Elinde bitkiyle betimlenen Kheiron, ayrıca İason’u, sağlık tanrısı Asklepios’u ve daha başkalarını da yetiştirir. Apollon’un bile ondan ders aldığı söylenir. Kheiron’un öğretimi müzik, savaş, av sanatları, ahlâk ve tıbbı içerir. Yara ve acıları dindiren şifalı bitkilerden ilaç yapmayı öğretir. Hatta Kheiron hekimdir, cerrahlık da yapar. Örneğin, Akhilleus’un topuk kemiği yandığında, bir devin iskeletinden aldığı kemikle onu değiştirir. Mainadlar Dionysos’un maiyetindeki tanrısal kadın simaları olarak mitolojide yer edinmişlerdir. Farklı kültür etkileriyle özellikle Kuzey Yunanistan’da bazı soylu Trak kadınlarının da bu imgeyi benimsediği görülür. Sadece kadınlar tarafından dağlarda gerçekleştirilen Dionysos ritüelini simgelemektedirler. Mainadlar çıplaktırlar ya da çıplaklıklarını bir şekilde örten ince tüllere bürünmüş olarak tasvir edilirler. Başlarında sarmaşık dallarından yapılmış bir taç, ellerinde bazen üzerine asma dallarının sarılı olduğu, ucunda çam kozalağı bulunan değnek (thrsos), bazen iki kulplu büyük bir şarap kupası (kantharos) vardır. Bazen çift borulu flüt çalar ya da tef çalıp coşkulu şekilde dans ederler. Mainadlar, doğanın “aogiastik” yanını, yani ruhlarını temsil ederler. Pieros Kızları (Peirides) Bazı Trak kabileleri arasında müziğin ne denli önemli olduğunu gösteren mitsel yansımadır. Bu yansıma, aynı zamanda Trak kız isimleri üzerine de bir bilgi vermektedir. Peirides, özellikle Latin şairleri tarafından Musalar (Mousai) için kullanılan yerel bir sıfattır. Adları Trakya’da Pieria ülkesinden gelir. Peirides, efsanede Musalarla rekabete kalkışan dokuz genç kızdır. Efsaneye göre, Pellalı Pieros ile Euippe’nin kızlarıdır bunlar. Şarkı söylemede çok ustadırlar. Bu nedenle Musaların dağı Helikon’a giderek, onlarla şarkı söyleme yarışmasına kalkışırlar ama yenilirler. Musalar da onları cezalandırmak için hepsini kuşa çevirir. Romalı ozan Ovidius onların saksağana dönüştürüldüklerini söyler. Nemesis, hem tanrısal öcü simgeleyen soyut bir kavram, hem de ölçüsüzlüğü, kendine ve şansına aşırı güveni cezalandıran tanrısal bir varlık olarak görülmüştür. Perinthos ve Hadrianopolis’te bulunmuş olan tanrıça Nemesis tasvirli sikkeler de Trakya’da Nemesis kültünü destekleyen nümizmatik buluntular olarak gösterilebilir. MS 202-219 yıllarına tarihlenen bir Perinthos sikkesinde, arka yüzde kanatlı Nemesis sağ elinde terazi, sol elinde asa, yerde ise tekerlek yer almıştır. III. Gordianus (MS 238-244) döneminden bir Hadrianopolis sikkesi üzerinde, arka yüzde Nemesis ayakta ve bir dümen ya da tekerleğe yaslanmış durumdadır.225 Nike, Yunan mitolojisinde zafer tanrıçasıdır. Eski Yunan ve Roma dünyasında, Olympos tanrıları soyundan gelmeyip de soyut kavramların kişileştirilmiş biçimi olan tanrıçalardan biridir. Ainos’da 1983 yılında kale dışında yapılan kazılarda mozaik zeminin üzerinde bulunmuş olan bronz kaideli Nike heykelciği bölgede Nike kültünü destekleyen arkeolojik buluntu olarak gösterilebilir. Lysimakhia, Perinthos, (M.Ereğlisi), Plotinopolis, Bizye ve Hadrianopolis’te basılmış olan Nike figürlü sikkeler, Trakya’da Nike için nümismatik buluntular olarak gösterilebilir. MÖ 309-220 yıllarına tarihlenen bir Sandalcı, S. (2017, İstanbul). Aşrı Memleket-Mitolojide Trak İnsanından. 15-37. Sandalcı, S. (2017, İstanbul). Aşrı Memleket-Mitolojide Trak İnsanından. 15-37. 225 Sarıkaya, B.2009, A.g.e;s. 107 223 224

67


Lysimakhia sikkesinde, arka yüzde Nike yanında palmiye ağacı ve bir taçla, İmparator Antoninus Pius (MS 136- 161) Dönemi’nden ve İmparator Geta (MS 202-219) Dönemi’nden Perinthos (M.Ereğlisi) sikkelerinin arka yüzlerinde kanatlı Nike, MS 198-217 yıllarına tarihlenen bir Plotinopolis sikkesinde arka yüzde İmparator bir elinde asa diğer elinde Nike ile MS 161-166 yıllarına tarihlenen bir Bizye sikkesinde arka yüzde Nike ve Philippus bir askeri ödüllendirip onurlandırırken betimlenmiştir. MS 2. yüzyıl sonu 3. Yüzyıl başına tarihlenen bir Hadrianopolis sikkesinde de arka yüzde Nike resmedilmiştir. Kırklareli’nin Vize ilçesi’nde (Bizye) bulunmuş olan Theos Progonos’a adanmış bir adak yazıtı bölgede bu isimle bilinen tek adak yazıtıdır. “en eski olan, ata, dede” anlamları içeren Hellence bir sözcüktür. Eski tanrılara adak olarak değerlendirebileceğimiz bu konuda başka bilgiye ulaşılamamıştır. Perinthos’da (Marmara Ereğlisi) bulunmuş ve M.S. 2 yüzyıla tarihlenen yazıtlı bir heykel kaidesi Trakya’da Tykhe (tanrıça) kültünü gösteren epigrafik buluntu olarak gösterilebilir. Yazıtdan, Perinthos kentinde bir “Tykhe Tapınağı” yaptırıldığı, Tykhe tapınağını yaptıran kişinin, kentin yerel yönetimince onurlandırılmasına karar verildiği ve Perinthos’a, İskenderiye kentinden göç etmiş olan tüccarlar tarafından, bu onurlandırma heykelin dikildiği anlaşılmaktadır. Mısır kökenli tüccarların Perinthos’a gelmelerinin olasılıkla Perinthos’un, MÖ 3. yüzyılda Ptolemaioslar’ın egemenliği altında bulunduğu döneme rastladığını düşünülmektedir. Soyut bir kavramın kişileştirilmiş biçimi olan Şans ve Kader tanrıçası Tykhe, elinde bereket boynuzu ya da gemi dümeniyle tasvir edilir. Zaman zaman bir küre üzerinde ve kanatlı olarak gösterilmiştir. Perinthos’ta bulunmuş olan, Herakles ve Tykhe’nin yan yana olduğu bir heykel grubu, bölgede Tykhe kültünü destekleyen arkeolojik buluntu olarak gösterilebilir. Herakles’in solunda Perinthos’lu Tykhe durmaktadır. Tykhe’nin sağ elinde bereket boynuzu, sol elinde patera bulunmaktadır. Hadrianopolis, Lysimakheia ve Bizye’de basılmış olan Tykhe tasvirli sikkeler de bölgede Tykhe kültünü destekleyen nümizmatik buluntular olarak gösterilebilir. Cephesinde dört sütunu olan bir Tykhe Tapınağı Hadrianopolis kenti sikkesinde betimlenmiştir. Bu durumda Perinthos ve Hadrianopolis’de olmak üzere Trakya’da iki Tykhe Tapınağı’nın olduğu bilinmektedir. Ön yüzünde III. Gordianus’un büstünün yer aldığı bir diğer Hadrianopolis sikkesinin arka yüzünde tapınak ve bu tapınağın arkasında Fortuna (Tykhe) bulunmaktadır. Perinthos kenti III. Gordianus döneminde Ephesos ile Homonoia antlaşmasını yapmıştır. Ephesos Artemis’i, cornucopia taşıyan Perinthos Tykhesi ile karşılıklı olarak Perinthos sikkelerinin arka yüzünde görülmektedir.369 MÖ 309-220 yıllarına tarihlenen bir Lysimakhia sikkesinin ön yüzünde ve Bizye sikkelerinin arka yüzlerinde Tykhe kullanılmıştır.226 Kermeyan Köyü’nde (Apri) bulunmuş ve Malkara’da bir eve getirilmiş olan malzemeler arasında Zeus’a adanmış bir adak steli ve Malkara’da bulunan sakallı ve üstü çıplak tanrı Zeus’un kabartması yer alan bir adak steli parçası da bölgede Zeus kültünün varlığını destekleyen buluntular olarak gösterilebilir. Perinthos çevresinde kültü çok yaygın olan Zeus’a adanmış yazıtsız adak stelleri de bu bölgede Zeus kültünü destekleyen arkeolojik buluntular olarak gösterilebilir. Perinthos’un 15 km. kuzeydoğusunda, Çeşmeli’de bulunan Zeus’a adanmış yazıtsız bir adak steli bilinmektedir. Enez Ayasofyası, apsis kemeri üzerinde, kubbenin oturduğu kısımda, beyaz mermer blok üstünde, sol ve sağda iki ayrı yazıt bulunmaktadır. Sağdaki yazıtta “Halk Meclisinin Zeus Tapınağı’nda rahiplik eden, Paumisoğlu Hermias’ın büyük kişiliğinden dolayı onurlandırıldığı” yazmaktadır. MÖ 1. yüzyıla tarihlenen bu yazıta göre; mermer blok, bir tapınağa ait olabileceği gibi, Enez Ayasofyası’nın bulunduğu yerde veya yakınında bir tapınak binasının varlığına kanıt olabileceği düşünülmüştür. Kırklareli’nin Lüleburgaz ilçesi sınırları içinde bulunarak, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ndeki bir özel koleksiyona getirilmiş bir adak steli üzerinde de, kabartmanın ortasında bir tanrıça (?) ve onun solunda Zeus, sağında ise profilden genç ve miğferli bir erkek görülmektedir. Tekirdağ Müzesi’ne Çorlu-Karatepe civarından getirilen yazıtı okunamayan stelde, Zeus ayakta tasvir edilmiştir. Byzantion’da, bugün Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yer olan kentin akropolisinde bir Zeus Tapınağı’nın bulunduğu ileri sürülmüştür. Berrak Göğün Zeus’u anlamına gelen bu epithetin Zeus ile birlikte birçok metinde adının geçtiği bilinmektedir. Homeros’a (İliada 15, 192) göre, Zeus “Engin Gök” olarak tanımlanan Aither’de oturur.227 Madytos’da (Eceabat) Trakya’da Zeus Dionysos ifadesi içeren tek adak yazıtıdır. Cook, Zeus’un Dionysos’la olan ilişkisinin temelinde Trakya-Phrygia kökenli kültlerin olduğunu ileri sürmüştür Phrygia’da Yukarı Tembris vadisinde, Hacı Beyli’de bulunmuş olan kabartmalı bir sunak da Zeus Dionysos’a adanmıştır. Sunağın ön yüzünde bir kraterden çıkan asma dalı üzerinde 226 227

Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 110 Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 111

68


üzümleri yiyen bir yılan betimlenmiştir. L. Robert, yılanın Dionysiak karakterli olduğunu, mezara yönelik bir karakterinin olmadığını belirtmiştir. Avadan’da bulunmuş olan iki adak yazıtında da, Zeus aynı epithet ile geçmektedir.228 İstanbul Terkos’ta bulunmuş olan üç adak yazıtı, Trakya’da Zeus Komatikos kültünü göstermektedir. Çiftçilerin ve ürünlerin koruyucu tanrısı olarak bilinen Zeus Komatikos’u L.Robert, (Κομh=ται) “Kometai’lıların Zeus’u” olarak yorumlamış ve Kometai köylülerinin, ürünlerinin verimli olması için tanrıya adakta bulunduklarını belirtmiştir. 229 HELLEN TANRILARI Aphrodite Hera Apollon Hygeia Artemis Kore, Pluto Asklepios Nike Athena Nemesis Demeter Tykhe Dionysos (?) NZeus MÖ 750-550 yılları arasındaki kolonizasyonla birlikte, Batı Anadolu, Propontis ve Pontos kıyılarında kurulmaya başlayan Hellen kolonileri, Hellen dininin de Trakya’ya girmesini sağlamış ve Trak pantheonu zenginleşmiştir. Bölgede ele geçen, tanrıların tasvir edildiği yazıtlı-yazıtsız adak stelleri, bunu desteklemektedir. Trakya bölgesi’nde kültünün var olduğunu bildiğimiz Apollon, “ışık yayan” ya da “sürüleri koruyan” anlamında kullanılan “Lykios” ve yazıtının bulunduğu yer olan antik Toronte köyü ile lokalize edildiği ve adını buradan aldığı düşünülen “Torontenos” ve Delphoi’de bir kehanet merkezinin bekçisi olarak bilinen bir yılanın adı olan ve ekinlere zarar verdiği için Apollon tarafından öldürüldüğü bilinen “Python” epithetiyle karşımıza çıkmaktadır. Perinthos’da bulunan ve Apollon Lykios’a ithaf edilen bir adak stelinde de, ışıklı manasına gelen aynı sıfatı almış olarak karşımıza çıkar. Apollon, Trakya’da başı ışıklı, sol omzunda “çift ağızlı balta’sı” sağ elinde ise bir defne dalı ile tasvir edilir. Sağlık ve şifa tanrısı olarak bilinen Asklepios, Hadrianopolis’te (Edirne) bulunmuş iki adak yazıtı ile bilinmektedir. Yazıtlardan bir tanesi oğlu olduğu bilinen Telesphoros ile diğeri ise kızı olarak tanınan sağlık tanrıçası Hygeia iledir. Tanrıça Athena, Tekirdağ’da bulunmuş olan iki adak yazıtı içerisinde, daha önce epithetinin Zeus ile kullanıldığı “Zafer getiren” anlamına geldiği bilinen “Nikephoros” epithetiyle, bir yazıtta Zeus Soter ile diğer yazıtta ise Zeus Soter ve Apollon Python ile birlikte geçmektedir. “Duygu birliği, ahenk-uyum” demek olan Homonoia, önceleri kentler arasındaki anlaşmazlıkları çözümlemek için yapılan antlaşmalar için kullanılmaktayken, sonradan tanrısallaştırılarak Homonoia yani “arabulucu tanrıça” olarak tapınım görmüştür. Bu çalışmada da tanrıça Homonoia’ya adanmış olan bir sunak değerlendirilmiştir. Kore (kadın) (Persephone) ve Pluto (Hades) adak yazıtında halk meclisi tarafından şehrin kurtarıcısı ve kollayıcısı olarak sayılmaktadırlar. Ancak hangi şehrin halk meclisi tarafından ve hangi şehrin kurtarıcısı ve kollayıcısı sayıldıkları hakkında bilgi verilmemiştir.230 Gece tanrıçası Nyks’in kızı olarak bilinen ve bu çalışmada tek bir buluntuyla karşımıza çıkan Nemesis, hem soyut bir kavramı simgeler, hem de tanrısal bir varlık olarak canlandırılır. Kavram olarak Nemesis tanrısal öcü simgeler kendine ve şansına aşırı güveni cezalandıran varlık olarak gösterilir. Adının geçtiği yazıtta Tanrıçanın hieromnemon’luk görevini yürüttüğünden bahsedilmektedir. Yine Zafer tanrıçası olarak tanınan tanrıça Nike’nin de çalışmada aynı Nemesis’de olduğu gibi bulunduğu yazıtta Hieromnemon’luk yaptığı ve bu görevini dördüncü yılda da sürdürdüğü bildirilmektedir. Yazıtında, Perinthos (M.Ereğlisi) kentine Tykhe tapınağının yaptırıldığından ve yaptıran kişinin onurlandırılmasına karar verildiğinden söz eden heykel kaidesi, “Tykhe” kültü ile ilişkilidir. Zeus kültü dokuz farklıisimle karşımıza çıkmaktadır. Kökeninin Phryg-Trak olduğu bilinen ve Zeus’un bilinmeyen bir lakabı olan, ismini olasılıkla buluntu yerindeki bir yer adından ya da civardaki bir dağın antik adından aldığı düşünülen “Brontaios Kinbelaios” “Berrak Göğün Zeus’u anlamına gelen “Aithrios” temelinde yine Trak-Phryg kökenli kültlerin olduğu düşünülen “Dionysos”; Helenistik ve Roma döneminde çiftliğin ya da sürülerin ağıllarının koruyucusu olarak tapınım gördüğü bilinen “Enaulios;” Batı Anadolu’da birçok şehirde görülen ve kültü özellikle Phrygia ve Lydia’da yaygın olduğu bilinen ve 228 229 230

Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 114 Sarıkaya, B.2009, A.g.e;s. 117) Sarıkaya, B. 2009, A.g.e;s. 123

69


Anadolu Yahudilerinin en büyük tanrısı olduğu yorumu yapılan “Hypsistos”; köylülerin, ürünlerin verimli olması için adakta bulundukları ve L. Robert’in “Kometai’lıların Zeus’u” olarak anlalandırdığı “Komatikos;” “dorukta, tepede oturan” anlamına gelen “Lopheites”; bir Mısır tanrısı olan ve Roma dönemiyle birlikte Trakya’ya girmiş olan, Mısır inancında yer altı tanrısı Osiris’le özdeşleştirilen, tanrıça İsis’in kocası ve doğanın insanlar üzerindeki etkilerinin tek tanrısı olarak tapınım gören “Serapis;” Kötülüklerden koruyan ve kurtaran olarak tapınılan “Soteros”, ve fırtınanın, ya da şimşeğin, yıldırımın kullanıcısı anlamına gelen, aynı zamanda da Trakya’ya özgü bir İsim olduğu bilinen “Zbelsurdos” epithetleriyle karşımıza çıkmaktadır.231 Anadolu- Tanrıları Dionysos (?) Dionysos Kallon Heros (Atlı Tanrı) Theos (Zeus) Kybele (Phryg-Trak) Meter Thea Mamuzenos, Thea Ganos Theos Progonos (?) Brontaios Kinbelaios (Phryg-Trak) Theos (Zeus) Hypsistos Zeus Zbelsurdos

Traklar, dışarıdan gelen tanrılara yeni işlevlerine uygun isimleri ekleyerek, ya da Apollon ve Asklepios’un Heros ile özdeşleştirilmesi gibi onları yerel tanrılarıyla özdeşleştirerek kendi inançlarını sürdürmektelerdi. Trakya’da tapım gören en önemli tanrıların başında gelen, ancak karakteri tam olarak açıklanamamış olan Heros ya da “Atlı Tanrı”, bölgede bulunmuş olan birçok adak yazıtı ve yine çok sayıda kutsal alandan bilinmektedir. Antik yazarların da dikkatini çektiği gibi (Strabon X 3.15.18), Traklarla Phrygler arasındaki benzerlikler ritüeller, kültler ve inançlar konusunda ortaya çıkmaktadır.232

Gravür 1--Bir Baküs geçit bir maenad ve iki satyrs Mermer rahatlama. AD 100, British Museum, Londra .

Bununla ilgili olarak Ana tanrıça kültü Phryg pantheonuna (tanrıları arasında) olduğu gibi Trak pantheonuna (tanrıları arasında)da hâkim bir kült olmuştur. Trakya’da Ana Tanrıça kültünü destekleyen 231 232

Sarıkaya, B. 2009, A.g.e;s. 124 Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 124

70


yazıtlı-yazıtsız tasvirli çok sayıda buluntu mevcuttur. Bu çalışmada Ana Tanrıça yazıtlarda Kybele ve Meter Thea Mamuzenos olarak tespit edilmiştir. Mamuzenos epithetiyle daha önce karşılaşılmadığı ve bu sıfatın, -örnekleri bilinen- Meter’e eklenen yerel epithetlerden biri olduğu düşünülmüştür. Zeus’un bilinmeyen bir epitheti olan, ismini olasılıkla buluntu yerindeki bir yer adından ya da civardaki bir dağın antik adından aldığı düşünülen “Brontaios Kinbelaios” hem Trakya’da hem de Phrygia’da tapınım gören Trako-Phryg kökenli bir tanrı olarak bilinmektedir. Dionysos: Bazı düşüncelere göre çıkış noktası Trakya ya da Phrygia olan bir diğer kült örneği de Dionysos’tur. Yunanlılar’a göre Dionysos Trak dilinde, “Sabazios” ve “Sabos” olarak isimlendirilmişti. Dionysos’la özdeşleştirilen Sabazios’un, Trak-Phryg tanrılarından biri olduğu bilinmektedir. Dionysos233, Yunan dünyasında olduğu gibi Roma’da da önemli bir yer kaplamıştı. Roma’da M.Ö. 496 yılında yaşanan kıtlık sorununa Dionysos tapımının çözüm getirdiği kabul edildi Bu dönemde Romalılar için; Dionysos, Ceres ve Persephone kutsal üçlü olarak anılmıştı. “Dionysos kültü, Trakya ve Makedonya’dan M.Ö. 10. yüzyılda Yunanistan’a gelmiş ve ilkel özelliklerine karşın Olympos din sistemiyle yarışacak kadar yayılmıştır. Dionysos, dini sistemin bir parçası olduğu için her kim ki onun varlığına dil uzatırsa sadece tek bir tanrıyı aşağılamaz, aynı zamanda tüm tanrıların güvenirliğine de meydan okumuş olurdu. Dionysos, dinsel bir hareket olmakla birlikte, sistem karşıtı eylemlerin de odağıydı.” Trakya’da en yaygın tapınılan tanrılardan olan Dionysos bu çalışmada, Rhegion’da (K. Çekmece) toplu olarak ele geçen, “güzel” anlamında kullanılan “Kallon” epithetli (=Lakap) onurlandırma yazıtı ile yer almıştır. Perinthos’ta (M.Ereğlisi) bulunmuş olan yazıtlarından ise bir Dionysos (Bakkhos) Birliği’nin varlığı anlaşılmaktadır. Adını buluntu yerinden aldığı bilinen Thea Ganea, yine adı ve anlamı hakkında bilgi bulunmayan, yazıtında Theos Progonos olarak geçen kült, bu gruba dâhil edilmiştir. Fırtınanın, ya da şimşeğin, yıldırımın kullanıcısı anlamına gelen, aynı zamanda da Trakya’ya özgü olduğu bilinen “Zbelsurdos” bu çalışmamızda Zeus’un bir epitheti olarak yer almaktadır.234

Sunaklar Eski sunaklar ve dini temelli yerleşmelerin yerine soyluların mülkleri geçmiştir.235 Bunlardan birincisi yüksek tepeler ve ulaşılması güç yüksek yerler üzerinde şekillenen ve daha çok doğal kaya oluşumlarını kullanan etrafı yığma taşlarla çevrili geniş kutsal mekânlar ile yine yüksek kayalıklar veya tepe oluşumları üzerinde hazırlanmış platformlar ve bunları aşağıdaki alanlara ve daha çok da hemen yakında bulunan akarsu veya diğer suya dayalı oluşumlara bağlayan kayadan oyma merdivenlerdir. Trak ayinlerinde çok önemli bir obje olan ve gök ile yer arasındaki ilişkiyi sembolize eden bu tip merdivenlerin rahipler veya rahip krallar tarafından kullanıldığı ve bu tip merdivenlerin ahşap örneklerinin bazı durumlarda tümülüsler üzerinde bulunduğu da bilinmektedir. Bu durum Trak dünya görüşü ve Ktonik dini dönüşüm sistemi için yeraltından göklere uzanan bir bağ ve aynı zamanda üst sınıflar ve alt sınıflar arasındaki rahiplik kurumunun dengeleyici rolüyle özdeşen sembollerdir. Bu tip sunaklar dışında kaya nişleriyle kendisini gösteren ve gizli törenler ve ayinler için kaya yüzeylerinde açılmış nişler oluşturma geleneğinin örnekleri yanında kaya yüzeylerinde oluşturulmuş daire biçiminde Güneş sembollerine de rastlanmaktadır.236 Tanrılar: Traklar ilk zamanda tabii kuvvetlere tapmışlar ve özellikle hayvan, ağaç ve kayalara tapmışlardır. Son tarihi çağlara kadar Trak dininde kalıcılaşmış olan bazı isimler kutsal hayvanlar ve garip bir takım gelenekler bu preistorik çağlarda fetişizmin geçeri olduğu görülmektedir. Örneğin tilki Dionizosla ilgi göstermiş ve bu Tanrı onuruna düzenlenen dini tören (ayin) ve kurbanlarda önemli bir rol oynamıştır. ‘Zalmoksis’ ismini taşıyan tanrı ise aynı şekilde yahut ayı postuyla örtülmüş olarak betimlenmiştir. Trakların hafızasında kalıcı olan efsaneye göre Afroditi, aşağılanan Polifonte, Tanrıca Afroditi tarafından bir ayı şekline sokulmuştur. Fakat Traklar pek erken sahillerde başlamış olan Yunan koloni şehirleri aracılığı ile Yunan dininin etkisi altında kalmıştır. Roma tarafından içerlerde yapılmış yerleşimlerde dahi bu din etkili olmuştur.237 Fakat Traklar din konusunda tutucu olduklarından, yerel tanrılarına tapmayı, dini Bacchus ( / b æ k ə s / veya / b ɑː k ə s / ; Yunan : Βάκχος , Bakkhos ) Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 124 235 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e 236 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 237 Mansel A. M., 1938, A.g.e s.13 233 234

71


adet ve göreneklerini son zamanlara kadar korumuşlardır. Traklar birçok kabillere ayrılmış olduklarından Trakya’da biç bir zaman birlik ve beraberlik içinde olamamışlardır. Bu nedenle uzun zaman eski tanrı inançları önemli bir rol almıştır. Bu yerel tanrılara Deloptes, Manimazos, Darzalos, örnektir. Tanrılar arasında en önemlisi Dionizos’dur Dionizos ilk zamanlarda bitki (tarım) ve bereket tanrısıydı; Sonradan şarap tanrısı oldu. Bu mezhepte sarmaşık yaprağı önemli rol oynadı. Traklar sarmaşık yaprakları ile silahlarını süsler ve sarmaşık dövmeleri yaparlardı. Trakya’da Dionizos onuruna ayinler yapılırdı. Mezhep üyeleri bu ayinde “vecde238” gelirlerdi. Kutsal hayvan parçalarlar e bu parçaları çiğ çiğ yutarlar ve bu suretle tanrısal kuvveti bedenlerine alırlardı.239 Traklar birçok sağlık tanrılarına da tapmışlardır. Bunlardan Dersaios veya Devronlar (sağlık tanrısı) nezdinde kabul gören Dairon tanrısı anılabilir. Sonra Romalıların önemsediği tanrı Asklepios bu yerel tanrıların yerini almıştır. Ayrıca Anadolu’dan aydınlık ve gök tanrısı olan Apollon sahil kolonileri aracılığı ile Trakya’ya geçmiş, özellikle Apollonia vasıtası ile itibar edilen bir tanrı olmuştur. Apollonun kız kardeşi vahşi hayvanların ve avcılık tanrıçası Artemis eski Trak tanrıçası Bendis’in yerine geçmiştir.240 Traklar doğa (tabiat) varlıkları ve kuvvetlerini de tanrı seviyesine çıkarmışlardır. Güneşe, özellikle akarsulara ibadet etmişlerdir. Akarsular perileri olan Nemflerin241 Trakya’da ne büyük bir gözde olduklarını Tatarpazarcık civarında ulunmuş olan bir Nemf mabetti (tapınağı) olduğunu göstermektedir. Gök tanrı Zeus ve karısı Hera özellikle Roma İmparatorluğu döneminde Traklar’da önemli yer almışlardır.242 Toprak ve yeraltı Tanrıları da önemli yer almışlardır. Sonradan Pluton, Demetler, Persefone isimleri almış olan yerli tanrılara dönüşlerdir. Doğudan (Anadolu’dan) Trakya’ya gelmiş dinlerden bir güneş tanrısı olan Mitas dinini anabiliriz. Bu din Roma zamanında yaygınlaştı.243

Diyanosos Dini : Toprak tanrıları arasında menşe bakımından daha çok Trakya ve Anadolu ile ilgiler göster en Dionizos zikre değer. Yunanlılar tarafımdan bir toprak, bitki ve bereket tanrısı olarak gösterilen. Dionizos üzüm bağlarının, dolayışıyla şarabın koruyucusudur. Başka bir toprak, savaş ve üzüm tanrısı ise Ares adını taşımaktadır. İlk zamanlar belki bir yılan şeklinde tasarlanmış edilmiş olan üçünü toprak tanrısı Asklepios'tur. Sonradan Asklepios bir sağlık tanrısı olmuştur.244 Menşe'lerini Trakya'nın efsanevi şarkıcısı Orfeus'e kadar götüren birtakım din devrimcileri Dionizos dinini ilkel ve kaba şekillerinden kurtarıp daha sade ve daha temiz bir şekle sokmakta büyük rol oynamışlardır.245 Dionysos Kallon: Taşlıklıoğlu, antik kaynaklardan birinde “mutatio callum” (konaklama yeri) olarak geçen bir yer isminden bahsederek sıfatının bu yer isimleriyle bağlantısını kurmaya çalışmaktadır. Bu kaynakta bahsedilen yerin Trakya’nın Marmara kıyılarında, Selymbria (Silivri) ile Athyria (B. Çekmece) arasında olduğu belirtilmiştir.246 Birazdan göreceğimiz Doğu çıkınlı tanrıların yanısıra Dionisos’un durumu da böyledir; Trakya çıkınlıdır, annesi Trakya/ Trigya Toprak Ana Semele’dir. Göreceğimiz başka tanrısal çiftler Kybele-Attis, Astarte-Adonis, Isıs-Osiris’dir. Dionisos ayrıca ölüler inancına da bağlanıyordu, İnsanlar, hayvanlar, bitkiler çoğaldıkça, bittikçe, ölülerin de dirilebileceğine inanılıyordu. Dionisos’da olduğu gibi bütün bu törenlerde iki yan, karşıt çifte yan oluyordu. Biri dinsel, tanrının insanın içinde bulunması 247 (enthousiasmos), Tanrı Dionisos (veya Bakkhos)248 daha çok şarap ve sarhoşluğu canlandırır. Ona tapım Bir şey karşısında sonsuz bir coşku duyumsamak, kendinden geçecek denli coşmak, coşup kendini yitirmek, esrimek. Mansel A. M., 1938, A.g.e s. 14 240 (Mansel A. M., 1938, A.g.e s.14 241 Nymphler Yunan Mitolojisi'nde yeri ve denizi dolduran sayısız çokluktaki dişi, tanrısal varlıklardır. Ölümsüz değillerdir ama tanrılar gibi ambrosia ile beslendiklerinden çok uzun yıllar yaşarlar ve hep genç ve güzel kalırlar. 242 Mansel A. M., 1938 A.g.e, s. 14 243 Mansel A. M., 1938, A.g.e, s. 14 244 Mansel, A. M., 1999,A.g.e;<s. 167 245 Mansel, A. M. (1999). A.g.e s. 220 246 (Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 92) 247 (AND, 1962) A.g.e; 248 Dionysos (Bakhos), bir Lidya-Frigya tanrısıdır 238 239

72


da çoşkun danslar, çoşkun müzik, sarhoşluğa varan bir aşırılıktadır. Daha çok gizli törenleri, coşkun törenlerinin sarhoşluğuyla bilinen Trakya’nın kaba boyları içinden çıktığı sanılmaktadır. Dionisos aynı zamanda ağaçların da tanrısıydı. Çok defa bir direk üzerine kolsuz bir örtü örtülür, sakallı bir baş, sağından kolundan yapraklı dallar, sarmaşıklı dallarla gösterilildi. En çok da sarmaşık ve incir ağacıyla ilintilidir.249 Bunlardan başka buğday ve tarımla da ilintisi ileri sürülebilir. Çiftçiliği için ilk öküzü sabana koşan diye bilinir. Dionisos’un bir belirtisi de ürün devşirmede çiftçilerin tohumu samandan ayırmak için kullanılan sepettir. Bu aynı zamanda onun doğduğunda içine konduğu beşiktir. Liknos denilir. Bu mutluluğu, üremesi için böyle bir sepete koyma töresi yalnız Yunanlılara vergi değildir, başka ülkelerde de rastlanır. Dionisos’un böyle bir tohum sepeti içinde yeni doğmuş bir çocuk olarak gösterilmesi onun buğday tanrısı olduğuna bir kanıttır.250 Öteki bitkisel tanrılar gibi Dionisos da birdenbire yeğin bir ölümle ölmüş, sonra canlandırılmıştı. Kutsal törenlerde de onun acısı, ölümü ve dirilişi canlandırılır. Şair Nonnos onun bu acıklı öyküsünü söyler. Zeus yılan biçiminde Persephone’ye gelmiş, ondan Zagreus yani Dionisos, boynuzlu çocuk doğmuştur. Babasının tahtına çocukken oturmuş, babasını taklit etmiştir. Fakat yüzleri tebeşirle aklaşmış kalleş Titan’lar onu aynada kendisini seyrederken bıçaklamakta gecikmezler. Bir süre onların saldırılarından korunmak için Zeus, Vronus, aslan, at, yılan biçimlerine girip onları oyalar, sonunda boğa olduğunda düşmanları onu bıçaklarıyla parçalarlar. Efsanenin Girit çeşitlemesi değişiktir. Lidyalılar Dionisos’un doğumunu mevsimi de beraber getirir inancıyla ilkbaharda kutlularlardı. Dionisos ayrıca bir boğa olarak canlandırılır. Adı zaten ‘boynuzlu’ dur. Başka hayvanlarla da temsil edilir. Bunlardan biri de keçidir. Bir adı Oğlak’dır. Atina ve Hermion’da Kara Keçi diye anılır. Hayvan öldürmek, parçalamak daha çok adak, kurban etmek diye düşünülmelidir.251 Onunla ilintili şenliklere gelince Anthesterion ayında ürünler olgunlaşırken, baharlar açınca, asmalar budanınca ‘Anthesteria’ veya ‘Çiçek Bayramı’ ilkbahar tanrısı Dionisos adına kutlanırdı. Bizim Şubat ayının onbirine gelen tarihe rastlardı, bu tarihte şarap ikinci kaynamasını bitirip, içilir duruma gelir, şarap kapları açılır, genel şenlik olurdu, içilir, gençler şarap tulumları üzerinde sıçrar, kızlar salıncakda sallanır, bütün bunlar bolluk getirmek içindir. Ertesi günü Dionisos tapınağına götürülür halka dağıtılırdı. Kral başlığını taşıyan yargıç içki içme yarışmasına başkanlık eder, karısı da Dionisos’la evlenirdi. Bukolein veya Öküz Ahırı denilen kocasının iş yerine Dionisos’a kendini adamış kızlarla beraber gidilir. Dionisos’un öküz biçiminde heykeli veya başına boynuzlar takmış, post giymiş bir oyuncu gemi biçiminde tekerlekler üzerine bindirilmiş bir araba içinde getirilirdi. Böylece Yargıç’ın (Arkhon) karısıyla tanrı evlenmiş olurdu. İkinci günün gecesinde ve üçüncü gün yani şenliğin son gününde tahıl lapası yapılır, birçok görevleri arasında ölü ruhlara yeraltına giderken eşlikte bulunan Hermes’e sunulurdu. Düğün olurken ruhların sokaklara uçuşup dolaştıkları sanılırdı. Onları uzak tutmak için akdiken çiğnenir, evlerin kapılarının yanlarına zift bulaştırılırdı. Anestheria bitti, artık gidin ruhlar (keres) diye onlar kovulurdu. Böylece Dionisos bir yanda tarımsal yarışmalar, cünbüşler, öte yanda kirlenme ve hortlakların korkusuyla karışırdı. Bu da Dionisos’un bir eğlenceli, gülmeli yanını, öteki de koruyucu, karanlık yanını gösterir.252 Dionisos ile ilintili öteki iki şenlik Gamelion (Ocak) ayındaki Lenaia ile Mart ayındaki Elephebolion, Büyük Dionisia’dır. Lenai’dan önce bir de Poseidon (Aralık) ayında bir kır Dionisia’sı düzenlenirdi, burada phalloi, erkeklik aygıtı bir geçit alayında geçirilir, şakalar, oyunlarla güz tohum ekiminin bolluluğu sağlanırdı, bir de lapa sunulurdu. Ayrıca Phallik türküler okunurdu. Lenaia bundan çıkmıştır. Ocak ayının 12, 13, 14. cü günlerinde yapılır, kış şenliği olup, bitkisel yaşamın uyanmasını sağlamak içindir, buna ayrıca dişi Maenadtar da katılırdı. Oyunlar arasında özellikle Dionisos’un yeniden doğuşu canlandırılır, bu da tragedya’nın buradan çıktığına bir kanıt olarak ileri sürülüyor. Şairler arasında güldürü ve tragedya yarışmaları Mö. 5.ci yüzyılın ortasında başlamıştı. Demeter-Kore ve Pluto da işe karıştırılıyordu ancak tören temelinden Dionisos şenliğiydi. Büyük Dionisia ise ilkabaharda oluyor, mart’ın dokuzundan onüçüne kadar sürüyordu. Bu Peisistratus’un etkisiyle 6.cı yüzyılda yeni tragedyalar yaratmak için bir vesile oluyordu. Çiçeklerle başları taçlanmış, sarmaşıklara bürünmüş dansçılar ve korucularla bu bir ilkbahar dithvrambos töreniydi, önce belirli olarak bir Trakya/Frigya çıkınlı kendinden geçirten, esrik bir Dionisos töreniyken, aklını başına toplayıp, kendine çeki düzen vererek şairler ve oyun yazarları için 249

(AND, 1962, A.g.e; s. 20) (AND, 1962, A.g.e; s. 20) 251 (AND, 1962, A.g.e; s. 20) 252 (AND, 1962, A.g.e; s. 21) 250

73


beşinci vüzyılda ve daha sonra önemli bir edebiyat vesilesi olmuştu. Atina’da takvimde büyük değişiklikler olmuş, bu gece cümbüşlerinin, oturak toplantılarının yerini gündüz herkes için dramatik gösteriler almıştır. Bununla beraber gene ilk baştaki baştan çıkarıcı bir simgecilik kalmış, Parnassus dağında geceleri meşale ile iki yılda bir kış ortasında dans edilmiş. Dağın yüksek sırtlarında Dionisos’la beraber olunmak istenmiş; tıpkı bir Şaman inanı, yığın coşkunluğu gibi. Trakya/Frigya inanına göre Dionisos kış dansına uyularak bir boğa veya dana parçalanıp etini dansçılar yerdi. Daha birçok öğeler Yunan Dramasına alınmış olmakla beraber Trakya/Frigya Dionisos’u bu karmaşıda başlıca kişiydi. Özünde Hellas dinsel başkentinde yeni doğmuş çocuk lakkhos’un bir kış uykusundan sonra dirilişi ve doğuşu kutlanıyordu. Dionisos üzünç ve ölüm kadar sevinç ve yaşamın, tragedya ve komedyanın tanrısıydı.253 İstanbul ile Edirne arasında Vize’de Kumlar Karnaval’da bir töreni bugün de yaşatmaktadırlar. Eskiden burası Trakya boylarından Astı’nın başkentiydi. Karnavalın son haftasındaki Pazartesi günü yapılır. Vize'de olmamakla beraber köylerden Aya Yorgo’da törenli görülüp yazılmıştır. Bu oyunda Dionisos törenlerine benzerlik açık seçik ortadır. Keçi derisi giymek Dionisos olmanın ta kendisidir. Sepet içindeki çocuk ve adını Dionisos gibi sepetten alması, ayrıca Dionisos gibi yedi aylık erken doğması ve ölümlü bir kadınla tanrısal bilinmeyen bir babadan doğuşu, erkeklik aygıtı bulunması, keçi derili adamın tıpkı, Dionisos’un Atina Ecesiyle her yıl sözde evlenmesi gibi evlenmesi, tanrı gibi oyuncunun da ölüp dirilmesi bu bağlantı için yeter kanıtlardır. Saban sürmeye gelince bu Dionisos’un yalnız ilk öküzü sabana koşan olmasından değil ayrıca yukarda açıklanan tohum sepetinin anlamıyla da ilintilidir. Saban demiri dövenlerle, Dionisos’u öldüren Titan’ların da demirci olması bakımından ilintisi düşünülebilir. İlkbahar başında üç gündür, yani Şubat sonu Mart başı. Bu bakımdan Trakya’daki oyun Karnaval’ın son haftasında olduğuna göre buna tarihçe pek uymuyor. Bununla beraber özellikle ölüp dirilme ve yalancı evlenme bulunuşu bakımından uyuyor.254 Kastorla yakınında Lehovo’da dört evli erkek bir evli kadın, bir hekim, bir arap erkek, bir arap kadın olur. Bu sonuncunun elinde tahta bir bebek vardır. Evli adamlardan birisi (veya arap) öldürülür. Evli kadın ağlar (veya zenci kadın), hekim öleni diriltir. Bogotsiko’da Rugatsiari’de üç evli kadın, üç evli erkek, yaşlı kadın, Arap, hekim, zilli adam, silahlı adamlar vardır. Bir başka oyunda iki kişiden biri yaşlı, öteki Korella’dır. Birinin sırtında kuzu postu, ziller, yaşlı kadının elinde içi kül dolu torba vardır Epir’de Zagori’li kızlar İlkbahar’da kırlara giderek Zefiris oyunu oynarlar. Kızlardan biri - çok defa bir oğlan Zefiris seçilir, bu ölü gibi otların üzerine yatar, üzeri yaprak ve çiçeklerle örtülür, ağıtlar söylenir. Birden Zefiris dirilir, yas sevince döner, kızların üzerine saldırır, onları kovalar. Samakova’da oyunun adı ak toz anlamına Piterades’dir. Kadın kılığında oyuncuların yüzleri ak tozla sıvalıdır, birinde bir tahta bıçak, paçavra, flüt yerine bir öküz boynuzu ve çanlar vardır. Gayda da olur. Çeyiz taşınır. Kişilerin birinin başında eşek, birinin koç, ötekinin geyik başı vardır. Samakova’da Seimenides töreni kutlanır. Seimenides’lerin kılığı yarım kadın (eteklikli) yarım erkekdir. Bıçakları, tabancaları olur, evleri dolaşırlar, dansederler, peynir, şarap toplarlar. Bunların düzen bağı sıkıdır.255 Deve oyununun ölüp-dirilme konuluğuyla nasıl birleştiği ilerdeki bölümlerde görülecektir. Trakya’da Kumlar bağ bozumu sırasında da bir deve ortaya çıkarır, buna Arapça cemel’den ‘kamilo’ deniliri’. 256 Trakya bilgelerinin bir özelliği olan Dionysiac ayinlerinin ülkesiydi. ”257

253

(AND, 1962, A.g.e; s. 22) (AND, 1962, A.g.e; s. 26) 255 (AND, 1962, A.g.e; s. 28) 256 (AND, 1962, A.g.e; s. 41) 257 Lang. Ve Lit. Ant. Yunanistan’dan s., 150-153; cf., Niebuhr, Ethnog. ve Geog. 254

74


Orfeus ve Euridike Dini : Homer zamanında “lira” adıyla bir çeşit “ud” çalgı popülerdi.258 Ünlü şarkıcı Orfevsin vatanı olarak Trakya’nın gösterilmesi Trakların müziğe vermiş olduğu nemi göstermesi bakımından kıymetlidir. Bu süreç mit ve anlatıların ışığında, daha sonra da etkisini gösterecek bir destanlar ve kutsamalar sürecidir. Özellikle Trakya kadar, bütün Antik Çağ Dünyası için de etkileri derin olarak hissedilen Orfeus düşüncesi ve inanış sisteminin de bu süreçte şekillendiği anlaşılmaktadır. Antik Çağ ve sonraki Avrupa kültürü ve dini inanışlarıyla birlikte sanat ve yaşamını da etkileyen önemli kimlik olarak karşımıza çıkan bir din yayıcı ve yol gösterici olan Orpheus ‘un bu süreçte yaşamış olduğunu gösteren anlatılar mevcuttur. Vahşetle suçlanan, acımasızlığıyla ünlü Trak dünyasının yabancı ve özellikle de Trak topraklarına göz koymuş düşman ve rakip toplulukların bu suçlamaları arasında Orpheus, çok farklı çağrışımlara yol açan barışçı, hümanist ve üstün bir müzik ve şiir yeteneğini sergileyen olağanüstü bir insan olarak karşımıza çıkmaktadır. Bizzat Yunan kültür dünyasınca da Orpheus insanüstü bir mertebeye taşınmıştır. Bu mit’ik kişilik için verilen bilgiler onun Meriç Nehri ve özellikle de nehrin batısında kalan Trak kabile örgütlerinden birinin rahip kralı olduğunu göstermektedir. Orpheus, Trak ölümsüzlük inancı ve şiirsel yaratıcılık gücünün örneğidir. Aynı zamanda Orpheus, doğa ve insan bütünleşmesinin de temsilcisidir. Hayvancı yaşam biçiminden güç alan bir dünya görüşünden kaynaklanması nedeniyle doğayla bütünleşen sunakların Trak yaşamında yeri büyüktür. Çok yönlü bağlayıcı oluşumuyla topluluğun veya ulusun kimliğini ve bütünlüğünü sağlayan dini ve tinsel merkez olarak sunaklar toplulukların ana ve can alıcı merkezleridir. Sunaklar gelip geçici yaşam mekânlarından çok, kutsal ve atalarla gelecek arasında olduğu kadar, yaşananla yaşanan ötesinde bir bağlantı noktasında gerçek savunmayı hak eden bir konumdadır.259 Menşe'lerini Trakya'nın efsanevi şarkıcısı Orfevs'e kadar götüren birtakım din devrimcileri Dionizos dinini ilkel ve kaba şekillerinden kurtarıp daha sade ve daha temiz bir şekle sokmakta büyük rol oynamışlardır.260 Pelin Batu yazdı. “ (Batu, 10 nisan, Cuma, 2015) Trakya’ya doğru yollanacağız. Kader kelimelerde saklıdır. Orfeus’un ismi, terk edilmiş kökünü barındırır. Euridike ise, enginlik ve uçsuz bucaksızlığı. İsimlerinin de işaret ettiği üzere, bu en trajik ayrılık hikâyelerindendir. Mitin değişik versiyonları olmakla birlikte en eskisi, M.Ö 530 yılında Ibycus adlı şair tarafından bize bırakılmış. Güneş tanrısı Apollo ve Epik şiirin ilham perisi Calliope’nin oğulları Orfeus, müziğin tanrısı. Pindar’a göre, Orfeus, şarkıların babası. Lirini çalıp şakımaya başlayınca, kayaları ve ağaçları yerlerinden oynatıyor. En acımasız tanrıları bile ağlatıyor. Orfeus ve orman perisi Euridike tanışır tanışmaz birbirlerine kenetleniyorlar. Evlenip sonsuza dek mutlu olacakken; Euridike, onu kovalayan bir satirden kaçarken, yılan tarafından ısırılıyor ve ölüyor. Orfeus’un Ölüler Diyarı’ndaki macerası da böylelikle başlamış oluyor. Orfeus, yaşayan hiçbir varlığın giremediği Hades’e müziği sayesinde giriyor. Çaldığı parçalar yeraltındakileri o kadar Lyra yani lir bilinen en eski müzik aletlerinden biri oluyor... koskoca Hermes icad etmiş liri... Hermes daha küçücük bir çocukken kaplumbağanın kabuğunu çıkarmış ve kabuğa bağırsak germiş... olmuş lir... hayatımı versem aklıma gelmezdi bu... neyse, bu koskoca Hermes... icad ettiği liri almış, kardeşi Apollon’a hediye etmiş... Hermes de Apollon da doğal olarak Zeus un çocukları oluyorlar çünkü neredeyse herkesin babası Zeus zaten... alınan hediye başkasına verilmez ama bunlar da tanrı, sorgulanmaz şimdi... Apollon da liri çok daha küçük bir çocuk olan Orpheus’a hediye etmiş... sonunda kıymetini anlayana ulaşmış lir... Orpheus liri o kadar güzel çalar ki, o çaldığı zaman her şeyin sustuğu söylenir... O derece yani... bitki ve hayvanların bile susup, Orpheus’u dinledikleri rivayet ediliyor... lir çalmayı perilerden öğrenmiştir çünkü... büyük ihtimalle bizim müzler yani musesler öğretmişlerdir... ilham perilerimiz buradalar... Orpheus sanatçı bir kişiliğe sahip olduğu için olsa gerek, öyle diğerleri gibi güçlü kuvvetli bir adam değilmiş... savaşlarda filan savaşamazmış pek ama çok da işe yararmış değişik şekillerde... bir savaş seferi esnasında gemi dalgalar tarafından öyle berbat sallanıyormuş ki! batacaklarmış neredeyse ama orpheus lirini çalmaya başlayınca deniz kudurmayı bırakmış... kurtulmuşlar... besteci Webster Young; aşağıdaki videoda Orpheusun çaldığı lire en yakın enstrüman hakkında bilgi veriyor... yukarıda Hermesin liri kaplumbağa kabuğundan yaptığını yazmıştım... işte bu sebeple gerçek lir aşağıdaki enstrüman oluyor... aslında Yunan mitolojisindeki lute yani lavta olarak bilinen müzik aletinin atası aslında.. 259 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 260 Mansel, A. M. (1999). A.g.e s. 220 258

75


etkiliyor ki, Ölüler tanrısı Hades ve eşi Persefone, ruh eşi Euridike’yi dünyaya götürmesine izin veriyorlar. Ama bir şartla. Orfeus, ışığa çıkana kadar arkasına, yani Euridike’ye bakmayacak. Ancak dünya yüzeyine çıkmadan hemen önce Orfeus, arkasından topallayarak gelen eşine bakıyor ve Euridike, sonsuza dek karanlığın içinde kayboluyor. Orfeus hayata küsüyor, hüzün dolu şarkılar besteliyor, ondan sonra hiç bir kadına bakmıyor. Ölümü de kadınlar yüzünden oluyor, çünkü onun bu ilgisiz halini, küstahlık olarak algılayan kadınlar onu paramparça ediyorlar. Hikâyenin özü bu.”261 “Hades belki de insan doğasını bildiği için böyle bir koşul koyuyor. Bu, sadece geçmişle ilgili patolojik ilişkimiz değil, aynı zamanda güven sorunumuzla ilgili. Orfeus Euridike’ye ve aşklarına güvense, geriye 261

(Batu, 10 nisan, Cuma, 2015) gazate yazısı

76


bakmaz. Eşinin arkasında olup olmadığına emin olmadığı için dönüyor. Lacan’ın yorumuna göre Orfeus’un geriye bakması, aslında edebiyatın doğması demek zira Orfeus ancak kaybedince gerçek sanat doğuyor. Euridike ile birlikte gün ışığına çıksa, sonları, Romeo ve Juliet’in evlenip didişen bir çifte dönüşmesi gibi bir hikâyeye evrilecek. Oysa kayıpla derin bir keder, kederle Euridike gibi uçsuz bucaksız bir çöl, çölden de peygamber ayetleri çıkıyor. Ayrılıkla birlikte, Orfeus hiç ayrılamayacaklarını da anlamış oluyor. İlk defa o zaman inanmaya başlıyor. Başta inansaydı, zaten ruh ikizinden ayrılmayacaktı. Ama kaybını yaşaması, yasını tutması gerekiyor, tıpkı Şiva gibi. Kederli tanrılar, kendi içlerine dönünce, gerçeği görüyorlar: aslında, seven de, sevgili de kendileri. 262 Trakya'nın efsanevi şarkıcısı Orfevs'e kadar götüren birtakım din devrimcileri Dionizos dinini ilkel ve kâh şekillerinden kurtarılıp daha sade ve daha temiz bir şekle sokmakta büyük rol oynamışlardır. 263 Bulgaristan’da bulunan anıtsal mezar yapılarında görülen cenaze törenleri sırasındaki at ve çeşitli hayvan kurbanları, Antik Trakya’da karşılaşılan Orpheus inancı ile bağdaştırılmaktadır.264 Orpheus Yunan mitolojisinde büyüleyici bir müzisyen olarak anılırdı. Öyle ki onu dinleyen vahşi hayvanlar hemen uysallaşır, ağaçlar hatta kayalar bile Orpheus'un melodisine kendisini kaptırırdı. Orpheus'un bu yeteneğine hayran bir de güzeller güzeli eşi orman perisi Eurydice(Yurodisi) vardı. Eurydice bir gün ormanda dolaşırken yarı keçi yarı insan olan Satir onu gördü ve kızın güzelliğiyle kendinden geçti. Satir, Eurydice'ye saldırmaya çalışınca Eurydice kaçmaya başladı ancak ormanın derinliklerine doğru kaçarken kaybolunca zehirli bir yılan tarafından sokuldu ve öldü. O artık yeraltı dünyasında Hades'in himayesi altındaydı. Onun cansız bedenini bulan Orpheus üzüntüsünden kahroldu ve Eurydice'yi hayata geri döndürmek için yeraltı dünyasına gitmeye karar verdi. Orpheus gece gündüz demeden yeraltı dünyasına gidebilmek için yürüdü ve sonunda Stiks(Styx) Nehrine ulaştı; ancak bu nehirden yaşayan bir insan olarak geçebilmesi için öncelikle onu karşıya geçirecek olan sandalcıyı ikna etmesi gerekiyordu. Liriyle beraber bir ağıt çalmaya başladı ve sandalcı duyduğu bu melodiyle beraber Orpheus'u karşıya geçirdi. Orpheus yeraltı dünyasının kapısına vardığı vakit onu yeraltı dünyasına bekçilik yapan ısırıkları zehir dolu üç başlı köpek Kerberos karşıladı. Eurydice'ye kavuşma ümidiyle yanıp tutuşan

(Batu, A.g. gazate yazısı Mansel, A. M. (1999). A.g.e, s. 220 264 Yıldırım, Ş. (2008); A.g.e. 262 263

77


Orpheus bu korkunç yaratığın da üstesinden geldi. Yunan Mitolojisine göre Kerberos varlığı boyunca sadece beş kez yenilmiştir ve bu yenilgilerinden birisi Orpheus tarafından liri eşliğinde uyutularak olmuştur. Sonunda yeraltı dünyasına ulaşan Orpheus, Hades'i ve onun eşi Persephone'nin (Persefoni) karşısına çıktı; fakat Orpheus'u karşısında gören Hades hiddetlendi. Hades'in hiddeti karşısında Orpheus yine lirine sarıldı ve hüzün dolu hikâyesini enstrümanı eşliğinde anlatmaya başladı. Orpheus'un liriyle kendinden geçen Hades ve Persephone, Orpheus'un acı dolu hislerini yüreklerinde hissettiler ve ona Eurydice'yi hayata döndürmek için bir şans verdiler; ancak Hades bir şart koştu. Orpheus'un yeryüzüne çıkana kadar Eurydice'ye dönüp bir kere bile bakmaması gerekiyordu. Orpheus önde Eurydice arkada yeryüzüne ulaşmaya çalışırken Orpheus'un aklına şüphe düştü. Acaba niçin karısına bakmamalıydı, yoksa ölüm onun güzelliğini alıp götürmüş müydü ya da karısı onun arkasından onu takip etmiyor muydu? En sonunda Orpheus eşine bakamadığı için sürekli olarak kendini tedirgin hissetmesine dayanamadı ve yeryüzüne ulaşmaya ramak kala bir anlığına dönüp Eurydice'ye baktı ve Eurydice bir kez daha öldü. Tüm bu olanlardan sonra Orpheus ve Eurydice için yeryüzünde aşk yaşamanın başka bir imkânını kalmamıştı. Orpheus, yeryüzüne döndükten sonra asla başka bir kadına âşık olmayacağına and içti. Hayatında artık sadece liri vardı. Bir kayanın üstüne oturdu ve Eurydice'ye olan aşkını notalara döktü. Mitolojide Maenad ismi verilen bir grup kadın Orpheus'u fark etti ve bu kadar güzel aşk şarkıları söyleyen bir erkeğin asla kendilerine âşık olmayacağını anladıkları zaman deliye döndüler. Orpheus'u elde etme çabaları hüsranla sonuçlandıktan sonra kıskançlıktan Orpheus'un bedenini parçalayıp nehre attılar. Yeraltı dünyasına giden Orpheus artık Eurydice'ye kavuşmuştu. Bazen yan yana yürürken Orpheus öne geçer ve arkasından onu takip eden Eurydice'ye doya doya bakardı. Orpheus'un bu trajik öyküsü ile ölümünden sonra, tanrılar onun lirini gökyüzüne yükseltip takım yıldızı yaptılar ve Orpheus'u ölümsüzleştirirler265.

Spartaküs M.Ö. 73 İtalya’da, meşhur Spartaküs köle isyanı çıktı. Spartaküs, Trakya kökenliydi. Belki de Mithradates’in ordusunda savaşırken esir düşüp, gladyatör yapılmıştı. İki şefi, Oenomaos ve Crixus, Anadolu’daki Galatlardan geliyorlardı. Onlar da Mithradates’in ordusunda savaşırken esir düşmüşlerdi. Spartaküs ve çevresindeki isyancı köleler, başlangıçta, gladyatördüler. Yani, savaşmayı iyi biliyorlardı. İlk önce, kaçıp, Vezüv dağına sığındılar. Yığınla köle, kadın, erkek, çoluk, çocuk, kaçıp, Spartaküs’e sığınıyordu. Spartaküs’e özgür köylülerin de katıldığı söylenir. Yerel milisler, başkaldıranlara karşı savaşmayı reddediyorlardı. Spartaküs köle isyanının moral köklerini, 15–20 yıl geriye gidip, Cinna ve Marius'ün Sylla'ya karşı topladığı orduda aramak gerekir. Kölelerin ordu kurup, savaşabilecekleri fikri ta o zaman başlamıştır. Spartaküs M.Ö. 73 yılını hazırlıklarını tamamlamakla geçirdi. Silahlanıyor, ordusunu disiplin altına alıyordu. Ele geçen ganimetler eşit dağıtılıyordu. Altın ve gümüşün kullanımını yasaklamıştı. İç işlerini ikna yöntemi ile hallediyordu. Kölelerin bazen yaptıkları kanlı eylemlere karşı çıkıyor, "Ülkeyi kendi ülkeniz gibi görüp, gözetin " diyordu. Spartaküs, çok güçlenmişti, ordusunun sayısı 100.000 savaşçıyı bulmuştu. Roma, sonunda, üzerlerine, tüm güçlerini yollamaktan başka çare bulamadı. Spartaküs, kendisini çevirmeye gelen iki konsül ordusunu ağır yenilgiye uğrattı. Ve köle isyanları tarihinde ilk defa, köleler saldırıya geçtiler. Kuzeye çıkmaya başladı ve Po ovasına geldi. Burada da, önünü kesmeye uğraşan bir Roma ordusunu yendi. Alp dağlarını aşıp gideceği ve herkesin kendi ülkesine döneceği düşünülürken, güneye döndü. Sicilya’ya doğru gidiyordu, yolda bir Roma ordusunu daha yendi. Roma dışarıdaki ordularını yardıma çağırmıştı. İspanya, Trakya orduları geldiler, bu sırada köleler arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, Spartaküs’ün ordusundan ayrılmalar oldu. Sonunda, Roma orduları birleşerek, Spartaküs ve ordusunu yok ettiler. Spartaküs, savaş meydanında öldü. Ordusu dağıldı. Kimi köleleri, Roma askerleri kılıçtan geçirdi. Kimileri, kaçıp, dağlara sığındılar. Konsül Crassus yakalayabildiği 6.000 köleyi, Roma’ya giden yolda, çarmıha gerdi. Kuzeye doğru çekilmeye çalışanları da, Pompeius yok etti. Kölelerin hareketi bir defa daha yenilmişti. Ama manevi olarak, Spartaküs hareketi, kendinden sonra gelen başkaldırmalara esin kaynağı oldu. Ezilen sınıflar, hep, Spartaküs hareketini hatırladılar, yâd ettiler.266

Orpheusun ölümünden sonra, tanrılar hayran oldukları lirini gökyüzüne taşımışlardır ve Orpheusun liri bugün Lyria takım yıldızı olarak bilinmektedir... kartal takım yıldızı olarak da bilinmektedir ve yazın gökteki en parlak yıldızlardan biri olan vega bu lyria takım yıldızına aittir... yaz geçmeden bakın. 266 (Kısakürek & Kısakürek, -- A.g.e; s. 102) 265

78


Köleler ve Plepler Kölelerin büyük bir çoğunluğu toprakta çalışıyordu. Yarı aç, yarı tok yaşarlar, yırtık, pırtık kılıkları içinde kendilerini sıcağa ve soğuğa karşı koruyamazlardı. Fizik güçlerinin sonuna dayanmış olan köleler, zorla ve terör uygulanarak çalıştırıla biliniyorlardı. Yani, köle olmak yaşamak değil, sürekli işkence görmekti. Verilen cezaların en hafifleri, kırbaçlamak, demirle dağlamaktı. Verilen en ağır ceza ise, çarmıha gerilerek öldürülmekti. Belki, en iyi koşullarda olan köleler, ev işlerinde çalıştırılanlardı. Müzik çalan, dans eden, yemek yapan, eğitim veren olanlardı. Ve sayıları, kölelerin toplamı içinde, dikkate alınmayacak kadar azdı.267 Roma hukuku, “Köle, ya da başka hayvan”dan yola çıkarak, köle üzerinde, sahibinin sınırsız yetkisi olduğu sonucuna varıyordu. Sahibinin köle üzerinde ölüm- kalım hakkı vardı. Hukuk, hangi sınıf tarafından yazılmışsa, o sınıfın amaçlarına hizmet eder. Roma hukuku da, kölelerin sonuna kadar zorlanabilmesi için uygun ortamı hazırlamıştır. Köle özgürlüğü ile beraber, adını da kaybediyordu. Ona sahibi, bir ad takardı ve öyle çağrılıp giderdi. Kölenin, evlenme, aile kurma hakkı yoktu. Efendisinin isteğine veya emrine bağlı olarak, bir gecelik geçici birleşmeler olurdu. Doğacak çocuklar efendinin mallarıydı. Kölenin mülkiyet hakkı yoktu. Köle, mahkeme karşısında da sorumlu değildi. Köle sahibi, köle tarafından verilen zararları karşılamakla yükümlüydü. Roma’da köleci toplum doruğuna varmıştı. Fetihler sonucu, gittikçe zenginleşen soylular, sahip oldukları paraları, büyük topraklara, villalara yatırmaya başladılar. Şövalyeler ise, tefecilik sayesinde kazandıkları paralarla sanayi ve ticaret yatırımı yapıyorlardı. Ancak, bu işletmeler ufak olduğundan, ancak yakın pazarlara hitap edebiliyorlardı. Ticarette, Doğu, asırların verdiği alışkanlıkla ve ilişkilerle, başını almış gitmişti. Romalı tüccarların, Yunanlılarla, Anadolu ile Fenike, Suriye ve Yahudilerle boy ölçüşmesi düşünülemezdi. Doğu, sadece ticarette değil, sanayi ve zanaatta de çok ileriydi. Sonunda, Romalı tacirlere kala kala, deniz ticaretinde aracılık yapmak kaldı. Romalı tacirler, İskenderiye, Antakya ile İtalya arasında taşımacılıkla yetindiler. Romalı, bu durumu onur verici bulmuyordu. Ticaret, ayrıca, güvenli de değildi. Toprak edinmek, gelir sağlamada, en rahat, en güvenli yoldu. Bu yol gittikçe, soylu ve en soylu yol olarak görülmeye başlandı. Ücretsiz askerlik yapan, küçük toprak sahipleri, yılın herhangi bir zamanında silâhaltına çağırıla biliniyorlardı. Bu durumda, yerine toprağına bakacak adam bulamayan küçük toprak sahipleri çok zor bir durumda kalıyorlardı. Savaşta ölürlerse, tarlayı sürecek kimse bulunamadığı için, bunlar satılıyordu. Savaştan sağ dönerse, kuvvetli bir olasılık ile toprağını bakımsız, hayvanlarını dağılmış, evini yarı yıkık, tamire muhtaç buluyordu. Böylece, harpten dönen fakir çiftçi, çoğu zaman kurtuluşu, malını satmakta görüyordu. Toprağını kaybeden kitleler, şehirlere akın ediyorlardı. Buralarda dükkânlar açtılar. Fırıncılar, boyacılar, temizleyiciler, kunduracılar kentlere doldu. Bir sürü meyhane açıldı. Kimileri duvarcılık, kayıkçılık, hamallık, tayfalık gibi işler yapıyorlardı. Ama çoğunluk çalışacak iş bulamadı, nerede sabah orada akşam, serserilik yapmaya başladılar. Bu işsiz güçsüz kalabalık, kentlerin en alt kesimini oluşturdu. Bunlara kent plebleri dendi. Büyük Toprak Sahibi—Halk Mücadelesi İktidara sahip olan sınıflar, egemen sınıflar, kendi sınıf çıkarları tehlikeye düşünce, egemenliklerini muhafaza edebilmek için her şeyi yapıyorlardı. Roma’da egemen sınıf soylulardı. Hak ve kanunlara dur denilen nokta, sınıf çıkarlarının tehlikeye girdiği noktaydı. Roma’da olan buydu. Grachus’un başına gelen, kanunlara saygı bilinci ile yetişmiş birinin, barışçı girişiminin, egemen sınıfın kanun tanımazlığına toslamasıydı. On iki yıl sonra, Tiberius Grachus’un kardeşi Caius Grachus, ağabeyinin eserini sürdürmeye çalıştı. M.Ö. 123 yılında, halk temsilcisi seçildi. Toprak kanununu yürürlüğe koydu. Toprak komisyonunu tekrar işe başlattı. Yeni bir kanun hazırlayarak, askerlerin silah ve giyeceklerini sağlanması işini devlete verdi. Böylece, eskiden, kendi kendini donatan, küçük toprak sahiplerinin gideri, ciddi şekilde azalıyordu. Bir başka kanunla, yol yapımı başta olmak üzere, bayındırlık çalışmalarını planladı. Böylece, geniş kitlelere yeni iş ve gelir imkânı yaratılmış oluyordu. Bir başka kanunla da, kent halkının, düşük fiyatla buğday almasını sağladı. Bütün bu önlemler, düşük gelirli halk kitlelerinin durumunu biraz olsun iyileştirmeye dönüktü. Caius’un projeleri arasında, Roma konfederasyonuna bağlı İtalyan halklarına, Roma vatandaşlığı hakkını tanımak da vardı. Caius, senatoya karşı, sadece düşük gelirli halk kitlelerinin desteğinin yetmeyeceğini biliyordu. Birtakım yarar ve ayrıcalıklar sağlayarak, şövalyeleri de yanına çekti. Senatonun eski manevi gücü kırılmıştı. Halk temsilciliği, Caius’un elinde, başta gelen majistralık olmuştu. Soyluların sınıfsal egemenliği yine tehlikedeydi. Caius’un otoritesini azaltmak için, karalama kampanyaları başladı. Halka, yapılması olanaksız vaatler el altından iletildi, paralar dağıtıldı. Sonunda, Caius Grachus, iki defa seçildiği halk temsilciliğine üçüncü defa 267

(Kısakürek & Kısakürek, -- A.g.e; s. 71)

79


seçilemedi. Senatonun ve aristokratların adamı Lucius Opimius konsül seçildi. Halk meclisi, İtalya’daki bağlaşıklarına vatandaşlık hakkı vermeyi reddetti. Sonra, bir sokak kavgasını bahane ederek, senato, Lucius Optimius’u geniş yetkilerle donattı. Optimius, Caius Grachus ve arkadaşlarını, neredeyse sürek avı benzeri bir tarzda öldürttü. Getirilen kesik başları, altınla tartarak bahşiş verdi. Reformcu ve demokratik hareket durdurulmuştu. Halk meclisinin gücü, kanunlar çıkararak, soyluların egemenliğini yıkmaya yetmiyordu. Yukarda anlattığımız dönemde Anadolu’da, Bitinya, Paflagonya, Pontos, Galatya, Kapadokya, Ermeni (Armenia, Armania) krallıkları ve Asya eyaleti vardır. Asya eyaleti kurulurken, Bitinya kralı II. Nikomedes Epifanes (M.Ö. 149 – 128) idi. Gençliğini Roma’da geçiren ve eğitimini orada alan Nikomedes Epifanes, kral olduktan sonra, eskiden Bergama268 krallarının yaptığı gibi, tamamen Roma ile birlikte yaşamaya dönük bir siyaset izlemiştir. Bergama ve Batı Anadolu kentleri ile dostça ilişkiler kurmuş ve onlara yardım etmiştir. Ölümünden sonra yerine oğlu III. Nikomedes Euergetes (M.Ö. 128 – 94) geçmiştir. Krallığı sırasında, Bitinya’nın Pontos ile ilişkileri bozulmuştur. Ayrıca, bu dönem, Bitinya için ekonomik olarak ta kötü bir dönem olmuştur. Bozulan ekonominin sonucunda, ülkenin her yerinde Romalı tefeciler cirit atar ve halkı ezer olmuşlardır.269 Sınıf mücadelesi: İlk Pleb grevi (İ.Ö. 494) Pleb meclisinin kurulmasına ve On İki Levha kanunlarının ilan edilmesine; İkinci Pleb grevi (İ.Ö. 449) ise haklarını bir adım daha ileri götüren Valerius- Horatius kanunlarının hazırlanmasına yol açmıştır. Son grev ise İ.Ö. 287 yılında olmuş ve bunun üzerine hazırlanan Hortensius kanunları ile Plebler tüm haklarını(?) kazanmışlardır. Güney İtalya’nın fethi sonunda İ.Ö. 3.yüzyılın üçüncü çeyreğine doğru Patriciler ve zengin Plebler yeni bir sınıf oluşturdular: Nobilitas (Nobiles: asiller, kibarlar; Optimati: en iyiler). Bu sınıf memurluk yapmış atalarının portrelerini (imagines) evlerinde asma hakkını (ius imaginum) elde etti. İ.Ö. 4.yüzyıl ilerleme ve gelişme yolundaki Roma için bir felaketle başladı. İ.Ö. 387 yılında Keltler Roma ordusunu yendiler ve Capitolium’un dışında kenti yakıp yıktılar. Roma’nın zayıflaması çevresindeki Etrüsk ve Latin kentlerinin ayaklanmasına yol açtıysa da I.Makedonya Savaşı (İ.Ö. 215-205) sonunda birleşik İtalya Adriyatik’e hâkim oldu. Roma Hellas’daki(yunan daki) Aitolia ve Akhaia birlikleri ile Makedonya Krallığı’na karşı birleştiler. Hellas’a asker çıkardı. Bazı Hellen kentleri ve Bithynia'nın (Kuzeybatı Anadolu bölge egemenliği) Makedonya Krallığı saflarında yer alması üzerine Pergamon (Bergama) Krallığı ile anlaşma ile ortaklık yaptı (İ.Ö. 209). İ.Ö. 205 yılında Makedonya ile barış anlaşması yapmak zorunda kaldı. Makedonya ile ikinci savaş Ege Denizi’nin güvenliği, boğazlardan serbest geçiş, Helen kentlerinin Makedonya baskısından kurtulmaları ve özgürlüklerini elde etmeleri adına yapıldı. Makedonya Krallığı ile Suriye-Selevkoslar Krallığı (III.Antiokhos) (İ.Ö. 203-202) birliği Rodos'un, Mısır'daki Ptolemaioslar'ın (Mısırda yönetiçi hanedan), Pergamon (Bergama) Krallığı’nın Ege Denizi’ndeki çıkarlarına zarar vermekteydi. Mısır, Rodos, Pergamon ve diğer Hellen kentleri Roma'dan yardım istediler. Makedonya Kralı Phillippos V'in Abydos'u kuşatıp ele geçirmesi üzerine Roma harekete geçti. II. Makedonya Savaşı (İ.Ö. 200-197) Thesalia'da Kynoskephalai mevkiinde yapılan meydan savaşı ile sona erdi; bu savaşı T. Quinctius Flaminius komutasındaki Roma ordusu kazandı ve İ.Ö. 196 yılında Makedonya Krallığı ile barış yapıldı. III. Antiokhos İ.Ö. 197 yılında Batı Anadolu'yu ele geçirmek üzere harekete geçti. Başta Smyrna, Lampsakos ve Troia olmak üzere Batı Anadolu kıyılarındaki Helen kentleri Roma’yı yardıma çağırdılar. Buna karşın Hellas’daki Hellenler Aitol Birliği’nin başını çektiği bir hareketle Romalılara karşı lider olması için Antiokhos'u davet ettiler; Suriye kralı Hellas'a geçti ama Termopylai'de yenildi ve Anadolu'ya kaçtı. Bu kez Roma ordusu Çanakkale Boğazı’ndan Anadolu'ya geçti. İ.Ö. 190 yılında iki ordu Magnesia yakınlarında karşılaştılar. Antiokhos'un ordusu tekrar yenildi ve İ.Ö. 188 yılında Apameia barışı yapıldı. Antiokhos Toroslar'ın güneyine çekilerek Anadolu'yu boşalttı. Apamea Barış'ından sonra Roma ordusu Anadolu’dan ayrıldı ve müttefikleri olan Pergamon ve Rodos, Selevkos Krallığı’nın bıraktığı boşluğu doldurdular. Makedonya ile Üçüncü Savaş, Phillippos V’in ölmesi ve yerine oğlu Perseus’un geçmesi ile ufukta görünmüştü. Roma'nın güttüğü yanlış siyaset Helen kentlerinin kendisine karşı duydukları hoşnutsuzluk ile sonuçlanmıştı. Yeni Makedonya kralı Perseus Roma’ya karşı bölgedeki hoşnutsuzluktan yararlandı; Roma Perseus'a savaş ilan etti (İ.Ö. 171). Aemilius Paullus komutasında Pydna'da (İ.Ö. 168) Roma ordusu bir kez daha Makedonya ordusunu yendi. Bu arada III. Makedonya Savaşı sırasında tutacakları saf konusunda 268 269

(Kısakürek & Kısakürek, -- A.g.e; s. 78) (Kısakürek & Kısakürek, -- A.g.e; s. 79)

80


tereddütlü kalan Rodos ve Pergamon Roma tarafından cezalandırıldı. Kikladlardaki Delos adası açık pazar ilan edilerek Rodos ekonomik olarak çökertildi. Rodos'un ekonomik çöküşü donanmasının da çöküşü anlamına geliyordu ve Doğu Akdeniz'deki otorite boşluğu sonucu korsanlıklar başladı. Bu arada Selevkosların son kralı IV. Antiokhos Mısır’a saldırdı ve Roma müdahale etti; sonunda Suriye de Roma'nın bağımlısı oldu.270 Makedonya, Andriskos'un isyanından sonra 4 ayrı cumhuriyete bölündü ve daha sonra da eyalet olarak Roma'ya bağlandı. Hellas'daki kentlerin huzursuzlukları kuvvet kullanarak bastırıldı. Akhaia Birliği'nin son savunması kırıldı ve İ.Ö. 146 yılında Korinthos tahrip edildi. TRAKYANIN GEÇMİŞİ

—(Romalılara kadar)

Bu şehirde elle yapılmış parlak siyah renkli vazolar birdenbire ortaya çıkmakta ve hunlar orta Avrupa keramikleriyle benzerlik göstermektedir. Bundan ötürü arkeoloji verileri, destanların tersine olarak, bu şehrin Avrupa'dan, Trakya üzerinden gelen kavimler tarafından iskân edildiğine işaret etmektedir. Truva VII-b de MÖ 1180 yılına doğru bir yangın sonunda harap olmuştur.271 Maden kaynaklarının zenginliği ve yüksek orman ve tarım potansiyeliyle dikkatleri çekmiş olan Trakya’nın Prehistorik geçmişi içinde çok erken süreçlerden itibaren önemli iskân yerlerine sahip olduğu anlaşılmıştır. Özellikle İstanbul il sınırları içinde kalan ve M.Ö. 750.′leri de aşan bir iskânlar silsilesi gösteren Yarımburgaz Mağarası’nın tanıklığında çok erken süreçlere indirilen Prehistorik (Tarih öncesi) kültürel gelişimi itibariyle Trakya’nın çok önemli ve kritik bir insan geçmişi mevcuttur.272 Modern tarihlerde "Ege göçleri" olarak gösterilen bu kavimler hareketinin köklerini o zamanlar daha henüz tarihöncesi çağlarını yaşayan Orta Avrupa'da aramak gereklidir. İkinci binyılda Trakların işgali altında bulunan Balkan yarımadası'nın güney-batı bölgelerine İlliryalı'ların girmesi' üzerine yerlerinden oynatılan bazı Trak kabileleri, en çok ‘Brig'ler ya da ‘Frig'ler Boğaz’lar üzerinden Anadolu'ya geçerek bu ülkenin batısında ve kuzeyinde oturan bazı cenkçi kavimlerin bunlara katılmasıyle günden güne büyüyen bir çığ halinde Hitit devletine saldırmışlar, şehir ve kasabaları yakıp yıkarak bu devleti ortadan kaldırmışlar, aynı zamanda Anadolu'nun etnik ve sosyal bünyesinde büyük değişiklikler meydana getirmişlerdir.273 Yukarda anlattığımız Balkan yarımadası'nda ve illirya kavimleri arasındaki kaynaşma Yunanistan'ın kuzeyine sürülmüş olan Dor'lanın güneye inip Yunan ülkesinin büyük bir bölümünü ve Ege adalarından bazılarını istila etmelerine yol açmıştır. Bazı modern tarihçiler tarafından "hakkında tarihi belgeler yoktur ve Homeros destanlarında zikredilmiyor" diye reddedilen Dor göçünün tarihi bir gerçek olduğunda şüphe yoktur. Sonraları en çok Peloponnes' e yerleşmiş olan Dor'lar kendilerini hiçbir zaman bu ülkenin otokton halkı saymamış ve kendilerinin kuzeyden bu ülkeye girerek birçok çarpışmalardan sonra burasını ele geçirmiş oldukları geleneğini tüm tarihleri boyunca unutmamışlardır.274

270

Gürkan Ergin. Roma Toplumunda Kölelik Eleştirisi ve Kölelere Empati; Cedrus The Journal Of Mcrı

271

Mansel, A. M. (1999). A.g.e; s. 83 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e; 273 Mansel, A. M. (1999). A.g.e; s. 88 274 Mansel, A. M. (1999). A.g.e; s. 92 272

81


Trakya kıyılarına çıkmış Maroneia ve Ahdera gibi şehirleri kurmuş, ya da ormanlarıyla ünlü Tasos (=Taşoz) ve diğer bazı adaları kolinize etmiş olan İyon'lar Trak'ların şiddetli direnişiyle karşılaşmışlardı. Fakat yüzyıllarca sürdüğü anlaşılan bu savaşlara rağmen Yunanlılarla Traklar arasında kültür ilişkileri hiçbir zaman eksik olmamış, bu ilişkiler sayesinde bir taraftan Yunan uygarlığı Trakya'ya girmiş, diğer taraftan Traklar en çok din alanında Yunanlı'lar üzerinde etkilerde bulunmuşlardır. Yunanlı'larda Dionizos kültünün oynadığı büyük rolü bu kâbil ilişkilere mal etmek gerekir. İyon'lardan sonra Aiol'ler de faaliyete geçerek hem Truva bölgesinin (=Troas) batı kıyılarında, hem Çanakkale Boğazı'nın Rumeli kıyısında Maditos (=Maydos) ve Sestos (=Akhaş limanı), hem de Hebros’un (=Meriç) ağzımda Ainos (=Enez) şehirlerini kurmuşlardır. Megarah'lar İstanbul Boğazı’na kadar ilerleyerek MÖ. 680 yılına doğru Kalhedon (=Kadıköy) ve bu şehirden 17 yıl sonra Marmara ile Haliç arasındaki burun üzerinde Bizantiyon'u (=İstanbul) kurmuşlardır. Haliç'in ağzımda sahip olduğu iyi bir liman, savunulması kolay bir akropol (=Topkapı sarayı tepesi) ve balık (=en çok palamut) avı için elverişli mevkiinden ötürü bu şehir pek çabuk gelişmiş, İzmit yöresinde ‘Asatakos'u kuran ‘Kalhedon'a( Kadıköy/ İst) karşılık Selimbria (=Silivri) şehrini meydana getirmiştir. Kalhedon'a kıyasla çok daha elverişli bir yerde bulunan Bizantiyon 'un neden bu şehirden önce kurulmamış olduğu eski tarihiçilerin hayretini uyandırmıştır. Herodotos (IV, 144) Pers generali Megabazos'un Kalhedon (Kadıköy/ İst.) halkını, Bizantiyon yerine bu şehri seçtiklerinden ötürü, körlükle sulandırdığını yazmakta, coğrafyacı Strabon (VII, 320) ve Romalı tarihçi Takitus'ta (Annales XII, 63) bulunan daha geç bir tarih geleneği ise Delfoi, Apollon'unun(Apollon tapınağının) şehirlerinin nerede kurulması gerektiğini soran Megaralı'lara (Atina yakınları) körler ülkesinin karşısındaki yeri seçmelerini söylemiş olduğunu bildirmektedir. 1937 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından Topkapı sarayının ikinci avlusunda yapılan kazılarda MÖ. 7’inci yüzyıla ait protokorint vazo kırıklarına rastlanmış, bunlar sayesinde Bizantiyon'un MÖ. 7’nci yüzyılın ilk yarısında kurulmuş olduğunu bildiren tarih geleneğinin doğruluğu meydana çıkmıştır. Megaralı'lar (Atina yakınları) buradan Karadeniz'e çıkarak "Herakleia Pontike" (=Ereğli) kolonisini meydana getirmişlerdir.275

275

Mansel, A. M. (1999). A.g.e; s. 168

82


İonlardan sonra Aioller de faaliyete geçerek Troia Bölgesi’nin batı tarafında, Çanakkale Boğazı’nın Avrupa kıyısında Madytos ve Sestos, Hebros (Meriç nehri) ağzında Ainos (=Enez) şehirlerini kurmuşlardır. Megaralılar ise İstanbul Boğazı’na kadar ilerleyerek MÖ 680 yılına doğru Khalkedon (=Kadıköy) ve bu şehirden 17 yıl sonra ise Byzantion’u (=İstanbul) kurmuşlardır. Buradan sonra ise Herakleia Pontika (=Karadeniz Ereğlisi) kolonisi kurulmuştur.276 Bu ilde Gelibolu Yarımadası üzerindeki Eceabat ve Gelibolu ilçelerinde bulunan antik kentlerin tarihî - coğrafya sorunlarına yönelik olarak yapılan incelemeler sırasında özellikle Bolayır ve Bakla Burnu civarındaki ayrıntılı yüzey araştırmaları yapılmış ve bu bölgede hem M.Ö. 6. yüzyılda kurulmuş bir Atina kolonisi olan Kardia’nın ve hem de Büyük İskender’in halefl erinden general Lysimakhos’un M.Ö. 309 yılında kurduğu Lysimakheia şehrinin bulunduğu kesin olarak saptanmış olup ayrıntılı belgeleme çalışmalarına başlanmıştır. Yunan kaynaklarından isimleri hakkında bilgi sahibi olunan çok sayıdaki kabile ile temsil edilen Traklar ve kıyıda yer alan Yunan kolonileri arasında canlı bir ticaret ağı oluştu. Traklar odun, kömür, maden tuz, balık ve benzeri ürünler satarken ederken, Yunanlılardan seramik, metal eşya, lüks eşya, zeytinyağı ve şarap alıyorlardı.277 Atina'daki fikir, edebiyat ve sanat hayatının merkezi olduğu anlaşılan sarayım masraflarını Peisistratos Trakya'daki çiftliklerinin ve o zamanlar elinde bulundurduğu anlaşılan ‘Lavrion’ madenlerinin geliriyle karşılıyordu. Günden güne kabaran devlet masrafları ve bilhassa ücretli askerlerden (en çok Trak'lar ve belki de İskit'ler) meydana gelen ordu için eski gelir kaynaklan yetmediğinden yeni vergi olarak toprak ve emlak üzerinden gelirin %10’u veya %5’i oranında alınan vasıtasız bir vergi konmuştu. Peisistratos'un başlıca amacı Atina’nın ticari çıkarlarına uygun olarak kâh koloniler kurmak, kâh siyasal dostluklar ve ortaklık sözleşmeleri suretiyle Balkan Yarımadası’nın kuzey-doğu bölgelerinde, Makedonya ve Trakya kıyılarında, Boğazlar ve Ege Denizi’nde üsler elde etmek ve bu üslere dayanarak bütün bu ülkeleri nüfuzu alına almaktı. Sahiden Peisistratos Halkidike'de, herhalde Makedonya Kuahmn izniyle, Raikelos adında bir koloni kurmuş, böylece Makedonya ile siyasal ve ekonomik ilişkilerde bulunmuştur. Trakya'daki çiftliklerini üs olarak kullanmak suretiyle Pangaion'daki altın madenlerini ele geçirmiştir. Atina'nın Karadeniz ülkeleriyle yaptığı ticaretin ve en çok güney Rusya'dan yapılan buğday ithalinin güvenlik ve kontrolü için son derece önemli olan Çanakkale Boğazı’nın Anadolu kıyısında, 6’ncı yüzyıl başlarında Atinalı Oikist Frinon tarafından kurulmuş fakat sonraları Lesboslu'lar tarafından zapt edilmiş olan Sigeion şehrini tekrar işgal etmiştir. Fakat boğazın Rumeli kıyılarında da üsler edinilmeden tam olarak kontrol edilemeyeceğini anlayan Peisistratos Trakya Hersonuesos'unda (=Gelibolu yarımadası) Atinalı Filaid'ler ailesinden Kipselos'un oğlu Miltiades'in ilk önce bir koloni, sonraları ise Atina'ya tabi bir prenslik kurmasına yardım etti. Trakya’daki kent devletleri MÖ 6. yüzyılda Pers tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. MÖ 546-545 yılında Lydia Krallığı’nın Persler tarafından ortadan kaldırılmasıyla tüm Batı Anadolu Persler’in egemenliğine girmiştir. Anadolu’daki Yunan kent devletleri 50 yıl kadar süreyle Pers Büyük Kralı’na ve onun satraplarına yakın tiranlarca yönetilmiştir. Pers Krallığı Lydia Krallığı’nı yıktıktan sonra Anadolu’dan Ege ve Marmara’ya geçmiş, daha sonra ise Trakya’ya geçerek, Trakya ve Karadeniz’in batı kıyılarını ele geçirmişlerdir. Persler Trakya’da, Karadeniz kıyılarından Makedonya sınırlarına kadar uzanan yeni bir satraplık oluşturmuşlardır. Pers Kralı Dareios, bu yeni satraplığın başına Daskyleion (=Ergili) satrabı Megabazos’u getirmiştir. Dareios MÖ 513 yıllarında Khalkhedon’a (=Kadıköy) gelir. Trakya üzerinden Tuna ırmağının ötesinde oturan İskitler’e karşı harekete geçerek batıya doğru ilerlemeğe başladı ve Tuna'nın ötesinde oturan İskit'lerin ya da Dareios‘un mezar yazılarında bildirildiği gibi deniz ötesindeki Saka'ların (İskitler) üzerine yürüdü.278 M.Ö. 513-512 yılarında, Perslerin İskitleri cezalandırmak bahanesiyle başlayan ve esasında İskit topraklarının zengin maden ve tahıl potansiyelini ve bölgeden geçen önemli ticaret yollarını denetlemeyi hedefleyen seferleri sırasında Trakya’da bir Pers Satraplığı kurulmuştur. Pers ordusu Tuna'yı aşarak Dinyestr ırmağına kadar ilerledi Komutan Megabazos’un emrindeki birlikler, bu seferin sonunda Trakya’yı ve Makedonya’nın bir bölümünü ele geçirirler. M.Ö. 496′da günümüzün Çanakkale çevresinde yer alan kolonilerde başlayan bir isyan dalgası Efes ve Kolofon’un dışındaki bütün Batı Anadolu şehir ve kolonilerini Perslere karşı savaşa sürüklemiştir. Karadeniz deniz yolunu denetlemek ve Trakya’yı denetim altında tutmayı hedefleyen isyancıların M.Ö. 494 Byzantion’u ele geçirmeleri önemli bir aşamadır. M.Ö. 493′de Persler, Ege Adaları ile birlikte İyonya ve Trakya’daki Yunan şehirlerini cezalandırmış ve isyanı bastırmıştır. Bu esnada (Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 9) Engin Beksaç, “Traklar ve Vize”, Sanat Tarihi Araştırmaları Dergisi, Sayı 14, İstanbul 1998, s. 75. 278 Mansel, A. M. (1999). A.g.e s. 256 276 277

83


Doğu Trakya’daki Perinthos (M.Erelisi), Selisbryas (Silivri) ve Byzantion ile birlikte önemli kaleler yıkılmış.279 MÖ 5. yüzyıl ortalarında Trakya’da kurulan Odrys Krallığı’nın da etkisiyle Persler’in Trakya’daki egemenlikleri son bulmuştur. Persler’in ülkedeki egemenliğine son verilmesinden sonra, dağınık Trak kabilelerinin birleşmesi gerektiğine inanılarak önderliği, Odrysler kabilesine verilmiştir.280 MÖ 492 yılında Pers prensi Mardonios bir donanma ile Avrupa'ya geldi. Tasos (=Taşoz) adasnı zapt ettikten sonra Pers'lere karşı isyan eden bazı Trak kabileleriyle (en çok Brig'lerle) savaştı ve Trakya satraplığı ilinde sükûn ve güvenliği yeniden kurdu; hatta Makedonya krallığının bir vasal devlet olarak Pers nüfuzu altına girmesini sağladı281 Fakat geri döndüğü esnada donanması Atos (=Aynaroz) yöresinde şiddetli bir fırtınaya tutuldu ve büyük kayıplara uğradı. Herodotos ve bazı modern tarihiçiler tarafından Yunanistan'ı zapt etmek amacıyla yapılmış başarısız bir sefer olarak gösterilen bu seferin gerçekte fetihle bir ilgisi olmadığı anlaşıyor: Pers'ler İyona ihtilalinin tepkileri sonunda Trakya ve Makedonya'da sarsılmış olan egemenliklerini yeniden kuvvetlendirmek için böyle bir sefer yapmış olsalar gerektir.282

Ana bölgelerini Tunca, Arda ve Meriç nehirlerinin oluşturduğu bölgede oturan Odrysler önceleri kabile halinde yaşamaktaydılar. MÖ 5. yüzyılın ortalarında Teres isminde bir lider, Yunanlıların baskısıyla Perslerin bölgeden çekilmesini fırsat bilerek, Odrysler ile çevredeki diğer Trak kabilelerini örgütleyerek (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. (Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 11) 281 Herodotos. (Ekim, 2012). Hıstorıes (Tarih) (Vııı. Basım B.). (Ç.-M. Ökmen, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları VI, 44 282 (Mansel A. M., 1999, A.g.e s. 270) 279 280

84


burada bir krallık kurmuştur. Teres’ten itibaren Odrys Krallığı’nın başkenti Odrissiye (=Edirne)283 Uskudama (=Edirne yakınlarında bir köy284) olarak bilinmektedir. Böylece Odrysler, Hebros (=Meriç) ve Kypsela’dan (=İpsala) Varna’ya kadar olan toprakların sahibi olmuşlardır. Odrysler aristokratik, feodal bir devlet kurarak örgütlenmişlerdir. Odrys Krallığı MÖ 3. yüzyıl başlarındaki Goth (=Kelt) akınlarıyla son bulmaktadır. Ancak varlıkları uzun süre Trakya’da devam etmiştir. Bu arada kuzeyden başlayan Kelt akınlarının sonucu onlara karşı koyan Ptolemaios Keraunos ölmüş,285 Antigonoslar’ın yöneticisi Gonatas ise Lysimakheia’da Keltler’i bozguna uğratarak yenmiştir. Keltler bundan sonra Orta Anadolu’ya (Galatia) yerleşmişlerdir. Keltler 50 yılı aşkın süre Trakya’da kalmışlardır.286 Pers kralı Sparta'yı Atina'dan ayırmak için yaptığı siyasal teşebbüslerin bir sonuç vermediğini, teslim olma anlamına gelen toprak ve su istemek üzere gönderdiği elçilerin birçok şehirlerde red cevabiyle karşılaşıldığını ve bir Hellen birliği kurulduğunu duyduktan sonra işi silah gücüyle halletmeye karar verdi. Pers ordusu 480 yılı ilkbaharında Sardes’ten hareket ederek Çanakkale boğazındaki köprülerden bir aksaklığa uğramaksızın geçti. Trakya ve Makedonya üzerinden Bugünkü Selanik dolaylarında Terma’ya kadar geldi ve orada, Tesalya'ya girmek üzere, hazırlıklarda bulunmağa başladı.287

Harita 8--Maroneia ve Abdera

Birlik donanması ilk önce Trakya kıyılarını Pers'lerden temizledi. Maroneia288 ve Abdera gibi şehirlerin birliğe girmelerine karşılık Strimon (Struma) ağzındaki Eion çetin bir kuşatmadan sonra Atinalıların eline geçti (476). Fakat Atina'nın Trakya'nın içine girme girişimleri yerli kavimlerin şiddetle karşı koymaları yüzünden başarılı olmadı.289 (443) Perikles ortakları partnerleri "Atina'nın uyrukları" haline sokmak için son adımları attı. Bunun bir sonucu 443 yılında tüm birleşik şehirlerin Likya, Karya, iyonya, Hellespontos ve Trakya olmak üzere beş vergi bölgesine ayrılması oldu. Bununla siyasal birlik bir çeşit "konfederasyon" şeklini almış oluyordu.290 Bundan başka Perikles Atina'nın ticaretini korumak ve birlik alanını kontrol altında bulundurmak üzere müttefiklere ait bazı verimli topraklan ve askerlik bakımından önemli bazı yerleri (mesela Trakya Hersonnesos'u kıyılarını) işgal etti, buralara göçmenler yerleştirmek suretiyle birtakım kleruhia'lar(Yönetimi kurulu hür Yunanlı vatandaşlardanoluşan, koleniler) kurdu.291 M.Ö. 431’de Abdera’da bulunan Yunan yöneticisi Nymphodoros’un kız kardeşiyle evlenen, Kral Teres’in oğlu Sitalkes, bu evlilikle, Peremeci, O. N. (1935). Edirne Tarihi. İstanbul: Resimli Ay Matbaası. s. 8 Peremeci, O. N. (1935). Edirne Tarihi. İstanbul: Resimli Ay Matbaası. s. 8 285 (Sarıkaya,B.2009, A.g.e; s. 11) 286 (Sarıkaya, B. 2009, A.g.e; s. 11) 287 Mansel, A. M. (1999). A.g.e s. 281 288 Kentte tapınımı en yaygın olan üçlü Zeus, Dionysios ve Maron idi. İlk sikkelerini MÖ 6. yüzyılda basan kent Odysseia destanında Odysseus’un tek gözlü dev Polyphemos’u uyutmakta kullandığı sert şarabıyla ünlüdür. 289 Mansel, A. M. (1999). A.g.e s. 300 290 Mansel, A. M. (1999). A.g.e s. 309 291 Mansel, A. M. (1999). A.g.e s. 300 283 284

85


Odrys devletinin güneydoğu kanadını güçlendirmiş oldu. Sitalkes, Atina’nın gözüne girmeyi başardı ve Peleponnes savaşında Atinalılar’ın ortağı oldu. Sitalkes’in oğlu Sadokos da Atina vatandaşı oldu, Nymphodoros Sitalkes ve Tereus’u Atina temsilciliği görevine atadı. Muhtemelen merkezi Vize’de bulunan Ast kabilesinin kralı da oldu. Güney Trakya yöneticileri tarihi figürler olarak ilk kez bu olayla tarih sahnesinde yer almışlardır. Aslında bu ittifakın Makedonya kralı Perdikkas’a karşı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Perdikkas sahile inmek arzusunda bulunuyor ve bu nedenle Halkidikia yarımadasında önemli bir rol oynuyordu. Perdikkas bir takım manevralarla Traklar’ın harekete geçmesine engel oldu. Ama Sitalkes Atinalılar’ın talebi üzerine, M.Ö. 429 ‘da hazırlıklarını tamamladıktan sonra Makedonya üzerine yürüdü ve Strimon ile Aksios arasındaki sahayı yakıp yıktı. Trak ordusunun güneye doğru zaferle ilerleyişi Makedonyalılar ile birlikte Yunanlılar’ı dahi korkutmuştu. Atinalılar’da müttefiklerinden korkarak vaat ettikleri gemileri Halkidikia’ya göndermekten vazgeçtiler. Traklar’ın Makedonlar üzerine yaptıkları bu sefer kesin bir sonuca ulaşamamıştır. Makedonya ve Trakya'daki Yunan şehirlerinin kurtarıcısı olarak ortaya çıkan Brasidas bunlardan birçoğunu deniz birliğinden ayırdı. Delion yenilgisinden sonra Trakya'nın da elden çıkması üzerine Atina halkı radikal demokratlardan yüz çevirmeğe başladı ve bunların MÖ 425 yılı barış teklifini reddetmekle ne kadar. Büyük bir yanlış yapmış oldukları anlamağa başladı. Atinalılar için bu erken sonuç başarılı idi; Sitalkes, M.Ö. 424 yılında kuzeybatıda bulunan Trakyalı Triballi kabilesine karşı yaptığı seferde ölünceye kadar Atinalıların ortağı olarak kalmıştır. MÖ 422 de Kleon, askerlik işlerinden hiç anlamamakla beraber, Trakya'ya gönderilecek orduya başkomutan seçildi. Kleon, Eion'a kadar ilerledi, fakat Amfipolis yöresinde Brasidas'm tuzağına düşerek öldürüldü, ordusu ise tam bir bozguna uğradı (MÖ 422). Bununla beraber Brasidas292'ın aynı savaşta olmuş olması Atina'nın uğradığı yenilgiyi hafifletiyor, Sparta için ise ulusal bir felaket oluyordu. Alkibiades'le çarpışmaktan yine çekindi. Bu başarısızlığı üzerine Alkibiades Atina'daki düşmanları, en çok radikal demokratlar tarafından başkomutanlıktan azledildi, hatta gıyaben hüküm bile giydi. Bunun üzerine harbin gelecekteki evrelerini izlemek üzere Trakya'daki çiftliğine çekilen Alkibiades Pers satrapı Farnabazos ile ilişkiler kurdu, fakat Spartalı'ların entrikaları yüzünden Pers'ler tarafından öldürüldü (MÖ 404).293 Ksenophon, MÖ 430 yılında, Atina yakınlarında doğdu. Genç yaşta, ünlü filozof Sokrates'in öğrencileri arasına katıldı. MÖ 404 yılında, Peloponez Savaşı sona ermiş, Isparta'ya yenilen Atina, çok kötü şartlarda bir barış imzalamak zorunda kalmıştı. Üç yıl sonra, İran kralı Artakserkses'in kardeşi genç Kyros, lspartalı kuvvetler ve paralı askerler yardımıyla, tahtı zorla ele geçirmek amacını güderek harekete geçti. Ksenophon, Kyros'un düzelmediği bu sefere katıldı (MÖ 401- 400). Ama başlangıçta, bir çeşit ”Savaş muhabiri” görevini yerine getiren Ksenophon, Yunan ordusunun komutanları tuzağa düşürülüp öldürülünce, birliklerinin başına seçilen beş kişi arasında yer alır ve paralı askerler ordusunun, çeşitli ülkelerden geçerek, tehlikeler ve güçlüklerle karşılaşmasına rağmen, başarıyla geri dönmesine büyük çapta katkıda bulunur. MÖ 399 yılında, Atinalı yurttaşları, Ksenophon'a sürgün cezası verirler. Sonra geri dönerek, lspartalı'ların, Güney Yunanistan'da kendisine verdikleri küçük bir malikâneye yerleşir; Ksenophon'un sürgün cezası MÖ 364 yılına doğru kaldırılır. Doğduğu yerlere geri dönüp dönmediği bilinmeyen Ksenophon'un, MÖ 355 yıllarına doğru öldüğü sanılmaktadır.294 Ksenophon, Anabasis Onbinlerin Dönüşü adlı kitabında bir pagan geleneği ile fal baktığını şöyle anlatmaktadır; “Ksenophon, kendisi için yanında kalan askerlerle yola devam etmenin mi yoksa onlardan ayrılmanın mı daha iyi olacağını sormak için Yolgösterici Herakles'e295 kurban kestirdiği zaman, Tanrı kurbanların bağırsaklarıyla ona askerlerle kalmasını bildirdi.” Demektedir.296 “Ordugâha yaklaşınca başında nöbetçi olmayan ateşlere rastladılar. Ksenophon önce, Seuthes'in ordugâhını dağıtıp gitmiş olduğunu sandı; sonra nöbetçilerin birbirlerine seslenişlerini ve gürültüleri duyup, Thrakia'lıların, gece nöbetçilerinin önünde ateş Brasidas: MÖ 422. Spartalı komutan. II. Peloponnesos Savaşı'nda Amphipolis kentini Atina'lılara karşı savunurken öldü 293 Mansel, A. M. (1999). A.g.e s. 336 294 (KSENOPHON, 1974,A.g.e; s. 8) 295 Yunan mitolojisinde Herakles Roma Mitolojisi'nde Herkül, Zeus ile Miken kralının kızı Alkmene'nin oğludur. Kadına aşık olan Zeus ona kocası kılığında yaklaşmıştır. Herakles'in Zeus'un çocuğu olduğunu anlayan Hera onunla sürekli uğraşmış ve ölümüne neden olmuştur. Herakles doğduğu günden itibaren tanrısal bir kuvvete sahiptir. 296 (KSENOPHON, 1974,A.g.e; s. 186) 292

86


yaktırmasının nedeninin, nöbetçilerin görülmemesi, kaç kişi ve nerde olduklarının anlaşılmaması ve yaklaşanların karanlığa gizlenemeyip ateşlerin ışığında görülmeleri olduğunu anladı. Ksenophon bunu anlayınca, yanındaki tercümanı, Ksenophon'un geldiğini ve onunla görüşmek istediğini söylemesi buyruğuyla Seuthes'e297 yolladı. Nöbetçiler, Ksenohon'un ordudaki Atinalı olup olmadığını sordular. Tercüman, “Odur,” diye cevap verdi. Bunun üzerine nöbetçiler atlanıp gittiler; birkaç dakika sonra iki yüz kadar hafif piyade gelip Ksenophon ile adamlarını Seuthes'in yanına götürdüler. Seuthes, çevresinde eyerlenmiş atlar bulunan ve sıkıca korunan bir kalede oturuyordu; bir baskından korktuğundan atları gündüz otlatıyor, gece de eyerli halde tutuyordu. Eskiden bu bölgede önemli bir ordusu bulunan atası Teres'in, bölge halkının saldırılarıyla pek çok adamını kaybettiğini ve soyulup sovana çevrildiği söylenmekteydi. Bu bölgede yaşayan Thyn'ler, özellikle gece çarpışmalarında Thrakia'nın en savaşçı halkıydı. Yunanlılar kuleye yaklaşınca, Seuthes, Ksenophon'a seçeceği adamlarla içeri girmesi için haber gönderdi. Yunanlılar içeri girer girmez önce iki taraf birbirini selamladı; sonra Thrak usulünce, boynuz kupalarla birbirlerinin sağlığına içtiler. Seuthes'in yanında her yere elçi olarak gönderdiği Medosades vardı.” 298 Ksenophon, Anabasis Onbinlerin Dönüşü adlı kitabında Babası Odris kralına karşı başkaldırı yapması içi ordu kurmasına yardım etmesi karşılığında Ksenophon’a Seuthes’in vaadlerinin o günlerin durumu hakkında bilgi vermektedir. “Onlara kardeş gibi davranacağım; soframda yerleri, ele geçireceğimiz her şeyde payları olacak. Sana gelince Ksenophon, kızlarımdan birini sana veririm; bir kızın varsa, onu Thrak geleneğine göre satın alırım; oturman için deniz kıyısındaki en güzel şehirlerimden biri olan Bisanthe'yi veririm.” 299 Feodal bir karakter taşıyan ve pek gevşek örgütlenmeye sahip olduğu anlaşılan bu krallığın gücünü kırdı ve Trakya'da geniş topraklar ele geçirdi. Kral egemenliği altına aldığı yerlerde koloniler kurmağa da önem verdi. Bunlar arasında sonraları büyük bir gelişim geçirecek olan Hebros (Meriç) üzerindeki Filippopolis (Filibe) gösterilebilir.300

Fotoğraf: 8-Büyük İskender

Seuthes: Trakya'da kurulu Odrys Devletinin kralı. MÖ 324’de onun liderliğinde Antipatros’a karşı ayaklanan bu boy düzenli bir şehir kurdu. Seuthopolis kentinin adı onun adından gelir 298 KSENOPHON,1974,A.g.e; s. 226 299 KSENOPHON,1974,A.g.e; s. 228 300 Mansel, A. M. (1999). A.g.e s. 400 297

87


Seuthos’un ne zaman öldüğü belirgin değildir. Seuthos’un ölümünden sonra yerine oğlu olduğu anlaşılan Kothys (M.Ö. 383-360) geçti. Kothys Atinalılarla iyi ilişkiler kurdu ve onların yardımıyla, Odrys devletinde oluşmuş bulunan ikiliği ortadan kaldırdı. İsyan etmiş olan birçok kabileyi tekrar yönetimi altına alarak büyük Odrys devletini tekrar kurmayı başardı. Kothys, M.Ö. 360’da Yunanlılar tarafından öldürülmüştür. Atinalı kumandan Haridemos, Kothys’in oğlu Kersopleptes’i himaye etmiştir. M.Ö. 359’da Odrys devletinin dağıldığını ve Kersopleptes, Berisades ve Amodokos arasında bölüşüldüğünü görmekteyiz. Kersopleptes esas memleketi olan Doğu Trakya’yı, eski Odrys krallarından Medakos’un soyundan gelme Amadokos’un ise, Maroneia’dan Philippolis’e kadar uzanan Meriç vadisini, Berisades’in ise Strimon ile Nestos nehirleri arasında kalan bölgeyi aldığını görmekteyiz. Trakya’nın üç parçaya bölünmesinden sonra kaos başladı ve iki yıl içerisinde bu üç kralda Atinalılarla antlaşma yaptı. M.Ö. 385’de II. Philippos, Amphiopolis ve Krenides’i ele geçirdi ve Amphiopolis’in adını değiştirerek kendi adı olan Philippopolis ismini kente verdi. Pangea madenlerini de ele geçiren II. Philippos M.Ö. 342-341’de Trakyalı yöneticilere boyun eğdirerek Danube’nin güneyinde kalan bütün Trakya’yı zapt etti. Kuzeydeki uzak kabilelerden biri olan Geti Tribal kralı Kotelas’ın kızı Meda ile iyi ilişkiler kurmak amacıyla evlendi ve onu yedi karısından biri yaptı. M.Ö.336’da Philippos’un öldürülmesinden sonra yerine oğlu III. Alexandros (Büyük İskender) Makedonya tahtına geçti. Büyük İskender M.Ö.335’de Trakya içlerine sefer yaparak buradaki huzursuzluğu sona erdirdi. İskender Trakya’da babasından kalma teşkilatı korumaya önem göstermiştir. İskender’in Asya seferine çıkarken Trakya’yı Makedonya’da kral naibi olarak kalmış olan Antipatros’un nezareti altına vermiş olası pek muhtemel görülmektedir.301Korinthos birliği tarafından birliğin lideri olmuş ve Pers seferinin de komutanı seçilmiştir. Büyük İskender Doğu seferine çıkmadan önce MÖ 335’te Trakya içlerine sefer yaparak buradaki huzursuzluğu sona erdirmiştir. Sahil boyunca devam ederek kralsız kalan Traklar’ın ülkesinden ve Nestos (Mesta) Nehri’nden geçerek on gün içinde Balkanlar’ın eteğine ulaşmıştır. Doğu Trakya’da sahile yakın bir yerden ilerleyip Odrysia ve Hebros’tan sonra Tonzos boyunca ilerleyerek bir dağ geçidinden geçmiştir. MÖ 323 yılında, İskender’in ölümünden sonra Trakya başlı başına satraplık olmuştur. Kurduğu imparatorluk onun en yakın komutanları arasında paylaşılmıştır. Trakya’nın idaresi, Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos’a verilmiştir. Lysimachos Trakya’da Odrys lideri Seuthos’un önderliğinde çıkartılmış olan isyanları bastırmakla uğraştı. M.Ö. 309’da tüm Trakya’yı egemenliği altına aldı. M.Ö. 305’de büyük kral ünvanını aldı ve Odryslerden bir kadın ile evlenerek Trakların kalplerini kazanmaya çalıştı. Lysimachos Trakya’da Gelibolu civarında (Bolayır) Lysimacheia adlı kendi adını taşıyan kenti kurdu.302

301 302

Yıldırım, Ş. (2008).A.g.e s. 16-17-18 Arslan, M. (2000). Galatlar. İstanbul : Arkeoloji Ve Sanat Yayınlan. s. 34

88


Thrakia'nın (Trakya) hâkimi Lysimakhos'la, Suriye ve doğunun hâkimi Seleukos 1. Nikator'un birleşmiş kuvvetlerine karşı MÖ. 301 yılında Afyon dolaylarındaki Ipsos (Afyon’un Kuzeyinde ki alan) Ovası'nda giriştiği savaşta birleşmiş kuvvetleri, yenilmiş ve öldürülmüştür. (81 yaşında olmasına rağmen çarpışarak ölmeyi tercih etmiştir.) Bu savaşın sonunda Lysimakhos, Trakya'dan Halys Irmağı'na (Kızılırmak) kadar olan bölgenin tek hâkimi olmuştur.303 İkinci evliliğini Mısır Kralı Ptolemaios 1. Soter'in kızı Arsinoe'yle yapmış olan Lysimakhos'un, bu evliliğinden birçok çocuğu olmuştu. Genç ve hırslı bir kadın olan Arsinoe, kendi çocuklarının tahta çıkmasını istediğinden, Lysimakhos'un eski karısından olma, cesareti, kişiliği, komutanlık yeteneği kanıtlanmış, hem ordu hem de halk tarafından sevilen, Agatokles adındaki oğlunu babasına ihanet ettiği gerekçesiyle yakalatıp, mahkemeye bile çıkartmadan gizlice ortadan kaldırtmıştı (MÖ. 284-283). Kocasının başına gelenlerden sonra kendi hayatından endişe eden Agatokles'in karısı, Lysimakhos'un o sıralar araları açılmış olan eski ortağı Seleukos'un yanına sığınmıştır. Lysimakhos'un büyük çabalar harcayarak kurduğu krallık içinde bu olay büyük huzursuzluklara neden olmuş ve oğlunun yakın arkadaşları ve dostları tarafından şiddetle kınanmıştır. Hatta Pausanias ve Strabon'a göre, Agatokles'in dostları -ki bunlar arasında, Pergamon Kalesi'ni ve hazinesini korumakla yükümlü sadık Philetairos da vardı- Seleukos'u yardıma çağırmışlardır. Philetairos, hem yakın arkadaşı Agatokles'in öldürülmesi hem de kendisine iftira eden, Lysimakhos'un karısı Arsinoe'yle arasındaki anlaşmazlık yüzünden, Pergamon üzerindeki mutlak yönetiminin elinden alınmasından korkmuş ve bu nedenle Pergamon'da bir ayaklanma çıkartarak, kısa süre içinde kentin denetimini ele geçirmiştir. Lysimakhos'un zengin krallığında gözü olan eski müttefiki, yeni düşmanı Seleukos da bu uygun fırsatı değerlendirerek, MÖ. 281 yılında Suriye'den Batı Anadolu'ya doğru hiçbir zorluk ve direnişle karşılaşmadan, hatta yardım görerek ilerlemiştir. Bu sırada Lysimakheia'da bulunan Lysimakhos, hemen ordusuyla Hellespontos'u aşarak Sipylos Magnesia'sına doğru Seleukos'u karşılamak üzere harekete geçmiştir.

Kader, İskender'in hayatta kalan son iki generalini Hermos Irmağı'nın kuzey yakasındaki Kurupedion Ovası'nda, MÖ. 28l yılının yazında karşılaştırmıştır. Bu iki ihtiyar rakip arasındaki savaş, 80 yaşındaki Lysimakhos'un, 77 yaşındaki Seleukos karşısında hem krallığını hem de hayatını kaybetmesiyle son bulmuştur. Böylece Seleukos Küçükasya ve Trakya'yı tek bir savaşla elde etmiş, önceleri Lysimakhos'un katı hâkimiyeti altında ezilen kentler, Kurupedion fatihi Seleukos'a bağlılık yemini ederek onun egemenliğini tanımışlardır. 303

Arslan, M. (2000). A.g.e.,. s. 34

89


Seleukos, şimdi Ege Denizi'nden Hindistan'a kadar uzanan imparatorluğun tek sahibi olmuştur. Yani, bu imparatorluk, Mısır ve Hindistan sayılmazsa, İskender'in fethettiği topraklara hemen hemen eşittir. Fakat Seleukos, bu başarısını tam anlamıyla kutlayamadan, hem doğduğu yerleri bir defa daha görmek hem de Trakya'daki egemenliğini sağlamlaştırmak için gittiği Lysimakheia'da bir kurban töreni sırasında Ptolemaios Keraunos tarafından öldürülmüştür. Seleukos'un öldürülmesiyle (MÖ. 280), İskender'in imparatorluğunu aralarında paylaşan generallerinin tamamı ölmüş ve toprakları varislerince yönetilmeye başlamıştır. Bu durumda üç ana Hellenistik monarşi ayakta kalmış oluyordu: II. Ptolemaios'un yönetimindeki (MÖ. 282-246) Mısır, Seleukos oğlu 1. Antiokhos'un yönetimindeki (MÖ. 281-261) Asya ve Antigonos Monophtalmos'un torunu Antigonos Gonatas'ın yönetimindeki (MÖ. 283-239) Makedonya. Bunlardan 1. Antiokhos, babasının ölümünden sonra imparatorluğun her tarafında patlak veren isyanları bastırmak için, babasının Trakya'yı ele geçirme hayalinden vazgeçmiş, bir an önce Küçükasya'nın yönetim organizasyonunu düzenlemeyi yeğlemiştir.304

Fotoğraf: 9- yapımının iki yılda tamamlandığı söylenen İskender'in gayet süslü cenaze arabasının Diodorus tarafından anlatıldığı biçimde canlandırılmış çizimi MÖ 280-279’da Trakya305, Galatlar’ın306 istilasına uğradıysa da tekrar güçlenen Odrysler, kralları Kotys sayesinde Makedonya ile dostluklarını sağlamlaştırmışlardır.Lysimakhos’un MÖ 281’de Lydia’da ki

Arslan, M. (2000). Galatlar. İstanbul: Arkeoloji Ve Sanat Yayınlan. s. 37 MÖ lV. yüzyılda Aşağı Tuna havzasıyla Adriyatik Denizi arasındaki alana kadar yayılmış olan Kelt yerleşim merkezlerinde yapılan arkeolojik araştırmalarda bol miktarda ele geçen Makedonia (= Makedonya) sikkeleri, bu dönemde Keitler ve Makedonyalılar arasında yoğun bir ilişkinin varlığını belgelemektedir. Özellikle il. Philippos döneminde (MÖ 359-336) vermiştir. MÖ 356 yılında ll. Philippos'un bir Kelt hançeriyle yapılan suikast sonucunda hayatını kaybetmesi de, Makedonyalılarla Keltlerin ne derece yakın olduklarını göstermesi bakımından ilgi çekicidir. Büyük İskender ise, Tuna seferinde Tribal'ler ülkesinde bulunduğu bir sırada (MÖ 335) Keltlerle karşılaşmış, onları merak ettiği için bir Kelt heyetini sofrasına davet etmiştir. Aralarında geçen konuşmada Keltlere dünyada en çok neden korktuklarını sormuş; Keltler ise, yalnızca gökyüzünün başlarına yıkılmasından korktuklarını söyleyip şunu eklemişlerdir: "Bunun yanında senin gibi bir adamın dostluğunun değerini de biliriz" . Keltlerden, kendisinden korktukları cevabını bekleyen İskender şaşırarak "işte mağrur bir millet" demiş ve onlarla dostluk anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma diğer yandan Keltlerin Tuna Bölgesi'nde Makedonya Kralı Büyük İskender'le aynı masaya oturup dostluk anlaşması imzalayabilecek derecede güçlü olduklarını göstermesi bakımından da ilgi çekicidir. Yapılan bu anlaşma Büyük İskender'in hükümdarlığı süresince geçerliliğini korumuş ve bu şekilde Makedonya'nın savunmasız kuzey sınırları güvenlik altında tutulabilmiştir. (Arslan, 2000, s. 12) 306 Galatlar Geldi Gecti Kızılırmak İçine yerleştiler 304 305

90


urupedion Savaşı’nda ölmesiyle birlikte tüm Trakya Seleukoslar’ın hâkimiyetine girmiştir. I. Seleukos ertesi yıl (MÖ 280) Ptolemaios Keraunos tarafından öldürülmüştür.307 Byzantion, İskender döneminde de bağımsızlığını sürdürdü. Byzantion'un İskender'in ölümünden sonra, generalleri arasında yapılan çekişmelerden de fazla etkilenmediği anlaşılmaktadır. Ancak Makedonya'nın Büyük İskender'in fetih politikalarından ve ardından generalleri arasındaki iç çekişmelerden olumsuz etkilenip zayıflamasıyla Balkanların kuzeyindeki Kelt kabileler Hellas ve Trakya'yı istila ederek bu bölgeleri yağmaladılar. (MÖ 278) Tuna hattı savunmasındaki lejyonların himayesi altındaki Trakya, MS 3. Yüzyıla kadar sakin bir dönem geçirmiştir. Hellenistik çağın en önemli krallıklarından olan ve Trakya'yı ve Trakları kontrol altında tutan Makedonya'nın MÖ 197 ve 167 yıllarında Roma'ya yenilerek parçalanmasının ardından, Byzantion Trak istilalarına maruz kaldı. MÖ 168’de Romalıların Makedon Kralı Perseus’u Pydna mevkiinde yenmesiyle, Makedonya Romalılar’ın egemenliğine girmiştir. MÖ 146’da Romalılar Makedonya’yı Roma eyaleti yapmışlar ve Trakya’yı da kontrol altında tutma şansı yakalamışlardır. M.Ö. 129’da Gelibolu yarımadası ve civarı Makedonya eyaleti ile birleştirildi. Hadrianus’un 123-124 yıllarında yaptığı bir gezi sırasında uğradığı Odrysia (Edirne) kentinin adı Hadrianopolis olarak değiştirilmiştir. Romalı Komutan Minucius Rufus M.Ö. 108 tarihinde Meriç civarında yapılan büyük bir savaşla Besleri ve diğer Trak kabilelerini mağlup etmiştir Mithridates’in de kışkırtmasıyla Traklar, M.Ö. 88-87 yıllarında Romalılara saldırarak büyük toprak kaybına neden oldular. L. Cornelius Scipio Asiagenus, Scordiscilere karşı saldırıya geçti ve adı geçenleri MÖ. 81 yılında mağlup etti. Dardanialılarla308 olan savaşlar ise MÖ. 76-73 yılına kadar sürdürüldü, bu suretle Roma ordusu ilk defa Tuna Nehrinin ötesine büyük bir güç ile geçmiş ve ordugâh kurarak savaş yönetmiş oluyordu M.S. I. yüzyılın başlarında Trakya’nın başında bulunan krallara bakacak olursak; Trakya’nın son büyük kralı III. Kotys’in (M.Ö.57-48) oğulları Rhoemetalkes ile Rhaskuporis’in birlikte krallığı idare ettikleri görülür. Trakya’da Roma hâkimiyeti: Serdica’yı (Sofya) ele geçirdi. Trakya’ya dönmeden önce Moesia’nın idaresini(kuzey Bulgaristan) yerli bir krala bıraktı. Trakya kabileleri ile sürdürülen savaşlar barışla sona erdirildikten sonra, Macedonia ve Aşağı Tuna arasında Trakyalı prens Cotys’ün idaresinde vassal309 bir krallık kuruldu. Böylece Trakya, Tuna bölgesi eyaletleri arasına sokuluyor ve siyasal ve ekonomik yönden birbirlerine yaklaşmaları sağlanıyordu. Trakyalı prens Cotys de bunun sağlanmasında aracılık görevini üstlenecekti. Trakya MS. 46’ya kadar Roma eyaleti haline getirilemedi. Rhoimetalkhes’in katlinden sonra bir takım isyanlar çıktı. Bunların M.Ö. 44-46 yıllarında bastırılmaları üzerine Trakya, İmparator Claudius zamanında bir Roma Eyaleti haline getirilerek Provincia Thracia adıyla Roma’ya ilhak edildi. Eyaletin başkenti ise Marmara Ereğlisinde bulunan Perinthos antik kentidir. Uzun yıllar boyunca devam eden mücadeleler sonucunda artık Trakya’nın Roma’ya ilhak edilmesi bir zaman meselesiydi. M.Ö. 37-38’de İmparator Gaius Caligula’nın çocukluk arkadaşı da olan Rhoimetalkhes adlı Doğu Trakya hanedanına mensup bir prens Caligula tarafından Trakya Kralı ilan ettirilir. Romalılar buralarda yeni ve kendilerine uygun düşen idari düzenlemeler yaptılar. Trakya'da yeni şehirler kurmaya başladılar veya var olan eski kasabaları "Şehir Hukuku" altına alıp kendi kültürlerini iyice yerleştirdiler. Appianus’a göre MÖ. 35’te Ardiaeoi ve Palarioi kabileleri Roma askerlerinin bulunduğu Illyria topraklarına sebepsiz yere saldırdılar, bu saldırılarla bölgedeki mevcut askeri güçler baş edemeyince Roma Senatosu o yılın Consul’u Ser. Fulvius Flaccus komutasında 10.000 piyade ve 600 atlı süvariden oluşan bir kuvveti, bölgeyi yatıştırması için gönderdi. Bu bölge (Makedonya), aşağıda belirtileceği üzere Roma döneminde MÖ. 9’dan itibaren Pannonia ve Dalmatia olarak adlandırılacaktır. Büyük Macar ovası ve Balkanlar’ın diğer bölgeleri ile Roma’nın ilişkileri daha az ve genelde askeri yönde idi. MÖ. 171’de Consul C. Cassius Longinus, Macedonia üzerine gitmek üzere ordusu ile Yukarı Sava bölgesine yerleşmiş, ancak hedefine ulaşamamış ve Senato tarafından geri çağırılmıştır. Bundan sonra iki kez MÖ. 156 ve 119’da Roma 307 308

309

Arslan, M. (2000). Galatlar. İstanbul: Arkeoloji Ve Sanat Yayınlan. s. 34 Dardania, bugünkü Kosova, Kuzeybatı Makedonya, Güney Sırbistan ve Sancak Bölgesi’nin bir kısmının toprakları üzerinde yayılmaktaydı Vasal, Avrupa feodal sisteminde, derebeyine hizmetleri karşılığında kendisine toprak ve köylü tahsis edilen kişi. Bununla birlikte bazı vasallara yurtluk tahsis edilmezdi ve bunlar efendilerinin şatosunda ikâmet ederdi. Bunlara örnek olarak sarayda yaşayan şövalyeler gösterilebilir

91


orduları İllirya topraklarına Dalmatia’da bulunan korsanların ordugâhına saldırmak için girdi ancak Yukarı Sava’da ve Siscia’da bulunan güçlü kaleleri geçemeyince kalıcı bir başarı elde edemeden geri dönmek zorunda kaldı. Bu girişimleri başarıya ulaşamamasında bölge halklarının savaşa ve özgürlüklerine düşkün yapıda olmaları etkili olmuştu Moesialılar Tuna Nehri ile Trakya’nın kuzey ve kuzey batı sınırını oluşturan bölgede oturmaktaydı. Güneyinde Macedonia, batısında Noricum yer almaktaydı. Moesia’nın kuzey sınırını ise Roma’ya uzun süre sorunlar teşkil etmiş olan Daclar310 iskân etmekteydi. Moesia’nın Augustus döneminin sonuna kadar yalnızca askeri açıdan önemli bir bölge olduğu, eyalet statüsünde olmadığını da bildirmektedir. MÖ.29’da ‘Bastarna’ların Tuna’yı geçip Moesi (kuzey Bulgaristan), Triballi ve hatta Dardanialılar’ın topraklarını yağma etmeleri, Proconsul M. Licinius Crassus’a ordularını Tuna’nın altına Dobruca’ya geçirmesi için bir bahane teşkil etti. Crassus bu fırsatı iyi değerlendirdi, yalnızca yağmacıları geri püskürtmekle kalmadı aynı zamanda birçok Moesi, Geta ve Trak kabilelerine de boyun eğdirdi, ancak bu onun bölgeyi fethettiği anlamında değildi yalnızca bu bölgede Roma gücünü hissettirmeye başlamıştı. Sarmatlar tehlikesini L. Tarius Rufus yaklaşık MÖ. 16’da geri püskürttü. Rufus burada askeri gayret ve başarılarından dolayı Consullük kazandı. L. Tarius Rufus bundan önce MÖ. 18-17 ya da 17-16 arasında Macedonia’da Proconsul olarak görev yapmıştı. Kuzeyden gelen Geto-Dacian ve diğer kabilelerin kendilerine siyasi ve askeri sorunlar çıkaracağını fark eden Roma, burada bir tampon bölge oluşturarak güvenliği sağlamak, kendisi de bu güvenli bölgede konuşlanarak Balkan Yarımadasına giden yolu güvence altına almak istiyordu. Bu sebeplerden dolayı Roma MS. 6’da Moesia’yı eyalet statüsüne getirmiş ve yeni eyaletin güvenliğini sağlamak amacıyla MS. 9’da V. Macedonica lejyonu buraya sevk edilmiştir. Bir başka kaynakta ise Moesia’nın MS.15’te Roma eyaleti olduğu ve içinde üç lejyon barındırdığı kaydedilmektedir. Tiberius döneminde MS. 6’da Tuna bölgesi eyaletleri olarak adlandırılan Dalmatia, Pannonia ve Moesia’da yedi lejyon konuşlandırılmış durumdaydı ve garnizonlar; Siscia, Carnutum Poetovio, Sirmium, Delminum ve Burnum’da bulunuyordu. Trakya Bölgesinde; Tuna Nehrinin kuzeyinde Daclar, Tuna ile Trakya arasında Moesialılar oturmaktaydı. Tuna’nın aşağı bölümleri bölgenin açık ve temiz olması ve 50.000 Getalının buraya sevk edilmesi ile kendi kendini koruyacak güçte bulunuyordu, kuzeyde Pannonia yerli halkı ve tacirleri Moesia’ya kadar uzanan bölgeyi sağlama almış durumda idi. Ancak MS.1.yüzyıl için Dacia sınırında hala bir tehlike mevcuttu.311 MÖ. 16’da L. Tarius Rufus’un, Illyricum ve Trakya sınırlarında karışıklık çıkaran Sarmatlar’ı geri püskürtmesinden sonra Balkanlar’daki en önemli kayıt Galatia-Pamphilia’daki görevinden çağrılan L. Calpurnius Piso’nu bastırdığı büyük Trak ayaklanması olmuştur. Livius ve Dio bu büyük savaşı MÖ. 11 yılına koyar, bir başka kayıtta ise diğer bir Antikçağ yazarı olan Velleius Paterculus bu büyük savaşın 3 yıl sürdüğünü bildirmektedir. Ancak Livius ve Dio’nun bildirdikleri MÖ. 11 yılı savaşın başlangıç değil bitiş yılı olduğunu kaydetmektedir, zira MÖ. 13-12 yılları arasında büyük İllyricum ayaklanması baş göstermişti ki, bu da büyük Trakya savaşları sırasına denk düşmüştür. Bölgelerin her ikisinde aynı anda ayaklanma çıktığını ancak birbirlerinden bağımsız olarak hareket eden güçlerce bastırıldığını görüyoruz. İmparator Traianus ve Hadrianus, Trakya için gerek teşkilat gerekse şehircilik bakımından yatırımlarda bulunmuştur. Doğuya bir gezi yapan İmparator Hadrianus, Uscudama ve Odrysia adıyla Kasaba gelişip kent durumuna yükselmeye başlamıştır. Roma İmparatorluğunun en önemli yerleşim birimlerinden biri haline getirilen Odrysia, onu bu konuma yücelten İmparatorun adını yaşatmak üzere Hadrianus’un kenti anlamına gelen Hadrianopolis olarak adlandırılmıştır.312 Trakya’nın son büyük kralı III. Kotys’in oğulları Rhoemetalkes ile Rhaskuporis’in birlikte krallığı idare ettikleri görülür. Her iki kral Roma’nın bölgedeki otoritesini kabul etmiş gibi görünmektedir. Bunlardan Augustus zamanında M.S.13’te yaşamını kaybederken ardında Kotys IV. Kotys (M.S. 13-19) adlı bir oğul bırakmıştır. Kral Rhoemetalkes’in ölümünün ve oğlunun ardılı olarak krallığın başına geçmesinin ardından Roma İmparatoru Augustus Trakya’nın sahil kesiminde kalan zengin ve kentleşmiş bölümünü IV. Kotys’in, sahilden uzakta kalan dağlık ve fakir bölümünü de amcası Rhaskuporis’in yönetimine vererek Trakya’yı yeniden yapılandırmıştır. Augustus kaldığı sürece (bir yıl) her iki kral da Roma’ya bağlı kalmıştır. Kurmuş olduğu yapılandırmanın düzgün çalıştığını düşünen Augustus’un Trakya’da yaptığı son düzenleme bu olmuştur. Trakya’daki iki kral arasında anlaşmazlığa konu olan sahil kesimindeki kentleşmiş zengin bölgenin Romalılar tarafından IV. Kotys’e verilmesinin nedeni bu toprakların ve Trakya’nın büyük çoğunluğunun IV. (Güveloğlu, MÖ. I.–MS. III. Yüzyıllar Arasıda Roma–Pannonıa–Trakya Siyasal İlişkilerindePannonıa’nın Yeri ve Önemi, 2006) 311 Güveloğlu, A;2006; A.g.e 312 Sarıkaya, B.2009,A.g.e s. 12 310

92


Kotys’in babası Rhoemetalkes tarafından denetime alınmış olması olmalıdır. Bu görüşe tarihçi Tacitus da destek vermektedir.313 Aynı dönemde Trakya’nın iç bölgelerinde hüküm sürmekte olan Rhaskuporis, kuvvetleri ile birlikte birçok kez yeğeni IV. Kotys’in topraklarına girmiş ve kendisine verilen toprakların fakir ve dağlık olduğunu, buna karşılık IV. Kotys’e verilen toprakların denize açık ve kentleşmiş olduğunu söyleyerek huzursuzluk çıkarmaya başlamıştır. Buna karşılık Tiberius Rhaskuporis’i yaptığı saldırılar konusunda uyarmakla yetinmiştir. Aç gözlülüğe kapılmış olan Rhaskuporis yeğenini yakalatarak önce hapsetmiş, ardından da (M.S. 19’da) öldürtmüştür. Fakat Roma’nın yeni imparatoru Tiberius bu hareketi hoş karşılamamış, aynı zamanda Trakya’nın Roma dışında bir güç tarafından tek yönetim altında birleşmesini istememiştir. Bu nedenle Rhaskuporis’i yakalatarak yargılamak amacıyla Roma’ya getirtmiştir. Roma’da yargılanan Rhaskuporis işlediği bu suçtan dolayı Alexandria’ya (İskenderiye) sürgüne gönderilmiş ve orada öldürülmüştür. Roma sürgüne göndererek öldürtmüş olduğu eski kral Rhaskuporis’in oğlu II. Rhometalkes’e Tuna Nehri ile Balkanlar arasında kalan toprakları idare etmesi için izin vermiştir. Bunun üzerine II. Rhoemetalkes babasının karşı korumacı tutumundan uzaklaşarak Roma vassali olma yolunu seçmiş ve Roma’ya bağlı kalmıştır. Kocası öldürülen Antonia’nın çocukları henüz küçük olduklarından bunların hisselerinin idaresi vekâleten Romalı kumandan Trebellienus Rufus’a verilmiş, çocukları Roma’ya götürülürken Antonia Tryphania da Trakya’dan ve yönetiminden uzaklaşarak Kyzikos’314a yerleşmiştir.315 Böylece Roma Trakya bölgesinin iç işlerine karışmaya hatta yönetimin bölüşülmesine karar vermeye devam etmiştir. IV. Kotys’in çocuklarının vasisi durumunda bulunan kumandan Rufus Trakya’da idari işlerle ilgilenmiş Krallığın iç işlerine karışmıştır. Yine de özgürlüklerine düşkün Traklar M.S. 21’de ve M.S. 26’da Moesia legatus’u Poppeius Sabinus tarafından bastırılan iki ayaklanma çıkarmışlardır. Bu ayaklanmaların bastırılmasında Rhaskuporis’in oğlu II. Rhoemetalkes Roma kuvvetlerine yardımda bulunmuş bu nedenle Tiberius onu kendisine dost ilan etmiştir. Ardından Roma senatus’u bu davranışından dolayı ona Basileos (Kral) unvanını kullanma izni vermiştir. Bu arada Tiberius da Trakya’da kendi adına 4 kez sikke bastırmıştır. Tiberius’un ardından imparatorluk tahtına Caligula takma adlı Gaius geçmiştir. (M.S. 37-41) Caligula’nın hükümdarlık döneminde IV. Kotys’in oğlu III. Rheometalkes ile Rhaskuporis’in oğlu II. Rheometalkes’in Trakya’da birlikte hüküm sürmüş oldukları kabul edilmektedir. Bunlardan IV. Kotys’in oğlu III. Rheometalkes Roma İmparatoru Caligula’nın çocukluk arkadaşıdır ve onunla birlikte Roma’da eğitim görmüştürKaynaklarımızın azlığı nedeniyle Caligula’nın Tuna ve Trakya bölgelerinde gerçekleştirdiği işler varsa bunları arkeolojik ve epigrafik malzemelerin izinde takip etmeye çalıştık. Ancak Caligula devlet işlerinden başka neredeyse her şeyle ilgilendiğinden devlet işlerini aksatmıştır. Bugünkü Vize (Bizye)’de bulunan ve Vize A Tümülüsü olarak adlandırılan bir mezar yapıtında Roma üslubunda birçok objeye rastlanmıştır. Bunlar arasından 4 adet gümüş kadeh Caligula316 tarafından görülmüş olması ihtimali göz önünde tutulduğunda dikkat çekicidir. Bu kadehlerin Roma’da eğitim görürken Caligula ile arkadaşlık yapan III. Rhoemetalkes’e Caligula tarafından hediye olarak verilmiş olduğu öne sürülmekle birlikte kesin yargıya varabileceğimiz yazılı malzemeler yoktur. İmparator Trakya prensi olan üç kardeşle M.S. 29’da büyük annesinin evine taşındığı zaman tanışmış olmalıdır. Bu nedenle olsa gerektir ki güney Trakya’nın yerli kralı III. Rhoemetalkes imparator Caligula’nın portresinin resmedildiği bir sikke bastırmış ve krallığında kullandırmıştır. Bu veriye dayanarak Caligula döneminde Trakya krallıkları ile Roma İmparatorluğu arasında iyi ilişkiler kurulmuş olabileceği düşünülebilir.317 Geleneksel Trak değerleri ve yaşam biçiminden destek alan ve dini çevrelerce desteklendiği fark edilen bu isyan sırasında Roma ve onun kuklası olan krallara karşı duyulan büyük bir nefret oluşmuştu. Fakat Romalılar isyana direkt olarak el koymakta yetersiz kaldılarsa da, büyük bir yayılma gösteren Dağlı Trak isyanı MS 26′da bastırılabildi. Önemli ölçüde Trakya’yı yıkıma uğratan bu isyan sırasında isyancılar dağlık kesimlerde üslenmişti. İsyancıların önemli bir kısmının savunmakta oldukları doğal istihkâmlarda intiharı yeğledikleri bilinirken, bir kısmının da açlık ve susuzluk nedeniyle teslim Güveloğlu,A.; 2009, A.g.e; s. 92 Kyzikos antik kenti, Balıkesir İli Erdek İlçesi sınırları içinde, antik dönemde Arktonnessos (Ayı Adası) ya da Arkton Oros (Ayılar Dağı) olarak anılan Kapıdağı ... 315 Güveloğlu, A.2009;A.g.e; s. 92 316 Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus, daha çok Caligula takma adı ile bilinen, 37 - 41 yılları arasında görev yapmış, Julio-Claudian Hanedanı mensubu ve Roma İmparatorluğunun üçüncü imparatoru. Aşırı savurganlığı, tuhaflığı, ahlaksızlığı ve acımasızlığıyla tanınır, despotluğuyla hatırlanır. 317 Güveloğlu, A. 2009; A.g.e; s. 95 313 314

93


olduğu öğrenilmektedir. MS 37- 38’de İmparator Gaius Caligula’nın çocukluk arkadaşı da olan Rhoimetalkes adlı Doğu Trakya hanedanına mensup bir prens, Caligula tarafından Trakya Kralı ilan ettirilmiştir. MS 38′de tahta çıkan Rhoemetalkes’in bütün Roma desteği ve korumasına rağmen MS 45′te öldürülmesiyle birlikte bu son Trak Krallığı da tarihe karışmıştır Rhoimetalkhes’in katlinden sonra birtakım isyanlar çıkmıştır. Bunların MS 44-46 yıllarında bastırılması üzerine Trakya, İmparator Claudius zamanında bir Roma eyaleti haline getirilerek Provincia Thracia adıyla Roma’ya dâhil edilmiştir (MS 46). Eyaletin başkenti ise Perinthos (Marmara Ereğlisi) olmuştur. Romalılar Trakya’da emekli askerlerin yerleştirildiği koloniler de kurmuşlardır.318 İmparator Claudius (MS 41–54) tarafından Trakya’nın son parçası da Roma’ya bağlı bir eyalet haline getirilmiştir.319 İmparator Claudius döneminde yapılan önemli işlerden bir tanesi de Trakya’nın eyalet ilan edilmiş olması olmalıdır. Çünkü bu bölge Claudius dönemine kadar sürekli sorun çıkaran ve karmaşık bir bölge olmuştur. M.S. 46 yılında IV. Kotys’in oğlu II. Rhoemetalkes kendi karısı tarafından öldürülünce, İmparator Claudius bölgede daha fazla sorun çıkmaması ve Balkanların artık Roma denetimi altında tutulması amacıyla Trakya’yı Roma eyaleti haline getirmiş ve bölgenin idaresini atlı sınıfından bir ‘procuratora’320 vermiştir. İmparator Trakya’yı eyalet yapmakla kalmamış burada idari yapılanmanın şekillenmesinde de rol oynamıştır. Bunun ilk adımı olarak işe ‘Apri’ adlı bir koloni kurarak başlamıştır. İmparator yeni kurulan eyalet kendi adına 2 kere de sikke bastırmıştır. Romalılar Trakya’nın kalabalık ve savaşçı halklardan oluştuğunu bildiklerinden yalnızca eyalet kurarak ve yönetici atayarak bölgeyi yatıştıramayacaklarını ve hâkimiyetlerini iyiden iyiye hissettiremeyeceklerini bilmiş ve bölgeyi eski krallık sistemine dayanarak strategialara göre yeniden ayırmışlardır. Romalılar Trakya’da egemenliklerini tam olarak kuramadıklarından bölgeyi eski krallık sistemine göre, sayıları 33’ü bulan strategia denen idari birimlere ayırmışlardı. Plinius bölgedeki strategia sayısının 50’yi bulduğunu bildirmektedir.321 Çoğu eski güçlü Trak boylarının adlarını taşıyan bu birimlerin başlıcaları şunlardır; batı uçta Dentheletice, Serdice, Usdisecice, Selletice; güneyedoğru Makedonia ve Ege Denizi boyunca Maedice, Drosice, Coelaletice, Sapaice, Corpulice, Caenice; doğuya doğru Besice, Bennce, Samaice ve Astice. Abdera (Arnavutluk), Ainos (Enez)ve Byzantium (İstanbul) gibi bölgeler strategia sisteminin dışında bırakılmış özgür bölgelerdir ve Trakya bölgesinin bu idari yapılanma sistemi İmparator Traianus dönemine kadar devam etmiştir.322Yukarıda adı geçen strategialar dışında Roma dönemi öncesi Trakya’sında en küçük idari bölünmeler ‘kome’ veya ‘vicus’ olarak adlandırılan köylerden oluşmuştur. Ne var ki, Trakya’da Romalılar tarafından idari düzenlemeler yapılmasına karşılık yerli halkın yaşam şekillerinde ilk başlarda büyük değişiklikler olmamıştır. Ancak Trakya bölgesinin ölü gömme geleneği olan tümülüslere bu tarihten sonra eskisi kadar sık rastlanmayacaktır. Bunun yanında zengin aileler bu geleneği M.S. II. yüzyıla kadar devam ettirdilerse de mezarlarda rastlanan ölü hediyelerinin azaldığı görülmektedir. 323 MS. 85’te Decebalus adındaki yetenekli krallarının başkanlığında birleşen Dac’lar, Moesia’ya saldırdılar ve vali Oppius Sabinus’u öldürerek buradaki Roma kuvvetlerini mağlup ettiler. Bunun üzerine, Domitianus harekete geçti ve istilacıları püskürtmeyi başardı. Bu başarıya karşılık praetor praefectus’u Cornelius Fuscus’un Dacia’yı istila girişimi felaketle sonuçlandı ve ordusunun büyük bir kısmı yok oldu (MS. 86). Domitianus’un ordusu daha fazla kayıp vermekten çekinerek geri çekildi. Roma’ya dönen Domitianus, aralıklarla devam eden çarpışmalar sürerken MS. 88’e kadar hazırlıklarla meşgul oldu. Ancak Domitianus, Decebalus’u başıboş bırakmak niyetinde değildi, onun hareketlerini gözaltında bulundurmak maksadıyla Moesia’yı, Yukarı Moesia ve Aşağı Moesia olarak ikiye ayırdı. Bu yeni yapılanma sadece Daclar üzerine yapılacak seferde değil, aynı zamanda Trakya eyaletinin gözaltında bulundurulmasında da önemli rol oynayacaktır. Domitianus bölgede toplam dört büyük sefer yaptı, bunlar; Sarmatlar (Tuna etrafı bölgeler) üzerine, Cahatti kabilesi (Tuna etrafı bölgeler) üzerine ve iki kez de Daclar üzerine yapılan seferlerdir. MS. 88 yılında, yeni Roma ordusu daha başarılı oldu, bir zafer kazandı. Fakat bu savaşta, daha önce Roma’nın başına dert olan Marcomanlar, Quadlar, Iazygler silaha sarıldılar. Bunun üzerine Domitianus tekrar savaş alanlarına döndü. Sarmatlar (Tuna etrafı bölgeler), MS. 92’de Tuna Nehrini geçerek bir Roma lejyonunu yendiler (XXI. Rapax). Bunun üzerine Domitianus Sarıkaya, B.2009, A.g.e; s. 11 (Engin Beksaç Prof.Dr.) A.g.e. 320 Procurator, bir vilayetin mali işlerinden ya da küçük bir eyaletin emperyal valisi olan antik Roma'daki belli memurların ünvanıydı 321 Güveloğlu, A. 2006; A.g.e 322 Güveloğlu, 2009, A.g.e; s. 98 323 Güveloğlu, 2009,A.g.e; s. 99 318 319

94


Roma’dan hareket ederek, Sueb ve Sarmatlara (Tuna etrafı bölgeler) karşı sefere çıktı. Tekrar huzursuzluk çıkarmış olan bu kabileler boyun eğmelerini sağladı. MS. 93 yılı ocak ayında Roma’ya geri dönüldü, Domitianus bazı başarılar elde etmiş olmasına karşın, zafer alayı düzenlemedi. Roma’ya geri dönüşünün hemen ardından Domitianusun tutarsız davranışları baş gösterdi ve halk ona karşı bir nefret beslemeye başladı.324 Domitianus’un Tuna Savaşları olarak adlandırılan, MS. 85-88’de Daclara ve MS. 89-92 yılları arasında Suebler’e ve Sarmatlar’a (Tuna etrafı bölgeler) karşı yürüttüğü savaşlar sırasında Pannonia’nın sınır savunma gücü önemli ölçüde değişti. Daha önce Poetivo’da yer alan XIII. Gemina ve Carnutum’da yer alan XV. Apollinaris lejyonları yerine 85’te II. Adiutrix, 89’da I. Adiutrix, 90’da XXI. Rapax lejyonları sevk edildi. Ancak son anılan lejyon MS. 92’de Sarmatlar tarafından düzenlenen bir baskınla yok edildi. Bu sırada Tuna boylarında Sarmatlar ve Suebler (Tuna etrafı bölgeler) yeniden karışıklık çıkardılar, Nerva bunlara karşı zafer kazandı ve her ikisi Germanicus unvanını aldılar. Nerva evlatlığını görmeden öldü. Böylece Traianus’u evlat edinmekle, Nerva Roma’nın yeni bir iç savaşların içine girmesini engellemiş oldu. Nerva bu olaydan sonra pater patriae unvanını almıştır. Traianus, Nerva’nın 25 Ocak MS. 98’de ölümü ile oldukça karışık bir durumda olan Roma’nın başına geçmek için hiçbir müdahale ile karşılaşmadı, kısa sürede yönetimi eline aldı, Nerva adını kullandı ve kendi adıyla birlikte para bastırdı. Traianus, gelecek yaz tekrar Tuna boylarına dönmek üzere MS. 99 yılı kışında Roma’ya doğru yola çıktı. MS.102 yılı baharında Traianus Dacia’yı tekrar istilaya hazırlanarak, kuzeni Hadrianus’u da Pannonia lejyonlarının başına getirdi. Decebalus bir elçi heyeti gönderip barış istedi. Bu barış ile Decebalus, Domitianus’tan almış olduğu Roma mühendislerini geri verdiği gibi, Dacialı mühendisleri ve savaş makinelerini de Roma’ya teslim ve Roma egemenliğini kabul etti. Batı Dacia’yı boşalttı ve başşehri Sarmizegetusae’de bir Roma garnizonu yerleşti. MS. 102 yılı kışında Roma’ya dönen Traianus zaferini bir zafer alayı düzenleyerek kutladı ve kendisine Dacicus unvanı verildi. Bu şekilde bölgede şimdilik sükûnet kurulmuş ve Roma eski prestijini sağlama almayı başarmış oldu. İmparator, bu başarısının ardından kendi adına MS.111 yılına kadar kullanılacak olan bir sikke bastırdı. MS. 103-106 arasında Pannonia, Aşağı ve Yukarı Pannonia olarak ikiye ayrıldı, MS.102’de Agricola Pannonia valisi olarak görünürken, bu tarihten MS. 107’ye kadar Hadrianus Aşağı Pannonia’nın valisi olarak görünmektedir. İki savaş arasında yapılan bir diğer iş ise, Domitianus zamanında kaybedilenler yerine iki yeni lejyon tesis ederek lejyon sayısını tekrar otuza çıkartmak olmuştur. Decebalus Romanın vassalı durumuna düşmekten hiç de memnun kalmamıştı. Bağımsızlıklarını elde etmek için hazırlanmaya başladı. Decebalus barışı bozmak için, Roma’nın ortağı Iazyg’lere hücum etti. Sonra da Sarmizegetusae’deki garnizonun komutanını tuzağa düşürerek yakalattı ve hapsetti ve buradaki garnizon yok edildi. Traianus’a haber göndererek işgal altındaki yerlerin onarılması için tazminat istedi. Traianus MS. 106 yılı Haziran ayında Roma’dan çıktı ve ünlü Dorbatae köprüsüne ulaştı. Başkent derhal kuşatıldı; kaleler, tahkim edilmiş yerler yıkıldı. Dacialılar’ın bir kısmı kaçtı, bir kısmı intihar etti, bir kısmı da Roma’ya sığınarak af diledi. Decebalus’un ise intihar ettiği ya da kendi askerlerince öldürüldüğü söylenmektedir, ancak başı ve sağ eli Roma’ya getirilmiştir. Dacia, bundan böyle huzursuzluk kaynağı olmasın diye eyalet haline getirildi ve burada bir lejyon bırakıldı. Bırakılan bu lejyonlar daha çok yol ve kale inşası gibi mühendislik işleri ile uğraştılar. Başkent Sarmizegetusae’de bir koloni kuruldu ve Colonia Dacia olarak adlandırıldı. Halk güneye sürülürken buraya Küçük Asya’dan ve Suriye’den yeni halklar getirilerek yerleştirildi. Bundan başka, Pannonia’da Poetovio, Moesia’da Marcianopolis, Oescus, Ratiara ve Trakya’da Pautalia koloni statüsüne getirildi. Vindabona’da ve Brigetio’da yeni Roma lejyonları kuruldu. Buradaki altın madenleri işletilerek Roma’nın dâhili işlerindeki masraflarını karşılamak amacıyla kullanıldı. Daclar Roma ordularında yer aldılar. Novae’nin güneydoğusunda Traiana Nicopolis şehri kuruldu. Marcomann ve Quad kralları ile yapılan görüşmeler sonunda Roma egemenliği kabul ettirildi. Traianus zaferini ebedileştirmek için Dobruca’da taştan bir sütun üzerine Dac savaşlarını gösteren Tropaeum Traiani’yi diktirdi. Ayrıca Mars Ultor için büyük bir anıt inşa edildi. MS.106 yılında Dacia Roma’nın yeni eyaleti olarak belirlendi. Ancak, Decius (MS.268) zamanına kadar Dacia’da basılan paralar üzerinde Provıncıa Dacıa ibaresini görememekteyiz. MS.116’da procurator yönetiminde bulunan Trakya, İmparator Traianus tarafından Propraetor legate yönetimine yükseltildi Traianus, Dacia Savaşlarından arta kalan zamanında Tuna Bölgesinde eyalet sistemini kurmak ve yönetimi güçlendirmek için de çalışmalar yapmıştır. Ülkenin yönetimi sağlamak amacıyla MS.106’da Pannonia’yı Yukarı Pannonia ve Aşağı Pannonia olarak ikiye böldü. Traianus, bölgede herhangi bir bağlı şehir kurmadı ve herhangi bir topluluğa Roma vatandaşlığı vermedi. Anlaşılan o, 324

Güveloğlu, 2006; A.g.e;

95


Flaviuslar Döneminde başlayan bir geleneği sonlandırmak niyetinde idi. Traianus Pannonia’da iki koloni kurdu. Birincisi; Yukarı Pannonia’nın kuzey ucunda, Amber Yolu üzerinde yer alan Ulpia Poetovio oldu. Bu koloni XIII. Gemina lejyonunun askerleri tarafından iskân edildi. Traianus’un Pannonia’da kurduğu diğer koloni ise Moesia’nın kuzeydoğu ucunda yer alan Ulpia Ratiaria olmuştur. Bu koloninin kimler tarafından iskân edildiği tam olarak bilinmese de VII. Claudia lejyonunun askerlerinin buraya yerleştirildiği düşünülmektedir. Hadrianus MS 118 baharında Tuna bölgesine hareket etti, zira Tuna’nın kuzey kısımlarında yaşayan Roxonlar karışıklık çıkartmaya başlamışlardı, bu sırada Dacia ve Pannonia arasındaki Sarmatlar da bir istila hareketine hazırlanmaktaydılar. Roxonlar’ın kralı ile Traianus’a ödedikleri parayı taahhüt etmeleri koşuluyla sulh korundu. İmparator Dacia üzerine yürürken, beraber hareket etmek üzere Turbo’yu da göreve çağırdı ve ona Tuna bölgesinde yerleşmiş orduların kumandasını verdi. Turbo, Sarmatlara karşı da başarı kazandı ve bunları Dacia’dan attılar. Böylece eyalette sükûn sağlanmış oldu. Hadrianus’un Tuna ve Balkanlar bölgesinde yapmış olduğu en önemli işlerden bir tanesi MS.120’de Dacia eyaletini, bir lejyonluk bir kuvvetle bir praetor yönetiminde Yukarı Dacia ve bir procurator kumandasında Aşağı Dacia olarak ikiye ayırması gelir. İlk gezisi sırasında MS.121’de Raetia ve Noricum’u da tetkik amaçlı ziyaret etmiştir. Dönüş yolunda ise tekrar Tuna bölgesine uğramış ve Pannonia’da yeni yollar inşa ettirmiştir. Marcomanlar ve Quadlarla çarpışmalar MS.179-180 kışına kadar sürdü. MS. 180 kışında yeni çarpışmalar için hazırlıklar sürerken Marcus Aurelius 17 Martta öldü. Ölümünden iki gün önce oğlunu yanına çağırtarak halefi olarak ilan etmişti. Tuna bölgesinde yapılan savaşlar sonunda Marcomanlar tarafından yönlendirilen on iki kabile Yukarı Pannonia valisi Iulius Bassus ile anlaşma yapmak zorunda kaldı. Marcoman ve Sarmatlarla yapılan savaşlar sırasında Tuna Bölgesinde bulunan tahkim edilmiş kaleler, gözetleme kuleleri ve yolları önemli ölçüde zarar görmüş ve yıpranmıştı. Sadece Yukarı Moesia’nın ve Noricum’un batısının daha az zarar gördüğü söylenebilir, ancak Pannonia’da ve Noricum’un doğusunda kalanlar neredeyse tamamıyla zarar görmüştü. Avrupa’daki sınırın yeniden yapılandırılması ve tekrar eski kuvvetini kazanması uzun sürmemişi. Trakya’ya kadar olan tüm yollar ve askeri merkezler bu savaşların ardından imparator M. Aurelius döneminde onarılmış ve sınırlar güvence altına alınmıştır. M. Aurelius, ölürken tahtını genç oğlu Commodus’a bıraktı. Commodus’a MS.192 yılı son gecesinde suikast düzenleyenler yerine yeni birisini geçirmekte fazla gecikmediler ve M. Aurelius’a hizmet etmiş olan Pertinax’a imparatorluğu teklif ettiler, Pertinax isteksiz olarak bunu kabul etti. Bu sırada Carnutum’daki Tuna ordusuna Pertinax’ın öldürüldüğü haberi gelince Yukarı Pannonia valisi Septimus Severus, Pertinax’ın intikamını almak için ordularını Roma üzerine yürümeye zorladı. Septimus Severus, imparatorluğunu Senatoda tescil ettirdikten sonra ilk işi Doğuda imparator ilan edilmiş olan Niger ile uğraşmak oldu. Yukarı Pannonia ile Aşağı Pannonia arasındaki sınır Caracalla yönetimi altında MS. 213 sonbaharında yeniden düzenlendi. Bu yeni düzenlemeye göre sınır Brigetio’nun batısına kaydı ve Yukarı Pannonia bölümü sadece toprak kaybetmekle kalmadı, aynı zamanda askeri açıdan da güç kaybetti. Yarım kalan Germen savaşı imparatorun şahsi çabaları ve üstün askeri becerisi ile kazanıldı ve imparator bu başarının ardından Maximinus’a Germanicus Maximus unvanı verildi. MS. 236-237 yıllarında Tuna bölgesinde yürüttüğü savaşlarda elde ettiği başarılar sonunda Sarmaticus Maximus ve Dacicus Maximus unvanlarını da aldı. İmparatorun elde ettiği bu başarı sayesinde Ren ve Yukarı Tuna bölgesinde huzur ortamı bir müddet daha sürdürülebildi.325

Özet, Edirne civarı: Trakya vassal krallığı Roma için daima huzursuzluk ve endişe veren bir bölge idi. Zira kral ailesi içindeki anlaşmazlık ve kavgalar bir türlü sona ermiyordu. MS. 46 yılında kralları Rhoemetalkes III kendi karısı tarafından öldürülünce, Claudius derhal M.S. II. ve Edirne’nin bulunduğu yerde Trak kabilelerinden birinin açık bir şehir veya pazar yeri kurduğu, sonradan buranın Makedonyalılar ve Romalılar tarafından genişletildiği genellikle kabul edilir. Bu sahadaki en eski şehir, Trak kabilelerinden Odrislerce Meriç’in Tunca ile birleştiği yerde kurulmuştu. Makedonyalılar burayı Orestler’in bir kolonisi haline getirmişler, şehre Orestia, varoşlarına ise Gonnoi adını vermişlerdi. Ayrıca bazı kaynaklarda buraya Odrisya, Orestas, Uscudama adlarının verildiği de belirtilir. Ancak II. yüzyılda Roma İmparatoru Hadrianus (117-138) tarafından yeniden kurulunca onun adına izâfeten Hadrianopolis adını aldı. Bu ad yaygınlık kazanmakla birlikte Orestia veya Orestias adı da unutulmadı, hatta geç Bizans dönemi kaynaklarında dahi kullanıldı.326 325 326

Güveloğlu, A; A.g.e; (TDV İslâm Ansiklopedisi, 1994)

96


MS.240 yılında Gotların işgaline uğrayarak rahat ve huzurunu kaybetmiştir.327 III. yüzyıllardan sonra Trakya doğuya giden ve doğudan geri dönen Roma Orduları için bir geçit yeri olmuştur. M.S. 240 yılında Gotların saldırmalarıyla birlikte Tuna savunma hattı çöker ve Trakya Gotların işgaline uğrayarak rahat ve huzurunu kaybeder.328 MS. 241’de Ardashir’in oğlu babasının fütuhat hareketini devam ettirmek istemiş ve Antiocheia’ya saldırmıştı. Gordianus derhal karadan yola çıkarak Tuna’da hazır bulunan kuvvetleri de yanına alarak bölgeye varmak istiyordu. Bu sırada Tuna bölgesindeki istilacılar, özellikle de Trakyalı Carplar ve Gothlar Trakya’ya kadar uzanmışlardı. Fakat Gordianus Doğuya hareket etmeden önce Moesia üzerine yürüdü ve bu istilacı kuvvetlerin bir kısmını yenerek dağıttı, bir kısmı da kaçmak zorunda kaldı. Böylece Moesia üzerinde yapılan planlar yerini buluyor, Balkanlarda çıkan karışıklıklara bu eyalet üzerinden müdahale edilebiliyordu.329 MS. 244’te Philippus, Senato tarafından Augustus ilan edilmiş, henüz yedi yaşındaki oğlu da Caesar unvanını almıştır. Philippus döneminde de Tuna bölgesi hareketliliğinden fazla bir şey kaybetmemiş gibi görünmektedir. MS.244 yılı başlarında Trakya kabilelerinden Carplar küçük çaplı akınlarıyla sınırları tehdide başlamışlardı. MS. 245 yılına gelindiğinde ne Aşağı Moesia valisi Prastian Messalinus, ne de çok büyük bir askeri güce kumanda eden Severianus düşmanı hattın dışına itmeyi başaramamıştı. Bu durumda iken Philippus kumandayı bizzat ele alarak yıl bitmeden önce bölgeye hareket etti. Bu sırada Roma şehrinin kuruluşunun bininci yılı büyük görkemle kutlanıyor, her şey yolunda görünüyordu. Ancak kendilerini Romalı fazilet ve şerefinin koruyucusu addeden Tuna orduları, özellikle Pannonia kuvvetleri kıpırdanmaya başladı. Böylece Philippus’un birlikte zafer kazandığı ordusu bu yeni Doğulu kültürüne tepki olarak, II. Claudius Marinus Pacatianus’u rakip imparator olarak ortaya çıkardılar. Neticede çok az bir zaman önce emniyeti sağlanmış olan Tuna bölgesinde tekrar karışıklık baş göstermiş oluyordu. Çok geçmeden rakip imparator olarak sunulan Pacatianus kendi askerlerince öldürülmüştür. Bunun üzerine imparator Tuna eyaletlerinde emniyeti sağlamak amacıyla yola koyuldu. Ancak bu onun da sonunu hazırlayacaktı. Pannonia ve Moesia ordularının komutası istemediği halde Decius’a verildi. Decius bu görevinde başarılı olmuş, ertesi yıl Tuna eyaletleri oldukça sakin bir sene geçirmişti. Ancak askerler bu başarılarından dolayı Decius’u imparatorluğa layık gördüler ve istediklerini MS. 249’da zorla kabul ettirdiler. Decius kendisini zorlu bir hükümdarlığın beklediğini bilmekte idi, Tuna sınırları MS. 251’den beri Gothların akınları ile iyice zayıflamıştı. Decius ilk iş olarak Tuna bölgesi eyaletlerinden başlayarak tüm eyaletlerin sınırlarını güçlendirdi. Bu zamana kadar Decius, MS. 234’te Aşağı Moesia valiliği, MS. 238’de Tarraconensis valiliği görevlerini üstlenmiş bir kişi idi. Decius’un Philippus’a karşı kazandığı zafer Dacia ve Pannonia eyaletlerinin adına para bastırması ile kutlandı. MS. 250’de Gothlar’ın Balkanlar üzerine yürüyüp Trakya’ya girmesi üzerine Decius’un her iki oğlu Caesar ilan edildiler. Decius, senatör Valerianus’u kendisinin yokluğunda Roma’daki işleri yürütmekle görevlendirerek Moesia üzerine yürüyerek Gothlar’ı geri püskürttü. Traianusus’tan sonra Dacia’daki düzenlemeleri yeniden yapmasından dolayı Decius, Dacia’nın düzenleyicisi olarak anılır. Baba Valerianus doğudaki meselelerle uğraşırken, oğlu da MS. 254-259 yılları arasında Germenlerle ve Sarmat ve Daclarla beş savaş yapmıştır. MS.260 yılı sonbaharı geçmeden Tuna eyaletlerinde birbiri ardına iki isyan patlak verdi. MS. üçüncü yüzyıl başlarken Roma idari yapısında büyük değişiklikler ortaya çıkmıştır. Iulius-Claudius sülalesinin tertip ettiği eyaletlerin yönetim sistemi İtalya Yarımadası dışında tamamen değişmiştir. Yeni bir idare sistemi olarak bölgelerin Diocesis’lere bölünmesi ancak Diocletianus Dönemi (MS. 284-305) ile gerçekleşecektir.330 MS. 297 yılında Diocletianus ile başlayan ve 4. yüzyılda tamamlanan idari reform sonucunda eyalet daha küçük bölgelere ayrılmıştır331 395’te Doğu Roma ve Batı Roma adı altında iki ayrı devlete bölünmüştür. Doğu Trakya’da yaşayan Trak kabileleri varlıklarını Roma döneminin ortalarına kadar kısmen de olsa devam ettirmişlerdir. Geç Roma ve Bizans dönemi ile birlikte Traklar tarih sahnesinden kaybolmuşlar ve diğer topluluklarla birlikte Bizans İmparatorluğu’nun içerisinde asimile olmuşlardır.332

Akbuz, L. A. (2008). Hadrianopolis Roma Dönemi Seramigi. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bölümler Enstitüsü. 328 Güveloğlu, A; 2006; A.g.e; 329 Güveloğlu, A; 2006; A.g.e; 330 Güveloğlu, A; 2006; A.g.e; 331 Arif Müfid Mansel 1938 A.g.e, , s.37-40; 332 Yıldırım, Ş. (2008). A.g.e 327

97


ANTİK KAYNAKÇA Heredotos “Heredot Tarihi”, Çev: Müntekim Ökmen, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991. Homeros “İlyada” Çeviren: Azra Erhat, A. Kadir, Can Yayınları, İstanbul, 1998. Homeros “Odysseia”, Çeviren: Azra Erhat, A. Kadir, Can Yayınları, İstanbul, 1992. Titus Livius “Roma Tarihi”, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 1995. Strabon “Geography”, Kitap 7 Bölüm 47, Penguin Classics Translation, London, 1986. Xenephon “Anabasis” (Onbinlerin Dönüşü) Çev: Tanju Gökçöl, Sosyal Yayınları, İstanbul, 1998. :

KAYNAKÇA: AKALIN, Şükrü Halûk. “Türkçe Sözlük”, (Haz.) Tdk, Ankara 2009, AKBUZ, L. A. (2008). Hadrianopolis Roma Dönemi Seramigi. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bölümler Enstitüsü. AND, Metin. (1962). Dıonısos Ve Anadolu Köylüsü. İstanbul: Elif Kitabeyi. Archibald, Z.H. (1998): The Odrysian Kingdom Of Thrace, Oxford. ARSLAN, M. (2000). Galatlar. İstanbul : Arkeoloji Ve Sanat Yayınlan. BATU, Pelin. (10 Nisan, Cuma, 2015). Http://Www.Artfulliving.Com.Tr /Edebiyat/ Ah-Orfeo-İ-2511. Artfulliving. Com. Tr. Adresinden Alındı BEKSAÇ, E. (22 Nisan 2009). Traklarda Kutsalın Göstergesi: Gerçekler. Osmanlı Bankası Arşiv Ve Araştırma Merkezi. BÜLBÜL, C. (Y L: 2009/2). Eski Anadolu Tarihinde Frigler. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Say : 27, Cook, A.B (1965): Zeus, A Study In Ancient Religion, Cilt II, New York 1965. ÇAKAN 1984 Ü. Çakan, “Lalapaşa-Hacılar Dolmeni 1984 Yılı Kurtarma Çalışmaları”, Yayınlanmamış Kazı Raporu, Edirne Müzesi Arşivi, 1984, s.1-2. DRAHOR, M. G. (1992). Lüleburgaz-Kepirtepe Tümülüsüözdirenç Araştırması-1992. BEKSAÇ Engin Prof.Dr. (Tarih Yok). Doğu Trakya'da Traklar. Trakya.Academia.Edu/Enginbeksac. Ertuğrul Özkan; Yard. Doç. Dr.;Vakıf Restorasyon Yıllığı | Yıl: 2014 | Sayı: 8 | Havsa /Nikopolis/ Hasköy; GRANT, M. (2000). Roma'dan Bizans' A İ.S. Beşinci Yüzyıl. (Z. Z. İlkgelen, Çev.) İstanbul: Homer Kitabevi Ve Yayıncılık Ltd. Şti GÜÇLÜ, H. (2006). Tekirdağ Çevresi Pişmiş Toprak. Edirne: T Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü. GÜRKAN Ergin. Roma Toplumunda Kölelik Eleştirisi Ve Kölelere Empati; Cedrus The Journal Of Mcrı GÜVELOĞLU, A. (2006). MÖ. I.–MS. III. Yüzyıllar Arasıda Roma–Pannonıa–Trakya Siyasal İlişkilerinde pannonıa’nın Yeri Ve Önemi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih (Eskiçağ Tarihi) Anabilim Dalı. GÜVELOĞLU, A. (2009). M.S. I.-III. Yüzyıllarda Tuna Ve Trakya Eyaletlerinde Roma Kentleşme Süreci. Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Herodotos Herodotos (1991): Herodot Tarihi (Çev. M. Ökmen), İstanbul, Remzi Kitabevi. Herodotos. (2006). Herodot Tarihi. (. M. Ökmen), Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,. Herodotos. (Ekim, 2012). Hıstorıes (Tarih) (VIII. Basım B.). (Ç.-M. Ökmen, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Homeros. ( Ekim 2008). İlyada (24. Basım B.). (A. K. Azra Erhat, Çev.) İstanbul: Can Sanat Yayınları. I. Mladjov. (Tarih Yok). Thrace (Thrakē). IRMAK, E. N. (2010). Enez (Ainos)’De Ele Geçen Orientalizan Seramikler. T.Ü..Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji Ana Bilim Dalı Tez. IŞIK, H. (July 2017,). Hıristiyan Düalist-Gnostik Bir Tarikat Olarak Bogomilizm Ve Bogomilizm Ve. Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi / Cilt 6, Sayı/Number 1, 109-187.

98


KANSU, Ş. A., “Edirne’nin Lalapaşa-Büyünlü Dolmenleri Hakkında İlk Not”, Belleten XXVII, Ankara, 1963, s.491-492. Ksenophon Ksenophon (1962): Anabasis, (Çev. H. Örs), İstanbul. MANSEL, A. M. (1938). Tarakyada Kültür Ve Tarih. Ankara: Reimli Ay Matbaası T. L. Şirketi. MANSEL, A. M. (1999). Ege Ve Yunan Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu. ÖZDOĞAN M., Başgelen N. (Eds.), The Balkans And Anatolia“Neolithic İn Turkey: The Cradle Of The Civilisation. New Discoveries, Istanbul: Arkeoloji Ve ÖZDOĞAN, E., Özdoğan, M., Nergiz, Ş., & Aytek, Ö. (2017). Kırklareli Höyüğü 2016. 39. Uluslararası Kazı,Araştırma Ve Arkeometri Sempozyumu Bilim Kurulu. ÖZDOĞAN, M. (1999). “Northwestern Turkey: Neolithic Cultures İn Between ÖZDOĞAN, M. (2007). “Marmara Bölgesi Neolitik Cağ Kültürleri“ M. ÖZDOĞAN, M. (2016). Tarımın Avrupa’ya Göçü. Aktüel Arkeoloji 54.İndd 54. ÖZDOĞAN, M. (Tarih Yok). Marmara Denizive Neolitik Yaşam. Tına Denizcilik Arkeolojisi Dergisi. ÖZDOĞAN, M., & Özdoğan, E. (2007). Tarih Öncesi Dönemde Trakya. Arkeloji. ÖZDOĞAN, N. Başgelen, Türkiye‘De Neolitik Dönem, Istanbul: Arkeoloji Ve… ÖZDOĞAN-Akman 1992 M. Özdoğan, M. Akman, “1990 Yılı Trakya ve Marmara Bölgesi Araştırmaları”, IX. Araştırma Sonuçları Toplantısı, Ankara, 1992, s.405-423. ÖZTÜRK, Ö. 1998 Hayrabolu Hacıllı Köyü Tekhöyük Tümülüsü Kurtarma Kazısı, 8.Müze Kurtarma Kazıları Semineri, Milli Kütüphane Basımevi, Ankara, 1998, s.381- 391. PEREMECİ, O. N. (1935). Edirne Tarihi. İstanbul: Resimli Ay Matbaası. Plınıus. (1999). Genç Plinius’un Anadolu Mektupları. (Ç. D.-E. Özbayoğlu, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret Ve Sanayi A.Ş. SANDALCI, S. (2017, İstanbul). Aşrı Memleket-Mitolojide Trak İnsanından. 15-37. SANDALCI, S., & Sandalcı, S. (Aralık 2006 Cilt 8 Sayı 2). Trakya Herası. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 14-26. SARIKAYA, B. (2009). Epigrafik Buluntular Işığında Trakya’da Kültler. (D. Y. Şahin, Dü.) Trakya Üniversitesisosyal Bilimler Enstitüsü. SAYAR M. H. 1996, Doğu Trakya’da Epigrafi ve Tarihi Coğrafya Araştırmaları 1995, XIV. Araştırma Sonuçları Toplantısı, I.Cilt, Milli Kütüphane Basımevi, Ankara, 1996, s.107- 110. SAYAR M. H. 2006, “ Trakya Kavşaktaki Durak” Arkeoatlas, Sayı: 5, İstanbul 2006, s.162- 67. SAYAR, M.H. (1990): “Doğu Trakya’da Epigrafya ve Tarihi Coğrafya Araştırmaları 1989” VII. AST, 211 216. Sevin, V. (2003): Eski Anadolu ve Trakya, İletişim Yayınları, İstanbul 2003. Strabon. (2000). Strabo Of Geography--Strabo’nun Coğrafyası-(XII, XIII, XIV) (4. Baskı B., Cilt Xıv). (D. A. Prof, Çev.) İstanbul: Arkeoloji Ve Sanat Yayınları. GÜÇLÜ Şahin-, 2008 Şahin, I.-Güçlü, H. (2008): “Terracotta Figurines of Aphrodite from Turkish Thrace: The Cult of Aphrodite” Anodos, Studies of the Ancient World 6-7/2006-2007, Trnava 2008, 403411. Şemsettin Sâmi, Kâmusu’l-A’lam, Tıbkıbasım, C. Iv, Kaşgar Neşriyat, Ankara 1996 ------------------------Tdv İslâm Ansiklopedisi. (1994). Ank.: 10. Cildinde. TEKİN, O. (2007). Eskii Anadolu Ve Trakya. İstanbul: İletişim Yayınları. Theogonia – İşler ve Günler, yazar Hesiodos (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, ÜRETEN, H. (2017). Geçmişten Günümüze Göç "Metoikoslar: Antikçağın Göçmenleri". Samsun: Adnan Menderes Üniversitesi - Aydın. YILDIRIM, Ş. (--). Hadrianopolis: Trakya’da Bir Kalekent. Tüba-Ar 18/2015, 181*204. YILDIRIM, Ş. (2008). Doğu Trakya’da Mezar Tepelerinin Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

99


(Liv. 31. EK-1 Babaeski çevresi höyükleri. 333

333

(Yıldırım, 2008)

100


EK-2 Trakya’da Höyükler:

Trakya’da dolaşan seyyahların dikkatini çoğunlukla yüksek mahallerde bulunan ve suni olduklarında şüphe olmayan çeşitli büyüklükte konik tepeler çekmektedir. Bu tepeleri 1860 yıllarında Rumeli’de araştırmalarda bulunmuş olan Fransız arkeologlarından A. Dumont; Herodot’un yazdığı bir cümleye ilgi göstermiş ve bu tepelerin anıt mezarlardan başka bir şey olmadıklarını ortaya koymuştur. Memleketimizde “höyük” adlandırılan bu tepeler sadece Trakya’da bulunmamaktadır. Mezarların üzerine bir yığma tepe oluşturma geleneği bu geniş sahada preistorik devirlerden Milattan sonra 3. , 4. Yüzyıllara kadar kalıcı olmuş, ancak Hıristiyanlığın yayılması üzerine ortadan kalkmıştır. (Mansel, 1938, s. 16) Türkiye’de Trakya’sında höyükler üç önemli grupta toplanabilir. Birinci grup Edirne, Kırklareli, Pınarhisar, Vize, saray yolu üzerinde ve civarında bulunan, yani dağlık arazinin step alanları ile birleştiği yerdeki yığma tepeler yahut Tümülüslerdir. Bunların bazıları Istranca’dan diğerlerine paralel olarak Ergeneye inen derelerin vadileri de veya bu vadilerin kenarındaki tepelerin üzerinde bulunduğu görülmektedir. En önemli merkezler Süloğlu civarında Küküler köy ve Vize şehir etrafında oluşturmuşlardır. İkinci grup Ergene vadisinde bulunan höyükler tarafından oluşturulan alandakilerdir. Üçüncü grup ise Ergenenin güneyinde, kabahöyük ve civarındaki höyükleri ve Edirne, Uzunköprü, Keşan, Malkara, Tekirdağ doğrultusunda uzanan höyükleri kapsar. (Mansel, 1938, s. 16) Trakya’daki yığma tepelerin nitelikleri şu şekilde sıralayabiliriz: 1-Bu tepeler, tabanları oldukça düzgün daireler oluşturan konik şekillerdir. Tabanlarının çapı 30-70, yükseklikleri 5-15 metre kadardır. 2-Bulagaristanda Meriç kıyısında bol miktarda bulunmaktadır. Özellikle Filibe civarında yoğun olarak bulunmaktadır. Bulgaristan’dakine tepelerin adedi on bini aşmaktadır. Tümülüsler kuzeye doğru azalmaktadır. Türkiye Trakya’sında yaklaşık 700-800 adet vardır. Eski çağlarda bunların adedi hiç şüphesiz daha fazlaydı. Bazıları defineciler tarafından yıkılmış, bazıları da köylüler tarafından tarla edinmek amacı ile düzleştirilmiştir. Bazıları yola, Demiryoluna veya İstikam334 inşaatı sırasında yok edilmiştir. 3-Anıt mezar olan böyle yığma tepelere yerleşim yeri yakınında olması olağandır. Bu tepeler nadiren tek sıklıkla gruplar halinde olurlar. Trakya’da köy ve şehir yanlarında genellikle bu tepelerden birkaç tane bulunmaktadır. Hatta bunların bazıları mezarlıklar ortasında bulunmaları bir gerçektir. Bugünkü iskân edilen

334

Savaşan birliklerin saldırısını kolaylaştıran, savunma gücünü artıran, yapı işleriyle uğraşan

101


mahallerin ve mezarlıkların eski Trakya köy ve şehirleri ve mezarlıklarının üzerinde bina edilmiş, özellikle bu sahaların binlerce sene hiç değişmediğini göstermektedir. 4-Bu tepeler genellikle civara akim tepeler ve sırtlar üzerinde bulunmakta ve bu suretle sahiplerinin zenginlik ve nüfuzunu ilan etmektedir. Yüksek ve görünür yere mezar yapmak âdeti eski devirlerden beri vardır. Örneğin Homer’in destanlarında mezar manasına gelen “sema” kelimesi esasında “her yerden görünebilen bir abide” yi ifade etmektedir. … Bugün Trakya’da Bir birini gören tepelerin “işaret tepesi” olduğuna dair geçerli inanış vardır. Bu tepeler bazı dönem ve savaşlarda askeri bir rol onamış ve hakikaten “işaret” yahut “kumanda mahalli” olarak kullanılmış olmalıdır. Fakat bunların gerçekte mezar abidesi olduğu şüphesizdir. 5-Orta Asya’dan Trakya ve Anadolu’ya kadar uzanan sahada yapılmış olan kazılarda bu tepelerin merkezinde ve dış zemin seviyesinde, uzayan bir çukur, taş bir lahit yahut çeşitli şekil ve büyüklükte mezar odasının var olduğunu ve bunların içine ölülerin yakılmış olarak veya yakılmadan naaşın yerleşildiği ve suretle Herodot’un vermiş olduğu bilginin doğruluğu onaylandı. Bazen ise bu tepelerin içerlerinde, dıştan ince uzun bir koridorlar (dromos) ile girilen yuvarlak ve kubbeli bir odadan meydana gelmiştir. Akarlar medeniyetindeki “kubbeli mezarlar” geleneğini devam ettiren bu çeşit mezarlara Svilengrad etrafında Mezekte ve Kırklarelinin cenubunda bulunan bazı höyüklerde bunlara rastlamıştım. (Mansel, 1938, s. 17) 1936 senesinde Alpullu Şeker Fabrikasının civarında bulan bir höyüğün altında preistorik bir kültür tabakasına rastladık. (Aşağıda 22-23 ? )

1937 senesinde ise Lüleburgaz’ın kuzeyinde bulunan Umurca höyüklerinde çalıştık ve (B) harfi ile gösterilmiş olduğumuz 65 m çapında ve 11 m yüksekliğinde bir tepede (res 12) iki yüzden fazla önemli eserler içeren ii mezar bulduk. (Mansel, 1938, s. 18)

102


Birinci mezar tepenin merkezinin 6 m güneyinde 11m derinlikte özellikle dış zemin seviyesinde bulunuyor ve 2.77 x 2.06 boyutunda tek bir büyük çukur ve bu çukurun ortasına ortasında 11.37 x 0.66 boyutlarında ikinci daha küçük bir çukur kapsıyordu. (res 13 )

Doğrultusu doğu batı idi Kenarları kerpiçle sıvanmış olan bu çukurların üzeri tahta ile örtülmüştü. Küçük çukurun içinde genç bir kız olduğu anlaşılan mezar ve dolayısı ile yığma tepenin sahibinin külü, altın küpeler, bir gümüş yüzük, Tunç bilezikler, camdan yapılma çeşitli şekil ve büyüklükte tuvalet şişeleri, sarı camdan yapılmış ve çok güzel bir halde korunmuş ve gizlenmiş bir kavanoz, tava şeklinde uzun kulplu bir kap, kumaş ve deri parçaları ve toprak bir takım vazolar bulunmuştur. Küçük çukurun etrafında (yani büyük

103


çukurun içinde) tunç bir lenger,335cam kâseler, Tahta bir süslü bezeme çekmeceyi ve “satır” ve “medüz” başlarını tasarlandığı tunç aplikler, anahtarlık, anahtar Tunç zincirler ve tahtası dahi kısman korunmuş olan çekmecenin içinde, alt tarafı “neo-attik” üslubunda bir kabartma ile bezenmiş madeni bir ayna ve bundan başka çeşitli şekil ve boyutta toprak vazolar bulunmuştur. (resim 14-19)

335

Yayvan ve derinliği az, geniş, büyük bakır kap.

104


İkici mezar ise tepenin batı yamacıda, merkezden 17 m mesafede ve zeminden 2 m yükseklikte bulunuyordu. Bu mezar kuzey-Güney doğrultusunda 2.53 x 1.25 boyutlarında ve üzeri eğri kavisli içbükey tuğlalarla örülmüş bağımsız şekilde bir çukurdan ibaretti. (Resim 20-21) Mezarın içinde yine bir kadın olduğu anlaşılan ölünün külü, bir altın küpe, bir gümüş kaşık, kırılmış bir cam kavanoz ve arkası kabartma, bezemeli bir ayna bulunmuştur. Asıl önemli eşya ise mezar etrafında ve özellikle doğu ve kuzey taraflarında bulunuyordu. Tunç eserler arasında çeşitli şekilde vazo ve lengerler2 uzun kulplu ava şeklinde bir kap, bir kandil, bir şamdan ve büyük bir çekmeceye aid oldukları anlaşılan kilit koruması, kilit kolları, anahtar, diyonizyak336 büst’er ve tasarım maske aplikler ve zincirler özellikle anılması gerekenlerdir. (res: 22-25) Tahta bir çekmecenin içinde ise altı adet tuvalet şişesi ve bunların yanında taş allık paleti, allık ezmek için küçük bir kaşık, bir hilal, bir törpü ve iki dikiş iğnesi ulunmuştur. (res: 26-27) Çeşitli şekil ve teknikte olan toprak vazolar, tabak ve kâseler de büyük bir önem arz etmektedir. Mezarın kuzeyinde bulunmuş olan ve İmparator Vespasiandan Hadriana kadar gelen altı adet gümüş Romen sikke, bu mezarın miladdan sonra ikinci yüzyılın birinci yarısına ait olduğuna şüphe bırakmamaktadır. Bu dış mezar ile iç mezar eserleri arasındaki benzerlik o kadar büyüktür ki bunların önemli bir kısmının aynı atölyeden çıkmış ve anı ailede kullanılmış olduğunu kabul etmek zorunluluğu vardır. Yalnız dış mezardaki eserlerin daha büyük ve daha faza bir çeşitliliğe sahip olduğu görülmektedir. Öncelikle bu tepenin tarihi şöyle tesbit edebiliriz. Bergule (sonraları Arkadiupolis) ismini alan Lüleburgaz’da oturan zengin bir Trak ailesine mensup genç bir kız ölüyor ve bu kızın mezarı üzerinde büyük bir tümülüs meydana getiriyorlar. Daha sonra bu kızın annesi (yahut yakın akrabasından bir kadın) öldüğünde aynı tepenin yanına gömülüyor. (Mansel, 1938, s. 19) Bu keşifte, Romalılar devrinde de Traklar’da, ölünün diğer bir dünyada yaşamağa devam ettiği, daha sonra hayatta sevdiği ve kullandığı eserlerin mezarın içine konulması, gerektiği fikrinin geçerli olduğu açıkça göstermektedir. Aynı zamanda Trakya höyüklerinin yalnız arkeoloji bakımından değil; tarih, kültür ve dinler tarihi bakımından da pek önemli hazinelerden oluşmaktadır. (Mansel, 1938, s. 19)

336

Şarap ve bereket tanrısı

105


106


107


B TÜMÜLÜSÜ 1938 yılında A.M. Mansel tarafından açılmış ve envanteri tam olarak saptanmıştır. Tümülüs 30 metre çapında ve 4 metre yüksekliğinde yayvan bir tepedir. Tümülüste iki mezar vardır. Doğu-batı yöneltisinde basit birer çukur olan mezarların üzeri balıksırtı şeklinde kalın ve kenarlı tuğlalarla örülmüştür. Ölüler yakılmış, küller ve mezar hediyeleri çukurun içine konmuştur. Kadın ve çocuğa ait olduğu anlaşılan bu tümülüsten çıkan bronz eserler M.S. 1. yüzyıldan sonraya tarihlenir.

Tümülüste bulunan eserler: Altın :1 Çelenk, 1 küpe, 2 yüzük, 2 bilezik, 1 kolye Bronz : 1 Lenger'in kulpları, 1 patera, 1 oinokhoe, 1 kandil, 1 kandelabrum. Cam : Uzun boyunlu silindir gövdeli bir şişe ve kırık cam parçaları Keramik : 1 Balsamaria ve kırıkları, toprak heykelcik parçacıkları, iki çocuk heykelciği (belki çocuğun oyuncakları) Çelengin yaprakları meşe yaprağı şeklindedir. Yüzüklerden biri beyaz bir cam taşa sahiptir ve üzerine Artemis resmedilmiştir. Diğer yüzüğün taşı bugün yoktur. küpenin üzerinde olması gereken taş ve boncuklar da kaybolmuştur. Bilezikler birbirinin aynıdır. bileği kavrayan 2 cm. genişliğinde bir band ve bunun iki ucu arasına yerleştirilmiş oval bir taş yuvası vardır. İkisinin de taşları kayıptır. Çok yönlü bir zincir ile ucunda ortasında rozet olan bir kolye vardır.

108


BABAESKİ’DE ROMA EGEMENLİĞİ

2 BÖLÜM

Mimar Mucit ÖZTABAK

Bu kitap Mucit Öztabak hesabından bu sitesitin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir. Babaeski 27-07-2020

1


Bu çalışmada yine çevresi İmar planı sınırlarını temel alarak sırasıyla Babaeski sınırları, köyler ile birlikte ilçe sınırları, ilk komşu kasabalar; Pınarhhisar, Vize, Hayrabolu, Edirne ve il sınırları, sonraki büyüklükte kadim Trakya bölgesini alarak çalışma alanımı genişlettim. Bu dönem Bizans Konstantinopolis (İstanbul) başkente, Babaeski’nin çok yakın olmasından dolayı etkisi altında kalmıştır. Aynı dönem içinde eski adı Odris devleti keti olan Hadrianopolis (Edirne)’ninde etkisi altında kalmıştır. Geçmişte Burgarofle [Bulgarophygon; Babaeski] adıyla bilinen kasabamızın gelişmesi için gereken Çalışma sınırlarını belirlenebilmek için, Trakya ve Balkanlar en toparlayıcı sınır oldu. Oluşan bu sınır içindede roma dönemine geliceye kadar geçmişimiz şöyle oldu. Trakya’daki kent devletleri MÖ 6. yüzyılda Pers tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Pers Krallığı Lydia Krallığı’nı yıktıktan sonra Anadolu’dan Ege ve Marmara’ya geçmiş, daha sonra ise Trakya’ya geçerek, Trakya ve Karadeniz’in batı kıyılarını ele geçirmişlerdir. Persler Trakya’da, Karadeniz kıyılarından Makedonya sınırlarına kadar uzanan yeni bir satraplık oluşturmuşlardır. Pers Kralı Dareios, bu yeni satraplığın başına Daskyleion (Ergili) satrabı Megabazos’u getirmiştir. Dareios MÖ 513 yıllarında Trakya üzerinden Tuna ırmağının ötesinde oturan İskitler’e karşı harekete geçerek Khalkhedon’a (Kadıköy) gelir. Komutan Megabazos’un emrindeki birlikler, bu seferin sonunda Trakya’yı ve Makedonya’nın bir bölümünü ele geçirirler. Ana bölgelerini Tunca, Arda ve Meriç nehirlerinin oluşturduğu bölgede oturan Odrysler önceleri kabile halinde yaşamaktaydılar. MÖ 5. yüzyılın ortalarında Teres isminde bir lider, Yunanlıların baskısıyla Perslerin bölgeden çekilmesini fırsat bilerek, Odrysler ile çevredeki diğer Trak kabilelerini örgütleyerek burada bir krallık kurmuştur. Teres’ten itibaren Odrys Krallığı’nın başkenti Uskudama (Edirne) olarak bilinmektedir. Böylece Odrysler, Hebros (Meriç) ve Kypsela’dan (İpsala) Varna’ya kadar olan toprakların sahibi olmuşlardır. Odrysler aristokratik, feodal bir devlet kurarak örgütlenmişlerdir. Odrys Krallığı MÖ 3. yüzyıl başlarındaki Goth (Kelt) akınlarıyla son bulmaktadır. Ancak varlıkları uzun süre Trakya’da devam etmiştir. Bu arada kuzeyden başlayan Kelt akınlarının sonucu onlara karşı koyan Ptolemaios Keraunos ölmüş, Antigonoslar’ın yöneticisi Gonatas ise Lysimakheia’da Keltler’i bozguna uğratarak yenmiştir. Keltler bundan sonra Orta Anadolu’ya (Galatia) yerleşmişlerdir. Keltler 50 yılı aşkın süre Trakya’da kalmışlardır. II. Philippos (MÖ 359-336) Trakya’daki Odrys Krallığı’na karşı başarılı seferler yapmış ve Trakya’da geniş topraklar ele geçirmiştir. MÖ 336’da Philippos’un öldürülmesinden sonra yerine oğlu III. Aleksandros Makedonya tahtına geçmiştir. Roma döneminde çiftçiler Korinthos birliği tarafından birliğin lideri olmuş ve Pers seferinin de komutanı seçilmiştir MÖ 323 yılında, İskender’in ölümünden sonra Trakya başlıbaşına satraplık olmuştur. Kurduğu imparatorluk onun en yakın komutanları arasında paylaşılmıştır. Trakya’nın idaresi, Büyük İskender’in generallerinden Lysimakhos’a verilmiştir. Lysimakhos MÖ 309’da tüm Trakya’yı egemenliği altına almıştır. Lysimakhos kendi adını taşıyan bir şehir de kurmuştur. Gelibolu Yarımadası’ndaki bu şehir Lysimakheia (Bolayır) olarak anılmıştır. MÖ 280-279’da Trakya, Galatlar’ın istilasına uğradıysa da tekrar güçlenen Odrysler, kralları Kotys sayesinde Makedonya ile dostluklarını sağlamlaştırmışlardır. Lysimakhos’un MÖ 281’de Lydia’da ki Kurupedion Savaşı’nda ölmesiyle birlikte tüm Trakya Seleukoslar’ın hâkimiyetine girmiştir. I. Seleukos ertesi yıl, (MÖ 280) Ptolemaios Keraunos tarafından öldürülmüştür. Bundan sonra ise, Mısır’da Ptolemaios’lar, Ön Asya’da Seleukos’lar, Makedonya’da Antigonos’lar egemenlik sağlamışlardır. Trakya çoğrafyası Roma egemenliğine girdiğinde Hıristiyanlığın devlet dini olması bu dönemde oldu. Babaeski 1360-1361 yıllarında Osmanlı egemenliğine girdi.

2


İÇİNDEKİLER Trakya’da Roma İdari Yönetim Düzeninin Olgunlaşması Roma ve Bizans Sosyal Yaşantısı Roma’nın Kız Çocuklarına Bakışı: Ayakkabı: Saç Gelenek-şenlik festival Kadın Köle ve Emeği Trakyada Halk Ayaklanmalar Nika Devriminin Tarım, Köylülük Ticaret-Esnaflar: Dokumacılık: Seyyar Satıcılar: Kuyumculuk: Çömlekçilik Boya: Madenler: İpekciler: Şarap ve … Üretim İtalat İhracat Maliye- Ekonomi Ekonomi Yemek-Mutfak Antik Dönemde, Türk Roma ve Bizans Dönemleri Mutfak: Orta Asya Mirası ve Türk Mutafağı ve Zenginleşmesi: Cenazeler ve Mezarlar Ölünün Gömülmesine Kadar Olan Törenler Ölü Kültleri Trakya Lahitleri Hıristiyanlığın doğuşu: Gelenek-şenlik festival Brumalia Festivali: (Köle bayramı) Batıl İnançlar Dini Kurumlar Pavlusculuk Bogomilizm Trakya’ya ve Sürgünleri Bogomiller-anlayışları Bulgar bogomilleri Sarı Saltuk Bedrettiniler Etkileri ve Devamı Babai ve Şeyh Bedreddin ayaklanmalarında, Pavlosçuluk ve Bogomillik ekileri

3


İkon Tasvir Kırıcı Özel günler-dini bayramlar Vaftiz Töreni: Noel gününün Ökaristi Ayini Satranç Müzik Kent, Şehircilik, Mimari, İskân Şehircilik Mimari Evler İskân Toplum Düzeni Yönetim ve Görevliler Dil Ordu Geçmişte Babaeski ve Civarında–Roma Hâkimiyeti Trakya’da Roma Hâkimiyeti: 325-30 İstanbul’lun Kurulması 476 Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılması 896 Bulgarophygon Savaşı 1192’de Lüleburgaz savaşı Haçlı Seferi IV. Haçlı Seferi 1204 Latinlerin İstanbul’un İşkali KAYNAKCA

4


5


TRAKYADA ROMA İDARİ YÖNETİM DÜZENİNİN OLGUNLAŞMASI Bölgenin kuzey sınırının Haimos(=Balkan) Dağları, batı sınırının da Strymon (=Struma = bugün Bulgaristan’daki Karasu) Irmağı tarafından çizildiği kabul edilmektedir. Strabon’a göre Strymon Irmağı’na değin Makedonlar, Paionlar ve Trakların bazı boyları, bu ırmağın ötesinde kıyı hariç Haimos’a (=Balkan) dek Traklar oturmuşlardır. Başka bir deyişle Balkanların doğu yarısı Traklarca iskân edilmiştir. Thukydides eserinde, Avrupa-İon Körfezi ve Pontus Euxinus arasında yaşayan halklar arasında gelir bakımından en zenginlerinin Traklar olduğunu söylemiştir. Eserindeki bu sınır, Thukydides’in gözlemlerine göre Trakların yaşam sınırlarını da yansıtmaktadır. Herodotos’a göre Traklar Tuna Nehri’nin her iki yanında yayılmış ve Strymon Vadisine kadar uzanmış olan bölümde yaşamışlardır. Bu değişimin temel nedenlerinden bir tanesinin Trakya halklarının zaman zaman büyük hareketler halinde topraklarını terk etmeleri sonucunda boşalan yerler ile bazı durumlarda sınırdaki toplulukların kalabalık Traklarca asimle edilerek bunların yaşadıkları yerlerin de Trak topraklarından sayılıyor olması kabul edilmektedir. Bölgesi coğrafi şekiller bakımından kuzeyde ve güneyde dağlık alanlar ile orta1 kesimde geniş ovalardan meydana gelmiştir. Bölgenin en önemli iki yükseltisi kuzeydeki Balkanlar ile güneydeki Rhodope (=Rodop) Dağlarından meydana gelirken bu dağ topluluklarının arasında geniş Ergene Ovası yer almıştır. Bölgenin güneydoğusunda ise Karadeniz kıyısı boyunca Istranca Dağları (=Mons Asticus) uzanmıştır. Trakya bölgesinin güneyinde Ege denizine kıyısı olması nedeniyle ılıman Akdeniz iklimi görülürken, kuzeyinde ve batısında coğrafi konumunun denize kapalılığı nedeni ile sert karasal iklim hüküm sürmüştür. İklimin iç bölgelerdeki sertliği antik çağ yazarlarının eserlerinde de dile getirilmiştir. Tarihçi Ksenephon Anabasis adlı eserinde Marmara Ereğlisi bölgesindeki ‘Thyn’ Ovası’nı kalın bir kar örtüsü ile kaplıyken geçtiklerinden söz etmekte ve yaşanması zor kış şartlarını anlatmaktadır.2

Harita 1-Roma imparaorluğu trakya idari düzenlemesi

1

2

Güveloğlu, A. (2009). M.S. I.-III. Yüzyıllarda Tuna Ve Trakya Eyaletlerinde Roma Kentleşme Süreci. Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü. s. 62 Güveloğlu, A. (2009). M.S. I.-III. Yüzyıllarda Tuna Ve Trakya Eyaletlerinde Roma Kentleşme Süreci. Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü. s. 63

6


M.S. I. yüzyılın başlarında Trakya’nın başında bulunan krallara bakacak olursak; Trakya’nın son büyük kralı III. Kotys’in (M.Ö. 57-48) oğulları Rhoemetalkes ile Rhaskuporis’in birlikte krallığı idare ettikleri görülür. Her iki kral Roma’nın bölgedeki otoritesini kabul etmiş gibi görünmektedir. Bunlardan Augustus zamanında M.S. 13’te yaşamını kaybederken ardında Kotys IV. Kotys (M.S. 13-19) adlı bir oğul bırakmıştır. Kral Rhoemetalkes’in ölümünün ve oğlunun ardılı olarak krallığın başına geçmesinin ardından Roma İmparatoru Augustus Trakya’nın sahil kesiminde kalan zengin ve kentleşmiş bölümünü IV. Kotys’in, sahilden uzakta kalan dağlık ve fakir bölümünü de amcası Rhaskuporis’in yönetimine vererek Trakya’yı yeniden yapılandırmıştır. Augustus kaldığı sürece (bir yıl) her iki kral da Roma’ya bağlı kalmıştır. Kurmuş olduğu yapılandırmanın düzgün çalıştığını düşünen Augustus’un Trakya’da yaptığı son düzenleme bu olmuştur. Trakya’daki iki kral arasında anlaşmazlığa konu olan sahil kesimindeki kentleşmiş zengin bölgenin Romalılar tarafından IV. Kotys’e verilmesinin nedeni bu toprakların ve Trakya’nın büyük çoğunluğunun IV. Kotys’in babası Rhoemetalkes tarafından denetime alınmış olması olmalıdır. Bu görüşe tarihçi Tacitus da destek vermektedir3

Harita 2- Illyricum’un, Pannonia ve Dalmatia adlarında iki ayrı eyalet olarak ortaya….

Bölgenin Roma’ya eklenmesi Tiberius tarafından gerçekleştirilmiş ve Tiberius buraların yönetim ve güvenliğinden sorumlu olmuştur. Tiberius’un bölgeden uzak bulunduğu bir dönemde MS. 6’da Illyricum Eyaletinde bir isyan patlak verdi. Illyricum’un, Pannonia ve Dalmatia adlarında iki ayrı eyalet olarak ortaya çıkması ile sonuçlanan ve Pannonian Rebellion olarak adlandırılan bu savaş, Suetonius’un eserinde, dışarıda yapılan savaşlar arasında, Hannibal savaşlarından sonra en çok ölüm getiren savaş olarak kaydedilmiştir.6 Bu savaşlar Roma’nın gücünün büyük bir kısmını Tuna Bölgesine sevk etmesine sebep olmuş ve Roma diğer cephelerde güç kaybetmiştir. MS. 6’da Tiberius kuzeyden Tuna’ya doğru inmiş, üç yıl süren savaşlarda Illyricum Eyaleti, Pannonia ve Dalmatia olarak iki ayrı eyalet şeklinde yapılandırılmıştır. MS. 103-106 yılları arasında, Traianus döneminde Pannonia, Aşağı Pannonia ve Yukarı Pannonia olarak ikiye ayrılmıştır.4 Yukarı Pannonia, Pannonia Eyaletinin batıda kalan topraklarından, yani 2/3’sinden oluşmakta idi, bu topraklar Carnutum’da bulunan üç Roma lejyonu vasıtasıyla bölgede Romalılığın en etkili olduğu bölge idi. Bu eyalet consul yetkisine haiz bir legatus tarafından yönetildi. Aşağı Pannonia, Tuna Nehrinin batısından başlayıp güneye, bugünkü Macaristan topraklarına doğru uzanan topraklardan oluşmakta idi, içinde bir lejyon bulunan bu eyaletin yönetimi praetor yetkilerine haiz bir legatus’a bırakılmıştır. 8 (Bkz: Harita-2) Aynı dönemde Trakya’nın iç bölgelerinde hüküm sürmekte olan Rhaskuporis, kuvvetleri ile birlikte birçok kez yeğeni IV. Kotys’in topraklarına girmiş ve kendisine verilen toprakların fakir ve dağlık olduğunu, 3 Güveloğlu,

2009,Age., s. s. 92

7


buna karşılık IV. Kotys’e verilen toprakların denize açık ve kentleşmiş olduğunu söyleyerek huzursuzluk çıkarmaya başlamıştır. Buna karşılık Tiberius Rhaskuporis’i yaptığı saldırılar konusunda uyarmakla yetinmiştir. Aç gözlülüğe kapılmış olan Rhaskuporis yeğenini yakalatarak önce hapsetmiş, ardından da (M.S. 19’da) öldürtmüştür. Fakat Roma’nın yeni imparatoru Tiberius bu hareketi hoş karşılamamış, aynı zamanda Trakya’nın Roma dışında bir güç tarafından tek yönetim altında birleşmesini istememiştir. Bu nedenle Rhaskuporis’i yakalatarak yargılamak amacıyla Roma’ya getirtmiştir. Roma’da yargılanan Rhaskuporis işlediği bu suçtan dolayı Alexandria’ya sürgüne gönderilmiş ve orada öldürülmüştür. Roma sürgüne göndererek öldürtmüş olduğu eski kral Rhaskuporis’in oğlu II. Rhometalkes’e Tuna Nehri ile Balkanlar arasında kalan toprakları idare etmesi için izin vermiştir. Bunun üzerine II. Rhoemetalkes babasının karşı koymacı tutumundan uzaklaşarak Romaya bağlı olma yolunu seçmiş ve Roma’ya bağlı kalmıştır. Kocası öldürülen Antonia’nın çocukları henüz küçük olduklarından bunların hisselerinin idaresi vekâleten Romalı kumandan Trebellienus Rufus’a verilmiş, çocukları Roma’ya götürülürken Antonia Tryphania da Trakya’dan ve yönetiminden uzaklaşarak Kyzikos5’a yerleşmiştir.6 Böylece Roma Trakya bölgesinin iç işlerine karışmaya hatta yönetimin bölüşülmesine karar vermeye devam etmiştir. IV. Kotys’in çocuklarının koruyucusu durumunda bulunan kumandan Rufus Trakya’da idari işlerle ilgilenmiş Krallığın iç işlerine müdahale etmemiştir. Yine de özgürlüklerine düşkün Traklar M.S. 21’de ve M.S. 26’da Moesia legatus’u Poppeius Sabinus tarafından bastırılan iki ayaklanma çıkarmışlardır. Bu ayaklanmaların bastırılmasında Rhaskuporis’in oğlu II. Rhoemetalkes Roma kuvvetlerine yardımda bulunmuş bu nedenle Tiberius onu kendisine dost ilan etmiştir. Ardından Roma senatus’u bu davranışından dolayı ona Basileos (Kral) unvanını kullanma izni vermiştir. Bu arada Tiberius da Trakya’da kendi adına 4 kez sikke bastırmıştır. Bugünkü Vize (=Bizye)’de bulunan ve Vize A Tümülüsü olarak adlandırılan bir mezar yapıtında Roma üslubunda birçok objeye rastlanmıştır. Bunlar arasından 4 adet gümüş kadeh Caligula tarafından görülmüş olması ihtimali göz önünde tutulduğunda dikkat çekicidir. Bu kadehlerin Roma’da eğitim görürken Caligula ile arkadaşlık yapan III. Rhoemetalkes’e Caligula tarafından hediye olarak verilmiş olduğu öne sürülmekle birlikte kesin yargıya varabileceğimiz yazılı malzemeler yoktur. İmparator Trakya prensi olan üç kardeşle muhtemelen M.S. 29’da büyük annesinin evine taşındığı zaman tanışmış olmalıdır. Bu nedenle olsa gerektir ki güney Trakya’nın yerli kralı III. Rhoemetalkes imparator Caligula’nın portresinin resmedildiği bir sikke bastırmış ve krallığında kullandırmıştır. Bu veriye dayanarak Caligula döneminde Trakya krallıkları ile Roma İmparatorluğu arasında iyi ilişkiler kurulmuş olabileceği düşünülebilir. İmparator Claudius döneminde yapılan önemli işlerden bir tanesi de Trakya’nın eyalet ilan edilmiş olması olmalıdır. Çünkü bu bölge Claudius dönemine kadar sürekli sorun çıkaran ve karmaşık bir bölge olmuştur. M.S. 46 yılında IV. Kotys’in oğlu II. Rhoemetalkes kendi karısı tarafından öldürülünce, İmparator Claudius bölgede daha fazla sorun çıkmaması ve Balkanların artık Roma denetimi altında tutulması amacıyla Trakya’yı Roma eyaleti haline getirmiş ve bölgenin idaresini atlı sınıfından bir ‘procuratora’ vermiştir. İmparator Trakya’yı eyalet yapmakla kalmamış burada idari yapılanmanın şekillenmesinde de rol oynamıştır. Bunun ilk adımı olarak işe ‘Apri’ adlı bir koloni kurarak başlamıştır. İmparator yeni kurulan eyalet kendi adına 2 kere de sikke bastırmıştır. Romalılar Trakya’nın kalabalık ve savaşçı halklardan oluştuğunu bildiklerinden yalnızca eyalet kurarak ve yönetici atayarak bölgeyi yatıştıramayacaklarını ve hâkimiyetlerini iyiden iyiye hissettiremeyeceklerini bilmiş ve bölgeyi eski krallık sistemine dayanarak strategialara (eyaletten küçük birimler) göre yeniden ayırmışlardır. Çoğu eski güçlü Trak boylarının adlarını taşıyan bu birimlerin başlıcaları şunlardır; batı uçta Dentheletice, Serdice, Usdisecice, Selletice; güneyedoğru Makedonia ve Ege Denizi boyunca Maedice, Drosice, Coelaletice, Sapaice, Corpulice, Caenice; doğuya doğru Besice, Bennce, Samaice ve Astice. Abdera, Ainos ve Byzantium gibi bölgeler strategia sisteminin dışında bırakılmış özgür bölgelerdir ve Trakya bölgesinin bu idari yapılanma sistemi imparator Traianus dönemine kadar devam etmiştir. Yukarıda adı geçen strategialar dışında Roma dönemi öncesi Trakya’sında en küçük idari bölünmeler kome veya vicus olarak adlandırılan köylerden oluşmuştur. Ne var ki, Trakya’da Romalılar tarafından idari düzenlemeler yapılmasına karşılık yerli halkın yaşam şekillerinde ilk başlarda büyük değişiklikler olmamıştır. Ancak Trakya bölgesinin ölü gömme geleneği olan tümülüslere bu tarihten sonra eskisi kadar sık rastlanmayacaktır. Bunun yanında zengin aileler bu geleneği M.S. II. yüzyıla kadar devam ettirdilerse de mezarlarda rastlanan ölü hediyelerinin azaldığı görülmektedir. Neokaisareia'lı Gregorios (Gregorios Thaumatourgos)'un 255 civarında yazdığı mektuplarda, cemaatini Gotların vatandaşları öldürmelerine yardım ettikleri ve yağmaya en elverişli evleri 5 6

Kyzikos: Kapıdağ eteklerinde Bandırma- Erdek karayolunun geçtiği yerde kurulmuştu Güveloğlu, 2009, A.g.e.,s. 94

8


onlara gösterdikleri için azarlar. 323'te Constantinus bir kanun çıkararak barbarların yağmalarına yardım eden veya ganimetlerden pay alanların diri diri yakılmasını emretmiştir. Ancak sorunun devam ettiği anlaşılıyor: Valens 376/ 377'de, o sırada Hadrianopolis'teki ordu kışlalarını korumakla görevli Gotların Hellespontos'u geçmeleri emretti ve şehirdekiler de onları göndermek için şiddete başvurdu. Bunun üzerine Gotlar ayaklandı ve Trakya kırsalında yağmaya giriştiler. Yağma sırasında Gotlara teslim olanlar ya da yakalananlar yiyecek ve erzakla dolu zengin villalarının yerlerini,"ağır vergilerden bunalmış" bazı altın madencileri ise vatandaşlara ait gizli yiyecek stoklarını ve ambarlarını barbarlara gösterdi; bazıları Gotlara istihbarat sağladı.7 Tiberius'un saltanatına kadar kendi subaylarının emir altında Roma'ya hizmet eden ve sadece komşu bölgelere yapılan seferlerde hazır bulunan Trakyalılar, 26'da Romalı komutanların altında imparatorluğun diğer bölgelerinde görevlendirilmek üzere düzenli olarak orduya alınmaları karşısında isyan çıkardılar.8

ROMA VE BİZANS SOSYAL YAŞAMI İlk olarak M.Ö. 3. y.y.’ın sonlarında inşa edilen ‘insula’ların, nüfusun artması sonucunda ortaya çıktığı söylenebilir. Yoksul ailelerin yaşadığı insula’lar, çökme tehlikesi olan ve kötü inşa edilen yapılar olduğu için, insula’ların yüksekliği ile ilgili bazı kısıtlamalar getirilmişti. Buna göre bir insula’nın yüksekliğinin en fazla 20-25 metre olması gerekiyordu. İnsula’nın en alt katı genelde dükkânlar ve küçük işletmeler için kiraya verilirdi. Özel öğretmen olan paidogogus, güvenilir bir köle ya da azat edilmiş bir köle olabilirdi. Bu kişinin görevi, çocuğu okula götürmek, onunla okulda kalmak ve onu tekrar eve getirmekti. Roma’da kız çocukları da eğitilirdi. Ancak kız çocuklarının eğitimi, erkek çocuklarınınki kadar yaygın değildi. Özellikle yoksul ailelerin kız çocukları daha ziyade, ev işlerini öğrenmeleri için evde yetiştirilirlerdi ve erkek gibi çalışmak zorunda bırakılırlardı. Okula giden çocuk, yazı yazmak için, taşınabilir ve içi mumla kaplı ahşap bir tabla kullanırdı. Çocuğu disipline etmek için dayak atılması, sık rastlanan bir durumdu. Eğitimin önemli bir bölümünü ezber oluşturuyordu. Okuma yazmayı bile öğrenemeyen daha alt sınıftan olan pek çok Romalı çocuk için ise eğitim, ticaret, zanaat ya da ev işlerini öğrenmekten ibaretti. Bu çocuklar, sabah saatlerini çiftlikte, mutfakta ya da evcil hayvanların yanında geçiriyordu. Romalılar, zamanı güneş saatine göre belirliyorlardı. Bir dikilitaşın gölgesinden yararlanmak, bunun en belirgin örneğidir. Bunun yanında ölçekli bir kap içindeki su seviyeleri yardımıyla zamanı ölçen su saatleri de kullanılıyordu. Roma’da gündüz ve gece 12 saat olarak bölünmüştü ve gün ortası, altıncı saat olarak kabul ediliyordu. Çok sayıda gezgin müneccim, büyücü ve falcılarla sayıları daha da kabarıyordu. Arabayla yolculuk yapan ya da tahtırevanda taşınan hanımlara yanlında yürüyüp onlara yol açan hadımlar eşlik ederlerdi. Kent içinde onlara, yanlarında yürüyerek efendilerine yol açmada yardımcı olacak sopalar taşıyan hizmetkârlar eşlik ederlerdi.9 Roma’da genelevler ve fahişelik, oldukça yaygındı. Roma’da fahişelik, zinadan ayrı tutulan bir kavramdı. Zina, kadının sadece kendi zevki için yaptığı bir eylemdi ve hem kadını hem de kadının birlikte olduğu erkeği aşağılayan bir hareket olarak cezalandırılıyordu. Fahişelik ise para kazanmak için yapılan bir meslekti ve bu nedenle de kabul görüyordu. Fahişelik yapan kadınlar, genelde evlilik dışı doğan kız çocukları, kölelerin çocukları veya sokağa bırakılan çocuklar arasından seçiliyordu.10Erkekler arasındaki eşcinsellik de, Roma’da oldukça sık rastlanan bir durumdu. Öyle ki, bir kadın ve bir erkek arasında gerçekleşen yasal bir evlilik gibi olmasa da, beraber yaşamak suretiyle iki erkeğin evlenmesi ya da kadınlarla evli olan bazı erkeklerin, toplumsal baskı ya da eleştirilme korkusu olmadan erkek kölelerle cinsel ilişkiye girmesi, Roma’da yaygın olan örneklerdir. Bununla birlikte, Roma’da kadınlar arasında da eşcinsellik mevcuttu. Ancak kadınlar arasındaki eşcinsellik veya kadınların biseksüelliği, erkeklerinkine nazaran daha kabul edilebilir bir durumdu. Zamanla üretici güçlerin gelişmesi savaş ganimetlerinin birikimi özel mülkiyeti beraberinde getirmiştir. Gensler11 arasında farklılıklar oluşmaya başlamıştır. Genlerin bazıları güçlü konuma ulaşmışlardır. Genslerin liderleri, kardeşleri, oğulları ve onların çocukları artık doğuştan soyluları oluşturmaya başlamıştır. Particiler adını alarak toplumda önemli bir statüye sahip olurlar. Diğer üyeler de particilere tabi cliens, yanı yanaşma durumuna düşerler. Toplumsal yapıdaki bu fark cliens arasında bir sosyal Ergin, G. ( 2013). Anadolu'da Roma Hâkimiyeti Direniş Ve Düzen. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. s. 299 Ergin, 2013, A.g.e. s. 420 9 Rice, T. T. (1998). ‘Bizans'ta Günlük Yaşam. İstanbul’: Göçebe Yayınları. s. 185 10 Blanck, H. ( 1999). Eski Yunan Ve Roma'da Yaşam. İst: Ar/On Yayınevi. 11 Gens: sosyal yapılanma süreci içerisinde aynı soydan geldikleri inanan birlikleri 7 8

9


tabakayı oluşturan Plebler ortaya çıkar. Toplumun önde gelen üyelerini oluşturan particiler, pleplerden kendilerini tamamıyla ayırt etmekteydiler. Örneğin bu sosyal kesimlerin arasında evlilik yasaktı. Plebler kültürel yönden particilerden farklılıklar göstermekteydiler. Plebler ve patriciler ata kültü içerisinde yaşamıyorlardı. Farklı tanrılara tapıyorlardı. Baş tanrıçaları bereket Tanrısı Ceresdi.12 Düğün: Romalılarda düğün belli bazı dini ve ailevi seremonilerle belirlenmişti. Evlilik tarihinin ileri atılabileceği nişanlılıkta, delikanlı kıza bir yüzük hediye eder, kız bu yüzüğü sol elinin dördüncü parmağına takardı. İki elin birbirine sıktığı motifte bir yüzük, nişan yüzüğü olarak görülmekteydi. Düğün gününde bir gece önce gelin o zamana kadar kullandığı kızlık giysilerini bırakır erken dönemlerde kızlar da erkek çocukları gibi toga praetexta giyerlerdi ve oyuncakları ile birlikte bunları Iarenlere ve Vesta’ya adardı. Sonra geline Herakles düğümü ile pamuktan bir kemerle bağlanan uzun bir beyaz tunik (tunice recta) ve bunun üzerinde de sarı-kırmızı bir palla giydirilirdi. Gelinin saçları bir mızrak ucu (hasta coelibaris) altı uzun örgüye ayrılır, pamuk ipliği (vitta) ile sarılır ve tutuluş (tepesi sivri başlık) biçiminde tepede tutturulurdu. Gelin bunun üzerine de kırmızı bir duvak (flammeum) takardı. Tüm bunlar, aynı zamanda düğün günü giyimiydi. Düğün günü, sabahın erken saatlerinde gelin ailesinin evinde tanrıların bu konudaki görüşünün öğrenilmesi amacı ile bir kurban hayvanının iç organlarına bakılmasıyla (extispicium) başlardı. Bunu yazılı evlilik antlaşmasının düzenlenmesi izlerdi ve evlilik adayları, gelinin refakatçısı olan ve ilk evliliğinde bulunması gereken yaşlıca bir kadının (pronuba) huzurunda birbirlerine sağ ellerini (dextrarum iunctio) değdirirlerdi. Evli çiftin iyi geçinmesinin işareti olarak bu dextrarum iunctio görsel sanatlarda, özellikle lahitler üzerinde sık tasvir edilen bir konu olmuştur. Düğün yemeğinden sonra gelin, henüz anne ve babası yaşayan üç erkek çocuk tarafından meşaleler ışığında ve ‘thalassio’ bağrışları arasında şiirler okunarak damadın evine götürülürdü. Gelin kapının direklerine yağ sürer, yünden kalın örgülerle sarınırdı, daha sonra kapı eşiği üzerinde havaya kaldırılırdı. Atriumda koca sembolik olarak kadına su ve ateş vererek onu evin üyeliğine almış olurdu. Bunu başka bir tören izlerdi, kadın yanında getirdiği üç tane As sikkesinden elinde tuttuğunu eşine verir, ayağının altındaki ikinci sikkeyi lar familiaris için ocağa bırakırdı ve bir kesede taşıdığı üçüncüsünü ise eve en yakın ilk Dörtyol ağzında maden sesi duyulacak biçimde yere fırlatırdı. Evliliğin ilk gecesini izleyen günde kurban kesilirdi. Akraba ve tanıdıklar için bir yemek verilirdi. Evliliğin geçerli olması için bir anlam taşımayan bütün bu kapsamlı törenlerin her zaman her yerde yapıldığı pek kabul edilir bir şey değildir. Eğer gelin dul veya boşanmış bir kadınsa zaten bu sıralananlar yapılmazdı. Tolumda kadınların hukuki hakları kısıtlı olduğunu görüyoruz. Aile babası ya da eşinin koruması altında olmayanlara bir vasi tayin ediliyordu. Roma’da kadına kamu hukuki alanında bir hak tanımıyordu. Özel hukuk alanında hakları kısıtlıydı. Örneğin vasi olma hakkı yoktu. Miras hukuku alanında hakları sınırlıydı. Üçüncü kişiler lehine borç altına giremiyor ve daha açma ehliyeti yoktu. Augustus döneminde çıkarılan bazı yasalar ile kadınlara tanınan kısıtlı hükümler yumuşatıldı. İ.S. 50’de çıkarılan Lex Claudia adlı yasayla kadınların akraba hükmü altında bulunacakları hükmü kaldırıldı. 13 Roma toplumunda kadının hakları sınırlı olsa da haremlik selamlık yoktu. Kurumsal olarak kadın eşinin himayesinde bulunmakla beraberdi. Kadın yaşamı eşiyle paylaşıyordu. Romalı kadın eşiyle birlikte şölenlere katılıyordu, arena ve sirkteki oyunları izleyebiliyordu. Romalı kadınlar iyi derecede eğitim alıyorlardı. Kültür düzeyleri yüksekti. Erkek çocuğun örnek aldığı kişi babasıydı. Erkek çocuk, gelişimini tamamlayıp annenin bakımına gereksinim duymadığı andan itibaren, babanın gözetim ve denetimi altında yaşamaya başlıyordu. Gelecekte üstleneceği rolün gereklerini yerine getirmeye çalışıyordu. Öncelikle aile içerisinde bir erkek evlattan istenilen davranışları sergilemesi gerekiyordu. Kendisine özen göstermesi, iyi bir eğitim alması, birtakım sorunlarla baş edilebilecek güce ulaşması bunlardan bazılarıydı. Erkek çocuk yetişkin hale geldiğinde ailesinin toplumsal konumuna göre bazı görevler üstlenmeye başlıyordu. Babasından aldığı direktiflerle hareket ediyordu. Çünkü Roma yasalarına göre çocuk babanın vesayeti altındaydı. Yaptığı işlerden hukuken babası sorumluydu. Bu yüzden çocuk davranışlarına dikkat etmesi gerekiyordu. Erkek çocuk, babasının kendisine yüklediği görev ve sorumlulukları yerine getirirken gelenek ve göreneklere uygun davranmak durumundaydı. Erkek çocuktan itaatkâr olması bekleniyordu. Baba sahip olduğu olanaklar çerçevesinde oğlunu yetiştirmek iyi bir eğitim almasına özen göstermek zorundaydı. Erkek çocuk yaşam mücadelesinde babasıyla birlikte yol alıyordu. Erkek çocuk üstüne düşen görevleri yerine getirmekte babanın en önemli destekçisiydi. Erkek çocuk ekonomik işlerin yürütülmesinde babanın ortağı durumundaydı. Sosyal Söylemez, H. (2015). Antık Romada Yasam Ve Roma Aılesınınbir Günü. Antalya: Akdeniz Üniversitesi Eski Çağ Dilleri Ve Kültürleri Bölümü. 13 Blanck, H. ( 1999). Eski Yunan Ve Roma'da Yaşam. İst: Ar/On Yayınevi. S.197 12

10


yaşantıda erkek çocuk babayla temsil ediyordu. Birçok yeri babasıyla beraber ziyaret ediyordu. Resmi ya da diğer törenlere babasının refakati altında katılıyordu.14 İmparatorluğun son dönemlerinde sosyal yapıda, bu anlamda bir yozlaşma kendisini gösterse de toplumun orta ve alt kesimlerinde evlilikteki sadakati yücelten mezar taşları, yazıtları evliliğin kutsallığının devam ettiğini göstergesidir. Romalılarda düğün belli bazı dini ve ailevi seremonilerle belirlenmişti. Evlilik tarihinin ileri atılabileceği nişanlılıkta, delikanlı kıza bir yüzük hediye eder, kız bu yüzüğü sol elinin dördüncü parmağına takardı. İki elin birbirine sıktığı motifte bir yüzük, nişan yüzüğü olarak görülmekteydi. Düğün gününde bir gece önce gelin o zamana kadar kullandığı kızlık giysilerini bırakır erken dönemlerde kızlar da erkek çocukları gibi toga praetexta giyerlerdi ve oyuncakları ile birlikte bunları Iarenlere ve Vesta’ya adardı. Sonra geline Herakles düğümü ile pamuktan bir kemerle bağlanan uzun bir beyaz tunik (tunice recta) ve bunun üzerinde de sarı-kırmızı bir palla giydirilirdi. Gelinin saçları bir mızrak ucu (hasta coelibaris) altı uzun örgüye ayrılır, pamuk ipliği (vitta) ile sarılır ve tutuluş (tepesi sivri başlık) biçiminde tepede tutturulurdu. Gelin bunun üzerine de kırmızı bir duvak (flammeum) takardı. Tüm bunlar, aynı zamanda düğün günü giyimiydi. Düğün günü, sabahın erken saatlerinde gelin ailesinin evinde tanrıların bu konudaki görüşünün öğrenilmesi amacı ile bir kurban hayvanının iç organlarına bakılmasıyla (extispicium) başlardı. Bunu yazılı evlilik antlaşmasının düzenlenmesi izlerdi ve evlilik adayları, gelinin refakatçısı olan ve ilk evliliğinde bulunması gereken yaşlıca bir kadının (pronuba) huzurunda birbirlerine sağ ellerini (dextrarum iunctio) değdirirlerdi. Evli çiftin iyi geçinmesinin işareti olarak bu dextrarum iunctio görsel sanatlarda, özellikle lahitler üzerinde sık tasvir edilen bir konu olmuştur. İ.S. 50’de çıkarılan Lex Claudia adlı yasayla kadınların akraba hükmü altında bulunacakları hükmü kaldırıldı. Roma toplumunda kadının hakları sınırlı olsa da haremlik selamlık yoktu. Kurumsal olarak kadın eşinin himayesinde bulunmakla beraberdi. Kadın yaşamı eşiyle paylaşıyordu. Romalı kadın eşiyle birlikte şölenlere katılıyordu, arena ve sirkteki oyunları izleyebiliyordu. Romalı kadınlar iyi derecede eğitim alıyorlardı. Kültür düzeyleri yüksekti. 15 Roma’nın Kız Çocuklarına Bakışı: Roma kız çocuğa bakış, erkek çocuğa göre farklılıklar arz etmekteydi. Sosyal alanda çocuklar önemli görevlere hazırlanırken, kızlar toplumun anne için öngördüğü değerler çerçevesinde yetiştiriliyor; annelerinin gözetmiş ve denetimi altında yaşamlarını sürdürüyorlardı. Annelerden ev işlerini öğreniyor, ev yönetimi konusunda deneyim kazanıyorlardı. Böylece kızları yaşama hazırlayan anne, kız çocuk için örnek olmaktaydı. Kız çocukları da aile babasının yetkisi ve koruması altındaydı. Evlenmeleri halinde katıldıkları yeni aile reisinin otoritesi altına giriyorlardı. Kızların evlenmeleri halinde hukuken kendi aile fertleriyle olan akrabalığı sona eriyordu. Evlilikle birlikte kızların eski aileleriyle ilgili hukuki hiçbir hak ve yükümlülüklerinin kalmadığı dikkati çekmektedir. Evlenen kızla ilgili tüm hukuki ilişkiler, eşinin ailesine geçiyordu. Yeni doğan çocuğun aileye kabul edilip edilmemesinin, vatandaşlık ya da ceza hukuku Romalı aile reisine olağanüstü yetkiler tanımaktaydı. Bu tür kararların alınmasında akraba ve yakınlardan, komşulardan oluşan bir tür aile mahkemesi oluşturuluyor ve onların görüşleri alınıyordu. Çünkü Roma’da özürlü ve istenmeyen çocuklar kentin çöplüğüne bırakılarak ölüme terk edilebiliyordu. Romalı çocuğun yaşam hakkı ailenin idaresine bırakılmıştı. Her türlü yetkiyi elinde tutan babanın söz hakkı öne geçiyordu. Benimsenen çocuğun doğumu ise aile içerisinde sevinçle karşılanırdı. Pater familas tarafından tanınması; bu, çocuğun yere bırakılması, daha sonra pater familias tarafından yerden kaldırılması gibi simgesel bir sahneyle başlardı. Ailenin büyüdüğü, ev kapısının dışına gösterişli bir çelenk asarak duyurulurdu. Doğumu izleyen birkaç gün içerisinde çeşitli geleneksel uygulamalar gerçekleştirilirdi. Kız bebeklerin boynuna nazarlık’lardan oluşan bir zincir, erkeklere de genelde bir bulla takılmaktaydı. Bu uygulamalar o dönemde bebeklerin yüksek ölüm oranıyla açıklanır ve yaşamın ilk haftasında bebeğin ölmesi olasılığı en yüksek olduğundan, çocuğa ad verme günü için Temizleyici arındıcı gün beklenilirdi. Bu, erkek çocuklarda dokuzuncu, kızlarda sekizinci gündü. İsim konurken bir aile eğlencesi çerçevesinde çocuğun dinsel açıdan arındırılması işlemi yapılıyordu. Nomen Soyadı ve çoğu zaman cognomen49 zaten gensin ya da ailenin bir kalıtı olarak çocuğa geçtiğinden, isim verme yalnızca isim vermekle sınırlıydı. Kız çocuklar için bu İÖ. III- II yüzyıllarda bırakılmış, kız ismi lakap gibi soyadına nomen gentile eklenmeye başlamıştı. Evlilik içi bir çocuğun doğumunun Roma yurttaşlar yasası gereği başlayarak zorunlu kılınmıştır. Bu, Roma kentinde Praefectus Aerarii Saturni’nin makamına bildirerek yapılırdı. Marcus 14 15

(Blanck, 1999) A.g.e Söylemez, H. (2015). A.g.e

11


Aurelius’un hükümdarlığı döneminde bu kayıt işlemi meşru olmayan çocukları da içine alacak şekilde genişletilmiştir.16 Antik Roma’da özgür erkek çocukları, Etrüsklerden alınan toga adı verilen bir giysi giyiyordu. Çocuklar, on altı yaşını bitirdiklerinde üzeri işli togalarını çıkarıp beyaz renkli erkek togası giyiyorlardı. Erken çocuk ölümleri, aileyi derinden etkiliyordu. Onun anısını yaşatarak mezar buluntuları bu alanda önemli örnekleri sergilemektedir. Lahitler, üzerindeki kabartmalar yaşamdan alınan sahnelerle dikkatleri üzerine çekerler. Burada çocuğun dünyaya gelişinin ardından yıkanması, ağlayışı vb. yaşamıyla ilgili bazı kesitler, erken gelen ölümü tanımlayan betimlemeler bulunur. Ayrıca çocuk yaşasaydı ulaşacağı mevkii görüntüler yer alır.17

Figure 1- Fakir bir kız ve daha zengin bir adam arasındaki Roma düğünü (yukarıda)

Roma ailesi, sahip olduğu çocuklarla genişleyip güçlenmekteydi. Bazen annenin ölümünden sonra, erkek tekrar evlenince yeni çocuklar doğuyor ve aileye dâhil oluyordu. Bazen de akraba ve tanıdıkların yetim çocukları eve kabul ediyordu. Roma’da evlat edinmenin yaygın olduğunu biliyoruz. Baba hukuki yollarla evlat edinme sonucunda aileye bir başkasını dâhil edebiliyordu. Aileye yeni kabul edilen çocuk ise ‘aile evladı’ statüsüne sahip oluyordu. Bu kişiler ailenin ismini alarak yeni girdikleri ailenin bir ferdi haline geliyordu. Evlatlıklar, diğerleriyle birlikte ailenin tüm haklarına sahiptiler. Ancak Justinianus zamanında, bir kimsenin kendi soyundan birisini evlat edinmesiyle yabancı birinin aileye kabulü konusunda farklı uygulamaların getirildiği dikkati çekmektedir. Roma İmparatoru Augustus’un aile kurumunun bazı sosyal reformları gerçekleştirdi. O dönem bazı Romalıların evlilikten kaçınması Augustus’u harekete geçirmişti. Augustus aile yaşamını bir düzene kavuşturmak için MÖ.18 yılında ‘Leges Juliae’(Julia) kanunlarını çıkararak boşanma konusunu birtakım şartlara bağlamıştır. Bu arada ve evli ama çocuksuz kimselerle ilgili bazı cezai hükümler de getirilmiştir. Bekârlara miras hakkı tanınmıyordu. Çocuksuz evliliklerde ise kişiler mirasın yarısını devlete bırakmaya zorlanıyordu. Roma’da ailenin çok çocuk sahibi olması onun itibarını artıyordu. Julia yasasına göre en az üç çocuğu olan yurttaşlar, idari görevlere getirilmede avantajlar elde ediyorlardı. Memuriyete girişte bunları tercih hakkı tanınmıştır. Düzensiz bir yaşam süren çiftlerin mallarına el konulacağı belirtiliyordu. Böyle bu tür davranışları devlete karşı işlenmiş suç sayılacaktı. Bunların sürgüne gönderileceğini belirtiyordu. İmparator Augustus’un kızı ve torununun bile böyle bir cezaya çarpıtılması, bunun en önemli örneklerinden birisidir. Ailenin kutsallığı ve çocukların toplumca saygın bir ortamda yetiştirilmeleri gerekçelerden yola çıkılarak bazı uygulamaların yürürlüğe koyulduğu anlaşılmaktadır. Roma’da birtakım kamusal haklar konusunda kısıtlamalarla karşı karşıya olan kadınların, çocuk sahibi olmaları onlara yeni haklar sağlıyordu. Örneğin özgür doğmuş en az üç çocuğu olan kadınlara vasi tayin edilmeyeceğine ilişkin düzenlemenin getirildiğini görüyoruz.

16 Horst 17

Blanck, a.g.e. s. ,189. (Blanck, 1999). A.g.e

12


Çocuklara ‘12 Levha Kanunu’18 öğretiliyordu. Horatius eğitimde geleneksel değer ve öğütlerin önemini şöyle ifade etmektedir: ‘’Bilgiler söyleyecektir size nedenini Filanı yapıp falanı yapmayacağınızı Bense sizleri eğitebilirsem gittiği yolda Eski günlerin bilge kişilerinin, Ve yönetilmemiz gerektiği süre Adınızla canınıza halel getirmezsem, erdim demektir amacıma Yıllarla olgunlaşan beyinlerinizle uzuvlarınız güçlenince Öğüt gerekmeyecek artık, kendi başınıza yürüyeceksiniz.’’

Fotoğraf: 1------------12 levha kanunları

Roma’da erkek çocuk, babanın sahip olduğu yetkileri gelecekte üstleneceği için önemliydi. Özenle yetiştiriliyordu. Çünkü babanın ölümüyle birlikte erkek çocuk kendi ailesini kuracaktı. Bir aile babası öldüğünde, aile, erkek çocuk sayısınca yeni ailelere bölünüyordu. Böylece erkek çocuklar aile babası konumuna yükseliyordu. Aile içerisinde düzenlenen basit dinsel törenlerde rahip rolü oynayan babanın sahip olduğu bu ayrıcalık, sonra oğula geçiyordu. Erkek çocuğun örnek aldığı kişi babasıydı. Erkek çocuk, gelişimini tamamlayıp annenin bakımına gereksinim duymadığı andan itibaren, babanın gözetim ve denetimi altında yaşamaya başlıyordu. Gelecekte üstleneceği rolün gereklerini yerine getirmeye çalışıyordu. Öncelikle aile içerisinde bir erkek evlattan istenilen davranışları sergilemesi gerekiyordu. Kendisine özen göstermesi, iyi bir eğitim alması, birtakım sorunlarla baş edilebilecek güce ulaşması bunlardan bazılarıydı.19 Erkek çocuk yetişkin hale geldiğinde ailesinin toplumsal konumuna göre bazı görevler üstlenmeye başlıyordu. Babasından aldığı direktiflerle hareket ediyordu. Çünkü Roma yasalarına göre çocuk babanın vesayeti altındaydı. Yaptığı işlerden hukuken babası sorumluydu. Bu yüzden çocuk davranışlarına dikkat 12 levha kanunları m.ö. 451-m.ö. 449 (leges duodecim tabularum), günümüz avrupa hukuku'nun temelini oluşturan roma hukukunun gelişiminde, yazılı olmayan hususların yazılı biçimde hukuki kurallar haline getirilmesi devrine ait hukuk kaynağıdır. Roma imparatorluğu dönemine ait ilk yazılı kanunlar olan 12 levha kanunları, roma toplumundaki patrici (soylular) ve pleb (halk) arasındaki sınıf mücadelesi sonucu hazırlanmıştır. Pleb`lerin baskısıyla M.Ö. 450`de kanunları yazmak üzere 10 kişilik bir komisyon (`decemviri legibus scribundis) kuruldu. Solon Yasaları`ndan da yararlanılarak 2 yılda hazırlandı. 12 madeni veya tahta levha üzerine yazılarak ve meclisin onaylamasından sonra, herkesin görebilmesi için Roma`nın en büyük meydanına (Forum Romanum) asıldı. M.Ö.307` de Galler`in Roma`yı yağmalamalarında imha edilene kadar orada asılı kaldı. Kaynak: https://12-levha-kanunlari.nedir.org/ 19 SÖYLEMEZ, 2015;A.g.e 18

13


etmesi gerekiyordu.20 Erkek çocuk, babasının kendisine yüklediği görev ve sorumlulukları yerine getirirken gelenek ve göreneklere uygun davranmak durumundaydı. Erkek çocuktan itaatkâr olması bekleniyordu. Baba sahip olduğu olanaklar çerçevesinde oğlunu yetiştirmek iyi bir eğitim almasına özen göstermek zorundaydı. Erkek çocuk yaşam mücadelesinde babasıyla birlikte yol alıyordu. Erkek çocuk üstüne düşen görevleri yerine getirmekte babanın en önemli destekçisiydi. Erkek çocuk ekonomik işlerin yürütülmesinde babanın ortağı durumundaydı. Sosyal yaşantıda erkek çocuk babayla temsil ediyordu. Birçok yeri babasıyla beraber ziyaret ediyordu. Resmi ya da diğer törenlere babasının refakati altında katılıyordu. Yeni doğan çocuğun aileye kabul edilip edilmemesinin, vatandaşlık ya da ceza hukuku Romalı aile reisine olağanüstü yetkiler tanımaktaydı. Bu tür kararların alınmasında akraba ve yakınlardan, komşulardan oluşan bir tür aile mahkemesi oluşturuluyor ve onların görüşleri alınıyordu. Çünkü Roma’da özürlü ve istenmeyen çocuklar kentin çöplüğüne bırakılarak ölüme terk edilebiliyordu. Romalı çocuğun yaşam hakkı ailenin idaresine bırakılmıştı. Her türlü yetkiyi elinde tutan babanın söz hakkı öne geçiyordu. Benimsenen çocuğun doğumu ise aile içerisinde sevinçle karşılanırdı. Pater familas tarafından tanınması; bu, çocuğun yere bırakılması, daha sonra pater familias tarafından yerden kaldırılması gibi simgesel bir sahneyle başlardı. Ailenin büyüdüğü, ev kapısının dışına gösterişli bir çelenk asarak duyurulurdu. Doğumu izleyen birkaç gün içerisinde çeşitli geleneksel uygulamalar gerçekleştirilirdi. Kız bebeklerin boynuna amuletum46’lardan oluşan bir zincir, erkeklere de genelde bir bulla takılmaktaydı. Bu uygulamalar o dönemde bebeklerin yüksek ölüm oranıyla açıklanır ve yaşamın ilk haftasında bebeğin ölmesi olasılığı en yüksek olduğundan, çocuğa ad verme günü için dies lustricus47 beklenilirdi. Bu, erkek çocuklarda dokuzuncu, kızlarda sekizinci gündü. İsim konurken bir aile eğlencesi çerçevesinde çocuğun dinsel açıdan arındırılması işlemi yapılıyordu. Nomen gentile48 ve çoğu zaman cognomen49 zaten gensin ya da ailenin bir kalıtı olarak çocuğa geçtiğinden, isim verme yalnızca praenomen50 vermekle sınırlıydı. Kız çocuklar için bu İÖ. III- II yüzyıllarda bırakılmış, kız ismi cognomen (lakap) gibi soyadına nomen gentile eklenmeye başlamıştı. Evlilik içi bir çocuğun doğumunun Roma yurttaşlar yasası gereği başlayarak zorunlu kılınmıştır. Bu, Roma kentinde Praefectus Aerarii Saturni’nin makamına bildirerek yapılırdı. Marcus Aurelius’un hükümdarlığı döneminde bu kayıt işlemi meşru olmayan çocukları da içine alacak şekilde genişletilmiştir.21 Giyisiler: Romalılar, Köleler kısa bir tunik giyerlerdi. Ancak ister uzun, ister kısa olsun tunik, giyimi kolay ve rahat en temel Roma giysisiydi. Tunik, genelde köleler ve çocuklar tarafından giyilmesine rağmen, daha sonra kadın-erkek herkesin evde de giyebildiği bir giysi haline geldi. Tunik’in, Roma vatandaşlarına özgü bir giysi olan “Toga” ile karıştırılmaması gerekir. Toga giymek, Roma vatandaşlarını özgür olmayanlardan ayırırdı. Toga, yarım daire şeklinde, yünlü dokumadan yapılmış, ağır bir erkek giysisiydi. Yataktan kalkan çocuk, gece çıkardığı “Amulet” (=muska) veya “Bulla”yı (=mühür) yeniden takardı. Roma’da bu tür koruyucu simgeler taşımak, yaygın bir davranıştı. Bu simgeler, kızlar için 8, erkekler için 9 gün olmak suretiyle doğumlarından sonra bebeklerin boyunlarına takılıyordu. Amulet ve bulla’nın çocukları, şeytanın kötü güçlerinden koruyacağına inanılıyordu. Çünkü Romalılara göre çocuklar, kötü etkilere karşı büyüklerden daha savunmasızdı.22 Beşinci ve altıncı yüzyıllarda işçi sınıfının erkekleri yalınayak gezerlerdi. Sol omuzdan çapraz atılmış banttan geçen bir kemerle tutulan kısa yün tunik giyerlerdi. Durumları daha iyi olanlar, en iyileri ipekten yapılmış olan, daha uzun tünik giyerlerdi. Bunların ucuzları kolsuzdu, fakat iyilerinin bilekte işlem eli manşetlerle toplanan uzun kolları olurdu. Suriyeli, İtalyan, Bulgar ya da Sırp olsun, Batılı eğilimler moda oldu; Suriye etkisi ortaya siyah pelerin modasını attı. 1261'de imparatorların Konstantinopolis'e dönüşlerinden 1453'te Bizans'ın düşüşüne kadar süren dönemde sürüp giden ekonomik kriz bile göz alıcı ve aşırı süslü giysilere karşı sevgiyi yok edemedi. Özellikle İtalyan ve Türk biçemlerine ilgi duyuluyordu. Tünik bir kez daha bir elbise görünümünü alana kadar ağırlaştı ve düzleşti.23 XII. yüzyılda yerini mantonun aldığı Cklamrdeslerini (pelerin) tutturdukları iğnelerde kullanırlardı. Ayrıca broşlar, pandantifler, kemer tokaları, yüzükler, haçlar, mücevherle bezenen saç modelleri ve eyerlerde ve diğer at koşumlarında süs olarak da kullanırlardı.24 Sadece Roma vatandaşı toga giyebilirdi. Bunun rengi ve bordürlerinin genişliği, giyenin patrisyenler, şövalyeler veya sıradan halk kesiminden hangisine ait olduğunu gösterirdi. Aynı şekilde, ayakkabının bazı SÖYLEMEZ, 2015; A.g.e SÖYLEMEZ, 2015 A.g.e 22 Blanck, 1999 A.g.e 23 Rice, 1998, A.g.e., s. 203 24 Rice, 1998,A.g.e., s. 206 20 21

14


formları da giyen kişinin konumunu belli ederdi. Ayrıca bazı manto türlerinin toga üzerine giyilmesi yakışıksız görülürdü. Stola sadece yaşlı Romalı kadınlara özgüydü. Bu kurallar sürekli ihlal edilmekteydi, en azından, resmi olmayan durumlarda veya ülkenin diğer bölgelerinde insanlar giyim tarzına Roma şehrinden daha az katı kurallar ile dikkat etmekteydiler. Sonuçta birbirine paralel olarak bir resmi ve bir de günlük giyim söz konusu idi. Homeros’un destanlarında adı sıkça geçen khiton Antik çağların erken dönemlerinden beri bilinen bir giysi parçasıdır. Kadınların ve erkeklerinde kullanabildiği khiton, ipek veya keten gibi hafif kumaştan, 150-180 cm eninde iki parçalık dikdörtgen parçanın birbirine dikilmesiyle yapılır. Baş ve kollar için bırakılan açıklıklar dışında geri kalan omuz üzerine denk gelen kenarlar dikiş yerine düğmeler veya broşlarla da tercih edilebilirdi. Kadınlar erkeklerine tersine khitonu kemerle kullanırlar. Belde kemerin sıkmasıyla biriken

Fotoğraf: 2-khiton, ipek veya keten gibi hafif kumaştan, 150-180 cm eninde iki parçalık dikdörtgen parçanın birbirine dikilmesiyle yapılır.

kumaş yığını kemer üstünden sarkıtılır: bu bol kıvrımlı kısma kolpos denilir. Genç kızları canlandıran Korint heykellerinde khiton eteğinde görülen dikine bordüre paryphe adı verilir. Yunan Himation’nundan farklı olarak yünlü kumaştan oluşan Roma togası yuvarlak, kumaşının vücut üzerinde darlaştırıldığı (toga exigua) Cumhuriyet döneminde ise, yarım daireli bir kesime sahipti. Augustus döneminde başlayarak da kumaş çok bollandığından togaya bürünme biçimi de buna yakından bağlı olarak değişmiştir.25Traianus-Hadrianus döneminde umbo kaybolur, Severuslar döneminden başlayarak göğüs üzerinde çarpraz olarak gerilmiş ve tahta görüntüsünde bir kumaş parçası olan contabulatio yer alır. Togayı kendine özgü görünümünü vererek kuşanmak için, giyilmesinden önce uzun bir zaman ve emek ile kıvrımlarının doğu olarak düzenlenmesi gerekirdi. Elbise olarak pek rahat olmayan, böylesine 25

Blanck, 1999, A.g.e, s. 118

15


karışık bir giyim, doğal olarak İmparatorluk döneminde zamanla günlük yaşamda ihtiyaç dışı kalmış ve sadece İmparatorluk kabullerinde, resmi ve bayram kutlamalarında (kurban törenlerinde, dava duruşmalarında, client’in efendisini ziyaretinde) giyilir olmuştu.26 Toga böylece asıl anlamı ile artık özel yaşamın giyimi olmaktan çıkıyordu. Bir ‘devlet giysisi’ olarak togaya, saygıdeğer yaşlı Roma kadınlarının stolası denk gelmekteydi. Yazınsal metinlerde bu giysi ayaklara kadar inen ve alt kenarına özel şerit (instita) dikili bir giyim olarak tasvir edilmektedir.

Fotoğraf: 3-Sedenta de Livia Drusilla .----Stola

Erken İmparatorluk döneminde birçok giyimli kadın heykelinde stola, tunica üzerine giyilen, omuzlar üzerinde bant formunda iki askı ile tutturulan uzun ve bol kıvrımlı bir giysi olarak doğru bir şekilde tespit edilebilmektedir. Günlük giyimde stola erkeklerin togasından daha önce kullanım dışı kalmıştır. Günlük yaşamın asıl giyimi bir birine dikilmiş bir ön ve bir arka parçadan oluşmuş ve genel anlamda Yunanlıların khitonuna denk gelen tunika idi. Erkeklerde dize kadar gelen tunica kadınlarda daha uzun olarak giyilirdi. Önceleri kolsuzdu; genellikle kadınların giydiği geniş bir biçimde, kemerden, tıpkı geniş khitonda olduğu gibi, yarasa kol tipi açık kollar çıkardı. Çoğunlukla insanlar üst üste iki tunicayı giyerlerdi ve üstteki, kural olarak, omuzdan aşağıya doğru giden iki tane kırmızı şerit ile süslenirdi. Böyle clavus’lara Etrüsk eserlerinde bile rastlanır. İmparatorluk döneminde dikişle kapatılmış kollu, daha sonra da uzun kollu tunicalar ortaya çıkmıştır. Tunicanın çok geniş kollu bir uzun varyasyonu da İS 3.yy.dan itibaren görülen dalmaticadır; bu, her iki cins tarafından da giyilmekte idi. Tunica, elbette bazı değişikliklere uğrayarak bugüne kadar gelmiş Hristiyanların dinsel tören giysisi olarak Katoliklerin dinsel törenlerinde hala yer almaktadır. Üst elbise olarak mantonun değişik formları kullanılmaktaydı. Tunica üzerine paenula giyilirdi. Bu, huni şeklinde, kolsuz, başın geçirilmesi için çoğunlukla ‘V’ şeklinde bir deliği olan bir giysi idi ve ön kısmı erken ve orta İmparatorluk döneminde yarı yarıya, daha sonra ise bütün uzunluğunca dikişli olurdu. Daha çok kış ve yolculuk mantosu olarak yünlüden, fakat bazen de daha hafif ve şık kumaştan yapılan paenula, sıradan insanlarca Traianus döneminden başlayarak resmi törenlerde toga yerine giyilmiştir. Kadın mantosu olarak kullanıldığında, erkek paenulasından daha uzundu ve önü tümüyle kapalıydı. Toga üzerine de giyilen ve hafif bir manto olarak yağmura karşı koruyucu olan, çok renkli kumaştan oluşan bir giyim de lacerna idi. Kesiminde yarım daire formlu olan bu elbise Yunanlıların khlamysine benzer tarzda göğüs 26

Blanck, 1999, A.g.e

16


üzerinde veya sağ omuzda bir çengelli iğne ile tutturulurdu. Köken olarak doğuya (Pers) ait olduğu tahmin edilir; her halükarda bu elbise hiçbir zaman paenula gibi resmi ‘Ramanus habitus’a dâhil edilmemiştir. Lacerna en çok, sahne oyunlarına gidilirken toga üzerine giyilirdi; fakat bununla ilgili değişik bir adet vardı, tiyatroda yüksek tabakadan önemli kişiler selamlanacağı zaman lacerna, toganın üzerinden çıkarılırdı. Orta ve geç İmparatorluk döneminde üst giyim olarak erkeklerde pallium ve kadınlarda palla mantoları kullanılırdı ve bunlar Yunanlıların himationuna denk giysilerdi. Roma İmparatorluğunun İtalya’dan uzakça eyaletlerinde, özellikle kuzey bölgelerinin yerli halkı nezdinde, iklim şartlarının farklılığından dolayı, yukarıda sözü edilen biçimlere benzemeyen giyimler de vardı. Böyle köken olarak yabancı bazı elbise biçimleri Romalılarda kabul görmüş ve geniş bir alana yayılmışlardır. Örneğin Galya’dan alınan, ağır bir kumaştan yapılmış bir pelerin olan birrus veya yine Galya kökenli huni biçimli, omuzlara kadar ulaşan ve genelde işçiler ile köleler tarafından kullanılan bir başlık olan cucullus gibi. Pantolon (braccae) ise Traianus döneminden beri dize kadar ve daha sonraları ayak bileğine kadar gelen uzunluğuyla Galya, Germania ve Dakya halkının bir giyimi olarak Roma asker kostümleri arasına alınkıştır. Sivil halk içerisinde, en azından Roma İmparatorluğunun Akdeniz bölgelerinde, geç Antik döneme kadar oldukça ender olarak görülmüştür.27 Ölüye çoğunlukla birçok tunica üst üste giydiriliyor ve onları da kapsayacak biçimde vücut büyük bir kumaş parçasına sarılıyordu. Bunun dışında bu elbise formları diğer bölgelerdeki çağdaşı tasvirler ile benzerlik gösterirler; Toga böylece asıl anlamı ile artık özel yaşamın giyimi olmaktan çıkıyordu. Bir ‘devlet giysisi’ olarak togaya, saygıdeğer yaşlı Roma kadınlarının stolası denk gelmekteydi. Yazınsal metinlerde bu giysi ayaklara kadar inen ve alt kenarına özel şerit (instita) dikili bir giyim olarak tasvir edilmektedir. Erken İmparatorluk döneminde birçok giyimli kadın heykelinde stola, tunica üzerine giyilen, omuzlar üzerinde bant formunda iki askı ile tutturulan uzun ve bol kıvrımlı bir giysi olarak doğru bir şekilde tespit edilebilmektedir.28 Günlük giyimde stola erkeklerin togasından daha önce kullanım dışı kalmıştır. Günlük yaşamın asıl giyimi bir birine dikilmiş bir ön ve bir arka parçadan oluşmuş ve genel anlamda Yunanlıların khitonuna denk gelen tunika idi. Erkeklerde dize kadar gelen tunica kadınlarda daha uzun olarak giyilirdi. Önceleri kolsuzdu; genellikle kadınların giydiği geniş bir biçimde, kemerden, tıpkı geniş khitonda olduğu gibi, yarasa kol tipi açık kollar çıkardı. Çoğunlukla insanlar üst üste iki tunicayı giyerlerdi ve üstteki, kural olarak, omuzdan aşağıya doğru giden iki tane kırmızı şerit ile süslenirdi. Böyle clavus’lara Etrüsk eserlerinde bile rastlanır. İmparatorluk döneminde dikişle kapatılmış kollu, daha sonra da uzun kollu tunicalar ortaya çıkmıştır. Tunicanın çok geniş kollu bir uzun varyasyonu da İS 3.yy.dan itibaren görülen dalmaticadır; bu, her iki cins tarafından da giyilmekte idi. Tunica, elbette bazı değişikliklere uğrayarak bugüne kadar gelmiş Hristiyanların dinsel tören giysisi olarak Katoliklerin dinsel törenlerinde hala yer almaktadır. Üst elbise olarak mantonun değişik formları kullanılmaktaydı. Tunica üzerine paenula giyilirdi. Bu, huni şeklinde, kolsuz, başın geçirilmesi için çoğunlukla ‘V’ şeklinde bir deliği olan bir giysi idi ve ön kısmı erken ve orta İmparatorluk döneminde yarı yarıya, daha sonra ise bütün uzunluğunca dikişli olurdu. Daha çok kış ve yolculuk mantosu olarak yünlüden, fakat bazen de daha hafif ve şık kumaştan yapılan paenula, sıradan insanlarca Traianus döneminden başlayarak resmi törenlerde toga yerine giyilmiştir. Kadın mantosu olarak kullanıldığında, erkek paenulasından daha uzundu ve önü tümüyle kapalıydı. Toga üzerine de giyilen ve hafif bir manto olarak yağmura karşı koruyucu olan, çok renkli kumaştan oluşan bir giyim de lacerna idi. Kesiminde yarım daire formlu olan bu elbise Yunanlıların khlamysine benzer tarzda göğüs üzerinde veya sağ omuzda bir çengelli iğne ile tutturulurdu. Köken olarak doğuya (Pers) ait olduğu tahmin edilir; her halükarda bu elbise hiçbir zaman paenula gibi resmi ‘Ramanus habitus’a dâhil edilmemiştir. Lacerna en çok, sahne oyunlarına gidilirken toga üzerine giyilirdi; fakat bununla ilgili değişik bir adet vardı, tiyatroda yüksek tabakadan önemli kişiler selamlanacağı zaman lacerna, toganın üzerinden çıkarılırdı. Orta ve geç İmparatorluk döneminde üst giyim olarak erkeklerde pallium ve kadınlarda palla mantoları kullanılırdı ve bunlar Yunanlıların himationuna denk giysilerdi.29 Roma İmparatorluğunun İtalya’dan uzakça eyaletlerinde, özellikle kuzey bölgelerinin yerli halkı nezdinde, iklim şartlarının farklılığından dolayı, yukarıda sözü edilen biçimlere benzemeyen giyimler de vardı. Böyle köken olarak yabancı bazı elbise biçimleri Romalılarda kabul görmüş ve geniş bir alana yayılmışlardır. Örneğin Galya’dan alınan, ağır bir kumaştan yapılmış bir pelerin olan birrus veya yine Galya 27

Blanck, 1999 A.g.e Söylemez, 2015., A.g.e 29 Söylemez, 2015., A.g.e 28

17


kökenli huni biçimli, omuzlara kadar ulaşan ve genelde işçiler ile köleler tarafından kullanılan bir başlık olan cucullus gibi. Pantolon (braccae) ise Traianus döneminden beri dize kadar ve daha sonraları ayak bileğine kadar gelen uzunluğuyla Galya, Germania ve Dakya halkının bir giyimi olarak Roma asker kostümleri arasına alınkıştır. Sivil halk içerisinde, en azından Roma İmparatorluğunun Akdeniz bölgelerinde, geç Antik döneme kadar oldukça ender olarak görülmüştür.30 Ölüye çoğunlukla birçok tunica üst üste giydiriliyor ve onları da kapsayacak biçimde vücut büyük bir kumaş parçasına sarılıyordu. Bunun dışında bu elbise formları diğer bölgelerdeki çağdaşı tasvirler ile benzerlik gösterirler; burada Sicilyadaki Piazza Armerina villasındaki mozaikleri hatırlatmak gerekir. Bu mozaikler, giyim konusunda tam bir örnek kataloğu gibidir. Mısır’daki elbise buluntularının büyük bir kısmını oldukça uzun ve geniş olan, bu nedenle bir kemer ile giyilmek zorunda kalınan kollu tunicalar oluşturmaktadır. Bunlar kural olarak tek bir birine dikilmiştir. En basit tunicalar oldukça kaba ve nakışsız bir ketenden yapılırdı. Müzelerde kısmen iyi kalitede örnekler de yer almaktadır. Bu elbiselerin en önemli süslemelerini boyundan dikey olarak göğüse ve sırta inen şeritler, yani geleneksel clavuslar31 Normalde bir Romalı ne dışarıda ne de evde bir başlık giyerdi. Kurban ve dualar gibi dini olaylarda başın kapatılması bir gelenek idi. Bundan dolayı bir din adamı özel yaşamın alanına girmeyen ve burada üzerinde durmayacağımız belli bazı şapka türlerini giyerken, sıradan Romalı vatandaş, özel dini törenlerde bile, örneğin ‘Lar’ denilen evi kutsama törenleri sırasında olduğu gibi, başının ard kesimini toganın bir kısmı ile kapatırdı. Homo pius-yani din-dar adam- olarak görünmek için özel kişiler de toga giyip “capite velato”başörtülü-portrelerini yaptırmışlardır ve bu tip çok sayıda heykelde görülür. Asıl başlık olarak huni benzeri cucullus dışında, tıpkı Yunanistan’da giyilmesi adet olan biçimler tanınırdı. Güneşe karşı korunmak için petasus giyilirdi, işçiler, zanaatkârlar ve denizciler causia veya konik biçiminde bir külah olan ve Yunan pilosunun tıpatıp aynı olan pilleusu kullanmaktaydılar. Pilleus aynı zamanda özgür olmanın da bir simgesi idi. Köleler serbest bırakıldıklarında bunu giyerlerdi. Bu başlık aynı zamanda Saturnalia eğlentilerinde de kullanırlardı. İS 3 yy. sonlarında ortaya çıkan yayvan silindirik, kenarsız bir başlık birçok geç antik dönem eserlerinde tasvir edilmiştir.32 Ayakkabı: Romalılarda ayakkabılar sandal, ayakkabı ve çizme olarak gruplandırılabilir. Sandalların (soleae veya sandalia) giyilmesi ev içindeki yaşam ile sınırlıydı ve bunlar ile sokağa çıkmak, özellikle toga altına giymek geleneklere aykırıydı. Dışarısı için ayakkabı calceus idi; tıpkı toga gibi, Roma vatandaşlığının işaretiydi. Sıradan vatandaşın ayakkabısı olarak calceus, ayak bileğinin üzerine kadar kapalı olur, üst kısmı yumuşak deriden yapılırdı ve bilek üzerinde bir dolak gibi sarılırdı. Doğal deri renklisinden başka calceus’un renklileri de giyilirdi; kadınlara özgü olan ‘celceus muliebris’ genelde beyazdı ve erkek ayakkabısına oranla daha süslü işlenmişti. Calceusun basit bir türü pero olarak adlandırılırdı. Senatörler ve aristokrat kesim, konumlarının belirtilmesi amacı ile normal calceustan kırmızı, daha sonraları siyah rengiyle ayrılan, tabandan ayak bileğine ve baldıra kadar giden ve daha sonra aşağı sarkan bağcığı ile ‘calceus senatorius’ veya patricius’u giyerlerdi. Askerler, işçiler ve köylüler sağlam ve genelde çivili bir tabanı bulunan, sayası şeritlerden kesilmiş olan caliga giyerlerdi. Hem tabanı hem sayası deriden ayakkabı olarak carbatina vardı. Bu ayakkabının iyi bir şekilde zımbalanıp süslenmiş birçok örneği kuzey bölgelerde çeşme buluntuları içerisinde ele geçmişlerdir. Köken olarak bir asker ayakkabısı olan ‘campagus’, geç antik dönemde narinleştirilmiş formuyla çok tercih edilmekteydi. Bu ayakkabı ayak parmaklarını ve topuğu sarmakta, fakat ayağın üst kısmını açıkta bırakmaktaydı ve bir bağcık ile bağlanıyordu. Geç antik dönemde sıradan işçilerin ve halkın giydiği bir ayakkabı ise, yukarıda baldırı kadar bağcıklı, sağlam ve Yunanlıların ‘krepis’ine benzer bir sandal idi TAKI Romalıların giyimi içinde takı, gereksinim için veya sadece süs olarak kullanılmasına göre ikiye ayrılabilir. İlk önce eyaletler dâhil Roma egemenliği bölgesinde çok bol bulunan çengelli iğneden söz etmek gerekir. Bulunanların büyük kısmı sivil elbiselerden ziyade askeri kıyafete aitti. Bu iğneler, moda değişimlerine göre ortaya çıkmış ayrı bilimleri ile –örnek vermek gerekirse, tataroku biçiminde kavisli olanlar, büyük, yuvarlak genelde süslü bir levhaya sahip olanlar, gamalı haç formundakileri veya geç Antik döneme özgü bitiş kısmındaki haç biçiminden dolayı soğanbaşlı çengelli iğne diye adlandırılan giyimli figürlerin tarihlenmesi de dâhil tarihlemede önemli bir yardımcı olarak kullanılır ve önemli bir rol oynarlar. Söylemez, 2015., A.g.e Söylemez, 2015., A.g.e 32 Söylemez, 2015., A.g.e 30 31

18


Geç Antik dönemde değerli soğanbaşı çengelli iğneleri, öyle anlaşılıyor ki, yüksek rütbeliler için belirleyici bir işaretti. Yine genelde oldukça sanatsal bir tarzda işlenilen kemer tokaları de ihtiyaç amaçlı takıların alanına girmektedir. Altının daha Cumhuriyet döneminden beri süs takısı olarak kullanıldığını, 12 levha kanununda altının ölüler ile birlikte gömülmesinin yasaklanması ile çıkartabiliyoruz. İO 215 yılına ait ‘lex oppia’, bir kadının yarım ons’tan fazla altına sahip olmasını yasaklamaktadır. Bu hüküm birçok bölgede tepki ile karşılaşınca 20 yıl sonra yürürlükten kaldırılmıştır. Bazı yazarlarca (Livius, Plinius gibi) dile getirilen eski dönemlerde sadece soyluların ve şövalyelerin altın yüzük takabileceklerini, buna karşılık sıradan vatandaşların sadece demirden yüzük takabilecekleri yolundaki bilginin doğru olabileceği pek inandırıcı değildir. Bu terrakotta figürlerde görülen altın takıların (gerdanlıklar, sarkıntılı küpeler, zincirli kolyeler, göğse inen takılar) bazıları gerçek figürleri üzerinden şekillendirilmiştirler. Roma orijinal takıları içerisinde en çok rastlanan türler, zincir kolyeler (monoilia), küpeler (inaures) kol bantları (brachialia, armillae) ve özelikle yüzüklerdir (anuli). Yüzüklerin arasında da mühür yüzükleri önemli yer tutar. Bunların bazılarında kesme değerli taşlar, bazılarında ise cam hamuru gibi ucuz malzemeden taklitler görülür. Birbirine tutuşmuş iki eli concordia (birlik, uyum) simgesi olarak gösteren nişan yüzükleri de az değildir. Özgür Romalı çocukların, çocukluğundan toga virilis’e sahip oldukları döneme kadar boyunlarında taşıdıkları altından yuvarlak amulet (muska, nazarlık) kapsüllerini, yani bulla’ları da burada söylemek gerekir. Burada Etrüsklerden alınan bir geleneğin söz konusu olduğu hem yazınsal kaynaklar (Iuvenalis 5,164) hem de orijinal Etrüsk buluntularınca belgelenmektedir.33 Kolye olarak kullanılan haçların evrensel olarak kullanılmasına karşın, balık gibi Hıristiyan simgeleri en sevilen tasarımlar arsındaydı. Ayrıca insanlar bakır, tunç, gümüş ve altın takılar takarlardı. Monogramlar, Hıristiyanlık simgeleri ya da kazınmış olan yüzüklerden bazılarına değerli taşlar takılmış olurdu. İlk başlarda Roma etkisiyle kameolar (üzerine kabartma yapılmış değerli taşlar) aldı. Küpeler, bilezikler, kolyeler ve pandantifler çok yaygındı.34

Fotoğraf: 4-saç modelleri(Praeneste’deki İÖ 3 yy.’a tarihlenen kadın büst ve portre grubu, alın üzerinde ayrılan ve başı kapatan, başın arkasında toplanan bir saç kabarıklığından dolayı doğrudan doğruya Hellenistik –Yunan saç biçimi ile karşılaştırabiliriz.)

SAÇ Saç biçimi burada serbest bırakılmış, orta uzunlukta, orak biçiminde ve başın epeyce arkasından enseye ve alına verilen saç lülelerinden oluşmaktadır. Tasvir edilen kişinin kısa bir de sakalı vardır. Burada saç ve sakal biçimi o zaman yaşamış Hellenistik hükümdarlarınkine, benzemektedir. Praeneste’deki İÖ 3 33 34

Blanck, 1999,A.g.e, s. 129-130 Yıldız, S. (2009). Bizans Tarihi, Kültürü, Sanatı ve Anadolu' daki İzleri. İstanbul: Detay Anatolıa Akademik Yayıncılık Ltd. Şti s. 57

19


yy.’a tarihlenen kadın büst ve portre grubu, alın üzerinde ayrılan ve başı kapatan, başın arkasında toplanan bir saç kabarıklığından dolayı doğrudan doğruya Hellenistik –Yunan saç biçimi ile karşılaştırabiliriz. Portrelerden anlaşıldığına göre İÖ I.yy.’dan yaklaşık olarak İS I yy. ortalarına kadar erkeklerin genelde oldukça kısa, ortadan ayrılmamış ve alına taranan sade bir saç biçimine sahip oldukları görülmektedir. İmparatorların saç biçimi ile özel kişilerinki arasındaki benzerlik daha ileride devam etmiştir. Traianus döneminde saçlar düzgün bir şekilde alına taranmış, Hadrian dönemiyle Antoninuslar dönemi başlarında lüleler halinde dalgalıya dönüşmüş, bu dönemden Septimus Severus’a kadar dolgun çok sayıda küçük ve yanmış izlenimi veren küme şeklinde saç lülesi yığını durumunu almıştır. Romalılar matem tutarken bıraktıkları kısa sakal dışında, normalde sakalsızdırlar. İlk kez Hadrianus ile büyük ihtimalle onun teşviki ile başlayan top ya da kaba sakal, daha sonraki dönemde genel bir modaya dönüşmüştür. Önceleri kısa olan sakal, Antoninuslar ve Severuslar döneminde daha da uzatılmış, özenli ve kıvırcık bir hal almıştır. Adeta buna bir tepki olarak İS 3 yy.’da asker imparatorlar ile birlikte, genelde kısa asker kesimine geçilmiştir; bu dönemde kaba sakal da oldukça kısa tutulmuştur.94 Satirikler gibi yazarlardan öğrendiğimize göre, saç ve sakal bakımı bazı kişiler için günlük yaşamda önemli ve çoğunlukla abartılmış bir rol oynamış olmalıydı. Köleleri arasında bir berbere (tonsor) sahip olmayan kişiler, berber dükkânına giderlerdi, bu tonstrinae süse düşkünlerin ve meraklıların bir buluşma yeri olmuştu. Saç boyama özellikle kadınlar arasında yaygındı. En sevilen ton ise tıpkı Germania’lı kadınların açık renk saçlarından yapılmış perukların tercih edildiği gibi, sarışındı. Taraklar ise saç iğneleri ve benzeri nesnelerden genelde fildişi ve değerli metal gibi pahalı maddelerden yapılmış birçok orijinal parça ele geçmiştir.35

Gelenek-şenlik festival

Şekil 1--William-Adolphe_Bouguereau_(1825-1905)_-_The_Youth_of_Bacchus_(1884)Dionysos'un gençliği, Adolphe Bouguereau

Bakkhalar; Tanrı Dionysos-Bakkhos'un dinsel törenlerini kutlayan kadınlar alayı. Çıplak bedenlerini nebris denilen benekli ceylan postlarıyla örter, başlarını sarmaşık çelenkleriyle süslerlerdi. Ellerinde, ucunda bir çam kozalağı bulunan (thyrsos) sarmaşık ve asma yaprakları sarılı değnekler ve Promethus'un Olympos'dan ateşi çalarken kullandığı dalları taşırlar. Geceleri ormanların karanlık köşelerinde, dağlarda koşarak kendilerinden geçerler, bu sırada doğayla birleşip üstün bir güç haline gelerek önlerine çıkan vahşi hayvanları parçalarlar. Bu kadınlara vecd (olgun ermişlik) anlarında Thyas, çılgınca kendilerinden geçtikleri anlarda Mainas denir. Tapınakları yoktur, yumuşak serin çimenlerde yatar, açık havada gökyüzüne doğru tapınırlardı. Sonra Dionysos'un verdiği otları, böğürtlenleri yer, yaban keçisinin sütünü içer, kanlı avlara çıkarlardı. Bakkhaların bu çılgınca tavırları Kybele törenlerinde kendini hadım eden Pessinus rehiplerinin 35

Blanck, 1999, A.g.e, s. 135-137

20


tutumunu çağrıştırır. Şarap tanrısı Dionysos, iyi yürekli ve yumuşak başlıydı fakat bazen çok kötü de olabiliyordu. Dionysos tapınımı, birbirine karşı bu iki davranışın ortasında gelişmiştir. Kendisine tapanlara sevinç ve özgürlük verebildiği gibi yabanıl yıkımı da getirebiliyordu. Çünkü şarap iyi olduğu kadar kötüdür de. İnsanların içini ısıtır, onları neşelendirir ama çok içilirse sarhoş eder. Yunanlılar şarabın bu iki özelliğini bildikleri için Dionysos'a yalnız iyilikler değil, kötülükler de yaptırmışlardır. Ama yine de şarabı her zaman sevmişlerdir. Dionysos'un bütün hastalıkları iyileştiren bir kadehi (kantharos) vardı. O kadehten içki içen korkuyu unutur, cesaretlenirdi. İnsanlar bundan dolayı şarap tanrısını diğer tanrılardan daha çok sevmişlerdir. Ama ona tapanlar arasında hiç şarap içmeyenler de vardı. Çünkü Dionysos yalnız içki yoluyla değil esin yoluyla da özgürleşmeyi kabul ederdi. Dionysos törenleri, insanlara yalnız mutluluk içinde yaşamayı değil iyi bir umutla ölmeyi de öğretmiştir. Hiçbir bayram ve törenle karşılaştırılmayacak olan bu şölenler asmalar yeşermeye yüztutunca başlar ve beş gün sürerdi. Bir barış ve kardeşlik havası eser, tutsaklar salıverilirdi. Halk açık havada, oynanan oyunları izlerdi. Şairler, oyuncular ve şarkıcılara tanrının uşağı gözünde bakılırdı. Dionysos'un rahibi de tanrı adına bu şenliklere katılırdı. Brumalia Festivali: (Köle bayramı) Brumalia Festivali, pagan kökenli olduğu halde hala kutlanmaktaydı. 24 Kasım - 17 Aralık günleri arasında kutlanan bu festival yirmi dört gün sürüyordu.” Festivalin her günü Grek alfabesinin bir harfine karşılıktı. İmparator halkın belli sınıfına mensup olan kişileri adlarının baş harfine uygun olan günde misafir olarak saraya davet ederdi. Halkın debrem telaşı 36 "Geleneksel şekilde her yıl kutlanan Brumalia Festivali sırasında gece yansına doğru herkes yataklarında sakin uyurken felaket aniden geldi ve bütün binalar temellerine kadar sarsıldı. Şiddetli sarsıntılar adeta bir zirveye ulaşır gibi gitgide gücünü arttırdı. Herkes uyandı, her tarafta feryatlar ve ağlamalar duyuluyordu. Herkesin dudaklarından dualar dökülüyordu. Her sarsıntının ardından yerin içinden gökgürültüsünü andıran sesler geliyor ve bu sesler duyulan dehşet ve korkuyu arttırıyordu. Çevrede bilinmeyen bir kaynaktan buhar gibi bir duman mat bir ışıkla birlikte yükseldi. Halk panik içinde evlerinden sokaklara fırlamıştı; sanki dışarıda olurlarsa ölüm onlara tesir edemezmiş gibi! İnsanlar Tanrı'dan medet umar gibi gözlerini gökyüzüne çevirmişlerdi, kendilerini tehdit eden bu tehlikeye karşı Tanrı'dan merhamet 36

Satürn, Brumalia, Ops ve Bacchus'u kutlayan birçok küçük festivali içeren eski bir Roma kış festivalidir. Brumalia kelimesi, "en kısa gün" anlamına gelen Latin bruma'dan gelir. Bizans döneminde kutlamalar 24 Kasım'da başladı ve Satürniya ve “Işığın Mumu” na kadar bir ay sürdü. Roma'nın efsanevi kurucusu Romulus tarafından kurulduğu söyleniyor. 6. yüzyıl tarihçisi John Malalası'e göre, Romulus ay boyunca Senatörlerini, ordusunu ve çalışanlarını eğlendirdi, her gün bir mektup atadı ve isimleri verilen mektupla başlayanları akşam yemeği partilerine davet etti. Ayrıca Senatörlerini de aynı şekilde arkadaşlarını ve çalışanlarını eğlendirmeye teşvik etti. Lidya John'a göre, Demeter ve Cronus'a domuzlardan fedakârlıklar yapıldı ve keçiler Dionysus'ye kurban edildi ve Tarronus'un karanlığına sürülmesinden dolayı Cronus'un onurlandırıldığını tahmin ediyor. Festival gece ziyafetini, içmeyi ve neşeyi içeriyordu. Bu süre zarfında, kışın geri kalanı için kehanetler endikasyon olarak alındı. Ayrıca, çeşitli Tanrılarla ilişkili bir dizi küçük tatil de içeriyordu. Bazı insanlar Brumalia'yı keçi ve domuzlardan kurban ederek kutlarken, tanrı Dionysos'un adanmışları keçi derilerini şişirip üzerine atladılar. Ayrıca festivalin her gününe 24 Kasım'da alfa(α) ile başlayıp 17 Aralık'ta omega (ω) ile biten farklı bir Yunan alfabesi mektubu verildiğine inanılıyor. Festival (batyram) sırasında kısıtlamalar gevşetildi ve sosyal düzen tersine döndü. Kumar oynamak halka serbest yapıldı. Kölelerin zar kullanmasına izin verildi ve bu günde köleler çalışmak zorunda değildi. Bunun yerine toga, karışık renkli yemek giysi vs. izin verildi. Köleler eşit muamele gördü, ustalarının kıyafetlerini giymelerine izin verildi ve tanrı tarafından geçtiği düşünülen daha erken bir altın çağın anısına yemek zamanında bekletildi. In Satürn, Lucian kendisi My haftasında ciddi engellenmiştir" beyan tanrıyı sahiptir hiçbir iş izin içme, gürültü ve oyunlar ve zar, çıplak şarkı çılgın ellerin alkışlıyor, krallar ve köle şölen, arada bir atanması. mantarlı yüzleri buzlu suda ıslatmak bunlar üzerine başkanlık ettiğim işlevler.“Statius,"Aralık ayında çok şarapla sarhoş ve neşeli Sezar'ımızın ve şölenin sarhoş cehenneminin mutlu festivalini" hatırlıyor " İncir, fındık, tarihleri ve diğer dainties insanlar üzerinde yağmuruna tutuldu, hem kadın ve çocuklar, erkekler ve senatörler ve misafirler arenada savaşarak kadınlar tarafından ağırladı ve vinçler cüce tarafından avlanmış ise ekmek ve şarap satırları arasında görev yaptı. Bu eşitlik elbette geçiciydi. Henüz Aralık ayı olup olmadığı sorulan küstah bir köleden bahsediyor. Sadece Claudius tarafından gönderilen eski bir köle tarafından yakalandıklarında, imparator gibi davranan serbest insanda Saturnalia'ya alaycı bir şekilde bağırdılar. Catiline komplocuları, birçoğunun kutlamayla meşgul olacağı kenti ateşe vermek ve Satürnalı Senatoyu öldürmek istediler. Bundan sonra Festival, imparator Justinian'ın putperestliği bastırmasına kadar 6. yüzyılın sonlarına kadar kutlandı. 692 ve 743'teki kilise konseyleri de kutlamayı onaylamadı ve yasakladı. İsa'nın Doğuşu olarak 25 Aralık'a ilk atıf, bu son tarihe kadar bile 17 Aralık'ı ludi Saturnalia olarak tanımlayan Philocalus Takvimi olarak bilinen AD 354'ün Kronografisinin bir bölümünde gerçekleşir 17Aralık, Polemius Silvius'un dini takviminde veya laterculusunda ("liste") not edildiği AD 448 kadar geç Saturnalia tarihi olarak kabul edildi. Ama şimdi, putperest öneminden yoksun bırakılan, yalnızca feriae servorum "kölelerin festivali" olarak tanımlanıyor.

21


dileniyorlardı. Fakat üzerlerine sadece sulu kar indi ve soğuğun verdiği acılar içinde kaldılar. Ama yine de evlerine girmediler; ancak bazı kişiler kiliselere girip diz çökerek dua etmeye başladı. Öte yandan deprem bir çeşit sosyal eşitlik getirmişti; çünkü herkes aynı şekilde ölümle burun burunaydı. Deprem normal hayatın akışını değiştirmekteydi. Kadınlar, hatta yüksek sınıfa mensup hanımlar bile erkeklerle bir araya geliyordu. Yaşlılara gösterilen saygı kaybolmuştu ve artık köleler efendilerine itaat göstermiyorlardı. Yaşadıkları dehşet insanların ya inancını daha çok güçlendiriyor, ya da Tanrı'ya olan inançlarını yitirmelerine neden oluyordu. Şehirde özellikle liman bölgesinde pek çok bina yıkıldı; çok sayıda insan öldü; bu arada senato üyesi Anatolius da evinde uyurken üzerine yıkılan duvardaki mermer levhanın altında kalıp öldü. Gün ışıyınca insanlar yakınlarını bulmak için harekete geçti; sevdiklerinin yüzlerini görünce sevinç içinde birbirlerine sarıldılar, şaşkınlık ve mutluluktan ağlayarak öpüştüler.” Günümüzde de deprem sonrasında halk arasında çıkan bazı dedikodulara tanık oluyoruz. Yazar, Anatolios'un cesedi gömülmek üzere götürülürken bazı kişilerin onun ölümü hakkında rivayetler yaymaya başladı, “Onun kötü ve insafsız bir adam olduğunu ve pek çok kişiyi soyduğu için Tanrı tarafından böyle cezalandırıldı” diye söylenti yayıyorladı. Hatta sağlığında bu konudaki fikirlerini belirtirken, "Şüphesiz deprem iyilerle kötüleri ayırd etseydi, yani kötüler feci şekilde ölse iyiler kalsaydı, bu hayırlı bir durum olurdu”. Ama Anatolios'un gerçekten kötü olduğunu kabul etsek bile ondan daha kötüler de vardı, “şehirde ve onlara bir şey olmadı! Bu, öyle kolay ve açık şekilde anlaşılacak bir mesele değildir" demektedir. Ve görüşünü şu sözlerle bitirmektedir, "Neyse, bu dünyadaki durumumuzu ve hak ettiğimiz ceza veya mükâfatı ancak öbür dünyaya gidince anlayacağız.37 Baküs Ayinleri: Bağbozumu zamanı Baküs ayinlerinin yapılması ya da Bahar Bayramı'nın kutlanması gibi pagan geleneklerini yasakladılar. Ama Kilise hiçbir zaman bu eski ve aslında keyifli ve neşeli gelenekleri ortadan kaldıramadı. Bunu anlayan Kilise hunları çabucak Hristiyan’ca bir temele oturtarak Hıristiyan törenlerinin içimle eritmeye çalıştı; İsa'nın yaşamındaki olaylar paganlık zam anlarında bayram sayılan günlerde kutlanırken Baküs ayinlerinin yerine hasat kutlamalarını koydu. Bunu yapmak İncillerin yanlış yorumlamalarının düzeltilmesinden daha kolaydı.38 Hasat Kutlamalarını Her ne kadar Roma Paganizmindeki Satürn, Yunan Mitolojisinde Kronos ile aynı motif olsa da Satürnalya Festivali, gerek Yamyamlık gerekse toplu seks kutlamalarıyla Antik Yunan dönemindeki Dionysos Şenlikleri'ne çok benzemektedir. Dionysos tıpkı Roma Mitolojisindeki Satürn gibi kural koyan, tarım faaliyetleri öğreten, bereketi ve eğlenceyi sembolize eden bir motiftir. Jül Sezar'ın takvim reformu öncesinde Satürnalya Bayramı 17 Aralık'ta başlayıp 6 Ocak'ta son buluyordu. Jül Sezar'ın takvim reformu sonrası ise Satürnalya 6 Ocak yerine 23 Aralık'ta son bulmuştur. 6 Ocak tarihi aynı zamanda Antik Yunan'da 17 Aralık'ta başlayan Dionysos şenliklerinin son günüdür. Çünkü Antik Yunan'da Dionysos 6 Ocak’ta dostlarını korumak için bir oğlak, koç veya bir sığır'a dönüşüp kendisini feda etmiştir, düşmanları tarafından öldürülüp eti çiğnenmiş ve kanı içilmiştir. Romalılar Hristiyanlığı kabul ettikten sonra İsa'nın doğumunu 6 Ocak'ta kutlamıştır. Hristiyanlar günümüzde de İsa'nın öldürüldüğüne inandıkları gün Şarabı İsa'nın kanı ve şaraba banılan ekmeği ise İsa'nın eti olarak tasvir edip yemektedirler. Bu bakımdan Dionysos şenlikleri ve Hristiyanlıkta İsa'nın doğumunu kutlama yani Epifani töreni arasında doğrudan bir benzerlik vardır. Roma Katolik Kilisesi daha sonra 23 Aralık tarihi üzerinde bir değişiklik yapıp Katoliklik'te Noel, Ortodoksluk'ta ise adı Epifani olan bu kutlamayı 25 Aralık tarihine sarkıtmıştır. Avrupalılar 25 Aralık günü Lamba festivalleri düzenlerdi I. Theodosius'un saltanat dönemine kadar sürmüştür. Bağnaz Hıristiyan, ayrıca, din konusunda devletin sonsuz, sınırsız gücü olduğuna inanan Theodosius, paganizme karşı, en önemlisi, ünlü, 392 tarihli ferman olan bir dizi önlem aldı. Kurban sunmalar ve pagan tapma tarzının tüm törenleri, hatta tapınaklara girmek bile yasaklandı; bu yasaklara uymayanlar, o korkunç, kutsal şeylere ve hükümdara karşı çıkma suçlamasının tehdidi altında bırakıldılar. Bunun üzerine, tapınaklar, bağnaz Hıristiyanlar tarafından tahrip edildi ya da kiliseye dönüştürüldü. İçlerindeki heykeller, kenti süslemesi için, İstanbul'a götürüldü. 393'te Demirkent, I. (Ekim 2005). 14. Yüzyıla Kadar Balkanlar'da Bizans Hakimiyeti. I. Demirkent İçinde, Bizans Tarihi (s. 17-34). ist: Dünya Yayıncılık A.Ş. s. 132 38 Rice, T. T. 1998, A.g.e, s. 72 37

22


olimpiyat oyunlarına, 396'da Eleusis mysterionlarına ("Eleusis'te yapılan dine giriş törenleri", Meydan Larousse) son verildi. Doğu'da, İskenderiye'deki Serapis Tapmağı'nın törenle yıkılışının, Theodosius'un fermanlarında "pagan boş inanı" adını verdiği şeyin son ve kesin ortadan kaldırılmasının belirtisi olduğu anlaşılmaktadır. Batı'da, en anlamlı olay, daha Gratjanus Flavius'un saltanatı sırasında, Roma senatosunda bulunan ve herkesin gözünde Roma'nın geçmişinin büyüklüğünü simgeleyen (paganlığın simgesi) Zafer sunağı ve heykelinin kaldırılmasıydı39. I. Theodosius ise, tersine, kendini Arius'çuluğa kesinlikle karşı olarak ortaya koydu. Daha tahta geçer geçmez, Arius'çu piskoposu İstanbul'dan kovdu ve kentin tüm kiliselerini Nikaia'lılara (İzniklilere)verdi. 380'de, sadece, Birinci iznik Konsili'nde benimsenen Üçleme (Teslis) anlayışını kabul edenlerin kendilerine "Hıristiyan" diyebileceklerini, diğerlerinin ise, Arius'çular dâhil, "din sapkını" oldukları yolunda bir ferman çıkardı. Bu aynı din sapkınlarının elinden, başka fermanlarla, evlenme hakkı, hatta bazı yurttaşlık hakları da alındı. 381'de I. Theodosius tarafından İstanbul'a toplanan bir Konsil de, Nikaia'da (İznik) benimsenmiş olan, Baba ile Oğul’un eştözlûlüğünü kabul etti ve onu, İsa'nın o iki kişiliğini Kutsal Ruh'un eştözlûlüğüyle birleştirerek tamamladı. Aynı Konsil, İstanbul Piskoposu'nun mevkiini belirledi: İstanbul yeni Roma olduğu gibi, bu kentin piskoposunun da, Roma'nınkinden sonra birinci sırada yer alması gerekirdi. Bu, Roma'yla eşitlik değildi ama daha o zamandan, İstanbul piskoposunun Doğu'daki tüm piskoposlardan üstün olması demekti.40 Bizans, Hıristiyanlığı resmi dini olarak kabul eden, Hıristiyan öğretisine göre yaşamaya ve başkalarını yönetmeye başlayan ilk büyük devletti.41 Constantinus'tan önce, Roma İmparatorluğu pagan bir imparatorluktu; Constantinus'tan başlayarak ise, Hıristiyan bir imparatorluk oldu.

KADIN Öbür tarafta ise, kadın aynı zamanda Meryem idi. Kontrollü, mütevazı ve kendisini dine hizmete adamış kadınlar övülüyor, özellikle din için şehit veya gazi olmuş ve manastır ehli kadınlar erkeklerle eşit olarak görülüyordu.42 Bizans kadın düşmanlığı konusunda ünlüdür ve çoğunlukla ataerkil bir devlet olarak gösterilmiştir. Kuskusuz Bizans’ta kadın düşmanları vardı; yasadıkları dönemde seslerinin duyulabileceği ve geride görüşlerine ilişkin kanıtlar bırakabilecekleri bir konumdaydılar. Bizanslı (Romalı) kadınlar manastıra kapatılmıyordu ve kısıtlayıcı giyim yasalarına tabi değillerdi. Ama sokaklarda çok fazla kadın görmek alışılagelmiş bir şey değildi ve kadınlar genellikle peçe takıyorlardı. II. Yüzyıl söylentileri kadınların kendi evlerinde serbest olduklarını göstermektedir. İmparatoriçenin sarayda “harem dairesi” olsa da, bu bölüm ana kabul salonlarından yalnızca perdeyle ayrılan ve erkeklerin girmesine izin verilen bir bölümdü. Bizans imparatorluğunun altın çağında gerçek bir ‘Romalı’nın yani Bizanslının bir yabancı ile evlenmesi hiç de hoş karşılanmazdı43. Bakirelik Bizans toplumunda saygı gören bir durumdu. Fakat kilise hukukuna göre tek eşli evliliğin geçerli olduğu, zinanın suç sayıldığı bir toplumda imparatorların çoğunun metresi vardı ve eşlerini aldatmaktan çekinmiyorlardı. XII. yüzyılda es aldatma serbest ve neredeyse resmikabul gördüğü bile söylenebilir.44 Drahoma: Erkek de kadın da kutsal yemini etmek amacıyla eşinden boşanabiliyordu. Kimi zaman erdemli bir çift çocukları büyüdükten sonra farklı manastırlarda yaşamak üzere birbirlerinden ayrılıyordu. Bir kadının drahoması (yani evlenirken ailesinden alıp getirdiği mallar) üstündeki hakları olabildiğince savunulmuştur. Evlilikle çok fazla mal koşullara bağlandığı için, hukukun kadınlarla ilgili olarak gündeme geldiğini görebileceğimiz alanlardan biri mal anlaşmazlıklarıydı. Kocası yönetebilse de drahoma kadınındı. Kocanın drahomanın azalmasına göz yumması durumunda kadın bu malı yönetme hakkına sahipti. Kadın ayrıca kocasının evlenirken verdiği ve drahomanın belirli bir oranına göre saptanan düğün armağanlarına da tümüyle sahip oluyordu ve bunları kullanabiliyordu. Elbette gerek drahomadan gerekse düğün armağanlarından evlilikten doğacak çocukların yararlanması amaçlanıyordu; eğer kadın kocasından önce ölürse bu malların mirasçısı olarak çocuklar babalarından önce geliyordu. Ailenin babası öldüğünde dul karısı çocukların ve mal mülkün doğal koruyucusu oluyordu. Ailenin reisi olarak bir erkeğin bütün yasal Lemerle, Paul , 16/1/2019, Bizans Tarihi İltişim yay. s: 43 Lemerle, PAUL , 16/1/2019 Bizans Tarihi iltişim yay. s: 45 41 Rice, 1998, A.g.e, s. 13 42 Turhan Kaçar, “Ioannes Chrysostomus’un Düşüşü: Doğu Roma Baskenti’nde Din ve Politika” , Belleten, C. LXVII, S. 250, Ank. 2004, s. 757 43 Barbara Hill, Bizans İmparatorluk Kadınları İktidar, Himaye ve İdeoloji, Çev. Elif Gökteke Tut, ist. 2003, s. 63 44 Angeliki E. Laiou, “Arzu, Ask ve Delilik: Bizanslıların Gözüyle Cinsel İlişkiler”, Cogito Bizans, S.17,İst. 1999, s. 187 39 40

23


yükümlülüklerine ve bunları yürütecek yasal yetkiye sahipti. Malların yönetimi, çocukların eğitimi, drahomalarının sağlanması ve çocukların evlendirilmesi kocasının ölümüyle beraber kadının omuzlarına yükleniyordu. Yeniden evlenmesi durumunda dul kadın, ilk ailesi ve mallar üstünde –düğün armağanları dışındaki sahip olduğu bütün denetimini çoğunlukla yitiriyordu. Dolayısıyla yeniden evlenme kadınlar için güç kaybına neden olan bir seçenekti.45 Roma’da soylu kadınların giydiği kıyafete “Stola” deniyordu. Erkeklerin giydiği toga’ya benzeyen stola, özgür veya köle, Romalı her kadının giyebildiği bir giysiydi. Stola bir tunik üzerine giyiliyordu ve şala benzer uzun bir aksesuar olan “Palla” ile tamamlanıyordu. Ovidius, elbise konusunda kadınlara mor rengin yakıştığıyla ilgili öğütler vermiştir. Yine Ovidius, giyim kuşam ve süslenmenin dışında, güzelleşmeyi sağlayacak başka faktörlerin de olduğunu söylemiştir. Ovidius’a göre güzelleşmenin amacı aşktır. Ovidius, güzelliğin karakterde gizli olduğunu, yüz güzelliğinin geçici olduğunu ve en güzel yüzün bile bir gün kırışıklıklarla dolacağını söylese de, kadınlar erkekleri etkilemek için sağlıklarını tehlikeye atarak, abartılı makyajlar yapıyorlardı. Yeni ay çıktığında, Meryem'in göğe yükseldiği gün sokaklarda ateşler yakılır ve yörenin genç erkeklerinin alevlerin üzerinden atlamaları beklenirdi. Bunların yanı sıra mevsimlere göre kurulan yerel panayırlarda Kilise'nin şiddetle karşı çıkmasına karşın bilgeler, müneccimler ve üfürükçüler büyük kalabalıklar çeker ve tılsım, muska ve iksirlerden büyük kazanç sağlarlardı. Garip giysiler içinde yabancıların katılması ya da kentin sokaklarında sürücüleriyle birlikte fillerin ya da Zenci seyisleriyle birlikte deve ya da zürafa gibi yurt dışından gelen hayvanların belirmeleri gibi beklenmedik çeşitliliklerle karşılaşılabilirdi. Bunlardan daha az müşfik ve masum bir heyecanı, elleri arkalarına bağlı olarak katırlara ters oturtulmuş mahkûm olan suçluların cezalarının infaz edileceği ya da işkence edilecekleri yere götürülmek üzere geçmeleri yaratırdı. Eğer ceza açıkça infaz edilecekse, seyretmek üzere büyük kalabalıklar toplanırdı. Bu gibi olaylar bile az görülürdü ve Bizans'ta yaşam aile çevresinde geçerdi ve bu yaşam neredeyse tümüyle vaftiz, nişan ve nikâh törenleri, ölüm ve cenaze gibi ailenin dinsel törenlerinde odaklanırdı. Oruç ve pişmanlık dönemleri, bugün hala Yunanlıların Paskalya kutlamalarının önemli bir bölümü olan Paskalya kuzusunun pişirilmesiyle ilgili törenler, ayazmalara ve manastırlara yapılan geziler, inziva dönemlerinin izlediği hac yolculukları ve hala bir akrabanın bir manastıra girmesi ya da papaz olmak üzere kilisede takdis edilmesi aile yaşamındaki önemli olaylardı. Yeni doğan bir bebek ebe tarafından yıkanır ve yün bandajlarla sarılırdı. Bunlar sık sık Nativite (İsa'nın doğumu) resimlerinde betimlenen sahnelerdir. Bebek iki ya da üç ay bu durumda tutulurdu. Zengin aileler bebeklerini büyütmesi için sütnine tutarlardı. Altıncı yüzyıldan sonra bir bebeğin doğumundan sonra bir hafta içinde vaftiz edilmesi gerekiyordu; bu tören sırasında bebek üç kez kutsal suya daldırılır ve sonra yanan mumlar taşıyıp ilahiler söyleyen anne ve babasını dostları eşliğinde eve götürülürdü. Altıncı yüzyıla kadar bir çocuğun bir tek ismi olurdu ve aynı ismi taşıyan diğerlerinden ayırt edilebilmesi için Yunanlıların geleneği izlenerek babasının isminin “ –in ” hali eklenirdi. Böylece çocuk, Theodore 'un oğlu Nikholas demek olan NikhoIas Theodorou olarak tanınırdı. Fakat o günlerde Romalıların uygulamasını izlemek ve çocuğun ilk ismine ya da praenomenine nomen gentilianum ve cognonıen eklemek olasıydı. Altıncı yüzyılda soyadları kullanılmaya başlandı ve kısa bir sürede geniş çapta uygulanır oldu. Bebeklere verilen yiyeceklere ilişkin çok az şey bilinir fakat onuncu yüzyılda yaşayan genç bir dul baba bebeğini arpa çorbası, bal ve suyla büyütmüştü. Tahıllar, az miktarda beyaz şarap ve sebzeler emekleyenler için uygun bulunurken bir çocuk buluğ çağına kadar et verilmezdi. 46 Roma’da ataerkil bir yapıya dayanan ailede, kadın erkeğe tabiydi. Kadına, eski geleneklere dayanan bir yaşam tarzı öngörülüyordu. İdeal bir kadın, erdemli bir eş ve anne olarak algılanıyordu. Romalı bir kadına eski biçimde bir hayat tarzı sürüyor demek, onun için büyük bir övgü ve onur kaynağıydı. Kötü şöhreti olan bir kadınla evlenmek veya bir hayat kadınıyla birlikte yaşamak hoş karşılanmazdı. Örneğin senatörlerin, azat edilmiş kölelerle birlikte olmaları hiç hoş karşılanmazdı. Bu kişiler kamusal alanda üst düzey görevlerden yararlanamıyordu. İmparatorluğun son dönemlerinde sosyal yapıda, bu anlamda bir yozlaşma kendisini gösterse de toplumun orta ve alt kesimlerinde evlilikteki sadakati yücelten mezar taşları, yazıtları evliliğin kutsallığının devam ettiğini göstergesidir. Yasal bir evliliğin zorunlu koşullarından biri, evleneceklerin bedensel olarak yeterli olgunluğa varmış olmasıydı. Bunun için erkek çocuklarda 14, kız çocuklarında 12 yeterli görülmekteydi. İkinci koşul evliler arasında baba tarafından bir akrabalığın olmamasıydı, bunlar aile babasın’ın sorumluluğu altında bulunuyorlarsa onun izninin olması gerekirdi. Ancak her iki tarafın Roma 45 46

Barbara Hill, Bizans İmparatorluk Kadınları İktidar, Himaye ve İdeoloji, Çev. Elif Gökteke Tut, ist. 2003, s. 15-16 Rice, 1998, A.g.e, s. 194

24


vatandaşlığına sahip olması durumunda veya taraflardan birinin Roma’nın değil de Roma ile arasında conubium (söz konusu kişiyle, filanca kişiyle evlenme hakkı),anlaşması olan başka bir topluluğun vatandaşlığına sahip olması durumunda gerçekleşebilirdi. Augustus dönemi yasalarının doğrudan hedef aldığı yüksek konumdaki insanlar arasında gerek halkın daha aşağı tabakasındakiler arasında, kölelerle azat edilmişler ya da sık görüldüğü üzere, köle efendisi nezdinde etkili bir konumdaysa kölelerle tam yurttaşlık hakkına sahipler arasında concubinatus hiç de az rastlanır bir şey değildi. Matrimonium evliliğin iki çeşidi vardı; manus evliliği birincisinden gelin, pater familiasının potestasından çıkıp kocasının veya onun pater familiasının manusu altına girerdi. Bu şekil evlilikte kadın, sorumluluğuna geçtiği ailenin tam üyesi olarak kendi mülküyle birlikte evin diğer kız çocukları gibi miras hakkına sahip olurdu. 47Latince familia deyimi günümüzde ‘aile’ sözcüğünden içerik olarak daha kapsamlı bir anlama sahipti; çünkü Roma familiası günümüzdeki anlamı ile sadece dar bir çevredeki bireylerden oluşan aileyi göstermekle kalmaz, aynı zamanda onun mülkünü ve kölelerini de içine kapsardı. Bizim bugün ‘aile’ olarak işaret ettiğimiz varlığı, Romalılar domus olarak adlandırırlardı. Latin yazısında familia sözcüğü bir eve ait köleleri işaret eden dar bir anlamı vardı. Roma ailesi kutsal sayılıyordu. Bir takım dinsel temalar ailenin varlığını sürdürmesinde önemli bir rol oynardı. Aile ocağının ruhu olarak görülen Tanrıça Vesta, Romalının vazgeçilmeziydi. Roma’da aile tanrıları vardı. Yemekler dini bir hava içerişinde yenirdi. Yemek sırasında tanrılara şarap sunusu yapılırdı. Genel olarak kabul edilmiş geleneklerden dolayı mal varlığı verildiği kişiden tekrar geri istenmezdi. Roma’da babanın sahip olduğu otoriter konum ve gelenekler zamanla değişip yumuşamıştır. Ancak İmparator Augustus zamanında cumhuriyetin eski dönemlerindeki geleneklerin yeniden canlandırılmak istedi. Emancipatio'nun şekli XII Levha Kanunları’nın, aile oğlunun üç defa, aile kızının bir defa satılması ile patria potestas'ın sona ereceği hakkındaki hükmüne dayandırılmıştır. Yasal bir evliliğin zorunlu koşullarından biri, evleneceklerin bedensel olarak yeterli olgunluğa (pubertas) varmış olmasıydı. Bunun için erkek çocuklarda 14, kız çocuklarında 12 yeterli görülmekteydi. İkinci koşul evliler arasında baba tarafından bir akrabalığın olmamasıydı. Tam geçerliği olan bir evlilik (matrimonium iustum) ancak her iki tarafın Roma vatandaşlığına sahip olması durumunda veya taraflardan birinin Roma’nın değil de Roma ile arasında conubium (söz konusu kişiyle, filanca kişiyle evlenme hakkı), anlaşması olan başka bir topluluğun vatandaşlığına sahip olması durumunda gerçekleşebilirdi. Kadının zina etmesi ve bunun ispatlanması durumunda ayrılma zorunluydu; onun dışında, boşanan kadına çeyizinin geri verilmesi gerekliydi ve bu erkeğin girişebileceği keyfi boşamalarda bir çeşit güvenceydi. KÖLE ve EMEĞİ Bu büyük mal arzı, bir yandan kölelere karşı, hele kölelerin büyük kısmının kullanıldığı çiftlik işlerinde, sert, çoğu zaman insanlık dışı uygulamaları beraberinde getirmiş, öte yandan, kölelerin, özellikle kentlerde ev işlerinde çalışanların, çeşitli etkinliklerde gitgide uzmanlaşmasını sağlamıştır. Aynı sahibin kentteki evinde çalışan kölelerin tümüne familia urbana, toprak işlerinde çalışanların tümüneyse, bundan farklı olarak familia rustica adı verilmiştir. Toplumsal açıdan, bir kişinin on köleye sahip olması ufak bir şey sayılırdı. Bu rakam iki yüze varabilirdi. Elbette, böylesine kalabalık bir topluluğun aynı zamanda tek bir evin içinde oturmadığını göz önüne almak gerekir, bunlar köle sahibinin çeşitli malikânelerine dağıtılırlardı. Bu ev kölelerinin başında onları yöneten bir atriensis yer alırdı, ayrıca, insanlar, olanak ve gereksinimlerine göre, bazı köleleri daha üst düzeyde yazıcılık, sekreterlik, okuyuculuk, öğretmenlik veya kütüphanecilik gibi işlerde de kullanırlardı. İşte bu işlerde çalışan köleler, yükselip efendilerinin güvendiği kişilerden oluşan dar çevreye girebilmişlerdir. Çok sayıda köleye sahip olmak, elbette, kişinin saygınlığını yükseltirdi, bu nedenle, insanlar kölelerinin iyi görünüşüne, elbisesine ve bakımına bazen aşırı derecede önem vermekteydiler. Fakat kölelere özgü bir giyim yoktu. Kölelere gösterilen davranış, durumdan duruma değişse de, genellikle sahibin karakter ve yaradılışıyla kölenin kendi davranışına bağlıydı. İmparatorluk dönemi sürecinde bu ilişkiler, köle pazarının eskisi gibi savaş esirleri ile doldurulmaması nedenine bağlı olarak, genellikle daha insancıl olma eğilimi göstermiştir. Bu dönemde aile içerisindeki kölelerden doğan çocukların vemaların, yani yetiştirilmesine, bunların küçük yaştan uygun biçimde yönlendirilmesine ve özel görevler yüklenmek üzere okula gönderilmelerine daha büyük önem vermeye başlanmıştır. Bundan dolayı erkek ve kadın kölenin birlikte yaşamaları tercih edilirdi. ‘Contubemium’ olarak adlandırılan bu durumlar hukuken geçersizdi, fakat fiilen bir evlilik olarak görülürdü. Tek bir tarafın köle olduğu birlikte yaşamalar da contubemium olarak

47Blanck,

1999, A.g.e, s. 193-194

25


adlandırılırdı ve her halükarda böyle bir birliktelikten doğan çocuk, sadece annenin yasal durumunu izlerdi. Eğer her iki eş azat yoluyla özgür kalmışsa, contubemium, yasal bir matrimoniuma dönüşürdü.48 Cumhuriyet döneminin son iki yüzyılında yaptıkları savaşlar özellikle Hellenistik-Yunan dünyasından çok sayıda savaş esirinin getirilmesine yol açmıştır. Bunlar İtalya’daki köle piyasasında büyük çapta paya sahip bir mal çeşidi oluşturmuşlardır. Bu büyük mal arzı, bir yandan kölelere karşı hele kölelerin büyük bir kısmının kullanıldığı çiftlik işlerinde, sert, çoğu zaman insanlık dışı uygulamaları beraberinde getirmiş, öte yandan, kölelerin, özellikle kentlerde ev işlerinde çalışanların, çeşitli etkinliklerde gitgide uzmanlaşmasını sağlamıştır. Aynı sahibin kentteki evinde çalışan kölelerin tümüne familia urbana, toprak işlerinde çalışanlara ise familia rustica adı verilmiştir. Toplumsal açıdan bir kişinin on köleye sahip olması ufak bir şey sayılırdı. Bu rakam iki yüze varabiliyordu. Böylesine kalabalık bir topluluğun aynı zamanda tek bir evin içinde oturmadığı göz önüne almak gerekir. Köle sahibinin çeşitli malikânelerine dağıtılırlardı. Kölelerin çalışma alanları, aşçılar, bunların içinde başta olan kişiye yunanca archimagirus denirdi, mutfak için alış veriş edenler oda uşakları, masörler berberler uşaklar tahtırevan taşıyıcılar giysi dolabı görevlileri vb. gibi görevleri vardı. Bu ev kölelerinin başında onları yöneten bir atriensis yer alırdı, bunun vicarius denilen bir temsilcisi olabilirdi. İnsanlar, olanak ve gereksinimlerine göre, bazı köleleri daha üst düzeyde yazıcılık, sekreterlik, okuyuculuk, öğretmenlik veya kütüphanecilik gibi işlerde kullanırlardı. Bu işlerde çalışan köleler, yükselip efendilerinin güvendiği kişilerden oluşan dar çevreye girebilmişlerdir. Çok sayıda köleye sahip olmak, kişinin saygınlığını yükseltirdi. İnsanlar kölelerinin iyi görünüşüne, elbisesine ve bakımına bazen aşırı derecede nem vermekteydiler. Fakat kölelere özgü bir giyim yoktu. Kölelere gösterilen davranış, genellikle sahibin karakter ve yaradılışıyla kölenin kendi davranışına bağlıydı. İmparatorluk dönemi sürecinde bu ilişkiler, köle pazarının eskisi gibi savaş esirleri ile doldurulmaması nedenine bağlı olarak, genellikle daha insancıl olma eğilimi göstermiştir. Bu dönemde aile içerisindeki kölelerden doğan çocukların, vernaların, yani yetiştirilmesine, bunların küçük yaştan uygun biçimde yönlendirilmesine ve özel görevler yüklenmek üzere okula gönderilmelerine daha büyük önem vermeye başlanmıştır. Bundan dolayı erkek ve kadın kölenin yaşamaları tercih edilirdi. Contubernium olarak adlandırılan bu durumlar hukuken geçersizdi, ama fiilen bir evlilik olarak görülürdü. Tek bir tarafın köle olduğu birlikte yaşamaları da contubernium olarak adlandırılırdı ve her halükarda böyle bir birliktelikten doğan çocuk sadece annenin yasal durumunu izlerdi. Her iki eş azat yoluyla özgür kalmışsa, contubernium, yasal bir matrimoniuma dönüşürdü.49 Büyük aileler içinde köleler bir collegium halinde bir araya gelebilirlerdi. Bu collegiumların örgütlenmesi, devlet kuruluşları örnek alınarak quastor’lar, tribunus’lar, triumvir’ler gibi memurlarla, bir basamaklanma düzeni içinde gerçekleştirilirdi.50 Cumhuriyet döneminin son yıllarında Roma savaşlar sonucu büyük çapta köleye sahip olmuştu. Bu sıralarda, özellikle Helenistik Yunan dünyasından getirilen kölelerin yoğun işgücünü karşılamak amacıyla kullanıldığını görüyoruz. Bunlar arasında nitelikli düzeyde olan pek çok köle vardı; öğrenim görmüşler, müzisyenler, öğretmenler bulunuyordu, bu köleler Roma’da oldukça rağbet görmekteydi. Köleci toplum karakterinin belirgin niteliklerini taşıyan Roma’da zaman zaman özellikle çiftliklerde çalışanlara karşı sert uygulamaların olduğu dikkati çekmektedir. Kölelerden doğan çocuklar köle anne ve babaları gibi köle statüsüne sahip olup onlar gibi yaşamak durumundaydı. Gerek kölelerin birbiriyle gerekse köleyle özgür kişiler arasındaki evlilik, hukuki bakımdan geçerli sayılmıyordu. Bazen gebelik sırasında kadının özgürlük durumunda değişiklik olabiliyordu. Eğer kadın o anda özgürse doğan çocuk da özgür ama köle ise çocuk da köle sayılıyordu. Köle çocukların bir ev ortamı içerisinde olmaları görüşünden hareketle erkek ve kadın kölelerin birlikte yaşamaları tercih edilmiştir. Bu nedenle kölelerin evlilikleri hukuken geçersiz olmakla beraber onların birlikte yaşam sürdürmeleri fiilen bir evlilik olarak görülmüştür. Roma dünyasında kadın veya erkek tarafın köle olduğu beraber yaşama halinde bu birliktelikten doğan çocuğun annenin yasal durumuna tabi olduğu dikkati çekmektedir. Anne ve babanın azat edilerek özgür kalması halinde ise evlilik yasal bir nitelik kazanıyordu. Yedinci yüzyıldan itibaren sayıca artan özgür köylüler ise, merkezî erkin başlıca gücü, topraklı aristokrasinin zayıflık nedeni idiler; çünkü onların varlığı, köleliğin yayılmasını önlüyordu. Bizans hükümdarları, varlıklı sınıflar arasındaki bu birlikten-yoksunluğu kullanarak, malî aristokrasiyi topraklı 48 49 50

Blanck, 1999,A.g.e, s. 209 Blanck, 1999 A.g.e, Blanck, 1999,A.g.e, s. 209

26


aristokrasiye karşı kışkırtmaktaydılar. Halkın devrimci gösterileri, zengin ve nefret edilen yönetimlere karşı girişilen silâhlı savaşımlar ve imparatorların ödünler vererek ya da korkutma yoluyla yandaş kazanma çabaları, sınıf çatışmalarının kanıtlarıdır. Yalnızca yoksullarla zenginlerin değil, çeşitli yönetici kliklerin de çıkarları çatışmaktaydı. Topraklı aristokrasi malî aristokrasiyle kavga ediyordu. Büyük toprak sahipleri, ayrıcalıklarını kullanarak, kendi bürokrasileri yoluyla devlet aygıtını bir yana itmek istiyorlar; ticarî girişimlerinin güvenliğini amaçlayan paralı tüccar sınıfı da onları destekliyordu. Sekizinci yüzyılda köle düzeninin izleri Bizans'tan yavaş yavaş kayboldu; aynı zamanda Paulikian'ların güçlü sapkın ve pleb hareketleri başgösterdi. Güncel olayların fırtınalı yüzeyi, Bizans tarihini boydan boya kesen derin toplumsal çatışmaları perdelemektedir.51 Trakyada Halk Ayaklanmaları Traklar M.S. 21’de ve M.S. 26’da Moesia legatus’u Poppeius Sabinus tarafından bastırılan iki ayaklanma çıkarmışlardır.(Aslında ayaklanma çıkaran gene aynı bilgenin Trak kabileleriydi. Hür Trak kabileleri kuşatılmıştı). Bu ayaklanmaların bastırılmasında Rhaskuporis52’in oğlu II. Rhoemetalkes (Trak kabilelerinde Odrisler in son Lideri) Roma kuvvetlerine yardımda bulunmuş bu nedenle Tiberius onu kendisine dost ilan etmiştir. Ardından Roma senatus’u bu davranışından dolayı ona Basileos (Kral) unvanını kullanma izni vermiştir. Gotlar Edirne'i yağmalamaya kalktıklarında, şehrin yöneticisi silahlandırdığı insanlarla birlikte saldırıya geçmeye karar vermişti; bu kalabalığın arasında şehirde önemli bir yere sahip olduğu anlaşılan silah ustaları da vardı. Ariusçuluğu53 tartışmak üzere toplanmış 343'teki Serdica Konsili'nin ardından Hadrianopolis'te (Edirne) meydana gelen Ariusçuluk karşıtı olaylara silah ustaları da karışmış ve hayatını kaybeden on tanesinin mezarları ibret olsun diye şehrin girişine yapılmıştır.54 Batıda, birliklerin sürekli hareketi, savaşlar ve yenilgilerle imparatorluk erki zayıflamıştı. Bu erkin yıkıntıları üstünde, Kilise egemenliğini kurmaya başlıyordu. Çaresiz ve silâhsız halk, toprak sahiplerinin kendilerini korumasını istiyordu. Böylece onlara bağımlanmakla ve bu durum devletin etkinliğini gevşetti. Daha beşinci yüzyılın başında, toprak sahipleri, buyruklarında kendi kamu görevlileri, polis, posta hizmetlileri, hatta asker maaşı alan silâhlı kuvvetler bulundurarak devlet erkinin kuyusunu kazıyorlardı. Vergi koymak ve toplamak hakkını da elde ettiler. Devlet, artık vergileri toprak sahiplerinin aracılığıyla dolaylı olarak toplamaktaydı. Büyük "kolon" kitlesinin, resmî hükümet yönetimiyle ilişkisi her gün daha az oluyordu. Toprak sahiplerine bağımlılıkları, feodal merdivenin toplumsal dereceleri için temel hazırlamaktaydı55. Bölgenin Roma’ya ilhakı Tiberius tarafından gerçekleştirilmiş ve Tiberius buraların yönetim ve güvenliğinden sorumlu olmuştur. Tiberius’un bölgeden uzak bulunduğu bir dönemde MS. 6’da Illyricum Eyaletinde bir isyan patlak verdi. Illyricum’un, (Arnavutluk dolayları) Pannonia ve Dalmatia adlarında iki ayrı eyalet olarak ortaya çıkması ile sonuçlandı.56 Pannonian Rebellion olarak adlandırılan bu savaş, Suetonius’un eserinde, dışarıda yapılan savaşlar arasında, Hannibal savaşlarından sonra en çok ölüm getiren savaş olarak kaydedilmiştir.57 İmparatorlar kendilerine gerek iyi asker alma gerekse vergileme kaynakları

Seidler, G. L. ( 1980). Bizans Siyasal Düşüncesi. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevs. 12 Trak kabilelerinde Odrisler in Lideri önce ortağı olan yeğenini öldüdü. Sonra Romaya bağlandı. Sonra bu ayaklanmayı basyırdığı için kral ünvanı verildi. 53 Aryanizm: Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olmadığını, diğer insanlar gibi etten ve kemikten yaratıldığını ileri sürdüğü için “sapkın” bir Hıristiyan mezhebi olarak değerlendiriliyor. İsa’nın “Tanrı ile bir” olduğu inancını reddetmişlerdir. Ancak, diğer yaratıklardan farklı, “kutsal bir ilah” olduğunu savunurlar. Rahip Arius işkence ile öldürüldükten sonra fikirleri; İtalya’ya (Ostogot ve Lombardlar), Fransa’ya (Galya), Almanya’ya (Gotlar), İspanya’ya (Vizigotlar), Kuzey Afrika’ya (Vandalar), Ortadoğu’ya (Nesturîler), İrlanda’ya, Balkanlara (Bogomil ve Pavlikiyanlar) ve Habeşistan’a kadar ulaştı. Aryanizm’in kurulduğu 312 yılından sonra, 1. Konstantin’in “Milan Fermanı” ile 313 yılında Hıristiyanlığı resmen tanıması “ilginç bir kesişme” olarak değerlendiriliyor. Osmanlı döneminde Balkanlar’da Aryanizm’e mensup birçok Pomak, İslamiyet’i seçti. 8. yüzyılda tamamen ortadan kalktı. 325 yılındaki İznik Konsülü’ne 2 binin üzerinde piskopos katıldı. Bunlardan sadece 318'i, Arisu’un fikirlerine karşı birleşti. Konstantin’in emriyle 700’den fazla din adamı toplantıdan çıkarıldı. Geri kalan üyelerden 318’i, Katolik inancını tanımlayan bir metin yayınlandı. “Nikya Akidesi” adı verilen metinde Aryanizm aforoz edildi. 54 Ergin, 2013, A.g.e, s. 168 55 Nicol, D. M. (2016). Bizans'ın Son Yüzyılları 1261-1453. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. B.4 56 Yeni yapılan idari bölümlerde askeri birlikler koyup o bölge güçlendirilmiş için ikiye bölünüp iki birlik oluşturdular 57 Güveloğlu, 2009, A.g.e, s. 94 51 52

27


sağlayan özgür köylü topluluklarını korumaya özen göstermekteydiler.58 Yedinci yüzyılın ortasından itibaren, köylük alanlardaki özgür nüfus büyüyor ve imparatorluk erkine destek sağlıyordu.59 Yedinci yüzyılın 40'lı yıllarında Özgür (toprak üstünde feodal kısıtlamalara bağlı olmaksızın, doğrudan doğruya mülkiyet hakkına sahip) topluluklar sayıca arttı; kolonat düzeni yürürlükten çıktı. Özgür köylüler ordunun temelini oluşturdular, uzun yıllar, sınırları onlar savunacaktı.60 Topraklı aristokrasi malî aristokrasiyle kavga ediyordu. Büyük toprak sahipleri, ayrıcalıklarını kullanarak, kendi bürokrasileri yoluyla devlet aygıtını bir yana itmek istiyorlar; ticarî girişimlerinin güvenliğini amaçlayan paralı tüccar sınıfı da onları destekliyordu. Yedinci yüzyıldan itibaren sayıca artan özgür köylüler ise, merkezî erkin başlıca gücü, topraklı aristokrasinin zayıflık nedeni idiler; çünkü onların varlığı, köleliğin yayılmasını önlüyordu. Bizans hükümdarları, varlıklı sınıflar arasındaki bu birliktenyoksunluğu kullanarak, malî aristokrasiyi topraklı aristokrasiye karşı kışkırtmaktaydılar.61 Adayların adı söylenince, hippodrom'daki halk bağırarak onayladığını ya da onaylamadığını belli ederdi. Yeni seçilen hükümdarın boynuna, askerî kamp (karargâh) komutanınınimparatora özgü zinciri taktığını biliyoruz. Bunun üzerine, halk da "Lâyıktır" diye haykırırdı, împarator kalabalığa görününce, şu sözleri haykırırlardı: "Kutsal imparator, galipsin, dini-bütünsün, soylusun. Tanrı seni gönderdi, Tanrı seni korusun. İsa'ya taparsan, zafer her zaman senindir. Yıllarca imparator olacaksın". Tören düzenine göre, imparator seçildiği için yalnızca Tanrı'ya ve Orduya teşekkür ederdi.62 Nika Ayaklanması 5. yüzyıldan itibaren taraftar gruplarının toplumdaki artan önemi, Codex Theodosianus'ta yargıçların bu türden oyun ve gösterilere katılmalarını düzenleyen maddeler tarafından yansıtılır. Iustinianus zamanına gelindiğinde ise durumun tehlikeli bir hal aldığı anlaşılır

58Özgür

köylülerin önemine Ye. E. Lipşits, "Vizantiyskoye kresteyanstvo i Slavanskaya kolonizariya," Vizantiyskiy Sbornik, Moskva-Leningrad 1945, s. 142-43'te işaret etmektedir: "Bizans'ta özgür köylüler başlıca gelir vergisi kaynaklarından biri oldukları gibi, askerî insan gücünün de tükenmez bir kaynağı idiler ve böylelikle, merkezi bir Bizans devletinin esas temelini meydana getiriyorlardı." 59 M.V. Levçenko, "Materiaüy illâ Vnutrenney Vostoçno-Rimskoi İmperii V-VI vv." Vizantiyskiy Sbornik, Leningrad 1945, s. 76 vd. Yazar, Doğu İmparatorluğunda Eatı'da olduğu gibi, sahiplerinin hükümet işlev ve hakları taşıdıklarını iddia ettikleri büyük mülkiyetler bulunduğunu belirtmektedir. Batı'da olduğu gibi, özgür köylülere büyük mülkiyet sahiplerince boyun eğdirilmişti ve baskı yapılmaktaydı. Fakat birçok ortak özellikleri olmasına karşın, Doğu'daki büyük mülkiyet sahipliği Batı'dakinden ayrımlanabilir. Doğu'da büyük mülkiyet, Batı'da olduğu gibi, ekonomik bakımdan bağımsız değildi. Büyük mülkiyet, Doğu'da kenui kendine yeterli bir ekonomik birim olmaya dönüştürülmemişti, çünkü mal sahipleri yalnızca lüks maddelerle ilgileniyorlardı, şehirlerle ya da daha büyük pazarlarla ilişkileri yoktu. Bizans'ta büyük mülkiyet İmparatorluğun ticaretiyle daha yoğun bir biçimde bütünlenmişti; aynı şekilde, yüzbinlerce sâkininin büyük miktarlarda tarımsal ürünler kullandığı büyük şehirler de öyleydi. (Seidler, 1980, a.g.e, s. 7) 60 Seidler, 1980, Bizans Siyasal Düşüncesi. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi s. 39s. 8 61 Seidler, 1980, a.g.e, s. 12 62 De cerimoniis aıılae byzantinae, I 91. - J.B. Bury, imparatorların seçiminde ve tahttan indirilmesinde ordunun etkisini doğru olarak belirtmektedir. (The Constitution of the Later Roman Empire, Cambridge 1910, s. 8 vd.) "İmparatorluğun ilk dönemlerinde, imparatoru seçen halkın onu devirebileceği de... İlkesi vardı... Tahttan indirilme biçimsel bir sürece bağlı değildi; başkent halkı, imparatorun hükümdarlığından fazla bunalınca bir yenisini ortaya çıkarır... Ve bu kimse, orduda, senatoda ve halk arasında yeterli destek bulursa, eski imparator tahtı boşaltmak zorunda kalır, ardılının isteğine ve mizacına göre de, ya gözleri kör edilip bir manastıra çekilir yahut öldürülürdü. Yeni imparator, başa geçtiğini ilân ettiği günden itibaren yasal hükümdar olarak tanınırdı... Ama bu ilânı gerçekleştirmek için bağİaştığı güçler yetersiz kalırsa, ona bir âsi olarak davranılırdı. ilân edilmesi ona geçici bir anayasal hak sağlar, bunu kalıcı olup olmayacağmıysa, çatışmanın sonucu belirlerdi." Ben, Diakonov'un iyi belgelenmiş yapıtında, deme'lerin Bizans siyasetindeki etkisinin abartıldığı kanısındayım. Diakonov'da (op. cit., s. 7İ4-15) şunları okuyoruz: "İmparatorların kendileri, erklerinin kaynağının denıe'ler olduğunu kabul ederlerdi. 512 Ayaklanması sılasında Anastasios, sirkîe demelerin önüne taçsız çıkmıştı - böyle yapmakla, halk ona. Sırtını döndüğü için. Kendisini artık imparator saymadığını anlatmak istiyordu. Ancak, sözlerini beğenen deme'lerin istemesi üzerinedir ki, tacını yeniden giydi. 'Nika' ayaklanması sırasında, İustinianos da sirkteki deme'lerin önünde yanlışlarını itiraf etti ve halkın huzurunda İncil'e el basarak bir tür ant içti. Bizzat imparatorlar, siyasal bunalım dönemlerinde ya da savaş zamanlarında iç ve dış politikalarını onaylatmak için birçok kez deme'leri sirke (bazan da askerî geçit resmi alanına yahut Aya Sofya'ya) çağrımışlardır. Bundan daha sık görüleni, canalıcı anlarda, hizipler halinde örgütlenmiş olarak daha önceden aralarında kararlaştırılan görüş ve isteklerini ileri sürmek amacıyla, deme'lerin kendiliklerinden sirklerde yahut başka kamusal yerlerde toplanmalarıdır (Seidler, 1980, A.g.e, s. 36)

28


Anlatıldığına göre; seyircilerden arenada döğüşenleri tutanlarla tutmayanlar arasında bir bölünme vardı. Bunlar, sirkteki döğüşçülerin renklerine göre "yeşiller" ve "maviler" diye ayrılıyorlardı. Başlangıçta profesyonel sporculara karşı duyulan sempati ve antipatilerden yıllar boyunca giderek, hizipler denilen ve sirk seyirlerinden bağımsız olarak varlık kazanan tastamam iki parti meydana geldi. Hiziplerin ayrı örgütleri ve imparatorluk sarayında temsilcileri vardı; her iki partinn taraftarları sirkte özel yerlerde oturur ve ayrı elbiseler giyerlerdi. Hiziplerin yerleşik siyasal programları olmamakla birlikte, üye grupları arasında egemen sınıfların kışkırttığı- büyük bir nefret vardı. Malî oligarşi, zengin zenaatçı ve tüccarlar genellikle yeşillerin desteğini arıyorlardı; bu partide papalık-aleyhtarı, ayrılmacı eğilimler hâkimdi, yeşiller bundan ötürü monofizitleri destekliyorlardı. Öte yandan, topraklı aristokrasiyse, imparatorluğun Roma [Katolik] Kilisesi yanlısı politikasını onaylayan mavilerden destek görmekteydi. Diakonov63 iki partinin ileri gelenlerinin toplumsal bileşimini tartışırken, yeşiller arasında tüccar ve sanayici öğelerin ağır bastığını düşünüyor. Öte yandan, maviler partisindeyse aristokratlara ve toprak sahiplerine ek olarak bir tüccar ve zenaatçı azınlığı da vardı. Diakonov, her iki partinin taraftar kitlelerinin toplumsal bakımdan benzer olduğuna, aralarındaki farkın önderlerinden ileri geldiğine, haklı olarak işaret ediyor. İki partinin taraftar kitlelerinin çatışan çıkarları olamazdı, oysa onları önderlerinden ayıran derin sınıf farkları vardı. Halk arasında kalıcı uyumsuzluklar sürdürmek, egemen sınıfların çıkarınaydı; böylelikle, karşılıklı düşmanlıklar yaratmışlardı. İmparatorlar, saraya mensup olmakla devlet hiyerarşisinde önemli yerler tutan parti önderleri aracılığıyla partileri etkiliyorlardı. Ardarda gelen hükümdarlar, kişisel olarak, bu hiziplerden birini ya da ötekini desteklerlerdi. Monarşi, partiler arası düşmanlıklara yansıyan demelerin üyeleri arasındaki bölünmeyi onaylıyordu; çünkü bölünmüş olması monarşinin durumunu güçlendirmekteydi. Halk arasında kalıcı uyumsuzluklar sürdürmek, egemen sınıfların çıkarınaydı; böylelikle, karşılıklı düşmanlıklar yaratmışlardı. İmparatorlar, saraya mensup olmakla devlet hiyerarşisinde önemli yerler tutan parti önderleri aracılığıyla partileri etkiliyorlardı. Ardarda gelen hükümdarlar, kişisel olarak, bu hiziplerden birini ya da ötekini desteklerlerdi. Monarşi, partiler arası düşmanlıklara yansıyan demelerin üyeleri arasındaki bölünmeyi onaylıyordu; çünkü bölünmüş olması monarşinin durumunu güçlendirmekteydi.64 Nefret edilen hükümdara, kamu görevlilerine ve varlıklı sınıflara karşı sonuna kadar döğüşmek. Birleşmiş partiler için bir çeşit programdı. Canalıcı anlarda, baştaki imparatoru devirmek, yabancılarla savaşmak, nefret edilen kamu görevlilerini değiştirmek ve güvenebileceği yeni bir erk kurmak için halk eyleme geçiyordu. Akşam olunca bir araya gelip topluca, meydanda rastladıkları üst sınıftan kimseleri soyarlar, pelerinlerini, kuşaklarını, altın ziynet eşyalarını ve ne bulurlarsa alırlardı… Dolayısıyla güzel giyinmenin ve değerli eşyalar taşımanın yaşamlarına mal olacağı korkusu yüzünden pek çok kimse daha güneş batmadan koşup evlerine kapandı. Korkunç durum devam edip kenti yönetmekle görevli yetkililer olaylara aldırmayınca, serserilerin cüreti her geçen gün arttı. Mavilerin işleri böyleydi. Onlara karşı olan topluluktan bir kesim, cezası kalan suç eylemlerine girişmek amacıyla Mavilere katıldı... Bir yığın genç bu partilere doluştu. Daha önce böyle bir şeye ilgi göstermemişlerdi, ama iktidar tutkusu ve sınırsız serbestlik onları bu örgüte çekti, çünkü o sırada insana aşağılık gelip de cezalandırıldığı görülen bir tek suç yoktu. Önce karşı gurubun üyelerini yok etmekle işe başladılar, sonra gerekçe göstermeden her önlerine geleni öldürdüler. Birtakım kimseler onları para yedirerek satın aldı ve kendi düşmanlarını gösterdi, partizanlar da kendilerine gösterilen hedefleri ortadan kaldırdılar ve kim olduklarını bilmedikleri holde öldürdükleri kişilere Yeşil yaftası vurdular."65 Iustinianus mevcut sıkıntının farkındaydı. 527'de tahta çıktıktan sonra şehirlere talimatlar göndererek kargaşa çıkaranların ve cinayet işleyenlerin cezalandırılacağını, halkın oyunları kurallara göre izlemesini istediğini bildirmişti. Tarih, İustinianos zamanında olan Nika devriminin öyküsünü bize kadar getirmiştir. İmparator besbelli, kendisinin yayılımcı siyasetini ve tarihî imparatorluğu diriltıme çabalarını destekleyen ‘venef’ ler dedikleri maviler partisinin üyelerini tutuyordu. Hükümete arkalarını dayayan maviler rakiplerine karşı teröre başvurdular, ama aynı zamanda imparatora duydukları sevgiyi de belli ediyorlardı. Sirkte imparator locasının sağındaki yerlere oturuyor, böylelikle ona bağlılıklarını gösteriyorlardı. İmparatorla ‘venef’ ler arasındaki bu duygudaşlığa karşın, halkın ortak yararı daha ağır bastı. Olay 11 Ocak 532'de Yeşiller ile Mandator arasında 63

op. cit., s. 195 vd., Seidler, 1980, Bizans Siyasal Düşüncesi. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi s. 37 65 bizansli tarihci Procop. HA. 7. 1 -39 64

29


geçen, tarihçi Teofanes'in aktardığı bir konuşmayla başlamıştır ve aynı zamanda renkler ile imparator arasında yapılan diyaloglar için güzel bir örnektir.66 Olay, 532'de İstanbul'da patlak veren ünlü Nika Ayaklanması'dır. Şehirdeki araba yarışı takımlarına destek veren Maviler ve Yeşiller adlı iki fanatik taraftar grubunun ön ayak olduğu ayaklanma, çapı ve nitelikleri bakımından Anadolu isyanları arasında önemli bir yer tutar. Olaylar sırasında şehir büyük zarar görmüş, on binlerce kişi öldürülmüş, hatta Iustinianus tahtından olma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Aynı çapta olmamakla beraber Nika Ayaklanması'nın benzerleri 5. yüzyılın ortalarından itibaren doğunun büyük şehirlerinde yaşanıyordu. Maviler ve Yeşillerin yanı sıra bazen onlarla birlikte hareket eden gösteri sanatçıları ve halkın da dâhil olduğu hareketler daha Tiberius ve Nero'nun saltanatları sırasında kendini göstermişti. MS. 15'te(?) meydana gelen olaylardan sonra Tiberius ciddi önlemler almak zorunda kalmış, Caligula ise gladyatör oyunlarında seyircilerin protestolarıyla karşılaşmıştır. Nero ayrıcalıklarına güvenerek sahtekârlık ve hırsızlık yapan araba yarışçılarının yarattığı karışıklıklara son verdi ve pantomim sanatçılarıyla onların destekçilerini şehirden sürdü.67 532 Ağustosunda, hippodromda mavilerin rakipleri, yani (prasinoi denilen) yeşiller partilerinin hapise atılmış olan belli bir takım üyelerinin serbest bırakılmasını istediler; aynı zamanda, imparatoru da yasayı çiğnemekle suçladılar. Üst yönetici çevrelerin hayreti karşısında, iki parti hükümete karşı güçlerini birleştirdi. Prokopios.. "Renk adları deme'leri böldüğü sürece" demektedir"... Bakanlar korkusuzca yönetimlerini sürdürebiliyorlardı. Fakat... deme'ler kendi aralarında anlaşıp da ayaklanma çıkınca, bütün şehir onlardan (bakanlardan) nefretini ortaya döktü ve idamlarını istedi... Birgün Konstantinopolis'te deme'lere bakmakla görevli kişiler, birkaç ayaklanıcıyı idam yerine götürürlerken, her iki hizbin üyeleri silâha sarıldı, mahkûmları kurtardı ve sonra da hapishaneyi zorla basarak, ayaklanma çıkarmak suçundan ya da başka herhangi bir suçtan ötürü tutuklanmış herkesi serbest bıraktılar. Hükümetin bütün temsilcilerini hiç acımadan öldürdüler. Âsiler sanki düşman girmiş gibi şehri ateşe verirken, ileri gelen yurttaşlar öteki kıyıya kaçtılar. Ayasofya, Zeuksippos hamamları, imparator sarayı ile Mars alanı arasındaki bütün bölge, Konstantinos meydanında boydan boya uzanan büyük revak, sayısız saraylar ve zenginlerin değerli mülkleri hep yakıldı.68 Bütün bunlar olurken, İmparator İustinianos sarayında karısı ve bazı senatörlerle birlikte edilgin bir durumda kalmıştı. Âsilerin haykırdıkları slogan "Zafer Kazan / Yen" (nikcı) idi. Ayaklanmacı "Nika" (bu Yunanca sözcük "zafer" ya da "zaferi kazan" anlamına gelmektedir) sözcüğünü muhafaza etmiş olan korkunç ayaklanmanın tümüne de bu söz ad oldu. İki partinin arasındaki düşmanlıklar ortadan kalktı; zâlimlere karşı duydukları nefretle birleşen halk nika (zafer) çığlıklarıyla zengin mahallelerini bastı ve imparatorluk sarayını kuşattı. Konstantinopol'is yanıyordu; topraklı aristokrasinin üyeleri Boğaz'ı geçip Anadolu şehirlerine sığındılar. İustinianos, kiralık askerler kullanarak düzeni güçlükle bastırabildi; en iyi komutanları Belisarios ile Moundos'u âsi yığınlarının üstüne göndetdi. Otuz bin kişi kadar öldürdükten sonra (Bell. Pers.), kiralık askerler, zafer adına zenginlere karşı ayaklananların devrimci patlayışını bastırdılar. Âsilerin asıl güçleri dağıtıldığı halde, yangınlar ve silâhlı gösteriler, uzun bir süre, devlete duydukları nefrete tanıklık etti. İmparatorluk fermanları yağmur gibi yağdı ve en küçük itaatsizlik sertlikle cezalandırıldı; örneğin âdi hırsızlık ellerin kesilmesiyle cezalandırılıyordu. Halk silâhtan arındırıldı; İustinianos özel kişilerin silâh imâl etmelerini, devlete ait silâh fabrikalarında çalışanların da halka çakıdan başka bir şey satmalarını yasakladı, Aleksandria'da da karışıklıklar çıktı ve imparator yerel sorumluların özel gözetim önlemleri almalaımı buyurdu. Bununla birlikte, silâh yasağı uzun sürmedi. Konstantinopolis'in dört hizbi ‘Maviler’, ‘Yeşiller’, ‘Beyazlar’ ve ‘Kırmızılar’ diye biliniyordu, fakat Iustinianos'un zamanında Beyazlar Mavilerle ve Kımızılar Yeşillerle birleşti.69 Ancak bu önemlerin pek işe yaramadığı Nika Ayaklanması'ndan sonra 550'ler ve 560'larda İstanbul'te yaşanan olaylardan anlaşılıyor. Hatta II. Iustinus'un saltanatında sorunlar devam etmişti. Prokopios'a göre Maviler ve Yeşiller otuz iki yıldır birbirleriyle çatışıyordu ve cezalar yetersiz kalmaktaydı. Tarihçi artan gerilimin yol açtığı Nika Ayaklanması'nın başlangıcını şöyle anlatır:"… Bu sırada Byzantion halkı arasında bir isyan baş gösterdi ve umulanın aksine ciddi bir hôl alarak ve hem halka hem de Senato'ya büyük zararı dokundu. Her şehirde halk uzun süredir Mavi ve Yeşil gruplar arasında bölünmüştü, fakat yakın zamanlarda bu isimler ve koltuklar uğruna para harcamaya ve bedenlerini70 acımasız işkencelere bıraktılar… Ve 66

bizansli tarihci Pralong, 2016,, s. 67 Ergin, 2013, A.g.e. s. 287 68 Seidler, G. L. ( 1980). Bizans Siyasal Düşüncesi. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi s. 39 69 Rice, 1998, A.g.e, s. 119 70 Ergin, 2013, A.g.e, s. 290 67

30


sonunda kendilerini nasıl bir tehlikeye attıklarını bilmeksizin rakiplerine saldırdılar… Bunlar arasında hiçbir sebebi olmayan ve sonu gelmeyen bir düşmanlık yeşerdi, çünkü ne evlilik ne akrabalık ne de arkadaşlık bağlarına yer vardı… Vatanları tehlike altında olduğu hôlde umursamaz davrandılar… Hatta kadınlar bile bu uğursuz çekişmeye katıldılar…" Taraftar grupları İstanbul'da olduğu gibi diğer şehirlerdeki faaliyetleriyle imparatora sadakati güçlendiriyordu. Fakat bu durum aynı zamanda kendilerinden beklenenler karşılığında taraftar gruplarının imparatorun hareketleri üzerinde söz sahibi olmaları anlamına geliyordu. Zeno'ya karşı ayaklanan Leontios'un 489'te idam edilmesi, isyan liderinin üssü konumundaki Antiokheia'da Mavi ve Yeşillerin karıştığı olaylara sebebiyet vermişti. Daha sonra 590'larda, Nil deltasındaki Aykelah isyanı ilginç şekilde Phokas'ın Maurikios'u tahttan indirmesinin öncesine denk gelecekti ve Phokas İstanbul'da Yeşiller tarafından imparator olarak karşılanacaktı. Phokas'ı yenerek tahta geçen Herakleios ise onun aksine Mavileri tutuyordu ve taraftar çatışmaları imparatorluk genelinde devam etti. Öte yandan71 imparator kültünün önemini yitirmesi neticesinde, halk imparatorla kendisini ilişkilendirebileceği araçlardan yoksun kalmıştı. Hipodrom imparatorun kendisini kilise dışında en sık gösterdiği yer haline gelmişti. Nitekim İstanbul'daki ilk isyan, II. Theodosius'un saltanatı sırasında (445) sadece Yeşillere yapılan tahıl yardımının ardından çıkmıştı. Bundan kısa süre önce imparator hipodromda Yeşilleri daha iyi bir yere yerleştirdiğini biliyoruz. Yeşiller imparatora verdikleri destek karşısında kendilerine ayrıcalıklar tanınacağının farkındaydı. İmparatorlar olaylara sebebiyet verdikleri gibi çoğu kez de bunların bastırılmasında etkili olamamışlardır. Nika Ayaklanması'nın büyümesi önemli ölçüde Iustinianus'un kararsız tutumuna bağlıydı.72 Bizans yaşamında Kilise ve Sirk iki önemli etkendi. Bizans bu bakımdan Roma'dan pek çok şey ödünç almıştı; hele siyaset alanında. Partileri iki önemli bölüme ayırmıştı: Yeşiller ve Maviler. Eski Roma' da bunların sayısı dörttü: Yeşiller toprağı, maviler denizi, kırmızılar ateşi, beyazlar havayı gösterirdi.73 Bizans Slav ve Avar istilâsıyla karşı karşıya kaldığı zaman, elinde yalnızca disiplinsiz bir ordu olan imparator II. Tiberios (578-582) şehrin savunması için deme'leri silâhlandırdı. Tiberios yerini, aristokrat gruplarla ilişkili olan Mauritios'a (582-602) bırakarak ölünce, başkentin silâhlı halkı yine isteklerini dile getirdi. İstanbul yeniden kalabalık74 gösterilere sahne oldu ve Mauritios 602 yılında devrildi. Erk, senatoya ve aristokrasiye karşı düşmanlığıyla tan inmiş bir komutan olan Phokas'ın (602-610) eline geçti. Phokas önceleri halkın ve askerlerin desteğiyle hüküm sürdü. Fakat çok geçmeden, izlediği din politikasıyla halkı tedirgin etti. Monofizitleri koğuşturdu. İstanbul patriğinin oikimenikos unvanının kullanmasına izin vermedi ve Bizans'a dost olmayan Persia'yla ilişki kurduklarından kuşkulanarak Suriyeli Yahudilere saldırdı Roma'ının isteklerine boyun eğmekle halkm desteğini yitirdi. 608 yılında Bizans'la dostluğun ve imparatorun görkeminin bir simgesi olarak Roma Forum'unda, Phokas'a adanan bir sütun dikilmiş, ama halk artık onu tınmaz olmuştu. Afrika'daki ordularından yararlanarak, Bizans aristokrasisi onu kolayca devirdi. Halkın devrimci hareketi, 8. yüzyılda ikona-kırıcılar zamanında yeniden yüze çıktı. Bu hareket, özellikle aşırılık yanlısı olan Paulikianlar arasında güçlüydü. Bizans köylüleri ve pleb yığınları içinde yaygın olan Paulikianlar tarikatının izleyicileri, tasvirler kültüne karşı saldırıya geçtiler. Aynı zamanda, varlıklı sınıflara, özellikle de Kilisenin örgütüne ve politikasına karşı köktenci toplumsal fikirler yaymaya başladılar. Paulikianların yaygın ve köktenci toplumsal hareketinden, III. Leon'un, sonra da Y. Konstantinos'un desteklediğini ılımlı ikonakırıcılık taraftarları yararlandılar. Manastırlara karşı savaşımda, dinsel tarikatların geniş arazileri zenginlerin açgözlü iştihasım ve yoksulların nefretini kışkırtıyordu. Serf-ekonomisinin çözülüşü, toplumsal hareketlerin ortaya çıkması için elverişli koşullar yaratmıştır. Kutsal tasvir ve kalıntılar kültüne Paulikian muhalefet Bizans'a Anadolu'dan geldi. Paulikianların ikona-kırıcılık fikirlerinin, inanışlarında kutsal tasvirler kültüne karşı çıkan İslamların etkisi altında oluştuğu anlaşıyor. İmparatorlukta, III. Leon’un uyguladığı ikonakırıcılık öğretisinin başlıca etkisi, imparatorun Kilise politikasını destekleyen taşradaki askeri aristokrasiyi ve pleb kitlelerini birleştirmek oldu. Kutsal tasvir ve kalıntılar kültüyle savaşma adına, III. Leon ve ardılları Kilisenin, özellikle de manastırların servet ve arazilerine el koyarak hazinenin gelirini arttırdılar. Halkın, V. Konstantinos'un ölümünden çok sonra, yakında dirilip devlet düzeninin yeniden kuracağına inandığına bakılırsa, ikona-kırıcı imparatorların siyaseti çok tutulmuş olmalı. Tarihçi Theophanes, "V. Kontantinos'un ölümünden yıllar sonra, halkın askerî yenilgileri duydukça, sevgili imparatorlarının mezarı başında 71

Ergin, 2013, A.g.e, s. 295 Ergin, 2013, A.g.e, s. 296 73 Yıldız, 2009, A.g.e, s. 43 74 Seidler, 1980, Bizans Siyasal Düşüncesi. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi s. 39, s. 40 72

31


toplanarak, 'Kalk da, canveren İmparatorluğumuzu kurtar' diye bağrıştığı"nı yazıyor. 9. yüzyılın üçüncü onyılında Bizans İmparatorluğu'nun her yanında, doğrudan doğruya özgür köylülerin haklarını kısmaya çalışan büyük toprak sahiplerine yönelik bir tarımsal devrim, patlak verdi. İslâm'a karşı sürekli savaşlar boyunca, uçsuz bucaksız arazilere sahip olan ve becerikli bir biçimde askerî kuvveti iktisadî nüfuzla birleştiren komutanların durumu çok güçlenmişti. Özellikle Ermeni komutanlar sayısız malikâneler ele geçirmişlerdi; bu, imparatorluk sarayıyla ilişkilerinde bağımsız olmalarını sağlıyor ve onlara, özgür köylüler üstünde sınırsız bir güç veriyordu. Yeni askerî topraklı aristokrasi, hak ve özgürlüklerini savunmak için silâha sarılmak zorunda kalan yerleşik köylülerle sert bir çatışmaya tutuştu. Başkaldırıların en kötülerden birisi MÖ.820’de patlak verdi ve üç yıl sürdü. 821 ilkbaharında, Arap askerlerin desteğiyle Thomas adında Slav asıllı bir askerî kolonici imparatorluk sınırlarından içeri girdi. Nefret edilen imparatorluk erkine karşı, halkın benimseyeceği 75bir savaş sloganı atarak iktidarı ele geçirmeye kalkıştı. Tarihçi Theophanes Kontiniatos şöyle yazıyor: "Thomas devletin vergilerini kendine alıp cömert armağanlar dağıtarak halkı kazandı ve böylelikle, aşağı bir konumdan yükseklere erişti. Servet edinme ve devrim, çıkarma tutkusu olanlara, sözler vererek ve nezaketle davranarak, kuşkuluları ise kandırarak ve zorlayarak kendisinden yana çekti. Böylece bir iç savaş çıktı... Serfler efendilerine, erler subaylarına, askeri birlikler komutanlarına karşı ayaklandılar. Bütün Asya ağır bir yoksulluğun yükü altında inliyordu. Her yerdeki Asya şehirleri korkudan Thomas'a teslim oldu; imparatora sadık kalmak isteyen ve biraz daha uzun süre direnen şehirler, teslim olunca, direnişlerini halklarından birçoğunun ölümü ve mallarmın-mülklerinin geniş ölçüde kaybı ile ödediler. Bu yolla, Asya'nın tümü ondan yana çıktı." Thomas, böylelikle, toplumsal bir devrimin önderi oldu, Makedonya ve Trakya köylüleri onun bayrağı altında toplandılar, donanma ondan yana geçti, Yunan şehirlerinin deme'leri ve köleler de onu tuttular. Bizans doğrudan doğruya büyük toprak sahiplerinin fecdal isteklerine karşı yönelen bir devrim dönemi yaşadı. İki yıl sonra, 823'te âsiler yenildiler; haklarını savunmak için silâha sarılanların hepsi kanlı bir boğuşma sonucunda yok edilmişlerdi. Theophnaes şöyle diyor: "Bazı yurttaşlar imparatorla anlaştılar, ondan kendilerinin bağışlanacaklarına dair söz alınca, Thomas'ı tutup bağladılar ve imparatora getirdiler. İmparator, hükümdarların eski bir geleneği uyarınca, Thomas'ı ayağının altına aldı, boynuna bastı, kollarının ve bacaklarının kesilmesini, sonra da vücudunun bir eşeğe yüklenerek, herkesin görmesi için şehirde dolaştırılmasını emretti... Bu suretle, Ekim ayında, gâsıp, avlanmış bir hayvan gibi, yavaş yavaş işkenceler altında can verdi..."76 O zamanki olaydizimciler (vak'anüvisler), topraklı aristokrasinin devrimcilerin kanıyla yeri suladıklarmı yazarlar. Thomas'ın devrimi, Bulgar hükümdarı Omortag'ın işe karışmasıyla bastırılmıştı. Ama Bulgar köylü kitleleri Bizans'taki köylü devrimini onayladıkları ve destekledikleri için, Omortag'ın kendisi de bir ayaklanma tehdidiyle karşılaştı. 10. yüzyılın ilk yarısında, vergilerin ve serflik görevlerinin yükü altında ezilen, toprakları keyfî olarak ellerinden alınan köylüler tekrar feodal beylere karşı ayaklandılar. Devrimci kargaşalıkların doğrudan nedeni, 928 yılındaki kötü hasattan sonra Bizans'ın üstüne bir felâket gibi çöken açlıktı. Bundan sonra, bazı aralarla altı yıl boyunca, imparatorluğu, korkusuz Bakırelli Basileios'un önderlik ettiği bir köylü devrimi sarstı durdu. Söylentiye göre, ülkenin ileri gelenlerine karşı ilk ayaklandığı zaman Basileios'un elini kesmişler, o da düşmanlarından kaçıp kurtulunca, ucuna kılıç takılı bir bakır el kullanmıştı. Şiddetli çarpışmalardan sonra, devrim bastırıldı. Bu ayaklanmanın sonucu, 934'te çıkarılan bir yasayla köylülerin isteklerinin bir ölçüde karşılanması oldu. Yasa feodal beylerin, elkoydukları bütün toprakları asıl sahiplere geri vermelerini öngörüyordu. 1182'de, baştaki Komnenos hanedanının bir üyesi olan yaşındaki Andronikos tarafından yönetilen bir başka ayaklanma patlak verdi. Yeni devrim esas itibarıyla yabancılara, özellikle de yavaş yavaş Bizans ticaretini ele geçirmiş olan Venediklilerle Cenevizlere yönelmişti. Andronikos üç yıllık hükümdarlığı sırasında, önceleri Bizans'taki yabancı etkilerinin kalkmasını isteyen aristokrasiden destek gördü. Yeni hükümdar aristokrasinin ve bürokrasinin gücünü sınırlayan bazı ciddi reformlara girişti77ve Thessalonikeli Eustathios'a göre, onu Tanrı'yi sevdiklerinde daha çok seven halk yığınlarının ekonomik ve siyasal durumlarını düzeltmeye çalıştı. Fakat aristokrasi hemen yabancılarla birleşerek Bizans'taki bu son reform girişimini sona erdirdi. Gerek 1258'deki Nikaia ayaklanması, gerekse 1262'de çıkan köylü ayaklanması, Anadolu'da aristokrasiye tam bir zafer sağlayarak yenilgiyle sonuçlandı. Yüz yıl sonra Doğu İmparatorluğu yeniden kanlı toplumsal çatışmaların savaş alanı oldu. 14. yüzyılın ortalarında, birçok şehirlerde ve belediye bölgelerinde (kızgın bağnazlar diye 75 76 77

Seidler, 1980, A.g.e, s. 41 Seidler, 1980, A.g.e, s. 42 Seidler, 1980, A.g.e, s. 44

32


çevirebileceğimiz) Zelotes'lerin yaygın hareketi başgösterdi. Bu harekette köylüler ve şehir halkı da vardı, ama asıl denizciler egemendi. Ayaklanıcılar aristokrasiye başkaldırdılar ve özel topraklarla Kilise mülklerinin dağıtılmasını istediler. Devrim, 1342-49 yılları arasında Selanik'de en güçlü durumdaydı. Yedi yıl süreyle pleb'ler bu şehri yönettiler, Kilisenin ve patricV lerin mülklerine el koydular, soyluların ayrıcalıklarını kaldırdılar ve uzun zamandır yerleşmiş gelenekleri yıktılar. Bütün bunlar malsız-mülksüz sınıfların yararınaydı. Zelotes'lerin öğretilerini, yalnızca onlarla hiç de duygudaş olmayan tarihçilerin öykülerinden ve devrim bastırılırken savcının yaptığı konuşmadan (bu söylev, Paris'teki Bibliotheque Nationale'de 1213 numaralı yazmada saklanmıştır) biliyoruz.78 Zelotes'lerin baş ilkesi, genel yarar idi. Bu ilkenin demokratik Zelotes'ler topluluğu hesabına geniş mülklere el koymalarını haklı kıldığı görüşündeydiler. Âsiler diyorlardı ki, "Yöneticiler zenginleri mülklerinden yoksun bırakabilir, bunları toplumsal amaçlarla kullanabilir, hatta ortak yarar adına şiddete başvurabilirler." Göreneklerin olsun, yazılı yasaların olsun kutsallığını tanımayı reddediyorlardı. Aşağı sınıfların vergilerini azaltan ve borçlarını kaldıran yeni devrimci buyrultular çıkardılar. Büyük mülklere getirdikleri sınırlamaları Kiliseye de uyguladılar, özellikle manastırları servetlerinden yoksun ederek, onlara ancak kıt kanaat geçinmelerine yetecek kadar mal mülk bıraktılar. Kiliselerin vergiden bağışıklıklarına son verdiler, kiliselere ya da manastırlara miras bırakılmasına izin veren yasaları kaldırdılar, Kilisenin büyük görevlilerini atama hakkını kendilerine ayırdılar. Kilisedeki yolsuzluklarla savaşırken, çoğu kez, simge olarak haç işaretini kullanmışlardı. Tarihçi İcannes Kantakuzenos, "Haçı sunaktan alarak kendilerine simge ettiler ve bu işaret altında düşmanlarıyla savaşacaklarını söylediler" diyor. Siyasal programları aşırı bir demokrasiyi temsil ediyordu; kitle gösterileri düzenle ailer, kamu görevlerine seçimle adaylar getirdiler, herkese eşit bak tanıdılar. Zelotes'lerin öğretisi devrimci savaşımlar içinde ve yerleşmiş ayrıcalıklar geleneğini ortadan kaldıracak yönde oluşmuştur. Davalarının haklılığına inararak şöyle diyorlardı: "Kilisenin toprağını alıp birçok yoksulu doyurmuş olmamızda garipseneeek ne var?.. Bu hareketimiz manastırlara bir zarar getirmeyecektir, çünkü onların gereksinmelerine yetecek kadarını bıraktık; vaktiyle bunları bağışlayanların isteklerine de aykırı olmayacaktır.”79 Zelotes'ler hareketi bütün İmparatorluğu kaplamıştı. Tarihsel kaynaklardan öğreniyoruz ki, "ayaklanma imparatorluğun her yanma korkunç ve acımasız bir hastalık gibi yayıldı, eskiden sessiz ve ılımlı olanları da sardı. Bütün imparatorluk en zâlim ve umutsuz bir savaşımın açılarıyla kıvranıyordu... Halk zenginlerden nefret ettiği için en küçük bir kışkırtmayla silâha sarılıp ayaklanıyor ve en şiddetli eylemlere girişiyordu..."80 Hipodrom, savaşa gitmediği zamanlarda sarayına çekilmiş olan ve kendisine ulaşılamayan imparatora halkın seslenebildiği tek siyasal mekândı. İmparator, bizzat halkla konuşmasa da Mandator olarak görevlendirdiği aracısı üzerinden bir diyalog gerçekleşirdi.81 Anadolu'da henüz taraftar grupları bu kadar belirgin değildi, ama 1.Yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Tyana'lı Apollonios Anadolu şehirlerinde benzer sorunlarla karşılaşmıştı: "(Apollonios) sükûnetle geçen bu yıllar boyunca kısmen Pamphylia'da kısmen de Kilikia'da zamanını harcadı… Ne zaman kargaşa içindeki bir şehre gelse -ve çoğu da ucuz gösteriler yüzünden hiziplere bölünmüşlerdi.- kendisini gösterir ve bütün kargaşaları son erdirirdi… Gösteriler ve atlar yüzünden tartışanları yatıştırmak o kadar zor değildir, çünkü böyle konular üzerine sorun çıkaranlar, gerçek bir insanla karşılaştıklarında kendilerine çeki düzen verirler…"82 Bu gelişmelere paralel olarak, 5. yüzyıldan itibaren hem dini hem de din dışı tezahüratların ve sloganların sayısında artış olduğu antik ve epigrafik kaynaklardan anlaşılıyor. Türkiye liglerinde çeşitli taraftar gruplarının terör eylemlerine veya siyasilere karşı tribünlerde takındıkları tavır ve attıkları sloganlar, bunların ülkeyi ilgilendiren konularda etkin rol oynayabileceklerinin iyi bir kanıtıdır. Daha sonra 7. yüzyılın başında, Maurikios'un saltanatında İskenderiye'deki Aykelah ayaklanmasında, Phokas döneminde Suriye ve Filistin'deki isyanlarda ( 602-610) ve Mısır' da Phokas'a karşı patlak veren ( 609-610) isyanların hiçbirinde gruplar hipodromda ya da oyunlar esnasında harekete geçmemişti. ‘Constantinus'un bir kararnamesinde 78

(Seidler, 1980, s. 45) (Seidler, 1980, s. 46) 80 (Seidler, 1980, s. 47) 81 (Pralong, 2016,, s. 66) 82 (Philostr. VA l.15) 79

33


tezahüratların kendiliğinden mi yükseldiğinin yoksa planlanmış bir gösteri mi olduğunun anlaşılabilmesi için valilerin duruşmaları tribunuslarla birlikte " halkın içinde" yürütmelerini istemesi, halk arasında gösteri ve tezahüratların önem ve etkisini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Her ne kadar Cameron olaylarda dinin rolünü inkâr etse de tarihçinin gözden kaçırdığı bazı olaylar ve başvurmadığı kaynaklar durumun bu kadar basit olmadığını ima etmektedir. Bu dönemde Kilise ile Kalkhedon Konsili kararlarını destekleyen Monofizitler arasında bir gerilim yaşanmaktaydı. Şehirlerde önemli bir güç olan taraftar gruplarının bu anlaşmazlıklara bir şekilde bulaşmış olmaları pek şaşırtıcı değildir. I. Theodosius'un ölümünden sonra imparatorlar doğrudan orduya komuta etmeyi bırakmış, dolayısıyla başkenti nadiren terk etmişlerdi. Zafer alaylarının gerektirdiği askeri başarıların elde edilememesi, bu etkinin imparatorlar tarafından desteklenen arabacıların hipodromda kazanacakları yarışlarda aranmasına yol açtı. Taç giyme töreninin Konstantinopolis hipodromuna taşınması böyle törenlere katılan taraftar gruplarının başkentte daha etkin rol oynamalarını sağlamıştı. Taraftar grupları İstanbul'da olduğu gibi diğer şehirlerdeki faaliyetleriyle imparatora sadakati güçlendiriyordu. 7. Yüzyılın sonuna kadar imparatorları titretmeye devam ettiler. İsyankâr demotai'nin hangi imparatorlar tarafından imparatorluğun sadık adamlarına dönüştürüldüğü tam olarak bilinmiyor, yalnızca 8. yüzyılın İkonakırıcı imparatorlarının, İsauria hanedanının bunda payı olduğu sanılıyor. 9. yüzyılın ortasında gelişme tamamlanmış ve yarışlar gördüğümüz gibi imparatorluk merasimlerinin Kapsamına alınmıştır. Bundan böyle yarışlar devlet erkânının imparator önünde (gördüğümüz örnekte II. yüzyıl imparatorlarından Konstantinos Monomahos önünde) secdeye varmasıyla başlıyordu. Patria bu gelişmeyi kendine has bir biçimde yansıtıyor: 842'de ölen imparator Teofılos'un, şehrin simgesi olan Tihe (Talih) heykelinin kollarını kestirdiğini anlatıyor.83 Eski Bizans 'ta Hipodrom'un önemi çok büyüktü. Hipodromda mahkûmlara halka açık olarak çok kez işkence yapılmıştı Maiouma bayramı Doğu'dan gelme bir gece bayramıydı, üç yılda bir Mayıs ayında Dionysos ve Aphrodite'nin denizden doğması, temsil edilirdi. Bağ bozumu ve Dionysia'da bugün “ulah” denen bir dağlı dansı vardı, bu yunanca Blakhos, dağlı demekti. Dansçılar el ele tutuşurlar, sanki ayaklarıyla üzüm ezenler gıbi davranırlardı. Laodıkıa, Trullo gibi Konsil'lerinin yasak ettiğı Calendes-Kalandalar bir Hıristiyan bayramı olmuş, adı Agapai'ye çevrilmişti. Agapailer Hırıstiyanlığın ilk çağlarında da vardı. 84 TARIM, KÖYLÜLÜK: Homeros‟un sözünü ettiği gibi Traklar arpa ve kenevir yetiştirilmekteydi. Yine başka bir antik yazar olan Ksenephon bölgenin arpa ve buğday yönünden zengin olduğunu notlarına kaydetmiştir. Bu ürünler haricinde üzümleri oldukça meşhur olan ‘Thrakia’ bölgesi şarap üretimi ile de göz doldurmaktadır. Ayrıca bölgede hayvan yetiştiriciliği anlamında koyun besiciliği ve at yetiştiriciliği önemlidir.85 Nasıl kız çocuklar, yaşamın önemli noktalarını annelerinden, ablalarından öğreniyorlarsa, erkek çocuklar da erkekler dünyasının görev ve yükümlülüklerine babaları tarafından alıştırılırlardı. Eski dönem ekonomik yapısında en sık rastlanan ve aile içinde büyük tercih gören zanaatkârlık, esnaflık ve çiftçilik gibi mesleklerde, erkek evlat çoğu zaman daha küçük yaştayken, kendi babasının yanında tüm gerekli olanları öğrenmiş olurdu. 86 Kolonilere yerleştirilen askerlere dağıtılan toprağın yerli halktan zorla alınması nedeniyle burada yaşayan halk da yeni yerleştirilen askerlerin arası açılmıştı.87İşçi sınıfının yün giysileri gibi keramiklerin? Çoğu da köylüler tarafından köylerde üretiliyordu, ama keramikçilerin çoğu mallarını satmak üzere düzenli olarak bütün kentlerde kurulan pazarlara getirirlerdi.88Bizans tarihi boyunca tarım topluluklarına konan vergiler her zaman onların refahlarını yok edecek gibiydi. Sık sık içine düştükleri yoksulluk, köylülerin mültezimlerden (vergi memurları) ve toprak beylerinden nefret etmelerine yol açtı. Dokuzuncu ve onbirinci yüzyıllar arasında sık sık isyanlar oldu. Bu gibi çalkantılar patlak verdiğinde siyasal ve dinsel çekişmeler bu olayların gerçek birer başkaldırıya dönüşmesini körüklüyordu. Başkaldırıların en kötülerden birisi MÖ.820’de patlak verdi ve üç yıl sürdü. Yirmi yıl bile geçmeden oldukça büyük boyuna bir Slav başkaldırısı Peloponnessos'un barışını bozdu. Çok sayıda köy olmasın a karşı birçoğu büyük bir malikânenin bir parçasını oluşturur ve orada yapanlar devlet yerine toprak beyinin hükmü altın da olurlardı. VII. yüzyıla kadar (ve belki de daha 83

(Pralong, 2016,, s. 69) (Yıldız, 2009,A.g.e, s. 44) 85 Ksenephon, Anabasis VIII, 1, s. 13.; Homeros, Ġlliada, XIII 4; XIV 227.; Strabon, Geographica, s. 320. 86 (Blanck, 1999,A.g.e, s. 168) 87 (Güveloğlu, 2009, A.g.e, s. 48) 88 (Rice, 1998, A.g.e, s. 166) 84

34


sonraları) Doğu bölgelerinde yaşam büyük malikânelerin çevresinde dönerdi. Bunlar ya eski Roma aristokrasisinin üyelerine ya da yeni Bizans soylularına ait olurdu ve ekonomik krizin insanların paralarını toprağa yatırmalarına yol açtığı III. yüzyılın sonlarında gelişmişti. Bazı toprak beyleri çok güçlendiler. Ortaçağ Avrupa'sının kargaşa çıkaran baronları gibi yürekli ve iradeliydiler. Birçoğu küçük bir kabile reisi gibi davranıyorlardı. Bazıları kendi sikkelerini bile bastılar ve çoğunlukla görkemli olan villalar yaptırdılar. Bu villalarda odalar çoğunlukla mozaik bir tabanla bezeli merkezi bir avlunun çevresinde olurdu. Villaların içleri konuk kabul odaları bir yanda, özel daireler diğer yanda kalmak üzere bir koridorla ikiye bölünürdü. Bazıları mimari açıdan değeri olan eski evlerde yaşamayı yeğlerlerdi.89 V. yüzyılda küçük çiftlik sahiplerini işçilerinin yanı sıra iki sınıf tarım işçisi ortaya çıktı. Bunlardan biri teknik olarak özgür olan ve böyle oldukları için de vergi ödemeleri gereken ama gerçekte belli bir toprak parçasına bağlı ve uygulamada serf olan ve üzerinde çalıştıkları toprak satıldığında otomatik olarak toprağın yeni sahihine satılan erkekleri karşı Çok sayıda köle olmasına karşın hiç bir zaman elde olan toprağın işlenmesine yetecek kadar insan yoktu. VII yüzyılda tarım işçisi açığı o kadar büyüktü ki, imparator Batı Avrupa'da esir aldığı Slavları çok gereksinme duyulan köylü iş gücünü sağlamak üzere Küçük Asya'ya gönderdi. Bu açık sonunda, devletin köylülerin korunması için önlemler almasına yol açtı. VII. yüzyılda talimatlar çıkarıldı ve "Çiftçi Yasası" olarak bilinen yasada toplandı. Bu yasa bağımsız küçük toprak sahibi olacak kadar şanslı olanların işledikleri toprağın sahibi olmalarını sağladı. Oysa şanslı gibi görünen bu kimseler, gerçekte kırsal alanlarda yürürlükte olan vergilendirme sitemiyle bu yarardan yoksun bırakılıyorlardı. 'Annona’ diye bilinen bu sistemde, bir köyün meyve bahçeleri, tarlaları ve ortak otlakları tek tek değil de tek bir birim olarak değerlendirilirdi. Kölelerin çoğu bir köyün nüfusunun şişmesine yol açmalarına karşın, vergi ödemediklerinden ve bu değerlendirmede toplam nüfus sayısı hesaba katıldığından, köyün topluca ödemekle yükümlü olduğu vergiyi ödemek, Çoğunlukla orada yaşayanlar arasında azınlık bile olsalar, küçük toprak sahiplerine ve serflere düşüyordu. Vergilendirilecek toprak ve çiftlik hayvanları her 15 yılda bir yeniden değerlendirilir. Bunlar gelir kaynakları olarak limanlar, pazarlar ve satılabilen mallarla aynı işlemi görürdü. Değerlendirmeyi yapan, hesaplamalarını bitirince, sonucu köyün yaşlılarına iletirdi; onlar da her vergi yükümlüsüne katkıda bulunması beklenen miktarı bildirirlerdi. Bu verginin büyük bir bölümünün mal ol arak ödenmesi ve devletin vergi memurlarına teslim edilmesi beklenirdi, oysa daha geç dönemlerde köylüler sık sık bunu kendisi için alıkoyan yerel toprak beyine teslim etme zorunluluğuyla karşı karşıya kaldılar. Daha önce görüldüğü gibi, annona ilk çıktığında toprak vergisi ve oy kullanabilme vergisinin bileşimiydi. Böyle olduğu için kaçanın payından komşuyu sorumlu tutma gibi bir uygulaması vardı ve bu da karşılık olarak vergiyi ödeyeni toprağa bağlıyordu. Annona, vergi mükellefini köyü terketme özgürlüğünden yoksun bıraktığından, zamanla onu bir serf statüsüne indirdi. "Çiftçi Yasası" bu durumu oy vergisini toprak vergisinden ayırarak önlemeye çalıştı. Hareket özgürlükleri yeniden verilen köylüler arasından özgür olanlar, daha iyi toprak ya da daha kolay çalışma koşulları aramak için köyü terk etmelerini engelleyecek hiçbir şey olmadığını anlamakta gecikmediler. Özgür küçük çiftçilerin birçoğunun bir kaç kölesi olmasına ya da kendilerine evde ve toprakta çalışırken yardımcı olmak üzere bir hizmetkâr tutmalarına karşın, o kadar yoksuldular ki çok azının birden çok atı, bir eşeği, danasıyla birlikte bir ineği ve bir çift de öküzü vardı. Oysa VIII. yüzyılda 100 boyunduruk öküzü, 500 büyük baş hayvanı, 80 atı ve 12.000 koyun sahibi toprak beyi de aynı derecede tipikti. X. yüz yıla büyük malikâneler ortaya çıktı. Patras bölgesinde çok zengin dul toprak sahihi bir kadın olan Danielis, 80 malikâneye ve kadınların hep beraber çalışarak oldukça büyük miktarlarda keten ve ipek dokudukları atölyelerin bulunduğu bir kaç kasabaya sahipti. Hazine sandıkları değerli eşya ve göz alıcı giysilerle dolu olmakla ünlüydü. Bir tahtırevanla yola çıktığında kendisine 300 köle eşlik ederdi. Servetini 3.000 köleyi azat edip onları İtalya'ya koloni kurmaları için gönderen imparatora bırakmıştı. 934'te büyük toprak sahiplerinin tarım alanları satın almalarını yasaklayarak, büyük malikânelerin boyutlarını sınırlamayı amaçlayan bir yasa çıkardı. Ayrıca, toprak o zaman var olan tek yatırım yoluydu. Yıllar geçtikçe bu kırsal vergilendirme sisteminin darbesini yiyen her zaman yoksul köylüler oldu. Hem varsıl toprak beyleri ve hem de manastırlar özel ayrıcalıklardan ve muafiyetlerden sürekli yararlandılar. Sonunda, tam onlar kendilerine sayısız yarar sağlamışken, pronoia yeniden gündeme geldi.90 Bunu için de pronoia sahiplerinin oğullarının babalarının malikânelerini verasetle alabileceklerine karar verdi ve böylece ailenin mülk üzerindeki hakkını sürekli hale getirdi ve pornoluların vergi muafiyeti 89 90

(Rice, 1998, A.g.e, s. 215s. 216s. 219) Rice, 1998, A.g.e, s. 225. s. 226, s. 227 s. 220

35


sürdü. Köylüler her zaman kendi orduları tarafından yağmalanma ve ya istilacı olarak ya da Haçlılar olayında olduğu gibi dost görünümü altında gelen yabancı ordular tarafından soyulma tehlikesiyle yüzyüzeydiler. Toprağı işlemek için Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde kullanılanlar kadar ilkel aletleri vardı. Bunlar başlıca, öküz ya da katırların çektiği basit bir tahta sabanı, iki uçlu bir çapayı, iki uçlu belleri, kürekleri, orakları, tırpanları, kazmaları, çift başlı çekiçleri, dikme çubuklarını ve bazen da bir sapa takılan keskin, ağır ve sivri bir taş ya da üvendireyi kapsardı. V. yüzyılda posta atları ağırlığı 492 kiloyu aşan bir yükü çekemedikleri ve eğer çekerlerse hamutları onları boğduğu için, yük taşımak üzere katırlar ve ağır yüklü arabaları çekmek için de öküzler kullanılırdı. Öküzler aynı zamanda da su pompalamaya ve harman dövmeye de yarardı. Bugün Ortadoğu’da birçok ülkede olduğu gibi öküzler bir direğe bağlanır ve harman yapılan yerin sert zemini üzerinde, nalsız ayaklarıyla döndüre döndüre yürütülürdü. IX. Yüzyılda kadar binek atlarına bile demir nal çakılmazdı ve üzerinde eyer yerine bir bez konur, yular ve gem takılırdı. Oysa IX. yüzyıldan başlayarak, demir nallar gibi eyer ve üzengiler de yaygın olarak kullanılmaya başlandı ve o zamana kadar köylülerin gereksindiği basit aletleri yapmak ve onarmak için tutulan demirciler artık atları nallamaya da başlamışlardı. Bir kadın ya da bir çocuk körükleri çalıştırarak, demircinin ateşinin sönmemesini sağlardı. Toprak apographeus ismi verilen görevlinin önünde, öküzlerle çekilen, uzunluğu önceden belirlenmiş iplerle ölçülürdü. Köylüler, bazen kolsuz olan, uzun tunikler giyerlerdi ama bunun eteklerini önlerinde toplayarak göğüslerine kadar çekerlerdi. Pantolonları baldırlarına kadar inerdi ve ya çıplak ayakla gezer ya da topuksuz ayakkabı giyerlerdi. Çoğunlukla omuzlarına bir pelerin alırlardı. Ama çok ender olarak şapka giyerlerdi. Evleri çoğunlukla dörtköşe küçük odalardan biraz daha iyiydi; en iyileri iki odaya ayrılıp, çatısı kiremitle örtülürken, daha başarılı çiftçiler iki katlı evlerde yaşıyorlardı. Bu evlerin giriş katı, kümes, ahır ve kiler işlevini görürdü ve dışarda kibir merdivenle çıkılan ikinci katta ailenin odaları olurdu. Dağlık alanlarda bu kulübeler taştan, diğer yerlerde tuğladan yapılırdı. Köyün çanak çömlekçisi ve tuğlacısı çoğunlukla aynı kişiyken, daha büyük köylerde bu iki iş birbirinden ayrılmıştı. Her iki durumda da ustalar hem yerel toprak beyleri v e hem de köylüler için yapı malzemeleri,91 depolama kapları ve sofra takımları yapmak üzere bütün gün çalışırlardı. Onlar, demirciyle birlikle marangozlar gibi köylerde bulunan diğer biricik zanaatkârlar olduklarından. Köylüler için çok gerekliydiler. Köyün su kaynağına büyük önem verilirdi. Bazen süs işlevini de yerine getirmek üzere yapılan kuyular. Uygun noktalara açılarak kadınlar için hoş bir toplantı yeri oluştururdu. Sulama kan alları ve çoğunlukla çok sağlıksız olan açık kanalizasyonlar köy sokaklarında akardı. Çoğunlukla bir kiliseye ya da manastıra bağlı olan, Suyla ya da rüzgârla çalışan ya da öküzler. Katırlar ya da eşekler tarafından çalıştırılan değirmenler kolay ulaşılabilecek noktalarda olurdu. Su değirmeninin kullanılması, değirmenciliğin fırıncılık zanaatinden ayrılmasına yol açtı. Çünkü değirmenin çalıştırılabilmesi için rüzgâr ya da büyük bir akarsu gerektiğinden. Değirmenlerin köyden ve köyün fırınından bir az uzağa yapılmasını gerektiriyordu.92 VIII. yüzyıldan başlayarak varsıl bölgelerde ki köyler, verimli tarlalara açılan meyve bahçelerinden, incirliklerden ya da bağlardan oluşan bir kuşakla çevrili olurdu. Köylüler bu tarlalarda tahıl, sebze ve salata yetiştirirlerdi. Bu tarlalar özel mülkiyetli fakat onları çevreleyen otlak bir bütün olarak köyündü ve ortak topraktı. Usta bir polis gücü köylülerin mülkünü korumakla görevlendirilmişti. Bu zorlu işte onlara yardımcı olmak üzere, kırsal kesimde yolculuk etmek isteyenlerin hevesleri şiddetle kırılıyordu ve sınır bölgelerine kadar uzun yol katetmesi gerekenler yanlarında yolculuk belgeleri taşımak zorundaydılar.93 Köy rahipleri yalnızca onların yararına kilise ayinlerini yerine getirmiyor aynı zamanda da onları rahatlatıp koruyarak ve çocuklarına okuma, yazma ve hesap öğreterek yaşamlarında çok önemli bir rol oynuyorlardı. Köylünün yaşamı da mevsimlik zevklerden yoksun değildi. Tüm görkem ve kurallarıyla kutlanan Kilise şenliklerinin ve komşu manastırlarda anılan yerel azizlere saygı sunmanın yanı sıra, eğlenilecek, düğün gibi, aile içi olaylar da vardı. Bölgesel başkentlerde katılınacak yıllık panayırlar ve yakın kasabalarda da daha küçük ama aynı derecede canlı pazarlar kurulurdu. Ne yazık ki sakatlar, yaşlılar ve yoksullar yerel tefeciden borç alabilmek için kentte bulunmaktan yararlanmak zorundaydılar; çok az kimse öyle ya da böyle tefecilerin hizmetlerine başvurmaktan kaçabiliyordu.94 Alan dinç olanlara sağlıklı ve tasasız eğlenceler de sunuyordu. Örneğin, bağ bozumuna sarhoşlukla geçen ama çok keyif verici bir şölen eşlik ederdi. Son hasadın kaldırılışı yemek ve içkiyle gezgin akrobatlar, jonklörler ve mim sanatçılarıyla birlikte 91Rice,

1998, A.g.e, s. 228 1998, A.g.e, s. 229 93Rice, 1998, A.g.e, s. 229 94Rice, 1998, A.g.e, s. 230 92Rice,

36


neşeyle kutlanıldı. Uzun bir günün sonunda işin bitmesi bile hoşnut olmak için yeterliydi. XV. yüzyıla ilişkin bir kitap resmi, insanların ve hayvanların yemek yemek ve dinlenmek üzere hazırlanırken içinde bulundukları rahat atmosferi çok güzel yakalamıştır. Bu resimde köpeğinin yeni bulup getirdiği bir tavşanı ondan alan avcıyla, efendileri dikkatle bakarken bir mısır arabasını boşaltan iki işçi ve öküzlerin boyunduruğunu çözen bir üçüncü işçi betimlenmiştir. Büyük Saray'ın mozaik tabanını süsleyen sakin ve çekici sahnelerden anlaşıldığına göre, VI. yüzyılda kutsal yaşamın övülecek bir niteliği olduğu fark edilmişti.95 Kırsal alanda yaşamayı çok seviyor ve mutluluğu elde etmenin en iyi yolunun "toprakta çalışmak, mısır yetiştirmek, şarap yapmak ve hayvan yetiştirmek" olduğunu ileri sürüyordu. İmparatorluk ailesinin bireyleri ve Theodoros Metokhites bile ülkenin çeşitli bölgelerinde malikâneler ediniyor. Kırsal kesimde her zaman tuzağa düşürülecek bir av, bir köpeğin yakalayabileceği ya da üzerine ustaca bir sepet atarak bir çocuğun yakalayabileceği bir tavşan bulunurdu. Köylüler ağ kullanmakta ve tuzak kurmakta çok ustaydılar ve çoğunlukla tahtadan yapılmış hayvanları tuzak olarak kullanırlardı. Avcılığı her sınıftan insanlar severdi. Büyük toprak beylerinin hem özgür hem de köle avcılardan, köpek yetiştiren çocuklardan, iz sürücülerinden ve şahinle avlananlardan oluşan geniş bir maiyetleri olurdu. İmparatorluk arazisi büyük askeri bölgelere (thema) ayrılarak her biri askeri ve sivil otoriteye sahip birer asker-yöneticinin (strategos) idaresine verildi. Bu thenıalar içinde asker mülkleri (stratiotika ktenıata) yer alıyor ve askeri hizmet karşılığında kişilere tahsis ediliyordu. Böylece, savunma hizmetini gerçekleştirecek olan yeni asker-köylüler geçimlerini ve savaş donanımlarını bu küçük arazileri işleyerek sağlıyorlardı. Thema sisteminde asker mülkünü alan ve askerlik hizmetini yapan kişi ölünce en büyük oğlu bu mülkü ve ona bağlı yükümlülüğü devralıyordu. İmparatorluktaki bütün köylüler savunma hizmeti ile yükümlü kılınıp kendilerine toprak verilmediğinden kendi topraklarını işleyen ve devlete vergi veren özgür köylüler de vardı. Bir asker-köylünün en büyük oğlu dışındaki çocukları boş arazi bulabildikleri takdirde buraları işleyerek özgür köylüler sınıfına katılıyordu. Asker-köylüler askerlik ve savunma hizmetini, özgür köylüler de vergi gelirinin büyük kısmını sağladıklarından devlet gücünün temellerini oluşturuyordu. 7. Yüzyılda Sasani ve Arap istilaları nedeniyle önceki dönemin büyük toprak sahipleri ortadan kalkınca bu iki grubun oluşturduğu özgür küçük arazili köylülük kırsal alanlarda baskın unsur haline geldi.96 Erken dönemde görülen tarımsal işgücü kıtlığı da 7. Yüzyılda ortadan kalktı. Bu durumun ortaya çıkmasında hem uğranılan toprak kayıpları hem de yabancı nüfus gruplarının, özellikle Slavların, imparatorluk arazisinde iskânı etkili oldu. Böylece capitatio- iııgııtio sisteminin yerine baş ve arazi vergileri birbirinden ayrıldı; baş vergisi bir ailede kaç kişi yaşadığı hesaplanılarak alınan bir ocak vergisi (kupuikou) haline geldi. Özgür köylülüğün kırsal alanlarda baskın hale gelmesi 7. yüzyıl sonu 8. yüzyıl başında Köylüler Kanunu’nun oluşturulmasında yansımasını buldu ve bu kanunla getirilen düzenlemelerin çoğu imparatorluğun sonuna kadar yürürlükte kaldı. Kanuna göre köylülerin iki tip yerleşim birimi vardı: köyler (khorion) ve ayrı çiftlikler (ktesis). Ktesis köyden ayrı ve kendine yeterli bir birimdi; işlenebilir arazi hemen köy evinin yanında bulunuyordu. Ancak daha yaygın olan yerleşim şekli köylerdi. Köy arazisinin ortasında birbirine yakın şekilde bahçe ve avlularıyla birlikte köylülerin evleri yer alıyor, evlerin etrafında işlenebilir araziler, bağlar ve meyve bahçeleri bulunuyordu. Otlaklar köyün ortak arazisi olup bütün köy hayvanları bir çobanın nezaretinde burada otluyor, köylüler çobana sürüdeki hayvanlarının sayısı ile orantılı bir ücret ödüyordu. Rüzgâr ve su gücüyle çalışan değirmenler de köyün ortak malıydı. Köy nüfusların toprağın nitelik ve verimliliğine göre değişiklik gösteriyordu. Haçlı seferleri sonrasındaki dönemde, yani 12. Yüzyıl sonlarından itibaren 50-500 kişi arasında değişen köy nüfusları olduğu bilinmektedir. Önceki dönemlerde daha fazla nüfusa sahip köy sayısının daha fazla olduğu düşünülebilir.97 Köylülerin mülkiyetleri arasında büyük farklılıklar görülebiliyordu. Gösterişli evleri, işlenmiş değerli ürünleri, büyükbaş hayvan sürüleri ve köleleri bile olan büyük köylüler49 yanında kendi toprakları olmayan ve toprak kiralamaya çalışan oldukça yoksul köylüler vardı. Bu durumda ortakçılık sistemi görülüyor ve kısa ya da uzun dönemli kiralamalar söz konusu oluyordu. Kiralamanın en yaygın şekli emfiiteusis olarak bilinen, kiralanan toprağın geliştirilmesi yükümlülüğünü de içeren kalıtsal bir kiralama biçimi idi. Kısa süreli emfiiteusis yirmi beş ya da yirmi dokuz yıl süreli oluyordu. Uzun süreli kiralama ise ömürboyu kiralama olarak biliniyor ve üç kuşak boyunca geçerli kalıyordu. 11. yüzyılda toprak kiralarında yıllık normal oran 10 modioi işlenebilir arazi için 1 nomisma idi. Bağların kirası ise ortalama kalitedeki 95Rice,

1998, A.g.e, s. 231 s. 233 Baskıcı, 2009, s. 218 97 (Baskıcı, 2009, s. 219) 96

37


işlenebilir arazilerinkinden yaklaşık on kat daha yüksekti. Kısa dönemli kiralamada ürünün yarısı kiracıya yarısı toprak sahibine ait olurken, uzun süreli kiralamada ürünün 9/10 'u kiracıya ait oluyordu. Uzun süreli kiralama özellikle sıradan tahıllar dışında ve yetiştirilmesinözen isteyen üzüm gibi daha değerli ürünler için uygulanıyordu. Bir köylü yeterli sermaye ve donanıma sahipse köyünü terkederek köy dışında bir yere yerleşebiliyor, böylece köyler dışında ayrı çiftlik evleri oluşuyordu. Bunların bazıları oldukça küçük köylü mülkleri iken, bazıları köleler ya da kiracılarca işletilen büyük mülkler olabiliyordu. Köy ve dışındaki çiftlik evleri bir topluluk oluşturuyor ve bir mali yönetim birimi haline geliyordu. Vergi memuru köylere düzenli olarak uğruyor, gerektiğinde olağanüstü vergiler toplayabiliyordu. Vergi memuru ayrıca toprağın değerini ölçmek, köyün ve topluluğun köy dışında yaşayan üyelerinin vergi borçlarını belirlemekle görevliydi. Vergilemedeki muafiyet ve indirim konularında karar verebiliyor, mülkiyetin başkalarınca satın alınması ve vergi yükümlülüğünün mirasçılar arasında paylaştırılmasına nezaret ediyordu. Köylülerin esas uğraşı tahıl tarımı idi. Bunun yanısıra sebzeve meyve yetiştiriciliği, bağcılık, arıcılık, balıkçılık, çobanlık, kümes hayvancılığı, büyük ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği de yaygındı. Küçük köylüler iktisaden en iyi dönemlerinde bile temel vergi borçlarını ödemekte zorlanabiliyordu. Çünkü Bizans, sabit verimlilikteki bir tarım yapısından özellikle son yüzyıllarında giderek daha fazla vergi almaya çalışıyordu. Üstelik ortak vergi yükümlülüğü uygulaması da köylülerin aleyhine bir durum yaratıyordu. Arazileri onlara ancak asgari yaşam seviyesinin biraz üstünde bir gelir sağlıyordu. Yetiştirdikleri ürünü çoğu kez yıldan yıla pazarlayan köylüler bütün bir yıl bununla geçinmek zorundaydı. Sadece ikincil uğraşları ile ürettikleri ürünleri her hafta kasaba pazarlarında satabiliyorlardı. Küçük köylünün çoğu kez birikmiş sermayesi yoktu. Kötü hava şartlan ve kötü bir hasat bir anda bütün mülkiyetini tehlikeye sokabiliyordu. Yaşamını devam ettirmesi barış ortamına ve uygun hava koşullarına bağlıydı.98 Plebler toprakları olmadığından particilerin topraklarını kiralamak durumunda kalan küçük çiftçilerdi. Plebler aynı zamanda zanaat ve ticaretle uğraşıyordu. Borçlarını ödeyemediklerinde de o dönemin yasalarına göre alacaklının kölesi haline geliyorlardı.99 Roma toplum düzenin en alt tabakasında köleler yer alıyordu. Kölelik ya doğuştan gelmekteydi ya da borç yüzünden insanlar köle durumuna düşerdi. Kimi zaman korsanlar tarafından kaçırılıp satılan insanlar köle haline getiriliyordu. Diğer bir kaynağı da savaşlardı. Böylece Roma’da köle sayısı artmıştı. III. ve II. yüzyılda Roma’nın pazarlarına yığınla kölenin girmesine neden olmuştu.100 Köleler farklı fiyatlara satılmaktaydı. Okuryazar ya da bir zanaat sahibi olan kölelerin fiyatları yüksekti. Kölelerin önemli bir kısmı latifundia adı verilen çiftliklerde çalışırlardı. Madende, taş ocağında, tuğla işlerinde, harmanda, değirmende, fırında, seramikçilikte, dokuma atölyelerinde çalışan köleler vardı. 101 Roma’da çeşitli işlerde ağır koşullarda çalıştırılan kölelerin yanında ev kölelerinin durumu çok iyiydi. Bunlar arasında, oda uşakları, masörler, berberler, uşaklar, tahtırevan taşıyıcıları, giysi dolabı görevlerinin bulunduğunu görüyoruz. Ev kölelerinin başında ise onları yöneten bir kişi yer alırdı. Roma’da özel yetenekleri olan köleler, uzmanlaşarak çeşitli alanlarda hizmet vermekteydi. Bunlar arasında müzikle uğraşan ya da ailenin çocuklarına rehberlik edenler vardı.102 Ticaret-Esnaflar: İp ağ ve sepet yapımı önemli bir iş alanıydı ama sabun ve özellikle mum sanayileri çok önemliydi. Mumlar yalnız evlerde değil, aynı zamanda da alaylarda ve özellikle yalnızca aydınlatma amacıyla değil saygı işareti olarak ikonaların önünde ve altarlarda yakıldıkları kiliselerde gerekliydi.103 Baharat, fildişi ve mücevher gibi istenen lüks maddeler ve mısır ve pamuk gibi temel maddelerle iş görülüyordu. İlk tazeliğini kaybeden yemeğin keyifle tüketilmesini sağladığından, baharat çok pahalı olmasına karşın herkes kullanmak istiyordu. Baharata talep o kadar çoktu ki, 408'de Alaric'in104 Konstantinopolis'teki kuşatmayı kaldırmak için fidye olarak 3.000 libre karabiber istemesi şaşırtıcı

98Baskıcı,

2009, s. 221,A.g.e Söylemez, H. 2015 A.g.e, 100 Söylemez, H. 2015 A.g.e, 101 Söylemez, H. 2015 A.g.e, 102 Söylemez, H. 2015 A.g.e, 103 Rice, 1998, A.g.e, s. 166 104 I. Alarik: 370 yılında Tuna Nehri deltasındaki bir adada dünyaya gelmiştir. 395 yılında Vizigot kralı olmuş ve krallığı öldüğü 410 yılına kadar sürmüştür. Roma'yı yağmalayan ilk Cermen asıllı komutandır. 99

38


değildir.105 Yine de keramikçilerin ve deri işleyenlerin loncaları ülkedeki loncaların en büyükleriydi. İşçi sınıfının yün giysileri gibi keramiklerin çoğu da köylüler tarafından köylerde üretiliyordu.106 Yapım işleri çok insan ve malzeme gerektiriyordu. Taş, mermer ve kemik işleyenler aynı zamanda da boncuk, haç ve diğer süs eşyaları gibi lüks eşyaları da üretirken, marangozlar ve diğer tahta işleyenler taş, kaşık ve mobilya gibi ev eşyalarını da üretiyorlardı. Balta, keser matkap ve testere kullanarak oldukça dikkat çekici son uçlar alıyorlardı.107 Beraberlerinde balık, deri eşyalar, hal, balmumu ve Azak Denizi'nin havyarını getirirler ve at, karabiber, ipek (bir bölümünü yeniden iden ihraç ederlerdi) şarap, nitelikli cam ve maden eşyayla ve ülke 988’de Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, kilise eşyalarıyla geri dönerlerdi. Bizans'ın başkentine giren bütün yabancı tüccarların hareketleri ve sayıları bir quastor tarafından dikkatle denetlenir ve Ruslara belki de 860'dan beri Konstantinopolis'e şiddetli saldırılarda bulundukları için olağandışı sıkı kurallar uygulanırdı. Bu saldırılardan en az ikisi Rusları Bizans'ın başkentinin surlarına kadar getirmişti.108 Pax Romana boyunca huzur içinde bulunan imparatorluk sınırları büyük ölçüde savaşa ve dışarıdan gelecek tehditlere açık konumdaydı. Bu dönem boyunca sınırlardan geçen yollar, surlarla çevrili olmayan kentlere ticaret mallarını, gezginleri, memurları ve zanaatçıları taşımıştır. Ancak bu yollar kentlerin savunmaya öncelik vermemesinden dolayı bu kentlere saldırmak isteyebilecek bir topluluk için de açık konumda bulunmuştu. İmparator Marcus Aurelius’un dönemine (M.S. 161-181) gelinceye kadar Roma birçok savaş yapmıştır. Ancak imparatorun döneminde ve onun ölümünden sonra daha büyük savaşlar ve beraberinde bir de ekonomik bunalım dönemi başlamıştı. Surların önemi de III. yüzyıl krizi olarak adlandırılan bu dönemde kayıplar verilerek anlaşılabilmiştir. M.S. I. ve II. yüzyıllarda tüm Roma dünyası için ortak olarak söylenebilecek olan şey kentlerde ticaretin üst sınıftaki vatandaşlar tarafından kontrol edildiğidir. Üst sınıfı oluşturan zenginler için kent, sadece konforlu bir yaşam değil aynı zamanda Roma tarafından güvenliği sağlanan kazanç şekli anlamını da taşımıştır. Romalılar da kentin bu tür avantajlarından faydalanan zenginleri kent hayatının devam ettirilebilmesi için gerekli olan finansal kaynağın sağlanması işlerinde kullanmaktan geri kalmamışlardır. Bunun dışında kentlerin finans kaynağı kamu Zenginler kentte sağlıklı bir biçimde yaşamanın mümkün olmadığı veba ve benzeri salgın hastalıkların ortaya çıktığı zamanlarda kentin olumsuz etkilerinden kurtulmak için kır villalarına çekilmişlerdi. Ancak rutinlerine ve daha az finansal destek beklentilerine karşın ekonomik faaliyetler gerçekleştirerek kar elde etme olanağının azlığından dolayı zenginler ve aristokratlar taşrada sürekli olarak yaşamayı III. yüzyıldaki bunalım dönemine kadar hiç düşünmemişlerdir. Güven ve devamlılık durumunun kırsalların lehine döndüğü III. yüzyıl kriziyle birlikte zenginlerin güvensiz olan kentleri terk ettikleri ve daha az saldırıya maruz kalan kırsala yerleştikleri bu dönemde kırsal bölgelerde inşa edilen büyük villaların sayısındaki artışla açıkça gözlemlenmektedir. M.S. I.-II. yüzyıllarda kentlerde yaşayan aileler arasında çeşitli kamu görevlerinin üstlenilmesi, memurlukların paylaşılması ve oyunların düzenlenmesi görevlerini üzerlerine alma konusunda bir yarış olduğu söylenebilir. Bunun imparatorluğa katkısı ise birbirleri ile yarışa giren zengin ailelerin imparatorluğa ve kentine daha fazla bağlanması şeklinde gerçekleşmiştir. İmparatorluk tarafından verilen idari görevleri alabilmek için yapılan rekabet vatandaşların yalnızca kentlerini çok sevmelerinden dolayı değil, aynı zamanda bu görevleri yerine getirmenin daha yüksek memuriyetlerde görev alabilmek için ön koşul oluşturduğundan dolayı da yapılıyordu. Aynı şekilde kentler de statülerinin yükseltilmesi, Roma vatandaşlık hakkı elde etme ayrıcalığına sahip olmak veya mevcut statülerinin düşürülmemesi gibi nedenlerle birbirleri ile yarış içine girmişlerdir. Ancak bu rekabet ortamı her zaman olumlu sonuçlar doğurmamış, siyasi çıkar sağlamayacak bazı önemli işlerin göz ardı edildiği durumlar da olmuştur. Sınıf ayrıcalıkları bir yana bırakılacak olursa yukarıda da söylediğimiz gibi M.S. II. yüzyılda ve III. yüzyılın ilk çeyreğinde Roma kentlerinde yaşamak büyük bir ayrıcalık olarak görülmüştür. Kentlerin fiziksel açıdan doruğa çıkışı genelde II. yüzyılın sonunu, Noricum’da olduğu gibi bazı eyaletlerde III. yüzyılın ilk çeyreğini bulmuştur. Aynı dönemde batı eyaletleri Roma uygarlığının kaliteli çanak-çömlek, gümüş işleri, cam, şarap, zeytinyağı ve doğu baharatları gibi tipik tüketim maddelerini temin etme konusunda kendi kendilerine yeterli hale gelmişlerdir. Tüm bunlar yaşanırken oyunlar düzenlenmesi ticaret dengesinin sağlanması gibi konularda başarılı olan kentler bu başarılarını büyük ölçüde yerel seçkinlerin hamiliği sayesinde kazanmışlardır. Bu 105

Rice, 1998, A.g.e, s. 165 Rice, 1998, A.g.e, s. 166 107 Rice, 1998, A.g.e, s. 166 108 Rice, 1998, A.g.e, s. 171 106

39


dönemde festivaller, oyunlar ve kamu yapıları için zenginler tarafından harcanan para hat safhaya ulaşmıştır. Ancak bundan sonraki dönemlerde bu kadar büyük harcamalar yapılmadığı görülmektedir. Hatta Traianus döneminde (M.S. 98-117) yarım kalan binaların tamamlanması güçlükler çıkardığından kentlerde bir binanın inşasına başlandığında o bina tamamlanmadan yenisinin inşasına başlanması yasaklanmış, bunun yanında yeni bir bina yapımı işi de izne bağlanmıştır. Çünkü zenginler artık yüksek masrafları yüklenmekten kaçınmışlardır. İmparatorluk yetkilileri zor durumdaki kentlere vergi indirimi ya da benzeri bir kolaylık da işler gittikçe içinden çıkılması güç bir durum almıştır. İmparatorluğun kentleştirme politikası ve kentlerin gelişim süreçleri bölgeler ve eyaletler arasında farklılık göstermiştir. Roma’nın etki ettiği dönemde Eski Yunanistan’da ve Anadolu’da geçmişi çok daha eskiye dayanan bir kent kültürü bulunduğu açıktır. Bu nedenle bu iki bölgenin halkları kentliliği bilmiş ve kentte yaşama kültürü bu topluluklarda uzun süreden beri yaşam şekli olmuştu. Hatta Roma Anadolu’da ve Hellas’da vergi sistemini ve mali düzenlemeli Yunanlıların kullandığı gibi kullanmaya devam etti.109 Her ne kadar Roma kentinin merkezinde forum yer almış olsa da hiç kuşkusuz tapınaklar toplumsal ve bireysel yaşamın en vazgeçilmez alanlarından olmuştur. Roma dininin farklı dönemlerde, farklı coğrafyalarda çeşitli tanrıları ve tanrıçaları kabul edip kendi pantheonuna kattığı göz önünde tutulursa bu tanrılar ve tanrıçalar için inşa edilen tapınakların da aynı şekilde çeşitlilik göstereceği kaçınılmaz olacaktır. Bunun yanında bir koloni kurulacağı zaman Roma tanrılarına ayrılan Capitolium’un kurulması en önemli aşamalardan birisi olmuş ve bu çoğunlukla Roma’daki Capitolium örnek alınarak yapılmıştır. Görüldüğü gibi Roma idareyi kent birimine kadar indirmenin önemini fark etmiş ve M.S. I. ve II. yüzyıllarda bunu destekler bir yapılanma sürdürmüştür. Ancak her kentin aynı derecede desteklenmediği ve özellikle kamusal yapıların inşası hakkında eşit davranılmadığı, bazı kentlere inşaat çalışmalarında ayrıcalık tanındığı bilinmektedir. Ne var ki, kamu binalarını inşaat edilmiş olması da tek başına sorunların bittiği anlamına gelmemektedir. Bu binaların bakımı, onarımı, işletilmesi gibi konularda ve buralarda görev alacak olan memurların atanmasında da zaman zaman sorunlar yaşanmış olmalıdırEskiçağda kentsel yaşam kamusal kurallar ve yasalarla yönetilmekle birlikte toplumsal olarak sürdürülmekteydi bu dinin üyeleri kilisede küçük toplulukların bir araya gelmesiyle dini gerekliliklerini yerine getirebilirdi. İş bu boyuta gelince daha büyük alanlara ve festivallere gerek kalmamış, bu da zenginlerin daha önce bahsettiğimiz finansal yükümlülüklerinden kaçmasına olanak sağlamıştır. Onları kentsel yaşama tekrar adapte etmek ve sorumluluklar yüklemek amacıyla imparator Diocletianus döneminde (M.S. 284-305) kentlere hizmet edenlere vergi ve benzeri konularda kalıcı muafiyetler sağlanmış ve onur payeleri verilmiştir. Ancak bu döneme gelinceye kadar Roma önemli bir gelir kaynağından mahrum kalmıştır. Kentliler arasında Hıristiyanlığı benimseyenlerin sayısı arttıkça pagan dinine ait tapınak yerleri ve binalar ıssızlaşmaya başlamıştır. Lonca: Lonca teşkilatının ortaya çıkışı Roma İmparatorluğu'nun kuruluş yıllarına kadar geri gider. İlk zamanlarda kapalı ekonomi içinde sadece toprağa bağlı üretimle başlayan, fakat zaman içinde gelişme gösteren ve özellikle toplumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere dülgerler, kunduracılar, bakırcılar, çömlekçiler, kuyumcular gibi el sanatlarına öncelik tanıyan meslek gruplarının kurulduğu görülür. Daha sonralan ise kültür ve medeniyetin ilerlemesine uygun olarak yeni iş gruplan ortaya çıkmış ve kasaplar, balıkçılar ile maden işçileri loncalan kurul muştur. Maden işçileri arasında yalnız demir ve bronz işçilerinin değil, ziynet eşyası yapan yani altın ve gümüş işleyen kuyumcuların da yer aldığı ve bu arada yavaş yavaş büyümekte olan küçük ticaret erbabının ise, esas itibariyle, gıda maddeleri yani hububat, et, yağ ve şarap ticaretiyle uğraşmaya başladığı görülmektedir.110 Yerel halkın günlük ihtiyaçları için üretim yapan önemli bir zanaatkâr sınıfı vardı. Anadolu'da halı, kilim, çeşitli keten, yün, ipek ve pamuklu kumaş dokumacılığı, cam eşya ve çanak çömlek yapımı yaygındı. Zanaatkâr ve tacir sınıfı banausoi olarak adlandırılıyordu. Şehir ve kasabalardaki artizanal (el sanatlarında usta olan, zanaatkar anlamına gelir.) üreticiler arasında ayakkabı imalatçıları, demirciler, terziler, çömlekçiler, dokumacılar, marangozlar, şapka imalatçıları, duvarcılar, kürkçüler, gemi yapımcıları, mermer işçileri, biber öğütücüleri, araba, eyer, sabun, elek, urgan, çapa ve fıçı imalatçıları, kuyumcular, dericiler, fırıncılar, meyhaneciler, aşçılar, balıkçılar, değirmenciler, parfüm ve mum imalatçıları vardı. Şehirlerdeki artizanal üretimin başlıca iki büyük tüketim grubu için mamül mal sağlıyordu. Sivil halkın günlük yaşamı için gereken çeşitli tüketim malları ve ev, ahır, değirmen, manastır inşaatları için malzeme, devlet memurları

109 110

Güveloğlu, 2009, A.g.e, s. 26 Demirkent, 2005,A.g.e, s. 160

40


ve askerler için gereken tüketim malları ve yol, kışla, kale, gemi, hamam, kilise inşaatları ve askeri araç ve silah üretimi için malzeme.111

Devletin temsilcisi olan şehrin valisi tarafından yürütüldüğünü, başkentin gıda maddelerini sağlamakla yükümlü olan celepler, kasaplar, balıkçılar, fırıncılar ve meyhaneciler gibi Loncaların daha özel bir önem taşıdığını ve bunların daha sıkı bir kontrol altında tutulduğunu, domuz kasaplarının diğer et satanlardan ayn bir grup oluşturduğunu öğreniyoruz. Böylece, Bizans'ın bütün zanaatkârlarının ve tacirlerinin toplumun ekonomik hayatının düzgün işlemesi için belli kurallar içinde çalıştığını anlamak mümkün olmaktadır. Daha önce de değindiğimiz gibi, Bizans'daki Loncaların eski Roma döneminden farklı olduğu hemen göze çarpmaktadır. Eski devirde Loncalardan birine, belki de birden fazlasına girmek zorunluğu vardı. Oğullar genelde babalarının mensup olduğu Loncalara girerlerdi. Hâlbuki bu kural Bizans döneminde değişmişti; hiç kimse bir Lonca'ya girmek zorunda değildi; eğer böyle bir şey isterse, ancak bir Loncaya girebilirdi. Bir Lonca'ya girmek için bazı özelliklere sahip olmak, mesela sanatında bilgili, usta olmak gerekiyordu. Her ne kadar şart olmasa da, çoğunlukla oğullar baba mesleğine girerdi. Böyle durumlarda bile adayın Lonca'ya kabul edilme şartlarına uygun olması gerekirdi; bunun için aday, önce Lonca üyelerinin oluşturduğu toplantıda bir sınava tabi tutulurdu; üyeler tarafından kendisinin değerli biri olduğunun belirtilmesi gerekirdi. Yeni üye Lonca'ya giriş ücreti olarak başkana 3 nomismata ödemek zorundaydı. Bunun yanı sıra her üyeye 1 nomismata ve yemek (ziyafet) masrafı için de 6 nomismata öderdi. Lonca'nın hiçbir üyesi bu resmi merasimlerden uzak duramazdı; eğer böyle bir merasime katılmamışsa, 4 keratia para cezası öderdi.21 Her Lonca'nın kendi başkanını seçme hakkı vardı. Ancak seçilen başkanların vali tarafından onaylanması gerekirdi. Bir başkan görevini yerine getiremez duruma gelince işini bırakıp çekilirdi ve kendisine emekli aylığı verilirdi. Bu durumda vali onun yerine bir üst düzey üyeyi tayin ederdi. Ama üyeler bu tayini beğenmezlerse işe müdahale edebilirlerdi. O zaman vali sıradaki ikinci veya üçüncü kişiyi seçerdi. Başkanın görevleri arasında Lonca üyelerinin ufak tefek anlaşmazlıklarını çözmek de vardı. Ayrıca bir üye ölünce, cenazesi, Lonca'ya kabul edildiği gibi gösterişli bir törenle Lonca üyeleri tarafından kaldırılırdı. Cenaze merasimine gelmeyen üye, başkana geçerli bir mazereti olduğunu ispatlamak zorundaydı; aksi takdirde 6 keratia para cezası öderdi. Loncaların üretim miktarı, üretim kalitesi ve mallarının fiyatları tesbit edilirdi. Ayrıca Lonca dışındaki tüccardan mal satın alma işi kararlaştırılırdı. Loncalar her ne kadar üyelerinin ekonomik menfaatlerini çoğaltmak niyetiyle kurulmuşlarsa da, asıl amaç devlete hizmet etmekti. Yaptıkları işin önemine göre tasnif edilen Loncalar için devlet değişik şartlar koymuştu. Mesela İstanbul, Roma, Selanik gibi büyük şehirlere malzeme sağlayan değirmencilere, fırıncılara, domuz satıcılarına ait olan Loncalar daha sıkı kontrol altında tutulurdu.112 Altın ve gümüş işçileri ile emaye ve cam eşya yapanlar değerli esnaf addedildiğinden – imparatorun himayesinde - Büyük Saray'ın girişine yakın yerde toplanmıştı.23 Ibn Batuta'nın kaydına göre ise, Ayasofya Kilisesi'nin etrafında "Yazarlar Pazarı" vardı. Burası üzeri yüksek bir kubbe ile örtülü üstünde üzüm dalları ve yaseminler bulunan bir çardaktı. Yine onun ifadesine göre, ilaç satıcılannın pazarı yazarlar pazarına komşuydu. Sanatkârlar korunurdu. Ama en çok korunan endüstri malı ipek dokumacılığı idi. Sadece ipekçilik ile uğraşan en az beş Lonca vardı. Bu mal Bizans için mücevherden daha kıymetliydi ve ihracatı kesin olarak yasaklanmıştı. Eski devirlerde ipek Çin'den gelirdi fakat imparator justinianus devrinde (560 yıllarında) Bizans'da ipek endüstrisi kuruldu ve bundan sonra da imparatorluğun değer verdiği en önemli iş oldu. Başlangıçta başkentin yanı sıra Yafa ve İskenderiye gibi şehirlerde ipek dokumacılığı yapıldı. Ama 7.yüzyılda İslam fethiyle Suriye ve Mısır bölgeleri kaybedilince bütün atölyeler İstanbul'da toplandı. İmparatorluk sarayındaki atölyelerde kadınlar ve erkekler nefis kumaşlar dokudukları gibi, İstanbul'un yanı sıra Pelopones'deki bazı şehirlerde de ipek dokumacılığı yapılmaya başlandı. Ancak II. yüzyılda Bizans arazisi olan Yunanistan bölgesine saldıran Sicilya Norman kralı II. Roger'nin Thebes ve Korinthos şehirlerindeki ipek işçilerini Palermo'ya taşımasıyla ipek dokumacılığı Batı' da da öğrenildi. Bununla beraber Bizans ipek dokumacılık sanatını daima korudu. Dördüncü Haçlı Seferi sırasında (1204) Istanbul'un Latinlerin eline geçmesinden sonra lznik'de kurulan Bizans Devleti zamanında da dokumacılık aynı şekilde devam etti. Bizanslılar geleneksel desenlerine bağlı kalarak muhteşem kumaşlarını dokumayı sürdürdüler. 111 112

Baskıcı, 2009, s. 216 A.g.e, Demirkent, 2005, A.g.e, s. 166

41


Kumaşlar, altın iplikle işlenmiş, desenlerle süslü imparator moru denilen kızıl, limon sarısı, gül rengi, elma yeşili gibi binbir renkte dokunurdu. Herbiri bir unvanın, bir mevkiin sembolü idi. imparator seyahate çıktığında yanında sandıklar dolusu kumaşlar taşınırdı; bunlar yerel valilere ve elçilere hediye edilirlerdi. Ayrıca imparatoru ziyaret için Istanbul'a gelen hükümdarlara ve önemli kişilere de bu kumaşlardan hediyeler sunulurdu. Saray mensuplarının çoğu ise mevkiine göre bu kumaşlardan yapılmış kıyafetler giyerdi. Istanbul'u ziyaret eden hemen herkes saraylıların giyinişinden ve muhteşem kıyafetli asillerden hayranlıkla bahsetmiştir. Barbar bir kabile reisi veya sonradan görme bir Norman'ın bu ipekli elbiselere sahip olması imparatorluğun şerefine sürülmüş leke sayılırdı. Satışa sunulan daha basit ipekli kumaşlar bile çok sıkı denetlenirdi. Bu lüks kumaşların ülkenin dışına çıkarılmasını önlemek için her türlü tedbir alınmıştın. 10. yüzyılda İstanbul'a gelen her Venedik gemisinden 2 nomismata ama yüklü giden her gemiden 15 nomismata vergi alınırdı.28 Sonuç olarak bütün tacirlerin mallarını İstanbul'da satmaları teşvik edilir ve böylece de ihracatın önüne geçmeye çalışılırdı. İpek kumaşın yanı sıra yünlü ve keten dokumacılığı da gelişmişti ve ayrı Loncaları vardı. Dokumacılık kadar maden işleme, gümüş işleme ve kuyumculuk da önemliydi. İmparatorun kullanması için gümüş eşyalar imparatorluk atölyelerinde yapılıyordu. Bu gümüş eşyalar ihraç edilebildiği gibi, genelde barbar reislerine verilmek üzere veya değiş tokuş malzemesi olarak kullanmak için sarayda saklanırdı. İpekli kumaşlar gibi bu gümüş eşyalar da tahttaki imparatorun ve iş başında bulunan valinin adı veya monogramı ile damgalanırlardı. Prefectus veya Eparkhos unvanını taşıyan şehrin valisi, devletin şehirdeki en yüksek memuruydu; imparatorluğun önde gelen makamları arasında 18. sıradaydı. Vali'nin, bütün Loncalar, halk ve şehirde yaşayan yabancılar üzerinde tam bir otoritesi vardı. Loncalarla olan ilişkisi kurallardan ortaya çıkmaktadır; o, yeni üyelerin kabulüne karar verir, ticaret ve imalatı denetler eder, ihracat ve ithalatı kontrol eder ve yabancı tacirlerin faaliyetlerini denetlerdi. Aynı zamanda verdigi kararlara itaatı saglardı; bunun için çeşitli derecede cezalar verme yetkisine sahipti. Loncaların faaliyetini denetleyebilmek için kendi emrinde çalıştırdığı geniş personeli vardı. Denetcileri her türlü malın incelemesini yapardı, yasaklara uyulmasını saglar ve Loncalardan vergi toplarlardı. Loncaların başkanları (primikerios) da valinin yardımcısıydı; valinin emirlerinin Lonca üyeleri tarafından yerine getirilip getirilmediğini kontrol ederlerdi. Pascal Chroniği'nin, imparator Herakleios'un 623 yılında Avar Kağanı'nı Trakya'da karşılamak üzere resmi bir maiyyet ile lstanbul'dan çıktığı sırada yanında bulunan heyete, asiller ve kilise mensuplarının yanı sıra Lonca üyelerinin de katılmış olduğunu kaydetmesinden bellidir. 113 Bu loncalar şunlardı: 1) Noterler, 2) Kuyumcular, 3) Bankacılar, 4) lpekli Elbise Tacirleri, 5) Suriye lpeklisi Sancılan, 6) Ham lpek Satıcıları, 7) lpek Örücüleri, 8) lpek Dokumacıları, 9) Keten Tacirleri, 10) Parfüm Sancılan, 11) Mumcular, 12) Sabuncular, 13) Erzakçılar, 14) Dericiler, 15) Kasaplar, 16) Domuz Satıcıları, 17) Balıkçılar, 18) Fırıncılar, 19) Meyhaneciler, 20) Vali yardımcıları (delegeleri), 21) Sıgır Pazarı Müfettişleri, 22) Bütün Müteahhitler "marangozlar, sıvacılar, mermerciler, çilingirler, boyacılar ve geri kalanlar." Dokumacılık: Bizanslı soylular sık sık ticaretle uğraşırlardı; bazıları özellikle halı atölyeleri işletmekte çok başarılıydılar. Büyük Saray'ın atölyelerine dokuma tezgâhlarının konmasıyla burada çok nitelikli ipek üretilmeye başlandı. Bu atölyeler hükümdarlık tekeli olarak işletiliyordu ve buralarda hem erkekler ve hem de kadınlar çalışıyorlardı. Kısa bir süre sonra çevrede küçük atölyeler kuruldu fakat savaşçı Arapların giderek artan saldırganlığı ve imparatorların üretimi başkentte yoğunlaştırmak istemeleri çevredeki atölyelerin yedinci yüzyılda kapatılmasına yol açtı. Bizans'ta dokunan ilk ipekler belki düzdü, fakat bir kaç yıl içinde Konstantinopolis'te örüntülü (patern) kumaşlar dokunmaya başlandı ve dokuzuncu yüzyılda dokuma sanayi en verimli dönemindeyken desenlerinin göz alıcılığı ve süsüyle olağanüstü olan ipekler büyük bir olasılıkla imparatorluk atölyelerinde dokunuyordu. Nitelikli yünlü kumaş ve keten üretimi Bizans’ın dokuma sanayinin önemli bir dalını oluşturuyordu. Dokumacılar bazen dokudukları ketenden giysi yaparlardı. Fakat giysiler çoğunlukla bu amaçla satın alınan malzemeden terziler tarafından yapılırdı. Terziler bunları tunç iğnelerle diker, keramikten tire makaraları kullanırlardı. İtalya hızla önemli bir dokuma üretim merkezi durumuna geliyordu ve kısa bir süre ipeğini Bizans'ta serbestçe satarak ve çok daha üstün Bizans mallarının satışını baltalayarak ucuz ipek ihraç etmeye başladı.114 113

Demirkent, 2005, A.g.e, s. 160 1998, A.g.e, s. 153-154-157-168

114Rice,

42


Seyyar Satıcılar: Seyyar satıcı simle (altınla) işlenmiş kumaşlar gibi değerli mallar ve kumis ( kısrak sütü) ayakkabı ve dokuma gibi günlük kullanım için mallar da satarlardı. Seyyar satıcılar da ikinci el giysi ticaretini canlı tutarlardı. Kesilmiş ya da canlı büyük baş hayvan ve kümes hayvanları de aralarında bulunmak üzere bütün diğer malların ticaretini bunları valinin sapladığı fiyattan pazarlarda satarak tüccarlar yürütürdü. Valiler temel gıda maddelerinin fiyatını sabit tutabiliyorlardı. Konstantinopolis’in kasaplarının varoşlardaki

çiftçilerden et almalarına izin verilmezdi. Fırıncılar bu fiyata uymadıkları için para cezasına çarptırılabilirlerdi. Şarap gibi ekmeğin fiyatı da hammadde fiyatlarındaki iniş çıkışlara göre değişirdi ama her zaman devlete bir kar bırakacak biçimde ayarlanırdı. Fırıncılar kıtlık zamanlarında devletin özel dükkânlarından ekmek alabiliyorlardı. Zoe (1042-55) imparatoriçe olduktan sonra bile günlerinin büyük bir bölümünü parfüm yapmakla geçiriyordu. Psellus'a göre yatak odasına mangallar koyarak orayı bir imalathaneye çevirmişti. Her hizmetkâra belli bir iş verilmişti. Bazıları kokuyu şişeliyor, bazıları karıştırıyor ve diğerleri de onu damıtıyordu. 115 Kuyumculuk: Dokuma sanayi önemliydi ama maden işleme ve kuyumculuk da aynı derecede önemliydi. Bizans tarihinin başlarında, Antichia en güzel mücevherlerin ve en seçkin ve değerli maden objelerin üretildiği merkez sayılıyordu fakat bir kez daha Konstantinopolis kısa bir süre içinde bu eski kenti geçti. Başlarda başkentte gümüş o kadar azdı ki yüzde 10 vergi konmuştu (altın bundan muaftı). O tarihlerde gümüş kaplar imparatorun kullanması için imparatorluk atölyelerinde yapılıyordu. Bir kısmının ihraç edilmesine karşın, çoğu bazen barbar şeflere rüşvet olarak verilmek üzere bazen değiş-tokuş edilmek üzere ve bazen de imparatorluk armağanları olarak dışarı gönderilmek üzere sarayda saklanıyordu. İmparatorluk ipekleri gibi bu kaplarda ya baştaki imparatorun ya da ilgili eparehun ismi ya da monogramıyla damgalanıyordu. Bu göz alıcı parçaları yapan ustalara aynı zamanda 375 yılından başlayarak valiye vergi olarak verilen gümüş sikkeleri ve demir çubukları deneme ve damgalama gibi sorumluluğu olan bir görev de verilmişti.116

Fotoğraf: 5--Madalya, sikke tarzı bilezikler, Dumbarton Oaks. Washington, oc

Mücevherler, aristokrasinin saray erkânını taklit eden yaşam biçimini ve değişen zevklerini resmeden, Bizans toplumunun yaşayan tanıklarıdır. Mücevherler aynı zamanda modelleri İmparatorluk sınırlarını aşan İstanbul kuyumculuğunun parlaklığına da tanıklık eder. 8. yüzyıldaki İkonakırıcılık krizinin sonu, dinden medet uman bir toplumun çok derin değişimine eşlik eder. Mücevherler ibadet eşyası rolü üstlenir ve özellikle İsa, Bakire Meryem ve azizler gibi dini tasvirlerle süslenir.117 Çömlekçilik: Çömlekçilik, süzgeç, büyük şarap ve yağ kaplarından tabak, mutfak eşyası ve kâseye kadar her tür ev eşyasının üretilme yoluydu. Bir tür ısıtıcının konduğu delikli yüksek tezgâhlarda yemekleri ısıtmak için kullanılan kaplar bile bulunmuştur. Kaplardan bazıları kaba yapılıyken, diğerleri büyük bir sanatçılıkla üretilmiş ve bezenmiştir.118

115

Rice, 1998, A.g.e, s. 149 - 153-185 Rice, 1998, A.g.e, s. 157 117Pralong, 2016, A.g.e,, s. 197 118 Rice, 1998, A.g.e, s. 167 116

43


Boya: Boyacılar çok ustaydı ve boyalarından birçoğunu Doğu'dan ithal etmek zorunda olmalarına karşın, onuncu yüzyılda bir tek rengin çok sayıda tonunu sunarak çok çeşitli renk nüansı oluşturabiliyorlardı. Bazı ayrıcalıklı durumlarda belli dokumacıların kendi malzemelerini boyamalarına izin veriliyordu.119 Madenler: Hiç kuş kuşkusuz çoğu, en azından dokuzuncu yüzyılda, maden işleyenleri, keten dokuyanları ve ayakkabı yapanları işe alan ve bunların ürettiklerini satan Konstantinopolis'teki Studios Manastırı gibi manastırlarda iş bulabiliyorlardı; diğerleri de belki, işçilerin büyük bir oranının köle olduğu imparatorluk atölyeleri gibi soyluların atölyelerine girebiliyorlardı. Bizans’ta köle işgücü o kadar geniş çapta kullanılıyordu ki, bu işgücü lüks madde üretiminin çıktısını arttırmak ve temel ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını düşük tutmak için önemli bir öğe durumuna gelmişti. İpekciler: Özellikle ipek ve madenden pahalı malları üreten önemli atölyeler Konstantinopolis'teki Büyük Saray'ın çevresinde kuruluydu. İmparatorların bir loncayı ziyaretleri sırasında kullandıkları tribünleri erguvan rengi ipek kumaşlarla ve simli ve altın yaldızlı süslerle bezeme ayrıcalığına sahiplerdi. Erguvan Rengi Boyacılar loncası imparatorluk loncalarının en eskisiydi. Bu lonca, yalnızca hükümdarın ve ailesinin kullandığı malları üretmek üzere, Hipodrom yakınlarındaki o zaman moda olan Zeuksippus hamamlarında atölyeler verilerek Heraklios'un (610-41) hükümdarlığı sırasında kurulmuştu.120 Prokopios 'a göre, Maviler ( en azından Konstantinopolis'te) sakallarını İranlılar gibi kesen ve Hunlara öykünerek kafalarının bir bölümünü tıraş eden birçok genç çılgın aristokratı içeriyordu. 121 Gövdelerine oturan çoraplar ve Bizanslılarca “barbarlar" diye edilen kimselerin giydiği papuçların biçimine benzer biçemlerde ayakkabılar giyiyorlardı. Savaş giysilerini giydiklerinde bir göğüs zırhı takarlardı. Yeşiller Maviler kadar görünümleri ile ilgilenmiyorlardı.122 Eski devirlerde ipek Çin'den gelirdi fakat imparator İustinianus devrinde (560 yıllarında) Bizans'da ipek endüstrisi kuruldu ve bundan sonra da imparatorluğun değer verdiği en önemli iş oldu. Başlangıçta başkentin yanı sıra Yafa ve İskenderiye gibi şehirlerde ipek dokumacılığı yapıldı. Ama 7.yüzyılda İslam fethiyle Suriye ve Mısır bölgeleri kaybedilince bütün atölyeler İstanbul'da toplandı. İmparatorluk sarayındaki atölyelerde kadınlar ve erkekler nefis kumaşlar dokudukları gibi, İstanbul'un yanı sıra Pelopones'deki bazı şehirlerde de ipek dokumacılığı yapılmaya balandı. Ancak 11.yüzyılda Bizans arazisi olan Yunanistan bölgesine saldıran Sicilya Norman kralı II. Roger'nin Thebes ve Korinthos şehirlerindeki ipek işçilerini Palermo'ya taşımasıyla ipek dokumacılığı Batı'da da öğrenildi. Bununla beraber Bizans ipek dokumacılık sanatını daima korudu. Dördüncü Haçlı Seferi sırasında (1204) İstanbul'un Latinlerin eline geçmesinden sonra İznik'de kurulan Bizans Devleti zamanında da dokumacılık aynı şekilde devam etti. 123 İpek kumaşın yanı sıra yünlü ve keten dokumacılığı da gelişmişti ve ayrı Loncaları vardı. Dokumacılık kadar maden işleme, gümüş işleme ve kuyumculuk da önemliydi. İmparatorun kullanması için gümüş eşyalar imparatorluk atölyelerinde yapılıyordu. Bu gümüş eşyalar ihraç edilebildiği gibi, genelde barbar reislerine verilmek üzere veya değiş tokuş malzemesi olarak kullanmak için sarayda saklanırdı. İpekli kumaşlar gibi bu gümüş eşyalar da tahttaki imparatorun ve iş başında bulunan valinin adı veya monogramı ile damgalanırlardı.124 Şarap ve …daha fazla bilgi için Kitabın ilk bölümü Şarap kısmına bakınız Romalıların başlıca içeceği şaraptı. En çok beğenilen Horatius döneminde Gaeta’da gelişen, fakat daha sonra türü bozulan Cecuba şarabıydı, bunun yanı sıra Campania’nın Falerna şarabı meşhurdu. İmparatorluğun bağcılıkla uğraşılır ve şarap ticareti yapılırdı. Roma’da dünyanın tüm bölgelerinden şarap türleri bulunabilirdi. İnsanlar şarabı sadece saf olarak içmiyor, aynı zamanda pişirilerek tadı değiştirilen

119

Rice, 1998, A.g.e, s.154 Rice, 1998, A.g.e, s.151 121 Rice, 1998, A.g.e, s.119 122 Rice, 1998, A.g.e, s.120 123 Demirkent, 2005; A.g.e, 124 Demirkent, 2005; A.g.e, 120

44


defturum halinde veya bazı baharatları, örneğin kereviz ya da Karabiber karıştırılmış olanını da içiyorlardı. Sevilen, sağlıklı olarak gören ise, şarap ve şıranın bal ile birlikte elde edilen türü olan mulsum’du. Tekirdağ Karaevli Köyü'nde yer alan Barel Bağları Cabernet Sauvignon, Merlot, Chardonnay, Syrah cinsi üzümler, Kırklareli Bağları Cabernet Sauvignon, Merlot, Öküzgözü, Barbera, Sangiovese, Narince, Muscat, Shiraz ve Cabernet Franc. Sauvignon Blanc, Narince, Cabernet Sauvignon, Cabernet Franc, Merlot, Öküzgözü ve Papaskarası da yetiştirilen diğer üzüm çeşitleri. Sauvignon Gris ve Pinot Gris Papazkarası Tekirdağ ve Edirne’de üretilen kırmızı şaraplık üzüm. Papazkarası’ndan canlı açık kırmızı renkte, meyveli, taze, ince, zarif, hafif gövdeli ve kalıcı şaraplar üretiliyor. Semillon Tekirdağ ve Şarköy yörelerinde yetişen beyaz üzüm çeşidi. Marmara Denizi kıyılarında, ılıman iklimin hüküm sürdüğü 0-100 metreler arasındaki yüksekliklerde yetiştiriliyor. Kalın kabuklu ve sulu125. Eski Romalılar tarafından bize hediye edilen en şaşırtıcı şeylerden biri şaraptır. Şarap Antik Roma hayatının en önemli kısımlarından biri ve temel zevklerinden biriydi. Roma döneminden beri şarapçılık teknikleri çok daha fazla incelik kazanmış ve birçok şarap çeşidi oluşturulmuştur. Romalılar şarabı, tıpkı bugünlerde yaptığımız gibi, özel şarap bardaklarından içirdiler. Ev sahibinin zengin bir kişi olması durumunda gümüş ve altın, taştan yapılmış ve güzelce dekore edilmiş bardaklar kullanırdı. Fakat aynı zamanda çok yaygın olan kilden da yapılırdı.

Fotoğraf: 6--şarap-sıkma-yap-sıkma

Pişmiş toprak, daha uzun süren ve ona daha fazla değer kazandıran zengin, kırmızımsı bir renk tonuna sahip daha pahalı bir kil çeşidiydi. Bu nedenle orta sınıf insanlarının büyük olasılıkla evlerinde bu bardaklar vardı. Cam nadir bir materyaldi, ancak Mısır Roma'ya eklendikten sonra İskenderiye'nin ünlü cam üfleyicileri, mallarının çoğunu büyük şehre ithal etmeye başladıktan sonra kullanmaya başlandı. Cam değerli bir materyaldi ve patriciler tarafından yapılabilecek tüm renkler yüzünden çok seviliyordu. Artık şarap yapımı üç aşamadan oluşuyordu; üzümler öncelikle ayakla eziliyor, arkasından pres makineleriyle suyu çıkarılıyor ve şarapların saklandığı kaplarda mayalanma sürecine bırakılıyordu. Ayakla ezilip, arkasından preslenerek elde edilen üzümün suyu, havuzdaki deliklerden aşağıdaki şarap küplerine dolardı. İlk üzümlerin sularından elde edilen şarabın kalitesi yüksek kaliteyken, sonraki ezmelerden elde edilen şarabın kalitesi daha düşüktür. Çünkü üzümün posası ve kabuğu tekrar sıcak suyla karıştırılır; buradan ikinci kalite şarap ya da sirke elde edilirdi. Şarabın son evresi olan fermantasyon yani mayalanma evresinde, havuza aktarılan üzümün suları şarabın saklanacağı küplere alınır.

125

http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/iste-turkiyenin-saraplik-uzum-haritasi-324621

45


Burada bekletilen üzüm suyunun içindeki şeker, zaman içerisinde alkol ve karbondioksite dönüşür. Şarabın içerisindeki alkol miktarını, yine şarabın içerisindeki şeker miktarı belirler. Fermantasyon süresi biten şarap, içi tamamıyla reçine ile sıvanmış amforalara tülbent benzeri bir kumaş ile süzülerek aktarılır. Bu amforalar da ışık ve ısıya maruz kalmayan yerlerde birkaç hafta kadar bekletilir ve dinlenmeye bırakılırdı. Hz. Nuh’un büyük tufan sonrası içinde bulunduğu gemi karaya oturduğunda, elinde tuttuğu dal parçasını karaya ayak basar basmaz toprağa ektiği, bunun da bir asma dalı olduğu rivayet edilir. Özellikle Kırklareli ve civarındaki kült alanlarında, insan eliyle kayalara oyulmuş, bağcılık ürünlerinin sularının dinlendirildiği, şırasının çıkartılıp, çökeltildiği düşünülen havuzcukların varlığı, bu bağlamda düşünülmektedir. Lafın bu kısmında, bu yapıların Traklar ile ilişkilendirilecek kadar eskiye tarihlendirildiğini söylemek gerek.

Üretim Roma’da tam anlamıyla bir üretim mekanizması oluşturulmuş değildi. Üretim, köle gücüne dayanıyordu. İnekler, et ve sütlerinden çok, derileri için önemliydi. Peynirler, keçi ya da koyun sütünden yapılıyordu. Ekmek, odun kömürü ile ısıtılan fırınlarda yapılıyordu. Romalı tüccarlar ve zanaatkârlar, sokaklarda mallarının türlerine göre sıralanmıştı. Bir sokak peynirciler için ayrılmışken, başka bir sokak dericiler için ayrılmıştı. Deri, tekstil, ahşap, çanak-çömlek, metal ve cam işçiliği, gözde mesleklerdi. El sanatlarıyla uğraşan işçiler, kendi dükkânlarında çalışıyordu. Hazır yemek dükkânları ve küçük işletmeler, Roma sokaklarında sık rastlanan mekânlardı. Tavernalar, şarap dükkânları ve “Thermopolium” bunlardan bazılarıydı. Thermopolium, sıcak içki ve yemek satan lokantaydı Yemek pişirmenin tehlikeli olduğu ve yangın çıkma ihtimalinin olduğu ahşap evlerde oturan aileler, taze ve sıcak yemek için thermopolium’dan alış veriş yapıyor olmalıydılar. Şehirlerinde gelişmiş yerel endüstriler de vardı. İpek, keten, yün ve pamuklu giyecekler üretiliyor, halı ve kilim dokunuyor, cam ürünleri, çanak-çömlek, ok, yay, kılıç, kalkan, çivi ve gemi imal ediliyordu. Şehir, çevresindeki kırsal alanlar için bir tüketim ve Pazar merkeziydi. Ancak şehir ve kırsal alanlar arasındaki ayırım çok belirgin değildi. Şehirlerde tarımsal faaliyetler de görülüyor, şehirlerde bile şehir duvarlarının içinde bağlar ve tarlalar bulunuyordu. 13.yüzyıl başlarında Lapseki kaydedilen 163 kişilik yetişkin erkek nüfusun 113'ü -bir kasabada yaşamalarına rağmen- tarımla uğraşıyordu. Kırsal alanlardaki büyük toprak sahipleri mülklerine yakın şehir ya da kasabalarda oturmayı tercih ediyordu. 1216'da Gavalas ailesinin bir üyesi Kuşadası'daki mülkünü, yaşadığı yer olan Efes'e yeterince yakın olmadığı ve gelirini toplamakta zorlandığı için satmış ve Efes'e yakın bir mülk satın almaya karar vermişti. Bu tip aileler geçimlerini tarımsal arazilerden sağlamakla birlikte esasında şehirliydi ve bazen şehirde ticaretle uğraşıyordu.126

İtalat- İhracat Attika (Atina ve çevresi) lahitleri Akhaia'da,(Mora yarım adası kuzeyinde yerleşim yeri) Makedonya'da ve Epiros Yarımadası'nda (Arnavutluk altında yunanistanda bölge) çok yayılmıştı. Ayrıca Yukarı Moesia ve Trakya kıyılarına ve iç kesimlerine, bazı Ege adalarına, bu arada Girit'e ihracat yapılırdı. Anadolu'nun kendisine özgü bir üretim merkezi vardı; bu Dokimeion'du.(Egede bir yerleşim) Ayrıca eyaletlerin çoğunda yerel yapıtlar görülürdü. Yine de Attika (Atina ve çevresi) lahitleri ithalatı epeyce yer tutardı. Dokimeion (Egede bir yerleşim) grubu erken yapıtları Attika (Atina ve çevresi) modellerinden bir şeyler almıştır. İthalat yapan yerlerin başında Efes gelirdi. Onu batı kıyısında bazı kentlerle, tüm güney kıyısı üzerinde çeşitli alıcılar izlerdi. Attika'nın (Atina ve çevresi) lahit ihracatı Karadeniz'de Kırım'a (Myrmekion) 126 Baskıcı,

2009,A.g.e, s. 199

46


kadar uzanırdı. Attika (Atina ve çevresi) modelleri ve motifleri, kısmen kireçtaşından kısmen-örneğin Tripolis'de (Egede bir yerleşim)" Marmara Adası mermerinden olmak üzere, bol bol kopyalanmıştır.127 Bizans'la Osmanlı toprakları arasında gittikçe artan bu ticaret trafiğinin yarattığı rekabet, Venedik'i öylesine tehdit eder bir duruma gelmişti ki, 1430 dolaylarında Venedik Senatosu, Konstantinopolis'in "Turchia" (Türkiye)ile yaptığı ticareti, bu iki bölge arasında her iki yönde ticaret malları taşıyan teknelere el koyma yoluyla engellemeye çalıştı. Ancak, Venedik'in çabaları hiçbir sonuç vermedi. 1436'da Edirneli Andrea Rixa ve Serres'li jani Zichandilli 1436-1437'de Samsunlu Todaro Xingi, 1438'de Chostantino Rosso ve Tekirdağ'lı Michali Sofiano -hepsi Osmanlı kentlerinde oturmakta olan bu Yunanlılar İstanbulla'le ticaret ilişkisi içindeydiler.128 Trakya değerli madenlere sahip bir bölgedir. Demir ve bakır bölgede sıkça rastlanan madenlerden olup, kurşun ve çinko özellikle Istrancalar’da bulunmaktadır. Plinius Hebros’tan altın elde edildiğini yazsa da bunu başka bir antik kaynak doğrulamamaktadır. Her yöne uzanan yollardan ordular, tüccarlar, mallar geliyordu. Yanları sıra da Hellenik ve doğulu fikirler burada Roma'nın büyük gelenekleri Hıristiyan mistiğiyle karıştı ve yeni bir kültür oluşturdu. Kendi haline bırakılmış Roma'nın tersine, İstanbul canlılık dolu olarak büyüdü ve gelişti. Altıncı yüzyıl da, hepsi de kendilerine Romalı diyen bir milyonluk bir nüfus çok dilli kabilelerden meydana geliyordu. Bunlar, Ermeniler, Süryaniler, Mısırlılar, Yahudiler, Trakyalılar, Slavlar, Cermenler ve elbette, şehre esas rengini veren Yunanlılardı. Roma'da olduğu gibi, şehirde yaşayanlar için dışarıdan buğday getirilmesi gerekiyordu — yaşamaları, başlıca Mısır'dan düzenli bir ithalât yapılmasına bağlıydı. Mısır'dan embole denilen yıllık buğday ithali 8 milyon artab ya da yaklaşık 11 milyon kile tutuyor, bunun değeriyse 80.000 altına varıyordu.129 Sopater (Sopatros) adında bir Bizanslı, birtakım Pets tüccarlarıyla birlikte Seylan'dayken, orarım hükümdarı Pers ve Bizans krallarının erk ve etkililiğini soruşturmuş. Persler kendi hükümdarlarının yeryüzündeki en güçlü efendi, krallar kralı olduğunu söylemişler. Sopater ise, üstlerinde hükümdarlarının başları bulunan bir Bizans nomisması ile gümüş bir Pers sikkesi göstererek, anlaşılan, sikkelerin bir önemlilik kanıtı olduğunu ileri sürmüş. Sonra, Kosmas'm aktardığına göre, "kral sikkeleri incelemiş... Birbirleriyle karşılaştırmış ve Bizans sikkelerinden pek etkilenerek, Romalıların güçlü, harika ve olağanüstü bilge olduklarını söylemiş. Ayrıca da, Sopater'e özel bir saygı gösterilmesini buyurmuş. Bunun üzerine, onu bir file bindirip, kazan çala çala şehri gezdirmişler."130 İstanbul'a Karadeniz yoluyla gelen mallar İstanbul boğazında, Akdeniz ve Ege yoluyla gelenler de Çanakkale boğazındaki belirli noktalarda gümrük görevlileri tarafında kontrol ediliyordu. Bütün ihracat ve ithalat üzerinden ad valorenı % 10 gümrük vergisi alınıyordu.131 MALİYE- EKONOMİ Roma imparatorluğu'nu 3. yüzyılda saran mali ve iktisadi bunalım, para politikası bakımından Diocletianus ve I. Constantinus'un reformlarıyla çözüldü. Hesap parası olarak kullanılan küçük bronz ve bakır sikkelerin yanı sıra eski altın ve gümüş sikkelerin de idaresi güç hale gelmişti. Diocletianus 280'lerde önemli bir reformu başlattı. Roma lirasının 1/60'ı değerinde olan yeni bir altın sikke, aureus basıldı, buna 96 adedi bir lira eden bir gümüş sikke ve reformdan geçen bir alaşım sikke olan nummus (içinde az miktarda gümüş olan bir bakır sikke) eşlik ediyordu. I. Constantinus 312 ile 324 arasında bu sistemi dönüştürdü: Altın sikkenin değeri liranın 1/72'si olarak değiştirildi ve Diocletianus sikkesinden az daha değerli olan ikinci bir gümüş sikke basıldı. Alaşım ve gümüş sikkeler 4. ve 5. yüzyıllarda bir dizi reformdan geçerken, ayrıca değerleri ve ağırlıkları inip çıkarken, altın olanlar nispeten istikrarlı kaldı. Ama Anastasios'un hükümdarlığı sırasında gümüş sikkelerden eser kalmadı ve alaşım sikkeler o denli ağır bir istikrarsızlık geçirdi ki normal takasta kullanılamayacak kadar hantal ve uyumsuz hale geldi. Anastasios (491-518) altın/gümüş oranıyla yalnızca az miktarda oynarken ve altının istikrarını korurken, eski metal bazlı sikkelerin yerini alması için kökten bir reform yaparak bakır sikkeler bastı, bunların ağırlıkları ve değerleri açıkça belirtilerek bütün sistem içinde takası kolaylaştırıldı. Reformdan geçen sikkelerde özellikle 7. ve 8. yüzyıllarda hatırı sayılır Koch, G. (2001). Roma İmparatorluk Dönemi Lahitleri. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınlan s. 159 Necipoğlu, N. (Sayı: 17 Yıl: , kış 1999 ). 15. Yüzyılın ilk Yarısında Konstantinopoliste Osmanlı Tacirleri . Cogito Üç aylık düşünce dergisi, s.1-421. s. 238 129 Seidler, 1980,A.g.e, s. 4 127 128

131 Baskıcı,

2009,A.g.e, s. 202

47


dalgalanmalar görülürken, bunlar 11. yüzyılın sonuna kadar bakır sikkelerin temeli olarak kaldı. Anastasios'un reformları, özellikle Doğu Roma lmparatorluğu'na özgü bir sikke sisteminin kurulmasında uygun bir tarihi noktayı işaretler. Değeri liranın 1/72 'si olan ağır bir sikke halindeki gümüş para miliarensis (miliaresion olarak Helenleştirildi) 5. yüzyılın sonu ile 6. yüzyılda, bir altın solidus'un l/12 'si değerinde olan eksagram'ın basıldığı lraklios'un saltanatına kadar (özellikle Vandal ve Ostrogotlar tarafından yeniden fethedilen) Batı bölgeleri dışında nispeten küçük bir rol oynadı. Sikke üretimi ile dolaşımının idaresi karmaşıktı. Darphaneler, 4. Yüzyıldan 7. yüzyılın başına kadar Kutsal Bağışlar imparatorluğun aynı zamanda maden ocakları ile değerli külçelerden sorumlu olan önemli bir mali bürokratına bağlıydı.132 Sikke üretimi ile dolaşımının idaresi karmaşıktı. Darphaneler, 4. Yüzyıldan 7. yüzyılın başına kadar Kutsal Bağışlar Kontu'na imparatorluğun aynı zamanda maden ocakları ile değerli külçelerden sorumlu olan önemli bir mali bürokratına bağlıydı. İmparatorluğun her yanında 7. yüzyılın başına kadar altın ve bronz sikke üreten çok sayıda darphane vardı. Londra'dan İskenderiye'ye kadar yayılmış sürekli ve geçici 17 kadar darphane, 296 ile 450 yılları arasında imparatorluk sikkelerini bastı. Darphanelerin mevkii, en başta siyasi ve askeri kaygıları yansıtıyordu. Özellikle taşra darphaneleri, çoğunlukla garnizon ve sınırlar gibi önemli askeri ihtiyaçları olan bölgelerde yer alıyordu. İmparatorluğun Batı yarısının ortadan kalkmasından sonra yedi darphane faaliyetini sürdürdü, bununla birlikte Trakya'nın Marmara Ereğlisi kentindeki, barbarların baskısı yüzünden 490 'larda kapatıldı.133 Bizans köy topluluğu bir mali bölge oluşturuyor ve bir genel vergi ödüyordu. Bu vergi kişilerin mülkiyetleri arasında dağıtılıyordu. Köy dışında yerleşmiş olanlar da vergi yükümlülüğüne dâhildi. Köy topluluğunun tamamının vergiden ortak olarak sorumlu olması orta Bizans döneminde geçerli olan bir durumdu. Bir köylü vergisini ödeyemeyecek durumdaysa ya da mülkünü terketmişse, genellikle komşusu onun vergisini de ödemek zorunda kalıyor ve boş araziden yararlanma hakkını elde ediyordu. Bu sistemle devletin köy toplulukları yönünden vergi kaybına uğraması engellenmiş oluyordu. Vergiyi ödeyen kişi toprağın da sahibiydi.134 6-11. yüzyıllar arasında Bizans para sisteminde paralar arasındaki ilişkiler şöyleydi: 1 altın nomisma = 12 gümüş miliaresion; 1 altın nomisma = 288 bakır, follis; 1 gümüş miliaresion = 24 follis. Nomisma teorik olarak ayar saflıkta idi ve gerçekte de neredeyse bu saflığa sahipti. Bu saflık ve 4,40 gramlık standart ağırlık 11. yüzyıl ortalarına, IV. Mikhael (1034-1041) dönemine kadar sürdü. Daha önce II. Nikeforos Fokas (963-969) döneminde nomismanın yanısıra yaklaşık 4 gram ağırlığında daha hafif bir altın para (tetarteron) çıkarılmıştı.135Bizans'ta ülke içindeki üreticileri korumak için sabun ithalatı yasaklanmıştı. Özel izinler dışında dört grup malın da ihracatı yasaktı: Kıymetli kumaşlardan yapılan tören giysileri ve ham ipek, yurt içi üretim için gerekli çeşitli ham maddeler, tuzlanmış balık, altın. Ayrıca eflatun renkli kumaşların başkentten çıkarılması da yasaktı.136

Ekonomi Bizans İmparatorluğu'nda ekonomik hayatın temelini toprak dolayısıyla tarım meydana getiriyordu. Bizans anlayışına göre toprak, güneş ve hava, Tanrı'ya ait olup o da bunları imparatora bırakmıştı. Böylece toprak devletin malı oluyordu. Toprak kişilere vergi karşılığında veriliyordu. Toprağı işleyenler suç işlerlerse toprakları ellerinden alınıyordu. Toprağın büyük bir kısmı imtiyazlı soyluların elindeydi. Diğer kısmı köylerde yaşayan bağımsız rençberlere verilmişti. Themaların kurulmasıyla askeri mülk meydana getirilmiştir. Büyük arazi sahiplerine karşı zaman zaman önlemler alınıyor, fakat bu devamlı olmuyordu. Elde edilen ürünler arasında tahıl birinci sırayı alıyordu. Bunu meyvecilik pamukçuluk izliyordu. Hayvancılıkta gelişmişti. Koyun, keçi, domuz, sığır ve at yetiştiriliyordu. Devletin en önemli gelir kaynağı topraktı. Bizans sanayi deyince akla tekstil gelmektedir. Başta pamuklu ve ipekli dokumacılık olmak üzere ketencilik ve halıcılık ileri bir düzeydeydi. İpekböceği'nin yumurtaları Çin'den Bizans'a ortası oyuk değnek içinde 552-54 yılları arasında iki rahip tarafından getirilmiş ve buradan Sicilya yoluyla Avrupa'ya geçmiştir. Madencilık, camcılık, kuyumculukta oldukça gelişmişti. Her sanayi kolu loncalar halinde örgütlenmişti.137

Haldon, J. (2006, Kitap Yayınevi ). Bizans Tarih Atlası. İstanbul: Kitap Yayınevi Ltd s. 83 Haldon, J. 2006, A.g.e, s. 84 134 Baskıcı, 2009, A.g.e, s. 222 135 Baskıcı, 2009, A.g.e, s. 248 136 Baskıcı, 2009, A.g.e, s. 263 137 Yıldız, 2009,A.g.e, s. 29 132 133

48


Üretim, insanların çevrelerinde hazır buldukları keten, kenevir, pamuk, yün, deri gibi bitki ve hayvan tarımı ürünleri ile ağaç, taş, metal gibi fizikı çevreden edinilen ham maddelere dayanıyordu.138 Bu nedenle, bunlardan sağlanan üretim faaliyetlerinin Bizans Anadolusu şehirlerinde bulunduğunu varsaymak yanlış olmayacaktır. Buna göre pamuklu, yünlü, keten, ipekli kumaş üretimi, dokumacılık, boyacılık, basmacılık, ekmekçilik (fırıncılık), değirmencilik, kasaplık, deri işlemeciliği, balıkçılık, taş yontuculuğu, duvar ustalığı, mobilyacılık, tuğla, mum, parfüm, silah, çivi, zincir, çapa, kilit, menteşe, şamdan, madeni ev ve mutfak gereçleri üreticiliği, camcılık ve kuyumculuk gibi faaliyetler, şehirlerdeki iktisadi kültürün bazı temel unsurlarını oluşturan artizanal imalat dalları olarak belirmektedir.139 Bezirhaneler (değirmenler); ipliklerin renklendirilmesi ve kumaşların boyanması için faaliyet gösteren boyahaneler (boyacılar); yay ve çalgı aletleri yapımında kullanılan kirişlerin yapıldığı kirişhaneler (kirişçiler); koyun, keçi ve sığır derilerinin işlenerek ayakkabı, elbise, hayvan koşumları gibi malların yapımına elverişli hale getirildiği atölyeler olan tabakhaneler (dericiler) ve mumhane (mum imalatçıları) dokumacı, bakırcı, demirci, meyhaneci boyacı, bakkal, çilingir kalaycı, bıçakçı, nalbant, terzi, marangoz, çömlekçi vardı.140 Faiz, batı Avrupa'nın ortaçağlar ahlak anlayışına aykırı bir kurum olmakla birlikte çağdaşı Bizans'ta faizi yasaklayan kanunlar çok nadirdi. 1. Nikeforos (802-811) tebası için faiz ile para alıp vermeyi yasaklayarak faiz alma hakkını sadece devlete vermişti. Bizans para sisteminde faizle borç alma-verme bütün devirlerde çok yaygındı. Iustinianos hukukuna göre yüksek mevkide kimkişilere % 4, tacirlere % 8, diğer bütün şahıslara ise % 6 faiz haddi ile parasal işlem yapma izni verilmişti.141

YEMEK-MUTFAK Antik dönemde, Türk Roma ve Bizans Dönemleri Mutfak: Kısaca Türklerin Ortaasyadan gelen yemek kültürünede değinilmelidir. Eskiçağ ve Bizans dönemlerinde, Anadolu'da başta üzüm, incir, ayva, armut, erik, elma, nar, kiraz, vişne, karadut, zeytin gibi yerli meyveler yetiştirildiği biliniyor. Örneğin Yaşlı Plinius142 "Kazdağı'nın kırmızı, zeytin iriliğinde ve muşmula tadındaki inciri"nden bahseder MÖ I. yüzyıldan itibaren Asya'dan getirilen yeni meyve türleri arasında bölgeye ilk gelen narenciye türü olan ağaç kavunu, zerdali, şeftali, tüysüz şeftali, kavun, limon, turunç, hünnap ve beyaz dut sayılabilir. İpek böceği sadece beyaz dut ağacının yapraklarıyla beslendiğinden, Çin kökenli beyaz dut, İpekçiliğin Bizans'ta başladığı, 6.yüzyılda Anadolu'ya getirilmiş olmalıdır. Bizans dönemi için bilinen meyve çeşideri arasında ‘misket, psithia, kerkyraia, chloris, mersites, koukoubai’ ve Batı ve Kuzey Avrupa'ya ihraç edilen Girit'in meşhur ‘monembasios’ gibi birçok üzüm çeşidi; ‘anatolika eriği; epapion, eproudion, glykomela, melimela’ elmaları ve ‘strouthemela’ ayvası sayılabilir. Bizans kaynaklarında adı geçen ‘glykonerantza.’ 16. yüzyılda Demschwam'ın bahsettiği "tatlı turunç"un aynısı olabilir. 143 Romalı yazar Yaşlı Plinius (MS 23-79) aşıdan bahseder ama çınara elma, karaağaca kiraz aşılanması gibi verdiği örnekler, bu konudaki bilgilerinin rivayetten öteye gitmediğini düşündürmektedir. Ancak 10. yüzyılda bir Bizanslı tarafından derlenen Geopontika yazarının aşı konusunda verdiği doğru bilgilerin bir kısmı Bizans öncesi kaynaklara dayanmaktadır. 1570 tarihlerinde yazılan Revnak-ı Bustan adlı Osmanlıca bahçe bilimi kitapda, göz aşısı, yaprak aşısı, yarma aşı, zengir aşılama, filiz aşısı, kabuk aşısı (günümüzde çoban aşısı olarak bilinen aşı), çubuk aşısı ve kendi geliştirdiği bir aşı türü anlatıldıktan sonra kitapda "ve nice türlü aşı vardır, bunlar yeterli, diğerleri boş laftır"der. Osmanlı döneminde yıl boyunca meyve yemek mümkündü. Özellikle turfandacılık bu açıdan önem taşımaktaydı. Dernschwam, İstanbul'da yüksek fiyata turfanda iri kirazların satıldığını anlatır.144 Bizans tarihcisi Tamara Talbot Rice’in Bizans’la Günlük Yaşam; adlı eserinde; "Sabah kahvaltısı, öğle yemeği ve akşam yemeği olmak üzere üç öğün normal sayılırdı. Oruç dönemlerine çok dikkatle uyulurdu, fakat diğer zamanlarda zenginlerin evlerinde hem öğle hem de akşam yemeği için üç çeşit yemek hazırlamalı. Önce ordövr sunulurdu; bunu çoğunlukla Hıristiyanlık öncesi dönemlerde yaygın olan ve ‘gakos’ denilen Baskıcı, 2009, A.g.e s. 213 Baskıcı, 2009, A.g.e,s. 213 140 Baskıcı, 2009, A.g.e, s. 213 141 Söylemez, 2015; A.g.e, 142 Gaius Plinius Secundus(Yaşlı Pliny) Antik dönemin önemli yazar ve filozof. (d. 23– ö, 79) 143 IŞIN, Prıscılla Mary Osmanlı Mutfak İmparatorluğu2014, İstanbul Kitap Yayenevi LTD. s:134 144 Sándor Takáts-Macaristan Türk âleminden çizgiler. İstanbul, 1958- Maarif Basímevi, aktaran (IŞIN, 2014) s:134 138 139

49


sos eşliğinde bir balık yemeği izlerdi; bir tür kızarmış et başka bir seçenek olarak sunulur ve yemek de son tatlı ile olurdu".145 Yemek yapımında zeytinyağının kullanılması yaygındı. Türklerle Bizanslıların peynir merakı ortak yanıydı. Bizansta meyve önemliydi. Meyveler içinde en sevilenler, hurma, kavun, elma, karpuz, incir ve üzümdü. Bizans’ta Antepfıstığının da bir kuruyemiş olarak kullanılıyordu.146Talbot Rice, Sofrada masa vc sandalye kullanılmasına ilişkin ayrıntılar da şöyle anlatılmaktdır.” şölen verildiğinde imparator ailesinin bireyleri ve saray çevresinden olanlar, onuncu yüzyılın sonuna kadar, günlük yaşamda sandalye kullanıyor gibi görünseler de bir masanın çevresinde bulunan ‘kline'lerde yemek yerlerdi." Rice, “Bizans'ta da yemeğin başında -belki sonunda da- dua edildiğini” söylüyor. Yemek duası, özellikle dinin etkili olduğıı dönemlerde geniş dindar kitlelerce sıkı sıkıya uygulanmış bu sofra ritüeli. Bu ritüel Batı dünyasında hâlâ büyük ölçüde geçerliğini koruyor.147 Orta Asya Mirası ve Türk mutafağı ve zenginleşmesi: Yapan Rus ziraatçı Zhukovski'ye göre Vitis vinifera üzümleri (=gök üzüm) Orta Asya kökenlidir ve sultani, razaki, çavuş, misket çeşitleri İran veya Orta Asya'dan getirilmiştir.148Taze üzüm yeme alışkanlığı, pekmez ve kuru üzüm gibi ürünlerin mutfaktaki önemi ve çoğu Müslümanların şarap içmemesi gibi nedenlerden, antik döneme nazaran sofra ve kurutmalık üzüm çeşitlerine daha çok önem verilmiş, Orta Asya Türklerinin meyve yetiştirme geleneği Türkiye'nin meyve zenginliğine önemli katkıda bulunmuştur. Çin kaynaklarına göre, 647'de Doğu Göktürk hükümdarı, "kısrak memesi" adını taşıyan uzun mor renkli nefıs bir üzümün taze salkımlarını, Türkistan'daki Tarım havzasından, Çin'e hediye yollamıştı. Karpuzlar, dört bin kilometreden daha uzun bu yola dayanmaları için kurşun kaplı sandıklarda kar içine yatırılarak taşınıyordu Eski Türkçesi "büken" olan karpuza Çinlilerin "Batılı kavun," Arapların "Hint kavunu" (bıttih-i Hindi) demeleri, bu meyvenin Orta Asya kökenli olmadığı halde en önemli gelişme sürecini orada tamamladığını düşündürmektedir. Karpuz ve kavun ortaçağdan önce Avrupa ve Anadolu'da bilinmiyordu.149 Yine aynı yazar, Eski Türk yemekleri arasında ‘pirakjparak’ (börek), man-t'ou (mantı), chöp (bir Uygur hamurişi), chöppün (erişte çorbası), salma (salma, şehriye), umaş (umaç), qima (kıyma), tutum aslı (tutmaç), yubka (yufka), qatiq (katık, kurut, kurutulmuş yoğurt), boza (boza), chuqmin (buharda pişen bir hamurişi), chizig (çizik, kıkırdak poğaçası, kuyruk yağı ve undan yapılan bir hamurişi), ishkana (ekmek şeklinde şehriye) sayılabilir. Ayrıca, koyulaştırılan çorba, jüzma (cızlama? İçi etli bir hamurişi), gazi (bağırsak dolması), suyqa[sh] kare150 eski Türk yemekleri aralarındadır. 13. yüzyıla ait Kitabü 'l-Vusla ila el-Habfb adlı Arapça yemek kitabında, sarığıburma baklavasına benzer bir tatlının adı Türkçe "karnıyarık" olarak belirtiliyor ve ince açılan hamuruna Türkçe "tutmac" deniliyor151. Et yeme töresi konusunda yazar Işın, şunları söyler: "Oğuz Kağan Destanında, büyük ziyafetlerde kesilecek koyunun, hangi parcalarının hangi boylar tarafından yenileceği açık olarak belirtilmişti. Boylar ve Türk kesimleri arasında kavga çıkmaması için, hangi Türk bölüğünün. Hangi parçayı yiyeceği, önceden kesin bir töre olarak ilan edilmişti. Bu düşünce, Türkler’de üleş veya pay’ sisteminin bir görüntüsü idi. Bir köyündaki et payı, çok daha geniş bir manada, bir devlet ve hukuk anlayışının, başka bir şekilde anlatılışı idi.” Bizans Dönemi yemeklerine ilişkin pek bilgi yoktur, olanlar X. yy.dan sonra günümüze gelenlerdir. Yeni doğan çocuğa, sütten sonra yavaş yavaş arpa ezmesi, bal ve su verilmeye başlanır. Yürümeye başladıklarında ise, tahıldan yapılmış yemeklerle biraz beyaz şarap ve sebze yemekleri verirlerdi. Çocuk beslenmesinde et, 13 yaşından sonra girerdi. Kimi fresk ve mozaiklerden Bizans sofrasındaki yiyeceklere bilgi edinilmektedir. Balık çok sevilen bir yiyecekti. Bunun dinsel bir anlamı da vardı. Balık (ihtus) sözcüğü, İsa, Tanrı'nın kurtarıcı oğlu İsa sözünün baş harflerinden oluşmaktadır. Birçok kabartmadan etin, çok 145ŞAVKAY,

Tuğrul, Osmanlı Mutfağı, 2000, İstanbul, Şekerbank yayınları s:17 Faroqhi, S. (2005). Osmanlı Kültürü Ve Gündelik Yaşam (Brşinci Basım b.). (E. Kılıç, Çev.) İstanbu: Tarih Vakfı Yurt Yayınları s.68 147 ŞAVKAY, A.g.e s:135 148 Valentin Alekseevich Zhukovski 1951: 803-04 Görüşü 1951'de hayatının çoğunu Orta Asya'da kazı yaparak geçiren profesyonel bir arkeolog ME Masson tarafından tekrarlandı. (Masson, s.93) 149 ŞAVKAY, A.g.e. 150 IŞIN, A.g.e., s.9 151 IŞIN, A.g.e., s.9 146

50


tüketilen bir besin maddesi olduğu anlaşılmaktadır. Oruç günlerinde et ve kimi yiyecekler yenmezdi. Bu gelenek günümüzde Rumlarca da sürdürülmektedir. Bizans'ta şarap kutsal sayılırdı. Şarapla birlikte bereketi simgeleyen ekmek, büyük bir anlam taşırdı. Şarap, İsa'nın kanı, ekmek İsa'nın eli sayılırdı. Bu yüzden kiliselerdeki törenlerden sonra, topluluğa kutsanmış şarap ve ekmek dağıtılırdı. Bizans 'ta çeşitli sebze yemekleri olduğu bilinmekteyse de yapılışlarına ilişkin fazla bir bilgi yoktur.152 Besin maddesi olarak Yunanlıların mazasına denk gelen fakat ondan nişastadan yapılmasıyla ayrılan plus’un adı geçer. İnsanlar kendi hortus’larının sebzeleriyle, soğan, sarımsak ve peynir yemekteydiler. Et sadece kurban ve bayram günlerinde vardı.153 Tahıl çeşidi olarak burada arpa, küçük kızıl buğday, buğday, nişasta buğdayı, delice otu, yulaf ve ayrıca uzun süre sıradan halkın besin kaynağı olarak kalmış olan iri taneli fasulyeler ve bezelye bulunmuştur. Aynı zamanda koyun, domuz ve sığır kemikleri de ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 730-630 yıllarına tarihlenen mezarlarda üzüm çekirdeği bulunmuştur. En eski zeytin çekirdeklerine S. Omobono’daki (MÖ 6 yüzyıl başları) kazılarında rastlanmıştır. Roma’da en azından MÖ 170 yılından itibaren ayrı bir iş kolu oluşturarak birçok ekmekçi dükkânı yer almaktaydı. MÖ. I. yüzyıldan itibaren maddi durumu iyi kesim içerisinde doğal olarak Yunan etkili seçkin bir sofra lüksünün olduğudur. Zengin Romalılar deniz ürünlerine rağbet ederlerdi. Tercih edilenler; mercan ve merina balığıydı. Pek büyük miktarlarda tüketildiklerini, bunlara yüksek paralar ödendiğini bildiren kaynaklara rastlamaktayız. Villaların bulunduğu alanlarda deniz suyuyla beslenen balık, üretimi havuzları bulunmuştur. ‘Compania’nın kıyı kentlerinde özellikle Lucrina gölünde istiridye yetiştirilmesi gelişiyordu. Kümes hayvanlarının kaz, horoz ve ördeklerin haricinde, sülün, tavus kuşu, beç tavuğu ve güvercin de sofraya getirilirdi, Av koruluklarında tutulan av hayvanları, özellikle yaban domuzu olurdu. Hayvanların besiye çekilmesi işi büyük beceri gerektirirdi; örneğin, incir yedirerek, kümes hayvanlarının pek aranan lezzetli, seçkin bir yiyecek olan karaciğerinin büyütülmesine çalışılırdı. Çok geliştirilmiş bahçelik yöntemleri, özenli yetiştirilmiş sebze ve meyve çeşitlerine olan istemi karşılaşıyordu. Bunlardan bazı türler, örneğin aşılı kiraz İÖ 74 yılında Lucullus tarafından Pontus bölgesinden şeftali veya kayısı (ikiside İS I. yy.’da), ancak oldukça geç bir dönemde İtalya’ya getirmişlerdir. Bitkisel beslenme maddelerinin daha uzak bölgelerden sağlandığı oluyordu; örneğin, Tiberius, Aşağı Ren deki Gelduba’dan bir çeşit pancar getirtmiştir.(siser).Bunun yanı sıra Akdeniz bölgesinden meyveler ve örneğin incir, zeytin ve nohut gibi türler İmparatorluğun kuzey bölgelerine, Germania ve Britania’ya ihraç edilmişlerdir. Apicius’un kitabı diye bilinen bir yemek kitabı tek tek yemeklerinin yapılışı hakkında bilgiler vermektedir. Romalıların başlıca içeceği şaraptı. En çok beğenilen Horatius döneminde Gaeta’da gelişen, fakat daha sonra türü bozulan Cecuba şarabıydı, bunun yanı sıra Campania’nın Falerna şarabı meşhurdu. İmparatorluğun bağcılıkla uğraşılır ve şarap ticareti yapılırdı. Roma’da dünyanın tüm bölgelerinden şarap türleri bulunabilirdi. İnsanlar şarabı sadece saf olarak içmiyor, aynı zamanda pişirilerek tadı değiştirilen defturum halinde veya bazı baharatları, örneğin vinum murratum ya da vinum piperatum karıştırılmış olanını da içiyorlardı. Sevilen, sağlıklı olarak gören ise, şarap ve şıranın bal ile birlikte elde edilen türü olan mulsum’du.154 Bu araç gereçlerden belki de en ilginci “Thermospodium”du. Ateş üzerinde tutulan ve ön tarafında bir musluk yer alan bu büyük kap, sıvıları, özellikle de şarabı ısıtmak için kullanılıyordu. Romalılar, yemek yapımında fasulye ve nohut gibi baklagiller ile buğday ve arpa gibi tahılları kullanıyorlardı. Yemekleri yaparken yemeğin içine sıvı olarak şarap katıyorlardı. Sofra şarabının yanı sıra yemeklere katmak için özel şarapları bulunuyordu. Bunlar; kuru üzüm şarabı olan “Passum”, bal ve şarap karışımı olan “Mulsum” ve tatlı bir şarap olan “Hydromel”di. Tüm bu şaraplar hem ekşi hem de tatlı yemeklerin yapımında kullanılabiliyordu. Balık sosu olan “Garum” ve balıkların bağırsaklarından elde edilen bir sos olan “Liquamen” gibi soslar, Romalıların yemeklerine kattığı ve her Roma mutfağında bulunan soslardı. Bunların yanı sıra yemekleri zenginleştirmek için baharatlara da çok sık başvurulurdu. Ziyafet olarak nitelendirilen akşam yemeğinin menüsünde yumurta, kıvırcık salata, kuşkonmaz ve soğandan oluşan aperatifler, havuç, pancar, lahana, fasulye, bal, tavuk, balık ve ekmekten oluşan ana yemek bulunurdu. Ana yemekten sonra ise tatlı olarak, üzüm, armut, elma ve kestane yenirdi. Romalılar aynı zamanda, bugün bize tiksindirici gelebilecek çoğu yemeği sofralarında bulunduruyorlardı. Geyik, tavşan, sülün eti, flamingo dili ve tavus kuşu beyni bunlardan bazılarıydı. Lucania sosisi en sevilen sosis türüydü. Salyangozlar olduğu gibi yeniyordu. Roma’da salyangoz üretimine o kadar çok önem veriliyordu ki, kabukları 10 litre sıvı alacak büyüklükte salyangoz üretilmiştir. (Yıldız, 2009, A.g.e.s. 58) (Blanck, 1999)A.g.e, 154 Blanck, 1999 A.g.e, 152 153

51


Elbette ki durum, yoksul aileler için biraz daha farklıydı. Sofralarında daha basit yemekler bulunan yoksul aileler, genelde kendi ürettikleri sebze ve meyveleri yiyordu. Lahana, turp, zeytin, yumurta, elma, üzüm, Ovidius’un “Philemon et Baucis” masalında anlattığı gibi yoksul bir ailenin sofrasında bulunan yiyeceklerdi. Dokuz kişinin yemek yemesi için hazırlanan triclinium’da, yemek uzanarak yeniyordu ve yemeği uzanarak yemek, Romalıların akşam yemeği geleneklerinden belki de en ilginç olanıydı. Çocuklar yemeği divanda değil, divanın yanındaki taburelerde oturarak yiyordu. Bir erkek çocuk, toga praetexta’yı çıkarıp, toga virilis’i giyene kadar uzanarak yemek yiyemezdi. Kadınlar ise yemeği uzanarak değil, oturarak yiyordu. Ancak sonradan kadınlar da erkekler gibi yemeği uzanarak yemeğe başlamışlardır. Roma’da yemek, kaşıkla veya elle yeniyordu. Çatal sadece servis yapmak için kullanılıyordu. Bunun yanında pişmiş toprak veya gümüşten yapılmış tabak, bardak, fincan, kadeh ve şarap için yapılmış sürahiler, masada bulunan diğer araç gereçlerdi. Şarap ve bira, Roma’da akşam yemeklerinin vazgeçilmez içeceğiydi. Romalılar, şarabı, susuzluklarını gidermek için içiyorlardı ve kadınların şarap içmesi hoş karşılanmıyordu. Ovidius, içki yüzünden bir kadının başına gelebilecekler konusunda uyarıda bulunmuştur. Ovidius’a göre şarap içmek, kadının uykuya yenik düşmesine ve böylece de grup içindeki erkeklere davetiye çıkarmasına imkân veren bir davranıştı. Sapları ve kabuklarıyla birlikte suda bekletilen üzümlerden elde edilen Roma şarapları, ağır ve tatlı olduğu için suyla karıştırılarak içiliyordu. Romalıların en ünlü şarapları, kuzey Campania’nın Falernus bölgesinde üretilen “Falernus şarapları” idi. Yemek sırasında alkollü olmayan içecekleri içmek, medeniyetsizlik olarak görülüyordu. Örneğin süt, koyun ve keçilerden bolca elde edilmesine rağmen içilmiyor, sadece peynir yapımında kullanılıyordu. Akşam yemeği boyunca bolca tüketilen şarap, akşam yemeğinden sonra, ikinci bir yemek ya da ziyafet olarak görülen fakat sadece meyve ve tatlıların yendiği “Commissatio”da da içilmeye devam ediyordu.155

CENAZELER VE MEZARLAR O zamana kadar lahitlerle gömülmek yaygınlaşmıştıysa da, ilk Bizans döneminde zenginler klasik dönemde yaşamış ataları gibi anıtsal lahitlerle gömülüyorlardı; bunlar genellikle mermerden yapılıyor ve günün önde gelen sanatçıları tarafından heykellerle süsleniyordu. Sıradan insanların sur dışındaki mezarları kullanmaları bekleniyorduysa da, kent içindeki kiliselerin bahçelerinde mezarlıklar yapılmaya haşlandı. Her iki durumda da mezarlar üzerinde ölen kimsenin adı ve işi, akrabalarının iyi dilekleri yazılı ve bazen da kabartma portreleri bulunan mezar taşlarıyla belirleniyordu. Bir ölüm üzerine paganlık zamanlarında olduğu gibi profesyonel ağlayıcılar tutulurdu. Her ne kadar bir imparator yastayken beyaz giyerdiyse de, başka herkes siyah giyerdi; bunun imparatoriçe için de geçerli olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Anna Komnena, babasının ölümü üzerine annesinin imparatoriçelik peçesini çıkardığını sacını kestiğini ve erguvan rengiyle ayakkabılarını çıkarıp onların yerine siyahlarını giydiğini anlatır. Ölü gömüldükten üç, dokuz ve kırk gün sonra (baralar hesaplarını aylık dönemlere dayandıran Babilli müneccimlerce önerilmiştir) aile ağıt söylemek için mezarın çevresine toplanırdı. Ölünün anısına arkadaşları tarafından söylenen metaforlar mezar taşına yazılmaz. Sözlü olarak söylenir ve mezar başında okunmak üzere yazılarak elden dağıtılırdı. Bunların çoğu mitolojik kinayeler olur ve çoğunlukla mitolojik temalara dayanırdı.156 Ölünün Gömülmesine Kadar Olan Törenler Hristiyan dininde ölüm kültünün temel kavramı mahşer gününde ölünün dirileceğidir. Bu nedenle ölü yakılmaz, bedeni en iyi şekilde korunmaya çalışılırdı. Bizanslılar'da ölen bir kişinin gömülmek üzere hazırlanması ile ilgili uygulamalar, genel Jikle ölünün evinde yapılmaktaydı. Bu hazırlıklar, ölünün hemen düzgün bir biçimde sekiye (kline) yatırılması gözlerinin kapatılması ağızın kapatılması bedenin yıkanması (plysis), mür ve çeşitli yağlarla yağlanması, bedenin uzun şeritler halindeki bezlerle sarılması cesetin prothesis için giydirilmesidir. Ölen kişi bir rahip ise, bu hazırlıklar onun manastırdaki hücresinde yapılmaktaydı. Bedenin yağlanmasının sebebi prothesis süresince ölünün güzel kokmasını sağlamak, bezlerle sannasının nedeni bedenin bozulmasını önlemektir Prothesis süresince ölü, törene katılan insanların rahatça görüp öpebileceği bir yükseklikte, düz olarak sırt üstü yatırılır, başının altına yükseltmek amacıyla bir yastık konulurdu. Sıradan insanların önde kavuşturulmuş eline bir İsa ikonu, piskoposların eline bir haç ve İncil, rahiplerin eline de bir mezburlar kitabı verilirdi. Prothesis töreni süresince ölünün başı dirilişi 155

Blanck, 1999; A.g.e 1998, A.g.e s. 187

156Rice,

52


sembolize ettiğine inanılan doğuya yerleştirilirdi. Prothesis yatağının dört bir kenarına bir haç oluşturacak biçimde birer şamdan konularak mum yakılırdı ve törene katılanlar da mum taşırlardı. Bu mumlar, tanrısal ışığı ve gelecekteki sonsuz yaşamı temsil ederlerdi. Ayrıca, ölünün alnına da, üzerinde İsa'nın, Meryem'in ve Vaftizci Yahya'nın resimlenmiş olduğu bir şerit konulurdu. Bunun anlamı, Meryem'le Yahya'nın ölü adına Tanrı'dan şefaat dilemesi beklentisi idi. Prothesis töreni sırasında ölen kişi rahip ya da sıradan insan ise mezmurlar kitabı, piskopos ise İncil okunurdu. Bu sırada kilisenin gömülmeden önceki son ayini olan son öpücüğün verilmesi töreni gelmekteydi. Son öpücüğü vemrek için sırayla ölüye yaklaşan yakınları bir yandan da ilahiler ve şiirler okurlardı. Bu ilahiler genel olarak bu dünyadaki yaşamın geçiciliği üzerinedir. Bu işlemlerden sonra ölü gömüleceği yere kadar cenaze alayı eşliğinde taşınırdı. Özellikle erken dönemde cenaze alayı Romalılar'ın cenaze alayı ile pekçok benzer özellik gösterirdi: Romalılar'daki meşaleler, büyük mumlar ve buhurdanlıklarla ilerleyen müzisyenler ve ağıtçıların yerini ilahi okuyan ruhtan ve ölünün yakınları almıştır. Prothesis ve son öpücüğün verilmesinden sonra sıra ölünün mezara yerleştirilmesine (entaphios) gelmektedir: ölü lahite yerleştirilir ve taş kapak kapatılırdı. Bu işlemi, mezar başında yapılan konuşma izlerdi. 157 Ayini olan son öpücüğün verilmesi töreni gelmekteydi. Son öpücüğü vermek için sırayla ölüye yaklaşan yakınları bir yandan da ilahiler ve şiirler okurlardı. Bu ilahiler genel olarak bu dünyadaki yaşamın geçiciliği üzerinedir. Bu işlemlerden sonra ölü gömüleceği yere kadar cenaze alayı eşliğinde taşınırdı. Özellikle erken dönemde cenaze alayı Romalılar'ın cenaze alayı ile pekçok benzer özellik gösterirdi: Romalılar'daki meşaleler, büyük mumlar ve buhurdanlıklarla ilerleyen müzisyenler ve ağıtçıların yerini ilahi okuyan ruhtan ve ölünün yakınları almıştır. Prothesis ve son öpücüğün verilmesinden sonra sıra ölünün mezara yerleştirilmesine (entaphios) gelmektedir: ölü lahite yerleştirilir ve taş kapak kapatılırdı. Bu işlemi, mezar başında yapılan konuşma izlerdi.98 Serbest olmasından sonra kiliselerin yanına vaftiz binaları yapılmaya başlanılmıştır. Hrıstıyanlığın bu ilk yıllarında yetişkin insanlar topluca vaftiz olduğundan, havuzların ölçüleri büyük tutulmuş ve merasim kiliselerin yanındaki vaftizhane binalarında geçmiştir. Daha geç devirlerde ise bu ayrı vaftizhanelerden vazgeçilerek, tören kilisenin içivne alınmış ve kilise içindeki şapellerde yapılmaya başlanmıştır.158 Ölü Kültleri Varlıklı Romalılar hem Erken İmparatorluk Dönemi'nde, yani İ.Ö. 1. yy.'ın sonları ve İ.S. 1. yy.'da, hem de İ.S. 2. yy.'ın başlarında kendileri, aileleri ve köleleri için, kısmen de azat ettikleri köleleri için mezar yapıları yaptırırlardı. Cumhuriyet Dönemi'nde ve İmparatorluk Dönemi'nin başlangıcında ölüleri yakmak adetti. Başlangıçta, küllerin saklanmasında pek sade mahfazalar kullanılırdı. Augustus Dönemi'nde, varlıklı aileler mermerden urna'lar (kül kabı) yani ufak küpler kullanmaya başladılar. Bu küpler kabartmalarla süslenirdi. Ölülerin küllerinin toprak kaplarda saklandığı mezar odalarında ya da mezarlıklarda, anıt olarak mezar sunakları dikilirdi. Bu sunakların "kül sunağı" diyeceğimiz bir çeşidinde küllerin konulması için çukur bir bölüm bulunurdu. Mezar binalarının duvarlarının gerek iç gerek dışında mezar kabartmaları yapılırdı. Sınırlı bir gmp olan sanduka taşları bir yana bırakılırsa, bunlardan pek azdır.159 Örnek kalmıştır. Daha İÖ. 3. ve 2. yy.'larda, seçkin eşraftan tek tük bazı aileler ölülerini gömmekte lahit kullanırlardı. Bunlardan elde kalanların sayısı çok azdır. Örneğin L. Cornelius Scipio Barbatus'un lahdinin İ.Ö. 3. yy.'a tarihleneceği düşünülebilir. Augushıs Dönemi'nden beri az miktarda lahit vardır. Bunların sayısı, kül kaplarına ve mezar sunaklarına oranla çok düşüktür. Kullanımları da pek ufak bir çevreyle sınırlı kalmıştır. O çevrenin tanımlanması da pek açık olarak yapılamamaktadır. 2. yy. başlarında ölülerin lahit içine gömülmesine sık rastlanır olmuştur, aynı yüzyılın ortalarındaysa kül Cesetlerin Yakılması ve Küllerin Saklanması- Ölülerin Gömülmesi 13 kaplarıyla mezar sunakları büyük ölçüde gerilemişlerdir. Lahitlerin üretiminin böylesine önem kazanmasının ne zaman başladığı bugün kesin olarak belirlenememektedir. Çünkü ilk örneklerin tarihlenmesi tartışmalıdır. Ne var ki, İmparator Traianus'un saltanatı sırasına, yani 98 - 117 yılları arasına rastladığı sanılmaktadır. Ölü gömme adetlerinin niçin değiştiği bugüne kadar aydınlanamamıştır. Birçok varsayım öne sürülmüşse de Antikçağ literatüründe herhangi bir ipucuna rastlanmamıştır. Romalılarda ölü törenleri, ölümden hemen sonra gerçekleşen bir conclamatio (yakınma, ağıt yakma) ile başlardı. Bu ölünün akrabalarının birçok kez ona ismi ile seslenmesiydi. Ölünün tabuta ve katafalka konulmasında çeşitli 157Yıldız, 158 159

2009,A.g.e, s. 35 Yıldız, 2009, A.g.e s. 36-37 Koch, 2001, A.g.e s.1- 12-13

53


hazırlıklar yapılırdı. Önce ölü yıkanır, merhemlenir ve bazı durumlarda bozulmasını önlemek için mumyalanırdı. Katafalkta tutulma yüksek kademedeki önemli kişilerde yedi güne kadar sürebilirdi, giydirilir ve süslenirdi. Giysi ve süslenme ölen kişinin konumuna göre olurdu. Bu işler ailenin kadın üyeleri tarafından görülürdü. Daha sonraki dönemlerde bu konu bir cenaze firmasından uzman kişiler tarafından yapılması yoluna gidilmiştir. Ölünün tabutunun bir tören yatağı) üzerinde bekletildiği süre içerisinde evde belli bazı geleneksel işlemler yerine getirilirdi. Mumlar ve günlük yakılır flüt eşliğinde ağıtlar söylenir ve gece ölü beklemesi için bir araya gelinirdi. Polybios ünlü bir betimlemesinde (VI, 53) bize kendi döneminde (İÖ 2 yüzyılda) üst tabakadan seçkin aile üyelerinin ölüsü tabuta konulduktan sonra nasıl bir işlem gerçekleştiğini aktarır. Ölü bir cenaze alayı ile Forum’daki rostra’ya yani konuşmacı kürsüsüne götürülür, orada iyi görünecek şekilde çoğunlukla dik ve bazen de yatırılmış durumda konulurdu. Sonra oğlu veya başka bir erkek akrabası ölü üzerine bir söylev verirdi. Laudatio funebris denilen bu konuşmada, ölen kişinin iyiliklerinden ve faziletlerinden bahsedilir, bu arada ailenin ataları da övülürdü. Cenaze alayına-bu, en ilginç olanıdır-bir araba içinde, ölünün geçmiş aile büyüklerinin maskelerini takmış, elbiselerini giymiş aile büyüklerinin maskelerini takmış, elbiselerini giymiş ve kişinin makamına ait rütbe işaretleri ile tiyatro oyuncuları eşlik ederlerdi. Rostrada laudatio funebris esnasında bunlar ir sıra curulis denen sandalyeye oturur, böylece sanki geçmişteki aile büyükleri de bu törende yer alıyormuş gibi bir izlenim verilirdi. Polybios’un kişinin yapısını doğru biçimde verdiğini belirttiği bu portre maskeleri, gelenek olarak aile bireyinin ölümünden sonra evin atriumunda bir sandık içinde korunmaya alınır ve bayram günlerinde çelenk ile süslenirdi. Mezarlar biçimleri bakımından büyük fark gösterir, bu sadece ayrı dönemler ve bölgeler içinde değil aynı zamanda belli bir dönem içinde tek bir bölgedeki mezarlar içinde geçerlidir.12 levha kanunları ölünün şehir sınırları içerisinde gömülmesini yasaklamaktaydı. Bundan dolayı şehir kapısı dışında, kent dışına giden yollar boyunca birçok mezar vardır. Bu mezar yolların en tanınmışı, Roma önündeki via Appia’dan kalan parçasıdır; bunun tersine Pompei’de “Herculaneum kapısı” önündeki mezar yolu, anıtları bakımından bugüne kadar daha iyi durumda gelmiştir. Farklı mezar mimarilerinin çeşitliliği içinde bu yol geç Cumhuriyet ve erken İmparatorluk döneminde çok görülen anıtsal mezar tiplerinin çoğunu somut olarak gözler önüne serer. Bu dönemde mimari açıdan büyük yapılı mezarlar ya tek bir kişi ya da az sayıdaki aile bireyleri için yapılırken, mimari olarak o kadar gösterişli olmayan ve genelde toprak altında bulunan yerlerin ise birçok ölü külü kabının konulması için hazırlandıkları söylenebilir. Bu mezarlarda dışarıdan görülen yapının içinde, içine urna yani kül kabı konulacak olan asıl mezar odası ya ikincil bir önem taşır ya da hiç yoktur, o durumda mezar, gömülü kül kabının üzerine doğrudan doğruya yapılmıştır.160

Fotoğraf: 7—columbarium

160

Blanck, 1999, A.g.e. s.202- 203

54


Bu görünümleri ile bir güvercinliğe benzediklerinden columbarium olarak adlandırılan bu mezarlar 700 tane ayrı ölü külünü alacak kapasitedeydiler. Buraya gömülenler genelde yoksul halk kesiminden insanlar, köleler veya azat edilmiş eski kölelerdi ve bunlar ya bir columbariuma sahip olan bir aileye mensup olmalarından ya da bir mezar derneğinin üyesi bulunmalarından ötürü buraya gömülme hakkına sahiptiler.161 İS 2. yüzyılda o zamana kadar görülen gömüt türlerine, ev biçimindeki mezarlar da katılmıştır. Burada ölü külü kabı yanı sıra cesedin bir lahit içerisine bırakılmasına da gittikçe daha sık rastlanmaktadır. İçerisinde sanatsal açıdan oldukça iyi verilmiş örnekleri ile çok küçük formattaki ölü külü gömütünün yanında büyük lahitler genelde mermerden yapılmakta, etrafındaki kabartmalar ile orta ve geç İmparatorluk dönemi Roma sanatının çok anlamlı birer heykeltıraşlık örnekleri vermektedirler. Bunlarda süs motifleri (örneğin av, savaş, düğün, zanaat ve mesleki konular, çocukların yaşamı) sahneler canlandırılırdı. Çok sayıdaki ölünün bir arada gömülmesini sağlayan katakomblar, önce yakılan ölülerin küllerinin bırakıldığı columbariumların yerini almış, zamanla da Hristiyan mezarlıkları olarak yerleşmiştir. Mimari açıdan az veya çok bir süslenme ile görülen bu mezarlar ile birlikte, her dönemde ceset veya ölü külü kabının indirildiği torak altı mezarı da kullanılagelmiştir. Bu kategori içerisinde de yine, ölü külü kabını veya cesedi örten basit kiremit semerlerden, kül kabı diye kullanılan amforlardan ya da tabutlardan lahit biçimi taş sandıklara veya ahşap tabutlara kadar farklı biçimler vardı. Ölen kişinin toprağa verilmesinden sonra ölü kültü çerçevesinde, mezarın başında silicernium denilen bir cenaze yemeği verilirdi ve burada Ceres’e domuz, evde ise Laren’lere bir koyun kurban edilirdi. Başka bir kabir yemeği de ölümün dokuzuncu gününde mezarda ölüye bırakılan hediyeler ile yaslı aile bireylerini bir araya getirirdi. Parentalia adı verilen ve her yıl şubat ayında yapılan dokuz günlük ölü törenlerinde, ölülere ufak armağanlar olarak mezarlarına meyve, şarap ile yumuşatılmış ekmek ve çiçek bırakılırdı. Ölünün doğum gününde de anılması ve kurban kesilmesi bir gelenekti.162 Ölen kişinin toprağa verilmesinden sonra ölü kültü çerçevesinde, mezarın başında silicernium denilen bir cenaze yemeği verilirdi ve burada Ceres’e domuz, evde ise Laren’lere bir koyun kurban edilirdi. Başka bir kabir yemeği de ölümün dokuzuncu gününde mezarda ölüye bırakılan hediyeler ile yaslı aile bireylerini bir araya getirirdi. Parentalia adı verilen ve her yıl şubat ayında yapılan dokuz günlük ölü törenlerinde, ölülere ufak armağanlar olarak mezarlarına meyve, şarap ile yumuşatılmış ekmek ve çiçek bırakılırdı. Ölünün doğum gününde de anılması ve kurban kesilmesi bir gelenekti.163 TRAKYA LAHİTLERİ: Trakya eyaleti içinde bulunan lahitlerin çoğu kıyılarda olup, iç kısımlardakilerin sayısı düşüktür. İthal malı olanlar Semadirek, İstanbul ve Filibe yakınlarından getirilmiştir. Edirne ve Bizans' da Dokirneion'dan getirilmiş sütunlu lahitler boldur; Gümülcine Assos'tan getirilmiş bir sanduka vardır. Filibe yakınlarında bulunan çok iyi işlenmiş bir kline'li kapağın Dokimeion'dan bir örneğe öykünülerek yapıldığı anlaşılmaktadır. Kıyılardan uzak kesimlerde yapılmış yerel lahitler oldukça basit örneklerdir, bunlarda olsa olsa sanduka üzerinde tabula, köşelikler üzerinde de birtakım süsler görülebilir. Kireç taşından yapılırlardı ama aralarında Marmara Adası mermerinden olanlar da vardır. Edirne' de bulunan ve söz konusu mermerden yapılmış, sadece yukarı ve alt çerçevelerinin profili ile çatı biçiminde yüksek kapağı kalmış olan lahit çok büyük boyutlardadır; bunun köşeliklerinde Eros'lar betimlenmiştir. Kıyılardaki kentlerde üretim daha zengindir. Şu adları verelim: Traianoupolis (=Batı Trakya içinde), Eceabat, Gelibolu, Tekirdağ, Marmara Ereğlisi ve Silivri. Mermerden yapılmış pek çok lahit bulunmuştur. Bunların çoğu Marmara Adası kökenli ve yarı mamul girland'lı lahitlerdir. Fakat girland'ların daha fazla işlenmesine, parçaların tümden bitirilmesine gidilmemiştir. Anlaşıldığına göre, o kentlerde hizmetinden yararlanılabilecek, bu çalışmaya uygun eğitim görmüş yontu ustaları yoktu. Lahitler ya 'bitirilmemiş' durumda kullanılırdı ya da çıkıntılı, fazlalıklı kesimlerin yontulmasından sonra çoğu zaman dikey mezar taşı biçimi verilmiş ufak kabartmalarla bitirilirdi. Yalnızca Gümülcine'de bulunan bir “girland'lı lahit”, sıradışı bir konum gösterir; bunun yerel bir işlikte yapıldığını, Marmara Adası mermerinden olmadığını anlıyoruz. Lahdi küçük kabartmalarla süsleme Bizans'a özgüydü; İstanbul'da bunlardan pek çok örnek vardır ve ortak özellikleriyle kapalı bir grup oluştururlar. Marmara Adası mermerinden yapılmış olan bu lahitler, Trakya'ya işlenmemiş kütük durumunda getirtilirdi. Sandukaların ve kapakların üst yüzeyi düzletilmemiş, perdahlanmamış, taşçı 161

Blanck, 1999 A.g.e. Horst Blanck, Eski Yunan ve Roma’da Yaşam, çev. İslam Tanrıkurt (İstanbul: Arion Yayınevi, 1999), 163Söylemez, 2015; A.g.e. 162

55


keskisiyle yontulma aşamasında bırakılmıştır. Uzun yanlarda çeşitli betimlerde kabartmalar, levhalar ve yazıtlar bulunur. Fakat bunlar her zaman aynı sırayı izlemez, çok düzensiz biçimde paylaştırılmıştır. Küçük kabartmaların konuları, tıpkı Bizantion'da olduğu gibi, gerek betimleme gerek biçem bakımından mezar kabartmalarıyla bir bütünlük gösterir. Kabartmalarda cenaze şöleni, ayakta duran kişiler ya da atlılar görürüz. Ayrık örnekler arasında, uzun yan yüzlerden birinin üzerine oldukça büyük ve yassı kabartma olarak yapılmış bir yelkenli dikkati çeker. İstanbul yakınlarında bulunmuş olan bir sanduka da, zengin ve zahmetli işçiliği ile öne çıkar. Bunun üzerinde bir cenaze şöleni, iki levha ve birçok nesneden başka silah parçaları, yazı tomarları destesi, sepet, çekmece, ayna ve daha birçok şey görülür. Bizans grubu lahitlerinin çoğunun 3. yy.' da yapıldığı sanılmaktadır. Bir tanesinin içinde, 3. yy.'ın ikinci çeyreğinde basılmış sikkeler bulunmuştur. Süsleme biçiminin, Paros ve Rodos' tan başka yalnızca yakındaki Trakya'da, örneğin Tekirdağ benzeri vardır; bu iki ada ile Bizans arasında ne gibi bir bağ bulunduğu bugüne kadar açıklanamamıştır. Yine Bizans kökenli ve sayıları yüksek olmayan bazı lahitler daha vardır ki, bunlarda başka betimler bulunur; o betimlerle kentin özgün grubundan ayrılırlar. Bu değişik gruptan pek çok lahit ile dört yüzünde de girland'lar dolanan bir sanduka bilinmektedir; bu sandukanın yapımında Marmara Adası üretimi bir yarı mamul mal kullanılmıştır. Ancak o çok ince girland'larıyla hangi örneğe uyduğu kestirilememektedir. 164 Hıristiyanlığın doğuşu: MS 380’de vaftiz edilen ve dindar bir Hristiyan olan Theodosius, MS 391’de pagan kültleri yasaklayarak, Hristiyanlığı Roma devletinin resmi dini haline getirmiş, diğer dinlere karşı da bir hoşgörüsüzlük dönemi başlatmıştır. Constantinus ilkin pagandı ve güneşe tapanlardandı ve gönül gözüyle gördüğü ilk ve belki de tek şey, pagan nitelikteydi. Bunu, Trier'de 310 yılında, Constantinus'un Önünde yapılmış bir övgü konuşması dolayısıyla biliyoruz: Apollon'un, bir Galya tapınağında, yanında Zafer'le ve elinde, içlerinde Constantinus'un uzun bir saltanat vaadi olarak yorumladığı bir işaret bulunan, defne dalından çelenklerle görünmesi. Bu, gönül gözüyle görme, bu "keşif", Constantinus'un yaşamında önemli bir rol oynamıştır: Constantinus, daha önce, güneşe tapmanın ateşli bir yandaşı olmamışsa bile, bu olaydan sonra, oldu ve uzun süre de öyle kaldı. Bazı sikkeler ve özellikle de, üzerinde Constantinus ile Güneş Tanrı'yı yan yana gösterenler, bunun böyle olduğunun tanığıdır. Bu arada, Hıristiyanların İmparatorluğun içindeki durumu tümüyle değişti. Bunda, Constantinus'un da rolü vardı. Gerçek Hoşgörü Fermanı'nı, 311'de Caius Galerius Valerius Maximianus çıkardı. Bu fermanda, Hıristiyanlık'ın kabul edilmiş olduğu, Hıristiyanların, kamu düzenini bozmamak koşuluyla, toplanma özgürlüğüne sahip oldukları, devletin ve imparatorun refahı için Tanrı'ya yakarmaları gerektiği bildiriliyordu. Caius Galerius Valerius Maximianus'un Hıristiyanlara pek acımasızca zulmettiği düşünüldüğünde şaşırtıcı olan bu fermanın açıklanması, Caius Galerius Valerius Maximianus'un o sıralarda tutulduğu ve kısa bir süre sonra ölümüne neden olacak olan amansız hastalık olabilir. Ama yararsızlığı artık anlaşılmış olan zulümlerden bezginlik duyulmaya başlanmış olduğu da düşünülebilir. Her ne olursa olsun, gerçek Hoşgörü Fermanı buydu ve bu hoşgörünün, günümüzde de hâlâ sürüp giden ve ilerde göreceğimiz gibi- çok yanlış olarak Milano Fermanı adıyla anılan fermanın sonucu olduğu doğru değildir. 312 yılında, Constantinus'un Hıristiyanlığı kabul etmiş olduğunu gösteren hiçbir şey bulunmadığıdır. MS 3. yüzyılda, Hristiyanlık Roma İmparatorluğu’nun resmi dini haline gelmeden önce, 313 yılında, imparatorluğun "eşit" dinlerinden birisi olarak tanıdı.165 Küçük bir Roma kenti olan Byzantion, yoğun bir imar faaliyetinden sonra 330 yılında imparatorluğun “ikinci başkenti” olarak kutsandı. Constantinus'un bu yoğun imar çabası, onun “yeni bir Roma yaratma” vizyonunun bir göstergesidir. Elimizdeki esik bilgilere göre Hristiyanlık üçüncü yüzyılda Trakya’da yayılmıştır. İlk zamanlarda Hristiyanlar yalnız şehirlerde ardır. Köylerde ise bu din pek fazla gözde değildir. Birçok kitabe ve kilise kalıntıların da gösterdiği gibi Hristiyanlık burada ancak dördüncü asırdan sonra gelişmiştir. 166 Büyük Constantinus tarafından 312/13 yılında Hıristiyanlığın kabulüne izin çıkarıldıysa, öteden beri kullanılan ve pagan konuları içeren lahitlerin sayısı birden düşmüştür. 3. yy.'da topluca değil de, orada burada ortaya çıkan Hıristiyan lahitleri 312/13 yılından sonra hızlanıp çoğalmış ve bu 5. yy.'ın başlarına kadar

164

(Koch, 2001, s. 197) PAUL LEMERLE- Bizans Tarihi -İletişim yay 166 Mansel, 1938,A.g.e, s. 14 165

56


sürmüştür.167 Lahitlerde Mitolojik figürlerle betimlenmiş lahitler, Constantinus'un 311/13 yıllarında yayınladığı emirnameler sonucu bıçakla kesilmiş gibi son bulmuştur.168 Constantinus kendi çabaları sonucu 324'te büyük Roma İmparatorluğu'nun tek hükümdarı olunca, Hıristiyanları baskılardan korumak üzere bir bildiri yayınladı. Oniki ay sonra Nikaia'da kilise üyelerinden oluşan Konsili toplayarak Hıristiyanlık inancını imparatorluk içinde yasallaştırdı. Atılan bu adım yalnızca akıllıca değil aynı zamanda da kaçınılmazdı; çünkü belki de, o sırada imparatorluğun nüfusunun, günlük yaşamlarının güçlüklerinden kurtulmak için tek umudu Hıristiyanlıkta gören, beşte ikisi zaten Hıristiyandı.169 Arius, Teslisin üç kişisinin birbirinin eşi olduğunu kabul etmiyor, Baba ya da Tanrı, doğumuna neden olunmuş değil de ilksiz ve sonsuzsa, Oğul’un doğumuna Baba tarafından neden olunmuştur, diyor; ‘eştözlülük'ü, dolayısıyla, İsa'nın Tanrısallığını reddediyordu. İskenderiye Piskoposu tarafından afaroz edildi. Bu karar, bir din işleri kurulu tarafından onaylandı. Daha sonra da bir başka din işleri kurulu tarafından bozuldu: bu anlaşmazlık bütün Hıristiyan Doğu'da birbirinden ayrı görüşlere yol açtığı için, Constantinus, kuşkusuz, barış amacına yönelik olarak, duruma el koymak kararını verdi. Taraflar arasında anlaşma sağlayamayınca da, 325 yılında, İznik bir konsil topladı. Bu, ilk ekümenik (bütün Kilise'leri kapsayan - ç.n.) konsildi. Aylar sonra, piskoposlar bir metin üzerinde anlaşmaya vardılar ve ikisi dışında tümü bu metnin altına imzasını koydu. Kentin sınırlarını Constantinus kendisi çizerek, eski Bizans'ın kapladığı alanı, bir anda, dört ya da beş kat büyütmüştü. Kentin başkent, olarak açılış töreni 11 Mayıs 330 günü yapıldı. Ondan sonra da artık, imparator Konstantinopolis'te oturmaya ve İmparatorluk Meclisi de bu kentte toplanmaya başladı170 Hıristiyanlığı İmparatorluğun resmi dini olarak 381 'de kabul edenin l.Theodosius olmasına karşın, Hıristiyanlığa ettikleri hizmetlerin ödülü olarak Ortodoks Kilisesi tarafından azizlik mertebesi verilen Helena'yla Constantinus'ları başkaları değildi. Resimlerde ya da diğer sanat yapıtlarında onların sık sık yanyana ve aralarında Helena'nın tuttuğu bir haçla betimlenmelerinin nedeni budur.171 Batıl İnançlar Bizans'ta batıl inançlar vardı ve bunlar şefaatle ilgili çeşitli pratiklerin önemli bir parçası idi. Fakir ya da zengin, cahil ya da eğitimli Bizanslı kişi büyüye, büyücülere ve sihire inanırdı. Aynı zamanda Ahiret'in gizemlerini, görünmeyen dünyayı, günlük hayatına karışma olduğunu düşündüğü bu dünyanın ‘meleksi’ ve ‘şeytani’ sakinlerini tanımaya hevesli idi. Bu uğursuz yaratıkların, varoluşun düzenini bozmak için binlerce yöntemi vardı -sopayla vurmak, taş atmak, korkunç görüntüler yaratmak, çığlıklar atmak ve her türlü hastalıklar yaratmak- aynca etraflarındaki şeyleri kirletirler ve eve, eşyalara ve kültürlere yerleşirlerdi. İlgisizlikle kendi kurnazlıkları ile bunlarla baş etmeyi beceriyorlarsa da, kötü donatılmış sıradan insanlar için mücadele daha zordu ve saldırıların altında ezilme riski içindeydiler. Kötü güçlerden korunmak için Bizanslı, geniş bir muska ve nazarlık yelpazesi ile tamamlanmış eksiksiz bir dua deposunun yardımına başvururdu. Gündelik hayatın her durumunda hastalık, tehlike ve dertleri bertaraf etmek için ayinler ve dualardan yararlanırdı. Örneğin bir evin ilk temel taşı konulacağı zaman, bir kuyu açılacağında veya bir fırın inşa edileceğinde dualar edilirdi. Tarla ve bahçelerin korunması, kötü ruhları kovmak ve bir kaynağı arıtmak için de Tanrı'ya yakarılırdı. Bazı yardıma çağırmalar saf olmayan arzuları ve iblisleri uzaklaştırır, bazıları hastalığa iyi gelir, bazı muskalar ise tıbbi tedavide kullanılırdı. Pagan ve geç Antik dönem Hıristiyan edebiyatı doğaüstü güçlere referanslarla doluysa, 8., 9. ve 10. yüzyıllarda, aziz hayatlarında da bu durumu görmekteyiz. İblislere inanç II. yüzyılda da hangi sosyal sinıfta olursa olsun Bizans kültürünün bir parçası idi. Bu inanç kötü ruhlarla ilgili en yaygın fikirlerin verildiği, nasıl ortaya çıktıklarının, hangi şekillere girdikierinin, hareketlerinin ve onları göndermenin yollarının anlatıldığı aziz hayatları ile beslenmekteydi. Başka bir nedenden suretlere ibadet ve onların doğaüstü güçlerine olan inanç Bizans medeniyetinde güçlü bir şekilde kök salmıştı. Bu inancın kökenleri geç Antikçağ'a dayanmaktaydı. Esasen 4. yüzyıla girerken Hıristiyan suretlerinin sihirli güçlerine olan inancın ilk ifadeleri ortaya çıkmaya başladı. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde günlük hayatta, Bizanslı kişi koruyucu veya şefaate yardımcı rolü olan dini veya dini olmayan suretlerle çevrili idi. Bu şekilde ev içinde kullanılan objelerin iki fonksiyonu vardı –eşyaların kendi kullanım fonksiyonları dışında eğer üstlerinde doğaüstü güçlere etkisi olan suretler veya motifler varsa bunlar iblislere karşı kalkan görevi görüyor veya iyi şans getiriyorlardı. Örneğin muskaların üzerine, fildişi taraklara kazınan 167

Koch, 2001,A.g.e, s. 88 Koch, 2001, A.g.e, s. 103 169 Rice, 1998,A.g.e, s. 17 170 Lemerle, PAUL, 16/1/2019,Bizans Tarihi İltişim yay. s: 30 171 Rice, 1998, A.g.e, s. 18 168

57


veya kapıların başlarına yerleştirilen aynı eksenli daireler aynayı sembolize etmekte ve iblise kendi suretini geri yollama gücüne sahip olduğuna inanılmaktaydı. ‘T’ şekilleriyle zenginleştirilmiş mozaik döşemelerin, Süleyman'ın düğümünün ya da sekiz evlekli halkaların apotropaik yani kötü güçlere karşı koruyucu ve iyi güçleri çeken semboller oldukları düşünülmekteydi. 4. ve 7. yüzyıllar arasında tekstillere dokunan birçok motif iblisi kovmak ve iyi şans getirmesi amacıyla yapılmıştı. Bu suretler düşmana karşı yapılan savaşlarda kullanılan silahların üzerinde, büyük kumaş parçalarında, değerli ipeklerin, tüm sosyal sınıfların giysilerinde olduğu kadar ev tekstillerinin de üstünde görülmektedir. Hastalıkları uzaklaştırdığına ve sıhhat getirdiğine inanılan tasvirlerden en fazla rastlananları şunlardır: Tanrı'nın şeytana karşı kazandığı galibiyeti simgeleyen bir hayvanı veya bir düşmanı yenen şövalye; İoannes Hrisostomos'un bir söylevinde sihirli hediye olarak bahsedilen ve vücudu kötü ruhlardan koruyan haç; dua eden kişilerin, azizlerin ve İncil'den alınmış sahnelerin tasvirleri. Fazlalıklarından ve çeşitliliklerinden dolayı bitkiler ve hayvanlar doğanın eliaçıklığını simgeler ve bolluk getirirlerdi. Bu suret ve şekillerdeki dekoratif amacın ikincil bir rolü olduğunu kanıtlayan bir unsur, bazılarının görünmeyecek yerlere örneğin tekstillerin arka yüzüne yerleştirilmiş olmalarıdır. Her şeyden önce tasvirin, bir mücevher gibi taşınmayıp göğüste saklanan bir muska gibi, kalkan rolü vardır. Apotropaik suretler her zaman açık şekilde sergilenmez zira önemli olan süsleme unsurları değil koruyucu fonksiyonlarıdır. Beyaz hamurdan yapılmış kurşun sırlı, Impressed White Ware, masa ve servis kabının iki işlevi var görünüyor 10. ve 12. yüzyıl arasında büyük olasılıkla Konstantinopolis atölyelerinde yapılmış bu tarz kaplar Konstantinopolis, yerleşiminde bulunmuştur. Servis kabı yiyeceği masada sunmaya yöneliktir. Genellikle aynı tarz olsalar da kupalarda, testilerde ve masa mangallarında geniş bir çeşitlilik vardır. Servis kabı kilinin kökeni, süsleme tekniği ve üzerindeki resimler sayesinde yemeği kirletebilecek şeytani güçlere karşı koruma sağlar. Hıristiyanlık Kurumları Konstantinopolis Patrikliği, Hıristiyan kilisesinin Roma dünyası içinde teşkilatlandığı beş büyük idari birimden biriydi, diğerleri Roma, Kudüs, Antakya ve İskenderiye'ydi. Konstantinopolis Ekümenik statüye yükseltilenlerin sonuncusuydu. Roma Piskoposluğu Konstantinopolis'in eşit olduğunu asla kabul etmedi. Roma ile Konstantinopolis arasındaki gerilimler kilise içinde farklı hizipler arasındaki, gerilimler daha da arttı. Kilise sayısız malikânelerinin kiralarından büyük bir gelir elde ediyordu ve bunların önemi açıkça biliniyordu. Kilise idaresi son dönem Roma İmparatorluğu'nun dindışı teşkilatlanma modelini izliyordu. Patriğin altında büyük kentlerin piskoposları, özerk başpiskopos ve piskoposlar vardı. İlki her vilayetteki en kıdemli din adamıydı ve patrik tarafından şahsen atanıyordu. Piskoposlar, tüm piskoposların katıldığı vilayet sen sinodları tarafından seçiliyorlardı ve sıradan ruhban sınıf ve bölgenin cemaati 6. yüzyıla kadar, en azından aday gösterilirken, bir ölçüde etkiye sahipti. Piskopos, bölgesinin en yüksek mevki sahibi kilise görevlisiydi ve hem sıradan ruhban sınıfı, hem mevcut herhangi bir manastır topluluğu onun otoritesi altındaydı. Piskoposlar cemaatlerinin ruhani ve siyasi önderleriydiler: Birçok piskopos 3. yüzyılın sonu ile 4. yüzyılın başındaki büyük zulüm döneminde şehit edilmişti ve piskoposun konumuna büyük saygı gösteriliyordu, ama kendisiyle ilgili beklentiler de aynı derecede yüksekti. Piskoposlar kentlerde görevlendiriliyorlardı ve piskoposun yetki alanı kentinin sınırları dışına taştığı ölçüde, imparatorluğun kilise idaresi, Roma dünyasının son dönem Roma lmparatorluğu'na özgü dindışı idare modelini koruyordu. Piskoposun üçlü bir görevi vardı: Sapkınlığı arayıp bulmak ve onunla savaşmak, Ortodoksluğun hüküm sürmesini sağlamak ve kilise yasasını kabul ettirip uygulamak. Aynı zamanda kilise arazilerinin baş yöneticisiydi, yoksul ve muhtaçlara hayır işlerini yapandı, ilaveten bölgesinin önde gelen kilise otoritesi ve yargıcıydı. Dini töreler ve doğrulukla ilgili kilise mahkemelerine başkanlık ve ruhban olmayanlar ile kilise arasındaki anlaşmazlık olaylarına hakemlik ediyordu -gerçekten, ruhban sınıf, 7. yüzyılın başından itibaren dindışı otoritelerin elinde kötü muamele görmesini engellemek için özellikle imtiyazlı bir yasal statüye sahipti. Piskoposlar, hiçbir şekilde münhasıran olmamakla birlikte, en azından 4. yüzyılın ortasından ve sonundan itibaren toplumun daha imtiyazlı ve en iyi eğitilmiş kesimlerinden seçiliyorlardı. Kilise gibi, manastırlara da gelir bağlanabilir ve manastırlar arazi ya da başka tür mülk sahibi olabilirdi. Kimi manastırlar hatırı sayılır malikâneleri olan varlıklı mal sahiplerine dönüştü ve kilisenin manastır kurumları üstünde bir dereceye kadar denetimi elinde tutma çabaları, manastırların bulunduğu bölgelerin piskoposlarına önemli bir rol yükledi. Böyle kurumlarla ilişkilendirilen hayat tarzları, bireylerin kendi günlük ritimlerini izledikleri, birkaç toplu faaliyetin yanı sıra birbirlerinden bağımsız olarak yemek yiyip dua ettikleri "idioritmik" [kendine özgü] hayattan; dua, yemekler, çalışma ve meditasyon için herkesin aynı toplu zaman planını takip ettiği " kinovitik" hayata kadar değişiyordu. Konstantinopolis Piskoposluğu 650 'ler ile 8. yüzyılın ortasında devletle

58


aynı tehdit ve kayıplara maruz kaldı. Özellikle kilisenin taşradaki altyapısı bu bölgelerin birçoğunda tehlike altındaydı, çünkü sürekli akınlar ile istilalar ve neden olunan ekonomik zarar, merkezden uzak birçok yerde yerel din adamlarının daha güvenli bölgelere kaçmasını da beraberinde getirdi. Bu orta dönemde ruhban sınıfının politik nüfuzunda bir önemli değişiklik oldu. Konstantinopolis'te 4. yüzyıldan beri dini disiplin, dogma ve liturji [ayin düzeni] sorunlarıyla uğraşmak için toplanan, patriğin başkanlık ettiği bir sen sinod vardı. Kilise yasası da 10. yüzyıldan başlayarak, imparatorluğun (Roma) sivil hukukuna göre daha önemli bir yere kavuştu ve kilise mahkemeleri 11. Yüzyılın ortası ile sonundan itibaren adli idarede ve sıradan nüfusun günlük sorunlarında daha büyük bir rol oynamaya başladı.172

Pavlusculuk--- Bogomilizm Aslında Maniheizm173 heretik174 bir grup değildir. Ona, ortaya çıktığı dönem için yeni veya eklektik bir din demek daha doğru olabilirdi. Maniheizm'in temelinde Milattan önce V. yüzyılda İran'da ortaya çıkan Mitraizm'in olduğu kaynaklar tarafından bildirilmektedir. Mitraizm, Büyük İskender döneminde büyük bir gelişme göstermiş ve MÖ I. yüzyılda Roma'ya kadar ilerlemiştir. Mitraizm, düalizmin, yani aydınlık ve karanlık olmak üzere iki ezeli Tanrının varlığını kabul eder. Aydınlık Tanrısı iyiliği, Karanlık Tanrısı ise şeytani ve şer güçleri temsil etınektedir.175 Ermeniler, haklı olarak, kendilerinin III. Tiridates (314) önderliğinde Hıristiyanlığı kabul eden ilk devlet olmaktan gurur duyarlar. Beşinci yüzyılda, İncil ve dua kitapları Ermenice'ye çevrildi ve Ermeni Kilisesi bir Catholicus'un başkanlığında özerkleşti. Ermeniler kendilerinin temsil edilmediği Khalkedon (Kadköy/İst.) Dördüncü Genel Konsili'ni tanımayı reddettikleri için, 45l yılında Ermeni ve Bizans Kiliseleri arasında bir çatışma baş gösterdi."176 Bizans'ın sert tavırları onlan heretik düşüncelerinde iyice derinleşmeye itıniş ve bunun sonucunda defalarca katliama uğramışlardır. Diğer taraftan Suriyeli Constantine 660 yılında Ermenistan'ın Kibossa bölgesinde Maniheizm'i yaymaya başlamıştı ve bunun sonucunda imparatorun resmi bir memuru olan Simeon tarafından ölüm cezasına çarptırılmış ve idam edilmiştir. Ne gariptir ki Simeon daha sonra vicdani bir pişmanlık duymuş ve tövbe ederek bu heretik doktrinin lideri konumuna gelmiş ve o da aynı akıbete uğramış, kazıkta yakılarak öldürülmüştür. Çok sert baskı, işkence ve koğuşturmalara uğrayan 172

Haldon, 2006, A.g.e, s 88-93-94-95-.153- 154 173 Mani dini ya da Maniheizm, 3. yüzyılda Pers İmparatorluğu içinde, Mani tarafından kurulan ve kısa sürede hızla büyük bir coğrafyaya yayılan bir din. Kutsal kitapları Arzhang'dır. Mani dini en parlak dönemini 8. yüzyılda Uygur Devleti'nin millî dini olarak ilan edilmesi ile yaşamıştır. Mani’nin öğrencileri onun misyonunu devam ettirmiş, Mani’yi Mecûsîler’e “Zerdüşt’ün mânevî oğlu,” Budistler’e “geleceğin Buda’sı” (Maitraya) ve hıristiyanlara “Faraklit” şeklinde anlatmışlardır. Aralarında Hayat İncili, Hayat Hazinesi, Şapuragan, Pragmateia, Sırlar Kitabı, Devler Kitabı, Mektuplar ve İlâhiler’in bulunduğu, Süryânî ve Pehlevî dillerinde yazılmış olan bu eserler, ancak Mani’nin öğrencilerinin eserlerinde parçalar halinde günümüze ulaşmıştır. İnanç Esasları. Maniheist inancın temelini, ışık ve karanlık yahut iyilik ve kötülük şeklindeki birbirine zıt ikislî prensibe dayanan gnostik bir düalizm oluşturmaktadır. 174 Heretik: Dalalet, sapınç ya da sapkınlık 175 Sakin Özışık; Pavlikan Kilisesi ve Eski Hıristiyan Heresileriyle İlişkisi; C.Ü. ilahiyat Fakültesi Dergisi 2010, Cilt: XIV, Sayı: 2 Sayfa: 505-533 176 Barış Baysal; Bizans Dünyasında Hristiyan Düaüst Heretikler (650-1103) ; Kalketlon Yayınları İstanbul 2010 s.23

59


Pavlosçular, Bizans İmparatorluğu'nun Batı'daki sınır bölgesi olan Trakya'ya sürülmüşlerdir. Orada Messalianlar'ın bakiyeleriyle karışmışlardır ki işte bu Bogomilizm'in başladığı zaman ve zemindi177. Aynı dönemde imparatorluğun kuzey sınırı da Bulgaristan'dan gelen bir Rus saldırısının tehdidi altındaydı. Tarih eserlerinde kaydedilmiş olan Paulikan tehciri iki amaca hizmet ediyordu. Öncelikle imparator kendisinin cinayetteki rolü hakkında bilgi sahibi oldukları belli olan kilise otoritelerinin gözüne giriyor, ikincisi kuzey sınırlarını savunmak için Paulikanlar'ın savaşçı bir güç olarak iyi biline yeteneklerinden faydalanıyordu. Philippopolis'teki (Filibe’deki ) yerleşimin ömrü uzun oldu.178 Yine, ‘o, Anna Kommena'nın Filibe' deki Pavlikan ve Ermenileri birbirinden ayrı iki grup olarak bahsettiğini’ söylemektedir. Pavlikanlar'ın bu anlamda dışarıya açık diğer birçok dapkınlıklar ile hatta Yahudilerle ilişki içinde oldukları, Peçeneklerle evlilik ilişkilerinin bulunduğu da nakledilir.179 Dördüncü yüzyılın sonuna dek Ermenistan, Roma ve Pers imparatorlukları tarafından paylaşılmıştı; ama 640 yılında Araplar Bizans Ermenistanı'na saldırıya başladılar ve güçlü bir savunmaya karşın 66l'de fethettiler. Arap istilasından önce de, Bizans'ın Yunan topraklarına Ermeni göçü yaşanıyordu, ama 640'tan sonra bu iyice yoğunlaştı. Göçmenlerin çoğu, sonradan Ermeni bölgesi olarak anılacak, Trebizond ile Caesarea arasındaki yay biçimindeki bölgeye yerleşti.180 Bu göçmenler üzerinde uygulanan dinsel uyum çalışmaları, bazılarının Müslüman idarecilerin geleneksel inançlarına daha fazla saygı gösterdikleri Ermenistan'a dönmelerine yol açtı. İşte bu, Paulikan hareketinin geliştiği bağlamdı. 181 Balkanlar'ın, Danube'nin (Tuna nehrinin) güneyinde kalan kısmı altıncı yüzyılda Hıristiyan'dı, ancak daha sonra pagan Slavlar kalabalık bir şekilde buraya yerleştiler ve "Romalı" sakinlerin Hıristiyan kalmış olması ihtimali dışında oradaki kilise oluşumu yok oldu. 68l'de Tuna'nın güneyine ilk yerleşen Bulgarlar dokuzuncu yüzyılın ortalarında dev bir krallık kurdular. İkona kırıcı (iconoclaste) İmparator V. Konstantin Kopronimos’a (741-775) göre bu hareketin oluşumuna karakter kazandırmış olduğundan yüksek seviyede değer yüklemektedirler.182 Kilise ve manastır servetlerini kendi eline geçirmeyi başardı. V. Konstantinos (741-775) manastır topraklarını toptan istimlâk ederek kendi adamlarına dağıtı, keşişleri de devletin içinde olağan bir yaşayışa zorladı. 765 yılında Bizans sâkinleri olağanüstü bir seyire tanık oldular: V. Konstantinos keşişlerin evlenmelerini emretmişti; bunun üzerine, hippodromda, manastırların kapatılmasından aşırı bir sevince kapılan heyecanlı bir halk kitlesinin çığlıkları arasında dizi dizi rahiplerle rahibelerin evlenme törenleri yapıldı.183 Kilise, konsillerdeki temsilcileri aracılığıyla Bogomilllere karşı savaş açtı,184

Minyatür 1---Paulikianların 843-844 yılındaki katliamı Oto Bihalji Merin-Alojz Benac, Bogomil Sculptıırc, Jugoslavija, Beograd 1962, VIII. Barış Baysal; 2010 A.g.e. s.154 179 Barış Baysal; 2010 A.g.e. s.154 180 Burada kullanılan İngilizce "Theme" (ılıcma'dan türetilmiş, "ordu") kelimesi Bizans döneminde bölge anlamında kullanılmaktaydı. Haritaya bakınız 181 Barış Baysal;2010 A.g.e. s.24 182 IŞIK, July 2017,A.g.e. 183 Seidler, 1980,A.g.e, s. 60 184Seidler, 1980, A.g.e s. 84--M.T. Poprujeııko, op. cit., s. 72. 177 178

60


Önce Constantine V Copronymus 757'de Süryani ve Ermenileri Theodosiopolis (Erzurum) ve Melitene'den(Malatya’dan) alarak Trakya'ya yerleştirmiş ve bunlardan da Pavlosçular türemiştir.185 778 yılında Leo IV tarafından Malatya'da ele geçirilen Süryani Yakubileri Trakya'ya tehcir (göç) ettirilmiştir. Bizim kanaatimize göre Bizans İmparatorları'nın, İmparatorluğun Batı sınırını güçlendirmek için Doğu'dan götürdükleri bu insanların birçoğu etnik bakımdan Keldani (Asurlar'ın Katolik kısmını) ve dini açıdan ise Doğu Hıristiyanlığı'nın farklı mezheplerine mensup olan Ermeni, Süryani, Yakubi, Nesturi ve Keldaniler idi. Dolayısıyla Bogomil inançlarının oluşmasında Keldanilerin belli ölçüde etkileri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak elimizde bunu şüphesiz bir şekilde kanıtlayacak deliller bulunmamaktadır. Bilindiği üzere "Keldani" kelimesi Eski Ahit'te geçmekte, Hz. İbrahim'in Keldanilerin Ur şehrinden göç ettiği' ifade edilmekte. Ve Keldanilerin birçok özellikleri hakkında bilgi verilmektedir. Öyleyse, Keldaniler ve Bogomillerin orijini olarak kabul edilen Maniheizm ve Pavlikanizm'in aynı coğrafyayı paylaşmış olmaları dikkat çekici bir gerçektir.186 Pavlosçuluk 7. yüzyılın ortalarında ‘Armeniakon’ diye tanınan, Anadolu'nun kuzey doğusundaki bir sınır eyaletinde başlamıştır. Pavlosçuların yukarı Fırat bölgesindeki Samsat'dan geldikleri tahmin edilmektedir. Bunların Araplardan korunmak veya Ermeni Kilisesi'nin baskısından kurtulmak için ülkelerini terk ettikleri sanılmaktadır. Aralarında büyük bir olasılıkla Ermeni ve Suriyeli (Süryani/ Keldanij Nesturi) köylüler bulunmaktaydı. Daha sonra Bizans yönetimi toplumsal ve siyasal dengenin sağlanması ve savunma imkânlarını artırmak amacıyla Pavlosçuların bir kısmını, 8. Yüzyılın ortalarında Trakya'nın sınır bölgelerine yerleştirmiştir. Böylelikle Pavlosçuluk Trakya'da da odaklaşmasını sağlamıştır.187 Bunların büyük çoğunluğu o dönemde pagandı, ama Boris Han (852-89) Hıristiyanlığı devlet dini olarak kabul etmek istiyordu ve halkını Hıristiyanlaştırmaları için hem Ortodoks hem de batılı Katolik misyonları davet etti; sonunda da 870 yılında İstanbul Patriği'nin otoritesini seçti. 870'li yıllarda Bulgaristan'da donanımlı Hıristiyanlar'ın sayısı oldukça az olmalıydı, zira köylerde bir Ortodoks din adamları ağı kurmak uzun zaman aldı. Bu nedenle birçok insanın zihninde Hıristiyan ve pagan mitolojiler birbirine girdi ve bu insanların büyük kısmı Hıristiyan inancını yaşamanın farklı yollarından da haberdardı. Çünkü aynı anda hem Ortodoks hem de Katolik misyonerleri görmüşlerdi. Böyle bir toplumda Paulikan vaizlerin devre dışı kalmış olması düşünülemezdi. Paulikanlar'ın Bulgaristan'da dokuzuncu yüzyılın sonunda kendilerine adam kazandırdığı, Boris'in Maniheistler'i ve "şeytanı Tanrı'nın en büyük oğlu olarak adlandırmaktan utanmayan" pagan Slavlar'ı lanetleyen oğlu Symeon (893-927) döneminde yazan araştırmacırahip Piskopos John tarafından da yazıldı. En son Basil II. 872'de devletin tüm gücünü toplayarak Divriği kalesini tamamen harab ettikten sonra Pavlikan direnişini kırabilmiştir. İlk zamanlardaki mükemmel organizasyonu ve hızlı yayılışıyla Maniheizm, Hıristiyanlıkla yarışır, hatta onu tehdit eder bir konuma yükselıniştir. Maniheizm, Museviliğe şiddetli karşıtlığıyla da bilinmektedir. Mani bu dinin kendisine göklerden vahyedildiğini iddia eder. Araştırmacılara göre Mani bu yeni dini kurarken putperestlik ile Mecusilikten aldığı fikirlere Hıristiyanlıktankattığı bazı düsünceleri eklemiştir. 188 Hıristiyan düalizmi ilk defa Ermenistan'da görüldü. Paulikanlar derler ki: "Bizi Romalılar'dan (yani Ortodokslar'dan) ayıran tek bir şey var, biz cennetteki efendinin bu dünyada değil öteki dünyada güçlü olan bir Tanrı olduğunu; bu dünyayı yaratanın ve bugünkü dünya üzerinde egemen olanın ise başka bir Tanrı olduğunu” söyleriz. Romalılar ise cennetteki efendi ile bu dünyanın yaratıcısının tek bir ve aynı Tanrı olduğuna inanırlar." Ortodoks Kilisesi tarafından aforoz edilmiş bazı ikonoklastların da Paulikanlar'a katıldığını ekledi. Epaphroditos, tutuklanmadan kaçar ve orta Anadolu'da St Paul tarafından Hıristiyanlaştırılan Antioch in Pisidia'ya (Anadolu'nun güney kesiminde antik bölge) geçer. Orada Philippoi Paulikan Kilisesi'ni kurar. Bu ismi seçmesinin nedeni muhtemelen ilk Epaphroditos'un Philippoi Paul Kilisesi'nin önde gelen üyelerinden biri olmasıdır. Yaklaşık otuz yıllık din adamlığının ardından Epaphroditos 800 yılından önce ölür.189 Kısa bir süre sonra kendi öğret ilerini Anadolu'da vazeden Pavloscular köylüler arasından çok sayıda yandaş buldular ve bunu izleyen isyan Anadoluda yayıldı. İsyancılar o kadar çok utku kazandılar ki onlarla baş edebilmek için ordunun çağırılması gerekti ve 872'ye kadar barış sağlanamadı. Bu, Pavloscuların 50 yıl 185

Hamilton and Hamilton, CDHBW, 57. Kadir ALBAYRAK, Bogomilizm ve Bosna Kilisesi, Emre Yayınlan, 2005, lstanbul 187 Bkz. Erbstösser, Hcretics in the Middle Ages, 15; Nassi, "iki Bizans Gizemci Hareketi ve Osmanlı Tasavvufunun Doğuşu", 188 Sakin Özışık; 2010 A.g.e, 505-533 189 Barış Baysal; 2010, A.g.e, s. -35-38 186

61


içinde ikinci isyanıydı; her iki başkaldırı da başarısının büyük bir bölümünü, yeni konan çok aşırı ağır vergilerin kendilerini gerçek serfliğe indireceğini anlayan özgür köylülerin mezhepçilere verdiği desteğe borçludur. 920 ile 944 yılları arasında yer alan isyan Romanos Lekapenos'un koyduğu vergilerin yükseltilmesiyle ve vergisini ödemeden kaçan bir kimsenin komşularını bundan sorumlu tutan yasanın çıkarılmasıyla aynı zamana rastlar. Vergilerdeki yüksel işin yerel azınlık gruplarının milliyetçi amaçlarını körüklediği uç bölgelerde benzer şikâyet konuları çok sayıda isyanı kıvılcımlandı.190 Ortodoks vaftizini kabul ettirmeye çalışmaları dışında bir son bulmuştur. Paulikanlar, onuncu yüzyılda ve on birinci yüzyılın başlarında Anadolu'nun dört bir yanına yayılmışlar ve Eukhaita, Miletos ve Ephesus yakınlarındaki köylerde görülmüşlerdir.191 Petro döneminde önemli bir dini hareket görülmüştür. Bu hareket, kurucusu Papaz Bogomil'den dolayı Bogomillik hareketi olarak adlandırılmıştır.108 Keşiş Kozma, yazdığı "Bogomillere Karşı Söyleşi" adlı eserinde şöyle diyor: "Dindar Petro döneminde Bulgar topraklarında Bogomil (Tanrının sevdiği) - daha doğrusu Bogonemil (Tanrının sevmediği) adında bir papaz ortaya çıktı. O, ilk defa Bulgar topraklarında rafiziliği (heretik doktrini) telkin etmeye başladı."109 Papaz Bogomil'in öğretisi Massalianlar ile Bizans İmparatorluğu tarafından büyük kitleler halinde Trakya'ya yerleştirilen Pavlikyanların doktrininden neşet etmiştir.110 Kendinden önceki öğretiler gibi Bogomillik de, dünyaya iki prensibin, iyilik (Tanrı) ve kötülüğün (Şeytan) hükmettiğini ve birbirine zıt iki güç arasındaki mücadelenin dünya olaylarını ve her insanın hayatını düzenlediğini kabul eden dualist bir inançtır. Bogomillik temelde sosyal bir öğreti olup köylü sınıfının feodal baskıya karşı hoşnutsuzluğunu ifade etmektedir. Bu hareket, mevcut düzeni destekleyen resmi kiliseye karşı gelmektedir.111 Bu yüzden de Bogomiller tarih boyunca hem Ortodoksların hem de Katoliklerin şiddetli takibine maruz kalmışlardır. Bogomil mezhebi, resmi kilise ve onun temsilcileri ile kilisede ibadet etmeyi, haç işareti yapmayı ret ediyor, günah çıkartma, vaftiz etme gibi dini gerekleri kabul etmeyerek Ortodoks Kilisesi'nin haç ve ikonalarına karşı çıkıyordu.112 Bulgaristan'da ortaya çıkan Bogomillik daha sonra Bizans, Sırbistan, Bosna ve Balkan Yarımadası'nın diğer bölgelerine yayılmıştır. Fransa, İtalya ve Almanya'da görülen Katarenlerin de Bogomilliğin kollarından biri olduğu sanılıyor.113 Ayrıca Patarenlerin ve Albigensianların da kökleri Bogomillik hareketine dayanmaktadır.114 Petro döneminde iç ve dış olayların etkisi ile Symeon zamanında en parlak devrini yaşamış olan I. Bulgar Krallığı, hızla çökmeye ve elde ettiği toprakları yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır. Bogomillik heretik dinsel bir mezhep olup, Bulgar Çarı Peter (MÖ 927-969) zamanında Bulgaristan'da ortaya çıkmıştır. Son zamanların en önemli Bogomilizm uzmanlarından olan Obolensky, Bogomil ve Bogomillerin inançları hakkında şu bilgileri vermektedir: “950'lere doğru Çar Peter zamanında Bulgar kökenli Pavlosçular arasından, Bogomil adında aşağı tabakaya mensup bir papaz çıkarak yeni bir mezhep kurmuştur. Bu mezhep özellikle Bulgar ve Yunanlılaşmış yüksek tabaka mensuplarına, yani Bulgar Boyarlar'a ve Knezler'e karşı çıkan Slav köylüleri arasında çok revaç bulmaya başlamış. Bu durum, tıpkı 3. yüzyıl Sasani İranı'nda ortaya çıkan Maniheizm gibi Bogomilizm'in asketik fakat ihtilalci bir toplumsal tepki hareketi hüviyeti gösteriyor ki, zaten Pavlosçuluk kanalıyla Bogomilizm de büyük ölçüde Maniheizm'in etkisini taşımaktaydı. Az çok bilindigine göre, Bogomiller yüksek Ortodoks ruhban sınıfına da karşı koyuyor, özel mülkiyeti, lüks hayatı, evliliği, hayvani gıdaları ve içki içmeyi reddediyorlardı. Dünyayı kötülüğün sembolü olan şeytanın yarattığına inanıyor, Tevrat'ı kabul etmiyor, Hz. Meryem'in kutsallığını red ve kilise ayinlerini protesto ediyor, ikonlara ve haça saygı duymuyor, bunlara nefret besliyorlardı”.192 Pavlusçuların Bulgaristan’da farklı fakat bir arada yaşayan iki toplum olarak var oldukları ilk nesil Bogomil inananları üzerinde kesin bir etkisi olmuştur. Etki bölgeleri sınırsız bir açıklık içinde dikkat çeken bir düzeydedir. Pavlusçular Trakya bölgesinde ve Bulgar topraklarında, hâkimiyetleri bilhassa Makedonya’da açıkça görülen Bogomillerden daha aktiftir. Buraları 971 yılından itibaren Bulgaristan’ın doğu bölgesinde yerleşik sapkın cemaatlerin aktiviteleri üzerine halkına işkence eden Bizans tarafından işgal edildi. Pavlusçular buradan tamamen kaybolmamışlar, fakat hissedilir ağırlıkları Bogomilizm’in güçlü olduğu bölgelerde coğrafî konumu sayesinde en az birkaç on yıl süreyle hâkim oldukları diğer karşıt gruplar karşısında azalmıştır. Pavlikanlar Anadolu'dan Trakya'ya ve oradan da Avrupa'ya yayıldıktan sonra 190Rice,

1998, A.g.e, s. 216 Barış Baysal; 2010, A.g.e, s.44 192 Bkz. Obolensky, Thc Bogomils, 130-13 191

62


buralarda birçok kişiyi kendi mezheplerine çekmişler ve halkın arasında "Tanrıyı sevenler" anlamına gelen “Bogomil” nitelemesiyle tanınmışlardır. Günümüzde içlerinden sadece önde gelen birkaç kişinin adı bilinmektedir. Örneğin geçimini hekimlikten sağlayan Basil adında bir Bogomil, 1070 ile 1111 yılları arasında birçok yeri dolaşarak Hıristiyanlığı yaydı. 1111 yılında Bizans İmparatoru Aleksius, Basil'in dinsel görüşleriyle ilgilendiğini söyleyerek onu sarayına davet etti. İmparatorun iyi niyetine inanan saf yürekli Basil saraya gidince tutuklandı ve zindana atıldı. Orada sekiz yıl süründükten sonra 1119 yılında diri diri yakıldı. Aynı zamanda Bogomillere karşı şiddetli bir zulüm dönemi başladı ve birçok insan Basil gibi yakılarak katledildi.193 1050 yıllarından sonra özellikle Filibe'de ve civarında yaşayan Bulgar Bogomilleri devlet için her zaman bir tehlike oluşturmuştur. Bogomiller yahut başka bir isimle Pavlikanlar Grek-Ortodoks dini" ne karşı, kuvvetli Maniheist etkiler altında kalan bir mezhepti. Daha önce de değindiğimiz üzere bu mezhebin anavatanı Doğu Anadolu olup, Bizanslılar Anodolu'da194 Ephesus Konsili (431) ‘Meryem'in Tanrı'nın Annesi’ olduğunu ilan etmiştir. Paulikanlar İsa'nın insan olduğuna inanmadıklarından, Meryem'e saygı duymazlar. Bunun yerine Yeni Ahit'teki ona dair referansları St Paul tarafından "hepimizin annesi"' (Gal. 5. 26) olarak tanımlanan kutsal Kudüs olarak değerlendirirler. Paulikanlar, ‘Eukharist’ ayinini alegorik bir şekilde lsa'nın sözleri olarak yorumlarlar. Onlara göre İsa takipçilerine (bedenini değil) sözlerini vermiştir. Paulikanlar suyla vaftizi reddederler, çünkü su maddi evrenin bir parçasıdır. İsa'nın vaftiz emrini ise alegorik biçimde ona ruhen kavuşmak olarak yorumlarlar.195 Pavlikanların inanç kitabı olduğu iddia edilen “Gerçegin Anahtarı” adlı kitaptan anlaşıldığına göre Pavlikanizm, Maniheizm’de olduğu gibi düalizm konusuna önem vermemiş, hep tek Tanrı'nın varlığını vurgulamıştır. Maniheistlerin sahip oldukları, "İsa'nın ruhu ve kozmik aydınlığın özdeş oldugu" gibi bir inanç, Pavlikanlarda yoktur. Ne güneş ne de ateşe tapmaya benzer putperest uygulamalara da yer vermemişlerdir. Hatta Haç'ın kutsiyetini ve ikonları şiddetle reddetmişler, kendilerini gerçek Hıristiyanlığın inananları olarak tanımlamışlardır. Ne var ki, Paulikanlar kendilerini Bizans'ın vatandaşı değil ortak milleti olarak görmüşlerdir. IX. Konstantinos (1042-55) güney Rusya steplerinden savaşçı bir halk olan Peçenekler'i, Danube (Tuna Nehri) sınırını savunmaları için kuzey Bulgaristan'a yerleştirmiştir. Ancak sadakatlerinden şüphe edilen bu halka, kimi zaman Paulikanlar destek vermiştir. Benzer bir bağımsızlık ruhuyla, Alexios komutasındaki Paulikanlar Norman seferi bitmeden evlerine dönmüş, bu nedenle 1083'te Normanlar'a yenilen Alexios Paulikanlar'ı Ortodoks ‘vaftizine’ zorlayarak başeğdirmek istemiştir. Reddedenler cezalandırılmış. Liderleri tutuklanmış ve geri kalanların evlerine el konmuştur. Bu olaylar, daha önce Paulikanlık'tan Ortodoksluğa dönmüş güvenilir bir imparatorluk yetkilisi olan Traulos'un kız kardeşlerinin evsiz bırakılmasına karşı çıkarak ayaklanmasına neden olmuştur. Traulos, Peçenekler'le işbirliği yaparak Filibe yakınlarındaki Belyatovo kalesini Alexios'un kendilerine karışmayacağı şekilde ele geçirmiştir. İmparatorun Paulikanlar'ı yola getirme girişimi yarım kalmıştır ve sonraki otuz yıl boyunca onlara ilişilmemiştir. 1114 yılında, Philippopolis'teki (Filibe) Paulikanlar'ı Ortodoksluğa döndürmek için, imparator kişisel bir girişimde bulunmuştur. Her ne kadar Anna Komnena, babasının yaşamaları için yeni bir kasaba inşa edeceği kadar çok sayıda Paulikan'ın vaftiz edildiğini söylese de, büyük kısmı inançlarına sadık kalmış ve liderlerinden ikisi ömür boyu hapisle cezalandırılmıştır. Pavlikanizmin ilk çıkıs noktası Ermenistan olmasına rağmen, daha önce de değinildiği üzere, ne milli bir harekettir ne de dönemin Gregoryanlığından koparak bağımsızlaşmıştır.196 John Tzurillas adlı bir heretikin mahkemesine de tanıklık ettiğini, bunun yeni yeni ortaya çıkan hareketin ilk öğreticisi olduğunu ve inançlarını Trakya ve İzmir'de yaydığını ve oralarda taraftarlar topladığını anlatır. john Tzurillas İmparatorluk topraklarında Bogomilliği öğreten ilk kişi olarak bilinmektedir. 11. yüzyılın sonlarına doğru Bogomillik İstanbul'a da sıçramıştır. 1110'lu yıllarda, Alexius'un döneminde (1081-1118) yakalanan bir Bogomil, hareketin İstanbul'daki önderinin adını açıklamak zorunda kalır. Bu önder Basil adında bir keşişti ve Bogomilliği kırk yıldan uzun bir süredir neşretmekteydi. Basil'in on iki öğrencisi vardı ve bunlar İstanbul'un aristokrat ailelerinden birçok üye kazanmışlardı. Basil, taraflarlarının arasında iken ele geçirildi. Büyük baskılara etki kalan Bogomillerin bir kısmı Ortodoksluğa dönmesine karşın bazıları ise eski inançlarından ayrılmadılar ve bunlar ömür boyu hapse mahkûm edildi. Hareketin lideri ise G. Barker, O'nun lzinde, Zafer Matbası, İstanbul 1985, 95-96. Albayrak, Kadir Bogomilizm ve Bosna Kilisesi, Emre Yayınlan, 2005, lstanbul 195 Barış Baysal; A.g.e, 2010 s. 113 dipnotu 196 Sakin Özışık; 2010, A.g.e, s: 505-533 193 194

63


kazıkta yakılarak idam edildi. Basil'in yakalanması, sorgulanması ve ölümü ile ilgili en dramatik rivayetler Anna Comnena "Alexiad" adlı eserinde anlatmaktadır. İmparator I. Manuel (1143-80) döneminde kendi piskoposluk bölgesinde Paulikanlar'la karşılaşmıştır ve Dördüncü Haçlı Seferi orduları 1204-05'te Philippopolis'i (Filibe) aldıklarında Paulikanlar kasabanın bir bölgesinde onlara karşı direnmişlerdir. Ortodoks o toriteler tarafından Ortaçağ'ın sonraki dönemlerinde Paulikanlar'a baskı yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir. Ayrıca Osmanlı fethinden sonra da bağımsız bir dini topluluk olarak ayakta kalıp kalmadıkları da belirsizdir. Papa XIII. Gregory'nin 1580 senesi sonrasında Osmanlı İmparatorluğu'nun batı bölgelerine Apostolik Ziyaretçi olarak yolladığı Pietro Cedolini ve bu görevi sürdüren halefleri Danube (Tuna) nehri yukarsındaki Nikopolis (Niğbolu) ile Philippopolis (Filibe) arasında kendine özgü "Paul taraftarları" nın yaşadığı on yedi köy tespit etmişlerdir. Bunlar Paulikanlar'dı; Havari Paul'u yüceltiyor, İsa'nın haçından uzak duruyorlar, tüm dinsel ikonalar ve resimleri reddediyorlar, suyla vaftize karşı çıkıyorlar, kendilerini Ortodoks Kilisesi'nden ayrı tutuyorlar ve Paulikan yazılı yasalarına uyuyorlardı. Eski Ahit'in tamamın red adediyor, ama dört İncil ile on dört St Paul Mektubu'nu ilahi yasa olarak kabul ediyordu. Paulikanlar, "Ben yaşayan suyum" diyen İsa'yı bizzat vaftizin kutsal nesnesi olarak görüyorlardı ve Ekmek-Şarap ayinini onun sözlerine göre yorumluyorlardı." Paulikanlar'ın ibadet alışkanlıkları kadar özellikle haça saygı göstermeyi ya da Kutsal Bakire Meryem ile azizler ve melekler kültünü kabul etmeyi redediyordı197. Zaten, Paulikanlar, herhangi bir cinsel perhiz geleneğine sahip olmadıkları için diğer Hıristiyan düalist198lerden farklıdırlar. Evlenir ve çocuk sahibi olurlar; üstelik bu durum didaksalos''lar 199 için de geçerlidir. Sonuçta, hiçbir şekilde dünyadan el ayak çekmemişlerdir ve her birinin gündelik meslekleri vardır. Paulikanlar, dünyevi işleri idare etmekte ya ela iktidar politikalarına dâhil olmakta inançları yönünden bir sakınca görmezler ve öldürmek konusunda yasakları yoktur: aksine, kusursuz dövüşçüler oldukları herkesçe kabul edilir.200 Trakya’ya ve Sürgünleri John Tzurillas adlı bir heretikin mahkemesine de tanıklık ettiğini, bunun yeni yeni ortaya çıkan hareketin ilk öğreticisi olduğunu ve inançlarını Trakya ve İzmir'de yaydığını ve oralarda taraftarlar topladığını anlatır. john Tzurillas İmparatorluk topraklarında Bogomilliği öğreten ilk kişi olarak bilinmektedir. 11. yüzyılın sonlarına doğru Bogomillik İstanbul'a da sıçramıştır. 1110'lu yıllarda, Alexius'un döneminde (1081-1118) yakalanan bir Bogomil, hareketin İstanbul'daki önderinin adını ifşa etmek zorunda kalır. Bu önder Basil adında bir keşişti ve Bogomilliği kırk yıldan uzun bir süredir neşretmekteydi. Basil'in on iki öğrencisi vardı ve bunlar İstanbul'un aristokrat ailelerinden birçok üye kazanmışlardı. Basil, taraflarlarının arasında iken ele geçirildi. Büyük baskılara etki kalan Bogomillerin bir kısmı Ortodoksluğa dönmesine karşın bazıları ise eski inançlarından ayrılmadılar ve bunlar ömür boyu hapse mahkûm edildi. Hareketin lideri ise kazıkta yakılarak idam edildi. Basil'in yakalanması, sorgulanması ve ölümü ile ilgili en dramatik rivayetler Anna Comnena "Alexiad" adlı eserinde anlatmaktadır. Bu o kadar paradoks bir haldi ki, Ohrid’li Aziz Kliment’in Ortodoks misyoner aktivitesi Bogomiller için tarihî zemin teşkil ederken, Kiril ve Methodius’un disiplininin yok oluşu ise tarikatın sona ermesini sağlamıştır. Kral Samuel’in ölümünü (1014) ve Bizans İmparatoru II. Vasileos Bulgaroktonos (=Bulgarkıran) tarafından bütün Bulgaristan ve Makedonya’nın fethedilmesinden itibaren sonsuza kadar devam edecek görüntüsü verirken Bizans otoriteleri problemi tarikatı kökünden yok ederek değil etkisiz kılarak çözmeyi düşünmüşlerdir.201 Paulikanlar'ın bir kısmı Tephrike'deki (Divriğ) kalelerinin çöküşünde hayatta kaldı, bunların daha sonra Güney İtalya'da Bizans ordusunda görevlendirilmeleri için başvurdu. Bir kısmı, grubun doğu Anadolu'daki asıl yerleşim yerinde kaldı ve daha sonra imparator John Tzimiskes tarafından Filibeye tehcir

Barış Baysal; 2010 A.g.e, s.26-28.-46 Dualizme göre her kavram ancak karşıtı ile birlikte tanımlanır. Bu karşıtlar asla birleşmez. Varlıklarını birbirinden ayrı ve birbirlerine karşıt olarak sürdürürler. Diyalikte ise bu karşıtlar arasındaki çelişki ve çatışma bir sentez oluşur, bu hareket evrimsel doğrultuda yinelenerek sürer. Dualizm ise durağandır, gelişme süreci benimsenemez. Dualizme göre, her varlık, biri madde diğeri ruh olmak üzere iki öğeden oluşur 199 Didaksalos: Hıristiyanlığın, ilk çağlarında çömezleri yetiştirmekle görevli kişi 200 Barış Baysal; 2010 A.g.e, s.30 201 IŞIK, July 2017,a.g.e, 197 198

64


edildi. İmparatorun niyeti, Tuna'nın ötesinden kuzey sınırından gelecek saldırılara karşı onları kullanmaktı, ancak bu metinden de anlaşılacağı gibi, sadakatsiz çıktılar.202 Paulikanlar her dönemde Bizans ordusunda istihdam edilmiştir.203 Ardından Paulikanlar kendi ülkelerinde (yerleştrildikleri yeni yerler, Tuna boyu ve Filibe dolayları) barışçıl yaşadılar ve hiçbir ihanete ya da saldırı işine karışmadılar. Bu nedenle, imparator Bizans'a dönerken onlara birçok şey vaat ettiği bir mektup gönderdi ve yanına çağırdı. Paulikanlar, onun Keltler'e karşı kazandığı zaferleri duyunca… İsteksiz de olsa, ona katılmaya karar verdiler. İmparator Mosynopolis204'e varınca, civarda konakladı ve onların gelmesini bekledi. Vardıklarında ise, yoklama yapacağını söyledi ve her birinin isimlerini aldı. Sonra, arkasını döndü, yerini aldı ve Maniheist liderlere onar onar arkalarına doğru koşmalarını emretti. Ertesi gün genel bir yoklama da alacağını ve ismini yazdıranın kapıdan çıkıp gidebileceğini de ekledi. O sırada onları ve atlarını yakalayıp her birini zincire vurarak daha önceden hazırlanmış hücrelere tıkmakla görevli adamlar pusuda bekliyordu. Tamamı, sırayla ilerledi, hiç biri ne olacağını bilmiyordu ve diğerlerine neler olduğunu hiç düşünmeden içeri girdiler. Böylece hepsini zaptetmiş oldu. Bunların mallarına el koydu ve bu malları çarpışmalara ve tehlikelere kendisiyle birlikte atılan soylu askerlere dağıttı. Görevlendirilen bir başka kişi de bunların karılarını evlerinden aldı ve onları da kaleye hapsetti. Kısa süre sonra imparator Maniheist tutsaklara merhamet etti. Kutsal vaftize kendini teslim edenler affedildi. İmparator onları derinlemesine sorguladı, bu türden bir budalalığın sorumlusu olanları ortaya çıkardı ve bunları adalara hapsetti.205 Filibe üç tepeden oluşur, bu teperlerin her birinin etrafında güçlü ve yüksek bir duvar vardır. Duvarın yerle buluştuğu seviyede, hemen Eurus'un yanında bir hendek bulunur… Kent, birçok yönden talihsizdi, ancak özellikle orada birçok dinsizin yaşıyor oluşu en kötüsüydü. Çünkü Ermeniler, bu şehri yeri geldiğinde sapkınlıklarından bahsedeceğim Bogomiller'le ve o en dinsiz olan Paulikanlar'la birlikte ele geçirmişlerdi. İmparator Manuel’in 1180’deki ölümü Güney Slav halkları tarihinde bir dönüm noktası ifade eder. Bulgarlar Bizans otoritesine karşı bayrak açıp ikinci krallığı kurdular. Bulgar hanedanı Kuman asıllı Asenler sülâlesi (1187-1280) üstün egemenleri eski devlet coğrafyasında ayrılıkçı grup oluşturdular. Balkan coğrafî satranç tahtası radikal hamleler arenasına dönüştü. 1187’de yeniden dirilen krallığın bağımsızlığı tanındıktan sonra eski baskıcı rejim Latinlerin eline düşmeden önce Makedonya ve Trakya’ya boyun eğdi. Mücadelenin bir yanında Pavlusçular kesinlikle yer almışlardır. Bogomiller Bulgaristan coğrafyasında yeniden çok yönlü gelişmeler gösterdi. Bulgar Çarı II. Ivan Asen heretikleri hoş görüp bir din devleti oluşturmadan Bulgaristan topraklarında barınmalarına izin verdi. Bazı yazarlara göre söz gelimi Ulah bölgesi (=şimdiki Güney Romanya) Peçenekleri Kuzey Bulgaristan Pavlusçuluğu ile ilişki halinde idi. Bu süreçte artık “Bogomil” terimi Pavlusçuluk hareketini ifade etmektedir. Bir başka tarihî vâkıa Balkan yarımadasının tarikatlarının ilk temsilcilerinin XI. yüzyıl başlarında İtalya’da da var olduğudur. Bunlar Bulgar krallığının derin takibatından ve baskılarından kaçıp toplumdan uzak bölgelerde yaşayan gruplardı.206 Ağırlıkla Filibe bölgesinde yerleşik Pavlusçular, Bogomilizm XV. yüzyılda tarihe gömülmüşken, XVI. asrın sonlarına doğru Ortodoks köklerini koruyarak Katolisizm’i (katoliklik) benimsemişlerdir.207 Kendilerine “Euchitai/Euchite; musallin; dua edenler/namaz kılanlar” denilen, IV. asrın ortalarında görünmüş, Bizanslı teologların yanlış olarak Bogomillere benzettikleri, her insanın, içinde yerleşik bir şeytan ile dünyaya geldiği, bunu kovmanın vaftiz ile değil ancak dua etmekle mümkün olabileceği temel inancına sahip heretik bir cemaattir.208 Bizans imparator john Tzimiskes, bunları alt etti ve köle yaptı. Oradan, Chalybi ve Ermeni topraklarından alarak Trakya'ya yerleştirdi. Filibe civarında yaşamalarına izin verdi. Aynı anda, onları hem, tiranlar gibi ellerinde tuttukları güçlü burçlara sahip şehirlerden kopardı, hem de Trakya civarında sürekli gerçekleşen İskit akınlarına karşı güvenli bir garnizon olarak kullandı.

Barış Baysal; 2010 A.g.e, s.215 Zonaras (Bk. 18.23, s. 242) farklı bir açıklama getirmektedir: "O güne dek yasa dışı bir şekilde hizmet veren Maniheist birliği ordudan uzaklaştırdı. Anıik yasa Maniheistler'in orduda görev yapmasını tamamen yasaklıyordu." Alıntı; Barış Baysal; Bizans Dünyasında Hristiyan Düaüst Heretikler (650-1103) ; Kalketlon Yayınları İstanbul 2010 s.219 204 Rodopta biş şehir (yunanistanda almış) 205 Barış Baysal; 2010, A.g.e, s.220 206IŞIK, July 2017, A.g.e 207IŞIK, July 2017, A.g.e 208 IŞIK, July 2017, A.g.e 202 203

65


Bu şekilde, john Tzimiskes, Maniheist düşmanlarını ortakları haline getirdi ve onları şu İskit göçebelerine karşı savaşma yetisine sahip bir güç seviyesine yükseltti. Ardından bu şehirler biraz nefes aldı ve sürekli gerçekleşen akınlardan kurtuldu. Ancak, doğaları icabı bağımsız olan ve emir almak istemeyen Maniheistler sonunda özlerine döndüler. Filibe'in, çoğunluğu Maniheistler'den oluşan nüfusu, oradaki Hıristiyanlar üzerinde terör estirdi, ellerindekileri aldı ve imparatorlar tarafından gönderilen elçilere kulak asmadı. Bunlar giderek çoğaldılar ve Filibe civarındaki her yer sapkınlarla doldu Alexios, henüz Kumanlar'ın gelmediği Filibe’ye vardığında… Maniheistler'i döndürmek gibi zorlu bir göreve soyundu… Şafak vaktinden ikindiye, hatta akşama, bazen de gecenin ikinci ya da üçüncü vaktine kadar onlara adamlar yolladı ve ortodoks inancını öğretti, bir yandan da sapkınlıklarının kötülüklerini anlattırdı. O zaman yanında, dinsel ve dünyevi konulardaki bilgisiyle tanınan ve Filibe piskoposluk bölgesinin piskoposu olan Nicaea'lı Eustathius vardı. Farklı yollarla, her türden sapkınlıkla kirletilmiş kentleri ve kasabaları ortodoks inancımıza kazandırdı. İçlerinden ön saflarda olanlara büyük hediyeler vereli ve onları ordusunun seçkin birliklerine yerleştirdi. Sıradan insanlarla, her gün sabanlar ve öküzlerle çalışan köylüleri karıları ve çocuklarıyla birlikte toparladı. Onlar için Eurus nehrinin diğer yakasında Filibe'nin yanı başında bir şehir kurdu ve hepsini buraya yerleştirdi. Bu şehre Alexiopolis (ya da daha fazla bilinen adıyla Neocastron) adı verileli. Hepsine tarlalar ve bağlar dağıttı, evler ve gayrımenkuller verdi. Bu ödülleri resmileştirmeyi ihmal etmedi, her birini imparatorluk mührüyle birlikte teslim etti. Bu hediyelerin kullanım hakkını yalnızca alıcılarla sınırlamadı, çocuklara ve torunlara da miras bırakılabilmesini sağladı. Alıcılara bir şey olması durumunda karıları da verilen maldan pay alabilecekti. Bogomiller ve anlayışları Etten, peynirden ve yumurtadan uzak durulan oruçlar Ortodoks manastırlarında Büyük Perhiz gibi dönemlerde uygulanır. Katharlar(Avrupadaki ispanya fransadaki bogomiller) ise balık yerler (balığın cinsellik içeren bir çoğalma sağlamadıklarını düşünerek) Bogomil geleneğinde bu duruma bir göndermeye rastlanmaz.209 Bogomillcr Yaratılış hikâyesindeki Âdem meseline inanmadıkları için insanın materyal yaratım yoluyla nasıl ruhsal kapasiteye kavuştuğunu açıklamak amacıyla bu öyküyü üretmişlerdir. 210 Bogomiller, tarihin ilk anarşizan toplumu olarak da bilinir. Düalist inançlardan etkilenmişlerdir. Şeytanın kötülük ortaklarının dünyada yaşayan soylular ve toprak ağaları olduğuna inanarak yeryüzündeki tüm zenginlikleri reddetmişlerdir. Gönüllü yoksuldurlar ve dünyevi olan her değere edilgen bir yaklaşımları vardır. Zenginleri eleştirip soyluları aşağılayarak sıradan insanların haklarını savunmuş ve onları efendilerine başkaldırmaya çağırmışlardır. Aralarında hiyerarşik bir düzen yoktur. Birbirlerine günah çıkarmakta ve yine kendileri birbirlerini affetmektedirler. Çalışmayı hor görmüşlerdir ve bu görüş "gezgin keşiş" tipini ortaya çıkarmıştır. Bir köylü akımı olarak ortaya çıkmış olmalarına rağmen, değişkenliğe ve koşullara uyum sağlayabilen bir yapıya sahip olmalarından ötürü 12. yy. sonlarına doğru törenselleşmelerinin de etkisi ile düalist eğilimleri olan bir manastır tarikatına dönüşmüştür. 13. yy.'ın ilk yarısında bulgaristan ve Bosna'da resmi din olarak kabul edilmiştir. 14. yy.'da osmanlılar'ın Bulgaristan'ı fethinden sonra Bogomillerin büyük çoğunluğunun islam dinine geçtiği söylenmektedir. Kendilerine verilen diğer bir ad türkçedeki "torba" sözcüğünden türemiş olan "Torbeshi" dir. Bu isim gezgin bogomil keşişlerinin içine sadakalarını koyarak omuzlarında taşıdıkları torbalardan gelmektedir. Günümüzde ‘Torbeshi’ adının Makedonya'nın müslüman bulgarları olan pomaklara verildiği söylenmektedir. Bogomil öğretisi zamanla kendi öğretilerine benzer düalist fikirlere sahip olan ‘kathar/cathar’ öğretisine dönüşmüştür. Euthymius Zigabenus'un "Panoplia Dogmatica"sında gördüğümüz gibi, Bizans Kilisesi'ne duyulan Bulgar milli nefretinin sözcüsü olarak Bogomiller de onun aleyhine konuşuyor ve Tanrı'nın baş düşmanı saydıkları ‘Satanael’ önce Kudüs'te yaşamış ve daha sonra İstanbulda'deki Hagia Sophia (Ayasofya) Kilisesi'ne yerleşmiştir diye düşünüyorlardı. Bogomiller, kilise binalarını şeytanın eseri saymışlar, Ayasofya Kilisesi'ni onun baş ikametgâhı, diğer kiliseleri de onun yardımcıları olarak görmüşlerdir. Bogomiller, Tanrı'nın, insanların kendi elleriyle yaptıkları kiliselerde ikamet ettiğini sanarak oralara gitmelerinin bir ahmaklık olduğuna inanıyorlardı. Aynı şekilde Bogomiller, Bizans ruhban/din adamları sınıfının olduğu kadar, şeytanın ve onun kötülüklerinin hizmetçileri oldukları iddiasıyla dünyevi otoriteyi de şiddetle 209Barış 210

Baysal; 2010 A.g.e, s..254 dipnot Barış Baysal; 2010 A.g.e, s.200

66


eleştirmişlerdir. 1211'deki Bogomil karşıtı konsilde Bogomiller, "Helenist pagan ayinlerine benzer şekilde kutsal olmayan sırlara tapanlar" olarak suçlanmışlar ve Patrik Germanus (120-1240) Anadolu ve İstanbul'da görülen söz konusu inanç hakkında yurttaşları "şeytani Bogomil heretik akımının karanlık gizemlerine" karşı uyarmıştır. Germanus dini yerleşimi olan İznik'ten İstanbul'daki kiliselere, pazar ve bayram günlerinde okunmak üzere Bogomilleri suçlayan ve onları "zehirleyici yılanlar, Ortodoks Kilisesi'nin varlıgını kemiren ve çürüten heretikler" şeklinde nitelendiren bir genelge göndermiştir. Bogomiller, Ortodoks Kilisesi'nin hiyerarşik yapısını tamamen reddetmekte, asketik bir hayata bağlı, cinsel birleşmeye soğuk bakan, et yemeyi ve içki içmeyi kabul etmeyen bir yapıdaydılar. "Bizim Babamız" duasının eşliğinde sık sık dua eden Bogomillerin özel dini bayram günleri yoktu. Pazar günlerinde de normal diğer günler gibi hareket ederler, günahlarını düzenli olarak birbirlerine itiraf ederler ve dini pratiklerinde cinsiyet ayırımı göstermezlerdi.211 Bogomil Kilisesi'nin ılımlı düalistanlayışa sahip olduğu bilinmektedir. Ortodoksları küçümseme düşüncesinde Pavlosçularla ortak olan Bogomiller radikal düalizm konusunda onlardan farklı bir anlayıştadırlar. Çünkü Fine'a göre Bogomiller şeytanı bir yaratıcı değil, sadece dünyanın bir mimarı olarak kabul ederler. Buna göre Bogomilizm'de bir Tanrı'ya, onun Şeytan ve İsa adındaki iki oğluna inanç temel özelliklerden biri olarak tecelli etmektedir. Bu ise tamamen ortodoks Hıristiyan anlayışına ters düşmektedir. Bogomiller, Hıristiyanların İsa'yı Allah'ın oğlu olarak ilan etmelerine ve onu Yüce Allah ile aynı seviyeye çıkarmaya çalışmalarına karşı gelmişler ve İsa'nın da Allah'ın bir kulu ve elçisi olduğuna inanmışlardır. 1396'da Osmanlı Türkleri Bulgar devletine son verdi ve yeni biraskeri, idari ve dini sistem yerleştirdi. Osmanlı idaresi altında Bogomillere uygulanan katı sosyal ve dinsel baskılardan dolayı Bogomilliğin daha da fazla tepki göstererek gelişmesi gerektiği düşünülebilir. Ama gerçekte böyle olmadı ve olayların gösterdiği kadarıyla Bulgaristan'ın Osmanlı idaresine geçmesi zamanla Bogomilliğin de sonu olmuştur. Bu bazı tarihsel koşulların değişmesinden kaynaklanmıştır, diye izah edilebilir. Trakya'da Pavlikanlar arasındaki daha sonra Kuzey Bulgaristan'a yerleşmişlerdi- Katolikliğe adapte olarak 16. ve 17. yüzyıllar boyunca varlığını korumuşlardır. 15. yüzyılda Makedonya’da Bogomillerden Kudugeri ve Torbeshi (Torbacı) adıyla bahsedilmekteydi. Fakat heretik faaliyetler yavaş yavaş azaldı ve zamanla de yok oldu. Nitekim Papa Gregory III'ün apostolik elçisi olarak 1580'li yıllarda Osmanlı Devleti'nin Batı illerine ziyarette bulunan Pietro Cedolini, Danube (Tuna) ile Filibe arasında 17 Pavlikan köyü gördüğünü ifade etmektedir. 1316 yılında Trakya'nın güneyinde bir köyde yaşayan Papaz Yardımcısı Bukoviç, Bogomil olmakla suçlanmış; ancak İstanbul'daki Kutsal Sinod bu davaya bakmak istememiştir. Bundan dolayı Bukoviç, Bogomillik'te bir darbımesel (atasözü)gibi kalmıştır. Çünkü davası 1330'da seküler bir mahkemede görülmüştür. Yine 1316-17 yıllarında Trakya ve Makedonya sınırında ‘Messalianlar’ denen ve fakat gerçekte Bogomil olan heretiklerden bahsedilir. 1354'ten, özellikle 137l'den sonra Balkan Yarımadası'nda kurulan Osmanlı Türk hâkimiyeti sırasında İslam dininin gönüllü olarak Balkan Hıristiyanları, bilhassa Bogomiller tarafından kabul edilmesinin sonucunda Bogomillik zayıfladı. Bu dönemde Bogomillerin bir kısmı Hıristiyanlığı, bir kısmı ise Müslümanlığı tercih etti. Bogomillere ait sembollerle ilgili olarak birçok araştırmalar yapılmıştır. Bunlar arasında Aleksander Matkovski, Aleksander Solevjev, Oto Bihalji-Merin öne çıkmaktadır. Bogomillerden kalan tarihi verilere bakılacak olursa en önemli sembol olarak, iki ucu yukarıya dönük olan hilal ve yıldız görülmektedir. Anton Glogov "Bogomil Teaching and the History of Bogoİnilism" adlı eserinde, doksan derece açılı iki çapraz elipsin önemli bir sembol olduğunu, bunun dikey olanının yaratma gücünü, yatayın ise yok etme gücünü sembolize ettiğini yazmaktadır. Merin ve Benac'ın verdiği bilgilere göre Bosna Hersek'te Bogomillerle ilişkilendirilen kırk binden fazla mezartaşı kalıntısı bulunmaktadır. Bunlar çok dağınık, düzensiz, gömülmüş, terkedilmiş ve dağlardaki kalelerde kalmıştır. Hatta Müslümanlar bunların asla yerlerinden oynatılmaması gerektiğine inanırlardı. Fakat zamanla güneş, yağmur, kar ve rüzgâr gibi doğal etkilerle bunlar ortaya çıkmaya başladı. Bu mezartaşlarında insan, kuş, geyik, çiçek vb. figürler yer almakta ve yakından incelendiğinde güneş, ay ve yıldız gibi kozmogonik motifler rahatlıkla görülmektedir. Yüzlerce, binlerce mezartaşı, lahit ve tabutlarda çok zengin bir malzemeye rastlanmaktadır. Bu mezhebin yayılmasına engel olmak için müntesiplerinin birçoğunu Bulgaristan'a yerleştirmişti.212 Bulgar bogomilleri

211Hamilton 212

and Hamilton, CDHBW, 28. K. ALBAYRAK, 2005, A.g.e

67


Kosmas, kitabına şöyle başlar: "İyi Hıristiyan Çar Peter zamanında Bogomil adlı bir rahip vardı. Bu rahip Bulgaristan' da ilk kez heretik inançlarını vaaz ediyordu."213 Kosmas'ın tasvir ettiği Bogomiller ılımlı düalistlerdi; iki oğlu olan bir Tanrı'ya inanıyorlardı; yaşlı olan İsa, genç olan şeytandı; şeytan olgusal evreni yaratmıştı. Eski Ahit'i reddederek öğretilerini yalnızca Yeni Ahit'e dayandırdılar. İsa'nın ekmek-şarap ayinine alegorik214 yorum yaptılar; ‘Son Yemek'te havarilerine dört Kitabı (Bedenini) ve ‘Havarilerin İşleri’ Kitabı'nı (Kanını) verdiğine inandılar. Birkaç Bogomil, inançları dolayısıyla tutuklanınca, geri kalanlar mahkûmiyetten kurtulmak için pasif direniş yöntemlerini benimsemeye başlamıştır: Kosmas, Bogomiller'i hükümeti devirme planları yapmakla da suçlar: Her ne kadar Maniheizm 600'ler itibarıyla Bizans İmparatorluğu'nda yok olduysa da, Bogomilizm'in ilk belirdiği dönemlerde İslam dünyasında hala ayaktaydı. Baba215 Bogomil'in çağdaşı Halife El Muktedir (908-32), Semerkand'a sığınmış Bağdat Maniheistleri'nin peşine düşmüştü. Aynı dönemde Turfan Uygurları da Maniheizm'e bağlıydı ve Çin'de Maniheistler mevcuttu. Teorik bağlamda, seyyahlar Maniheist inançlarını bu uzak toplumlardan onuncu yüzyıl Bulgaristanı'na taşımış olabilirler, ama bu fikir çok da olası gözükmüyor. Baba Bogomil, takipçilerine Ortodoks keşişler gibi yaşamalarını öğütlemiştir. 216 Bulgaristan'da etkin olan Paulikan vaizler çakmış olsa da, onun ılımlı düalizmi, bazı Bulgarlar'ın kendinden önce tanıştığı Zurvanist Zerdüştlüğün inançlarıyla benzerlik taşımaktadır. 217 Euthymius'un çalışmasında kimi Bogomil gruplarının Paulikanlar'dan etkilendiğine dair kanıtlar mevcuttur. Örneğin Bogomiller'in gerçek anlamda saygı gösterdiği heretik önderlerden Lykopetros'un takipçisi Sergius ve köpeği Arzeberius'tan bahseder. Bu hikâyenin Bogomiller ya da Paulikanlar'la bir ilgisi olmasa da, Ermeni Kilisesi'nin Ninova Orucu'nu niye tuttuğunu açıklığa kavuşturmaktadır.218 Ortodoksluk İlkeleri'nin bazı kopyalarında görülen bir dizi düalizm karşıtı söylem onuncu yüzyıla tarihlenebilir, ancak bunlar Bogomillcr'le Paulikanlar'ın ortak inançlarına yöneliktir ve daha çok Paulikanlar'a karşı üretilmiştir. 219 Bogomiller'i döndürmek için bir takım çabalar harcanmıştır: Ortodoksluğun bekçisi olan Alexios, Bogomil "havariler"le bire bir görüşmüştür. Tövbe edilenler salınmış, ancak başını Basileios'un çektiği büyük bir grup direnmiş ve Basileios, İstanbul Hipodromu'nda diri diri yakılmıştır. Bir tek Basileios öldürülmüştür, diğer tövbe etmeyen Bogomiller ise ömür boyu hapse mahkûm edilmiştir.220 Bogomiller ilişkilerine, yöneticilere boyun eğerek sanki efendileriymiş gibi şeytana saygı gösterenlerin kurtuluşu haketmediklerini söylüyorlardı. Yabancı işgalcilere karşı mücadeleleri, 11. ve 12. yüzyıllar boyunca Bogomillerin Bulgar devletine karşı duruşlarını değiştirmeye başladı. Önceleri heretiklerin tutumları devlete karşı düşmanca iken şimdi başka bir ruh haline bürünmüştü ve yöneticilerin politikalarını övmeye başlamışlardı. Eser asketik hayatın övülmesi ve savaşa karşıtlık gibi Bogomilliğin bazı özelliklerini içermektedir. Aynı zamanda eserin yazarı yurtseverlik duygularım da açığa vurarak Kral Peter ve Simeon'a övgüler düzmekte ve onların döneminin milletin en ferah olduğu dönem olduğunu dile getirmektedir.221 Bogomiller Balkanlar'ın hemen her tarafında; Hırvatistan'da, Dalmaçya'da, Bosna'da, Batı Avrupa'da, nihayet Kiev Krallığı'nda yayılmaya başladığında Bizanslılar sıkıntı içindeydiler. Gerçekten de, Krill ve Metodis kardeşler tarafından getirilmiş olan Slav dilindeki dini eğitime saygı gösterildiği 11. yüzyıla kadar bölgede görece bir barış hüküm sürüyordu. Sonra 923-926 yıllarında Papa X. Jean Kilise'nin eski hayalini gerçekleştirmeye karar vererek ve ayinlerin Latince veya Yunanca yapılmasını zorunlu kıldı. Buna karşı halk isyan etti, ancak Kilise otoritesini/ baskısını daha da artırdı. 1061 yılında, Hırvatistan'da Split Konsili'nde, yalnızca ayinlerin özellikle bu iki dilde icra edilmesine karar verilmekle kalınmadı, dahası, hiçbir Slav, din adamı olarak görevlendirilmedi. Slav kökenli din adamlarının görev yaptığı kiliseler

Barış Baysal; 2010, A.g.e. s.39 Bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır. 215 Burada kullanılan baba kelimesi için kullanılan İngilizce kelime pop'tur. Pop unvanı Bogomillcr'in başındaki kişiye aiııir ve ilginç biçimde Hıristiyanlık'tan çok Alevilik'teki dedelik kurumunu çağrıştırmaktadır. Bu kelimeyi Avrupalılar pope olarak algılayıp bir çeşit papa olarak nakletmişlerse de, doğru çeviri kesinlikle bu değildir. Zira Pope ile Pop kelimelerinin kökenleri arasında hem tarihsel hem de coğrafi farklılıklar vardır ve aynı anlamda kullanılamazlar. 216 Barış Baysal; 2010 A.g.e. s.51 217 Barış Baysal; 2010 A.g.e. s.52 218 Bu, Ermeni Kilisesi tarafından Büyük Perhiz öncesi tutulan iki haftalık bir oruçtur. 219 Barış Baysal; 2010 A.g.e. s.57 220 Barış Baysal; 2010 A.g.e. s.61 221 Stoyonov, The Hidden Tradition in Europe, 129. 213 214

68


kapatıldı. Bütün bunlar büyük bir üzüntü yarattı. Böylece Batı'da, Roma'nın otoriter solugu hem odun yıınlarını, hem de Bogomilliği canlandırdı.222 Bizans'a karşı Bogomiller'in etkili olduğu düşmanlık devamlı bir şekilde büyüdü ve 1040 yılında Çar Peter Delyan'ın oğlunun önderliğini yaptığı ve içinde birçok Bogomil isyancının da bulunduğu bir ayaklanma Bulgaristan'ın güneybatısında patlak verdi. Ayaklanma bastırıldıktan sonra isyancıların birçoğu evlerini yurtlarını terk etmeye ve dışarıya kaçmaya zorlanmışlardır. ‘Bar Annals’ olarak bilinen bir İtalyan kaynakta 1040-41 yıllarında çok sayıda Bulgar heretiğin Sicilya'ya kaçtığı söylenmektedir. Bogomil isyancılar arasında Pavlosçular da önemli ölçüde bir rol oynamışlar ve iki grup işbirliği yapmıştır. 1079'da Sofya şehir halkı yabancı işgalcilere karşı tekrar ayaklandı. Bu ayaklanma Filibe'li bir Pavlosçu olan ‘Leka’ adlı bir kişi liderliğinde gerçekleşmişti. İsyancılar, daha önceden kendilerini İstanbul'daki İmparatora başeğmeğe zorlamaya çalışan kilisenin bir sembolü olarak gördüklerinden Sofya Piskoposu Mihail'i öldürdüler. Kilise'nin en üst temsilcisi olarak piskoposun öldürülmesi, hem Kilise'ye hem de Bizans'a karşı koyma ruhunu öğütlerinde terkin eden Bogomil ve Pavlosçular'ın etkileri ile olmuştur.223 Bununla birlikte Stoyonov bazı heretiklerin çarlara ve aristokrasiye karşı çıktıklarını ancak Bogomillerin sosyal veya haşka bir köylü isyan hareketine katıldıklarına dair somut bir maddi delilin bulunmadığını vurgulamaktadır.224 ‘Peter ve Asen kardeşler’ tarafından 1186 yılında Bulgaristan'daki Bizans idaresini karşı başarılı bir isyan hareketi gerçekleştirildi ve Bulgar devleti tekrar kuruldu. O ilk önce Bizanslılara, daha sonra da Balkanlar'da yeni yeni görünmekte olan Roma lmparatorluğu'na karşı harekete geçti ve Bizans'ı yenerek başkent İstanbul'u da içine alan bölgeleri ele geçirdi (1204). Bu Bulgar seferleri başarı kazandı, 1205'den sonra Kaloyan, Trakya ve Makedonya gibi iki önemli toprak parçasını Bulgaristan devletine kattı.225 Yüzyıl boyunca Kutsal Roma İmparatorluğu'na karşı yaptıkları savaşlarda, Bulgar çarının Trakya, özellikle de Filibe'de oturan birçok Bogomil ve Pavlosçuyla karşılaştığı bilinmektedir. Gördügümüz gibi Bogomil ve Pavlikanlar yıllarca İstanbul ve Bizans Kilisesi'ne karşı keskin bir şekilde karşı çıkmışlar ve insanları isyana teşvik etmek için sık sık vaaz etmişlerdir. Nitekim Kaloyan ve onun birlikleri Filibe'ye girdiklerinde yerel heretiklerce kurtarıcılar olarak karşılanmışlardır ki, bu hiç de sürpriz olmamıştır.226 Bulgaristan Bogomil hareketi ilgili daha fazla bilgi 14. Yüzyılın ortalarındaki belgelerde bulunabilir. Tumovo'lu Theodosius'un biyografisinden okuduğumuz kadarıyla, o zaman başkent Turnovo'da, Bosota adıyla bilinen Kril ve onun öğrencisi Peder Stefan isimli iki önemli teolog bulunuyordu. Bunlar düalist227 görüşlerini yayıyor, evliliğe karşı çıkıyor, haç ve ikon kültünü reddediyor, fakirliği yüce bir deüer olarak methediyor, yiyecek ve giyecek için endişe duymanın gereksiz olduğu düşüncesini öğretiyorlardı. Başka bir deyişle bunlar tipik "mükemmel" Bogomil doktrini görüşlerini yayıyordu. Zamanla, bu iki Bogomil'in aktiviteleri sadece başkentle sınırlı kalmayıp diğer köy ve kasabalara da genişledi. Theodosius biyografisinde "Onlar her tarafı gezdi ve hiçbir utanma duygusuna kapılmadan köy ve kasabaları dolaştılar." demektedir. 1350 yılında sapkın akımlara son vermek, Kril ve Stefan'ı görüşlerinden dolayı aforoz etmek için bir konsil toplanmasına karar verildi ve konsil sonunda alınan kararlar gereğince ülkeden sürüldüler. Buna rağmen Bulgaristan' da Bogomilci görüş devam etti ve kilise onların görüşlerinin lanetleneceği ikinci bir konsili 1360'da topladı.(Babaeski’nin Osmanlı egemenlğine geçtiği yıllar) Bu dönemde Bogomiller Bulgaristan'ın kuzeybatısında yoğunlaşmışlardı. Bir Fransiskan (Fransız) keşişin 1365'de yazdığına göre, yerel nüfusun hemen hemen üçte biri düalist228 görüşlere sahip olan Bogomiller'den veya onlara yakın olan Pavlosçulardan oluşuyordu.229 Bogomillik Bulgaristan'da ortaya çıkmış heterodoks bir Hıristiyan mezhebiydi. Kendisine çizdigi kültürelpolitik görev, bölgenin Bizanslaştırılmasını ve Latinleştirilmesini önlemek olarak tanımlanabilir. Hıristiyanlık içinde düalist öğretilere bağlı bir mezhep olan Pavlosçuluk büyük ölçüde, Batı'dan gelen Pavlosçu keşişlerin dahliyle, Bogomilliğin oluşumunda etkili olmuştu. Ancak Bogomillik, Pavlosçuluk vb. 222Messadie,

Şeytanın Genel Tarihi, 471 The Bogomil Movcment, 32-33. 224Stoyonov, The Hidden Tradition in Europe, 129. 225 Bkz. Ostrogorsky, Bizans Devleti Tarihi, 373 vd13 226Kadir ALBAYRAK, 2005, A.g.e 227 Dualizme göre her kavram ancak karşıtı ile birlikte tanımlanır. Bu karşıtlar asla birleşmez. Varlıklarını birbirinden ayrı ve birbirlerine karşıt olarak sürdürürler. Diyalikte ise bu karşıtlar arasındaki çelişki ve çatışma bir sentez oluşur, bu hareket evrimsel doğrultuda yinelenerek sürer. Dualizm ise durağandır, gelişme süreci benimsenemez. Dualizme göre, her varlık, biri madde diğeri ruh olmak üzere iki öğeden oluşur. 228 Dualizm 229 Angelov, Tlıe Bogomil Movement, a.g.e, 36-37. 223Angelov,

69


Ortaçag düalist Hıristiyan heterodoks akımlarından ayrılan özellikler de taşıyordu. Bunlardan bazılarını şu şekilde özetleyebiliriz: Yahudi peygamberlerine saygı duyulmaması, kiliselerin kutsallığının reddedilmesi, kilise dışı bir vekil tayin edilmemesi bunlardan başlıcalarıydı. Bogomilliğin, çağdaşı Hıristiyan heterodoksilerinin kopyası olmayışı gibi, Bogomillik öğretisi doğrultusunda teşekkül eden Bosna Kilisesi de kendine ait özellikler taşıyordu. Örneğin, Boğomilliğin oluşumunu Pavlosçuluk üzerinden etkileyen, Gnostik ve çileci bir düalist230 öğreti olan Maniheizm'den gelme inanışlar, Bosna' da daha güçlü ve "birinci elden" da yanaklar bulmuştur. Zira 12. yüzyıl öncesinde Bosna'da özellikle köylülükte Manici inanışlar yaygındı ve bunlar Bogomilligin dinsel pratiğine sızmıştır.231 1261’de, Bizans İmparatoru VIII. Mikhael (1259-82) İstanbul’u geri aldı ve Latin İmparatorluğu sona erdi. Elindeki topraklar batı Anadolu, Trakya, Makedonya, Thessaly ve Epirus'tu. Yunan topraklarının büyük kısmı Venedikliler'in elindeydi ve Frenk prensleri orta ve güney Yunanistan'ın büyük bölümünü yönetmeyi sürdürüyorlardı. 1316'da, güney Trakya'daki ‘Bukovia’ köyünün rahibi Bogomil olmakla suçlanmış, ancak dava İstanbul'daki Kutsal Konsey tarafından düşürülse de ‘Bukovia’ 1330 tarihli bir laik mahkeme kararından da anlaşılacağı üzere Bogomilizm'in yuvası olarak görülmeye başlanmıştır. Daha ciddi bir olay da 1320'lerin başlarında tüm Ortodoks âleminin bir tapınak merkezi olan Athos Dağı'nda Bogomilizm'in belirmesidir. Oradaki yetkililer İstanbul Kutsal Konseyi'ne heretiklerin ikonalar kültünü reddeden, vaftiz ile Ekmek-Şarap Ayini'nin değersiz olduğunu öğreten ve İsa'nın yeniden doğumuna ya da ölülerin yeniden canlanmasına inanmayan Bogomiller olduğunu bildirmişlerdir.232 Bu dönemde Bogomilizm'in Makedonya ve Trakya'daki varlığı 1349'da Stephen Duan tarafından çıkarılan yasayla da (1353-4'te revize edilen) ortadadır. Ancak Duan, Bizans topraklarını fethettiğinde tebaası arasında Bogomiller'in de olduğunu fark etmiş ve bir emir çıkarmıştır: "Hıristiyanlar arasında yaşadığı fark edilen sapkın, yüzünden dağlanacak ve sürülecektir. Onu barındıran kişiler de dağlanacaktır. Heretiklerin sözlerini kullanan kişi, eğer soyluysa, 100 perper ödeyecek, halktan biriyse, on iki perper ödeyecek ve sopalarla dövülecektir." 1350 civarında yapılan Trnovo Konsili, ‘Bogomiller'i Cennetin İyi Tanrısı’ ile bu âlemin kötü yaratıcısı arasındaki kozmolojik düalizmi öğretmekle suçlar. ‘Obolensky’, bu mutlak düalizm kanıtını kabul etmekte zorlanmaktadır, zira tarih boyunca Bulgaristan Bogomil Kilisesi ılımlı düalizmin kalesi olmuştur.233 Sarı Saltuk Bedrettiniler Etkileri ve Devamı Ahmet Yaşar Ocak, araştırıcılar arasında Bogomillik meselesine dikkat çekip diğer hiçbir araştırıcının yapmadığı şekilde ayrı olarak eğilen ve ciddi bir biçimde analiz etmeye çalışan, yalnızca merhum Tayyip Okiç olmuştur, demektedir. Okiç bildiğimiz makalelerinde, -her ne kadar Sarı Saltık'ı çok bilinçli ve mükemmel yetişmiş bir İslam misyoneri farz ederek ona ütopik bir amaç atfetse de- esasında Sarı Saltık ve Türkmen kolonisinin temsil ettiği lslam'a taraf olan yerel halkın dini yapısı hakkında, o zamana kadar bu konuda kullanılmayan ilginç bir takım malzemeye dayanarak bazı görüşler ileri sürer. Bunlardan birincisi, bölgede özellikle Bizans'ın temsil ettiği Ortodoks Hıristiyanlığa soğuk bakan halk arasında Bogomilizm'in çok yaygın olduğudur. Arap İslam kaynaklarına dayandırdığı ikincisi ise, Sarı Saltık ve kolonisinden iki yüzyıl kadar önce gelip bu bölgede yerleşmiş olan İsmaili denilen Müslüman Başkırtların ve Müslüman Arap misyonerlerinin faaliyetleridir. Bir kere Sarı Saltık'ın temsil ettiği İslam'ın buralarda yayılmasından önce Bogomilizm'in yerel Hıristiyan halk arasında bir ölçüde yaygın olduğu biliniyor.234 A. Y. Ocak Türkler ve heterodoks islam'la ilgili olarak, "Kızılbaşlık yahut Aleviligin tarihsel temeli, bazen ileri sürüldügü gibi, antik Anadolu kültürü olmaktan çok, 10. yüzyıldan beri Orta Asya'dan Anadolu'ya gelinceye kadar yolunun üstündeki topraklardaki kültürlerle temas ederek, onlardan aldıklarını özümseyerek yüzyıllar içinde şekillenen işte bu Türk heterodoks İslam yorumudur.” B. Oguz ise benzer şekilde "Hıristiyan Anadolu halkının, özellikle köy halkının önemli bir bölümünü oluşturan ve gerçekten birer halk hareketi olan ve ciddi bir düalist-Maniheist eğilimi arz eden heretik toplulukları (Paulikan, Bogomil, Tondrak, (Tonrak/ Thonrak) Ophit, Montanist, Nesturi ve Gregoryan) İslam'a girerken islam'ın heterodoks tarafını tutmuş, Alevi-Bektaşi olmuştur.” 235 230

Dualizm Tanıl Bora, Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası, Birikim Yayınlan, İstanbul 1994, 18-19. 232 Barış Baysal; 2010 A.g.e, s.76 233 Barış Baysal; 2010 A.g.e, s.77 234 Ocak, Sarı Saltık, 91235 Burhan Oguz, Tarihsel Gelişimiyle Dünyada ve Tiirlıiyc'de Lailılilı, Engin Yayınları, İstanbul 1996, 197. 231

70


Görüşünü ileri sürmektedir. Melikoff, 19. yüzyılın başlarına kadar görülen Tondraki'lerin Pavlikan kökenli oldugunu, bu adı Malazgirt yakınında, göle bakan eski bir yanardağdan, yani Aladağ'dan aldığını, ayrıca o, Tondrak'ın eski Ermenice'de Thonr "Ocak"dan geliyor olabilecegini, dolayısıyla onların ateşperest olma ihtimalinin varlıgını öne sürmektedir. Melikoffun öne sürdüğü bu görüşler çerçevesinde düşünüldüğünde, Tondrak kelimesiyle Türkçe'deki Tandır (Ocak) kelimesi arasında bir ilişkinin olabileceği akla gelmektedir. Şeyh Bedreddin Hareketi ve Bogomilizm Bedreddin hareketinin aynı zamanda Bogomilizm'in etkili olduğu alanlarda yayılmasıdır. 236 Kimi görüşlere göre her iki hareket de esasen köylülerin baskıcı feodal yapıya bir başkaldırısıydı. Bazı popüler ve spekülatif çalışmalar haricinde A. Y. Ocak ve İ.Melikoff gibi araştırıcılar da her iki hareket arasında bir ilişki olduguna kanidirler. Ocak, Bedreddin'in kolayca kabul edilebilecek İslam, Hıristiyanlık ve Yahudiliğin senkretizminden oluşan bir yorum yaptığını söylemektedir.237 Melikoff Bulgaristan'ın Dobruca bölgesinde yaptığı bir araştırmada Deliorman yöresindeki bir Kızılbaş grubun halen Bedreddin'e saygı duyduğunu ifade etmektedir.238 Böylece biri 11. diğeri de 15. Yüzyılda Balkanlar ve Anodolu'da görülen bu iki hareket arasında bir kültürel miras ve intikal bağlantısı kurulmaktadır. 15. yüzyılda patlak veren Şeyh Bedreddin İsyanı'yla ilgili olarak birçok rivayetler bulunmaktadır. Bektaşilik ile Hıristiyanlık arasındaki pek çok ortak noktanın var olduğu ileri sürülmektedir. 15. yüzyılın başlarında, Şeyh Bedreddin'in önderliğinde patlak veren halk ayaklanması da, insanlar arasında eşitlik ilkesini savunmuştur. Oysa Şeyh Bedreddin yandaşlarının ilk olarak örgütlendiği Aydın Beyliği, Kathar doktrininin aynı bölgede baş verdiği Alaşehir (Philadelphia) odağının (yani Bogomillerin) yansıma alanı içerisindedir.239

Babai ve Şeyh Bedreddin ayaklanmalarında, Pavlosçuluk ve Bogomillik ekileri Ocak'a göre ise onun isyanının sebebi Osmanlı Devleti'nin aşın merkeziyetçi yapısı idi. H. Ziya Ülken, Şeyh Bedreddin'in sosyalist (eşitlikci) görüşleri yaymak için uğraşmadığını şu şekilde dile getirmektedir: Bedreddin'in ne sırf felsefi olan ‘Varidat'ında, iştirakçiliği (sosyalizmi) gösterir hiçbir fikir yoktur. Varidat'da yalnız şu cümle ile iktisat meselelerine çok uzaktan temas etmektedir: İnsanlar birbirlerine yahut dirhemlere, dinarlara veya rütbe ve mevkilere, yiyecek ve içeceklere ibadet ediyorlar da, Allah'a ibadet ediyoruz zannında bulunuyorlar.240 Bedreddin'in bazı fikirlerinde az önce de değindiğimiz gibi, Bogomillik'te olduğu gibi düalist241 unsurlar bulunmaktadır. Bayezid ve Musa'dan çok farklı olarak Bedreddin, Türklerin yerli halklarla kaynaşmasını istiyordu. Bogomilliğin yeşerdiği ortam ile Şeyh Bedreddin İsyanı'ın görüldüğü ortam karşılaştırıldığında bir kısım benzerlikler bulmak mümkündür.242 Bayrı, Tlıe Casc of Şeylı Bedreddin and Bogo111ils, 3. Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı Toplumunda Zıııdılılar ve Mül/ıidler, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 182-183. 238 Bkz. Bayrı, Tlıe Casc of Şeyh Bedreddin and Bogoıııils, 4. 239 Kadir ALBAYRAK, Bogomilizm ve Bosna Kilisesi, Emre Yayınlan, 2005, lstanbul . 240 Öztoprak, "Balkan Türkleri ve Simavna Kadısıoglu Şeyh Bedreddin", 17 241 Dualizme göre her kavram ancak karşıtı ile birlikte tanımlanır. Bu karşıtlar asla birleşmez. Varlıklarını birbirinden ayrı ve birbirlerine karşıt olarak sürdürürler. Diyalikte ise bu karşıtlar arasındaki çelişki ve çatışma bir sentez oluşur, bu hareket evrimsel doğrultuda yinelenerek sürer. Dualizm ise durağandır, gelişme süreci benimsenemez. Dualizme göre, her varlık, biri madde diğeri ruh olmak üzere iki öğeden oluşur. 242 Kadir ALBAYRAK, 2005,A.g.e 236

237Bkz.

71


Figure 2- İkona-(Meryem Ana Bebek İsa Mesih)

İkon İkonalar, inancın mistik yönünü göstermeye çalışarak, Tanrı'nın kutsiyeti ve zaferi içinde var olan "eskatolojik" (ölüm ötesi) gerçeğe uyum gösterirler,243 Bu oluşum ve gelişim, Erken Hıristiyanlık ikonografisinde açıkça izlenebilir. Elimizde bu sürece ait ikona örnekleri yoktur, ama ikona resimlerinin (taşınabilir levhalar üzerine Hıristiyanlıkla ilgili tasvir yapma geleneğinin) Bizans İmparatorluğunda doğduğunu tahmin etmek güç değildir.244

İkona kelimesi Antik çağdan beri kullanılmaktadır. Antik Yunancadaki benzemek, andırmak anlamına gelen ‘eiko’ fiilinden gelmektedir. Bizans sanatının ilk ikonaları kutsal kitaplardaki saygı gören kişileri anmak amacıyla resmedilmişlerdir: İsa, Meryem, peygamberler, azizler ve hayatlarının önemli sahneleri. Kilise babalarının formüle ettikleri doktrine göre ikona kavranılabilir dünyanın somut bir suretidir. Dolayısıyla gerçek dünyanın bir yansımasından ibarettir ve asıl surete yani ilk modele benzerliği nedeniyle de özel bir önemi vardır. Bu nedenle Bizanslı ressamlar için ikona kutsanmış bir proto tiptir. Ressamların görevi olan gelenekleri izlemek; desen defterleri, sahne, azizler ve teknik konular hakkında bilgilerin aktarıldığı metinler sayesinde kolay olmaktadır. Bunlar, ilki 9.-10. yüzyıllarda Romalı Elpius tarafından ve en geç döneme ait olanı da 18. yüzyıl ortasında Athos dağında keşiş olan Fournalı Denis tarafından yazılmış resim el kitapçıklarıdır. (ressamlar için rehberler).245 III. Leon'un en büyük olaylarından birisi, 726 yılında çıkardığı bir emirle Aziz ve Meryem tasvirlerini tahrip edilmiş olmasıdır. Buna “İkonoklazma” denmektedir. Bu hareket yüz yıldan fazla sürmüş ve büyük mücadelelere neden olmuş, arkasında acı hatıralar bırakarak ortadan kalkmıştır. Hıristiyanlığın resmen devlet dini olmasından sonra 4. ve 5. yy.'larda tasvir kültürü Hıristiyan kilisesinde çok gelişir.246 Bu terim, tam anlamıyla, "tasvir kırıcılık" anlamına gelmektedir: gerçekten, ikona düşmanlığı hareketi ilkin, dinsel resimlere tapmaya, daha sonra da, mum ya da tütsü yakmak gibi, boş inançlara dayandığı biçiminde yargılanan bazı uygulamalara, hatta bazen Bakire Meryem ve bazı azizler ve özellikle de kutsal kalıntılar kültüne dayanan dinsel uygulamalara karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Ayrıntılarını tam olarak bilemediğimiz, ama uygulanması, özellikle, imparatorun görevlileri İsa'nın ünlü bir tasvirini tahrip ettiklerinde İstanbul’da ayaklanmalara yol açan bazı önlemler almaya karar vermekle, dinsel resimlere karşı ilk olarak cephe alan -Papa'ya yazdığı bir mektupta, kendini, Bizans geleneğine tam uygun olarak, Akkaya, T. (2000). Ortodoks İkonaları. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları s. 12 Akkaya, T. (2000). A.g.e, . s. 13 245 (Pralong, 2016,, s. 220) 246 Yıldız, 2009,A.g.e, s. 8 243 244

72


"imparator ve papaz" ilan ediyordu-, III. Leon olmuştur. 730'da İstanbul’da toplantıya çağırılan bir konsilin dinsel resimleri mahkûm etmesine karşılık, 731 yılında Roma'da toplanan bir karşı-konsil de dinsel resim düşmanlarını aforoz ediyordu.247 V Konstantinos, III. Leon'dan da dehşetli bir ikona düşmanı çıktı: Meryem kültünü ve azizler kültünü de kınadı. 753'te İstanbul'da topladığı bir konsilin dinsel resimleri mahkûm etmesinin ardından, ikonalar tahrip edildi ya da üzerlerine boya çekildi ve kutsal kalıntılar ortadan kaldırıldı.248 İsa'nın kutsal mendil üzerine çıktığına inanılan sureti, bir bakıma, insan eliyle yapılmadığına inanılan ikona fikrinin ortaya çıkışının ifadesi olup, ikona resminin doğmatik karakteriyle bütünleşir. Bizans ikona resminin günümüze ulaşan en eski örnekleri, Sina Manastırında bulunan 6. yüzyıla ait enkostik (enkaustik)249 tekniğiyle ahşap pano üzerine yapılan ikonalardır. İkonalar, Paganist inançların devamıdır. İkonaların ne olup, ne olmadığı konusundaki fikirler, İznik Konsili'nin kararları (787) sonrasında açıklık kazanmaya başlamış ve ikonoklazmanın, dini tasvirlerin yasaklanmamasını savunan kesimin zaferiyle sonuçlanmasıyla da Doğu Kilisesi'nin inanç sistemi içindeki ikona kavramı gittikçe belirginleşmiştir. 250 Tasvir Kırıcı İkonoklast (=Tasvir Kırıcı) bir hareketin Doğu Hıristiyan âlemindeki mevcudiyeti, ikonaların Ortodoks dünyasındaki etki gücünün açık bir kanıtıydı. Böyle bir hareketin Katolik dünyasında değil de Ortodoks âleminde vuku bulmuş olması dini tasvirlerin Ortodoks Hıristiyanları için ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu gösterir. Bu mücadele süreci dikkatle incelendiğinde, ibadet ikonalarının taşıdığı önem daha iyi anlaşılır. İkonaların ibadet unsuru haline dönüşümü, Erken Hıristiyanlık döneminde başlamış ve İkonoklazma Devri (726-842)'nin sona ermesine doğru kesin şeklini almıştır. İkonoklazma öncesinde kutsal ikonaların adeta bir idol put kabilinden değere sahip olduğunu, inanç sahiplerini bulundukları dini merkeze çektiklerini, manastırların ve Bizans Kilisesi'nin gücüne güç kattığını görüyoruz. Bu süreçte İmparatorlukta krize sebep olan diğer meselelerle de bağlantılı olarak rasyonalist Bizans İmparatorları, merkezi otoritelerinin karşısındaki dini çevreleri aşırı güçlendiren bu kutsal dini tasvirler sorununu, İslam Dünyasındakine benzer bir yön temle bertaraf etme mücadelesi başlatmışlardır. Bu mücadeleler, dini tasvirleri söktürmek, yaktırmak, karşıt görüştekileri sürgüne göndermek, zindanlara attırmak gibi yöntemler de sürdürülmüşse de neticede 842'de tasvir taraftarlarının kesin zaferiyle son bulmuştu. Bu zafer, bir Ortodoks yortusu niteliğine dönüşmüş ve tüm Ortodoks Kiliselerinde. 842 yılından başlatılmak üzere (İmparatoriçe Theodora'nın saltanatında), dini tasvirlere, ikonalara hürmetin yeniden tesis edilmesinin şerefine her yıl kutlanmaya başlanmıştır. Bizans İmparatorluğundaki ikonoklast mücadelelerin tasvir taraftarlarının lehine sonuçlanması, dini sanat ve mimari sahalarında da köklü değişikliklere yol açmıştır. Kilisenin İkonoklazma Devrinde karşılaştığı baskıların öcünü alarak, adeta kendi zaferini vurgulaylan bir tutum içine girdiği görülmektedir. Kilise, sanatı kendi yasalarına bağımlı kılmış ve sanatçıların da bu kuralların dışına çıkmaları mümkün olmamıştır. Kilise, hâkim plan tipi olarak belirlenen "Haç Planı" sayesinde Hıristiyan inancını simgeleyen kutsal bir sembol halini almış ve böylece 9. yüzyılda Bizans Kilisesi, yeryüzünü ve semavi âlemi temsil eden bir "Mikrokozmos" a, başka bir tabirle tam bir "İkona"ya dönüşmüştür. Aynı zamanda da İsa'nın yeryüzündeki yaşamını temsil eden Kilisede teolojik kaynaklı, hiyerarşik ve litürjik bir resim programı hâkim olmuş, ikonalar ikonastasisdeki kutsal ve işlevsel yerlerini almışlardır. İsa'nın etini temsil eden ekmek ve İsa'nın kanını temsil eden şarap yoluyla onunla bütünleşmeyi amaçlayan bu ayinin ökaristik öğeleri, ikonalardan da önemlidir. Doğu Kilisesi'nin ikona resmi geleneğini değerlendirmek için bir anlam ifade etmez, çünkü Batıdaki Gotik, Rönesans, Barok gibi üsluplar, herkesçe kabul edilebilir bir takım kriterlerle değerlendirilebiliyordu, ama bu kriterler, Ortodoks ikonalarını işlevsel ve estetiksel boyutlarıyla ortaya koymakta hiç bir işe yaramıyordu. Asıl başyapıtlar, Ortodoks Kilisesi'nin bağımsızlığını kazandığı (1054) bir ortamda, Bizans sanatının sağlam temellere oturduğu süreçte doğmuş ve Kilisenin de güçlenmesiyle 11. ve 12. yüzyıl ikonaları, tam anlamıyla gerçek bir Ortodoks ikonası olgunluğuna kavuşmuştur. Ortodoks ikonalarının MS 11. ve 12. yüzyıllardaki gelişimi ve olgunlaşmasından sonra MS 13. yüzyılda tanımlayıcı ve didaktik karakterde olan ikonalar, aynı zamanda bir sanat yapıtı olarak da değerlendirilmeye başlanmıştır. Bu süreçte, moda olan yeni bir hümanist estetiğin natüralist kaynaklı tutumu konulu ikonalara girmeye başlamıştır. Rusya'da da Ortodoks ikonalarının -Hıristiyanlığın bu Hamilton, j. H. ( 2010). Bizanslı Heretiklerin Tarihi. İstanbul: Kalkeılon Yayınları. s. 35 Lemerle, 16/1/2019,A.g.e, s. 85 249 enkostik (enkaustik) : Ankostik resim, eriyik hâlde bulunan balmumu ve boya maddesi kullanılarak icra edilen resim tarzı 250 Akkaya, 2000,A.g.e, s. 14 247 248

73


mezhebinin MS 11. yüzyılda benimsenmesiyle birlikte- Bizans ikona sanatı temelleri üzerine kurulduğunu görüyoruz. Bizans'tan götürülen örneklere bağlı olarak Rusya' da başlayan ikona resimleri, MS 12. yüzyıldan sonra yaygınlık kazanmıştır. 12. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar çeşitli ekollerce sürdürülen gelişim neticesinde Rus-Ortodoks ikonaları, MS. 15. yüzyılda doruğa ulaşmıştır. Tipik bir Bizans kilisesinde ikonastasis iki sıra halindedir. Alt sıra büyük ikonalara, üst sıra ise oldukça küçük sayılabilecek ikona dizilerine ayrılmıştır. Rus Ortodoks kiliselerinde ise ikona sıraları üçe yükselir. İkonalar evlerde de özel bir önem arzederler. Her Ortodoks aile oturma odasının ve yatak odasının "Güzel Köşe" olarak adlandırılan doğu köşesine bir ikona asar. Misafirler, ikonanın yer aldığı odaya girdiklerinde önce ikonayı başını öne eğerek selamlar ve haç çıkarır, sonra evsahibini selamlarlar. İkonalar, sadece kilise ve evlerde değil, her çeşit sivil yapılarda, okullarda, askeri binalarda, Çeşitli kulüp ve benzeri sosyal teşkilatların binalarında yer alırlar. Bazı dindarlar, yanlarında dahi kendi ikonalarını taşırlar ve dua etmeye başlamadan önce onu çıkarırlar. İkonalar, değerli aile yadigârları arasında yer alırlar ve kuşaktan kuşağa devredilirler. Ortodoksluk, her kesim tarafından anlaşılır bir inanç sistemine sahiptir. İncil kullanılır, çeşitli konularda duygusal ilahiler söylenir, ikonalara saygı gösterilir, hatta bazılarının batıl itikat dediği türden de inanışlar Ortodoks halk arasında yayılmıştır. Ortodoks inancına göre, bir ikona, ‘Rahim Varlığın’ bir yeridir. Orada, İsa'nın Meryem' in, azizlerin ve tasvir edilen her şeyin bir sureti zuhur ettiğinden, ikona, inananların bir dua yeridir. Kutsal bir ikona önünde niyaz etmek yoluyla, temiz kalpli iman sahipleriyle ikonada sureti görünen kutsal şahıs arasında mistik bir bütünleşmenin gerçekleşeceği kabul edilir.251 İkonada tasvir edilen azizden dilendiğinde, “Tanrı, ikonanın önünde ibadet eden niyaz sahiplerinin dileklerine karşılık verir". Böyle bir açıklama, halk arasında "Aziz, hayır sahibi bir kimse olduğundan, bu özel tasviri hürmet görmektedir" şeklinde bir fikrin doğmasına ya da bir ibadet ikonasının" mucizeler gösteren, kutsayan bir ikona" olduğu hissiyatının doğmasına kolayca yol açabilir.252 Özel günler-dini bayramlar Vaftiz Töreni: Türkçe'de vaftiz olara kullanılan ve Yunanca "batırmak, daldırmak" anlamını ifade eden ‘baptein’ fiilinden türeyen ‘baptism’ kelimesi, ne genel batırmak, daldırmak anlamında baptismos, ne de bir dine giriş ritüeli anlamında da ha hususi bir anlamda olan, baptisma olarak Yetmişler Tercümesi' nde (Sepuaginte) görünmez.253 Proselit vaftizi, yeni muhtedilerin Yahudiliğe kabul edildiği bir seremonidir. Eski Ahit'te zikredilmemesine rağmen, Mişna'dan haraketle proselit vaftizinin birinci yüzyılda var olan bir uygulama olduğunu söylemek mümkündür. H.H. Rowley, “proselit vaftizinin bir arındırma ritüeli olmayıp, temel sakramental özelliğinin yanısıra, kişinin kendisini Tanrı'ya adadığı bir fiildir”, der.254 Noel günü: Noel gününün saptandığı X. yüzyılın sonuna kadar Güneş Tanrısının onuruna 25 Aralık’ta ulusal bir bayramın kutlanması gelenek olmuştu. Bu kutlamalar sırasında Güneş Tanrısını temsil eden imparator köken olarak Güneş Tanrısının simgesi olan bir hale ile ortaya çıkarak bir tür geleneksel bir pantomim oynardı.255 Doğruluğunu onaylatamadığım bir bilgiye göre ‘Ergene havsası’ndaki hiristiyan cemaatleri bu gece yemeğinde “Hz. İsa Efendimizin bizzat doğduğu günde, burada sofraya daima on dokuz yemek takımı konulur.” Denmektedir. Ökaristi Ayini Ökaristi'nin kelime anlamı “şükran”dır. Bizans'ta Liturji veya ilahi Liturji olarak adlandırılan ökaristi, Hristiyan Liturj isinin ana ayinidir. Temeli isa'nın havarileri ile yediği Son Akşam Yemeği olan ökaristi, İsa'nın bedeni ve kanı olduğuna inanılan ekmek ve şarabın kutsandığı ayindir. Ökaristi bir kurban törenidir, Çünkü İsa çarmıha gerilerek kurban edilmiştir. Erken Hristiyanlıkta Tevrat'ta anlatılan Habil ve 251

Akkaya, 2000, A.g.e, s. . 15-16-126-131- 133-134-142 2000, A.g.e, s. 13 253 Fuat Aydın - Pavlus Hıristiyanlığına Giriş, Fcr Yayın Reklam Bilgisayar San. Ve Tic. Ltd. Şti. 2011; Ankara 254 Flemington, "Baptizm", IDB, 1, 349.Proselit ve Yahudilik'teki anlamı için bkz. Madeliene & Miller. "Proselyte", HBD, s. 586-87. 255 Tamara Talbat Rice, Bizans’ta Günlük Yaşam, Çev. Bilgi Altınok, _st. 2001, s. 51 252Akkaya,

74


Melkizedek'in kurban sunmaları ile aynı anlama gelir. Ekmek ve şarabın dağıtılması isa'nın ölümünü ve tekrar dirilişini sembolize eder. Kilisede rahip özel bir tören yapar. Ökaristi için ekmek ve şarap hazırlanır. Buna proskomidie denir. İsa ve Azizleri anarak, törenle ekmek kesilir, tütsülenir ve iki örtü ile örtülür. Ökaristi, Bizans'ta yalnızca Cumartesi, Pazar günleri ve bayramlarda kutlanırdı. 8-9. yy'da haftanın diğer günlerinde de kutlanmaya başlandı. Yalnızca 1053 veya 1054'de IX. Konstantin Monomakhos Hagia Sophia'da hergün ökaristi ayini yaptırıyordu. Cemaat kiliselerinde ökaristi, Pazar ve bayram günlerinde sabah 9'a doğru başlar, Noel arifesinde, haçın suya atılması bayramında, büyük Cuma günü ve Paskalya gecesinin kutlamalarında ise ökaristi akşam ibadeti olarak yapılır. Manastırlarda ise mümkün olduğu kadar diğer ibadetlerin yanında hergün yapılır. Duların ezberden sesiz okunması gibi diğer gelişmeler ile 9-12. yy'da prothesis ayini gelişir ve anaphora öncesi ayinler kesin bir biçimde eklenir. Sonradan yapılan bu tip ekler İsa 'nın hayatının erken döneminin tasviri gibi gizli yapılan Lituıji yorumlarının etkileridir. Liturjinin karesteriği özellikle ayinin iki bölümünü sembolize eden ve açan girişlerdir. Küçük Giriş İsa'nın söz olarak gelişini, Büyük Giriş ise bedenin ve kanın kurban edilişini sembolize eder. Diakomın İncil'i okumak için ambona gelmesi ve kutsal emanetlerin ökaristi için getirilmesi ile liturjinin sembolik yapısı tamamlanmış olur. 9. ve 10. yy'da liturjik kurallar oldukça değişmiştir. 9. yy'da Mikael ve Gabriel adı verilen iki diakon, yardımcı dikonlar mumları, diğer diakonlar buhurdanları, haçı ve İncil'i taşıdıktan sonra liturjiye başlarlar.256 Satranç Spor etkinlikleri arasında yer alan ve aynı zamanda çembersel satranç diye adlandırılan Bizans satrancı satrancın bin yıllık bir türü olup Bizanslıların önemli uğraşlarından birini oluşturmuştur. M.S. X. yy.da o zaman ki adı Bizantium olan İstanbul'da yaygın olarak oynandığı için bu adı almıştır. Sanat Heykeltıraşlık alanında daha alçakgönüllü bir biçimde de olsa diğer bir destekleyici grubu köle kökenli iş adamları, zanaatçılar v.b. meslek sahipleridir. Bunlar İ.Ö.2.yüzyıldan başlayarak Roma’ya tutsak olarak getirilmiş serbest bırakılan kölelerdi. Orfevs dini Anadolu, Trakya ve Yunanistan dinlerinin bir karışımıdır. M.D. 7. yüzyıldan başlayarak tüm Ege'ye yayılmış ve Pisagor, Eflatun gibi ünlü kişileri de etkilemiştir. Müzik Müzik ve dans, Roma günlük yaşamında önemli bir yer tutuyordu. Müzik; tiyatrolar, dini törenler, gladyatör oyunları ve akşam yemeklerinde her mekâna uygun olarak mutlaka çalınıyordu. Özellikle dini törenlerde, müziğin uğursuz sesleri yok ettiğine inanılıyordu. Bronz başlıkları olan üflemeli çalgılar, kamıştan yapılıyordu. Bunların en önemlisi bir flüt şekli olan “Tibiae” idi. Darbukalar ve ziller, ağırlıklı olarak kullanılan diğer müzik aletleriydi. Roma’da kullanılan çoğu müzik aleti, Yunanlılardan alınmıştı. 257 İmparatorluğun başlangıcından VI. yy'a değin, repertuarları çok geniş değildi. Şarkıcılar küçük yaşta yetiştirilmeye başlanıyor, nota yerine kimi özel işaretler kullanılıyordu. Bir sesin inici ya da çıkıcı olduğunu belirtmeleri yeterliydi. İkonoklazm Döneminde, ilahilerin ve şarkıların sayısı artınca, notaya alma daha da önem kazandı. Bunun için başka işaretlerde kullanılmaya başlandı. XIII. yy.dan başlayarak müzik sözü bastırılmış; kırmızı mürekkeple tamamlayıcı işaretler eklenmiştir. Bizans müziğinde belirli kalıplar dışına çıkılmazdı. Tören şarkıları notalara bağlı olmadan ezbere okunurdu. Bu, hiçbir zaman yazıya dökülmemiştir. Dinsel ve din dışı şarkıları iki koro okurdu. Günümüzde de bu uygulama sünnektedir. Bizans'ta, törenlerde önce imparatoru domestikus başkanlığında iki grup karşılardı. Domestikus imparatonın önünde eğilir, ellerini göğsüne çapraz kavuştururdu. Bu sırada şarkılar söylenirdi. Son kıta tüm grupça yinelenirdi. Bu sırada üç kez haç çıkarılır, şarkı baştan alınır, son kıtaya gelindiğinde yine haç çıkarılırdı. İmparatorluk bandosu, trompetçi, zilci ve düdükçülerden oluşurdu. Bizans müzik araçları çok zengindi. Org, lir, fide, rebek, Jüt, arp, flüt, trompet, tamburim, simbal bunlardan bazılarıydı258

Yıldız, 2009, A.g.e, s. 39 Blanck, 1999.A.g.e 258Yıldız, 2009, A.g.e, s. 59 256 257

75


KENT-----ŞEHİRCİLİK--- MİMARİ Şehircilik 7. yüzyılda Bizans kentleri sırf surlu yerleşimlere dönüştü. Kentsel binalar büyük ölçüde eksikti; devlet ve kilise kendi kullanımları için (kiliseler, tahıl ambarları, surlar, silah depoları) inşa ettiler, ama kentlerin kendi kaynakları, toprakları, gelirleri ve kentsel tüzel kişilikleri yoktu. 11. yüzyıla kadar çok az bulgu var. Çoğu, sahip olduğu her türlü sosyal ve kültürel sermayeyi İstanbul'a ve Doğu vilayetlerinin kaybedilmesinden sonra neredeyse yalnız başkente odaklanan imparatorluk sistemine yatırdı, çünkü orta dönem Bizans toplumunun dış görünüşü bakımından bu "Konstantinopolis faktörü" önem taşıyordu. Bu değişikliklerin biriken sonucu olarak, "kent" fiilen ortadan kayboldu ve onun yerine orta dönem Bizans kastron'u yani kale-kent'i gelişti.259 Yunanca kent (polis) kelimesinin yerini, 10. yüzyılın sonunda ve 11. yüzyılda kentsel hayat bir kez daha serpilmeye başladığında bile, yeni terim alır. Arkeolojik ve edebi bulgular, değişikliklere dair etkili tanıklıklar içerir. Büyük Ankira kenti 650 ve 660'larda küçük bir iç kale, yalnızca birkaç yüz metrelik bir sahayı işgal eden bir kale halinde küçüldü. 260Birçok kentsel merkez 11. yüzyılın ortasına gelindiğinde, serpilen bir yerel ipek sanayisinin merkezine dönüşmüştü, yerel tüccarlar ile toprak sahiplerinin burada evleri vardı ve satacak mallan olan zanaatkârlar ile köylü çiftçileri kendine çekiyordu. lş arayan topraksız köylüler de böyle çekim merkezlerinde toplanıyor, böylece kentsel hayatı daha da teşvik ediyorlardı. Bu kentsel yenilenme, kentsel ya da kırsal üretime yatırım yapacak zenginliğe sahip, memuriyet yoluyla ya da doğuştan ayrıcalıklı bir seçkinler zümresinin gelişmesiyle de bağlantılıydı. Bu nedenle kasabaların ekonomik önemi 10. yüzyıl sırasında, özellikle 11. ve 12. yüzyıllarda arttı. Bu kısmen, imparatorluk dâhilinde ticaret ve kasaba-kır takas ilişkilerinin serpileceği düzelmiş koşulları yansıtır. Aynı zamanda İstanbul’un hem besin maddelerinin, hem diğer malların sağlanması için bölgedeki kent ve kasabalardan istek bulunduğunu gösterir. Kasabalar siyasi gelişmelerde merkezi bir rol oynamaya başladı. Örneğin askeri ayaklanmaların çoğu 7. yüzyıl sonundan 11. yüzyıl ortasına kadarki dönemde kırsal bölgelerde ve yerel generalin karargâhı etrafında konuşlanmıştı; merkezi hükümetin politik muhalefeti 11. yüzyıl ve sonrasında neredeyse hep kasabalarda kök saldı. Bu kasabaların ahalisi de kaynaklarda kendilerine özgü ilgileri olan bilinçli yurttaşlar kitlesi olarak görünür. Birçok kalenin sakinlerinin vergileri, herhangi bir köyde olduğu gibi, yerel ölçekte belirleniyordu. Büyüklük kesinlikle önemli bir özellik değildi. Tipik son dönem Roma "kent"i ve ortaçağ kasabası arasındaki başlıca bir fark, kamu binalarının artık " kamu" kaynaklarından finanse edilmemesiydi. Devletin karıştığı işler (örneğin savunma yapılarının inşası) dışında kilise, manastırlar ve özel şahıslar zenginliğin tek kaynağıydı. Aynı zamanda, ortaçağ Bizans kasabası, birkaç büyük kamusal alanla ve planlanmamış sokak ağıyla, kendi savunma yapıları içinde sıkışmıştı. Mezarlıkların ve kiliselerin veya yerel soyluların (arhontes) ya da orada bulunmaları, küçük kasaba ile savunulan köyü birbirinden ayırt etmenin muhtemelen tek belirgin yanı olan piskoposların evlerinin yakınında inşa edilebilecek türden binaların yer seçimini gelenek belirliyordu. Ama kasaba ve köyler arasında önemli işlevsel farklar vardı. Kasaba askerlerin ya da başka idarecilerin ikamet yeri, tüccar ve zanaatkârlarla, ekonomik talepleri ve işlemleri olan kilise ileri gelenleri için bir çekim merkezi, daha düzenli bir pazar ya da panayır yeri olarak ve kırsal bağlamında bulunmayan bir dizi başka hizmet ve işleviyle daha büyük bir rol oynuyordu. Kasaba toplumunun yapısı kırsal bölgeninkinden de çok farklıydı. Kardeşlik derneği gibi yerel, akrabalığa dayanmayan örgütler, sözgelimi belirli bir azizin kültüyle ilgilenen uzman "topluluklar" veya yarış arabası ya da at yarışıyla ilişkilendirilen taraftar grupları, köylerde mevcut değildi.261 Bizans İmparatorluğu'nda nüfusun çoğunluğunu ve devletin taşıyıcı gücünü oluşturan grup kırsal alanlarda yaşayan küçük köylülüktü. Devletin kaderini belirleyen de yine aynı grubun iktisadi durumu ve bu grubu ele geçirmek için devlet ile büyük toprak sahipleri arasında yapılan mücadele oldu.262 Mimari Bunun tersine yoksulların evleri acınacak durumdaydı; yalnızca aralarından en şanslıları çatıları hasırla kaplı ve sıkıştırılmış toprak tabanlı küçük evlerde otururlardı. Beşinci yüzyıldan başlayarak kiralanmak üzere beş- dokuz katlı gökdelen blokları yapılmaya başlandı. Bunlar, küçük dairelere bölünerek 259

Haldon, 2006, A.g.e. s. 131 2006, A.g.e, s. 132 261 Haldon, 2006, A.g.e, s. 142 262 Baskıcı, M. Murat -2009, Bizans Döneminde Anadolu İktisadı Ve Sosyal Yapı. Phoenix Yayınevi, Ankara, s. 216 260Haldon,

76


buralarda büyük bir yoksulluk içinde neredeyse gecekondu koşullarında yaşayan işçilere kiralanırdı. Her yerde çok sefil evler görülüyordu. Bunların çoğu bir gecede gecekondu olarak türüyor ve bunları yapanlar bir kez başlarının üzerine çatıyı çektikten sonra, içlerinde sürekli olarak kalabiliyorlardı. En kötü gecekondu mahallelerinden bazıları, Büyük Saray'ın çevresinde oluşmuştu. Bu uğursuz bölgelerde cinayet ve hırsızlık çok yaygındı ve başkentin yaşamını kesintiye uğratan isyanların çoğu da buralarda başlıyordu. Yetkililer gecekondu semtlerinin yarattığı sorunları çözmeyi hiçbir zaman başaramadılar; bunlar varlıklarını en baştan beri Konstantinopolis'in imparatorluğun her yerinden insanları kendine çeken mıknatıs gibi çekiciliğine borçluydu. Beşinci yüzyılda Konstantinopolis 'in üzerinde 4.383 ev, parasız ekmek alma hakkına sahip kimselere ekmek çıkaran devlete ait 20 fırın ve ayrıca 120 fırın daha bulunan 323 sokağı bulunuyordu. Bu bölgedeki nüfusun 500.000 olduğu düşünülmektedir; dokuzuncu yüzyılda bu sayı bir milyona çıkmıştı ama kenti Latinler istila edince bu sayı hızla düştü ve aynı sayıya hiç bir zaman çıkmadı.263 Bir diğer ev tipide villa’dır. Villa rustica (çiftlik evi) domus’un öğeleriyle çiftçilik etkinliklerine ve üretimlerine yarayan mekân genişliği ve kullanım yerlerini (depolar, ahırlar, yağ presleri, şarap mahzeni. vb.) büyük toprak sahiplerinin taşradaki bir konağı olarak birleştiren bir oluşumdu. Şehirlerden uzakta inşa edilen Villa rustica‘lar genelde şatovari bir karaktere sahiptiler. Zengin kişiler İÖ II. yy.’dan itibaren, ülkenin iç kesimlerinde doğa manzarasına sahip yerlerde, çiftlik amaçlı değil, büyük şehrin gürültüsünden uzak dinlenme amaçlı, boş zamanlarda özel ilgiler çerçevesinde meşguliyet (otium) için villalar yapmışlardır. Genelde yüksek bir temel (basisvillae) üzerine inşa edilen bu villalar, sadece yapı yerinin tercihi değil, manzaraya bakışı, mekânların dizimi bilinçli olarak bulunduğu yere uygun, dağları, adaları vb. görülebilen manzaralı dinlenme ve oturma odaları oluşturmaktaydılar.264 Öncelikle Roma'da Ostia yakınlarında olduğu gibi zenginlerin evleri iki katlıydı ve önceleri sahiplerinin isimleri sokağa bakan duvara kazılırdı. Sağlam çiviler kakılmış demirden çok sayıda giriş kapısı yapılmıştı ama bu gibi evlerin sokağa bakan yanlarına "ön" demek zordu, çünkü Ostia'nın tersine, ilk başlarda, bütün pencereler kapalı bir avluya bakan karşı duvara yapılarak burası boş bırakılırdı. Ev sahibinin at ve büyükbaş hayvan ahırları, kümesleri ve kilerleri bir avluya açılırdı. Bu avlu çoğunlukla atlara talim yaptırılabilecek kadar büyük olurdu ve hepsinden de önemlisi içinde ev halkının su gereksinimini karşıladığı bir kuyuya da sarnıç bulunurdu. Beşinci yüzyıldaysa Konstantinopolis'te daha yüksek yapılar ortaya çıkmaya başladı ve sokağa bakan duvarların alt bölümlerinin boş bırakılmasına karşın daha üst katlara sırayla pencereler yapılmaya başlandı. Bunlar ya dörtgendi ya da üstleri yuvarlatılmıştı; pencerelere alçıdan çerçeve takılır ve bunlara da daha küçük bölmelere ayrılmış cam takılırdı. Cam bölmeler sekizgen ya da dörtgen olurdu; bu bölmeler dövülerek düz tabaka haline getirilmiş ve 20 ile 30 santim arası bir uzunlukta kesilmiş camlardan yapılırdıysa da en iyi evlerde kullanılan camların uzunluğu 60 santim kadar olabilirdi. Alt katlardaki pencerelere demir çubuklar takılmış olması ve bunların bazılarının daha sonra Osmanlı Türkiye'sinde yaygınlaştığı gibi alı bölümleri dışarıya doğru yuvarlak bir çıkıntı yaparak bir tür oturma yeri oluşturması olası gibi göünmektedir. Üst katlardaki pencerelerin balkonları vardı. Gerçekten de balkonlar o kadar yaygınlaşmıştı. Sarayların çoğunlukla tuğla temeller üzerine mermer bloklardan yapılmış olmalarına karşın, evlerin çoğu tuğladan yapılmıştı. Az sayıda olan taştan yapılmış evlerin yüzeyleri çoğunlukla alçıyla kaplanırdı. Zengin evlerin birçoğunun yaz aylarında teras olarak kullanılan düz çatıları vardı. Kiremitten yapılmış diğerlerinin eğri çatılarının en uç noktasına gururla bir haç konurdu. Evler genellikle merkezi bir salonun çevresine yapılırdı. Bu salonlar çoğunlukla evin erkeklerince kabul salonu olarak kullanılırdı. Ailenin odalarının bulunduğu üst katları desteklemek için salonlara konan taş ya da tahta sütunlar aynı zamanda da dekor işlevini yerine getirirdi. Zengin evlerde taş ve en zengin evlerde de mermerden yapılan, fakat çoğunlukla tahtadan yapılmış bir merdiven birinci katta olan asıl odalara çıkardı. Bu odaların pencereleri avluya bakan galerilere açılırdı. Bu gibi evlerin çoğunlukla birden çok oturma odası olurdu; birçoğu gibi bunların da çoğunlukla haç ve dinsel metinlerle bezenmiş kireç duvarları vardı, fakat daha sonraları dinsel olmayan duvar resimleri yaygınlaştı. Oturma odaları evin kadınlarından çok erkekleri tarafından kullanılırdı; kadınlar zamanlarının çoğunu evin en üst katında olan odalarda çocuklarının ve hizmetçilerinin eşliğinde geçirirlerdi. Manastırlarda olduğu gibi bu gibi evlerde de Konstantinopolis'in kışına özgü çok soğuk günlerde ısıtılan bir odası bulunurdu; zengin evlerinin birçoğu Romalıların kullandığı yeraltı (hypocaust) sistemiyle merkezi olarak ısıtılırdıysa da, çoğu insan mangal kullanırdı. Mutfaklarda açık kömür ocakları yerine odun ateşinin dumanını çekmesi için bir baca oluşturan dörtköşe borulu alçak fırınlar 263 264

Rice, 1998, A.g.e, s. 175-76-77 Blanck, 1999,A.g.e, s. 67

77


yeğlenirdi. Bütün evlerde kanalizasyonları denize akan tuvaletler vardı. Her evin çoğunlukla bahçeye yapılmış bir hamamı olması da gelenekti. Zenginlerin kendi topraklarında bir şapelleri ya da en azından bir ayazmaları olurdu.265 Evler Bunun tersine yoksulların evleri acınacak durumdaydı, yalnızca aralarında en şanslıları çatıları hasırla kaplı ve sıkıştırılmış toprak tabanlı küçük evlerde oturuyorlardı.266 Konstantinopolis'te yaşayanların yazlık evlerinin bulunduğu Pilai, bugünkü Yalova'dır. Bu evler çoğunlukla 7.-11. yüzyıllar arasında yapılmışlardır. Pilai'deki araştırmalar sırasında buradaki yazlık evlerden birisi ortaya çıkartılmıştır. Ancak daha sonra üzerinde Ankaralılar sitesi kurulmuştur 267 Bir diğer ev tipide villa’dır. Villa rustica (çiftlik evi) domus’un öğeleriyle çiftçilik etkinliklerine ve üretimlerine yarayan mekân genişliği ve kullanım yerlerini (depolar, ahırlar, yağ presleri, şarap mahzeni. vb.) büyük toprak sahiplerinin taşradaki bir konağı olarak birleştiren bir oluşumdu. Şehirlerden uzakta inşa edilen Villa rustica ‘lar genelde şatovari bir karaktere sahiptiler. Zengin kişiler İÖ II. yy.’dan itibaren Campania’da, Tiren denizi kıyılarında, sonraları da ülkenin iç kesimlerinde doğa manzarasına sahip yerlerde, çiftlik amaçlı değil, büyük şehrin gürültüsünden uzak dinlenme amaçlı, boş zamanlarda özel ilgiler çerçevesinde meşguliyet (otium)5 için villalar yapmışlardır. Genelde yüksek bir temel (basis villae) üzerine inşa edilen bu villalar, sadece yapı yerinin tercihi değil, manzaraya bakışı, mekânların dizimi bilinçli olarak bulunduğu yere uygun, dağları, adaları vb. görülebilen manzaralı dinlenme ve oturma odaları oluşturmaktaydılar.268 Yoksul kesimin günlük yemek takımları Augustus döneminden beri başlangıçta rölyef ile bezenli parlatılmış yüzeyi ile kırmızı terra sigillata’lardan oluşturmaktaydı. Günlük gereksinimlere yönelik keramikten yapılmış son derecede kaba ve pişmemiş topraktan birçok yemek takımı da bulunmaktaydı.269 Büyük toprak sahiplerinin taşradaki bir konağı olarak birleştiren bir oluşumdu. Şehirlerden uzakta inşa edilen Villa rustica ‘lar genelde şatovari bir karaktere sahiptiler. Zengin kişiler İÖ II. yy.’dan itibaren Campania’da, Tiren denizi kıyılarında, sonraları da ülkenin iç kesimlerinde doğa manzarasına sahip yerlerde, çiftlik amaçlı değil, büyük şehrin gürültüsünden uzak dinlenme amaçlı, boş zamanlarda özel ilgiler çerçevesinde meşguliyet (otium)5 için villalar yapmışlardır.270 İskân Trakya'ya -bazen muazzam rakamlarda- bir nüfusu taşıma politikası güttü. Büyük ölçekli ilk nakil Mavrikios'un döneminde, yoksul düşmüş ve mahvolmuş Balkan vilayetlerinde ordunun potansiyel acemi er sayısını artırmak amacıyla, bir miktar Ermeni asker ile ailelerinin Trakya'da yerleştirilmesi için yapılan düzenlemelerle gerçekleşmiş görünüyor.271 Nüfus hareketi hiçbir şekilde aynı yönde değildi. justinianos, Marunîleri Lübnan'dan Balkanlar ve Anadolu'ya nakletti. Marunîler, Halifelik için belirli zorluklara neden olmuş dövüşken bir halktı ve 680'lerdeki antlaşmaya dayanılarak nakledilmişti; hatırı sayılır sayıda insan, aynı imparatorun döneminde, Trakya'da yerleştirilmek üzere Maraş, Kuzey Suriye çevresindeki bölgeden nakledilmişti. V. Konstantinos 750'lerin ortasında, Kuzey Suriye' de ve Anadolu bölgesinde zorla yerinden edilmiş çok sayıda göçmeni Trakya'ya yerleştirdi ve bu durum Bulgar önderlerini biraz kaygılandırmış görünüyor; Konstantinos göçmenleri korumak için bir dizi kale ve hisar inşa ettirdiğinde, söz konusu kaygılar kuşkusuz daha da arttı. Aynı zamanda, imparator, daha küçük akıncı grupların içinden zorlukla geçeceği bir insansız bölge yaratmak için bilinçli bir nüfus azaltma politikası gütmüş görünüyor. İmparatorluk kararnamesiyle Kuzey Suriye sınır bölgesinden nüfus nakli, sözgelimi Germanikea'ya yapılan başarılı bir hücumdan sonra 745-46'da vuku buldu. Elimizdeki bilgilere göre çoğunlukla Monofizit inancından olan bu insanlar Trakya'ya götürüldüler; benzer sürgünler 750-51'de ve 754-55'te Malatya ve Erzurum bölgelerinde meydana geldi. Mevcut politika hem Kuzey Suriye sınır kuşağındaki insansız bölgeyi, hem Slav, özellikle Bulgar akın ve hücumlarından ıstırap çeken Trakya'nın Hıristiyan nüfusunu güçlendirmeye yarıyordu. Aynı bölgeden çok sayıda insan, IV. 265Rice,

1998, A.g.e, s. 175-76-77 Yıldız, 2009, A.g.e, s. 42 267Yıldız, 2009, A.g.e, s. 82 268 Söylemez, 2015; A.g.e, 269Söylemez, 2015; A.g.e, 270Söylemez, 2015; A.g.e, 271Haldon, 2006, A.g.e, , s. 129 266

78


Leon'un 776'daki bir seferinden sonra yine esir alınmış ve Balkanlar'a nakledilmişti ve VI. Konstantinos, Armeniakon thema'sının isyancı askerlerini 793'te Batı vilayetlerine taşıdı. I. Mihail (811-13) de Athingani tarikatının sapkın üyelerini Batı vilayetlerine sürdü. Gelgelelim, nakiller yalnızca esirleri etkilemiyordu: I. Nikiforos'un döneminde Anadolu'da kendi bölgelerinde silahaltına alınan birçok asker, benzer nedenlerle, aileleriyle birlikte Trakya'ya taşınmak zorunda kalmışlardı. I. Vasilios'un döneminde yenik düşen hatırı sayılır sayıda Pavlosçu, yine Doğu Anadolu'dan Balkanlar'a nakledilmişti; bunlar Balkanlar'a, bir düalist sapkıncı sistemin kendilerine ait bir biçimini getirdiler. Görünüşe bakılırsa yeni bir zemin bulan bu inanç gelişti ve sonunda 10. yüzyılda Bulgar topraklarında Bogomilizm'e yol açtı. 11. yüzyıl ve sonrasında, kısmen imparatorluğun 10.yüzyılda Doğu'ya doğru genişlemesinin, kısmen 11. yüzyılın ortasın daki272 Selçuklu tehdidinin bir sonucu olarak, Güneybatı Anadolu'ya büyük ölçekli bir Süryani, özellikle Ermeni göçü oldu. Dikkate değer sayıda Got, 5. yüzyıl da antlaşma uyarınca Kuzeybatı Anadolu'da yerleşti ve bu grup 6. yüzyılın sonunda başka askerlerin ve ailelerinin eklenmesiyle güç kazandı.273

TOPLUM DÜZENİ Roma toplum düzeni, başlangıçta kapalı bir ekonomi yaşama dayanıyordu. Hayvan sürülerinden ve otlaklardan ortak yararlanan çoban topluluklar ataerkil bir biçimlenme göstermekteydi. Özel mülkiyet sınırlıydı. Roma’daki sosyal yapılanma süreci içerisinde aynı soydan geldikleri inanan gens birliklerinin ortaya çıktığını görmekteyiz. Gens üyeleri atalarından aldıkları ortak ad taşıyorlardı. Romalı kendi adının yanında bağlı olduğu gensin adını kullanmaktaydı. Gens üyeleri arasında kan akrabalığı, ortak kült, ortak mezarlık, ortak mülkiyet, veraset esası ve hukuku geçerliydi. Roma ailesinin karakteristik özelliği aile reisinin (pater familias) otoriter gücü elinde (patria potestas) elinde bulundurmasıydı. Topluluğun üyeleri üzerinde mutlak söz hakkına sahipti. Pater familias yeni doğanları gense kabul ediyordu. Erkek ve kız çocuklarının yaşamları konusunda söz hakkına sahipti. Kızları satıp, erkek çocukları köle olarak verebiliyordu, ortak mallar üzerinde istediği gibi hareket ediyordu. Topluluğun üyeleri arasında gelenekleri çiğneyenleri cezalandırıyor veya onları gensten atıyordu. Roma’da dışarıdan olan evlilik nişanlının kaçırılması ya da satın alınma biçimindeydi. Evli kadınlar, yeni karışmış oldukları klana yabancı sayılıyorlardı. Geldikleri gensteki isimleri taşıyorlardı. Gens içerisindeki haklardan da yararlanmıyorlardı.274 Zamanla üretici güçlerin gelişmesi savaş ganimetlerinin birikimi özel mülkiyeti beraberinde getirmiştir. Gensler arasında farklılıklar oluşmaya başlamıştır. Genlerin bazıları güçlü konuma ulaşmışlardır. Genslerin liderleri, kardeşleri, oğulları ve onların çocukları artık doğuştan soyluları oluşturmaya başlamıştır. Particiler adını alarak toplumda önemli bir statüye sahip olurlar. Diğer üyeler de particilere tabi cliens, yanı yanaşma durumuna düşerler. Toplumsal yapıdaki bu fark cliens arasında bir sosyal tabakayı oluşturan Plebler ortaya çıkar. Toplumun önde gelen üyelerini oluşturan particiler, pleplerden kendilerini tamamıyla ayırt etmekteydiler. Örneğin bu sosyal kesimlerin arasında evlilik yasaktı. Plebler kültürel yönden particilerden farklılıklar göstermekteydiler. Plebler ve patriciler ata kültü içerisinde yaşamıyorlardı. Farklı tanrılara tapıyorlardı. Baş tanrıçaları Ceres’ idi. Plebler toprakları olmadığından particilerin topraklarını kiralamak durumunda kalan küçük çiftçilerdi. Plebler aynı zamanda zanaat ve ticaretle uğraşıyordu. Borçlarını ödeyemediklerinde de o dönemin yasalarına göre alacaklının kölesi haline geliyorlardı. Roma toplum düzenin en alt tabakasında köleler yer alıyordu. Kölelik ya doğuştan gelmekteydi ya da borç yüzünden insanlar köle durumuna düşerdi. Kimi zaman korsanlar tarafından kaçırılıp satılan insanlar köle haline getiriliyordu. Diğer bir kaynağı da savaşlardı. Böylece Roma’da köle sayısı artmıştı. III. ve II. yüzyılda Roma’nın pazarlarına yığınla kölenin girmesine neden olmuştu. Köleler farklı fiyatlara satılmaktaydı. Okuryazar ya da bir zanaat sahibi olan kölelerin fiyatları yüksekti. Kölelerin önemli bir kısmı latifundia adı verilen çiftliklerde çalışırlardı. Madende, taş ocağında, tuğla işlerinde, harmanda, değirmende, fırında, seramikçilikte, dokuma atölyelerinde çalışan köleler vardı. Roma’da çeşitli işlerde ağır koşullarda çalıştırılan kölelerin yanında ev kölelerinin durumu çok iyiydi. Bunlar arasında, oda uşakları, masörler, berberler, uşaklar, tahtırevan taşıyıcıları, giysi dolabı görevlerinin bulunduğunu görüyoruz. Ev kölelerinin başında ise onları yöneten bir kişi yer alırdı. Roma’da özel yetenekleri olan köleler, uzmanlaşarak çeşitli alanlarda hizmet vermekteydi. Bunlar arasında müzikle uğraşan ya da ailenin çocuklarına rehberlik edenler vardı. Latince familia deyimi günümüzde ‘aile’ sözcüğünden içerik olarak daha kapsamlı bir anlama sahipti; çünkü Roma 272 273 274

Haldon, 2006, A.g.e, , s. 131 Haldon, 2006, A.g.e, , s. 131 Blanck, 1999, A.g.e, s. 208-209

79


familiası günümüzdeki anlamı ile sadece dar bir çevredeki bireylerden oluşan aileyi göstermekle kalmaz, aynı zamanda onun mülkünü ve kölelerini de içine kapsardı. Bizim bugün ‘aile’ olarak işaret ettiğimiz varlığı, Romalılar domus olarak adlandırırlardı. Latin yazısında familia sözcüğü bir eve ait köleleri işaret eden dar bir anlamı vardı. Roma ailesi ataerkil bir düzenin belirgin örneklerinden birisini oluşturmaktaydı. Roma ailesi kutsal sayılıyordu. Bir takım dinsel temalar ailenin varlığını sürdürmesinde önemli bir rol oynardı. Topluluğun üyeleri üzerinde mutlak söz hakkına sahipti. Pater familias yeni doğanları gense kabul ediyordu. Erkek ve kız çocuklarının yaşamları konusunda söz hakkına sahipti. Kızları satıp, erkek çocukları köle olarak verebiliyordu, ortak mallar üzerinde istediği gibi hareket ediyordu. Topluluğun üyeleri arasında gelenekleri çiğneyenleri cezalandırıyor veya onları gensten atıyordu. Öldürme hakkına (ius vitae nesicque) sahipti. Ama patria potestasın aşırı kötü bir biçimde kullanımı Censor’lar Kurumu varken, gelenek-görenekler çerçevesinde ve dini kurallar bağlamında o kurulun denetimi altındaydı. Pater familiasın yeni doğan bir çocuğun kabul edilmemesi gibi zor kararlarda akrabalarından ve komşulardan oluşan bir consilium’un görüşünü alması genelde başvurulan bir yöntemdi. İstediklerince kullanabilmeleri için az çok yasal olarak, pater familiasın üzerindeydi. Genel olarak kabul edilmiş geleneklerden dolayı mal varlığı verildiği kişiden tekrar geri istenmezdi. Patria potestas ancak pater familiasın ölümü ile sona ererdi. Bu durumla birlikte erkek ve kız çocukları (sui iuris) bağımsız olurlardı, torunlar ise, eğer babaları yaşıyorsa onun Patria potestasının altına girerlerdi, yaşamıyorsa onlar da özgür olurlardı. Ölen pater familias arkasında reşit olmayan çocuklar bırakmışsa, bunlar bir tutorun vesayeti altına girerdi. Genelde babanın kardeşi olurdu. Bunun dışındaki durumlarda bağlı bireyler emancipatio serbest kalırlardı. Pater familias tarafından bir belge karşılığı üçüncü bir kişiye satılırlardı ve bu kişi bunların pater familiası olurdu. İsterse bu kişi satın aldığını serbest bırakma hakkına sahipti. Laren’lerde uygulamaları çevresinde ele alındığında, din hukuku açısından da pater familias ailenin başıydı.275 Roma’da Patria potestas’ı sona erdiren sebepler, ölüm, Aile evlatlarından birinin rahip olması veya yüksek bir mertebeye ulaşması da, capitis deminutio kapsamında patria potestas’ı sona erdiren bir durumdu. Roma’da kız çocukları da dini hizmetler görebilir ve rahibe olabilirlerdi. Bu rahibelerin ismi Vesta Bakireleri idi. Bir kız çocuğunun rahibe olması, patria potestas altından çıkması için yeterliydi. Iustinianus döneminde babasından kötü muamele gören çocuğun üzerindeki patria potestas’ın da sona ereceği kabul edilmiştir. Emancipatio'nun şekli XII Levha Kanunları’nın, aile oğlunun üç defa, aile kızının bir defa satılması ile patria potestas'ın sona ereceği hakkındaki hükmüne dayandırılmıştır. Buna göre pater familias güvendiği bir kişiye erkek çocuğunu 3 defa mancipatio ile satardı. Bu kişi her mancipatio’dan sonra çocuğu azat ederdi.276 12. yy da elde kalan üç beş ilde, Batı Anadolu'da, Trakya'da, Makedonya'da, Yunanistan'da ve Yunan adalarında toprak geniş ölçüde kendi mülklerinde egemenlik süren ve Konstantinopolis'teki merkezi hükümet karşısında neredeyse bağımsız konumda bulunan aristokrasinin elindeydi.277

YÖNETİM VE GÖREVLİLER Augustus ile başlayan Iulius-Claudiuslar Sülalesi zamanında (MS 27-MS 68) devletin sınırları da geniş ölçüde güvenlik altına alınmıştır. Daha sonraki Flaviuslar Sülalesi zamanında (MS 69-96) Filistin'deki Yahudi isyanı bastırılmıştır. “Adoptif İmparatorlar”dan eyalet kökenli Traıanus (MS 98-117), Roma Devleti'ni en geniş sınırlarına ulaştırmıştır. Antoninuslar Sülalesi zamanında (MS 138-192) ise sınırlardaki barbar saldırıları uzun ve çetin savaşlar sonunda püskürtülebilmiştir. Bununla birlikte, MS 2.yy.’ın ikinci yarısından itibaren “gökyüzünde devletin geleceği için pek de hayırlı olmayan bazı kara bulutların toplanmaya başladığı” da dikkati çekmektedir. Çünkü imparatorluğun sınırlarında gelişen savaşlar, şimdi devletin maddi potansiyelinde sürekli bir kayba neden olmaya başlamıştır. İmparator Septımıus Severus'tan (MS 193-211) itibaren bürokrasi de güçlenmiş; ordu politikada önemli bir faktör olmuştur. Severus'un oğlu İmparator Caracalla zamanında (MS 211/2-217) Roma İmparatorluğu içinde yaşayan özgür insanların tümüne Roma vatandaşlık hakkı verilmiştir (=Constitutio Antonirıiarıa). Şimdi geniş ölçüde eyalet kökenlilerden ve barbarlardan oluşan askerler, kendi çıkarları için istediklerini imparator ilan etmeye başlamışlardır. İçteki ekonomik çöküntüye sınırlarda giderek artan bir güvensizlik de eklenmiştir. Kısaca ifade etmek gerekirse, bir “Altın çağ” olan MS 2. YY.’dan sonra 3. YY, imparatorluğun genel bir ekonomik bunalıma düştüğü ve buna paralel siyasal ve sosyal çalkantıların olduğu bir dönemdir. Devleti içine düştüğü 275 276 277

Blanck, 1999;A.g.e, s. 184 Blanck, 1999; A.g.e, Nicol, D. M. (2016). Bizans'ın Son Yüzyılları 1261-1453. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. s. 8

80


bu güç durumdan, MS 3. YY.’ın sonunda yaptığı geniş kapsamlı reformlarla İmparator Dıocletıanus (MS 284-305) kurtarmaya çalışacaktır.278 Devlet yönetiminde 2 Agustus ve 2 Caesardan oluşan bir “dörtlü imparatorlar collegium’u” kurulmuş olmakla birlikte, son karar Dıocletıanus'ta olduğu için, bu durum henüz devletin bölünmesi anlamına gelmiyordu. “Dominatus” denilen bu yeni egemenlik biçiminde imparator, tüm devlet sakinlerinin “efendisi” (= dominus) olmuş ve yönetim, yasama ve yargı yetkilerini elinde toplamıştır. Devleti ilan ettiği fermanlarla yöneten hükümdar, hukuk ve yasanın tersinde sayılmış ve herhangi bir biçimde yaptıklarından hesap sorulmamıştır. Lıcınıus ile yaptığı savaştan sonra Roma'nın tek hâkimi olan Constantınus, İS 330'da eski Byzantion Kenti'ni İstanbul adıyla yeniden kurarak devletin başkenti yapmış ve Roma Senatus’u da buraya taşınmıştır. Constantınus zamanında Roma saray protokol daha da geliştirilmiş; Roma ordusu, lejyon sayısı 75'e çıkarılarak (aşağı yukarı 1 milyon asker) güçlendirilmiş; eyaletlerin sayısı da artırılmış ve ağır vergiler konulmuştur. İS. 4. yy. da Germen kabilelerini imparatorluk sınırlarından uzak tutmak giderek zorlaşmaya başlamıştır. İS 378'de İmparator Valens ve Roma ordusunun ana bölümü, Batı Gotları tarafından Edirne yakınlarında büyük bir yenilgiye uğratılarak imha edilmişlerdir. Romalı zengin bir İspanya ailesinden olan İmparator Theodosıus, bir antlaşma ile Gotlar'ı Aşağı Tuna Bölgesi'nin güneyine yerleştirerek bu tehlikeyi engellemek istemiştir İS 382. İS 380 yılında vaftiz edilen ve dindar bir Hristiyan olan Theodosıus, Hristiyanlar'a sahip çıkmış ve İS 391'de Pagan kültleri yasaklayarak Hristiyanlığı devletin resmi dini yapmıştır. Bu durum, imparatorun İS 395'teki ölümünden sonra devletin kesin olarak ikiye ayrılmasına yol açmıştır. Batı Roma İmparatorluğu sonunda barbar saldırılarına dayanamayarak yıkılmıştır: İS. 476 yılında Germen kökenli Odoaker, son Batı Roma İmparatoru Romulus Augustulus'u tahtından indirerek imparatorluk alametlerini Doğu Roma'nın başkenti İstanbul'a göndermiştir. Krallık Devri Roma'sında şu dört sosyal sınıf vardı: • Patricius’lar (= toprak sahibi soylular): Bunlar siyasal haklara sahip tek grup idi. Aynı zamanda askerlik yapmakla da yükümlü idiler. Senatus ve Comitia curıata’yı bunlar oluşturuyorlardı. • Pleb’ler (= küçük çiftçiler, zanaatçılar, tüccarlar, çobanlar): Siyasal hakları olmayan bu grup, askerlik yükümlülüğünün dışında tutulmuştu. Bununla birlikte özgür idiler; mülk sahibi olabiliyor ve mahkeme önüne çıkabiliyorlardı. Evlenme yasağı ile patricius’lardan kesin olarak ayrılmışlardı. • Cliens’ler (= yanaşmalar): Patricius’lara bağlı, fakat aynı zamanda onların himayesinde bulunan bu kişiler, genellikle arazi kiracısı ya da zanaatçı olarak çalışıyorlardı. Siyasal hakları yoktu. • Köleler (= servi): “Eşya” gözüyle bakılan bu grubun hiçbir hak ve özgürlüğü yoktu.279 X. yüzyılın ortalarında, ülke üst düzey mensupları, yöneticiler ve askerler arasından seçilmiş 60 kişi tarafından yönetilirken, kabine öneminin bir bölümünü kaybetmişti. "Bakanlar" diye tanımlanabilecek bu kimseler imparatorun doğrudan emri altında çalışmayı sürdürdüler. Başbakanlık mevkii yoktu ama imparator kendi seçtiği bir görevliye yerine getirilmesini istediği herhangi bir görevi verirdi. XII yüzyılda özellikle askeri mevkilerde olan bu yöneticilerin sayısı arttı. Bu sırada ordu devlet için vazgeçilmez koşul olmuştu. 280 Bir kayda göre Roma İmparatorluğu M.S. 395 yılında ikiye bölündüğünde çeşitli statü ve boyutlarda 5627 kentsel birimden oluşmaktaydı. Bu nedenle Romalılar kentlere yalnızca burada yaşayacak halkı değil, aynı zamanda usta sanatçıları ve mimarları da göndererek gösterişli anıtsal eserler ve kamu binaları inşa ettirmiştir. Roma’da çeşitli statülerdeki kentlerin dışında kasabalarla, köylar yer almaktadır.281 İmparator Claudius döneminde yapılan önemli işlerden bir tanesi de Trakya’nın eyalet ilan edilmiş olması olmalıdır. Çünkü bu bölge Claudius dönemine kadar sürekli sorun çıkaran ve karmaşık bir bölge olmuştur. M.S. 46 yılında IV. Kotys’in oğlu II. Rhoemetalkes kendi karısı tarafından öldürülünce, İmparator Claudius bölgede daha fazla sorun çıkmaması ve Balkanların artık Roma denetimi altında tutulması amacıyla Trakya’yı Roma eyaleti haline getirmiş ve bölgenin idaresini atlı sınıfından bir ‘procuratora’ vermiştir. İmparator Trakya’yı eyalet yapmakla kalmamış burada idari yapılanmanın şekillenmesinde de rol oynamıştır. Bunun ilk adımı olarak işe ‘Apri’ adlı bir koloni kurarak başlamıştır. İmparator yeni kurulan eyalet kendi adına 2 kere de sikke bastırmıştır. Romalılar Trakya’nın kalabalık ve savaşçı halklardan İplikçioğlu, B. (2007). Hellen ve Roma Tarihinin Anahatları. İstanbul: Arkeoloji Ve Sanat Yayınları. s. 95 İplikçioğlu, 2007, A.g.e, s. 69-97 280 Rice, 1998, A.g.e, s. 111 281 Güveloğlu, 2009, A.g.e, s.19- 55 278 279

81


oluştuğunu bildiklerinden yalnızca eyalet kurarak ve yönetici atayarak bölgeyi yatıştıramayacaklarını ve hâkimiyetlerini iyiden iyiye hissettiremeyeceklerini bilmiş ve bölgeyi eski krallık sistemine dayanarak strategialara göre yeniden ayırmışlardır. Çoğu eski güçlü Trak boylarının adlarını taşıyan bu birimlerin başlıcaları şunlardır; batı uçta Dentheletice, Serdice, Usdisecice, Selletice; güneyedoğru Makedonia ve Ege Denizi boyunca Maedice, Drosice, Coelaletice, Sapaice, Corpulice, Caenice; doğuya doğru Besice, Bennce, Samaice ve Astice. Abdera, Ainos ve Byzantium gibi bölgeler strategia sisteminin dışında bırakılmış özgür bölgelerdir ve Trakya bölgesinin bu idari yapılanma sistemi imparator Traianus dönemine kadar devam etmiştir.282 Thenıa'ların askeri görevlilerinin yamsıra strategos' lar kendilerine askeri, idari, hukuki ve mali konularda yardımcı olan çok sayıda sivil görevliye de sahipti. Bu görevliler arasında thenıa'daki loncalar ve ticari hayatın düzenlenmesinden; thenıa'daki işgücü düzenlenmesi ve hapishanelerin yönetimi ve bölgeden geçen yolcuların güvenliğini sağlamayı da içeren hukuki düzenlemelerden; thenıa'nın maliyesi, imalatı, gümrükleri ve vergileri, suyolları ve dış ilişkilerinden sorumlu olanlar vardı. Bunların arasında khartularios askerlere yapılan ödemelere nezaret ederken, praetor ve protonotarios thenıa'nın sivil konulardaki hukuk meseleleri ile ilgileniyordu. Eyaletlerdeki thenıa birliklerinin (thenıatikoi) yanısıra Konstantinopolis ve civarında yerleştirilmiş tagma1ar (tagmatikoi) vardı. Thema birlikleri toprağa bağlı köylü-askerler iken, tagma birlikleri profesyonel askerlerden oluşuyordu. Bunların komutanlarına domestikos unvanı veriliyordu.283 DİL VI. yüzyılda Yunanca o kadar yaygın konuşulur olmuştu ki İmparator Heraklios (610-41) Yunancayı ülkenin resmi dili olarak ilan etti ve bir kuşak sonra da Latinceyi yalnızca bir avuç bilim adamı biliyordu.284 Başlangıçta resmî dil Latinceydi, fakat daha sonra Yunanca kullanılmaya başlandı. Yedinci yüzyılın başından tutturarak, ağır yenilgilerden ve Doğu eyaletlerinin üçte ikisinin Araplarla Slavlara kaptırılmasmdan sonra, imparatorların özleri Roma'ya değil. Atina'ya döndü.285 Bizans İmparatorluğu çok ırklı ve çok dilli bir toplumdu. Yine de Helen dili, konuşulan biçimiyle, lingua franca [her yerde geçen ortak dil] idi ve çok zengin yazınsal biçimiyle de, Konstantinopolis'teki sarayın, kilisenin ve hukukun, bir de literati'nin, yani ozanların, tarihçilerin, ilahiyatçıların ve düzyazı ustalarının diliydi.286 O dönemde kullanılan Yunanca, günlük konuşma dili ve Attike usulü şeklinde bir ayrım göstermiştir.287 Zamanla ikisi arasında uçurum oluşmuştur. Bir yanda günlük konuşmanın halk Yunancası demotike varken diğer yanda sıkı dilbilgisi kurallarına bağlı, oldukça süslü Attike usulü, bilginlerin Yunancası vardı. Attike usulünde kişiler ses uyumlarına o kadar çok dikkat ediyorlardı ki anlatmak istediklerinden uzaklaşıyorlardı. Bu yüzden bazen bilgin Yunancası ile yazmayı tercih etmeyen asiller de oluyordu ki VII. Konstantinos Porfirogenitos da bunlardan biriydi.288 Kolonilerin dışında Latince nadiren kullanılıyordu çünkü Roma İmparatorluğu'nun doğu eyaletlerindeki yönetim dili Helence idi. Roma hükümeti Romalılaştırma yerine Helenleşmeyi engellemeyen politikalar izliyordu. Helenler için ise yüksek devlet memuriyetlerielde etmek ve saray çevresine katılmanın yolu Latince öğrenmekten geçiyordu. Bazı Helen yazarlar bile Latin yüksek sınıfları tarafından okunması umuduyla, eserlerini Latince olarak yazıyordu. Latinceden özellikle yönetim dili ile ilgili bazı kelimeler Helenceye geçmişti. Ancak Latincenin üstünlüğü geçici oldu. 4. yüzyılın ortalarından itibaren Helence tekrar ön plana çıktı. Arcadius (395-408) ve II. Theodosius (408-450) Konstantinopolis'te doğmuş ve yetişmiş imparatorlardı. 289 Günümüz Arnavutçası ile ilişkisi (Günümüz Arnavutçası ile ilişkisi tartışmalı olan) İllirya dili çok az biliniyordu, ama Traki, özellikle de Bessi dili 6.yüzyılda hala çok canlı idi.290

Güveloğlu, 2009, A.g.e, s. 98 Baskıcı, 2009, A.g.e, s. 123 284 Rice, 1998, A.g.e, s. 116 285 Seidler, 1980, A.g.e, s. 11 286 Nicol D. M., 2016, A.g.e, s. 2 287 Antony Littlewood, “Literature”, Byzantine History, Ed. Jonathan Harris, Palgrave Macmillian, New York 2005, s. 136. 288 Ernst Barker, Bizans Toplumsal ve Siyasal Düşünüşü, Çev. Mete Tunçay, Dost Kitabevi, Ankara 1982, s. 17-18. 289 Baskıcı, 2009, A.g.e, s. 95 290 Mango, C. ( 2008). İmparatorluğu Yeni Roma. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları -2720 s. 29 282 283

82


ORDU Orduda da değişiklikler yapıldı; kuvvetler bir savaş alanından kolaylıkla bir başkasına aktarılan seyyar birlikleri (comitatenses) ve savunma amaçlarıyla sınır boylarına yerleştirilen köylü-asker birliklerine (limitanei) bölündü.291 İmparator Tiberios (578- 82) ve Maurikios (582-602) ordunun yeniden örgütlenmesi gerektiğini düşündüler. Her orduyu tümüyle imparatora bağlı bir örgüt olarak sürdürdüler. Ordu muhafız birlikleriyle karşılaştırılabilecek palatini ismi verilen hızlı vurucu güçlerle onlardan daha az iyi olan comitaten - seslerden oluşacaktı. Tiberios orduyu, ülkenin başlıca üç coğrafi bölgesine göre birini Doğu'da, birini İllyria'da (Arnavutluk) ve birini de Trakya'da üslendirmek üzere, üç güce bölmeye karar verdi. Bunlardan her biri 3.000-4.000 kişi içeren altıyla sekiz arasında alaydan oluşuyordu. Her orduya bir dux292 ya da magister milütum komuta ederken, her alaya, aynı unvan eyalet valilerine de verilmesine karşın, bir strategus (general ya da tribün) komuta ediyordu; süvarilerin strategusa piyadelerinkinden önde gelirdi. Bir bölgenin sivil valisinin aksine bir dux'a birçok bölge ya da provinceden oluşan toprakların denetimi verilirdi. Bir dux kendi bölgesindeki bütün askeri örgütlenmeden sorumluydu, ama askeri harekâtların gerçek yönetimi strategusa verilmişti. Her generalin adamlarını yay ve kılıçlarla donatarak kendi alaylarını oluşturması ve koruması beklenirdi; buna karşılık alay onun ismini taşırdı; bunların hiçbirinin gücü 7.000 kişiyi aşmazdı ve bunlar değişmediği gibi tümü de yetenekliydi. Dux gibi saha komutanları ve generaller de doğrudan imparatora hesap verirlerdi. Diğer askeri rütbelerdekilerle birlikte imparatorca atanırlardı ve ücretlerini imparator öderdi, fakat imparatorca atanmamış subaylarını kendileri seçme hakkına sahiptiler.293 Kuramlar doğrultusunda çok sayıda yenilik yaptı. Bunlardan en önemlisi 40 yaşın altındaki tüm erkeklerin zorunlu askerlik yapmalarını ortaya atması ve hepsi de tek bir komutanın emrine verilmiş her biri kendi generalinin komutası altında olan üç tümen oluşturulmasıydı. Her tümen her birinde 400 kişi bulunan yedi alaya bölünmüş üç tugayı kapsıyordu. Ayrıca Maurikios acemi askerlerin İngiltere'nin kara ordusunun askerleriyle aynı çizgide hizmet göreceği okçulardan oluşan yedek bir güç kurma girişiminde de bulundu; bunun için onlardan barış zamanında yalnızca haftada bir kez ok atma talimi yapmaları beklenirdi.294 VII. yüzyılda ordudaki asker sayısı o kadar eksikti ki, İmparator Heraklios acemi askerleri orduya çekebilmek için dâhiyane bir yol buldu. Bu süreç themeler diye bilinir ve önce Doğu sınır bölgelerinde uygulanmaya başlanmıştır. Buraların en zayıf bölgeler olmalarına karşın, orduda en az tutulan bölgeler olduğundan en kötü biçimde savunulan bölgelerdi. Bu uzak bölgelerdeki görevleri daha çekici kılmak için Heraklios Anadolulu, Ermeni ya da Opsikion295 ordularında hizmet eden her askere, kendisinin sayacağı ve kendi yararına işleyeceği bir tarım arazisi vadediyordu. Evlenebilir ve bir tür askeri küçük toprak sahibi olarak orada yaşayabilirdi, fakat buna karşılık bir istilacı ya karşı cephenin savunulması gerektiğinde tanı donanımlı ve atlı olarak ordu ya katılacaktı. Seçilen kişilerin, yolcuların belgelerini denetleyerek ve insanların komşu karakol mevkiine işaret verebilmeleri için birbirlerini göre bilecekleri yaklaşık 1.000-1.200 metre aralıkla yapılmış olan gözetleme kulelerinde dönüşümlü sistemle nöbet tutarak hem bir tür pasaport memuru ve hem de nöbetçilik görevini bir arada yürütmeleri beklenirdi. Bir theme sahibinin oğul babasının yerine getirdiği askeri görevleri yerine getirmeyi üstlenmesi koşuluyla kendi toprak parçasını en büyük oğluna bağışlama hakkı vardı. Küçük oğullar serbest köylüler olurlardı ama onların kendi kendilerini geçindirmeleri ve ıssız olan sınır bölgelerinde kendi işlenmemiş topraklarını elde etmeleri beklenirdi. Böylece uzak bölgelerdeki köylü nüfusunu arttıracak ve kendi topraklarını işleyerek ülkenin besin stoklarına katkıda bulunacaklardı. Verasetle theme sahibi olanların ağır işlerde kendilerine yardımcı olmak üzere hizmetkâr tutma ve köle sahibi olma hakları vardı.296 Erler ok ve yay, hançer, mızrak, kargı ve ciritle silahlanırlardı. Oklarını göğüslerinin iki yanı keskin olan kılıçlarını sol yanların da taşırlardı. Miğferleri vizörlü olmadığından yüzlerini korumak için küçük madeni kalkanlar da taşırlardı. Hafif atlı okçular gibi özellikle doğuda kullanılan cirit atan alaylar ve ağır süvari alayları zincirden yapılmış zırh giyer ve mızrak, savaş baltası, kılıç ve kalkanla silahlanırlardı. Atları 291

Seidler, 1980, A.g.e, s. 1 Dux, Latince lider ya da önder anlamına gelir ve bir askeri birliğe komuta eden anlamında kullanılır 293 (Rice, 1998, A.g.e,s. 132) 294 (Rice, 1998, A.g.e,s. 133) 295 Opsikion Theması: Kuzeybatı Küçük Asya'da yer alan themadır. İlk dönem themalarının Konstantinopolis'e yakın olması nedeniyle en büyük ve en prestijlisidir. 8. yüzyılda birçok isyana karışmış, yaklaşık 750'den sonra üçe bölünmüştür. Böylece üstünlüğünü kaybetmiştir. 296 (Rice, 1998, A.g.e,s. 135) 292

83


da zincirden yapılmış zırhlarla korunurdu. Atlıya da yaya okçular, egemen olan havaya göre atışlarının hız ve açısını ayarlamalarını sağlayan rüzgârın gücünü ve yönünü tayin etmelerine yardımcı olacak rüzgâr hortumlu uçurtma kullanırlardı. Rüzgâr hortumlu uçurtma çoğunlukla bir ejder biçiminde ya da bir ejder figürüyle bezeli olurdu ve çoğunlukla ipekten yapılırdı. 297 VIII. Mikhael l26l'de tahtını geri alınca, Cenevizlilere Konstantinopolis’te yaşamaları için Galata semtiyle birlikte Boğazları kullanma hakkını da verdi. Bunun paha biçilmez bir ayrıcalık olduğu ortaya çıktı, çünkü Karadeniz ticareti Cenevizlilerin eline geçti. Onun ardılı olan II. Andronikos Cenevizlilerin sözlerine güvenebileceğine inanıyordu; bunun için donanmayı, rolü daha çok törensel olacak, 20 kadırgayaindirmeye karar verdi.298 Roma İmparatorluğu ekonomisinin temelini kitle köleciliği oluşturuyordu. İS 2. yy. ın ikinci yarısından itibaren devletin özellikle orduya yaptığı büyük harcamalar ve yeni köle kaynaklarının bulunamaması nedeniyle üretimde büyük bir işgücü boşluğu oluşmuş ve bu da devletin maddi potansiyelini giderek eritmiştir. Ekonomik koşulların iyi olduğu İS. 2. yy. da dahi sosyal yapının pek olumlu bir manzara arzetmediği gözlenmektedir. Küçük bir “mutlu” azınlık oluşturan zengin kesimin karşısında; ekonomik gücü sınırlı, her gün bir “varolma mücadelesi” ile karşı karşıya bırakılmış geniş bir halk kitlesi yer almış; bu insanlar teselliyi kendilerine yeni şeyler vaad eden yeni tanrı ve dinlerde aramışlardır (Hristiyanlığın yayılma nedenlerinden biri de, kuşkusuz buradadır) MS 168'de Makedonyalı Antigonoslar'a karşı kazandığı Pydna muharebeleri, İllyria, Makedonya ve Anadolu'da Roma Egemenliği'nin ilk habercileri olmuştur. Özellikle Pydna Muharebesi, Roma dış politikasında bir dönüm noktası teşkil etmektedir: Bu savaşta Makedonyalılar’dan elde edilen ganimet, bir fetih savaşının ne gibi maddi yararlar sağlayabileceğini göstermiştir. Roma, bundan sonra, özellikle ekonomik çıkarların ön planda yer aldığı acımasız, emperyalist bir döneme girecektir. Yaşam standardı son derece düşmüş; nüfus azalmış; enflasyon büyük ölçüde artmıştır. MS 3. yy.’da paranın değerinin ne kadar düşmüş olduğunu ve ekonomik çöküntünün hangi boyutlara ulaştığını, Anadolu'da yazıtlar yoluyla belirleyebildiğimiz ekmek fiyatları ya da basılan sikkelerin düşük kalitesi, hatta sikke basımının tümüyle durmuş olması, çünkü sikkenin para değeri, metal değerinin de altına düşmüştü göstermektedir. Bu ekonomik kriz, Anadolu'da özellikle kırsal kesimi ve tarım alanlarını etkilemiştir. Anadolu, Doğu Cephesi'ne giden ya da buradan geri dönen Roma ordusunun tüm yüküne katlanmak zorunda kalmış; kentler ve özellikle kırsal alan, sık sık, yağmacı ve başıboş Romalı askerlerin tecavüzlerine maruz kalmıştır. MS 378'de İmparator Valens ve Roma ordusunun ana bölümünün Edirne yakınlarında büyük bir yenilgiye uğratılarak imha edilmesi üzerine, imparator olan Theodosıus (MS 379395), bir antlaşma ile Gotlar'ı Aşağı Tuna Bölgesi'nin güneyine yerleştirerek bu tehlikeyi önlemek istemiştir (MS 382). MS 391'de Pagan kültleri yasaklayarak Hristiyanlığı Roma Devleti'nin resmi dini yapan ve bu şekilde diğer dinlere karşı genel bir hoşgörüsüzlük dönemi başlatan Theodosıus'un, imparatorluğun yönetimini ölümünden önce doğuda ve batıda olmak üzere iki oğluna vermiş olması, MS 395'teki ölümünden sonra Roma Devleti'nin kesin olarak ikiye ayrılmasına yol açmıştır.299 Çağdaş birçok yazıt şehirlerin ordu için sağladığı nakil kolaylıklarından ve erzak temininden bahseder. Bununla birlikte Caracalla ve Alexander, Septimius Severus'un siyasetini izleyerek alt sınıfların haklarını gözetti. Bunun nedenlerinden biri, Commodus'tan sonra ordunun artan şekilde köylü nüfusundan oluşmasıydı. Yukarıda Severus'un çiftçi sınıfını arazi sahibi yapmak için çeşitli girişimlerde bulunduğundan bahsetmiştik. Köylüleri şehirleştirme ve orduya bütünleşmiş etme çabaları Anadolu'da özellikle Trakya'da izlenebilir. İmparatorun bölgede kurduğu Pizos'ta bulunan bir yazıt köylülerden stationes olarak bahseder. Burası castella modelinde meydana getirilmiş korunaklı pazar yeri olarak asker köylülere hizmet eden bir şehirdi. Severus Alexander Septimius Severus'un siyasetini izleyerek düşmandan alınan toprakları sınır ordularının subaylarına ve askerlerine mirasçılarının orduya katılması şartıyla dağıttı ve bu arazileri sivillere vermemelerini istedi. Probus da Severus Alexander'inkine benzer uygulamaları sürdürdü. Isauria'ya yaptığı seferden sonra ulaşılması zor olan bütün yerleri emekli askerlerine verdi ve bunun karşılığında da oğlan çocuklarının haydut olmasınlar diye 18 yaşına gelince orduya katılmasının şart koştu300 Themata (thema'lar) başta yalnızca değişik orduların konuşlandırıldığı vilayet gruplandırmalarıydı. 730 'da ya da o sıralarda açık bir coğrafi kimlik kazandı; 8. yüzyılın sonuna gelindiğinde, Bizans vilayetleri varlığını sürdürdüğü halde, mali ve askeri idarenin kimi unsurları thema bazında kuruldu. İmparatorluğun 297

(Rice, 1998,A.g.e, s. 138) Rice, 1998, A.g.e, s. 146 299 İplikçioğlu, 2007, A.g.e, s. 97-99-103-113-114 300 Ergin, G. ( 2013). Anadolu'da Roma Hakimiyeti Direniş Ve Düzen. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları s. 394 298

84


ekonomik ve politik durumu düzeldikçe themata sayısı çoğaldı. Kısmen büyük tümenlerin değişik "vilayet" ordularına bölünmesi -II. Leon döneminde başlayan ve ardıllarınca sürdürülen bir süreçti bu- kısmen de 8. yüzyılın son yıllarında İrini ve VI. Konstantinos döneminde başlayan toparlanma sayesinde gerçekleşmişti bu. Üstelik bir zamanlar Güney Balkanlar'da sahip olunan topraklar üstünde imparatorluk otoritesi yeniden kurulmuştu. Daha küçük parçalara ayrılan ilk büyük thema, Opsikion'du ve üç kolorduya bölünmüştü, adları da bunların Bizans kökenli olduğunu açığa vurur: Vukellarii, Optimati ve Opsikion. Themata, doğu sınırı boyunca, klisura diye bilinen, imparatorluğa giriş çıkışta kilit durumunda olan geçitleri ve yolları denetlemek amacıyla kurulan bir dizi askeri bölgeyle tamamlanmıştı. İmparatorluk 9. yüzyılın sonunda ve daha sonra saldırgan bir politikaya dönüş yaptığında, bunlar bizzat thema'lara dönüştürüldü. Askere almanın ve askeri kimliklerin bu düzenlemelerden doğan yerelleşmesi, düzenli unsurlar -profesyonel askerler- ile her thema bölgesindeki daha az yetenekli ya da teçhizatlı milis benzeri unsurlar arasında bir ayrıma yol açtı. Tagmata (alaylar) olarak tanınan, 760'larda V. Konstantinos (741-775) döneminde kurulan küçük bir seçkin güç, çabucak sefer amaçlı seçkin bir sahra tümeni haline geldi. Thema başnoterlerinin yönettiği daha düzenli sistem, 9. yüzyılın başından sonra kalıcı hale geldi (muhtemelen 8. yüzyılın ortasından beri gelişiyordu) ve gümrük kolcularının faaliyetleri tamamen ticaretle ve gümrük resimleriyle bağlantılı görünüyor. Ama imparatorluğun genişlemesiyle ve 9. Yüzyılın ortasından itibaren ağır basan saldırgan savaşların artmasıyla bu sistem de değişmeye başladı. Thema milislerinin marjinalleşmeleri, kısmen "başının çaresine bakan" thema ordularının yerini gittikçe profesyonel paralı askerlerin aldığı anlamına geliyordu. Bunların erzakları eskiden olduğu şekilde toplanıyor ve kendilerine teslim ediliyordu, ama ilaveten sık sık taşra ahalisinin evlerinde barındırılıyorlar, yatacak yer, yiyecek ve başka ihtiyaçlar bakımından bu insanları istismar etmelerine izin veriliyor, böylece vergi mükelleflerinin sırtına giderek ağır bir yük bindiriliyordu. Bu durum 11. Yüzyılın ikinci yarısında vergi sistemi ve üretici nüfus üzerinde artan gerginlikler yarattı.301

Şekil Roma mil taşı -2havsa --erdener pehlivan

301

Haldon, 2006, A.g.e, s.119,129

85


GEÇMİŞTE BABAESKİ VE CİVARINDA–ROMA HÂKİMİYETİ Balkan yarımadası, en eski zamanlardan beri doğudan batıya doğru göç eden ve Tuna nehrini aşarak güneye, Akdeniz bölgesine inen pek çok kavmin geçit yolu olmuş ve ancak Roma imparatorluğu MÖ 2.yüzyılda yarımadaya sahip olduktan sonra sükûnete kavuşabilmişti. İmparator I. Augustus zamanında sınır Tuna nehrine ulaşmış ve bu sınır boyunca yerleştirilen askeri birlikler ülkeyi yeni dış akınlara karşı uzun süre başarı ile savunmuştu. Ne var ki, Kavimler Göç’ünün başlamasıyla bu düzen bozuldu. Büyük kitleler halinde Tuna'yı aşarak güneye sarkan kavimlerin yağma akınlarını Roma artık önleyemedi. Balkanlar, IV. yüzyılın sonunda Roma imparatorluğunun idari bakımdan ikiye ayrılmasıyla Doğu yarısının, yani Bizans'ın payına düştü ve ortaçağ boyunca siyasi ve askeri bakımdan bazen bütünü ile bazen de kısmen onun hâkimiyeti altında kaldı. .302 Trakya’da Roma hâkimiyeti: Uzun yıllar boyunca devam eden mücadeleler sonucunda artık Trakya’nın Roma’ya ilhak edilmesi bir zaman meselesiydi. M.Ö. 37-38’de İmparator Gaius Caligula’nın çocukluk arkadaşı da olan Rhoimetalkhes adlı Doğu Trakya hanedanına mensup bir prens Caligula tarafından Trakya Kralı ilan ettirilir. Romalılar buralarda yeni ve kendilerine uygun düşen idari düzenlemeler yaptılar. Trakya'da yeni şehirler kurmaya başladılar veya var olan eski kasabaları "Şehir Hukuku" altına alıp kendi kültürlerini iyice yerleştirdiler. Trakya kıralı Rhoimetalkhes’in katlinden sonra bir takım isyanlar çıktı. Bunların M.Ö. 44-46 yıllarında bastırılmaları üzerine Trakya, İmparator Claudius zamanında bir Roma Eyaleti haline getirilerek Provincia Thracia adıyla Roma’ya ilhak edildi. Eyaletin başkenti ise Marmara Ereğlisinde bulunan Perinthos antik kentidir. Appianus’a göre MÖ. 35’te Ardiaeoi ve Palarioi kabileleri Roma askerlerinin bulunduğu Illyria topraklarına sebepsiz yere saldırdılar, bu saldırılarla bölgedeki mevcut askeri güçler baş edemeyince Roma Senatosu o yılın Consul’u Ser. Fulvius Flaccus komutasında 10.000 piyade ve 600 atlı süvariden oluşan bir kuvveti, bölgeyi teskin etmesi için gönderdi. Bu bölge (Makedonya), aşağıda 302

Demirkent, Ekim 2005; A.g.e,

86


belirtileceği üzere Roma döneminde MÖ 9’dan itibaren Pannonia ve Dalmatia olarak adlandırılacaktır. Siscia’da bulunan güçlü kaleleri geçemeyince kalıcı bir başarı elde edemeden geri dönmek zorunda kaldı. Bu girişimleri başarıya ulaşamamasında bölge halklarının savaşa ve özgürlüklerine düşkün yapıda olmaları etkili olmuştu Moesialılar Tuna Nehri ile Trakya’nın kuzey ve kuzey batı sınırını oluşturan bölgede oturmaktaydı. Güneyinde Macedonia, batısında Noricum yer almaktaydı. Moesia’nın kuzey sınırını ise Roma’ya uzun süre sorunlar teşkil etmiş olan Daclar303 iskân etmekteydi. Moesia’nın Augustus döneminin sonuna kadar yalnızca askeri açıdan önemli bir bölge olduğu, eyalet statüsünde olmadığını da bildirmektedir. MÖ 29’da Bastarnalar’ın Tuna’yı geçip Moesi, Triballi ve hatta Dardanialılar’ın topraklarını yağma etmeleri, Proconsul M. Licinius Crassus’a ordularını Tuna’nın altına Dobruca’ya geçirmesi için bir bahane teşkil etti. Crassus bu fırsatı iyi değerlendirdi, yalnızca yağmacıları geri püskürtmekle kalmadı aynı zamanda birçok Moesi, Geta ve Trak kabilelerine de boyun eğdirdi, ancak bu onun bölgeyi fethettiği anlamında değildi yalnızca bu bölgede Roma gücünü hissettirmeye başlamıştı. Sarmatlar tehlikesini L. Tarius Rufus yaklaşık MÖ 16’da geri püskürttü. Rufus burada askeri gayret ve başarılarından dolayı Consullük kazandı. L. Tarius Rufus bundan önce MÖ 18-17 ya da 17-16 arasında Macedonia’da Proconsul olarak görev yapmıştı. Kuzeyden gelen Geto-Dacian ve diğer kabilelerin kendilerine siyasi ve askeri sorunlar çıkaracağını fark eden Roma, burada bir tampon bölge oluşturarak güvenliği sağlamak, kendisi de bu güvenli bölgede konuşlanarak Balkan Yarımadasına giden yolu güvence altına almak istiyordu. MÖ 16’da L. Tarius Rufus’un, Illyricum ve Trakya sınırlarında karışıklık çıkaran Sarmatlar’ı geri püskürtmesinden sonra Balkanlar’daki en önemli kayıt Galatia-Pamphilia’daki görevinden çağrılan L. Calpurnius Piso’nu bastırdığı büyük Trak ayaklanması olmuştur. Livius ve Dio bu büyük savaşı MÖ 11 yılına koyar, bir başka kayıtta ise diğer bir Antikçağ yazarı olan Velleius Paterculus bu büyük savaşın 3 yıl sürdüğünü bildirmektedir. Ancak Livius ve Dio’nun bildirdikleri MÖ 11 yılı savaşın başlangıç değil bitiş yılı olduğunu kaydetmektedir, zira MÖ 13-12 yılları arasında büyük İllyricum ayaklanması baş göstermişti ki, bu da büyük Trakya savaşları sırasına denk düşmüştür. Bölgelerin her ikisinde aynı anda ayaklanma çıktığını ancak birbirlerinden bağımsız olarak hareket eden güçlerce bastırıldığını görüyoruz. Bu sebeplerden dolayı Roma MS 6’da Moesia’yı eyalet statüsüne getirmiş ve yeni eyaletin güvenliğini sağlamak amacıyla MS 9’da V. Macedonica lejyonu buraya sevk edilmiştir. Bir başka kaynakta ise Moesia’nın MS 15’te Roma eyaleti olduğu ve içinde üç lejyon barındırdığı kaydedilmektedir. Tiberius döneminde MS 6’da Tuna bölgesi eyaletleri olarak adlandırılan Dalmatia, Pannonia ve Moesia’da yedi lejyon konuşlandırılmış durumdaydı ve garnizonlar; Siscia, Carnutum Poetovio, Sirmium, Delminum ve Burnum’da bulunuyordu. Trakya Bölgesinde; Tuna Nehrinin kuzeyinde Daclar, Tuna ile Trakya arasında Moesialılar oturmaktaydı. Tuna’nın aşağı bölümleri bölgenin açık ve temiz olması ve 50.000 Getalının buraya sevk edilmesi ile kendi kendini koruyacak güçte bulunuyordu, kuzeyde Pannonia yerli halkı ve tacirleri Moesia’ya kadar uzanan bölgeyi sağlama almış durumda idi. Ancak MS 1.yüzyıl için Dacia sınırında hala bir tehlike mevcuttu.304 İmparator Traianus ve Hadrianus, Trakya için gerek teşkilat gerekse şehircilik bakımından yatırımlarda bulunmuştur. Doğuya bir gezi yapan İmparator Hadrianus, Uscudama ve Odrysia adıyla Kasaba gelişip kent durumuna yükselmeye başlamıştır. Roma İmparatorluğunun en önemli yerleşim birimlerinden biri haline getirilen Odrysia, onu bu konuma yücelten İmparatorun adını yaşatmak üzere Hadrianus’un kenti anlamına gelen Hadrianopolis (Edirne) olarak adlandırılmıştır.305 Trakya’nın son büyük kralı III. Kotys’in oğulları Rhoemetalkes ile Rhaskuporis’in birlikte krallığı idare ettikleri görülür. Her iki kral Roma’nın bölgedeki otoritesini kabul etmiş gibi görünmektedir. Bunlardan Augustus zamanında MS 13’te yaşamını kaybederken ardında Kotys IV. Kotys (MS 13-19) adlı bir oğul bırakmıştır. Kral Rhoemetalkes’in ölümünün ve oğlunun ardılı olarak krallığın başına geçmesinin ardından Roma İmparatoru Augustus Trakya’nın sahil kesiminde kalan zengin ve kentleşmiş bölümünü IV. Kotys’in, sahilden uzakta kalan dağlık ve fakir bölümünü de amcası Rhaskuporis’in yönetimine vererek Trakya’yı yeniden yapılandırmıştır. Böylece Roma Trakya bölgesinin iç işlerine karışmaya hatta yönetimin bölüşülmesine karar vermeye devam etmiştir. IV. Kotys’in çocuklarının vasisi durumunda bulunan Güveloğlu, MÖ. I.–MS. III. Yüzyıllar Arasıda Roma–Pannonıa–Trakya Siyasal İlişkilerindePannonıa’nın Yeri ve Önemi, 2006 304 Güveloğlu, MÖ. I.–MS. III. Yüzyıllar Arasıda Roma–Pannonıa–Trakya Siyasal İlişkilerindePannonıa’nın Yeri ve Önemi, 2006) 305 Sarıkaya, B. (2009). Epigrafik Buluntular Işığında Trakya’da Kültler. (D. Y. Şahin, Dü.) Trakya ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü. s. 12 303

87


kumandan Rufus Trakya’da idari işlerle ilgilenmiş Krallığın iç işlerine müdahale etmemiştir. Yine de özgürlüklerine düşkün Traklar M.S. 21’de ve M.S. 26’da Moesia legatus’u Poppeius Sabinus tarafından bastırılan iki ayaklanma çıkarmışlardır.306 Geleneksel Trak değerleri ve yaşam biçiminden destek alan ve dini çevrelerce desteklendiği fark edilen bu isyan sırasında Roma ve onun kuklası olan krallara karşı duyulan büyük bir nefret oluşmuştu. Fakat Romalılar isyana direkt olarak el koymakta yetersiz kaldılarsa da, büyük bir yayılma gösteren Dağlı Trak isyanı MS 26′da bastırılabildi. Önemli ölçüde Trakya’yı yıkıma uğratan bu isyan sırasında isyancılar dağlık kesimlerde üslenmişti. İsyancıların önemli bir kısmının savunmakta oldukları doğal istihkâmlarda intiharı yeğledikleri bilinirken, bir kısmının da açlık ve susuzluk nedeniyle teslim olduğu öğrenilmektedir. MS 3738’de İmparator Gaius Caligula’nın çocukluk arkadaşı da olan Rhoimetalkes adlı Doğu Trakya hanedanına mensup bir prens, Caligula tarafından Trakya Kralı ilan ettirilmiştir. MS 38′de tahta çıkan Rhoemetalkes’in bütün Roma desteği ve korumasına rağmen MS 45′te öldürülmesiyle birlikte bu son Trak Krallığı da tarihe karışmıştır Rhoimetalkhes’in katlinden sonra birtakım isyanlar çıkmıştır. Bunların MS 44-46 yıllarında bastırılması üzerine Trakya, İmparator Claudius zamanında bir Roma eyaleti haline getirilerek Provincia Thracia adıyla Roma’ya dâhil edilmiştir (MS 46). Eyaletin başkenti ise Perinthos (=Marmara Ereğlisi) olmuştur. Romalılar Trakya’da emekli askerlerin yerleştirildiği koloniler de kurmuşlardır;307 MS 46 yılında IV. Kotys’in oğlu II. Rhoemetalkes kendi karısı tarafından öldürülünce, İmparator Claudius bölgede daha fazla sorun çıkmaması ve Balkanların artık Roma denetimi altında tutulması amacıyla Trakya’yı Roma eyaleti haline getirmiş ve bölgenin idaresini atlı sınıfından bir ‘procuratora’308 vermiştir.309 Çoğu eski güçlü Trak boylarının adlarını taşıyan bu birimlerin başlıcaları şunlardır; batı uçta Dentheletice, Serdice, Usdisecice, Selletice; güneyedoğru Makedonia ve Ege Denizi boyunca Maedice, Drosice, Coelaletice, Sapaice, Corpulice, Caenice; doğuya doğru Besice, Bennce, Samaice ve Astice. Abdera (=Arnavutluk), Ainos (=Enez) ve Byzantium (İstanbul) gibi bölgeler strategia sisteminin dışında bırakılmış özgür bölgelerdir ve Trakya bölgesinin bu idari yapılanma sistemi imparator Traianus dönemine kadar devam etmiştir. Yukarıda adı geçen strategialar dışında Roma dönemi öncesi Trakya’sında en küçük idari bölünmeler kome veya vicus olarak adlandırılan köylerden oluşmuştur. Ne var ki, Trakya’da Romalılar tarafından idari düzenlemeler yapılmasına karşılık yerli halkın yaşam şekillerinde ilk başlarda büyük değişiklikler olmamıştır. Ancak Trakya bölgesinin ölü gömme geleneği olan Tümülüslere bu tarihten sonra eskisi kadar sık rastlanmayacaktır. Bunun yanında zengin aileler bu geleneği MS II. yüzyıla kadar devam ettirdilerse de mezarlarda rastlanan ölü hediyelerinin azaldığı görülmektedir.310 MS 85’te Decebalus adındaki yetenekli krallarının başkanlığında birleşen Dac’lar, Moesia’ya saldırdılar ve vali Oppius Sabinus’u öldürerek buradaki Roma kuvvetlerini mağlup ettiler. Bunun üzerine, Domitianus harekete geçti ve istilacıları püskürtmeyi başardı. Bu başarıya karşılık praetor praefectus’u Cornelius Fuscus’un Dacia’yı istila teşebbüsü felaketle sonuçlandı ve ordusunun büyük bir kısmı yok oldu (MS 86).311 M.S. 123–124 yılında uzun bir seyahate çıkan Imparator Hadrianus o dönemde küçük bir yerlesim yeri olan ve bugünkü Edirne’nin yerinde bulunan Orestia Kasabasını stratejik konumuyla da çok beğendi ve buraya Şehir Hukuku armağan etti. Böylece ‘Hadrianus’un Şehri’ anlamına gelen Hadrianopolis (Edirne) sehri kurulmus oldu ki; Edirne İlk Çağ boyunca bu adla anılacaktır.312 Trakya vassal (Romaya bağımlı) krallığı Roma için daima huzursuzluk ve endişe veren bir bölge idi. Zira kral ailesi içindeki anlaşmazlık ve kavgalar bir türlü sona ermiyordu. MS 46 yılında kralları Rhoemetalkes III kendi karısı tarafından öldürülünce, Claudius derhal M.S. II. Ve Edirne’nin bulunduğu yerde Trak kabilelerinden birinin açık bir şehir veya pazar yeri kurduğu, sonradan buranın Makedonyalılar ve Romalılar tarafından genişletildiği genellikle kabul edilir. Bu sahadaki en eski şehir, Trak kabilelerinden Odrislerce Meriç’in Tunca ile birleştiği yerde kurulmuştu. Makedonyalılar burayı Orestler’in bir kolonisi 306Güveloğlu,

2009, ,A.g.e, s. 92, 95 B. (2009). Epigrafik Buluntular Işığında Trakya’da Kültler. (D. Y. Şahin, Dü.) Trakya ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü, s. 11 308 Procurator, bir vilayetin mali işlerinden ya da küçük bir eyaletin emperyal valisi olan antik Roma'daki belli memurların ünvanıydı 309 Güveloğlu, MÖ. I.–MS. III. Yüzyıllar Arasıda Roma–Pannonıa–Trakya Siyasal İlişkilerindePannonıa’nın Yeri ve Önemi, 2006 310 Güveloğlu, 2009, A.g.e, s. 98,99 311 Güveloğlu, MÖ. I.–MS. III. Yüzyıllar Arasıda Roma–Pannonıa–Trakya Siyasal İlişkilerindePannonıa’nın Yeri ve Önemi, 2006 312 Usal, A. (2005). Edirne Tarihi - Roma Döneminde Edirne. Edirne: Edirne Vergi Dairesi Baskanlığı. 307Sarıkaya,

88


haline getirmişler, şehre Orestia, varoşlarına ise Gonnoi adını vermişlerdi. Ayrıca bazı kaynaklarda buraya Odrisya, Orestas, Uscudama adlarının verildiği de belirtilir. Ancak II. yüzyılda Roma İmparatoru Hadrianus (117-138) tarafından yeniden kurulunca onun adına izâfeten Edirne adını aldı. Bu ad yaygınlık kazanmakla birlikte Orestia veya Orestias adı da unutulmadı, hatta geç Bizans dönemi kaynaklarında dahi kullanıldı.313 MS.240 yılında Gotların işgaline uğrayarak rahat ve huzurunu kaybetmiştir.314 II. yüzyıllardan sonra Trakya doğuya giden ve doğudan geri dönen Roma Orduları için bir geçit yeri olmuştur. MS 240 yılında Gotların saldırmalarıyla birlikte Tuna savunma hattı çöker ve Babaeski ve çevresi dâhil Trakya, Gotların işgaline uğrayarak rahat ve huzurunu kaybedmiştir.315 MS 241’deTuna sınırları MS 251’den beri Gothların akınları ile iyice zayıflamıştı. Roma imparatoru Decius ilk iş olarak Tuna bölgesi eyaletlerinden başlayarak tüm eyaletlerin sınırlarını güçlendirdi. MS. 250’de Gothlar’ın Balkanlar üzerine yürüyüp Trakya’ya girmesi üzerine önlem olarak Roma imparatoru Decius’un her iki oğluda Caesar ilan edildiler. Decius, senatör Valerianus’u kendisinin yokluğunda Roma’daki işleri yürütmekle görevlendirerek Moesia (Tuna nehri Ötesi Ülke) üzerine yürüyerek Gothlar’ı geri püskürttü. Traianusus’tan sonra Dacia’daki düzenlemeleri yeniden yapmasından dolayı Decius, Dacia’nın düzenleyicisi olarak anılır. Baba Valerianus doğudaki meselelerle uğraşırken, oğlu da MS 254-259 yılları arasında Germenlerle ve Sarmat ve Daclarla beş savaş yapmıştır. MS 260 yılı sonbaharı geçmeden Tuna eyaletlerinde birbiri ardına iki isyan patlak verdi. MS Üçüncü yüzyıl başlarken Roma idari yapısında büyük değişiklikler ortaya çıkmıştır. Iulius-Claudius sülalesinin tertip ettiği eyaletlerin yönetim sistemi İtalya Yarımadası dışında tamamen değişmiştir. Yeni bir idare sistemi olarak bölgelerin Diocesis’lere bölünmesi ancak Diocletianus Dönemi (MS 284-305) ile gerçekleşecektir.316 MS. 297 yılında Diocletianus ile başlayan ve 4. yüzyılda tamamlanan idari reform sonucunda eyalet daha küçük bölgelere ayrılmıştır.317 Doğu Trakya’da yaşayan Trak kabileleri varlıklarını Roma döneminin ortalarına kadar kısmen de olsa devam ettirmişlerdir. Geç Roma ve Bizans dönemi ile birlikte Traklar tarih sahnesinden kaybolmuşlar ve diğer topluluklarla birlikte Bizans İmparatorluğu’nun içerisinde asimile olmuşlardır.318 Tuna hattı savunmasındaki lejyonların himayesi altındaki Trakya, MS 3. Yüzyıla kadar sakin bir dönem geçirmiştir. İmparator Traianus ve Hadrianus, Trakya için gerek teşkilat gerekse şehircilik bakımından yatırımlarda bulunmuştur. Doğuya bir gezi yapan İmparator Hadrianus, Uscudama ve Odrysia(=Edirne) adıyla Kasaba gelişip kent durumuna yükselmeye başlamıştır. Roma İmparatorluğunun en önemli yerleşim birimlerinden biri haline getirilen Odrysia, onu bu konuma yücelten İmparatorun adını yaşatmak üzere Hadrianus’un kenti anlamına gelen Hadrianopolis olarak adlandırılmıştır. Önemli bir Roma Kalesi durumunda olan Eirne, Diocletianus’un (MS 284-305) 297’de yaptığı yeni bir yönetim bölünmesinde, Trakya eyaletinin altı vilayetinden birini oluşturan Haemimontus’un başkenti olmuştur.319 ‘Constantinus’ ilkin pagandı ve güneşe tapanlardandı ve gönül gözüyle gördüğü ilk ve belki de tek şey, pagan nitelikteydi. Bunu, Trier'de 310 yılında, Constantinus'un önünde yapılmış bir övgü konuşması dolayısıyla biliyoruz: Apollon'un, bir Galya tapınağında, yanında Zafer'le ve elinde, içlerinde Constantinus'un uzun bir saltanat vaadi olarak yorumladığı bir işaret bulunan, defne dalından çelenklerle görünmesi. Bu, gönül gözüyle görme, bu "kesif", Constantinus'un yaşamında önemli bir rol oynamıştır: Constantinus, daha önce, güneşe tapmanın ateşli bir yandaşı olmamışsa bile, bu olaydan sonra, oldu ve uzun sure de öyle kaldı. Bazı sikkeler ve özellikle de, üzerinde Constantinus ile Güneş Tanrı'yı yan yana gösterenler, bunun böyle olduğunun tanığıdır. Bu arada, Hıristiyanların İmparatorluğun içindeki durumu tümüyle değişti. Bunda, Constantinus'un da rolü vardı. Gerçek Hoşgörü Fermanı'nı, 311'de Caius Galerius Valeri-us Maximianus çıkardı. Bu fermanda, Hıristiyanlık'ın kabul edilmiş olduğu, Hıristiyanların, kamu düzenini bozmamak koşuluyla, toplanma özgürlüğüne sahip oldukları, devletin ve imparatorun refahı için Tanrı'ya yakarmaları gerektiği bildiriliyordu. Kesin rolü Constantinus'un tutkusunun oynadığından kuşku (TDV İslâm Ansiklopedisi, 1994) Akbuz, L. A. (2008). Hadrianopolis Roma Dönemi Seramigi. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bölümler Enstitüsü 315 Güveloğlu, MÖ. I.–MS. III. Yüzyıllar Arasıda Roma–Pannonıa–Trakya Siyasal İlişkilerindePannonıa’nın Yeri ve Önemi, 2006 316 Güveloğlu, 2006 A.g.e 317 Arif Müfid Mansel, Trakyanın Kültür ve Tarihi, İstanbul, 1938, s.37-40; 318 Yıldırım, 2008 A.g.e 319 Sarıkaya, 2009, A.g.e- s. 12) 313 314

89


duyulmaması gereken anlaşmazlığın diğer biçimlerinin yanı sıra, dinsel bir görünüm kazanmış olması olasılığı da vardır. Belki de, 3 Temmuz 324'te,320 Licinius Licinianus'un Edirne'de uğradığı yenilgi paganizmin bir bozgunu, Constantinus'un zaferi de Hıristiyanlığın bir zaferi olarak görünmüştü.321 MS..325-30 İstanbullun kurulması Constantinus, Licinius Licinianus karşısında kazandığı zafer, ona Doğuyu teslim edince, daha 324'te, dâhiyane bir kararla, Bizans'ı seçti. Hemen başlayan çalışmalar 336 yılına kadar sürdü ve çok sayıda işçi çalıştırıldı: toprak tesviyecisi olarak, bir hamlede, 40.000 Got işe alındı. Yeni kentin süslenmesi için, birçok büyük kent, sanat yapıtlarından, sütunlarındaki anıtlardan ya da heykellerinden yoksun bırakıldı. Romalı önemli kişileri çekebilmek için, onlara yepyeni saraylar bağışlandı; halkı çekebilmek için de, "anno-na" (yıllık üründen alınan aynî vergi), Roma'da işlediği tarzda ihdas edildi ve bedava buğday dağıtımlarına başlandı. Kentin sınırlarını Constantinus kendisi çizerek, eski Bizans'ın kapladığı alanı, bir anda, dört ya da beş kat büyütmüştü. Kentin başkent, olarak açılış töreni 11 Mayıs 330 günü yapıldı. Ondan sonra da artık, İmparator İstanbul'da oturmaya ve İmparatorluk Meclisi de bu kentte toplanmaya başladı. Constantinus'un kendi adını verdiği kent aynı zamanda, daha sonra taşıyacağı "yeni Roma" adıyla da anılır. Roma gibi, İstanbul’da yedi tepeli ve dört bölgeli olacaktır. Kentin bir forumu, bir capitolium'u, bir senatosu vardı; hatta daha da fazlasıyla, üzerinde bulunduğu alan, "italik" toprak, yani taşra toprağı olmayan toprak; dolayısıyla, demek ki vergiden bağışık sayıldı. Roma, henüz ayrıcalıklarından hiçbirini yitirmiyordu, ama bu ayrıcalıklara! Tümü, İstanbul asıl başkent olurken, Roma da, yalnızlık ve unutulmuşluk içinde, şanlı geçmişinin jestlerini yineleyip durmaya terk ediliyordu."330 yılının sikkelerinde, her iki kent, imparatorluk harmanili, defne çelenkli ve başlıklı büstler biçiminde görülür. Ama imparatorluk asası Konstantinopolis'in elindedir"

Minyatür 2--I. Konstantin veya Büyük Konstantin (Latince: Gaius Flavius Valerius Aurelius Constantinus; 22 Şubat 272 - 22 Mayıs 337),

(Baker, 2013, s. 358) İlk çatışma 3 Temmz 324’te Hadrianopolis’te baladıı. Licinus’un o anıı kendi lehine olacağı kousundaki umuları yerle bir oldu. İki ordu Hebrus (Meriç) ıırmağının iki yanında konuşlandı. Günlerce birbirlerini düşmanca süzdüler Licinius’un adamları Kostantinin İsa’nın işretini taşıyan bayraklarını her gördüklerinde yuh sesleri ve hareketlerle sessizliklerini bozdular. Bu garip duraklama sırasında Kostantin İnsiyatifi ele aldı. Büşmanla aralarında nehir üzerinde bir köprü kurmaya çalıştığı izlenimini yarattı. Hatta askerlerine bir dağa tırmanıp odun getirmelerini emretti. Bir yandan da gizlice nehri başka ve daha kısa bir yoldan geçmeyi tasarlıyordu. Atları bu yoldan saldırıya geçince Licinius’un ordusu tamamen hazırlıksız yakalandı. O kargaşa içinde atlılr, şaşkınlığa kapılmış çok sayıda düşman askerinin peşine düştü. Kimileri teslim oldu, diğerleri kaçtı. Licinius kaçanlar arasındaydı. O ve hayatta kalan birlikleri hızla sahile ulaştlar, gemilerine doluştular ve boğazdan geçerek kurtulmaya çalıştılar. Kostandin ise bunu bekliyordu. Büyük oğlu Crispus’a anları takip etmesini emretti. On yedi yaşındaki delikanlı iki yüz gemilik donanmanın başındaydı. İki donanma Hellespontos’un (İstanbul Boğazı) en dar yerlerinden birinde karşılaştılar. Crispus en hızlı sekiz gemisiyle saldırmaya karar verdi. Bu çok akıllıca verimiş bir karardı. Licinius’un daha fazla sayıdaki gemisi boğazın bbu dar yerinde sıkıştı. Licinius’un gemilerinin çoğu batarken gecenin karanlğunda savaş sonlandı. Ertesi gün çıkan lodosta Licinius’un gemileri karaya oturdu. Grenede doğunun İmparatoru birkaç hafta içinde toparlanıp 18 Eylül 324 de tekar Kostantinin orduları kaşısına çıktı. Üsküar ile Kadıköy arasınaki ovada savaştılar. Licinnnius tekar yenildi. (Baker, 2013) 321Lemerle, 16/1/2019, A.g.e 320

90


İznik konsilinden itibaren (325) bir Got piskoposu (Teofil) genel tartışmalara katılıyordu. ‘İznik timsali’ni imzalıyor. IV uncu asırda Wulfila diğer Gotlara İncili tanıttı. Olası Grek neslinden fakat Got memleketinde doğmuş olan Wulfila bir zamanlar İstanbul’da yaşamıştı. Burada arianist bir metropolit kendisine ‘piskoposluk’ rutbesini tevcih etmişti. Wulfila, Gotlar nezdine avdet ettikten sonra bunlara bir kaç sene Hristiyanlığı, arianist322 usule göre, öğretti. Gotların, kutsal yazıları ‘muhtevi kitapları’ tanımaları için Grek harflerinin yardımı ile bir Got alfabesi vücuda getirdi ve Tevrat’ı Got lisanına cevirdi. Gotların öğrenmiş oldukları Hristiyanlığın arianist şekli bunların sonra tarihi için, büyük bir ehemmiyeti haiz oldu: bu hadise bilahare Gotların, imparatorluk arazisine yerleştikleri zaman, İznik taraftarı olan mahalli ahali ile kaynaşmalarına mani oldu. Ammianus'un 24 Ağustos 358 depremi hakkında verdiği bilgiyi burada zikretmek istiyorum: "24 Ağustos gününün şafak vaktinde pınl pınl açık olan gökyüzü birdenbire kapkara bulutlarla kaplandı ve güneşin ışığı kayboldu. Heryeri öylesine bir sis tabakası kapladı ki, göz gözü görmez oldu; sanki Tanrı, gökyüzünün dört köşesinden rüzgârlarını buraya çağırmış, yıldınmlarını insanların üzerine fırlatıyordu. Aniden yeryüzü müthiş bir şekilde sallanmaya başladı. Dağlar inliyor, kıyı boyunca toprak parçalanıyordu. Rüzgâr kasırgaya dönüştü, birçok yerden sular fışkırdı. Yüksek yerlerdeki evler birbiri üzerine yıkıldı, çıkan korkunç gürültü gökyüzüne kadar yayıldı. Enkaz altında kalanların çığlıklarıyla her taraf çınlıyordu. Nihayet saba. İkinci saati’nden az sonra hava açtı ve güneşin parlak ışıkları felaketin büyüklüğünü gözler önüne serdi. İnsanların bir kısmı üzerlerine yıkılan binaların altında can vermişti. Bir kısmı boyunlarına kadar yıkıntılar içine gömülmüştü. Bir kısmı da kınlıp fırlamış kalasların keskin uçlarına çakılıp kalmış sarkıyordu. Pek çok kişi ilk anda ölmüştü ama enkaz altında yara almadan kısılıp kalmış olanlar da vardı. Bu zavallılar açlıktan feci şekilde ölene kadar bir yardımla kurtulmayı beklemişlerdi. Bütün özel ve kamu binaları yıkılmıştı. İmparatorun karısı Eusebia şerefine yaptırıp "Pietas""diye adlandırdığı kilise de yıkılmıştı ve kilisenin başı olan Aristaenetus da enkaz altında kalıp ölmüştü. Herkes kendi canının derdine düşmüştü. Herşeye rağmen depremin hemen sonrasında başlayan ve beş gün beş gece devam eden korkunç yangın her tarafa yayılıp herşeyi yok etmeseydi pek çok insan kurtarılabilirdi."323

Harita 3-Vizigotlar sonunda İspanyaya ve Fransaya gidip yerleştiler

Aryanizm veya Ariusçuluk, 4. yüzyılda İskenderiye'de yaşamış olan Arius'un geliştirdiği kuramsal öğretidir. Aryanizmin en tartışmalı tarafı Hristiyanlıktaki Baba-Oğul ilişkisiyle ilgilidir. Kısaca İsa'nın tanrısallığının ikinci derecede ve bağımlılığı olmasıdır. 323 DEMİRKENT, 2005 A.g.e, s. 122 322

91


Kırım Gotları Ortodoks kaldılar. Gotlar ile imparatorluk arasındaki dostane ilişki, Türk neslinden vahşi Hunların Asya’dan Avrupa’ya geçerek Ostrogotları zalim bir yenilgiye uğratmaları ile sona erdi. Hunlar batıya doğru baskılara devam ederek kendilerine tabi Ostrogotlarla birleşik olarak, Vizigotları sarsmaya başladılar. İmparatorluk hudutları çivarında yaşayan ve birçok erkek, kadın ve çocuklarını yok etmiş olan Hunlara karşı koyacak bir iktidarda olmayan bu kavim hududu geçmek ve Roma arazisine girmek zarunda kaldı. Kaynaklar, Tuna’nın kuzey sahillerinde bulunan Gotların, gözleri yaşla dolu olduğu halde, Roma otoritelerinden bu nehri geçmek izin istedikleri bildirmektedir. Barbarlar Romalılara, imparator izin verdiğinde, Trakya’ya ve Mesyaya (Marmara denzi doğu bölgesi) yerleşip toprağı işlemeği öneriyorlardı; ayrıca, imparatora askeri kuvvetler vereceklerini ve halklarını da imparatorun gibi bütün emirlerine uyacaklarını kabul ediyorlardı. Gotların şikâyetleri cevapsız kalıyordu. Bunun üzerine çileden çıkan Gotlar isyan ettiler. Alanları ve Hunları yardıma çağırdılar, Trakya’ya girdiler ve İstanbul üzerine yürüdüler. O esnada İranlılara karşı harbeden imparator Valens, Gotların isyanını haber aldığında, Antakya’dan İstanbul’a geldi. Savaş 19 Ağustos 378 de Edirne civarında oldu.324 MS 378 ’de İmparator Valens (MS 364-378) döneminde, Edirne’in kuzeyinde Gotlar ile yapılan savaş Roma ordusunun yenilgisiyle bitmiştir. Gerisi malum: Gotların Balkanlar'a girişiyle birlikte, Kavimler Göçü'nün de başlaması; MS 376'da Edirne Savaşı'nda Doğu Roma ordusunun uğradığı korkunç bozgun; buna rağmen, diplomatik manevralar ve haraç ödeme teklifleriyle, Vizigotların doğudan uzaklaştırılıp batıya, Roma'nın üzerine kanalize edilebilmesi:325 Sakson ve İr'lerin Britanya'ya saldırıları, Rhein ve Neckar nehirleri kıyılarında Alaman'lar, Tuna bölgesinde Sarmat ve Quad'larla yapılan şiddetli savaşlar, batı Got'ları (=Visigothiri)'nın Tuna civarında görülmeleri ile ortaya çıkacak olan büyük buhranın sadece ön habercileri idiler. Thracia dioecese'sinde iskân edilmiş olan batı Gotları devlet arazisini tahribe başlamışlar, bunlara arkalarından gelen doğu Gotları (=Ostrogothici) ve Hunlar katılmışlar ve böylece bütün Trakya barbarlarla dolup taşmıştı. İran'a karşı harp sahnesinden süratle gelerek İstanbul üzerinden Trakya'ya giren Valens düşmanı Edirne yanında karşıladı. Burada 9 Ağustos 378'de, Ostrogotlar tarafından desteklenen Vizigotların Roma ordusunu imha edercesine bozguna uğrattıkları ve şaşkın sırasında kendi imparatorun da öldüğü unutulmaz savaş yapıldı.326 İmparator I. Theodosius (MS 379-395) Trakya’daki karışıklıkları önlemek için bir antlaşma yaparak Gotlar’ı Aşağı Tuna Bölgesi’nin güneyine yerleştirerek bu tehlikeyi önlemek istemiştir. I. Theodosius, MS 381 yılının Eylül ayını Edirne’de geçirmiştir. MS 380’de vaftiz edilen ve dindar bir Hristiyan olan Theodosius, MS 391’de pagan kültleri yasaklayarak, Hristiyanlığı Roma devletinin resmi dini haline getirmiş, diğer dinlere karşı da bir hoşgörüsüzlük dönemi başlatmıştır.327 Ulianus Apostata, 363 yılında, İranlılara karsı gerçekleştirdiği bir sefer sırasında öldü. Böylece, Valens döneminde, 200.000 -hatta denildiğine göre, belki de daha çok- Vizigot, birden, aşağı Moisia'ya yerleştirildi. Ama bunlar hemen, hoş karşılanmadıkları gerekçesiyle ayaklandılar: 378'de, Hadrianopolis (Edirne) Savaşı’nda Romalılar ezildi ve Valens olduruldu. I. Theodosius, Vizigotlar'ı durdurmayı, onlara, onları federe statüsü içinde tutmayı sürdüren bir antlaşma imza ettirmeyi başardı. Ama ölümünden sonra, Vizigot önder Alarik, pesinden gelen insan sürülerine Trakya'yı, daha sonra, Makedonya'yı Tesalya'yı ve hatta Peloponnesos'u bile yağma ettirdi. Arcadius, pazarlık etmenin ve Vizigotlar'ı Illyricum'da ("İlltrya") yeni topraklara yerleştirmenin ve Alarik'i "magister militum per İllyricum" ("lllirya Komutanı") atama atamanın daha akıllıca olacağını düşünerek öyle yaptı. Bununla, Alarik'in yolunu değiştirerek batı yönüne çevirmek mi istiyordu? Düşündüğü bu idiyse, başarılı oldu. Honorius'un generali Stilico'ya yenildiği bir ilk

Vâsiliev, A. A. (1943). Bizans İmparatorluğu Tarihi. Ankara: Maarif Matbaası, s. 107 Berktay, Halil. (1999,kış Sayı:17).Vizörden Bizans: Haritalarla Düşünmek. Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi,s. 1-423. s. 73 326 Böylece, Valens döneminde, 200.000 -hatta denildiğine göre, belki de daha çok- Vizigot, birden, aşağı Mo-isia'ya yerleştirildi. Ama bunlar hemen, hoş karşılanmadıkları gerekçesiyle ayaklandılar: 378'de, Hadrianopolis (Edirne) Savaşı'nda Romalılar ezildi ve Valens öldürüldü. I. Theodosius, Vizigotlar'ı durdurmayı, onlara, onları federe statüsü içinde tutmayı sürdüren bir antlaşma imza ettirmeyi başardı. Ama ölümünden sonra, Vizigot önder Alarik, peşinden gelen insan sürülerine Trakya'yı, daha sonra, Makedonya'yı Tesalya'yı ve hatta Peloponnesos'u bile yağma ettirdi. Arcadius, pazarlık etmenin ve Vizigotlar'ı Illyri-cum'da ("İlltrya") yeni topraklara yerleştirmenin ve Alarik'i "magister militum per lllyricum" ("lllirya Komutanı") atamanın daha akıllıca olacağını düşünerek öyle yaptı. (Lemerle, 16/1/2019,A.g.e, s. 50) (Ostrogorsy, 2011,A.g.e, s. 48) 327 Sarıkaya, 2009, A.g.e, s. 13 324 325

92


denemeden birkaç yıl sonra, Alarik yeniden saldırıya geçti ve 410 yılında Roma'yı ele geçirdi. Bundan sonra, Vizigotlar Galya ve İspanya'ya giderek oralarda yerleştiler ve artık Doğu'da hiç görünmediler.328 I. Theodosius ise, tersine, kendini Arius'culuğa kesinlikle karsı olarak ortaya koydu. Daha tahta geçer geçmez, Arius'cu piskoposu Konstantinopolis'ten kovdu ve kentin tüm kiliselerini Nikaia'lılara (İznik) verdi. 380'de, sadece, Birinci Nikaia (İznik) Konsili'nde benimsenen Üçleme (Teslis) anlayışını kabul edenlerin kendilerine "Hıristiyan" diyebileceklerini, diğerlerinin ise, Arius'cular dâhil, "din sapkını" oldukları yolunda bir ferman çıkardı. Bu aynı din sapkınlarının elinden, başka fermanlarla, evlenme hakkı, hatta bazı yurttaşlık hakları da alındı. 381'de I. Theodosius tarafından İstanbul'a toplanan bir Konsil de, Nikaia'da benimsenmiş olan, Baba ile Oğul’un estozluluğunu kabul etti ve onu, İsa'nın o iki kişiliğini Kutsal Ruh'un es-tuzluluğuyla birleştirerek tamamladı. Aynı Konsil, İstanbul Piskoposu'nun mevkiini belirledi: Konstantinopolis yeni Roma olduğu gibi, bu kentin piskoposunun da, Roma'nınkinden sonra birinci sırada yer alması gerekirdi. Bu, Roma'yla eşitlik değildi ama daha o zamandan, İstanbul piskoposunun Doğu'daki tüm piskoposlardan ustun olması demekti. 395 senesinde yeniden yeryüzünü sarsan şiddetli bir depremin Istanbul'da da hissedildiği anlaşılmaktadır.329 Valens'in öldürüldüğü Edirne savaşı (378) henüz belleklerden silinmemişti. Ayrıca, 396'dan 40l'e kadar Doğu Balkanlar'da Alanlar egemen olmuştu ve ondan önce de 395'de Kafkas ötesi Hunları Hazar kapılarından geçip Suriye'ye kadar akmışlardı.330 Bu süreç, 395 yılında İmparator I. Thedosius'un ölümüyle Roma İmparatorluğu'nun resmen Doğu ve Batı diye iki ayrıldı. V.yüzyılın başında İstanbul'da çıkan yangınların en az bu depremler kadar şehre zarar verdiğini, hele 404331 yılında dini kargaşanın sebep olduğu isyan sırasında aralarında Ayasofya Kilisesi'nin de bulunduğu pek çok binanın yanıp kül olduğunu yazmışlardır.332 İstanbul’a yerleşmiş olan Gotlar imparatorluk kaderinin bir tür düzeni oldular. Arkadius ve İstanbul ahalisi vaziyetin bütün önemini anladılar. Gainas’a gelince, bütün başarılarına rağmen, İstanbul’da elde etmiş olduğu yüksek mevkii koruyamadı edemedi. Payitahtta bulunmadığı bir esnada ani bir isyan baş gösterdi. Birçok Got öldürüldü Gainas İstanbul’a geri dönmedi. Bundan cesaret bulan Arkadius Gainas’a karşı sadık bir Gotu, putperest Fravitta’yı gönderdi. Fravitta Gainas’ı, Anadolu’ya deniz yoluyla, geçmek girişiminde bulunduğu esnada, yenildi. Gainas Trakya’ya kaçtı, fakat burada Hun kıralı tarafından esir edildi; kral Gainas’ın başını kestirtti ve kellesini hediye olarak Arkadius’a gönderdi. — İşte bu suretle büyük Germen tehlikesi bertaraf edildi. Fakat bu başarı diğer bir bu suretle Got meselesi, V’inci asırın başlangıçında, hükûmet lehinde halledilmiş oldu.333 5. yüzyıl başlangıcı ile doğuda uzunca bir sükûnet devresi başlıyordu.334 Honorius'un generali Stilico'ya yenildiği bir ilk denemeden birkaç yıl sonra, Alarik yeniden saldırıya geçti ve 410 yılında Roma'yı ele geçirdi. Konstantinopolis’te üç günlük yas ilan edildi335. Bundan sonra, Vizigotlar Galya ve İspanya'ya giderek oralarda yerleştiler ve artık Doğu'da hiç görünmediler.336 Üç yıl sonra 26 Ocak 450'de İstanbul tekrar şiddetli bir depremle sarsıldı. Ancak 465 yılının 1 Eylül gecesinde çıkan ve günlerce süren yangın, atlatılan birçok deprem felaketinden daha çok şehre zarar verdi. 467/68'de ise Trakya, Çanakkale ve Ege adalarında arka arkaya vuku bulan depremler İstanbul'da da hissedildi. Üstelik aynı yıl içinde İstanbul üç-dört gün süren sağnak halinde yağan yağmurlar yüzünden, hemen bütün Bithynia (Koceli, Sakarya, Bursa, Bilecik dolayları) bölgesini de içine alan korkunç bir sel felaketine de uğradı337

328Lemerle,

16/1/2019, A.g.e, s. 51 Demirkent, 2005, A.g.e, s. 125 330Grant, A.g.e, 2000, s. 50 331 Kaynakların kayıtlarından 407 ve 417 yıllarındaki depremlerin lstanbul'd 402, 403, 412 yıllarındaki yer sarsıntılarından daha şiddetli hissedildiği, 423 yılında ise tek değil birbirini takip eden yer sarsıntıları yaşandığı anlaşılıyor. 332 Demirkent, 2005, A.g.e, s. 125 333 Vâsiliev, A. A. (1943). Bizans İmparatorluğu Tarihi. Ankara: Maarif Matbaası. s. 117 334Ostrogorsy, ,. G. (2011). Bizans larihi. Ankara: Turk Tarih Kurumu Basımevi 335 Peter Brown, Geç Antikçag’da Roma ve Bizans Dünyası, Çev. Turhan Kaçar, _st.2000, s. 85 336Lemerle, 16/1/2019, A.g.e, s. 51 337Demirkent, 2005, A.g.e, s. 127 329

93


476 Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkılması Theophanes ve Kedrenos'un kayıtlarından, 477 yılı depreminin de İstanbul'a büyük zarar verdiğini öğreniyoruz.338 Bulgar ismine ise Bizans kaynaklarında ilk defa imparator Zenon Dönemi'nde (474-491) rastlandı. Zenon 482 yılında Ostrogotlarla mücadele edebilmek için Karadeniz' in kuzeybatı kıyılarında yaşayan bir halktan yardım istemişti. 26 Eylül 487 günü ise İstanbul, Balkan Yarımadası'nın kuzeyine kadar uzayan bölgede hissedilen şiddetli bir depremle yeniden sallandı. Böylece V.yüzyılda İstanbul yangın ve sel baskını gibi doğal afetler yanında 13 deprem felaketi yaşamış oldu. Bu halk kaynaklara "Bulgar" olarak yansımıştı. Nitekim imparator Anastasios Devri'nde (491-518) Dokuz Ogur Bulgarlarının 493, 499, 502 ve 506 yıllarında Bizans'a karşı saldırıdan olmuş, özellikle 499 yılındaki saldırıda, 15.000 kişilik Bizans ordusu yenilgiye uğramış ve Bulgarlar Trakya'ya kadar ilerlemişlerdi. Yine bu dönemde İmparator Anastasios'a karşı339 isyan eden Vitalianus'un340 yardım çağrısına olumlu yaklaşan Dokuz Ogur Bulgarlarının asinin yanında yer aldıkları ve ona yardım etmekten uzak kalmadıkları anlaşılmaktadır.341

Fotoğraf: 8-Anastasios surları Çatalca tarafları

1.Anastasios'un imparatorluğa yükseltilmesi İsaurialılar342 hanedan hâkimiyetinin sonu demekti. Ancak karşı koymaları tamamıyla kırılıncaya kadar (498) imparator hunlara karşı tam bir savaş yürütmek

338Demirkent,

2005, A.g.e, s. 127 Demirkent, 2005,A.g.e, s. 127 340 Trakya bölgesinin kumandanı olan Vitalianus, imparator Anastasios'a isyan etti ve 513 yılından itibaren uçkez ordu ve donanması ile birlikte İstanbul surlarının önlerine kadar geldi. Bkz. Ostrogorsky, a.g.e., s. 62. 341 Küçüksiphayioğlu, B. (-). Ankhialos Savaşı'nın Sonuna Kadar Bizans-Bulgar İlişkileri. -: Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakultcsi Tarih Ortaçağ Tarihi. 342 Dağlık İsauria Bölgesi; Konya, Antalya, Mersin ve Karaman illerinin ortasında kalan Orta Toros Dağlarının iç kısımlarını kapsar. Kısaca Bozkır İlçesi merkez olmak üzere Hadim, Taşkent, Ermerrek, Mut, Sarıveliler, Güneysınır, Ahırlı, Yalıhüyük, Akseki, Seydişehir ve Gündoğmuş ilçelerinin bugünkü hudutlarının içinde bulunmaktadır. 339

94


zorunda kaldı. Bundan sonra İsaurialılar343 büyük kitleler halinde yurtlarından çıkartılıp Trakya'ya yerleştirildiler.344 İstanbul kuzey barbarlarına karşı koruyabilmek için Anastas Trakya’da, İstanbul’dan 40 km. mesafede (batıda), Marmara’dan Karadeniz’e kadar uzanan bir ‘uzun sur’ bina ettirdi ve bir kaynağın yazdığı gibi ‘şehri bir yarımadadan bir adaya tahvil etti.’ Fakat bu sur, kendisine bağlanan ümitleri boşa çıkardı. Acele inşası ve zelzelelerin husule getirdiği yarıklar yüzünden bu sur ciddi bir engel oluşturmadı. Düşmanları İstanbul surlarına yaklaşmasını engelleyemedi. Aşağı yukarı ayni mahalde inşa edilmiş olan modern Çatalca Türk siperleri, bugün dahi bakiyeleri mevcut olan Anastas surunun bir tür tekrarından ibarettir.345 Anastas’ın dini siyasetinin neticelerinden biri Trakya’da Vitalian’ın ayaklanması oldu, Hunlar, Bulgarlar ve olasılıkla Slavlardan oluşan büyük bir ordunun başında bulunan ve büyük bir donanmaya yönelen Vitalian, payitaht üzerine yürüdü. Vitalian sırf siyasi bir gaye takip ediyordur imparatoru tahttan indirmek istiyordu. Fakat acıkca herkese, haksızlığa yakalanan olan Ortodoks kilisesini savunma etmek için, hareket ettiğini soyluyordu. En nihayet, uzun ve kanlı bir savaştan sonra, isyan bastırıldı. Bu isyan Bizans tarihi için önemsiz olmadı. F. I. Uspenski’ye göre Ortak ittifak olmayan ordularını üç defa İstanbul suları önüne kadar sevk etmek ve hükûmetten birçok para çekmekle Vitalian barbarlara imparatorluğun zaafını ve İstanbul’un büyük servetini göstermiş ve bunları karadan ve denizden ortak harekete alıştırmış oluyordu. Tarih kitapları tarafından henüz layıkıyla incelenip ve karar oluşturulmamış olan Anastas’ın iç siyaseti büyük bir faaliyetle üstün duruma gelme etmiş ve imparatorluğun İktisadi ve mali hayatına ait en önemli sorunları dikkate almıştır. Mali reformların en önemlilerinden biri nefreti mucip olan “hrisargiros” un iptal edildi. Altın ve gümüş şeklinde cibayet olunan bu verginin Latince adı lustralis coliatio veyahut bazen kullanılan daha mufassal bir isme göre lustralis auri argentive coliatio idi. IV uncu asrın başlangıcından beri bu vergi imparatorluk dâhilinde bütün meslek ve sanatlara, hizmetkârlar, dilenciler, fahişeler ilah... Dâhil olmak üzere, şamildi. Hatta olası kadınların ev eşyasından ve at, katır, eşek, köpek ilah... Gibi evcil hayvanlardan dahi tarh olunuyordu. Hrisargiros'tan bilhassa mutazarrır olan fakir tabakalar idi. Resmen bu verginin her üç senede bir tahsili icap ediyordu. Fakat hakikatte hükümet bu vergiye keyfi ve gayri düzgün bir şekil veriyordu. Bu verginin sık sık toplanması bazen ahaliyi çileden çıkarıyordu. Anastas, devlet hazinesinin bu vergiden temin ettiği büyük varidatı dikkate almaksızın ‘hrisargiros’u kat’i olarak lağvetti ve bu vergiye müteallik evrakın kaffesini açıkça yaktırttı.346 518 yılında, Anastasios, çocuksuz ve kendisinden sonra tahta kimin geçeceğini belirtmeden öldü. Senato ve ordu, tahta, okuması yazması olmayan, ama iyi asker, lllirya'lı I. Justinos'u getirdi. Yeğeni, kendisi gibi lllirya'lı, ama sağlam bir klasik kültüre sahip Justinianos onun yardımcısı ve danışmanı oldu. justinianos, tahta resmen ancak 527 yılında 53 ortak edilmesine karşılık, ülkeyi yönetmeye 518 yılında başlamış sayılabilir. Bunun yanı sıra 526 yılındaki deprem hakkında Zonaras ve Glykas'ın verdikleri bilgiden bu yer sarsıntısının İstanbul dışında Marmara Denizi'nin güney ve doğu kıyılarını da etkilediğini ve lzmit ile lznik'de de büyük zararlara neden olduğunu öğreniyoruz. Justinianos, 565 yılında ölmüştür. 527 yılında onunla birlikte taç giyen Theodora'nın ülke yönetimindeki payını biliyoruz. Theodora, hipodromdaki bir ayı bekçisinin kızıydı; dansözlük, sahne oyunculuğu yapmıştı ve denildiğine göre, hafiften de öte hafifmeşrepti347 İstanbul halkı bu depremin acısını unutamadan İmparator I. Iustinianus (527 - 565)'a karşı 532 yılında Yeşiller ve Maviler adıyla bilinen partilerin beraberce çıkardıkları ve altı gün süren Nika isyanı sırasında her taraftan ateşe verilen başkent adeta harabeye döndü. Aralarında ikinci defa yanan Ayasofya Kilisesi'nin de bulunduğu en güzel binalar, en nefis sanat abideleri yakılıp yıkıldı; ayrıca 30.000'in üstünde insanın öldürülmesiyle çok kanlı şekilde bastırılan isyan hareketi büyük can kaybına sebep oldu. İmparator’un politikasına karşı büyük bir hoşnutsuzluğun var olduğunu, Konstantinopolis'te 532 yılında patlayan ve katılma parolası olarak, ayaklanmacı "Nika" (bu Yunanca sözcük "zafer" ya da "zaferi kazan" anlamına gelmektedir.) sözcüğünü korunmuş olan korkunç ayaklanma, Justinianos'a, yeterince gösteriyordu. Ayaklanma, öbür Yunan kentlerinde olduğu gibi, siyasi partilerin varlıklarını sürdürdükleri kümeler ya da "demos"lara (bunların başlıçaları 'Maviler'le 'Yeşiller'di) bölünmüş olan halkın içinde patladı. Hipodrom'daki gösteriler, kamuoyunun elindeki biricik, kendini açıklama yoluydu ve zaten, bu, bir kurum Dağlık İsauria Bölgesi; Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 60; Vâsiliev, 1943, A.g.e, s. 136 345 Vâsiliev, 1943,A.g.e, s. 137 346 Vâsiliev, 1943, A.g.e, s. 1339-40 347Lemerle, 16/1/2019, A.g.e, s. 54 343 344

95


gibiydi: imparator, halka hitap etmek istediğinde, bunu, Sirk'te, locasından yapardı ve tarihçiler, günümüze, önemli durumlarda İmparator'un sözcüsüyle fesatçıların sözcüleri arasında yapılmış bazı konuşmalar aktarmışlardır. 532 yılındaki ayaklanma, Sirk'te başladı ve bütün kente yayılarak etkisi altına aldı, yağmalar ve yangınlara yol açtı. İdarelerinin sertliği dolayısıyla nefret edilen iki yüksek görevli olan Tribonianos ile Kappadokia'lı Ioannes'in görevden alınacakları vaadi ayaklanmacıları durultmaya yetmedi. Sonunda, Belisarios ayaklanmacıları Hipodrom'a kapatmayı başardı ve orada içlerinden en az otuz binini oldurdu. Bu insan kırımı, ayaklanmayı söndürdü. Öte yandan, Justinianos da, durumdan, gerekli sonucu çıkarmıştı.348 542 yılının büyük veba salgınının yol açtığı kayıpları hesaba katmazsak, bu çok düşük bir tahmin gibi görünür: İmparatorluğun doğu yarısının 30 milyon olduğunu varsayarsak, gerçeğe daha yakın olur.349 Buna karşınkaynakların özellikle Malalas'ın verdiği bilgiye göre 532 yılında dünyanın her tarafında hissedilen deprem ile 533 yılının Kasım ayında vuku bulan depremin İstanbul' da ciddi bir hasar yaratmadığı anlaşılıyor. Fakat 16 Ağustos 542'de yaşanan deprem İstanbul'da pek çok binanın ve ‘Yaldızlı Kapı’ yakınındaki sur duvarlarının yıkılmasına neden oldu. Bu depremle ilgili olarak Theophanes ve Kedrenos'un verdikleri bilgiye göre de, Konstantinos Forum'unda duran heykelin elinde tuttuğu mızrak ile Kserolophos'daki heykelin sağ eli kırılıp yere düşmüştü; birçok kişi hayatını kaybetmiş, insanların içini büyük korku kaplamıştı. Ertesi yıl 6 Eylül 543'de İstanbul yeni bir yer sarsıntısı ile sallandı; o yıl sarayın önüne dikilen ve imparator I.Iustinianus'un - "Augustus" adı verilen - atlı heykelinin üzerinde durduğu bronz sütun da devrildi. Yer kabuğunun hemen her tarafında duyulan bu deprem özellikle Kyzikos'da büyük yıkıma neden olup şehrin yarısını yıktı. Üç yıl sonra 546'da Trakya bölgesinde kesintisiz yağmurlar ve İstanbul' da bir deprem oldu. Bunu 548 yılında yoğun yağışlar ve sık sık yer sarsıntıları takip etti. Şubat ayındaki şiddetli sarsıntı ise halkı büyük korkuya düşürdü. İstanbul 15 Ağustos 554 Pazar günü şafak sökmeden önce yeniden şiddetli bir sarsıntıyla sallandı; pek çok bina, hamam, kilise ve şehir surlarının bir kısmı yıkıldığı gibi özellikle surlara yakın mahalle yıkılan evlerin altında kalan birçok insan öldü. Şehri onbeş gün süreyle sarsan ve imparatorluğun pek çok yerinde hissedilen bu deprem İzmit'in de büyük bir kısmını yıktı.350 Balkanlarda olan olaylar ise daha da ağır sonuçlar verdi. Büyük Germen kavimler göçü tam sona ermişti ki, devletin sınırlarında yeni milletler göründüler. İslavların ilerlemesi bu arada özel bir önem taşımakta idi. Daha Iustinos I. zamanında Ant'lar devlete karşı bir saldırıda bulunulmuşlardı. Iustinianos'un ilk hükümdarlık yıllarından itibaren ise İslav kabileleri, Bulgarlarla birlik halinde durmadan Balkan bölgesine girmekte idiler. Afrika ve İtalya’daki büyük fetih savaşları Balkanlar bölgesini savunmak bakımından devleti güçsüz bırakmışlardı. Aslında Iustinianos Asya'da olduğu gibi Avrupa'da da sınırlarında düzenli bir korunaklı mevkiler sistemi gelişmişti; Balkan yarımadasında, Tuna kenarındaki korunan hattın gerisinde, ülkenin içinde de kuvvetli bir korunan mevkiler zinciri uzamaktaydı. Fakat yeterli askeri birlikten yoksun olunca en kuvvetli korunan mevkilerin bile yapabileceği bir şey yoktu. Islavlar Adriyatik denizi, Korinthos körfezi ve Ege denizi kıyılarına kadar bütün Balkan yarımadası üzerine dalgalar halinde döküldüler. Böylece Bizans savaş kuvvetleri uzak batıda zaferler kutlarken devletin çekirdek arazisi tahrip ediliyordu. Bununla beraber saldırgan barbar kitleleri önceleri ülkenin yağmasıyla yetiniyor ve aldıkları ganimetlerle tekrar Tuna'ın gerisine çekiliyorlardı. Fakat İslav göçün dalgalan devlet arazisi üzerinde yayılmaya başlamış olup bunların Balkan yarımadasına kuvvetle yerleşmeye başlayacakları zamanlar hiç de uzak değildi. 11 Temmuz 555'de İstanbul yeni bir depremle sallandı ama şehirde herhangi bir zarar olmadı. Fakat birçok tarihçinin katdettiği gibi, 557 yılında İstanbul arka arkaya depremlerle sarsılıp durdu. Theophanes'in bildirdiğine göre, 2 Nisan ve 6 Ekim günlerindeki yer sarsıntılarını 14 Aralık günü vuku bulan şiddetli bir deprem takip etti; birçok bina yerle bir oldu, birçok kilise yıkıldı ve şehir surlarının da bir kısmı çöktü. Deprem özellikle Bakırköy civarı (Hebdomon) bölgesinde büyük hasar yaptı. Bu bilgilere ilave olarak Kedrenos'un kaydından ise, Hunların ve Slavların akınlarını engellemek için imparator Anastasius'un Trakya'da yaptırmış olduğu surun da bu depremde yıkıldığını öğreniyoruz.351 Prokopios, 547-548 yılında Ostrogotlardan bir elçi heyetinin İstanbul'a geldiğini ve İmparatora Don ile Dinyeper arasında yaşayan Dokuz Ogurlar (Kutrigur) ile Don ve Volga arasında yaşayan Otuz Ogurların (Utrigur) aynı kandan olduklarını söylediklerini belirtir. Dokuz Ogurlara karşı tedbirler almaya başladı. Bunların başında herhalde Tuna boyunca yaptırdığı kaleler gelmektedir. Ancak bu tedbirlerin ne kadar 348

Lemerle, 16/1/2019, A.g.e, s. 69 Mango, C. ( 2008). İmparatorluğu Yeni Roma. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları -2720 s. 30 350 Demirkent, 2005;A.g.e, 351 Demirkent, 2005,A.g.e, s. 66-131 349

96


yetersiz olduğu Dokuz Ogur Bulgarlarının Bizans'a karşı 552 yılında saldırıya geçmeleri ile ortaya çıktı. Dokuz Ogurlar liderleri Kinal (veya Kinialus) idaresinde Balkanlara kadar ilerleyerek etrafı tahrip etmeye başladılar. Neticede Bizans'ın hilesi ile zor durumda kalan Dokuz Ogurlardan bir kısmı Orta Avrupa'ya Macaristan'a doğru giderek Avarların hükmü altına girerken; bir kısmı da Bizans'a iltica etmek sureti ile Trakya'ya yerleştirildi. Bu Bulgarların 626 yılındaki İstanbul kuşatmasında Avarlara yardım ettiklerine dair bir rivayet bulunmaktadır.352 Slavlardan maada Gepid’ler ve Kotrigur'lar (=Hun ırkının bir kolu) Balkan yarımadasının kuzeyi istila ettiler. 558- 559 senesi kışında Kotrigurlar, Zabergan’ın idaresinde, Trakya’ya girdiler. Buradan Yunanistan’ı yağma etmek için bir ordu ayrıldı; ikinci bir ordu Trakya Hersonnes’ini (=Gelibolu yarımadası) istila etti; süvarilerden oluşan üçüncü bir ordu ise, bizzat Zabergan’ın idaresinde, İstanbul üzerine yürümeğe başladı Memleket yakılıp yıkıldı. Payitahtta panik baş gösterdi. İstilaya uğramış olan vilayet kiliselerinin bütün kıymetli eşyası ya payitahta nakledildi yahut deniz tariki ile Boğazın Anadolu sahiline geçirildi. Bu tehlikeli anda Justinian, İstanbul’u kurtarmak için, Belisar’a başvurdu. Kotrigurlar, üç cepheli saldırılarında yenildiler. Fakat bu istila yüzünden Trakya, Makedonya ve Tesalya, ekonomik bakımdan, müthiş açılar çekti.353 6. yüzyılın ekonomik hayatında, özellikle ziraatta, köle işçiliğinin artık sadece ikinci derecede bir rol oynamasıdır. Üretim oluşumunda asıl taşıyıcı unsur çoktan beri colon'lar (toprağa bağlı, yarı-hür köylü)’dir ve Iustinianos hukuku bunlara karşı hiç; bir hoşgörüsü tanımamaktadır. Colon' ların toprağa bağlanma zorunluluğu acımasız sertleştirilmekte ve böylece kırsal bölgenin ziraatla uğraşması halkın büyük çoğunluğun yarı köleliği bir defa daha kanunla tesbit olunmaktaydı.354 VII’nci asrın ikinci yarısı, ayni zamanda, Bizans imparatorluğunun kuzey hududunda, aşağı Tuna sahillerinde, yeni Bulgar krallığının kurulması ile karşılaşmıştır. Bu krallığın sonraki tarihi imparatorluğun yazgısı için son derece önemli olacaktı. Bu ilk devre için Hun (Türk) neslinden olan eski Bulgarlar sözkonusudurlar. Konstan II zamanında Asparuh’un (İsperih) sevk ettiği bir Bulgar kafilesi, Hazarlar tarafından Azak denizi kenarındaki steplerin batısında çekilmeğe zorlandıkca, Tuna vadisi, düzlüklerine yerleşti ve sonraları, bir az daha güneye ilerleyerek Bizans imparatorluğunun bu gün Dobruca yenilgiyi kabul eden kısmına etki etti, sızdı. Bu Bulgarlar, V. N. Ziatarski'nin gösterdiği gibi, önce Bizans ile bir anlaşma yapmışlar ve Tuna hududunu diğer Barbarların hücumlarına karşı korumağı söz vermişlerdi. Bu iddianın doğru olup olmadığını tesbit etmek güçtür; çünkü Bulgarların iptidai tarihi hakkında pek az malumatımız vardır. Her ne hal ise, böyle bir anlaşma meydana gelmiş olsa bile uzun müddet mer’iyet mevkiinde kalmamıştır. Bulgar kütlesi imparatorun son derece endişesini mucip oluyordu ve 679’da Konstan bu kavme karşı bir sefer yaptı. Bu harp Bizans ordusunun tam bir yenilgiyle neticelendi ve imparator bunlarla akdetmek zorunda kaldığı bir anlaşma gereğince Bulgarlara yıllık bir vergi vermeği ve bunlara Tuna ile Balkanlar arasındaki havalileri, yani eski Mesya ve küçük Skitya (bugünkü Dobruca) vilayetlerini terk etmeği kabul ediyordu. Tuna düzlüklerine ve Karadeniz sahil bölgesinin bir kısmı Bulgarların elinde kaldı. Bizans imparatoru tarafından tanılamış olan yeni kiralık, imparatorluk için tehlikeli bir komşu oldu. Bulgarlar, siyasi mevkilerini kuvvetlendirdikten sonra, tedrici surette memleketlerinin hudutlarını genişlettiler ve komşu vilayetlerdeki kesif Slav nüfusu ile ihtilafa düştüler. Yeni gelenler Slavlara askeri teşkilat ve disiplini öğrettiler. O zamana kadar tek tek gruplar halinde yaşamış olan Balkan yarımadası Slav kabileleri arasında birleştirici bir rol oynayan Bulgarlar yavaş yavaş Bizans için, pek tabii olarak, şayanı arzu olmayan kuvvetli bir devlet kurdular. Sonraki devirlerde Bizans imparatorları Slavlar ve Bulgarlara karşı birtakım askeri seferler yapmak zorunda kalmışlardır. Sayıca Slavlardan zayıf olan Asparuh’un Bulgarları az müddet sonra Slavların kuvvetli tesiri altında kaldılar. Bulgarlar arasında özellikle, ırk bakımından, büyük değişiklikler husule geldi; bunlar kaynağı Türk olan milliyetlerini tedrici surette kaybettiler ve IX uncu asrın ortalarına doğru hemen hemen tamamıyla sallaştılar. Buna rağmen bunlar bugün dahi eski isimleri olan Bulgar adını taşımaktadırlar.355 Araplarla barış anlaşması yaptıktan sonra derhal Bulgarlar üzerine yapılacak bir seferin hazırlıklarına başladı ve daha 680'de de savaş patlak verdi. Bir taraftan Anadolu'dan gelip Trakya üzerinden sevk olunan Bizans süvari birlikleri Tuna'yı geçerken, diğer taraftan da büyükçe bir Bizans filosu imparatorun şahsi idaresi altında Karadeniz'i geçerek Tuna ovasının kuzeyinde karaya çıkarıma yaptı. Fakat bataklık olan arazi Küçüksiphayioğlu, -,A.g.e, s. 219 Vâsiliev, 1943,A.g.e, s. 179 354 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 70 355 Vâsiliev, 1943, A.g.e, s. 178 352 353

97


Bizanslılar için askeri harekâtı güçleştirmekti' idi. Ayrı arazi yapısı ise Bulgarlara, üstün olan düşmanların her türlü ciddi saldırısından kaçmak, korunmak imkânım bahşediyordu. Bizans ordusu bir başarı elde edemeden kuvvetini yitirdi ve nihayet, imparator da hastalanıp orduyu terk etmek zorunda kalınca, geri dönmeye başladı. Tuna geçilirken ordu Bulgarların saldırısına uğradı ve ağır kayıplar verdi; Bulgarlar geri çekilen düşmanı izleyerek Tuna'yı geçtiler ve Varna bölgesine girdiler. Bu suretle Konstantinos IV.'un seferi, önlemeye çalıştığı felaket bizzat davet etmiş ve düşmana atacağı kesin atacağı kolaylaştırmış oluyordu.356 Bulgarların akın yaptıkları arazi o zamanlar geniş ölçüde lslavlaşmıştı; Burası Severler ve diğer yedi Slav kabilesi tarafından iskân edilmişti. Bunlar Bulgarlara Vergi vermeyi kabul ettiler ve görünüşe göre onlarla birlikte Bizanslılara karşı savaşa katıldılar. Eski Mocsia eyaletinde, Tuna ile Balkan dağları arasındaki bölgede, bir Bulgar -İslav devleti kuruldu. Bu suretle Bulgarların, lslavlar tarafından işgal edilmiş Balkan yarımadasın kuzey doğu kısımlarına girişi burada devlet teşekkülü oluşumunu çabuklaştırdı ve ilk güney İslav devletinin kurulmasıyla sonuçlandı. Bulgarlar ve Islavlar her ne kadar önceleri birbirinden ayrı iki millet grubu teşkil ve uzunca süre daha Bizans kaynaklarınca açık bir şekilde birbirinden ayıran edilmişlerse de, yavaş yavaş Bulgarlar İslav kitlesi içinde eriyeceklerdir. Bizans imparatoru ortaya çıkmış olan durumu resmi bir barış antlaşmasıyla tanımaya mecbur oldu ve hatta "Roma adına vurulan en büyük bir zillet"(hor görme) olarak genç Bulgar devletine her yıl bir miktar ödemeyi kabul etli. Bununla Bizans arazisinde ilk defa olarak bağımsız bir devlet ortaya çıkmış ve bu şekliyle Bizans tarafından tanınmış oluyordu. Bulgar işgali Bizans imparatorluğuna mal olduğu gerçek ziyan her ne kadar olduğunu ise de, bu olayın en geniş ölçüde önem taşımaktadır. Aslında, fethedilen arazi İslav göçünden beri Bizans hâkimiyet sahasından fiilen çıkmış bulunmaktaydı.357 İslavları Anadolu'ya naklederek bunları Opsikion thema'sında stratioles olarak yerleştirdi. Böylece II.Konstans zamanında başlayan, İslavların Anadolu'ya iskân siyasetine, çok daha büyük ölçülerde devam edilmiş oluyordu. Rivayette göre bu tarihte Opsikion'a iskân edilen İslav kabileleri 30 000 kişilik bir ordu çıkaracak kuvvette idiler. Yeni güçlerin bu şekilde akıp gelişi sadece Bizans ordusunun önemli çapta çoğalması anlamına gelmekle kalmamakta, ayrı zamanda hiç şüphesiz, düşman akınlar ile tahrip edilmiş olan bölgenin iktisadi bakımdan kalkınmasına da katkıda bulunmakta idi.358 İslavları mümkün olan en büyük sayıda devlet arazisine çekmek ve bunları yeni teşkil olunan thema'larda stratiotes ve köylü olarak iskân etmek gayreti içindedir. Bizans devletinin 7. yüzyıldan beri gerçekleştirdiği içten yenilenme, her şeyden önce kuvvetli bir köyü sınıfının zuhuruna ve yeni stratiotes'ler ordusunun teşkiline, yani küçük arazi sahipliği kurumun güçlenmesine dayanmaktadır; çünkü toprağa yerleşen stratiotes'ler de küçük arazi sahibidirler. Orduda hizmet görevi uygulamasında stratiotes'i genellikle, görev yükümlülüğünü taşıyan asker mülkünü de üzerine alan en yaşlı oğlu izlemekte idi. Stratiotes'in geri kalan evlatlarını ise, bakımsız kalmış arazinin çokluğu kendilerine tabii bir uğraşı sahası açan bağımsız köylü nüfusunun artmasını sağlıyorlardı ve köylü de ayrı şekilde stratiotes sınıfına sokulabilirdi. Hür köylüler ve stratiotes'ler bu sınırı teşkil ederler ve bu sınıf artık Bizans imparatorluğunun taşıyıcı gücü haline gelmektedir. Erken Bizans devrinde manzaraya hâkim olan büyük arazi sahipliği kurumun 6. dan 7. yüzyıla geçişte vuku bulan burhan devresinde kuvvetle gerilemiş ve daha sonra da şiddetli düşman akınları uğramıştı. Eski büyük çiftliklerin bir taraftan Avar ve İslavların, diğer taraftan da İranlıların ve daha sonra da Arapların bu saldırılarını çoğunlukları ile atlatabilmiş olmaları pek düşünülemez. Görebildiğimiz kadarı ile bunların çoğu mahvolmuş ve yerlerini küçük arazi sahipliği kurumu almıştır. Terk edilmiş topraklan mülkiyetlerine geçiren bu köylüler ve yeni themalar ordusunun stratiotes'leri. Böylece Bizans kırsal bölgesinde de, imparatorluğun sosyal yapısını yeni bir temele oturtan ve gelişmeyi yeni yönlere doğrultan bir değişiklik vuku bulmuş oluyor. Buna karşılık Bizans'ta şehir hayatı güçlü bir devamlılık gösterir. Batıdakinden ayrı olarak şehir hayatı Bizans dünyasında kesintiye uğramamıştır. Düşman akınları yüzünden Harap olmuş ve bu sebeple Balkan yarımadasının Bizans hâkimiyetinden çıkan büyük kısmında şehir hayatı uzunca bir süre için ortadan kakmış idiyse de, Bizans hâkimiyeti altında kalmış bulunan Anadolu'da şehirler varlıkların korumuş ve bunların sayısı kayda değecek derecede gerilememiştir. Erken ortaçağ içinde Bizans şehir hayatı hakkında pek eksik bilgimiz olmasına rağmen, birçok Bizans şehrinin ticaret ve zenaat merkezleri olarak önemlerini muhafaza ettiklerinde şüphe yoktur ve bunu, Bizans’ta para iktisadiyatının, hâkimiyetini korunmuş olması vakıası da açıklayıcı demettedir. Şehir hayatı, Bizans 356 357 358

Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 117 (Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 117) (Ostrogorsy, 2011,A.g.e, s. 122)

98


gelişmesinin devamlılığının esas ürünüdür. Geleneksel devlet şeklinin ve maddi ve manevi anlamda antik kültürün devamını sağlayan budur. Bizans köyünde vücuda gelen yeni şartlar en açık şekilde, erken ortaçağda Bizans köylüsünün günlük yaşantısının bir tablosunu çizen meşhur köylüler Kanunu’nda ses bulmuştur. (herkez duymuş). Nomos Georgikos sanki özellikle ıssızlamış, sahipsiz kalmış arazinin kolonizasyonu esnasında meydana gelen yeni yerleşim yerlerini göz önünde tutmuştur. Tekrar- tekrar ormanlık arazinin ağaçlarının sökülmesinden ve bakımsız arazinin ekilebilir bir hale getirilmesinden bahsedildiği için köy iskân yerlerinin ormanlık bölgede bulunduğu itibar uyanıyor. Hukuki durumların bu kanunun düzenlediği köylüler bağımsız arazi sahipleridir. Bunlar her hangi bir büyük arazi sahibine değil, sadece devlete karşı vergi ödeyici olarak yükümlüdürler. İstedikleri yere göçmek hakları sınırsızdır. Hiç şüphesiz bu, o zamanlarda Hiç bağımlı köylü bulunmadığı anlamına gelmemekle beraber, bağımsız köylülerin geniş bir tabaka teşkil ettiğini ve o sıralarda köylü mefhumu ile her şeyden önce bağımsız arazi sahiplerinin anlaşıldığını göstermektedir. Kanun bunları dikkate değer bir şekilde mal ve mülklerinin efendileri olarak zikr359 ediyor. Başkaca bunlar sadece arazi ve hayvanlara değil, bazen hatta Bizans zirai hayatında hala hiç de önemsiz bir rol oynamayan kölelere de sahiptirler. Tek-tek şahısların sahip oldukları mülkiyetin korunması hususunu köylüler kanunu özelikle göz önünde bulundurmaktadır.360 Tarlalar, bağ ve meyvelikler ve bahçeler köylü ve ailesinin tam ve şahsi mülküdür ve bazen hatta Ormanlıklar bile şahsın özel mülkiyetindedir, amma özel mülk aslında, köy, cemaatinin tesalnip ettiği arazinin taksiminden doğmuş olduğu için gerektiğinde tamamlayıcı mahiyette yeni paylaşılmalar yapılabilir. Köy arazisinin bazı kısımları ise hiç taksim edilmeden cemaatin mülkiyetinde kalır. Otlaklardan müştereken faydalanılır ve köyün hayvan sürüsü, ücretini cemaatin ödediği çobanların nezaretinde bulunur. Özellikle Bulgar hanı Tervel, eski ortağı II. Iustiniano'un intikamı hırsı sıfatiyle onun katili alan yeni Bizans imparatoruna karşı savaş açmak fırsatını kaçırmadı. İstanbul surları önüne kadar ilerleyerek Bizans başşehrinin civarını yaktı yıktı; kibar Bizanslıların yaz aylarını geçirmek itiyadında oldukları şehir varoşlarının zengin villa ve çiftlikleri Bulgar sürüleri tarafından yağmalanıp tahrip edildi. Tervel'in hiç bir direnme ile karşılaşmadan bütün Trakya'yı bir baştan diğerine geçip İstanbul surları önüne kadar ilerleyebilmiş olması, Bizans savaş birliklerinin devletin Avrupa'daki kısmında ne kadar güçsüz kalmış olduklarını göstermektedir. Durumu kurtarmak için Opsikion thema'smdan birliklerin Boğaz'ın karşı kıyısına geçirilmesi icap etti. Fakat Opsikionlular Philippikos'a karşı ayaklandılar ve imparator 3 Haziran 713'de tahtından indirilerek gözleri kör edildi. Sonraki olayların merkez noktasında o değil, Anatolikon thema'sının strategos'u olan Leon bulunmaktadır. İsim yapmamış bir aileden gelen bu zat kuzey Suriyeli idi, fakat Iustinianos ll.'un ilk hükümdarlık devresinde bu imparatorun tehcir siyaseti uygulamaları sırasında ebeveyni ile birlikte Trakya'ya yerleştirilmişti. Bu onun için kaderin bir lütfü idi; çünkü "Burnu kesik imparator" on yıllık sürgün hayatından sonra 705 yılında Trakya'dan geçerek, babaların tahtını tekrar ele geçirmek üzere İstanbul'a giderken bu genç straliotes onun hizmetine girmişti. Leon bu hareketine mükâfaten spatharios tayin olundu ve önce Iustinianos II. sonraları da onun kısa aralıklarla birbirini izleyen halefleri devrinde yükselmeye başladı. Kumanda mevkilerini en liyakatli kumandanlarla doldurmaya çalışan II. Anastasios onu Anatolikon thema'sının strategos'luğuna tayin ederek en büyük ve en önemli Bizans eyaletlerinden birisinin başına getirmiş oldu. Leon bu mevkiini, Anastasios II'un sukutunu müteakip zayıf Theodosios III'a karşı ayaklanmak suretiyle, imparatorluk tahtına sahip olmak için bir sıçrama tahtası olarak kullandı.361 Bulgarlar kendilerine karşı dostluk izhar etmiş olan Justinian’ın katlinin Bizans İmparatorluğu Tarihi intikamını almak üzere, güneye doğru yürüdüler ve İstanbul’a kadar geldiler.362 II. Justinianus'un 711 yılında bir darbe ile öldürülmesinden sonra tahtta çıkan imparator Philippikos devrinde (711-713) Tervel, Justinianus'un intikamcısı olarak ortaya çıktı ve Bizans'a savaş açtı. Altın Kapı'ya kadar gelerek şehrin civarını tahrip eden Tervel'e karşı Bizans ilk anda hiçbir şey yapamadı. Kısa zaman sonra Philippikos, Opsikion theması birliklerinin Tervel'e karşı mücadele için Trakya'ya geçirilmesini emretti. Ancak bu birlikler imparator Philippikos'a karşı ayaklandılar ve onu tahttan indirerek yerine II. Anastasios'u (713-715) getirdiler. Böylece Bulgarlara karşı Bizans yine hiçbir şey yapamamış oldu. II. Anastasios'un tahttan indirilmesi ve yerine III.

Anma, düşünme, hatırlama ve söz konusu etme anlamlarına geliyor. 2011, A.g.e, s. 128 361Ostrogorsy, 2011,A.g.e, s. 145 362Vâsiliev, 1943,A.g.e, s. 290 359

360Ostrogorsy,

99


Theodosios 'un (715-717) geçmesi ile bağlayan süreçte Anastasios'un363 tekrar tahtı elde etmek için çalışmalar yaptığı görülmektedir. Nikephoros'un kaydına göre Anastasios Bulgar topraklarında yaşayan ve onları çok iyi tanıyan Sisinnos Rhendakios'a mektup yazarak kendisine yardım etmesini ve işbirliği hususunda Bulgarları ikna için başararak yapmasını istedi. Sisinnos bu teklif doğrultusunda Bulgarları ikna etmeyi başararak Anastasios'a olan sadakatini göstermiş oldu. Bulgarlardan oluşan bir ordu ile hareket eden Anastasios ve Sisinnos Selanik'e kadar geldiler. Ancak imparator III. Theodosios durumun ciddiyetini anlayarak hemen Bulgarlara haber gönderdi ve barış yapmalarını ayrıca düşmanlarını kendisine teslim etmelerini istedi. Bulgarlar bu durum karşısında yaplıklarının yanlış olduğunu anladılar ve imparatordan bağışlanmalarını isteyerek barış sözü verdiler. Ayrıca onlar imparatorun istediği esirleri göndereceklerini de kabul ettiler ve Anastasios ile birlikte Selanik'li din adamlarının da aralarında olduğu pek yok esiri imparatora gönderdiler. Nikephoros'un kaydettiği bu olay herhalde 716 yılında yaşanan olay olmalıdır. Zira Bizans'ın Tervel364 ile anlaşma yapmak istemesinde imparatorun hâkimiyetini devam ettirme isteği olduğu gibi, herhalde Araplarla olan mücadelenin başlayacak olmasının da etkisi bulunmaktadır. Bu nedenle Bizans Tervel ile anlaşma yapmayı uygun görmüştür. Buna göre; imparatorluk Tervel'e yıllık vergi vermeyi kabul ederken, değerli hediyelerle birlikte 30 libre altın göndermeyi, iki ülke arasındaki pazarların serbest bırakılmasını, esir ve mülteci değişimini ve iki ülke tüccarlarının serbest ticaret yapmaları gibi bir takım maddeleri kabul etmiştir. İmparator III. Theodosios bu anlaşmayı yapmayı istemiş olsa bile kabule pek yanaşmamıştır. Ancak kendisinden sonra gelen imparator III. Leon (717-741) bu anlaşmayı kabul etmiştir. Üstelik Tervel'in 717 yılında Arapların İstanbul'u kuşatmalarında hiçbir zorunluluğu yokken Bizans'a yardım ettiği bilinmektedir ki bu da Tervel'in pek de hak etmediği halde hala Bizans'a bağlı olduğunun bir göstergesidir.365 Leon III tahta çıktığı esnada imparatorluk, tarihinin en nazik devirlerinden birini yaşıyordu. İmparator ile bilhassa Justinian II’nin ilk halinden sonra tecavüzkâr bir tavır takınmış olan Bizans aristokrasisi mümessilleri arasındaki mücadele yüzünden husule gelmiş olan müthiş dâhili anarşiye şarkta, payitahta yaklaşan Arap tehlikesi inzimam Leon’un İstanbul’a girişinden yalnız birkaç ay sonra, 717 de, Bergama’dan hareket eden Araplar, şimal istikametinde ilerlediler ve Çanakkale Boğazında kâin Abidos’a ulaştılar, Rumeli sahiline geçtiler ve az bir müddet sonra kendilerini payitaht surları önünde buldular. Diğer taraftan açlık ve 717-718 kışının son derece şiddetli oluşu Müslüman ordusunun hezimetini tamamladı. Leon III’ e bir anlaşma ile bağlı bulunan, fakat kendi memleketlerini savunma için harbeden Bulgarlar dahi Araplara karşı, Trakya’da, mücadele ettiler ve bunları ağır zarara uğrattılar.366 İzavriya sülalesi imparatorları Bulgarlarla İlişkiler bulundular. Kısa bir zamandan beri aşağı Tuna’da mühim bir mevki ihraz etmiş olan Bulgarlar Asparuh’un eserini yıkmağı istihdaf eden Bizans’ın teşebbüslerine karşı siyasi varlıklarını savuma etmek mecburiyetinde kaldılar. Bulgar krallığının VIII’nci asırdaki vaziyeti son derece karışıktı. Bir taraftan Bulgar kafileleri ve bunların reisleri “han” yüksek unvanını almak için aralarında mücadele ediyorlar ve bu suretle birtakım hanedan buhranları husule getiriyorlardı; diğer taraftan Bulgarlar, daha henüz yeni fatihler “713’te tahta çıkan II. Anastasius da iki yıl kalabildi ve yerini Tervel ile 716 yılında bir barış antlaşması yapacak olan 3. Theodosius aldı. Bu antlaşmaya göre sınır Burgaz körfezi hizasına inmiştir ve yıllardır aksadığını tahmin ettiğimiz haraç da düzene sokulmuştur. Ayrıca ticaretin gelişmesi için anlaşılmıştır.33 Bu ilişkinin sonucu, 717 718’deki İstanbul kuşatmasında Bulgarların Araplara karşı Bizanslılara yardım etmesi olmuştur.” Osman Karatay, Tuna Bulgar Devletinin İlk Asrı: 364 “Asparuh'tan sonra yine Dulo ailesine mensup muhtemelen Asparuh'un oğlu olan Tervel (700-718) Bulgar hanı olmuştur. Tervel Han, Bizans İmparatoru II. Justinianus'la iyi ilişkiler kurmuş ve onun başlıca destekçisi olmuştur. II. Justinianus, tahttan indirilip Kırım'a sürgün gönderildiğinde oradan kaçmayı başarmış ve Bulgar hükümdarı Tervel'in yanına sığınmıştır. Tervel, tekrar tahta çıkması için ona yardımda bulunmuş ve bunun karşılığında kendisine muhteşem hediyeler ve Caesar unvanı verilmiştir. Bu unvan eski önemini kaybetmiş olmasına rağmen, hala bu dönemde imparator unvanından sonra Bizans'ın en yüksek şeref unvanıdır. Caesar unvanının alınışı Bulgar Krallığı açısından önemlidir. Çünkü onu vermekle Bizans, Tuna Bulgar Devleti'ni bir kez daha hukuki açıdan tasdik etmiş oluyordu. 712 yılında II. Justinianus'un ölümünden sonra Tervel, Trakya'yı istila etti ve İstanbul surları yakınına gelerek bölgeyi yağmaladı. Tervel Han, Bizans İmparatoru III. Theodosius'la, 716 yılında Bulgar Devleti'yle Bizans arasındaki sınırı belirleyen bir barış anlaşması yaptı. Buna göre iki devlet arasındaki sınır, Kuzey Trakya'dan yani Burgaz Körfezi'nden başlayarak Edirne-Filibe yolunun Meriç nehri ile kesiştiği hat oluyordu. Bu şekilde Bulgar Krallığı, güney sınırı bakımından Trakya Ovası'na doğru genişlemiştir. Ayrıca bu anlaşma ile Bizans, Bulgarlara 30 lidre altın değerinde yıllık haraç ödemeyi kabul etmiş ve iki devlet siyasi mültecilerini birbirine teslim etmeyi taahhüt etmiştir. İki devlet arasındaki ticari ilişkiler de yine bu anlaşma ile belirlenmiştir.” Tuna Bulgar Devleti (679-1018) / Ayşe Kayapınar 365 Küçüksiphayioğlu, -, A.g.e, s. 223 366Vâsiliev, 1943,A.g.e, s. 300 363

100


olduklarından, hâkimiyetleri altına almış oldukları yarımada Slavlarına karşı mücadele etmek mecburiyetinde idiler. VI’inci asrın sonu ve VIII’nci asrın başlangıcı Bulgar hanları kendilerinin en tehlikeli düşmanı olan Bizans imparatorluğu ile olan ilişkilerinde çok büyük bir maharet gösterdiler. Bulgarların, Bizans tahtı üzerinde, hak iddiasında bulun an Justinian II’yi himaye etmiş ve Leon III’ e, bu imparatorun Arapları İstanbul’dan tart etmek için yapmış olduğu mücadelede, geniş yardımda bulunmuş olduklarına yukarıda işaret etmiştik. Bu hadiselerden sonra Bizans yazarları, Bulgarlar hakkında, otuz senelik bir devre için, bir tek kelime dahi yazmamaktadırlar. Leon III un zamanı saltanatında Bulgarlar imparatorluk ile aralarındaki sulhu korumaya başarılı oldular. Konstantin V’in zamanı saltanatında Bulgarların Bizans’la olan ilişkisi gerginleşti. Şark hududundan kaldırılmış ve Trakya’ya yerleştirilmiş olan Suriyeliler ve Ermenilerin yardımıyla imparator, Bulgar hududu boyunca, birtakım sağlamlaştırma vücuda getirdi. Bulgarların İstanbul elçisi Konstantin’den oldukça yüçe bir Anlayış gördü. Bu hadiseleri müteakip Bulgarlar askeri harekâta başladılar. Konstantin bunlara karşı, karadan ve denizden, sekiz yahut dokuz sefer icra etti: esas gaye Bulgar krallığım imha etmekti. Bu seferler, çeşitli safhalar göstermek suretiyle, devam ettiler ve en nihayet Konstantin gayesine vasıl olamadı. Bununla beraber bazı yazarlar Konstantin’i Bulgarlara karşı yapmış olduğu sabırlı mücadeleden ve vücuda getirmiş olduğu birçok kalelerden dolayı ilk Bulgar öldürücüsü (Bulgaroktonus) tesmiye etmektedirler. Bulgarların sülale karışıklıkları V, III inci asrın son senelerinde sona erdi; aynı zamanda Bulgarlar ile Slavlar arasındaki tezat hafifledi. Bu, Slavlarmış ve Bizans imparatorluğuna karşı gayet vazıh saldırı projeleri besleyen kuvvetli bir devlet haline gelmiş olan IX uncu asırdaki Bulgaristanın kuruluşunun başlangıcı idi. Bulgarların bu tecavuzi politikası VI. Konstantin ve annesi İren’in zamanı saltanatında acık bir surette kendini gösterdi: Bizans imparatorluğu vahim askeri başarısızlık sonra, Bulgarlara vergi vermeğe katlanmak mecburiyetinde kaldı. V Konstantin, devrine dahi aittirler: Veba bütün dünya yüzüne yayıldıktan sonra bütün Peloponnes Slavlaştı ve barbarlaştı. İtalya’dan gelmiş ve özellikle güney Yunanistan ve İstanbul’da büyük zarar yapmış olan 746-747 senesi müthiş salgınını kast etmektedir. Afet geçtikten sonra payitahtı tekrar nüfuslandırmak için Konstantin İstanbul’a çeşitli vilayetlerden insanlar getirtti.367Daha 746 yılında Konstantino V. kuzey Suriye'ye girerek sülalesinin yurt şehri alan Germanikcia (Maraş)'yı zaptetti. İmparator Bizans'ın başarılı kolonizasyon politikasına uygun olarak büyük sayıda esiri, 9.yüzyılda hala Süryani- Monolizit kolonilerinin varlıklarını koruduğu uzak Trakya'ya yerleştirdi368 26 Ekim 740'a kadar şehrin 129 yıl depremden uzak bir hayat sürdüğü görülüyor. Fakat kaynaklara geniş şekilde aksetmiş olan 740 yılı depremi hem İstanbul'da hem de çevresinde büyük tahribat yaptı. Theophanes ve Kedrenos'un verdikleri bilgiye göre, 45 imparator Ill. Leo'nun hükümdarlığının son yılında 26 Ekim günü öğle saatlerinde İstanbul çok şiddetli bir depremle sallanmış, birçok kilise, manastır ve büyük bina yanında Aya irini kilisesi de kısmen yıkılmıştı, ayrıca Kserolophos'da duran imparator Arcadius'un anıtı başta olmak üzere birçok heykel yere yuvarlanıp parçalanmıştı. Aynı zamanda kara surunun büyük bir kısmı da parçalanmış ve çöken evlerin altında kalan pek çok insan ölmüştü. Ayrıca Trakya bölgesindeki şehir ve kalelerin çoğu yıkılmış, fakat en büyük tahribat yine Bithynia bölgesinde olmuştu. İzmit ve Karamürsel şehirleri büyük zarar görmüş, tek bir kilisenin ayakta kaldığı İznik yok olmuş ve deniz bazı yerlerde kendi sınırlarından geriye çekilmişti. Aynı yıl Kasım ayında vuku bulan ikinci bir deprem de yeni zararlara neden olmuş ve sarsıntılar bir yıl boyunca devam etmişti. 718 ile 756 yılları arasında hüküm sürmüş hükümdarlar döneminde Bizans ile Bulgar Devleti arasındaki ilişkiler nispeten sakin görünüyor. Ancak bu barış dönemi, V. Konstantinos'un (741-775) Bulgar sınırında kaleler inşa edip buralara Suriyeli ve Ermeni göçmenleri askeri sınıf olarak yerleştirmeye başlamasıyla son bulmuştur. Buna karşı Bulgarlar inşa edilen kaleler için haraç istemişlerdir. Muhtemelen burada yeni bir haraç değil de, 716 yılındaoluşturulan edilen miktarın artırılması söz konusu idi. Ancak Bulgar elçileri bu konuyla ilgili olarak Bizans'ın ret cevabı ile karşılaşmışlardır. Bu durum Bulgarlar tarafından bir savaş vesilesi sayılıp 755'te Trakya'ya girerek Anastasios'un suruna kadar ulaşmışlardır. Fakat yenilerek geri çekilmek zorunda kalmışlardır.369

367Vâsiliev,

1943, A.g.e, s. 304 2011,A.g.e, s. 155 369 İzvoriza Bılgarskata istoriya, haz. Iv. Duyçev, G. Tsankova-Petkova, V. Tıpkova-Zaimova, L. Yonçev, P. Tivçev, c. 6/kısım 3, Sofya 1958, s. 269-270. 368Ostrogorsy,

101


İmparatorun 752’de Armenia ve Mezopotamya bölgelerine yaptığı sefer daha da başarılı oldu. İki önemli sınır kalesi alan Erzurum ve Malatya Bizanslıların eline geçti. Esir alınanlar yeniden Trakya'ya, Bulgar hududuna yerleştirildi.370 İmparator V. Konstantinos devrinde (741-775) Bulgarlarla savaş devam etti ve imparator onlara büyük seferle cevap verdi. Buna sebep belki Bulgarlar'ın Bizans'ın hiç ummadığı şekilde imparatorluk arazisine saldırıda bulunmaları olduğu gibi imparatorun Malatya ve Erzurum'dan tehcir ettirdiği insanları Trakya 'ya yerleştirmek iyin bu bölgelerde kasaba ve şehirler inşa ettirmeye başlaması ve bunun Bulgarları rahatsız etmesi de olabilirdi. Theophanes'in kaydına göre 755 veya 756'da gerçekleşen bu olayda Bulgarlar Tervel 'in 718 yılında ölümünden sonra haleflerinden biri olan hanları muhtemelen Kormişos liderliğinde herhalde imparatorluğun bu şehirleri yaptırmak için çok parası olduğunu düşündüklerinden haraç istemeye başladılar. İmparator onların bu cesur çıkışlarına çok sinirlendi ve harç istemek için gönderilen elçileri aşağılayarak huzurundan kovdu. İmparator V. Konstantinos'un bu tavrına çok kızan Bulgarlar Uzun Sur'un olduğu bölgeye, hatta başkentin önlerine kadar gelerek etrafı yıktıktan ve pek çok Bizanslıyı esir aldıktan sonra geri çekildiler. Donanmayı Karadeniz yoluyla Tuna Nehri civarına gönderirken ordu da Bulgar topraklarına girdi. Bizanslılar her tarafı ateşe verdiler371 VIII. yüzyılda, Süryanilerin örgütlü bir biçimde Trakya'ya iskân edilmesine ilişkin verilere sıklıkla rastlarız. Bununla birlikte, yeni göçmenler arasında en çarpıcı olanları, birçoğu zorlamaya gerek kalmaksızın, kendiliğinden gelen Ermenilerdi. Ermeniler kusursuz askerlerdi ve artık İllirya'daki asker deposundan yoksun kalmış olan İmparatorluk, onlara gereksinim duyuyordu. Aslına bakılırsa, Ermenilerin göçü VI. Yüzyılda başlamıştı ve Mavrikios'un hükümranlığından itibaren, Bizans ordusunun belkemiğini oluşturur olmuşlardı. Ermenilerin İmparatorluğa sızması; yüzlerce yıla yayıldı. Birçoğu Kapadokya'ya ve Anadolu'nun doğu kesimlerinde, ilk yurtlarına yakın başka yörelere, bazıları Trakya'ya, bazıları da Pergamon (Bergama) bölgesine yerleştiler. Sayılarının kabaca bir tahminini vermek bile olanaksızdır. Gel gelelim, Slavların tersine, Ermeniler çabucak seçkin konumlara, hatta imparatorluk tahtına kadar yükseldiler ve Orta Bizans dönemi boyunca imparatorluğun askeri örgütüne egemen oldular.372 Bu suretle Arap tehlikesi kuvvetini kaybederken Bulgar sorunu tehdit edici bir şekilde ön plana geçti. Konstantinos V.'un Trakya'nın korunması için aldığı tedbirler, Bizans hükumetinin Bulgar sınırında şimdiye kadar sürüp giden barınış halinin devam edeceği düşüncesini terk ettiğini göstermektedirler. İmparator Bulgar devletine karşı dokuz sefer yaptı. Gerginlik en şiddetli safhasına, 762'de saldırgan Bizans düşmanı istikametin bir temsilcisi olan Teletz uzun iç mücadelelerden sonra Bulgaristan'da hâkimiyeti Bizans imparatoru bunlara, seleflerinin büyük İslav kitleleri iskân etmiş oldukları Bithynia'da ikamet yerleri gösterdi. Bu suretle Anadolu Thema’larındaki İslav unsuru yeniden ve şiddetle kabardı.373 Bulgar hanının Trakya'ya akınının Konstantinos V. büyük ölçüde Bir saferle cevaplandı. Kendisi bizzat ordu ile Trakya üzerinden düşman374 arazisine giderken, büyükçe bir Bizans süvari kuvvetini Tuna etrafında kıyıya çıkaran bir filoyu da hareketle geçirdi. Tuna'dan güneye doğru yönelen süvari kuvveti, Trakya'dan kuzeye saldıran imparatorun ordusu ile Karadeniz sahilinde Ankhialos yanında birleşti. Burada 30 Haziran 763'de375 sabahın ilk ışıklarından akşam karanlık basıncaya kadar sürüp Bulgarların tam bir hezimeti ile nihayet bulan kanlı bir savaş meydana geldi. V.Koustantinos, hükümdarlık devresinin bu en büyük zaferini İstanbul'a merasimle girerek ve hipodromda büyük şenliklerle kutladı. Teletz'e gelince bir isyana kurban gitti ve Bulgaristan bundan sonra yıllarca mütemadi isyanlar ve hükumet değişmelerinin bir sahnesi haline geldi. İdareyi bazen Bizans yanlısı, bazen Bizans düşman istikamet ele geçiriyor, fakat son kalan daima Bizans imparatorunun elinde bulunuyordu. Çünkü imparator Bulgaristan’ın iç işlerinde hakem alma hakkını kullanmakta ve durumunun Bizans için uygunsuz bir safhaya intikalinde silahla müdahale etmekte idi. Ancak 770 yılında kudretli bir şahsiyet olan Telerig iktidarı, ele alınca Bulgaristan kendisini toplayarak yeniden eski savaş gücünü kazandı. Bunun üzerine Konstantinos V. 773 ilkbaharında, 763 370

Ostrogorsy, 2011,A.g.s, s. 156 Küçüksiphayioğlu, -)A.g.e 372 Mango, 2008,A.g.e, s. 33 373 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 156 374Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 156 375 Ankhialos savaşı 30 Haziran 763 tarihinde iki birlik çatışmaya girdi. Çatışma bir gün boyunca sürdü. Hava kararana kadar devam etti. Bizans birlikleri, Bulgar birliklerinin neredeyse tamamını öldürdü. Bulgar İmparatoru Telets, hem kara birliklerinde hem de deniz sahasında aldıkları büyük kayıplar sonucunda çatışma alanından kaçtı. Savaş alanında Bizanslılar tarafından çok sayıda öldürülmüş ve esir alınmış Bulgar kaldı 371

102


seferinin iki cepheli saldırı tabiyesini tekrarlayan ve Bulgarları barış müzakerelerin girişmeye zorlayan büyük bir sefer yaptı. Telerig'in ayrı yılın ekim ayında Tesalya içlerine karışmak idtediği, bir akın da imparatorluk birlikleri tarafından süratle ve kolaylıkla akamete uğratıldı. Bununla beraber Bizans imparatoru bu kadar üstünlüğe sahip olmasına rağmen yine de Bulgarları devamlı bir barış zorlayamadı. Konstantinos V. ömrünün sonuna kadar bunlarla savaşmaya mecbur kalmış ve Bulgaristan'a yaptığı bir esnasında da 14 Eylül 775'de vefat etmiştir. Bu savaşlar Bulgaristan'ı hissedilir derecede zayıflattılar. Askeri kudreti sarsılmış, devlet organizasyonu kötürümleşmişti. Kahraman Telerig bile ülkesindeki karışıklıklar muvacehesinde Konstantinos V.'un halefinin sarayına sığınmaya mecbur kaldı. Bizans devletinin Balkan yarım adası üzerindeki yüksek hâkimiyeti sağlamlaşmış görünmekteydi. Fakat Bulgaristan’ın Bizans'ın can düşmanı olarak gelişmiş olması gelecek için hiç; de huzur verici sayılamazdı. Bu, Bizans dış siyaseti için imparatorluğa iki cephe birden savaş gibi ağır bir mükellefiyet yüklemiş olan yeni bir aktör olmuştur. 376 9 Şubat 790'daki deprem başkent halkını çok korkutmuştu; kimse geceleri evine giremiyordu, herkes bahçelerde veya gökkubbenin altında kurulmuş çadırlarda uyuyordu. Yine Theophanes'in kaydından47, 7 Nisan 796 gece saatlerinde vuku bulan korkunç bir… 4 Mayıs 796'da yaşanan aynı şiddetteki depremin ise İstanbul'u vurduğunu öğreniyoruz. 860 yılındaki şiddetli deprem ile son buldu. Theophanes Continuatus'un bildirdiğine göre48, başkent bu depremden sonra da kısa aralıklarla uzayıp giden sürekli yer sarsıntılarıyla devamlı sallandı. Pek çok bina temeline kadar çöktü, heykeller devrildi, bu arada Yaldızlı Kapı'da bulunan Zafer heykeli de yıkıldı. Bunu 25 Mart-21 Nisan 866 arasına tarihlenen yeni bir deprem takip etti. Şehirde birçok bina yıkıldı ve Deuteron'daki sütunun üzerinde bulunan Azize Anna'nın heykeli yere düşüp parçalandı.49 İstanbul yaklaşık üç yıl sonra imparator I.Basileios'un hükümdarlığının üçüncü yılında, 9 Ocak 869'da Aziz Polyeuctus Festivali'nin Pazar günü başlayan ve artçı sarsıntıları 40 gün 40 gece devam eden, tarihçilerin "Büyük Deprem" adıyla kaydettikleri, aralarında Ayasofya, Azize Meryem ve Havariler Kiliselerinin de bulunduğu çok fazla binanın yıkımına sebep olan bir deprem felaketiyle karşılaştı. Böylece İstanbul 860-870 arasında on yıl boyunca fasılalarla devam eden ve başkent halkını korku içinde bırakan depremlerle sallanıp durdu. Thessalonike (=Selanik) thema'sı, Trakya thema'ları olan Thrakia ve Makedonia ile birbirlerine bağlanmıştır. Nihayet 9. yüzyılın ikinci yansında, Dalmaçya şehirlerini ve mücavir adaları kapsayan Dalmatia thema’sı kurulmuştu. Anadolu srtratiotes377lerinin Sklavinia (Slevenya civarı) bölgesine iskânı Bizans'ın Balkanlardaki durumunun kuvvetlendirilmesi oluşumu zincirinin bir halkasını teşkil ediyordu.378Avar devletinin Büyük Karl tarafından imhası, Pannonia Bulgarlarını da Avar boyunduruğundan kurtarmıştı. Bulgar devleti bu yüzden daha büyük bir kudret ve araziye sahip oldu; Tisza379 suyu kenarında Bulgarlar Frank devleti ile hemhudut oldular. Pliska'380daki Bulgar tahtına, anadan doğma mücadele ve işkal heveslisi bir savaşçı olan Pannonia Bulgar kabile reislerinden Krum geçti ve kısa zamanda Bizanslıların korklu rüyası haline geldi. Bulgar devletine karşı set mahiyetinde Bizans, devletine önemli noktalarını Burgaz, Edirne, Filibe ve Serdika (=Sofya)'ın teşkil ettiği kuvvetli bir korunaklı hat kurulmuştu. Serdika (=Sofya) 809 ilkbaharında Krum tarafından çiğnendi, kalesi tahrip edildiği gibi garnizonu da kılıçtan geçirildi. Bizans imparatoru derhal müdahalede bulundu, Pliska'ya doğru ilerledi ve sonra sağlamlaştırmanın 376Ostrogorsy,

2011, A.g.e, s. 158 pronoia, 11.yy'dan itibaren gözlenmekte olup, aynı tımar sisteminde olduğu gibi sosyal, ekonomik ve askeri açıdan dikkate değerdir. Önceleri merkezi Bizans iktidarına hizmetlerinden dolayı verilen toprak parçalarıyken, zamanla askeri hizmetler karşılığında ve belli kurallar uyarınca kimi kişilere yapılan arazi tevcihleri haline gelmiştir. pronoia umumiyetle mülkiyeti devlete ait bir toprak parçasını işaret eden bir terimdi. Ancak bu gelir kaynağı, toprak yerine bir balıkhane, bir maden ocağı gibi herhangi bir işletme de olabiliyordu. Aynı tımar sisteminde olduğu gibi pronoia sahibi, elinde bulundurduğu arazinin ve gelirinin büyüklüğüne göre orduya askeri hizmette bulunmak durumundaydı. Yine tımara kaynaklık ettiği üzere, bu toprak "stratiotes"i, yani toprak sahibi, tarafından satılamaz ya da herhangi birisine miras bırakılamazdı. pronoia sahibinin ölmesi durumunda toprak devlete geri dönüyordu. osmanlı'daki tımar da aynı mantıkta olmakla birlikte, genellikle aynı toprak ölen sipahinin varisine yeniden tevcih edilirdi. Ancak ilerleyen zamanlarda pronoia sahipleri topraklarını miras olarak bırakabildikleri gibi, merkezi otoritenin konstantinopolis dışındaki bölgelerde tahakkümünü feodal güçlere bırakmaya başlaması ile giderek daha fazla imtiyaz sahibi oldular ve osmanlı tarihinde "tekfur" olarak adlandırılan güçlere dönüştüler 378 Ostrogorsy, 2011,A.g.e, s.182 379 Tisza veya Tisa Orta Avrupa'da bulunan başlıca akarsulardan biridir. Romanya sınırları içinde bulunan dağlardan doğarak bir süre Ukrayna topraklarında akar ve Macaristan'a girer. Burada Slovakya sınırına ufak bir girinti yaparak Sırbistan'da Voyvodina'da Tuna Nehri ile birleşir. 380 Pliska, Birinci Bulgar İmparatorluğu'nun ilk başkentinin ve il başkenti Şümen'in 20 km kuzey doğusunda bulunan küçük bir kasabanın adıdır 377

103


yeniden onartmak üzere Serdika'ya gitti. Nikephoros'un büyük karşın darbesi iki yıl sonra, içinde Anadolu stratiotes'lerinin İslav Balkan bölgesine göç ve iskânı da bulunan etrafı hazırlıklardan sonra oldu. 811 ilkbaharında İmparator I. Nikephoros büyük bir ordu ile sınırın aşarak, Bulgar Han Krum'un barış teklifine aldırmadan Pliska üzerine yürüdü; Bulgar başşehrini tahrip ederek han’ın sarayını yaktırdı. Galip imparator kendisinden büyük bir mahviyetle icra edilen barışı tekrar reddetti: Bulgar devletini ortadan kaldırmakta idi. Adamlarıyla dağlık bölgeye kaçmış olan Bulgar han takip etti. Ancak felaket onu burada yakaladı. Dağ geçitlerinde Bizans ordusu Krum tarafından kuşatılarak son ferdine kadar kılıçtan geçirildi ( 26 Temmuz 811). Bizzat imparator maktul düşünüştü; galip han onuruna katasından, verdiği ziyafetlerde boyar381'larının (=asilzade) şerefine kaldırdığı bin şarap kadehi yaptırdı.382 811’de, muteaddit Bulgar - Bizans müsademelerinden sonra, Nikefor Krum’a karşı büyük bir sefer yaptı: bu sefer esnasında ordusu ile birlikte bir pusuya düşürüldü ve vahim bir mağlubiyete uğradı. Nikefor bizzat harp meydanında maktul düştü(öldü); oğlu Stavrakios ağır surette yaralandı; ordu ise hemen hemen tamimiyle imha edildi. İmparatorun oğlu Staurakios yaralı olarak kaçıp Edirne’ye sığınmış ve burada geçici olarak imparator ilan edilmiştir. Taht kavgaları arasında taç giyen Staurakios tahtını koruyamamış ve kısa süre sonra yerine Mikhael Rangabe imparator olarak tanınmış Staurakios ise keşiş olmuş bir süre sonra da ölmüştür. Valens’in Vizigotlar tarafından harp meydanında öldürüldüğü 378 senesi meşhur Edirne muharebesinden beri hiçbir imparator barbarlara karşı yapılan mücadelede ölmemişti. Krum ölü imparatorun kafatasından bir kadeh yaptırdı ve Bulgar boliad’larını (=asilzade) bu kadehten içmeğe zorladı.

Resim 1 Bulgar Türkleri’nin büyük hanı Kurum Han elinde İmparator Nikiforos’un kafatası ile resmedilmiş;

Boyar, 10. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında Slav ülkelerinde, özellikle de Rusya, Boğdan, Eflak ve Erdel'de toplumda ve devlet yönetiminde yer alan soyluluk unvanı. 382 Ostrogorsy, 2011,A.g.e, s.184 381

104


813 te Krum, kuvvetli bir ordu ile Bulgarlar üzerine yürümüş olan Mihail I’i mağlup etti; Krum ’a karşı mücadele etmek üzere şark hududundan Asya kuvvetlerini geri çekmeğe kadar gidilmişti. Fakat sayıca yeterli olmalarına rağmen Bizans kıtaları ezildiler ve bunların ricati ancak İstanbul surları önünde sona erdi. Aynı sene zarfında (813), Ermeni V. Leon’un tahta cülusundan az bir müddet sonra, Krum “Yaldızlı Kapı”ya (yani İstanbul sularına) mızrağını saplamak üzere İstanbul’u kuşattı. Fakat payitahtı zapta başarılı olamadı ve Bulgar tehlikesi, Krum’un ani ölümünden dolayı, geçici bir süre için, ortadan kalktı. Daha V.Leon’in hayatında, Krum’un ilk haleflerinden ve Bulgaristan’ın başlangıçları tarihinin en mümtaz şahsiyetlerinden, biri olan Omurtag Bizans imparatorluğu ile otuz senelik bir sulh akdetti; bu sulh muahedesi özellikle Trakya’da iki devlet arasındaki hudut hattını tespit ediyordu. Bu hudutların bakiyeleri, toprak setler şeklinde, bugün varlığını devam ettirmektedir. Bulgar-Bizans sulhunun kati olarak akdinden sonra V.Leon, Trakya ve Makedonya’da harap olan şehirlerden bazılarını tekrar inşa ettirdi. Payitaht etrafında dahi, şehri Bulgarların aday saldırılarına karşı daha iyi savunma yapabilmek üzere, daha mı hâkim yeni surlar yaptırdı.383 814 baharı başında başkent, Krum'un hazırlık söylentileri ile çalkalanıyordu. Surları yıkacak mekanizmalar, duvarlarda büyük delikler açabilecek ya da meşale atabilecek mancınıklar, merdivenler ve koçbaşlı kütükler ve bu devasa sistemleri olmaları gereken yere taşıyacak bin öküz ve beş bin demir aksamlı yük arabası ile geliyorlardı. Diğer yandan, imparator da öfke içinde savunma sistemini (özellikle de Krum'a oyun oynanan yer olduğu için büyük ihtimalle saldırıyı başlatacağı düşünülen Blakhernai çevresinde) güçlendirmekle meşguldü. Bir taraftan da, birkaç ay önce babası Charlemagne (=Şarlman Frank ve Lombard kralıdır.) öldükten sonra tahta geçen Dindar Ludwig'in sarayına elçiler gönderdi. Bu plan işe yaramadı; Ludwig'in kendi düşmanları kendine yetiyordu. Ancak elçiler geri döndüğünde, tehlike geçmişti. 13 Nisan 814 kutsal Perşembe günü, tam yeni sefer gücü harekete geçecekken, aniden burnundan, ağzından ve kulaklarından kan boşanan Krum, birkaç dakika içinde can verdi.384 821 yılı aralık ayında İstanbul'un bir yıldan fazla süren ve fakat nihayet isyanın gücünü de kıran muhasarası başladı. İyi teşkilatlanmış kitle hareketi üzerinde İstanbul imparatorunun üstün savaş idaresi zaferi kazandı. Mikhail II. kurtuluşunu Bulgar hanının yardımına da az borçlu değildi. Bir zamanlar Tervel'in III. Leon Lehine Araplara karşı koyması gibi bu sefer de, Bizans'ın en korkunç düşmanının oğlu Omurtag imparator II. Mikhail lehine Thomas'ın isyan han hareketine müdahale, ederek onun birliklerini dağıttı. 823 ilkbaharında Thomas kuşatmayı kaldırmak zorunda kaldı; isyan çökmüştü. Fakat küçük bir yandaşları ve yoldaşlarıyla Arkadiopolis'e (=Lüleburgaz) kapanmış bulunan Thomas ancak ekim ayında imparatorun eline düştü ve korkunç; işkencelerden sonra idam edildi.385 Nasıl olmuşsa olmuş ve 823 Mart'ında Trakya'da Haimos Dağı'ndan (Balkan Dağları) yola çıkan Bulgar ordusu, birkaç hafta sonra Herakleia yakınındaki Keduktos Ovası'nda isyan ordusunu darmadağın etmiştir. Yağmadan da umduğunu bulan Omurtag, iyi iş çıkarmanın keyfiyle eve dönmüştür. Çaresiz Thomas, dağılmış güçlerinden arta kalanı toplamış ve Konstantinopolis'in otuz kilometre kadar batısında yer alan Diabasis Ovası'na götürmüştür. Çok geçmeden (Mayıs başları olmalıydı) ordusunun başına geçen imparator, Thomas'la buluşmak üzere başkentten yola çıkmıştır. Anastasios surları yakınında Melas (Karasu) ve Athyras'ın Kuşkaya içinden aktığı yerde, nihayet mesele sona erdi. Thomas yılların taktiği kaçma numarasını yapmayı denedi. Ancak dönüp saldırma anı geldiğinde, cesareti kırılan güçler teslim oldu. Bir zamanlar komutanları olan Thomas ise, bir avuç adamı ile birlikte Arkadiopolis'e (Lüleburgaz) kaçarak barikat kurdu. Şimdi roller değişmişti. Mikhael galip Thomas ise mağlup konumdaydı. Erzağın azaldığını fark eden Thomas, şehirdeki tüm kadın, çocuk ve yaşlıları ve silah taşıyacak durumda olmayan erkekleri de şehirden sürmüş ve böylece yazı çıkarabilmiştir. Ancak Ekim ayı geldiğinde, sadece ölü atlarının çürümeye başlayan etlerinden başka yiyecek şeyleri kalmadığında, daha fazla dayanamayacaklarını anlamışlardır. Çoğu asker duvarlardan aşağı halat sarkıtarak kaçmış ve soluğu imparatorluk kampında almıştır. Bunun üzerine inwarator şehirde kalan askerlere haber yollayarak, eğer liderlerini teslim ederlerse, onları affedeceğini bildirmiştir. Onlar da, aksi takdirde büyük bir kıyım olacağının bilincinde, teklifini kabul etmişlerdir. Thomas ve Mikhael uzun yıllardır birbirlerine düşmandılar. Bu düşmanlık sadece son iki yılda savaş düzeyine çıkmış, ancak bu sürede imparatorluğa verdiği maddi ve manevi zarar inanılmaz boyutlara ulaşmıştır. Bereketli tarım alanları ekilmeden bırakılmış, zalimce artırılan vergiler altında ezilen ve güvenebilecekleri başka sermayeleri Vâsiliev, 1943,A.g.e, s. 353 Bundan sonra Kurum, Edirne’ye yönelmiştir. Kuşatma nedeniyle aç kalan ve teslim olan Edirne’ye girmiş ve şehrin etrafındaki köylerde bulunan ahaliyi Tuna’nın öte yakasına kadar sürmüştür. O kış Arkadiopolis (Lüleburgaz)’e kadar olan yerler yağma edilmiş, ahalisi de esir alınmıştır. Ertesi yıl tekrar Kurum İstanbul’a doğru yola çıkmış ancak 13 Nisan 814’te ölmüştür. (Georg Ostrogorsky, A.g.e., s.188.) (Norwich, 2013,A.g.e, s. 31) 385Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 192 383 384

105


de olmayan küçük toprak sahipleri batmışlardır. Bir kez daha para arayışında Konstantinopolis'e akın etmişler ve Nikephoros ve V. Leon döneminden beri bilinen sorun, öncekilerden çok daha ciddi şekilde gündeme gelmiştir. Bütün bu sefalet ve felaketin tek sorumlusu Thomas, kendine acınmayacağını gayet iyi biliyordu. Zincire vurularak, imparatorun huzuruna getirildi ve onun ayakları altına fırlatıldı. Mikhael memnuniyetini gizlemek gereği görmeden, erguvan renkli çizmesiyle kurbanının ensesine basarak, cezasını açıkladı. Elleri ve ayakları kesilecek ve vücudu da bir kazığa çakılacaktı. Ceza Arkadiopolis surları önünde derhal infaz edildi. Tasfiye operasyonları birkaç ay daha devam etti. Thomas'ın önceden keşiş olan Anastasios adındaki aciz evlatlık oğlu da aynı kaderi paylaştı. Asya yakasındaki asiler de asıldı. Ancak isyana katılanların çoğu imparatorun elçilerine teslim oldukları için affedildi ve evlerine dönmelerine izin verildi. 824 yılı başında, Bizans tarihinin belki de en büyük ve en yaygın ayaklanması bastırılmıştı. İmparator Michael II altında isyancı güçleri yendi. Thomas Slav içinde Trakya'da O ve destekçileri Arkadiopolis'e modern Türkiye sığınmak zorunda kaldı. Beş aylık abluka döneminden sonra Thomas teslim olur ve bir eşeğin üzerinde zincirlenmiş olarak Michael'a teslim edilir. Merhamet için yalvarır ve Mikail'in önünde secde eder, ancak idam edilir.386 Mikhael'e gelince, Athanasios adını alarak ömrünün kalan otuz iki yılını Adalar'daki bir manastırda geçirmiş ve Staurakios'un ölüm yıldönümüne denk gelen 11 Ocak 845 tarihinde ölmüştür. lmparatorlarını arkadan vuran ve mutlak kazanacakları zafere sırtlarım dönen hain Anadoluluların komutanı Ermeni Leon ise, Konstantinopolis'e Yaldızlı Kapı'dan girmiş ve Studios Manastırı'nın bir parçası olan Hagios Ioannes Prodromos (Vaftizci Yahya) Kilisesi'nde büyük tezahüratla basileios olarak karşılandıktan sonra, imparatorluk sarayına giden caddelerde gururla gezinmiştir.387 Hanın bu gösterilerle ne elde etmek istediği pek anlaşılamamıştır. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Krum, sur içinin sakin olduğu bir anda, imparatora haber göndererek, zaferinin nişanı olarak mızrağının Yaldızlı Kapı'ya asılmasını ister. Kendinin de tahmin ettiği gibi, bu isteği geri çevrildiğinde de, etraftaki kırsalı birkaç gün boyunca yağmalar. Bir sonraki girişiminde ise, geri çekilmesi karşılığında çok sayıda altın, sandıklar dolusu şatafatlı giysi ve imparatorluğun en güzel kızlarının seçilip verilmesini ister. Mızrak konusunda ödün vermeyen Leon'un, hele de kızlar sözkonusu olduğunda, alttan almaya hiç niyeti yoktur. Ancak kabul edilemez olsalar da, öne sürülen şartlar, şeytan fikirli Leon'un aklına bir kurtuluş ihtimali getirir. Bu sefer Leon, Krum'a bir buluşma teklif eder. Surların Haliç'e inen kuzey ucunda buluşacaklardı. Leon denizden, Krum karadan gelecekti. Silah taşımayacaklardı ve Han bu teklifi kabul etti ve ertesi sabah yanında, haznedarı, Yunan eniştesi Konstantinos Patzikos ve onun oğluyla birlikte, buluşma noktasına geldi. lmparator da beraberinde Heksabulios adında bir saray bürokratını getirmişti. Bildik nezaket gösterilerinden sonra başlayan müzakereye, Konstantinos çevirmenlik yapıyordu. Her şey yolunda gider gözüküyordu ki, birden Heksabulios ellerini yüzüne kapattı. Bu hareketi bir hakaret addeden (ya da daha akla yakın ve doğru bir ihtimalle önceden tasarlanmış bir işaret olduğunu fark eden) Krum, derhal yeğeninin böyle bir duruma karşı hemen arkasında hazır tuttuğu atına atlayarak, tam zamanında kaçmayı başardı. Tam o anda, saklandıkları yerden çıkan üç silahlı adam haznedarı öldürüp, Patzikos ve oğlunu da esir aldılar. Atını dörtnala süren Krum, arkasından atılan oklarla hafif yaralanmış ve böyle bir aldatmacaya maruz kaldığı için daha da büyük bir kararlılıkla intikam planları yapmaya başlamıştı. Ertesi gün başlayan intikam, tüyleri ürpertecek kadar korkunçtu. Bulgarlar şehir surlarım aşamadılar, ama Haliç'in ötesindeki dış mahallelerde yer alan tüm kiliseler, saraylar ve zengin manastırları ateşe verdiler. Yakıp yıkılan binalar arasında, imparatorun en görkemli ikametgâhlarından biri olan Aziz Mamas Sarayı da vardı. Bu sarayın büyük bir ustalıkla oyulmuş tüm mermer sütunları ve diziler halindeki hayvan heykelleri Krum'un Pliska'daki kendi sarayına taşındı. Hayatta kalan bütün canlılar da kılıçtan geçirildi. Şehrin batı yakasındaki kırsal kesim de aynı kaderi paylaşmıştır. Hebdomon Sarayı da aynı şekilde yerle bir edilmiş ve öfkesi dinmeyen Han, kendi vatanına dönerken geçtiği her yerde bir kâbus manzarası bırakmıştır. Çok sayıda kasaba ve köylerin yam sıra, Silivri şehri de bir avuç kül haline gelmiştir. Zapt edilmesi neredeyse Konstantinopolis kadar zor olan Marmara Ereğlisi, savunma güçlerinin kahramanlığı sayesinde kurtulmuş, ama intikam peşindeki güruh, Tekirdağ surlarını yıktıktan sonra, etraftaki tepeliklere sığınmaya çalışan halkın arkasından gitmiştir. Tek tek bütün aileleri yakalamış, erkekleri kılıçtan geçirip kadın ve çocukları da köle olarak yanlarında götürmüşlerdir. Çanakkale Boğazı küçük bir ceza seferi yapan Krum, sonra da kuzeye Edirne'ye doğru yürümüştür. Zaten kardeşinin birkaç haftadan beri kuşattığı şehrin garnizonu, bu saldırılara büyük bir cesaretle karşı koyınuş, 386

https://en.wikipedia.org/wiki/823 2013,A.g.e, s. 30

387Norwich,

106


ancak hem erzakın tükenmesi hem de hanın büyük ordusuyla gelişi morallerini çökertmiştir. Sayıları on bine varan şehir halkı, Tuna'nın diğer yakasına götürülmüş ve bu sırada içlerinde başpiskoposun da olduğu çoğu kişi yolda can vermiştir. Şimdi barış isteme sırası Bizans'a gelmişti. Ancak Krum Leon'un kurduğu tuzağı unutamıyordu. Buna bir de sonbaharda Mesembria (=Nişabur) yakınında Bulgar ordusuna yapılan ani bir saldırı haberi eklenince, öfkesi daha da arttı.388 Halefi Hâkim Leon VI (886-912) aynı tarzda hareket etmedi. Leon’un saltanatının sonuna doğru Ruslar İstanbul kapıları önünde ordugâhlarını kurdular.389 ***Mikahil MS 872 yıllarında Malatya yöresinde “Hristiyanlığın ileri sürdüğü bütün biçimsel ibadet tarzlarını reddettikleri” gerekçesiyle uzun yıllardan beri bu yörede yaşayan Pavlikan Aşireti’ni Kırklareli’nin Pehlivanköy Bölgesi’ne iskân etti”390

Harita 4-- ms. 888

Manevi açıdan Bulgar unsuru ile Slav unsuru arasında şimdi tam olan kaynaşma dolayısıyla Bulgaristan, ülke içi birliği sağlamış homojen bir devlet olmuştu, bu devlette hükümdar nüfuzu kuvvetli bir şekilde gelişmiş ve Bizans'la temas neticesinde ülke oldukça yüksek bir medeniyet derecesine yükselmişti. Bütün bunlar, Bulgar hükümdarlarına Balkanların hegemonyası için Bizans imparatorlarıyla mücadeleye girme hevesini veriyordu. Bu ihtiraslı arzulan gerçekleştirmek için bir adamın çıkması yeterliydi. Bu aranılan adam, Boris'in oğlu Çar Simeon (893 - 927) olmuştur. Rehine olarak bulunduğu Bizans ta yetiştirilen, lükse ve Bizans'lıların medeniyetine pek düşkün olan bu Çar İstanbul'u işgal ile ele geçirerek Konstantin'in haleflerinin tacını başına koymayı hayal etti. Hakiki bir ırklar savaşı, Bizanslı'ları ve Bulgar'ları yüz yıldan fazla bir zaman birbiriyle boğuşturdu. Mücadele 889'da başladı ve tuhaftır ki sebebi de ekonomik nitelikte oldu. Leon VI Bulgar tacirlerinin İstanbul'daki antrepolarının Selanik' e naklini emrettiğinden Simeon harp ilan etti. Bizans'lılardan yardım gören Macar'ların hücumları netice itibarıyla Bulgar kıralını geri çekilmeye mecbur etti (893). Fakat Leon VI nın ölümünden sonra Konstantin VII nin küçüklüğünde çıkan karışıklıklar, ona tekrar gelmek fırsatını verdi. 391 388

Norwich, 2013,A.g.e, s. 30 1943, A.g.e, s. 386 390 Karacam, N. (1995). Efsaneden Gerceğe Kırklareli. Kırklareli: Kırklareli Belediyesi Yayınları. s. 418 391 Diehl, C. ( Eylül 2006). Bizans Imparatorluğu Tarihi. İstanbul: İlgi Yayınları. 389Vâsiliev,

107


*ÖZET: Bulgarophygon Savaşı 894 yılında Bulgaristan'dan geldi. Kral Boris'in Hıristiyan dinine dönmesinin üstünden yirmi dokuz yıl geçtikten sonra, Bizanslılar bu iki Hıristiyan halkın sonsuza dek barış içinde yaşayacaklarına iyiden iyiye inanmaya başlamışlardı. Ancak Boris 889 yılında tahtını terk ederek, Preslav yakınında Aziz Panteleimonos Manastırı'na çekildi ve yönetimi de büyük oğlu Vladimir'e bıraktı ve Vladimir tam bir bela oldu. Babası ve babasının inandığı her şeye şiddetli şekilde karşı çıkarak, kendini, Boris'in yıkmak için elinden gelen tüm gayreti gösterdiği bir zamanların güçlü Boyar aristokrasisi ile özdeşleştirdi. Eski kafalı gerici Boyarlar Hıristiyanlıktan nefret ediyor ve eski ayrıcalıklı pagan zamanlarına geri dönmek istiyorlardı. Vladimir de onlarla tamamen aynı fikirdeydi ve onların da desteğiyle, kısa zamanda babasının tüm çalışmalarını bozarak eski kabile tanrılarına geri dönülmesini yüreklendirmeye başladı. Birkaç yıl daha bekleseydi başarıya ulaşabilirdi. Oldukça sallantılı bir başlangıç yapan ve kök salma fırsatı bulamayan Bulgar Kilisesi'nin çoğu üyesi de benzer bir nostalji yaşıyor olmalıydı. Ancak Vladimir inzivaya çekilen babasının, dış dünyasındaki gelişmeleri yakından takip ettiğini hesaba katmamıştı. Öfkeden çılgına dönen Boris, manastırdan çıkarak yönetime el koymuş ve Vladimir'i tahttan indirerek kör etmiştir. Akabinde, ülkenin her yanından çağırttığı delegelerle büyük bir toplantı yaparak, küçük oğlu Syıneon'u kral seçtirmiş ve sonra da bir daha çıkmamak üzere manastırına geri dönmüştür. Syıneon yirmi dokuz yaşındaydı. Küçükken eğitim görmesi için Konstantinopolis'e gönderilmiş ve büyük ihtimalle Leon ile birlikte Photios'tan dersler almıştı. Vatanına döndüğünde de keşiş olmuştu. Ancak manastırın sıkı disiplini, bu savaşçı ve hırslı ruhu zapt etme konusunda pek fayda sağlamamış, babasının tahtına geçme çağrısı geldiğinde de fazla düşünmemiştir. Bulgar hanı I.Syıneon'un tahta çıkma haberleri Bizans'ta büyük ferahlık yaratır ve bir yıl süreyle her şey yolunda gider. 894 yılında Stylianos Zautses sadece tahmin edebileceğimiz nedenlerden ötürü, Bulgaristan'la yapılan ticaret tekelini, kayırdığı iki adamına verir. Bu kişiler, derhal imparatorluğa getirilen ithal mallar üzerinde Bulgar tüccarların ödediği gümrük vergilerini fahiş oranda artırırlar ve aynı zamanda depoları Konstantinopolis'ten, hileli işlerin daha az sorgulandığı Selanik'e taşırlar. Bulgarlar dehşete düşer. Karadeniz ve Boğaz üzerinden Haliç'e uzanan mevcut nakliyat, tek bir hamleyle yerle bir edilmiştir. Bu da yetmezmiş gibi, bozuk Selanik yolu kışın tamamen kapanıyor ve daha uzun mesafeler kat edilmek zorunda kalınıyordu. Symeon derhal duruma itiraz ederek Konstantinopolis'e bir elçi gönderir, ancak Leon her zamanki gibi Stylianos'a destek verir ve hiçbir şey yapılmaz. Symeon'u hafife alan Leon çok geçmeden bunun bir hata olduğunu anlayacaktı. Birkaç hafta içinde, bir Bulgar gücü Trakya'yı istila etti. İmparatorluk güçleri güney İtalya ve doğu sınırında yeterince meşguldü. Derhal imparatorluğun en seçkin generali Nikephoros Phokas çağrıldı. Emrine verilen birliklerin deneyimsiz ve yarı eğitimli olmasına rağmen, Phokas Tuna Nehri ağzını tutan Drungarios Eustathios ile birlikte duruma hâkim olmayı başardı. Bu arada işin ciddiyetini fark eden imparator da, Macarlardan yardım istedi. Yüzyıllar içinde Sibirya'dan yavaş yavaş batıya doğru ilerleyen bu cesur savaşçı halk, o dönemde Tuna'nın ötesindeki Moldavya ve Transilvanya topraklarını işgal etmiş ve sonuçta pek de hazzetmedikleri Bulgarların kuzey komşuları olmuşlardı. Uzun uzadıya ikna edilmelerine gerek kalmadan nehri geçip (gemileri Bizanslılar tedarik ettiler) Bulgar topraklarına girdiler ve arkalarında bildik tahribat manzarasını bıraktılar. Leon yardıma barbar bir kavmi çağırdıysa, Symeon da aynı şekilde karşılık verebilirdi. Macar toprakları ötesinde, güney Rusya düzlüklerinde başka bir göçebe kavim olan Peçenekler yaşıyordu. Bulgar altınıyla ayartılan Peçenekler, en gerideki Macar gücü üzerine çullandığında kurbanlarının Syıneon'un krallığına verdiği zarar yanında hiç kaldı. Haberi alan Macarlar, karıları ve çocuklarını kurtarmak için bütün hızlarıyla geri dönmeye çalıştıklarında yollarının devasa bir Peçenek ordusu tarafından kesildiğini fark ettiler. Bulgar hanı Symeon’un onları kıstırdığı Bulgaristan'da kalmaları imkânsızlaşınca batıya doğru göçlerini sürdürmekten başka çareleri kalmadı ve Karpatlar geçitlerini aşıp (bugün de hala vatanları olan ve bizim de Macaristan adını verdiğimiz) büyük Pannonia Ovası'na ulaştılar. Sırtındaki Macar yükünden kurtulan Bulgar hanı Syıneon, bir kere daha tüm dikkatini, 896 yılında Bulgarophygon'da (Babaeski) büyük bozguna uğrattığı Bizans'a çevirebilecek durumdaydı. Stylianos'un Nikephoros Phokas'ı tekrar Konstantinopolis'e çağırması imparatorluk adına büyük talihsizlikti. Yerine geçen Katakalon, onun enerjisi ve stratejik hayal gücünden yoksundu. Yine de bu silik komutan canını kurtarmayı başardı. Onunla birlikte savaşanların bir kısmına da talih yardım etti. Leon'un barış önermekten başka çaresi yoktu. Fakat ancak beş yıl süren uzun ve sabırlı bir diplomasi ve yıllık haraç ödemeyi kabul etmesi sonucunda istediğini elde edebildi. Thessaloniki'deki depolar kapatıldı ve Konstantinopolis tekrar Bulgar ticaretinin merkezi haline geldi. Küçük bir ticari anlaşmazlığın sürüklediği savaş, imparatorluk adına

108


bir felaketle sonuçlanmıştı. Bu andan itibaren Orta Avrupa haritası da değişecekti. Artık Bulgar duyarlılığının küçümsenemeyeceği idrak edilmiş ve böylece Bulgar hanı Symeon hafife alınamayacak bir güç olduğunu ispatlamıştı392. Bizans İmparatorluğu, yakalanan Bizans askerlerinin ve sivillerin geri gönderilmesi karşılığında Bulgarlara yıllık bir haraç ödemekle zorunda kaldı. Antlaşma uyarınca, Bizans, Karadeniz ile Yıldız Dağları arasında bölgeyi Bulgarlara bıraktı. (Birkaç ihlale rağmen anlaşma 912'de VI. Leon'un ölümüne kadar resmi olarak sürdü. 393 Bizans'ın Araplarla doğudaki çarpışmaları nedeniyle Balkan vilayetlerini savunmasız bırakmasını kullanarak, 894 sonbaharında Simeon Bizans Trakya'sını istila etti. VI. Leon, aceleyle Prokopios Krenites ve Kourtikios isimli generalleri ile pek çok arkhon komutasında Hazar paralı askerlerden oluşan İmparatorluk Muhafızları'nın da bulunduğu bir ordu kurdu. Makedonya Theması'ndaki muhtemelen Edirne civarındaki savaşta, Bizanslar yenildi ve komutanları yok oldu. Hazarların çoğu yakalandı ve Bulgar hanı Simeon burunlarını kesip "Romalıların (yani Bizanslıların) utanmaları için başkentte (Konstantinopolis) yolladı". Bulgarlar bölgeyi yağmaladı ve pek çok esir alarak kuzeyde döndüler. Bu başarısızlık Bizans'ı, o zamanlar Dinyeper ile Tuna arasındaki bozkırlarda yaşayan Macarlardan yardım aramaya zorladı. VI. Leon, elçisi Nicetas Scleros'u, armağanlar vermek ve Bulgarlara karşı kışkırtmak için 894 ya da 895 yılında Macar liderleri Árpád ve Kurszán'a gönderdi. Aynı zamanda, 894 sonbaharında VI. Leon, Regensburg'a Doğu Frank kralı Karantanyalı Arnulf'a, Anastasios isimli birini gönderdi. Bu görevle ilgili günümüze hiçbir kayıt ulaşmamıştır, büyük olasılıkla Arnulf ve I. Simeon'un öncülü Vladimir Rasate arasında var olan bir AlmanBulgar ittifakını caydırmak için önleyici bir hareketti. 895 yılının başında yetenekli General Yaşlı Nikeforos Fokas, Başkent’e çağrıldı ve büyük bir ordunun başında Bulgarlara karşı gönderildi. Simeon, kuvvetlerini Fokas'la yüzleşmek için güney sınırı boyunca yoğunlaştırırken, Amiral Eustathios Argyros'un altındaki Bizans donanması, Macarlara yardım etmek için Tuna Deltası'na doğru yola çıktı. Bulgar hanı I. Simeon'un geri çekeceğine inanan VI. Leon barış önermek için elçisi Konstantinasios'u gönderdi. Konstantinopolis Üniversitesi'nde okuyan ve Bizans diplomasisini tanıyan Bulgar hanı I.Simeon, Bizans'ın uzlaşmasından kuşkulandı ve Constantinasios'a casusluk yaptı ve onu gözaltına aldı. Bizans donanmasının hareketini engellemek için Tuna'ya demir bir zincir çekti ve ordusunun büyük kısmının kuzeye doğru yerini değiştirdi. Ancak Bizanslar zinciri kırmayı başardı ve Macar ordularını nehrin güneyine naklettiler. Macar liderleri Árpád oğlu Liüntika önderliğindeki Macarlar, Dobruca'yı talan ettiler ve Bulgar hanı I. Simeon tarafından bizzat komuta edilen, Bulgar ordusunu mağlup ettiler. Simeon, Drastar'ın güçlü kalesine sığınırken, Macarlar bir direnç ile karşılaşmadan başkent Preslav'ın eteklerine ulaşarak, talan edip yağmaladılar. Kuzeyden çekilmeden önce, Macarlar binlerce tutsağı Bizans'a sattılar. Bulgar hanı Simeon, iki cephedeki savaşın zor olduğu bir ortamda Amiral Eustathios aracılığıyla, Macar tehdidiyle başa çıkmak için zaman kazanmak amacıyla Bizans esirlerini geri vermeyi vadeden bir barış önerisi gönderdi. VI. Leon memnuniyetle uyarak, Eustathios ve Nikeforos Fokas'a çekilmeleri için emir verdi ve diplomat Leo Choirosphaktes'i Bulgaristan'a gönderdi. Tam da Bulgar hanı Simeon'un hedeflediği buydu. Leo Choirosphaktes bir kalede gözaltına alındı ve art arda huzura çıkması reddetti. Bunun yerine Bulgar hanı I. Simeon, görüşmelerin uzatılması, Bizans önerilerinin ifadeleri konusunda şüpheler göstererek, açıklamalar istemek ve yeni talepler eklemek için kendisiyle mektup alışverişinde bulundu. Esas meselesi tutsakların değişimi idi. Bizans'ın önceliği, 894 Bulgar seferi sırasında yakalanan tutsakları serbest bıraktırmaktı. Choirosphaktes'e yazdığı mektuplardan birinde, Bulgar hanı I. Simeon, imparator ile alay ederek diplomatik becerilerini gösterir: Güneş tutulması ve tarihi sadece ay, hafta veya gün değil, saat ve saniye olarak, imparator son bir önceki yılı en muhteşem şekilde bize önceden haber etti. Ayın tutulmasının ne kadar süreceğini açıkladı. Göksel cisimlerin hareketleri hakkında birçok şeyi bildiğini söylüyorlar. Eğer bu doğruysa tutsaklar hakkında da bilgi sahibi olmalıdır ve eğer biliyorsa, sana bunları serbest bırakıp bırakmayacağımı söyleyecektir. Öyleyse bir şeyi ya da diğerini önceden haber edin ve eğer niyetimi biliyorsanız, mahkûmları kehanetiniz ve elçiliğiniz için Allah'ın ödülü olarak alacaksınız! Selamlar! —Leo Choirosphaktes'e Bulgar hanı I. Simeon’un mektubu Savaşın nedeni şuydu — basileopator Stylianos Zaoutzes'un Mousikos adlı hadım bir kölesi vardı. Hellas kökenli Staurakios ve Cosmas'la arkadaşlığı vardı. Tacirler kâr ve hırs için açgözlü davranıyorlardı. Kendilerini zenginleştirme arzularıyla ve Mousikos'un arabuluculuğuyla Bulgar pazarını 392 393

Norwich, j. j. (2013). Bizans II---Yükseliş Dönemi (MS 803-1081). İstanbul: Kabalcı Kitabevi. (http://www.turkcewiki.org/wiki/Bizans-Bulgar Savaşı (894-896), tarih yok)

109


başkentten Konstantinopolis’den (İstanbul’dan) Selanik'e taşıdılar ve Bulgarlara daha ağır gümrük vergileri yüklediler. Bulgarlar Simeon'u bu meseleyle taşıdıklarında, O da imparator Leon'a bilgi verdi. Zaoutzes'e tercih ettiği için, hiçbirini önemsemedi. Simeon çileden çıktı ve silahlarını Romalılara karşı kaldırdı.—Oi meta Theofanin'in Chronographia'sı Leo Choirosphaktes ile yazışmalar el değiştirirken, Bulgar hanı Simeon, Macarların doğu komşuları Peçenekler ile ittifak yapmak için elçiler gönderdi ve 896'nın başında Bulgarlar ve Peçenekler Macar topraklarına iki cepheden saldırdı. Belirleyici muharebede Bulgar ordusu, Güney Bug nehri boyunca bozkırlarda Macarları ezici bir şekilde mağlup ettiler. Mücadele öyle kanlıydı ki galip Bulgarların 20.000 binicilerini kaybettikleri söylenir. Aynı zamanda Peçenekler batı yönünde ilerlediler ve Macarların topraklarına dönmesini engellediler. Magyarların (Macarlar) aldığı darbe öylesine ağırdı ki, yeni iyi olanaklar arayışıyla daha batıya göç etmek zorunda kaldılar ve sonunda Pannonia Havzasına yerleşerek güçlü Macaristan Krallığı'nı kurdular. Choirosphaktes, Bulgar hanı Simeon tarafından Leon'un gelecekten haber veremeyeceğini ve esirlerin geri dönüşünü reddettiğini iddia etmek için kullandığı belirsiz bir cevapla cevapladı ve müzakereleri daha da uzadı.394 Symeon395 tahta çıkar çıkmaz, Bulgar Devleti ile Bizans arasındaki ilişkiler gerginleşmiştir. İmparator VI. Leon,396 Bulgar mallarının pazarını, İstanbul'dan Selanik'e naklettiği için Bulgar ticareti Bizans memurlarının suistimallerine ve ağır vergilere maruz kalmıştır. Symeon, diplomatik yoldan bu emrin iptalini istemiş, ancak itirazları dikkate alınmamıştır. Bunun üzerine Bulgaristan'la Bizans arasında tarihçilerin "İlk ekonomik savaş" olarak adlandırdığı yeni bir savaş başlamıştır. Bu savaş neticesinde Symeon Doğu Trakya'yı istila etti. Bizans ise 894'te yenilgiye uğrayınca Dinyeper ve Dinyester ırmakları arasında yaşayan Macarlara başvurarak yardım istedi. Bizans'ın çağrısına uyan Macarlar, Symeon'u kuzeyden vurup birkaç kez mağlup ettiler ve Kuzey Bulgaristan arazisini yakıp yıktılar. Bu arada Bizans donanması, Tuna nehrinin ağzını tutarken Nikeforos Fokas da Bulgaristan'ın güney sınır bölgesini işgal ediyordu. Symeon zaman kazanmak amacı ile Bizans'la ateşkes yapıp Macarların doğu komşusu olan Peçeneklerle anlaştı. 896 yılında Peçenek ve Bulgar birlikleri Macar köylerini yağmaladılar ve Macarların Pannonya'ya göç etmesine sebep oldular.102 Macar tehlikesini atlattıktan sonra Symeon yine Doğu Trakya'daki Bizans topraklarına girmiş ve Babaeski yakınında Bizans ordusunu bozguna uğratmıştır. Yapılan barış anlaşması ile (896) Bulgar pazarı tekrar Selanik'ten İstanbul'a nakledilmiştir. IX. Yüzyılın sonuna doğru Symeon, topraklarını Draç yönünde Arnavutluk'a doğru genişletmiştir. Ertesi yıl Symeon, Selanik'e doğru ilerlemiş, Selanik'i ele geçirememiş ise de, güney sınırını oldukça genişletmiştir. Neticede 904 yılında barış anlaşması imzalanmıştır. Yapılan barış 912 yılına kadar sürmüş ve bu yıldan sonra Bizans'la olan ilişkiler yine gerginleşmiştir. Macar tehdidinin ortadan kalkmasıyla Bulgar hanı Simeon, zaferi ile gurur duyarak Preslav'a geri döndü. Ve daha sonraki barış görüşmeleri için bir ön koşul olarak bütün Bulgar tutsaklarının geri verilmesini talep etti. Doğu'da Araplar ile karşı karşıya olan, Stylianos Zaoutzes'in entrikalarından dolayı utanç duyan ya da 896 başlarında hayatını kaybeden yetenekli General Nikeforos Fokas'ın hizmetlerinden yoksun kalıp zor durumda düşen VI. Leon, boyun eğmek zorundaydı. Leo Choirosphaktes ve Simeon'un güvenilir bir adamı olan Theodore adlı bir Bulgar elçisi başarıyla uygulanan transferi düzenlemek üzere Konstantinopolis'e gönderildiler. Bunu zayıflığın bir işareti olarak yorumlayan Bulgar hanı Simeon, tüm Bulgarların serbest bırakılmadığını iddia ederek 896 yazında Trakya'yı istila etti. Bizanslar Araplarla zor bir ateşkes sağladılar ve imparatorluğun tüm güçlerini Avrupa'ya aktardılar. Birlikler, Fokas'ın yeteneklerinden yoksun olan Domestikos ton sholon Leo Katakalon'un emrine verildi. İki ordu Bulgarifon Muharebesi'nde397 çatışmaya başladılar ve Bulgarlar Bizansları ağır bozguna uğradılar. İkinci komutan protovestiarios Theodosius da dâhil olmak üzere askerlerin çoğu yok oldu. Katakalon birkaç hayatta kalan ile kaçmayı başardı. Yenilgi öylesine ağırdı ki bir Bizans askeri münzevi bir hayatı seçip ve Luka Stilit adı altında bir sofuya dönüşmüştü.398 Bizans çağrısı Macarları ilk defa olarak Avrupa devletlerinin politikasına karışmaya sevketti. Bizans çağrısına uyarak Macarlar Bulgar hanı Symeon’u arkadan vurup bir kaç mağlubiyete uğrattılar ve kuzey Bulgar arazisini tahrip ettiler. Bu arada donanma kumandanı Eustathios Tuna Nehir’i ağzını tutarken Bizans başkumandanı Nikephoros Phokas (http://www.turkcewiki.org/wiki/Bizans-Bulgar Savaşı (894-896), tarih yok) Symeon (893-927) dönemine dair bilgiyi Leonis Chirosfaktis, Nikolaus Mysticos ve Romanos Lekapenos'un mektuplarından almaktayız. Bunun için bk. İzvori za Bılgarskata istoriya, haz. Iv. Duyçev, G. Tsankova-Petkova, V. TıpkovaZaimova, L. Yonçev, P. Tivçev, c. VIII/4, Sofya 1961, s. 175-314. 396 D. M. Nicol, A bibliographical Dictionary of the Byzantine Empire, London 1991, 74. 397 Bulgarifon Muharebesi'nde 398 (http://www.turkcewiki.org/wiki/Bizans-Bulgar Savaşı (894-896), tarih yok) 394 395

110


Bulgaristan’ın güney sınır bölgesini işgal etti. Bulgar hanı Symeon Bizans ile bir anlaşma anlaşması yaptı. Bu sayede zaman kazandı ve nasıl Bizans imparatoru Macarlara başvurmuş ise, de o da güney Rusya ovasında bulunan savaşçı ve göçebe Pecenek ulusuna başvurdu. Peçenek yardımıyla Macarları yendikten sonra Bulgar hanı Symeon tekrar Bizanslılara döndü ve Bulgarophygon (Babaeski) yanında Bizanslılar üzerinde kesin bir zafer kazandı (896).399 Bunun üzerine barış yapıldı. Bizans Bulgar devletine her yıl haraç vermek görevini yüklemek zorunda kaldı. Macarlara gelince bunlar Peçenek baskısı altında batıya doğru harekete geçerek İslavlar tarafından iskân edilen bölge ortasında, güney İslavlarını kuzey ve doğudaki kabiledaşlarından ayrılan bu kama gibi bugünkü yurtları olan Tuna vadisinde yerleştiler. 400 Bizanslılar, bu yüzden tüm "temaları ve tagmataları" yani Araplarla savaşan bütün güçleri Avrupa'ya transfer etmek zorunda kaldılar. Orduya, yiğit komutan olmasına rağmen Foca'nın yeteneklerinden yoksun olan Leo Cataclone'a talimat verildi. İki ordu 896 yazında Bulgarophygon de çatıştılar ve kaynaklar ayrıntılı olarak bu mücadelenin dinamiklerini bilgilendirmediği halde, biz Bizans tarihçilerinden biri bu karşılaşma hakkında yazdıklarından biliyoruz:" ... Romalılar idi kesinlikle yenildi ve hepsi öldü". Kurbanlar arasında ordunun komutanı olan Teodosio'nun protovestiario'yu da varken, Cataclone bir kaç kurtulanla kaçmayı başardı. Bizans yenilgisi öylesine ciddiydi ki, Cataclone (Katolonya/ İspanya) askerlerini geri çekti ve Luşist Stilist'in adı altında soful( =dindar) oldu. Bunu başararak Simeon, Bulgar birliklerini, karşılaştığı düşman köylerini yakarak İstanbul’a getirdi” Demektedir. Müslüman tarihçi Taberi’ye göre, VI. Leo barışa Bulgar atıklar için umutsuz ve bir zafer kazanmış olsaydı, Arap tutukluların bir ordu özgürlük vaadiyle Bulgarlara karşı dışarı gönderilmek üzere yükseltmek zorunda kaldı. İnanılmaz bir şekilde, Bulgarlar bu doğaçlama ordu tarafından İstanbul’u hemen dışında durdular ve Simeon barış tartişmaları kabul etmeye karar verdi.401

Minyatür 3-İonnes Skylitsez’de geçen Bulgar kralı Simeon’un Edirne Kalesi’ni kuşatmasını gösteren tasvir .(Madrit Skylitsez-“Historia, II”) (MS. 914)

399 Bréhier,

L. (1946). Vie et mort de byzance. paris. Kitabın 144. Sayfası şöyledir. Léon VI n’hésita pas à faire alliance contre les Bulgares avec ces nouveaux venus, qui passèrent le Danube sur les navires de la flotte impériale commandée par Eustathe et ravagèrent la Bulgarie, pendant que Nicéphore Phocas ramenaitles troupes d’Asie. Syméon regagna rapidement le Danube, mais son armée ne put tenir devant les masses hongroises et fut mise en déroute. Il ne tarda pas à prendre sa revanche. Apprenant que Léon VI avait rappelé son armée et sa flotte et disgra-cié Nicéphore Phocas, calomnié par Stylianos, il feignit de demander la paix, en-ferma dans une forteresse Léon Choirosphaktès venu pour négocier, attaqua les Hongrois et, après un combat acharné, les força à repasser le Danube, puis se fit rendre par le gouvernement impérial tous les prisonniers bulgares que les Hon-grois avaient vendus aux Grecs et, après avoir obtenu satisfaction, marcha subi-tement sur Constantinople et infligea une défaite complète à l’armée impériale envoyée contre lui, à Bulgarophygon (Eski-Baba) (895-896) 400 Ostrogorsky, 2011, A.g.e s. 239; Bréhier, 1946, A.g.e, s. 144;Ostrogorsy, A.g.e, 2011, s. 188 401 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 188

111


Bizans kaynakları savaşın sonunu kaydetmemişlerdir, dönemin Arap tarihçisi Taberî'nin anlatımına göre,” Bulgarlar İstanbula yürüdü. VI. Leon, paniğe kapıldı, bu yüzden Arap savaş esirlerini silahlandırıp ve özgürlükleri karşılığında onları Bulgarların karşısına göndermeyi düşündü, fakat sonunda bu fikri terk etti. Bizanslılar Bulgar taleplerini kabul edene kadar daha fazla müzakerelere devam edildi.” Demektedirler. ‘Bulgarlar Çarı ve Romalılar İmparatoru’ Simeon; 913' de İstanbul önünde göründü; 914 de Edirne'yi aldı; 917' de, Anchialos civarında imparatorluk ordularını ezdi. Simeon kendini "Bulgarlar Çarı ve Romalılar İmparatoru " ilan ediyordu; başkentte Preslav'da, bağımsız bir Bulgar patrikliği kurdu, yalnız İstanbul'u zaptetmesi kalıyordu.402 Ancak baskı asla uzun süre gevşememiştir. 919 yılında Symeon Çanakkale Boğazı'na kadar sokulmuştur. 92l'de tekrar Katasyrtai surlarına dayanmış, 922'de Boğaz'ın Avrupa yakasına ilerlemiş ve bir Bizans ordusunu bozguna uğrattıktan sonra, Stenos (=lstinye) civarını yağmalayarak, Pegai'de82 yer alan Romanos'un en sevdiği saraylardan birini yakmıştır. 923 yılında Adrianopolis'i (=Edirne) tekrar zapt ederek, kahramanca direnişinden ötürü vali Moroleon'u işkence ederek öldürmüştür. Ancak bütün bu küçük zaferler, onu esas amacına biraz olsun yaklaştıramamıştır. Trakya'ya ne kadar zarar verirse versin, ne kadar kasaba ya da şehri yağmalarsa yağmalasın, İstanbul surlarını karadan aşamayacaktır.403 Bizans başkentini almak için 924' de ona da girişimde bulundu. Fakat Bizans başkentini almak için oraya karadan ve denizden hücum etmek lazımdı ve Simeon'un denizi yoktu. Romain Lecapene ile yaptığı araştırmada, vaktiyle Saint Leon karşısında Attila gibi, bu eski şahane görkem, onur ve medeniyet namına mevcut olan her şeyin tesiri altında kaldığı tahmin olunur. Geri çekildi, beslediği tatlı rüyadan vazgeçti. Bulgar hanı Simeon ülkesinde, özellikle başkenti büyük Preslav' da, kendisine Bulgaristan' ın Şarlman'ı unvanını kazandıran büyük bir fikir ve sanat kültürü kurmuştu. Bununla beraber, İstanbul önünde durması, Bulgar ihtiraslarının kaybolmasına neden oldu. Bulgar hanı Simeon öldüğü zaman (927) çöküş başlamış bulunuyordu.404 Başka bir kaynakta Paul Lemerle aynı zamanı şöyle inçelemiştir. “ Bulgar tehlikesi çok daha yerel, ama Arap tehlikesinden çok daha tehlikeliydi. Anlaşmazlık, Boris'in, Konstantinopolis'te yetişmiş olan oğlu ve ardılı Simeon'un hükümdarlığı sırasında patlak verdi. VI. Leon, Simeon'un tehdit edici nitelikteki girişimlerine karşı koyabilmek için, Bizans diplomasisinde alışılmış bir yöntem uyarınca, Macarlar'a başvurdu ve onlar da Bulgaristan'ın kuzey kesimini istila ettiler. Simeon ise, Peçenekler'i çağırdı ve onların yardımıyla Macarlar'ı püskürttü: bundan sonra, Simeon Yunanlılar'ı yendi ve Konstantinopolis'in surlarının dibine kadar geldi. VI. Leon, bir antlaşma imzalamak ve haraç vermek zorunda kaldı. Bundan sonra, Simeon bakışlarını Selanik'e çevirdi: VI. Leon, kenti ona vermemek için, kuzey Makedonya'da bazı geniş toprakları ona bırakmak zorunda kaldı. Ve nihayet, bir an benimsediği unvandaki gibi, "Bulgarların Çarı ve Romalıların imparatoru" olmak amacıyla, kendine hedef olarak Konstantinopolis'i seçti. 917’de, Simeon, büyük Ankhialos savaşını kazandı. 922'de ise Hadrianopolis'i (=Edirne ) ele geçirdi ve sonunda da, Selanik'le Konstantinopolis dışında bütün Makedonya ve Trakya'ya sahip oldu. Ardından, Konstantinopolis'i kuşattı, düşeceği korkusuna kapılan kenti, bir kez daha, surları kurtardı. Büyük bir olasılıkla, işte o zaman, 924 yılında, o aynı kentin surlarının dibinde, Simeon ile geceyi Ayasofya'da dua ederek geçirmiş olan Romanos Lekapenos arasında önemli bir görüşme yapıldı: yapılan ateşkesin bir tek koşulu vardı; Bizanslıların vergi ödemesi. Bundan sonra da Simeon çekildi. Ne olmuştu? Uzun süre, Bulgar hükümdarın Bizans İmparatoru'nun saygınlığından etkilenmiş olduğu sanıldı. Oysa Simeon'un, o sırada Sırplar'ın tehdidi altında bulunduğu ve Araplarla Bizans'ı kuşatmak amacıyla giriştiği görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandığı için çekildiğini düşünmek daha akla yakındır. Simeon 927'de öldü ve ardılı Pyotr döneminde, Bulgaristan, iç çekişmelerin daha da öne aldığı hızlı bir gerileme dönemine girdi. Bir süre, Svyatoslav'ın yönetimindeki Rusların da yardımıyla, II. Nekephoros Phokas ile Ioannes Tsimiskes, yeniden birbirleriyle mücadeleye başladılar: Bizanslılar, tüm Bulgaristan'ı değilse bile, en azından Doğu Bulgaristan'ın tümünü ele geçirerek, Tuna sınırına yeniden vardılar. Sonraki yıllarda, Bulgar Çarı Samuil, Batı Bulgaristan'da Bulgar gücünü yeniden düzene sokarak, yeniden Tuna'yla Tesalya ve Adriyatik arasında bir devlet kurunca, her şey bir kez daha tartışma konusu oldu. Samuil'e karşı savaşı, 986 ile 1014 arasında, Bulgarlar'ınkinin eşi bir vahşet ve yırtıcılıkla, kendisine verilmiş olan "Bulgaroktonos" (="Bulgar katili" ya da "Bulgar kıran") takma adını haklı çıkaracak biçimde, II. Besileios yürüttü. Kesin savaş 1014 yılında, Serez'in kuzeyinde cereyan etti: Bulgar ordusu ezildi ve Basileios 15.000 savaş tutsağı aldı. Kılavuz olarak görev yapacak olan, yüz kişide 402

Diehl,2006 A.g.e, Norwich, 2013<A.g.e, s. 123 404 Diehl, 2006 A.g.e, 403

112


bir kişi dışında, bunların tümünün gözlerini kör ettirdi ve bu yürekler acısı insan sürüsünü Samuil'e gönderdi. Birkaç hafta sonra Samuil öldü. Bizanslılar tüm Bulgaristan'ı ellerine geçirerek Bizanslı bir genel valinin yönetimine verdiler: bu, birinci Bulgar devletinin sonu ve Bizans için de, tüm Balkan Yarımadası'nda yeniden sağladıkları egemenlikti. Ama bu, tüm Kuzey sınırı ya da Tuna sınırı boyunca kesin güvenlik demek değildi.405” X.yüzyılda, 948'de yaşanan depremden sonra İstanbul, 26 Ekim 989 günü sadece başkenti değil çok geniş bir alanı İzmit, Trakya, Pelopones hatta ltalya'yı etkileyen korkunç bir depremle sallandı. Pek çok kilise ve bina yıkıldı; Ayasofya Kilisesi'nin ise bu defa batı kubbesi çöktü. Önlem aldıkça büyüktü; Imparator II. Basileios'un başlattığı Ayasofya Kilisesi'nin onarımını 6 yılda bitirilebildi. XI. yüzyılda ise İstanbul sık sık vuku bulan depremlerle sallandı.406 Samuel, devletini, Tuna'dan Adriyatik'e ve Ege Denizine kadar büyütmekten vazgeçmedi. Fakat Çar, 996'da Sperchios kenarlarında mağlup oldu; Yunanistan'ı kaybetti; Selanik önünde de başarılı olamadı, Tuna Bulgaristan'ının bir kısmı Bizanslı'ların eline düştü (1000). Bununla beraber Batı Bulgaristan sağlam kalmıştı. Vasil II, 1001 de orasını da almağa girişiminde bulundu. Zamanla oraları, Berrhoea Servia, Vodina'yı zaptetti. Dağlarda kuşatılan Samuel kurtularak Edirne'yi yağma etti. (1003).407 Gerçekte savaşın ne şekilde sana ereceği artık hiç şüphe götürmezdi. Yüzyıllar eskiliğinde geleneklere dayanan Bizans devleti üstünlüğünü bir defa daha ispatlanmıştı. Bizans savaş sanatı, ihtiyar imparatorluğun ordu teşkilatı ve teknik araçları ile cüretkâr çar baş edemezdi. Kumandan ve valileri ondan ayrılmaya başladılar. 1005 yılında Dyrrhakhion408 ihanetle Bizans imparatorunun eline düştü.409 Fakat imparator harekâta devamla Üsküp'ü zapt, aşağı ve orta Makedonya'yı istila (1007) harbi zalimane bir sertlikle yaparak ablukayı sıklaştırıyordu. Açık muharebelerden çekiniyordu; sonunda, ordusu Serez - Menlik yolu üzerinde ‘Cinbalongou’ geçidinde ezildi. 1010 yılı Ocak-Mart ayları arasına tarihlenen depremde Havariler Kilisesi'nin kubbesi yıkıldı410 (29 Temmuz 1014). Çar, bu bozgunluktan sonra yaşamadı; birkaç gün sonra öldü (1 Eylül 1014). Bu Bulgaristan'ın sonu idi. Fakat imparator harekâta devamla Üsküp'ü zapt, aşağı ve orta Makedonya'yı istila (1007) harbi zalimane bir sertlikle yaparak ablukayı sıklaştırıyordu. Açık muharebelerden çekiniyordu; sonunda, ordusu Serez - Menlik yolu üzerinde ‘Cinbalongou’ geçidinde ezildi (29 Temmuz 1014). Çar, bu bozgunluktan sonra yaşamadı; birkaç gün sonra öldü (1 Eylül 1014). Bu Bulgaristan'ın sonu idi.411 İmha edici darbe ise ancak 1014 yılı temmuzunda, cereyanı hakkında pek az bilgi mevcut bulunan uzun mücadelelerden sonra indirildi. ‘Kleidion’ adıyla tanınan, Belasica sıradağlarındaki bir geçitte, yukarı Struma bölgesine de, Samuel'in ordusu kuşatıldı. Çar her ne kadar Prilep'e kaçmaya muvaffak oldu ise de, savaşçılarının büyük bir kısmı maktul düştü ve daha büyük sayıda askeri de esir oldu. Bulgar Kasabı Basileios zaferini korkunç bir şekilde kutladı. Esirlerin - rivayete göre sayıları 14.000 idi. Gözlerine mil çekildi. Bunlardan her yüz kişiye kendilerini çarlarının yanına, Prilep412'e götürmek üzere sadece bir gözü çıkarılmış bir rehber verildi. Samuel bu korkunç alayı görür görmez bayılarak yere yıkıldı. Kahraman çar bundan iki gün sonra öldü. (6 Ekim 1O14.).413Bulgar Kasabı Basileios'un savaş meydanında uyguladığı mücadele şekli ne kadar zalimane ise, onun itaat altına alman ülkeye karşı güttüğü siyaset o kadar ölçülü ve uzak görüşü oldu414. 1015-1016 yılında Makedonya'daki Bulgarlara karşı yapılan askeri sefer Basileios'un stratejisine iyi bir örnektir. İmparator Selanik'i ilkbaharda terk etti ve bir kuşatmadan sonra Bodena'yı ele geçirdi ve tekrar Selanik'e döndü. Ancak Bulgarlarla uzlaşma uzak bir kazanımdı. İmparatorluk ordusu tekrar araya girmek ve Moglena'yı kuşatmak durumunda kaldı. Kuşatınca bu şehri sınırlayan suyun yolunu değiştirdiler ve surların altına dehlizler oydular. İşin ciddiyetini gören şehir sakinleri teslim oldu. II Basil ile Samuel arasındaki mücadele, oldukça uzun bir müddet, İkincinin lehinde, cereyan etti: bu hadisenin sebebini bilhassa imparatorluk kuvvetlerinin şark harbleriyle meşgul olmalarında aramalıdır. Samuel birçok yeni mıntıkaları işgal etti ve kendini Bulgaristan kralı ilan- ettirdi. Paul Lemerle den alıntı Demirkent, 2005, A.g.e, s. 135 407Diehl, 2006, A.g.e, s. 88 408 Dyrrhakhion: Arnavutlukta bir şehir 409 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 188 410 Demirkent, 2005, A.g.e, s. 135 411Diehl, 2006, A.g.e, s. 88 412 Prilep: Kuzey Makedonya'da bir şehir 413Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 188 414 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 189 405 406

113


Ancak XI inci asrın başlangıcına doğru talih Basil’e gülmeğe başladı. Bu imparator Bulgarlara karşı o derece zalimane bir şiddetle mücadele etti ki “Bulgarokton” yani “Bulgar öldürücüsü” lakabını aldı. Samuel, II Basil’nin emriyle kor edilmiş olarak vatanlarına iade olunan 14.000 Bulgarı gördüğünde o kadar büyük bir sarsıntıya uğradı ki bu sarsıntıdan öldü. Samuel’in ölümünden sonra Bulgaristan, Bizanslılara mukavemet edebilmek için çok zayıftı; az bir müddet sonra Bizans tarafından fethedildi. 1018 de ilk Bulgar krallığı ortadan kalktı, başında bir imparatorluk valisi bulunan bir Bizans vilayeti şekline sokuldu. Bununla beraber, bir dereceye kadar, iç otonomisini muhafaza etti415 ll. Basileios'un kudretlilere yüklemiş olduğu, terk edilmiş köylü toprakları için eklenmişvergi ödeme yükü, büyük arazi sahiplerinin ısrarlı başvuruları üzerine kaldırıldı. Böylelikle epibole ve sonraları allelengyon adıyla Bizans vergi sisteminin temel unsurunu teşkil etmiş olan eski munzam vergi nizamı kesin olarak kaldırılmış oluyordu. Düzenli vergiyi köylüler artık ödeyecek güçte değillerdi.

Fotoğraf: 9 İmparator Samuel, kör askerleri görünce ölüyor. Manasslar Chronicle

Kudretliler ise bunu ödemek istemiyorlardı ve bizzat kudretlilerin tipik bir temsilcisi olan imparator III. Romanos büyük arazi sahibi aristokrasinin iradesine karşı çıkmayı elbette düşünemezdi bile. Kudretlilere köylü ve asker arazisini şu veya bu yolla ek geçirmeyi yasaklayan eski kanunlar filvaki resmen kaldırılmamıştı ve namuslu hâkimler bu kanunları bu sıralarda henüz geçerli saymakta idiler. Ancak küçük arazi sahipliği kurumunu korumak için çıkanları kanunlar silsilesinin Basileias II.'un ölümünden sonra tamamıyla kesilmesi bile durumun değişmesine yetip artmıştı. Çünkü 10. yüzyıl kanunları bütün ciddiyet ve sertliklerine rağmen köylü ve asker arazisinin satın almasını önleyemediğine göre, büyük arazi sahipliği kurumunun genişleme gücü hükümetin şimdiki hoşgörülü pasif tutumu muvacehesinde elbette tam bir şekilde gelişebilecekti. Kudretliler siyasi olsun, iktisadi olsun her sahada zaferi elde etmişlerdi. Merkezi iktidarın, I.Romanos 'dan II. Basilcias 'a kadar, zadegânın (=soyluların) toprak açlığına karşı kurduğu set yıkılmıştı. Bundan böyle küçük arazi sahipliği kurumun inhitatı hiçbir engel tanımadan sürüp gitti. Büyük arazi sahipliği köylü ve asker emlakini yalayıp yuttu ve bunların eski sahiplerini yarı-kölesi haline getirdi. Böylelikle Bizans devletinin, 7. yüzyılda gerçekleşen yenilenmesinden sonra, bütün gücünün dayanmış olduğu sistem zıvanadan çıkmış oluyordu: Ülkenin savunma ve vergi gücü çöküntüye uğradı ve bunun sonucunda meydana gelen devletin fakirleşmesi onun askeri gücünü de giderek azalttı.416 Aynı şekilde 13 Ağustos 1032'de ve 6 Mart 1033'de vuku bulan şiddetli depremler de Istanbul'da büyük tahribata sebep olmuşur. 18 Aralık 1037'de ve bir yıl sonra 2 Kasım 1038'de.417 415Vâsiliev,

1943, A.g.e, s. 405 2011, A.g.e, s. 199 417Demirkent, 2005, A.g.e, s. 125 416Ostrogorsy,

114


Bizans halkının yasal ve hukkiki duygusu hatta bir Zoe ve bir Theodora'ya sarılabilecek kadar kuvvetlenmiş bulunuyordu. Elini hükümdar kızı olarak doğmuş bir kimseye karşı kaldırmış alan kalafacı düşürülerek 20 Nisan 1042'de gözlerine mil çekildi. İktidarı Zoe ve Theodor ortak olarak yürüteceklerdi; çünkü Zoe'nin talebi üzerine rahibe libasını giymiş olan Theodora'nın arkasında eskiden beri kuvvetli bir parti bulunmakta idi ve kilise de kendisine özellikle temayül ediyordu. Theodora üçüncü defa evlenecekti. Zoe 11 Haziran 1042'de asil senatör Konstantinos Monomakhos ile evlendi ve bu zat izdivacın ertesi günü imparatorluk tacını giydi.418 Hemen bir kaç yıl sonra, Makedonya’dan, yani kuzey batı Trakya'dan kopmuş olması hususiyetini teşkil eden yeni bir hükumet darbesi teşebbüsü vuku buldu. Ordunun, asker düşmanı memur rejimine karşı duyduğu hiddete, burada eyaletin İstanbul'un merkeziyetçiliğine karşı tutumu da katılmıştı. Asilerin başına, Ermeni kaynaklı olmakla beraber Edirne'de yerleşmiş ve civarın bütün girdiçıktısını bilen "Makedonya partisi"nin başkanı Leon Tornikes geçti. Tornikes'in isyanı Maniakes 'in ayaklanmasından daha tehlikeli ölçülere ulaştı: İstanbul kuşatıldı ve hemen de düşmek üzere idi (1047). Ancak, Maniakes isyanından bir rastlantıyla kurtulmuş olan Konstantinos IX. hükümeti, bu sefer de şehrin zaptı için uygun anı kaçırmış olan karşı imparatorun çekincesi sayesinde kurtuldu.419 Monomakhos idaresine karşı duyulan itimatsızlık hala devam etmekteydi. Bu hal neticesinde Leo Tornikos adındaki bir şahıs 1047 senesinde Adrianopolis’te(Lüleburgaz) Monomakhos yönetimine karşı ayaklandı. Leo Tornikos, İmparator Monomakhos‟un anne tarafından akrabasıydı. Bir süre idarede önemli görevler üstlendikten sonra şüpheli tavırları nedeniyle imparator tarafından görevden alınıp nüfuzunun bulunduğu Adrianopolis’te(Lüleburgaz) inzivaya çekilmeye zorlandı. Bu arada Makedonya ve Thrakia Theması‟nın önde gelenleri ihmalci tutumları nedeniyle Monomakhos yönetimine karşı ayaklanma tasarıları yapmakta ve uygun bir Ģahsın onlara lider olmasını beklemekteydi.420 Böylelikle Leo Tornikos‟un çıkarları isyana temayül edenlerin çıkarlarıyla kesişmiş oldu. Bu durumu bir fırsata çevirmek isteyen Leo Tornikos, Rhaidestos (Tekirdağ) şehri haricinde Makedonya ve Thrakia themalarında görevli tüm askerlerin desteğini temin ettikten sonra Adrianopolis’te Eylül 1047‟de başkaldırdı. Ardından tahtı ele geçirmek amacıyla büyük ve etkin bir ordu ile Konstantinopolis (İstanbul) üzerine doğru kendinden emin bir şekilde ilerlemeye başladı. Güçlü bir orduya sahip olmasının dışında Tornikos’un tahtın kendisine geçeceğine bu kadar emin olmasının nedeni, Monomakhos‟un imparator birliklerinin tamamını Doğu‟ya sevk etmiş olması ve dolayısıyla başkentini savunmak üzere yetersiz sayıda askerin emri altında bulunuyor olmasıydı. 421 Dahası Tornikos başkent halkının Monomakhos‟a duyduğu hoşnutsuzluktan haberdardı ve merkezde ordusuna karşı direnç gösterebilecek bir bütünlüğün var olmadığını biliyordu.422 Tornikos, Konstantinopolis (İstanbul) surlarının önünde ordugâh kurduğu vakit Monomakhos‟un savunma için gerçekleştirebildiği sadece surların onarımını yapmak ve kilit noktalara yetersiz sayıdaki askerlerini yerleştirmekti. Bu an için imparatorun abluka altına alınmış olan kentine civardan destek sağlayabilecek hiçbir kuvvet bulunmamaktaydı. Monomakhos, beklendiği şekilde kuşatmayı zayıflatmak ve isyancıların cesaretini kırmak amacıyla surların ötesine birkaç saldırı düzenledi. Lakin isyancı ordusu bu zayıf hücumları bertaraf etti ve şehrin askeri direncini kırmayı başardı. Artık zafer fiilen Tornikos‟undu ve Monomakhos‟un ahvali onun merhametine bağlıydı. Tek sorun, başkent halkının Tornikos ve ordusunu meşru olarak kabul etmemekte ısrar etmeyi sürdürmesi ve şehrin kapılarını onlara açmamasıydı. İsyanını en ince ayrıntılarına kadar planladığı anlaşılan Tornikos, bir zorba gibi cebirle tahtı ele geçirmekten ziyade halkın gönül rızasını kazanmış şekilde imparator olmayı tasarlamaktaydı. Bu nedenle Tornikos başkent halkının bugün değilse bile yarın mutlaka kendi elleriyle imparatorluk unvanını ona sunacağını umarak şehrin yağmalanmasına da razı olmadığı için şehre giriş tarihini bir başka güne erteledi. Başkent halkının gönlünü kazanmak için ordusundaki askerlere şiddete son vermelerini ve esir tutulan kimselerin salınmasını emretti. Görünen o ki, Leo Tornikos, sıradan bir asi değildir ve gerçek niyeti onu destekleyenlere peşkeş çekerek tahta oturmak değil, devlet ciddiyetiyle imparatorluğun idaresini ele almaktır. Ancak Leo Tornikos 418Ostrogorsy,

2011, A.g.e, s. 202 2011, A.g.e, s. 308 420 Angold, a.g.e, s.59-60; Ostrogorsky, a.g.e., s.308. Alıntı; Törebey GÜNAYDIN, Bizans İmparatorluğu Ve Balkanlar (9761076), Ankara 2016 Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi Tarih (Ortaçağ Tarihi) Anabilim Dalı 421 Aristakes, s.22-23; Urfalı Mateos, s.83-84. Alıntı; Törebey GÜNAYDIN, Bizans İmparatorluğu Ve Balkanlar (976-1076), Ankara 2016 Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi Tarih (Ortaçağ Tarihi) Anabilim Dalı 422 Psellos, s.125-126-127-128; Attaleiates, s.37-38; Skylitzes, s.413. Alıntı; Törebey GÜNAYDIN, Bizans İmparatorluğu Ve Balkanlar (976-1076), Ankara 2016 Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi Tarih (Ortaçağ Tarihi) Anabilim Dalı 419Ostrogorsy,

115


yanılmıştır. Ona destek veren askerlerin ekseriyeti, gayretlerinin karşılığında talan ve yağma faaliyetlerine girişip ganimet elde etmeyi ummaktaydı. Başkent onları bu konuda fazlasıyla cezbetmiş olmalı. Ancak Tornikos‟un kararı, hayal ettiklerinin tam zıttı olunca askerler yavaş yavaş saf değiştirmeye başladı. Ordusunun günden güne erimeye başladığını fark eden Tornikos, askerlerinin taleplerine boyun eğmek mecburiyetinde kaldı. Bir yağma gerçekleşecekti ama başkentte değil, Thrakia Böylece Konstantinopolis şehrinin önünden ayrılan isyancı ordusu, Rhaidestos şehrini ablukaya aldı. Burada da umulan neticeye bir türlü erişilemedi ve Tornikos‟un ordusunu terk edenlerin sayısı artmaya devam etti. İsyancılar Rhaidestos surları önünde zaman kaybetmekteyken Gürcistan seferine çıkmış olan Bizans ordusu, başkente dönmeyi başardı. Monomakhos vakit kaybetmeksizin orduyu iki kısma ayırarak Chrysopolis (Üsküdar) ve Abydos üzerinden isyancıları kıskaca alacak şekilde harekete geçirdi. Bu sefer muhasara altına alınan kuşatmadan vazgeçip Arkadioupolis şehrine çekilmiş Leo Tornikos oldu. Kış ayında bulunulması isyancıların muhasaradan çektiği çileleri arttırdı. Sona yaklaşıldığını anlayan isyancıların önde gelenleri merhamet dileyerek imparatora teslim oldu. Artık tüm ümidini yitiren Leo Tornikos, Boulgarophygon (Babaeski) kilisesine sığındı. Burada imparatorluk askerleri Tornikos‟u ele geçirdikten sonra tüm itirazlara rağmen hükümdarın emriyle gözlerini oydu.423 Leo Tornikos‟un isyanına katılmış olan kimseler ise pek çok kişinin şefaat dilekleri neticesinde Monomakhos tarafından affedildi ve vazifelerinin başına dönmelerine izin verildi. İmparatordan isyana dâhil olanların affını talep edenlerden birisi, Psellos‟un hocalığını da yapmış bilgin Ioannes Mavropous‟tur. Mavropous, imparatora hitaben yazdığı bir mektubunda istirhamını şu cümlelerle ifade etmiştir: “Krallığınızın ve şahsınızın selametini muhafaza eden Tanrı’ya bu suretle hizmet etmelisiniz. O ki tüm isyankârları ayağınızın altına serdi ve onlara karşı kansız bir zafer ihsan eyledi. Bu biroluş karşılığında sizden suçlulara yalnızca merhametinizi ve bağışlayıcılığınızı göstermeniz dışında hiçbir şey talep etmemektedir. Zira o, eğer affedersen, affedeceğim ve senin değerlendirdiğin ölçüde seni değerlendireceğim diyerek harikulade bir vaat açığa vurmaktadır. Bu nedenle kul olarak bir şeylerden mesulseniz borçluları yükümlülüklerinden azat ediniz. Böylece isyankârları affetmenizi iyi bir dayanak olarak kullanıp dualarınızla benzer şekilde yardım almayı temin edebilirsiniz.‟ Bizans dış siyasetinin esas faktörleri de değişikliğe uğradı. Doğuda Arapların yerini Selçuklu Türkleri, batıda Normanlar, kuzeyde de Bulgar ve Rusların yerini istep kavimleri alan Peçenek, Uz ve Kumanlar aldılar. Ruslar son olarak 1048 yılında Bizans'a karşı bir saldırıda bulunmuşlardı: İstep kavimlerinin ilerlemesi ve Rus devletinin sıklet merkezinin kuzey doğuya kayması ile Rusya, II. yüzyılın ortalarından itibaren uzunca bir süre için Bizans politikasının doğrudan doğruya faktörü olmaktan uzaklaştı. Fakat 1048 yılında Tuna Peçenekler tarafından geçildi ve bu olay Bizans devleti için en ağır sonuçlar doğurdu. Peçeneklerin devlet için arz ettiği öneme daha Konstantinos Porphyrogennetos dış siyasete müteallik eserinde büyük bir ısrarla işaret etmektedir 1. Bizans bunlardan partnerleri olarak kuzeydeki bütün düşmanlarına karşı faydalanmıştı. Gerektiği zaman Bulgarlara ve Macarlara arkadan saldıran, Ruslara ise güney yolunu kapayabilen bu savaşçı göçebe kavim ile işbirliği 10. yüzyılda Bizans politikasının ana sorunlarından birisi olmuştu. Bulgaristan'ın Bizans tarafından ilhakından sonra ise durum temelinden değişmişti: Artık Bizans'ı göçebe ordulardan ayıran duvar mevcut değildi; devlet arazisi Tuna kenarına kadar uzanmakta olup, Peçeneklerin yağma akınları artık devletin düşmanı olan Bulgarlara değil doğrudan doğruya Bizans topraklarına yapılıyordu. Tuna’yı aşarak ülkeye dalan göçebe kitlelerini geriye püskürtmeye ise Bizans'ın gücü yetmemekte idi. Bu sebeple bunlar devlet arazisine iskân edildiler ve uğranılan zarardan mümkün mertebe faydalanmak gayesiyle sınır muhafazasında ve askeri hizmetlerde kullanılmaya başlandılar. Ancak pek az sonra Bizans devleti, bütün bölgeyi yağma akınlarıyla endişeli bu yeni tebasına karşı silaha sarılmak zorunda kaldı. Fakat birçok mağlubiyete uğradı ve nihayet Peçenek reislerine hediyeler, yeni arazi ve saray unvanları tevcih etmek suretiyle şartları pek ağır olmayan bir sulhu satın almak zorunda kaldı.424 İmparator Mikhail Kerullarios mücadeleyi kazanmış görünüyordu. Nasıl kilisenin askeri asalet sınıfı ile ittifakı iki yıl önce Mikhail VI.'in sukutuna sebep olmuş idiyse, bu sefer de kilise ile karşı görüşlü memur asalet sınıfın ortaklığı İsaakios Komnenos'u düşürdü. Cesaretini yitirdiği, başta düştüğü bir anda imparator, Psellos, s.129-136; Attaleiates, s.41-42-43; Skylitzes, s.414-415-416. Alıntı; Törebey GÜNAYDIN, Bizans İmparatorluğu Ve Balkanlar (976-1076), Ankara 2016 Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Üniversitesi Tarih (Ortaçağ Tarihi) Anabilim Dalı 424Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 310 423

116


Psellos'un ısrarlı teşviki ile erguvani kisvesini (aristokrat mor renk elbisesini) çıkardı ve keşiş olarak Studios manastırına çekildi (Aralık 1059).425 Bu sıralarda da ise asyada birşeyler olmaktaydı. Armenia’da bulunan Malazgird yanında, Van gölüne yakın bir yerde sayıca üstün fakat karışık asıllı ve disiplin ücretli ordu 19 Ağustos 1071’'de Alp Arslan'ın birlikleri tarafından imha olurcasına bozguna uğratıldı. Bizzat imparator esir düştü.426 Caesar Ioannes'in torunu, Malazgird haini Andronikos'un kızı Irene Dukas ile evli idi. imparatoriçe Maria, imparatlorluk taçını elde edeceğini hala ümit ettiği küçük oğlu Konstantionos Dukas’ın koruyucu meleği olarak onu görmekte idi. Kendisinden daha yaşlı olan kardeşi Isaakios Komnenos yanında Aleksios, caesar loanen Dukas'ın şahsında en hararetli tarafını bulmuştu. Onun imparatorluğa yükseltilmesini kararlaştıran Trakya'da Tzurullon (Çorlu) toplantısı Komnenos ile Dukas'ların bir aile toplantısı karakterini taşınmıştı.427 1071' de yeniden ayaklanan Sırbistan güçlükle Bizans hâkimiyetini kabul ediyordu; Tuna Bulgaristan'ı Peçenekler'in işgalinde idi, Batı Bulgaristan'ı Bizans boyunduruğunu sabırsızlıkla taşıyordu. Trakya'da, endişe verici bir dini muhalefet görünüyordu: Paulicienler'le, Paul cemaati taraftarlarıyla yerleşik bir ülkede X. yüz yıldan beri çok yayılan Bogomil din muhalefeti, her vakit olduğu gibi Bizans'ta etnik çelişkilerin meydana çıkmasına vesile olmuştu. Fakat bilhassa, Tuna'nın ötesinde, büyümekte olan Macaristan bir rol oynamağa ve imparatorluğun zararına, Balkan işlerinde onun yerini tutmağa çalışıyordu. 1084'de, Trakya mütezilesi (=din muhalifleri, kadere inanmazlar) isyan ediyorlar ve Peçenekler'i yardıma çağırıyorlardı. İki defa Barbar orduları, (1086 ve 1088) Bizans ordularını ezdiler ve barış istemek mecburiyeti ortaya çıktı (1089). Fakat bir daha hücum ettiler. Bu sefer Aleksi Kommen, onları, bir nesil için mahvolmuş zannolunacak kadar, Leburnion kenarlarında bir kanlı bozguna uğrattı428. Bizans imparatoru, Norman tehdidi ortadan kaldırılır kaldırılmaz Peçeneklerle savaşmak zorunda kaldı. Son onyıllar içinde imparatorluğun üzerinde Demokles'in kılıcı gibi sallanmakta olan Peçenek tehdidi, Balkan yarımadasının doğusunda oturan Bogomil'lerin akıncı Peçenek kitlelerine yaptıkları yardımla daha da büyümüştü. Peçenekler, uzun ve değişik talihli bir sürü mücadeleden sonra 1090 yılında Bizans payitahtın surları önüne kadar ilerlediklerinde buhran en yüksek noktasına ulaşmış oldu. Sanki bu yetmezmiş gibi İstanbul ayrı zamanda deniz cihetinden de taaruza uğradı. İzmir emiri olup, Süleyman'ın (ölm. 1085) mirasını paylaşanlardan birisi olan Çakhas Peçeneklerle bir anlaşma yaparak, donanmasıyla İstanbul üzerine ilerledi. Çakhas bir zamanlar esir sıfatıyla Nikephoros Botaneiates'in sarayında bulunmuş, Bizans savaş metotlarını öğrenmiş ve imparatorluk şehrine karşı yapılacak kesin saldırının deniz cihetinden gelmesi gerektiğini isabetle idrak etmişti. 1090/1091 yılında İstanbul, hem karadan hem de denizden kuşatılmış olarak endişe ve zaruret dolu bir kış geçirdi. Kurtuluş yine ancak dışardan gelebilirdi. Bu zor durumda I Aleksios, tehlikesiz olmamakla beraber çok tecrübe edilmiş, Bizans'ın barbarlara karşı izlediği siyasete başvurarak Peçeneklere 425Ostrogorsy,

2011, A.g.e, s. 315 Peceneklere karşı yapılan savaşlarda temayüz etmiş kıymetli ve şeckin bir kumandan alan Ramanos IV. Diogenes (106871) askeri partide sahip olduğu nüfuz ve itibara her halde layık bir kimse idi. Selçuklulara karşı, savaşı derhal ele aldı. Fakat ordunun çürüme oluşumu çok ilerlemiş bir safhada olduğu gibi, imparatorun devleti kurtarma gayretleri Pscllos partisinin entrikaları ile arkadan vuruluyordu. Büyük bir güçlükle, çoğunluğu yabancı asıllı ücretlilerden- Peçenek, Oğuz, Norman ve Franklar- oluşan eden bir ordu topladı. Girişilen ilk iki sefer (1068 ve 1069) her şeye rağmen oldukça başarılı oldularsa da üçüncü sefer korkunç bir mağlubiyet ile neticelendi. Bu mağlubiyette caesar Ioannes'in oğullarından birisi olan Andronikos Dukas'ın ihaneti hiç de en küçük rolü oynamamıştı. 426 Armenia’da bulunan Malazgird yanında, Van gölüne yakın bir yerde sayıca üstün fakat karışık asıllı ve disiplin ücretli ordu 19 Ağustos 1071’'de Alp Arslan'ın birlikleri tarafından imha olurcasına bozguna uğratıldı. Bizzat imparator esir düştü. Romanos esareti iadesi sırasında Selçuklularla, yıllık haraç şahsi fidye ödemek, Türk esirlerinin iadesi mükellefiyeti ve Selçuklulara yardıma kuvvetler göndermek vadine karşılık kendisine hürriyetini sağlayan bir anlaşma yaptı. Ancak bu arada İstanbul'da muhalif parti ceaeser Ioannes'in entrikaları kalan yüzünden onu azledilmiş ilan etmişti. Önce imparatoriçe Eudokia ile büyük oğlu Mikhail Dukas'dan oluşan bir ortak hâkimiyet kuruldu ise de, kısa bir süre sonra imparatoriçe-anne bir manastıra kapatılarak Psellos'un yetiştirmesi Mikhail VII. tek başına hükümdar ilan edildi. (24 Ekim 1071). Türk esaretinden yurduna dönmekte olan imparator Romanos'a karşı İstanbul'daki iktidar sahipleri düşman işlemi yaptılar; bir iç savaş patlak verdi. Nihayet Romanos, Mikail VII. namına üç metropolit tarafından imzalanan ve kendisine tam bir şahsi emniyet vadeden bir garanti mektubuna güvenerek teslim oldu. Ancak Romanos İstanbul'a ulaşmadan gözlerine kızgın demirle mil çekildi. Bu hususta kendi kabiliyetini de aşan Psellos, gözleri kör edilen İmparatora, bu kendi kurbanına, onu bir din şehidi olarak öven bir mektup gönderdi: Tanrı kendisini daha yüksek bir ışığa layık addettiği için gözlerini almıştı. Romanos Diogenes korkunç yaralarının etkisiyle zamanda ölüp gitti (1072, yazı). 427 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 323 428 Diehl, 2006, A.g.e, s. 110 426

117


karşı Kumanları yardıma çağırdı. Güney Rusya ovasında Peçenek ve Oğuzların ardından gelmekte alan Kumanlar, aynen onlar gibi göçebe bir kavim olup, etnik bakımdan olmasa soy bakımından yine de Türk idiler. İmparator Aleksios devletinin mukadderatını bu savaşçı kavmin reisleri eline teslim etti. Büyük bir sabırsızlıkla beklenen Kumanlar 1091 ilkbaharında devlet arazisine girdiler 29 Nisan 1091'de Levunion silsilesi eteğinde Bizanslılar ve Kumanlar (1094) ile Peçenekler arasında işitilmemiş derecede kanlı bir savaş cereyan etti.429 Peçenekler burada tamamen imha olundular. Katliamı andıran bu müthiş mücadelenin o zamanda yaşayanlar üzerinde bıraktığı tesirleri Anna Komnene "sayıları hadsiz hesapsız bütün bir kavim tek bir gün içinde imha olundu" sözleriyle aksettirmektedir. İstanbul'u kuşatmış olan çember bu suretle kırılmış oluyordu. Planlan Levunion savaşıyla suya düşmüş olan Çakhas da bir yenilgiye uğradı ve daha sonra imparatorun yeni bir ustaca siyaset manevrası ile çaresiz kaldı. Çünkü imparator nasıl Kumanları Peçenekler aleyhine tahrik etmiş idi ise, şimdi de Çakhas'ın karşısına damadı olan İznik emiri Abu'l-Kasım'ı çıkarmayı bilmiş ve önce bununla, sonra da onun halefi ve Süleyman'ın oğlu Kıla Arslan ile bir ittifak akdetmişti.430 Peçenekler bundan böyle, artık tarihten kayboldular.431 İmparator Ioannes’in hukumdarlığının beşinci yılında (buna göre 1123 olmalı; diğer kaynaklara göreyse 1122) İskitler (Pecenek) Istros (Tuna)’yı gecerek Trakya arazisini cekirge surulerinden daha insafsızca yağmalayıp tahrip ettiler, imparator Bizans kuvvetlerini toplayarak, bunları sadece düşman sayısının çokluğu yüzünden değil,/barbarların kendilerine büyük güvenc duyarak farfaraca yaklaşmaları sebebiyle, en mükemmel silahlarla donattı. Ioannes, Aleksios Komnenos zamanında Trakya İskitler tarafından işgal edilip Makedonya’nın büyük kısmı tahrip edildiği sırada bunlara karşı girişmiş olduğu savaştan kazandığı tecrübeye sahip bulunuyordu. İmparator çnce akıllıca bir siyaset kullandı. Dilbilir elci heyetleriyle, hepsi de kendi başkanlarına bağlı çeşitli kabilelerden oluşan Pecenek ordusunu veya hiç olmazsa bunun parcalarından bir kısmını savaştan vazgecerek kendisiyle anlaşmak hususunda kandırmayı denedi. Böylece barbarların nufuzlu adamlarından bir kaçını kendi tarafına çekmeyi başardı. Bu arada elbette bütün sevimliliğini ve insancıllığım bu adamların önüne sermek zorundaydı: Onlara mukellef ziyafetler çekti; ipekli giysilerle bunları buyuledi ve maksadına ulaşmak icin onlara gümüş kâse ve kadehler sundu. Böyle yemlemelerle İskitlerin iştihalarını kabarttıktan ve onlarda yeni arzular uyandırdıktan sonra da savaş gücünü onlara yönelterek, beklenmedik bir anda mevzie sokmanın tam zamanı olduğunu duşundu. Bir taraftan kendilerine vaadedilen değerli eşyalar sebebiyle Bizanslılarla barış anlaşması yapmayı düşündükleri, bir taraftan da, her zaman zafer kazanmaya alışık olduklarından savaşa istek duydukları icin, bunlara, ne yapacaklarına bir türlü karar veremedikleri bir anda saldırmak arzusundaydı, imparator böylece ordusunu, karargâhının bulunduğu Beroe (bugünkü Stara Zagora) şehrinden harekete gecirerek gün ışırken İskitlere saldırdı. Bu, tüyler ürpertici bircarpışma, şimdiye kadar gorulmemiş derecede kanlı bir savaş oldu. Cünkü İskitler ordumuzu, hiç korkuya kapılmadan, atlı saldırılar, ok yağmuru ve ürkütücü naralarla karşıladılar. Bunların korkunç bir düşman oldukları belliydi. Ama Bizanslılar, mucadele başlar başlamaz, ya zaferi kazanmak, ya da olmekte kararlıydılar. Etrafını kuşatan etrafı ve koruma birliği ile imparator, ihtiyaç hissettiren her yerde mücadeleye bizzat katılıyordu. İskitler ise bu çarpışmada her türlü olasılığı önceden düşünmüşler ve bizi çok rahatsız eden önlemleri şöylece almışlardı: Bütün arabalarını bir cenber teşkil edecek şekilde yan yana getirmişler ve savaşçılarının hatırı sayılır bir kısmını buraya yerleştirmişlerdi. Arabalardan müteşekkil bu duvarda birçok çapraz çıkış yolları da bırakmışlardı. Bizanslılar tarafından sıkıştırılıp kaçmak zorunda kaldıklarında, hic kayıp vermeden, sağlam bir sur gerisine çekilirçesine bu arabaların arkasına kaçmaları ve kısa bir süre nefeslendikten sonra tekrar dışarıya çıkıp yeniden güçlenmiş olarak müçadeleye devam etmeleri mümkündü. Böylece savaş aslında her tarafı açık olan alanda bir kuşatma haline donmuş olup bizim Bizanslı birliklerimiz başarısız bir caba içinde çırpınıp duruyorlardı. İşte bu anda Ioannes’in ne kadar akıllıca bir hareketle adamlarını coşturduğu goruldu, imparator, emirlerini verirken sadece akıllı ve uzak görüşlü olmakla kalmaz, komutan ve askerlerine emrettiklerini ilk uygulayan da kendisi olurdu. Bu yaptığı ise tümiyle yeni ve alışılmamış bir şey olmakla beraber onun büyük dindarlığının da bir şahidi idi: Ioannes, düşmanları tarafından tekrar tekrar ve kelleyi koltuğa alarak sıkıştırılan Bizanslıların yorulup gucten düştüklerini görünce,/merhamet uyandıran bir tavırla, beraberinde savaşa götürdüğü Tanrının Anası ikonasını kucaklayarak yüzünü ona doğru kaldırmış ve gözlerinden savaş terinden daha sıcak yaşlar dökülmeye başlamıştı. Onun bu gayreti boşuna olmadı; semavi güçle kuvvetlenen savaşcıları, bir zamanlar Musa’nın ellerini uzatarak Amalika’yı bozguna uğratması gibi. 429

Demirkent, 2005, A.g.e, s. 100 2011, A.g.e, s. 333 431Diehl, Eylül 2006, A.g.e, s. 110 430Ostrogorsy,

118


İskitleri derhal kaçmaya zorladılar, imparator bundan sonra, ihtişamlı kalkanlar arkasında sarsılmaz bir duvar teşkil eden ve baltalarla donatılmış zırhlı askerleriyle İskitlerin arabalardan yapılmış kalesine saldırarak bunu parcaladı. Bundan sonra yeniden göğüs göğüse bir çarpışma başladı. İskitler korkunç bir bozguna uğrarken Bizanslılar, zaferlerinden sarhoş, onları kovalamaya başladılar. Barbarların binlercesi maktul düştü ve ordugâhları yağmalandı. Alınan esirlerin haddi hesabı yoktu; ayrıca sayısız İskit de esir düşmüş olan yakınlarına duydukları özlemle ve kendi istekleriyle Bizanslılann tarafına gecti. Devletin batısındaki bir kaç köy bunlarla iskân edildi ki, kalıntıları bugun bile mevcuttur. Bunların icinden bazıları da ucretli asker olarak orduya alındı; coğunluğa gelince bunlar ordu tarafından köle olarak satıldı. İskitler üzerinde kazandığı bu şanlı zaferden sonra/Ioannes içmiş olduğu andı yerine getirerek bu olayı şükran duygulariyle hatıralarda yaşatması için, bugün hala kutlanmakta olan Pecenek Bayramı’nı kurumsallaştırdı.432 Pek az sonra (1123’den sonra, belki de Pecenek savaşım izleyen Macaristan seferleri sırasında) imparator, Tribal’ler -bunlara Sırplar da denilebilir- üzerine bir sefer yaptı; çünku bunlar mevcut anlaşmalara riayet etmiyerek yağma hareketlerinde bulunmuşlardı. İş çarpışmaya dokuldu ve İmparator kesin bir galibiyet kazanarak, aslında pek tehlikeli olmayan ve daima komşularından birisinin boyunduruğunu taşımak zorunda bulunan bu barbar kavmi boyun eğmeye zorladı. Elde ettiği hadsiz hesapsız ganimetin buyuk kısmını da orduya bağışladı. Savaş esirlerinin çoğunluğu doğuya getirilerek Nikomedeia (=İzmit, Kocaeli) arazisine yerleştirildi ve bunlara bol bol arazi tahsis olundu. Bunlardan bir kısmı da orduya alındı; kısmen de haraç ödemekle yükümlü kılındı.433 Yaz mevsiminde (1128 yılı) Hunlar (=Macarlar) eskiden yapılmış barış anlaşmalarını ihlal ederek Istros (=Tuna)’u aştılar, Branitzoba (Tuna’nın sağ kıyısında, Belgrad’ın altında Branicevo’yı tahrip ederek surlarını yıktılar ve taşlarını Zeugminon (=Zemun -Semlin)’a taşıdılar ve Sardike (=Sofya)’yi yağmaladılar. Bu düşmanca davranışın gerçek, fakat dile getirilmeyen sebebi ise Macar kralı Stephanos (II. 1114-1132)’un kardeşi (doğrusu: amcası) Almazes (=Almos)’in imparatora iltica etmiş olması (1114’den sonra) idi. Hunlar (Macarlar) ise, ayıplarını örtmek icin, bu hareketlerine neden olarak Branitzoba ahalisinin oradan geçmekte olan Macar tacirlerini soymalarını ve bunlara kötü davranmış olmalarını ileri surmekteydiler. Hun baskını beklenilmedik bir anda vuku bulmuştu. Onun için Philippopolis (=Filibe)’de bulunan imparator şimdilik sadece gerekli önlemleri alarak bölgeyi Hunlardan temizlemekle yetindi; fakat sonbahar aylarını karşı darbe için kullandı. Savaş kuvvetlerini toplıyarak bir kac suratli tekneyi Pontos (=Karadeniz)’dan Tuna’ya geçirdi. Bundan sonra/duşmana nehirden ve karadan taarruz etti. Gemisiyle nehri aşarak ordusunu karşı kıyıda mevzilendirdi. İmparatorun atlı kuvveti duşmana doğru cevrilmiş mızraklarıyle Hunlara saldırıp bunları darma dağın etti. Ioannes, başka zamanlardakinin aksine bu sefer düşman ulkesinde daha uzunca bir süre kaldı ve Hun ülkesinin en verimli bölgesi ve “ at sürülerinin oyun oynadığı”434 bir düzlük olan Sauvos (=Save) ve Istros (=Tuna) arasındaki Frangokhorion (=Fruşkagora, Frankenland)’ı zaptedip Zeugminon’u ele geçirdi ve büyük ganimet kazandığı Khramos (=Nova-Palanka)’a kadar sefer etti. Ancak daha bir kaç çarpışmayı müteakip sonradan (1128/29 kışında) Hunlarla gayet uygun şartlı bir barış anlaşması yaptı.4351185'te Bulgaristan'da baş gösteren bir ayaklanma, imparatorluk garnizonlarının yenilgisiyle ve bağımsız bir Bulgar devletinin yeniden kurulmasıyla sonuçlandı436. Bizanslıların gerek Makedonya ve gerekse Bulgaristan'da iki asır süren hâkimiyeti İslav unsurun zayıflamasına sebep olmuştu; buralarda sadece grek’leşme oluşumu belirmekle kalmamış ayrıca diğer kavimlere mensup unsurların da İslavlar aleyhine kuvvetlendikleri görülmüştü. Selanik civarında birçok Yahudi ve Ermeni’ye rastlanmakta idi. Tuna bölgesi çok sayıda Kumanlar yerleşmişlerdi. Bugünkü Romenlerin ecdadı olan Ulahlar Tuna civarında olduğu kadar Makedonya'da ve büyük Ulahya (Romanya) bırakılan Tesalya'da oturuyorlardı. Petro ve Asen tarafından çıkarılan isyanda Kumanlar ve bilhassa Ulahlar önemli rol oynadılar. İç karışıklıklar imparatorluğun durumunu daha da güçleştiriyordu. Asilere karşı gönderilen Norman galibi Aleksios Branas Edirne'de kendisin imparator ilan ettirerek II. lsaakios üzerine yürümüş, fakat İstanbul önünde yapılan mücadeleler esnasında ölmüştü. 1186 yazında imparator bizzat ordusunun başında Bulgaristan'a girdi. Isaakios II. Bulgar isyanına karşı mücadelede de yeterli enerji sarf etmemiş olmakla suçlanamaz. Isaakios aslında devlet adamı değildi, ancak umumiyetle tasvir olunduğu gibi korkak bir zavallı da değildi. İdaresi elbette başarılı değildi, ama mevcut şartların o kadar teselli kabul etmez Khoniates, N. (1995). HISTORIA--( Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri). (P. D. İŞILTAN, Çev.) Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi s. 11 433 Khoniates, 1995, A.g.e,, s. 11 434Homeros, Od. 4, 607 vb. 435Khoniates, 1995, A.g.e,, s. 12 436Haldon, 2006, A.g.e,, s. 188 432

119


oluşlarına rağmen yine de Norman ve Bulgar savaşlarının cereyan tarzı onun saltanatı devrinde devletin, askeri bakımdan Andronikos'un terör rejimindeki kadar aciz olmadığını göstermektedir. Asiler uzaklaştıldılar; Petro ve Asen Tuna'nın gerisine kaçtılar. Bununla beraber kuvvetli Kuman yardımcı kuvvetleriyle geri döndüler ve mücadele yeniden alevlendi. Isaakios daha 1186 Ekiminde mümkün olan süratle düşmanın üzerine yürüdü. Fakat durumu şimdi daha güçlü; ancak büyük kayıplar vermek suretiyle Bulgar- Kuman kitlelerini geri püskürtebildi. 1187 ilkbaharında imparator yeni bir sefere çıkarak, dağlarda saklanan asileri, sapa yollardan Serdika civarında yakalamaya gayret etti. Kesin başarı bu sefer de elde edilemedi; daha uzun bir sure savaş yapmaya ise Bizans'ın gücü yoktu. Güçlükler her tarafta çoğalıyordu. Sırp büyük jupan'ı Stephan Nemanya asi Bulgarları destekleyerek Bizans - Bulgar mücadelesinin arz ettiği fırsattan iktidar sahasını Bizans aleyhine genişletmek hususunda yararlandı. Anadolu'da da bir isyan patlak vermişti. Bu sebeple Isaakios II. Bulgaristan'da mücadeleyi bırakarak, Petro ve Asen'in kardeşi Kaloyan'ı kendisine rehine veren asilerle anlaşmak kararına vardı. Bizans Balkan sıradağları ile Tuna arasındaki araziyi terk ediyordu. Bağımsız bir Bulgar devleti yeniden vücut bulmuştu. Trnovo başpiskoposluğu her halde bu zamanda kurulmuş olmalıdır. Yeni Bulgar başpiskoposluğunun elinden Asen, Trnovo'daki Demetrios kilisesinde çarlık tacını giydi. Rivayete göre aziz Demetrios Selanik'in Normanlar tarafından zaptı üzerine bu Grek şehrini terk ederek ikinci Bulgar çarlığının merkezi olan Trnovo'ya göç etmişti. Balkanlarda Bizans hâkimiyeti devresi ebediyen sona ermişti. Sırplardan sonra şimdi de Bulgarlar kendilerini dağılmaya çalışan imparatorluk iktidar alanından çekip çıkarmışlardı. Bu gizlemekte olduğu, içinde ne büyük tehlikeler gizlemekte olduğu, Bizans yeni haçlı seferi felaketi ile karşılaştığında bütün çıplaklığıyla ortaya çıkacaktırİş nihayet Barbarossa'ın, icap ettiği takdirde Bizans'ı silah zoruyla yere sermek ve İstanbul'u işgal etmek kararına ulaşmasına kadar vardı. Sırp Bulgar elçileri ile yeniden buluştuğu Edirne'yi işgalinden sonra Barbarossa'ın ordusu İstanbul istikametinde yola çıktı. Friedrich, oğlu Heinridi'i bir donanma ile İstanbul surları önüne gelmesini emretti. İşte bu anda Isaakios II. boyun eğdi: 1190 Şubat Edirne'de bir anlaşma yapıldı. Bizans Bulgarlara karşı savaşın yeniden ele alınışında daha az başarılı oldu. 1190 yılında yapılan büyük sefer ağır bir bozgun ile sonuçlandı. Bizanslılar her ne kadar Trnovo surlarının alıma kadar sokuldularsa da Bulgar başşehrinin kuşatması başarısız kaldı ve geri dönüş sırasında Bizans ordusu Balkan geçitlerinde yenildi ve bizzat imparator büyük gücükle felaketten kurtulabildi. Bulgar baskısını ortadan kaldırmak için yapılan diğer girişimler de ayrı şekilde başarısız kaldı.437 1192’de Lüleburgaz savaşı (?) 1194 yılında Bizanslılar Arkadiopolis (= Lüleburgaz) yanında yeniden yenildiler. İmparator buna rağmen mücadeleden vazgeçmedi. Macarların Sırbistan'a yaptıkları bir baskın yüzünden Macar kral sarayı ile bozulmuş olan dostane ilişkileri, Macarlarla ortak Bulgaristan'a yeni bir sefer yapmak gayesi, yeniledi. Ancak henüz ordusu ile yola çıkmış idi ki, ağabeyisi Aleksios 8 Nisan 1195'de başından tacını aldı ve gözlerine mil çektirdi. Bulgaristan ile savaştan Aleksios III. önce barış görüşmeler yoluyla kurtulmak istedi. Ancak Bulgar talepleri o derece ileri gitmekte idi ki görüşmeler kesildi. Savaş tekrar başladı. Bizans için şansız bir cereyan aldı. Senhes bölgesi Bulgarlar tarafından yıkıldı. (1195 ve 1196'da), Bizans ordusu yenildi ve kumandarı sebastokrator Isaakios Komnenos esir edildi. Sadece üçüncü çare kalmıştı, Düşman ülkesindeki muhalefeti desteklemek. Asen 1196'da bir boyar'lar suikastına kurban gitti. Katili boyar Ivanko ise Trnovo'da uzun süre tutunamadı. Çünkü Bizans'dan beklenen yardım, Bizans ordusunda çıkan bir ayaklanma yüzünden gelmemişti. İvanko meydanı Petro'ya tek etmek ve İstanbul'a kaçmak zorunda kaldı. Fakat Asen yerine çarlık tacını giymiş olan Petro da 1197'de bir cinayete kurban gitti. Ivanko İstanbul'da büyük itibar gördü, Filibe valiliğine ve daha sonra da hatta Bulgarlara karşı mücadele eden imparatorluk askeri kuvvetlerinin kumandanlığına tayin edildi. Ancak Akksios III. 'un ellerine Bizans-Bulgar mücadelesinin kaderini teslim etmiş olduğu bu hilekâr Bulgar boyar'ı imparatorluğa ihanet ederek Rodop bölgesinde kendisine özgü bir hükümdarlık kurdu. Kaloyan (1197-I207)'ın, bu bir zamanlar Petro ve Asen'in İstanbul'a rehine olarak gönderilmiş olan kardeşlerinin şahsında Bizans devletine tehlikeli bir düşman husule gelmişti. 438 Böylece Latin İmparatorluğu her iki yanda Bizanslıların direnişiyle karşılaştı. Ancak, yabancı bir ülkede bulunan yabancı kişi olarak İmparator Flandres'lı Baudouin kuzeyde üçüncü ve daha da tehlikeli bir düşman edindi. Yeniden canlanan Bulgar Çarlığı, 1197'de, Petır ile Asen'in kardeşi Kaloyan'ın egemenliği 437Ostrogorsy, 438Ostrogorsy,

2011, A.g.e, s. 2011,A.g.e, s. 380

120


dönemine girmişti. Kaloyan, Bizanslıların doğal düşmanı olarak, haçlıları olası bağlaşıkları gözüyle görmüş ve onlarla eşit taraf düzeyinde bir bağlaşıklık antiaşması yapmak istemişti. Ancak, önerisi İmparator Baudouin tarafından kabalıkla reddedildi; Kaloyan içerleyerek Trakya ve Makedonya'daki halkı kıyımdan geçirmeyi bırakıp onları ortak düşmana karşı kışkırtmaya girişti.439 HAÇLILAR440 Haçlı Seferleri'nin en ilgi çekici olanı 1212'de gerçekleşen Çocuk Haçlı Seferi'ydi. İki din adamının kışkırtmasıyla, çoğu on iki yaşından küçük binlerce çocuk biraraya getirilerek sefere yollandılar, çocukların çoğu bu seferlerin güçlüğüne dayanamayarak öldüler. Kalanları da köle pazarlarında satıldılar. 441 IV. Haçlı Seferi442 Bu sıralarda Batı’da yeni bir Haçlı seferinin hazırlanmasına başlanmıştı. Fakat bu Haçlı ordusunun yola çıkabilmesi için her şeyden önce gemi lazımdı ve buna da Venedik sahipti. Venedik doju yani dükası Enrico Dandolo (1107-1205) adındaki ihtiyarın ise başlıca iki arzusu vardı. Bunlardan biri, büyük kin beslediği Bizans İmparatorluğu’nun yıkılması, diğeri ise Venedik’e ait iken Macar hâkimiyetine giren Zara şehrinin geri alınması idi. Dandolo’nun Bizans’a karşı düşmanlığının, uzun zaman önce İmparator Manuel Komnenos (1143- 1180) döneminde elçi olarak geldiğinde gözlerinin bir dereceye kadar kör edilmesinden dolayı olduğu söylenir.. Her parçanın başlığının üstünde bir de çizim resim konulmuştu. Bu şiirin de başlığının üstündeki resimde Venedikli Dandolo’nun karşısındaki Bizans imparatoru, sedire yaslanmış bir Müslüman hükümdarı kıyafeti ve görünümü ile çizilmişti. Dandolo, bu arzularının yerine getirilebilmesi hususunda Haçlı ordusundan istifade edebileceğini derhal anlamış ve onlara muayyen bazı şartlar karşılığında Venedik’in istenilen gemileri temin edeceğini bildirmişti. Bu anlaşmaya göre elli gemi temin ederek dokuz aylık iâşeleri ile birlikte 4.500 şövalye ve 20.000 piyadeyi nakledecekler, fakat buna karşılık kendilerine 85.000 altın ödenecek ve işgal edilecek yabancı memleketlerden ellerine geçecek ganimetlerin yarısına Venedik ortak olacaktı. Bu anlaşma Haçlıları kıskıvrak Venediklilerin avucuna teslim etmekte gecikmedi. Böyle yüksek dinî bir gâye uğruna yardım etmeyi “sıcak gözyaşları” ile ıslanan bir inanışla kabul ettiklerini iddia eden Venedikliler, daha Haçlı ordusu Venedik’te toplanır toplanmaz hazırlanmış olan gemileri göstererek, 85.000 altını ödemelerini istemişlerdi. Zavallı şövalyeler üzerlerindeki her türlü kıymetli eşyayı vermelerine, ellerinde yalnız silahları ve beygirleri kalıncaya kadar soyulmalarına rağmen Venedik’i tatmin edememişlerdi. Çünkü Haçlıların daha 50.000 altın borçları kalıyordu ve bunu ödeyebilmelerine de maddî olarak imkân yoktu. Düka Enrico Dandolo’nun da beklediği zaten böyle bir fırsattı, derhal ortaya yeni bir teklif attı. Haçlılar, borçlarını ödeyemediklerine göre, hiç değilse bir müddet için Venedik hesabına hizmet edebilirlerdi. Haçlılar için artık geri dönmeye imkânkalmamıştı. Papa, şövalyeleri, Hıristiyan memleketlere, bâhusus kendisi de Haçlı ordusuna mensup bir krala ait Zara’ya saldırmaktan vazgeçirmeye çalıştı ise de bir netice elde edemedi. Haçlılar bu şehre hücum ettiler ve beş gün süren bir kuşatmadan sonra şehri aldılar. Bu Hıristiyan şehrinin yağma edilmesinden sonra Haçlı ordusu evleri paylaştı ve yerleşti. Fakat

439Nicol

D. M., 2016,A.g.e, s. 15 Latinler ise 1204’ten 1261’e kadar altı imparator gördüler. Bunlar sırasıyla I. Baudouin (1204-1205), Henri (1205-1216), Pierre de Courtenai (1216-1219), Robert (1219-1228), Jean de Brienne (1226-1237), II. Baudouin (1228-1261). EYİCE, S. (2004). Bizans İmparatorluğu’nun Çöküşlünün Bafllangıcı. DÎVÂN İlmî Araştırmalar, sy. 16 (2004/1), 183-208. s. 196 441 Yıldız, 2009,A.g.e, s. 16 442 Geoffroi de Villehardouin’in Kosntantinopolis’in Fethi: Olaylara Latinlerin gözünden bakmamıza imkân veren Latin kaynaklarından ilki Geoffroi de Villehardouin’in Kosntantinopolis’in Fethi isimli eseridir. Villehardouin, IV. Haçlı Seferi’ne dair bilgi veren en önemli Latin kaynağıdır. Onu bu kadar önemli yapan Champagne Mareşali olarak seferin hazırlanışında ve idaresinde önemli rol oynamış olmasıdır. Ordunun Kutsal Topraklara taşınması için görüşmeleri yürüten kişinin o olması sayesinde seferin gidişatı ve İstanbul’a yönelmesiyle ilgili eserinde ayrıntılı bilgiler bulunmaktadır. Villehardouin’in anlatımı Haçlı seferi çağrısının yapıldığı 1198 yılından başlayıp 1207 yılına kadar devam etmektedir. Bu Açıdan Latin İmparatorluğu’nun kuruluşu ve ilk yılları hakkında önemli bilgiler vermektedir. Biz Konstantinopolis’in Fethi’nin İngilizce ve Türkçe’ye yapılan tercümelerinden faydalandık. Villehardouin’in eserinin devamı diyebileceğimiz Henri de Valenciennes’in İmparator Henri Tarihi oldukça kısa bir dönemi ele almaktadır. Eserin büyük çoğunluğu Latinlerin kendi arasındaki antlaşmazlıklar ve Lombard ayaklanmasına dair bilgiler içermektedir. Öte yandan eser, I. Henri’nin imparatorluk döneminin tümünü kapsamamaktadır. Bununla birlikte Latinler ve Rumlar arasındaki ilişkiler hakkında az da olsa bilgi vermektedir 440

121


Fransızlar ile en iyi evleri kapan Venedikliler arasında bu yüzden çıkan bir çatışma o derece kanlı oldu ki, bu çatışmada, beş günlük muhâsara sırasında dökülenden çok daha fazla kan döküldü.443 Haçlılar "lsa'ya yaşatılan utancın intikamını almak ve Kudüs'ü fethetmek" üzere yola çıkmayı kararlaştırmışlardı. Ama bu ilk tasarıya uyup kutsal kente yöneleceklerine, yani Kahire üzerinden gidip Kudüs'ü kurtaracaklarına, önce Venedik hesabına Dalmaçya'da Zara'yı ele geçirdiler. (13-24 Kasım 1202). Latinler II. Isaakios ile oğlu IV. Aleksios'u yeniden tahta çıkarmak amacıyla İstanbul’u aldılar. Ama bu fethin içine öyle bir gömüldüler ki, bir daha asla Kudüs yolunu tutamadılar.444

LATİNLERİN İSTANBUL’UN İŞKALİ Mart içinde haçlılar ve Venedikliler Bizans başşehrinin surları altında fethedilecek devletin taksimini ve İstanbul'da bir Latin imparatorluğunun kurulmasını en ince teferruatına kadar tesbit eden bir anlaşma imzaladılar. Bizans'ın yolunu tuttu ve Haziran 1203'te oraya vardı. Bundan sonrasını, en azından, Villehardouin'in anlatısından biliyoruz. Temmuz 1203'te Konstantinopolis saldırıyla ele gecirildi, Bundan sonra taarruz başladı ve olanlar oldu: 13 Nisan 1204'de Bizans payitahtı saldıranların, kuvvetine mağlup oldu. Fatihler İstanbul'a girdiler. Böylece, büyük Konstantin zamanından beri zapt edilemez hüviyetini korumuş, İranlıların ve Arapların, Avar ve Bulgarların müthiş taarruzlarına karşı koymuş olan şehir, haçlı ve Venediklilere bir ganimet oldu. İstanbul'da üç gün müddetle yağma ve ölüm hüküm sürdü. 0 zamanki dünyanın en büyük kültür merkezinin en değerli hazineleri istilacılar elinde mahvoldu ve kısmen de barbarcasına tahrip edildi.445

Harita 5-Edirne savaşı 1205

Dördüncü Haçlı seferi lideri M. Monteferrato Markisi Bonifacio, Haçlıların biraz olsun acıma duygularını uyandırmaya çalıştı ise de, çapulculuk ihtirasının gözlerini kararttığı yağmacıları frenleyecek hiçbir kuvvet kalmamıştı. Koyu Katolik bir tarihçi olan ve daima Haçlıların tarafını tutan Michaud’nun da itiraf ettiği gibi Haçlılar “ne kadınların iffetine ne de kiliselerin ruhaniyetine saygı gösteriyorlardı.” Latin devletinin imparatoru sıfatıyla Baudouin bütün devlet arazi sinin dörtte birini alacak, geri kalan dörtte üçünün yarısı Venediklilere geçecek, diğer yarısı imparatorluk iktidar olarak şövalyeler arasında taksim olunacaktı. Baudouin'e Trakya ve Anadolu'nun kuzey batı kısmı verildi; Çanakkale boğazında ve Marmara denizi EYİCE, S. (2004). Bizans İmparatorluğu’nun Çöküşlünün Bafllangıcı. DÎVÂN İlmî Araştırmalar, sy. 16 (2004/1), s. 183208. s. 187 444 Illehardouin, G. D., & Valenciennes, H. D. (2001). Konstantinopolis'te Haçlılar. İstanbul: lletişim Yayıncılık A. Ş., s. 13 445 Ostrogorsy, 2011,A.g.e, s. 386 443

122


kıyısındaki en önemli liman şehirleri Gelibolu, Tekirdağ ve Ereğli ile imparatorluk Trakya’sının iç tarafındaki Edirne de Venedik'e ait oldular. Doğuda bir Venedik koloni devlet oluşmuştu. Venedikliler Kendi ana şehirlerinden İstanbul'a kadar bütün deniz yoluna hâkim bulunuyorlardı, Boğazları ellerinde ve İstanbul'a girişi kontralarında tutuyorlardı. İstanbul’un sekizde üçüne de, Ayasofya ile birlikte, onlara aitti. 446 Bundan böyle Bulgar hükümdarları Latin İmparatorluğu'na karşı bazen Epeiros'taki, bazen de Nikaia'daki (İznik’teki) Bizanslılarla yandaşlık kurdular. Baudouin447'in (Bizans Latin Kralı) feraset yoksunluğu önce kendi başına bela açtı. Bulgaristan Çarı Kaloyan 1205'te İstanbul üzerine yürüdü ve Latinlere ağır kayıplar verdirdi. Bizans Latin Kralı Baudouin, Bulgarlarca tutsak edildi ve onu bir daha gören olmadı. Venedik Dukası ordunun kalıntılarını toparlayıp güvenlikte olabileceği bir yere çekildi. Ama gösterdiği gayret seksenlik ihtiyara pek fazla geldi ve Enrico Dandolo448 çok geçmeden öldü. 1205 Edirne savaşı: Latin imparator ortadan kaybolmuştu(?); Dandolo ölmüştü ve sadece bir yıl sonra Monferratolu Bonifacio da Selanik Krallığı'nı Bulgarlara karşı savunurken can verdi. Latin İmparatorluğu henüz iki yaşında iken, kendisine ruh veren üç önderini yitirmişti. Selanik Bonifacio'nun bebek yaştaki oğluna, İstanbul’da Baudouin'in kardeşi Henri'ye geçti. Bir dizi Latin imparatoru içinde, Flandres'lı Henri449 diğerlerinin hepsinden çok daha yetenekli ve akıllıydı. Tahta geçer geçmez Bulgar Çarı Kaloyan'ın ölüvermesiyle işi kolaylaşmış oldu. Bulgar Çarlığı hanedan içi çekişmeler yüzünden geçici olarak güçsüzleşti.450 Bizanslıların genel ayaklanması Eflak Kralı Johannitza'nın (İvan= II Kaloyan= Asen; bundan sonra Kaloyan olarak geçecektir) Edirne surları önünde Baudouin'451i (Haclı ordusu komutanı) bozguna uğratıp tutsak etmesini, sonra imparatorluğun büyük bölümünü istila etmesini, hatta başkent önüne ordugâh kurmasını sağladı. Kalıcılık kazanan bu trajik durum yeni imparator Henri de Flandre'ı, (Latin İmparatoru) durmadan bir cephe den diğerine asker göndermek zorunda bıraktı. Bu yapıldığında birinci İstanbul kuşatmasında olduğu gibi zafer kazanılıyordu. Yapılmadığında ise, ataklık ve anarşi Edirne felaketine neden olmuştu. Kont de Blois'nın (haçlı-Latin) kahramanlığı önemli değildi. Alınmış karara uymayıp düşmanların peşine düşerek hata etmişti. Zaten Haçlıların belki de en büyük hatası, kitlesel olarak değil dağınık gruplar halinde hareket etmeleriydi.452 Dumont453 Trakya'ya yaptığı bu gezide, hem Villehardouin'in454 hem de klasik antikçağ tarihçilerinin anlatılarını aydınlatmaya yarayacak gözlemler derlemişti. Bizans latin İmparator Baudouin İstanbul ayrılmadan önce, kardeşi Henri onun emriyle yanında, çok iyi yüz şövalye ile yola çıktı ve kentten kente at sürdü. Vardığı her kentte insanlar imparatora biat ediyordu. Böylece çok güzel ve zengin bir kent olan Edirne kadar gitti. Kenttekiler onu sevinçle kabul etti ve imparatora biat ettiler. O zaman Henri ve adamları Edirne’ye yerleşti ve Latin Bizans imparatoru Baudouin gelinceye kadar orada kaldılar.455 O zaman İmparator tüm ordusuyla İstanbul yola çıktı ve Edirne’ye kadar at sürdü. Orada kardeşi Henri ve yanındakilerle buluştu. Yol üzerinde nereden geçse herkes huzuruna geldi. Himayesi ve komutası altına girdi. Ve o zaman İmparator III. Aleksios'un, İmparator Murtzuphlos'un gözlerini oydurduğu haberini aldı. Bu haberi aralarında uzun süre tartıştılar ve birbirlerine bu kadar adice ihanet edenlerin ellerinde toprak tutmaya hakkı olmadığına karar verdiler. Ellerinde toprak tutmaya hakkı olmadığına karar verdiler. O zaman İmparator Baudouin doğrudan İmparator Aleksios'un bulunduğu Mosynopolis (Yunan kenti Komotini'nin yakınında, bir Bizans şehriydi.) üstüne at sürmeye karar verdi. Ve Edirne Bizanslılar ondan senyörleri olarak kentte bir kuvvet bırakmasını istediler, çünkü Eflak ve Bulgar Kralı Kaloyan onlara sık sık savaş açıyordu. 446

Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 392-391 Flandre Kont’u Baudouin’in yönetimine geçen Bizans Latin Kralı 448 Dördüncü Haçlı Seferi'nin Bizans İmparatorluğu'na yöneltilip Konstantinopolis'in Bizanslılardan alınarak Latinler tarafından yağmalanması ile sonuçlanan olaylar dizisi konusunda kötü bir ünü vardır. 449İlk imparator olan Flandres kontu Baudouin 1205 yılının sonunda öldü ve onun yerine tahta kardeşi Henri çıktı 450 Nicol D. M., 2016,A.g.e, s. 15 451 Haçlı Seferi'nin iki komutanı, İmparator Baudouin de Flandre ve Marki Bonifacio del Monferrato birbirine düştü 452 Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 14-19 453Bu konudaki güçlükleri çözmekte, Du Cange'ın mükemmel çalışmalarından ve Trakya'ya yaptığı bilimsel bir yolculuğun sonuçlarını benimle paylaşma inceliğini gösteren Albert Dumont isminde genç bir bilginin yardımlarından yararlandım. Dumont Trakya'ya yaptığı bu gezide, hem Villehardouin'in hem de klasik antikçağ tarihçilerinin anlatılarını aydınlatmaya yarayacak gözlemler derlemişti. Okuyucu bu karşılaştırmalı coğrafya sorunlarına ilişkin tüm verileri göz önünde bulundurabilsin diye, her antik ya da modern yer isminin yanına sadece bunlara denk düşen ve Villehardouin tarafından kullanılan ismin düzgün biçimini yazmakla kalmadım; aynı zamanda yazma külliyatını birleştirdiğimde karşılaştığım çok sayıdaki -ve kimi yanlış- varyantı da ekledim 454 Bu kitap müellifi 455 (Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 99) 447

123


Ve İmparator Baudouin, Flandre'lı çok gözüpek ve yiğit bir şövalye olan Eustache de Saubruic'i yanında kırk iyi şövalye ve yüz atlı askerle birlikte orada bıraktı. İmparator Baudouin böylece Edirne yola çıktı ve İmparator Aleksios'u bulacağını düşündüğü Mosynopolis'e456 doğru at sürdü. Geçtiği tüm topraklar onun himayesine ve komutasına girdi ve İmparator Aleksios bunu görünce Mosynopolis'i (Yunan kenti) boşalttı ve kaçtı. İmparator Baudouin Mosynopolis (Yunan kenti.) önüne gelinceye kadar at sürdü. Ve kenttekiler onu karşılamaya çıkıp kenti onun emrine teslim ettiler.457 Ve o zaman şövalye Eustache de Saubruic iki haberci ulak seçti ve onları gece gündüz ilerlemeleri emriyle İstanbul’a yolladı. Ve onlar da Venedik dukasıyla Kont Louis458'nin ve İmparator Baudouin adına kentte kalan diğerlerinin yanına varıp, şövalye Eustache de Saubruic'in İmparator'la Marki'nin arasının açıldığını bildirdiğini söylediler. Marki459 Romania'nın (Roma İmparatorluğunun) en güçlü ve en zengin şatolarından Dimetoka’yı ele geçirmiş ve kendilerini Edirne’ye kuşatmıştı. Diğerleri bunu duyunca çok rahatsız oldular; çünkü o zaman yaptıkları tüm fetihlerin boşa gideceğini düşündüler. 460 Haçlı Seferi’nin iki komutanı, İmparator Baudouin de Flandre ve Marki Bonifacio del Monferrato birbirine düştü ve her yanda ürkütücü düşmanlar ortaya çıktı. Venedik dukasının ve Kont Louis'nin ricasıyla, Champagne mareşali Geoffroi de Villehardouin'461den Edirne kuşatmasına gitmesi ve yapabilirse bu savaşa bir son vermesi istendi; Böylece İstanbul’dan yola çıkıp kuşatma altındaki Edirne’ye varıncaya kadar at sürdüler. Edirne’ye geldiklerini öğrenen Marki462 garnizondan çıktı ve onları karşılamaya gitti. Yanında meclisinin önde gelenlerinden Jacques d' Avesnes, Guillaume de Champlitte, Hugues de Colemi, Othon de la Roche da vardı. Marki elçilere çok iltifat etti ve hiçbir şey yokmuş gibi davrandı. Böylece Edirne kuşatması kaldırıldı ve Marki yanında adamlarıyla, karısı imparatoriçenin kendisini beklediği Dimetoka’ya geri döndü. Marki'nin Dimetoka aldığı ve kentte olduğu ve çevredeki toprakların büyük bölümünü ele geçirdiği ve Edirne adamlarını kuşattığı haberleri ona da ulaşmıştı. İmparator Baudouin bu haberi duyunca çok öfkelendi ve gidip Edirne kuşatmasını kaldıracağına ve Marki'ye elinden gelen her kötülüğü yapacağına yemin etti. Bu ayrılık ne büyük zararlara yol açacaktı. Hıristiyanlık az daha yok olup gidecekti.463 Sonraki Saint-Martin yortusunda (11 Kasım 1204) İmparator Baudouin'in kardeşi Henri İstanbul’dan çıktı ve Çanakkale Boğazı boyunca ilerleyerek Abydos464'a kadar gitti. Yanında en iyi adamlarından yüz yirmi şövalyeyi de götürdü. Ve Boğaz'ı Abydos (=Çanakkale yakınları) adı verilen kentin karşısından geçti ve bu kentin her türlü malla, buğdayla, erzakla ve insanın her türlü ihtiyacıyla dolu olduğunu gördü. Kenti ele geçirip oraya yerleşti. O zaman karşısındaki Bizanslılar ile savaşa tutuştu. Bu yörede Ermeniler kalabalıktı(1204) ve hepsi onun yanında yer aldı, çünkü Bizanslılardan çok nefret ediyorlardı. O sırada Frank Şövalyesi Renier de Trit İstanbul’dan yola çıktı ve İmparator Baudouin'in kendisine verdiği Filibe doğru gitti. Yanında çok iyi yüz yirmi şövalye de götürdü ve durmadan at sürüp Edirne'nin ötesine geçti ve Filibe vardı. 465 Bizanslılar Dimetoka ve Edirne'de isyan ediyor;466 Lüleburgaz (Arclıadiople'da= Arkadiopolis ) bozguna uğruyorlar. O sırada İstanbul’da çok üzücü bir olay yaşandı: Uzun süredir gut hastalığı çeken Haclı Kont Hugues de Saint-Paul öldü. Bu büyük kayıp büyük bir yasa yol açtı. Adamları ve dostları ardından çok gözyaşı döktü. 467Saint Georges de la Mange (Ayios Yeoryios Mangana) Kilisesi'nde büyük bir törenle toprağa verildi. Kont Hugues hayattayken Dimetoka adında çok kuvvetli ve zengin bir şatoyu elinde bulunduruyordu şatoda şövalyeleri ve askerleri vardı. Franklara ihanet edip hepsini öldürmek için Eflak kralına yemin eden Bizanslılar, ihanetlerine bu şatoda başladılar. Fransızların (Latinler) çoğunu öldürdüler, ya da esir ettiler. Az sayıda adam kurtuldu ve kaçarak o sırada Venediklilerin elinde bulunan Edirne gittiler. Çok geçmeden Edirne'deki Bizanslılar da ayaklandı ve kenti savunmak üzere içeride bulunanlar büyük tehlikelere göğüs gererek dışarı çıkıp kenti bıraktılar. Haberler, yanlarında çok az adamla İstanbul’da bulunan Yunan kenti Komotini'nin yakınında, Via Egnatia'da bulunan bir Bizans şehriydi (Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 100-101) 458 Haclı Ordusu Latin Komutanı 459Marki (Marki Bonifacio del Monferrato) Romania'nın en güçlü ve en zengin şatolarından Dimetoka ele geçirmiş ve kendilerini Edirne kuşatmıştı. 460 (Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 103) 461 Bu kitabın müellifi 462 Marki Bonifacio del Monferrato 463 (Illehardouin & Valenciennes, 2001,A.g.e, s. 103-104) 464 Çanakkale İl Merkezinin 6 Km. kuzeyinde bulunan Nara burnu ucudur. 465Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 109-110 466 Diehl,2006 A.g.e, 467 Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 115 456 457

124


Latin İmparatoru Baudouin ve Kont Louis de Blois468'ya ulaştı. Bu haberlere çok sıkılıp heyecanlandılar. Ve her gün birbiri peşisıra kötü haberler gelmeye başladı. Çünkü Bizanslılar her yerde isyan ediyor ve toprakları koruyan Frankları buldukları yerde öldürüyorlardı. Edirne bırakan Venedikliler ve onların yanındakiler İmparator Baudouin'e ait, Çorlu (=Le Clııırlot= Tzouroulon) adında bir kente geldiler. Orada bu kenti imparator adına koruyan Guillaume de Blanvel'i buldular. Guillaume de Blanvel onları rahatlattı ve toplayabildiği tüm adamları alıp onlarla beraber yola çıktı. Geriye dönüp oradan on iki fersah (~68. km.) uzaktaki Venediklilere ait Lüleburgaz’a geldiler. Kent boştu. İçeri girip orada yerleştiler. Yörenin Bizanslıları üç gün içinde toparlandı ve şafakla Lüleburgaz önüne vardı ve kentin her tarafından büyük ve inanılmaz bir saldın başlattılar. Ve Haçlı’lar kendilerini çok iyi savundu ve kapılan açıp çok büyük bir huruç (yarma harakatı) yaptılar. Bizanslılar bozguna uğradı ve Haçlı’lar onları yenmeye ve öldürmeye başladı. Böylece onları bir fersah (~5.685 km) kovalayıp pek çoğunu öldürdüler ve birçok at ve başka ganimetler kazandılar. Böylece büyük bir sevinç içinde Lüleburgaz kentine geri döndüler ve bu zaferi İstanbul'daki Latin İmparator Baudouin'e bildirdiler. İmparator da buna çok sevindi. Ama Lüleburgaz’ı ellerinde tutmaya cesaret edemediler ve ertesi gün kentten çıkıp orayı bıraktılar ve tekrar Çorlu’ya döndüler. Orada büyük bir kaygı içinde konakladılar, çünkü hem kent ahalisinden, hem de dışarıdakilerden çekiniyorlardı. Eflak Kralına söz verdiklerine göre, Franklara ihanet edeceklerdi. Bu tehlike karşısında Franklardan pek çoğu da Çorlu’da kalmaya cesaret edemeyip İstanbul'a geldi.469 Geoffroi de Villelıardoniu'in seferi: Boğaz'ın karşı yakasındaki Haçlılar Edirne üzeriııe yürümek için geri çağrılıyor; O zaman İmparator Baudouin ve Venedik dukası ve Kont Louis toplandılar ve tüm toprakları kaybetmekte olduklarını gördüler. Ve bu toplantı sonunda İmparator Adramytteion 470'daki (Ediremit’teki) kardeşi Henri'ye tüm fethettiklerini bırakıp yardımına gelmesini bildirdi. Kont Louis de Ulubat'taki Payen d'Orleans ve Pierre de Bracieux'ye ve onlarla birlikte olan herkese, deniz kenarındaki Pegai471(Biga) hariç fethedilen tüm yerleri bırakmalarını ve orada da olabildiğince az adam bırakıp geri kalanlarla yardıma gelmelerini bildirdi.472 İmparator, yanlarında en az yüz şövalye ile Nikomedia473'da bulunan Macaire de Sainte-Menehould ve Matthieu de Walincourt ve Robert de Ronsoi'ya gibi komutanların kenti bırakıp yardıma gelmelerini istedi. İmparator Baudouin'in emriyle Romania (Roma imparatorğu) ve Champagne mareşali Geoffroi de Villehardoui ve Manasses de l'Isle toparlayabildikleri kadar adamla İstanbul'dan çıktılar ve bu kuvvet gerçekten küçüktü, çünkü elden çıkan tüm ülkeydi. Ve İstanbul'dan üç gün uzaklıktaki Çorlu kentine kadar at sürdüler. Orada Bu kennti imparatora adına koruyan Guillaume de Blanvel ve yanındakileri büyük korku içinde buldular, ama onlar gelince hepsi güvenini yeniden kazandı. Orada dört gün kaldılar. İmparator Baudouin kendi yanına ulaşan kuvvetleri Mareşal Geoffroi'nın ardından gönderiyordu; öyle ki dördüncü günün sonunda Çorlu'da seksen şövalye toplanmıştı. O zaman Mareşal Geoffroi Villehardouin ve Manasses de l'Isle ve adamları yola çıkıp at sürdüler ve Lüleburgaz kentine yerleştiler. Orada bir gün kaldılar ve yola çıktılar ve Bulgarophygon; Babaeski] adında bir başka kente gittiler. Latin ordusu geldiğinde, İznik İmparatorluğu Bizanslıları kenti terk etmişlerdi ve onlar da içeri yerleştiler. Ertesi gün çok güzel ve sağlam bir kent olan ve içinde her türlü474 mal bulunan Nequise'e (=Nikitza)475 at sürdüler. Ve Bizanslıların orayı da terk edip hep birlikte Edirne'ye gittiklerini gördüler. Ve bu kent Edirne'ye dokuz Fransız (?) fersahı (~51km) uzaklıktaydı ve Bizanslıların büyük çoğunluğu Edirne'deydi. Fransızlar, (Latin İşalci Haçlılar) İmparator Baudouin'i bulundukları yerde beklemeye karar verdiler.476 Haclı Ordusu Latin Komutanı Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 120 470 Adını verdiği Edremit Körfezi'nin, Adramyttenos Sinus'un doğu kıyısında yer alan ve günümüz Balıkesir İli, Burhaniye İlçesi, Ören Mahallesi'nde konumlanan Adramytteion Antik Kenti, kuzeyde Kaz (Ida), güneyde Madra (Pindasos) Dağları ve bu dağların doğuda birbirlerine kavuştuğu bir topoğrafya 471 Biga 472Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 120 473 İZMİT: Nikomedya Marmara Denizi'ne açılan İzmit Körfezi'nin ucunda Bitinya kralı I. Nikomedes tarafından kuruldu. Şehir, ilk olarak MÖ 712/11'de bir Megara kolonisi olarak oluşturuldu ve erken Antik dönemde Astakos adıyla bilindi. Astakos,Trakya kralı Lysimakhos tarafından yıkıldıktan sonra Bithynia kralı I. Nikomedes tarafından MÖ 264'te Nikomedia adıyla yeniden kuruldu. 474Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 117-120 475 Edirne'nin güneydoğusunda şato (kale) Duf. Muhtemelen Havsa /Nikopolis/= Hasköy (Ertuğrul, Ö. ' Havsa/Nikopolis/Hasköy ', Vakıf Restorasyon, 8, 2014, s. 79-94) 476Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 120 468 469

-

125


Baudouin Hadrianapolis 'i (Edirne’yi) Kuşatmaya Girişiyor: Yanında az adamla, çok sıkıntılı ve kaygılı bir halde İstanbul’da bulunan İmparator Baudouin ve kardeşi Henri ve Boğaz'ın diğer yakasındakileri bekliyordu. Ve karşı yakadan yanına ilk gelenler Nikomedia' (=İznik)daki egemenler Macaire de SainteMenehould ve Matthieu de Walincourt ve Robert de Ronsoi oldu ve yanlarında yüz de şövalye vardı.477 İmparator onları görünce çok sevindi ve Blois ve Chartres kontu Louis ile konuştu. Bulabildikleri kadar adamla yola çıkıp önden giden Champagne mareşali Geoffroi'yı izlemeye karar verdiler. Boğaz'ın karşı yakasındaki diğerlerini beklemediler. Çok yazık oldu, çünkü gittikleri o çok tehlikeli yer için yanlarında çok az adam vardı

Böylece yanlarında yüz kırk şövalye ile İstanbul’dan çıktılar ve Mareşal Geoffroi'nın kaldığı Nikitza (Muhtemelen =Havsa )478 şatosuna varıncaya dek at sürdüler. Gece meclis kurdular: Sabah Edirne önüne gidip orayı kuşatma karan aldılar. Ve savaş birliklerini oluşturup, yanlarındaki adam sayısıyla ne kadar düzenlenebilirse o kadar düzenlediler.479 Ve sabah olup güneş yükseldikten sonra, karar verildiği gibi at sürdüler ve Edirne önüne geldiler. Kent çok iyi tahkim edilmişti; surlarda ve burçlarda Eflak ve Bulgar kralı Kaloyan'ın bayraklarını, flamalarını gördüler. Kent çok zengin ve güçlüydü ve tıka basa insan doluydu. Ve onlar bu kenti iki kapının önündeki az sayıda insanla kuşattılar. Kutsal Hafta'nın salı günüydü (29 Mart 1205) . Böylece üç gün boyunca çok sıkıntılı bir durumda ve az adamla kentin önünde kaldılar. Hadrianapolis (Edirne) kuşatması bir sonııç alınamadan sürüyor. O zaman Venedik dukası Enrico Dandolo Bizansa geldi; ama o yaşlı bir adamdı ve gözleri hiç görmüyordu. Ve ne kadar adamı varsa getirdi; onun da İmparator Baudouin ve Kont Louis'nin getirdikleri kadar adamı vardı. Ve kapılardan birinin önüne yerleşti. Ertesi gün bir süvari birliği daha geldi; ama aslında bu sayı çok yetersizdi. Erzakları da azdı, çünkü satıcılar onları izleyemiyor ve kendileri de gidip yiyecek arayamıyorlardı. Çünkü yörede o kadar çok Bizanslı vardı ki, hiçbir yere gidemiyorlardı. Eflak ve Bulgar Kralı Kaloyan çok büyük bir orduyla Edirne'dekilerin yardımına geliyordu ve yanında Eflak’lılar ve Bulgarlarla birlikte vaftizolmamış on dört bin Kuman da vardı. Erzak kıtlığından ötürü, Blois ve Chartres 477Illehardouin

& Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 118-120 Muhtemelen Havsa, eskiden ‘Nika’ biliyorduk 479 Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 120 478

126


kontu Louis bir Paskalya pazarında (3 Nisan 1205) yiyecek aramaya gitti. Onunla birlikte Kont Geoffroi'nın kardeşi Etienne du Perche, Kont Hervee de Nevers'in kardeşi Renaud de Montrnirail ve Gervais du Chatel ve ordunun yansından fazlası da gitti. Peutaces adında bir kaleye geldiler ve Bizanslılarla dolu olduğunu gördüler. Kaleye çok büyük ve güçlü bir saldırı yaptılar, ama hiçbir başarı sağlayamadan ve hiçbir şey ele geçiremeden geri döndüler. Paskalya haftası böyle geçti ve çok çeşitli savaş makineleri hazırlatıp, yanlarındaki lağımcıları suru yıkmak için yerin altında çalıştırdılar. Ve böylece Paskalya'yı (10 Nisan) az adam ve az yiyecekle Edirne önünde kutladılar. Valak Kralı Kaloyan Edirne’nin imdadına yetişiyor. O zaman Eflak kralı Kaloyan'ın kenti kurtarmak üzere geldiği haberi duyuldu. Onlar da işlerini düzene koydular. Kaloyan gelip savaş açarsa, Mareşal Geoffroi ile Manasses de l'Isle'in kampı korumalarına ve Latin İmparator Baudouin ile tüm diğerlerinin dışarı çıkmalarına karar verildi. Paskalya'dan sonraki çarşambaya kadar (13 Nisan) böyle kaldılar ve Kaloyan o kadar yaklaşmıştı ki, beş fersah (~28 km.) mesafeye gelmişti. Kumanlarını kampa gönderdi ve kampta alarm verildi ve hepsi karmakarışık dışarı fırladı. Kumanları çılgın gibi bir fersah (5,685 km) kadar takip ettiler ve geri dönmek istediklerinde Kumanlar üzerlerine ok yağdırmaya başladı ve pek çok atı yaraladılar. Böylece kampa geri döndüler ve baronlar, Latin İmparator Baudouin'in çadırına çağrıldı. Meclis kuruldu ve o kadar hafif silahlı insanları bu kadar uzun süre takip etmekle büyük bir çılgınlık yaptıklarını söylediler. Mecliste, eğer Kaloyan bir kez daha gelirse dışarı çıkmaya ve kamplarının önünde saf tutmaya ve orada kımıldamadan beklemeye karar verildi. Ve kampta çığırtkan dolaştırılıp, alarm verildiğinde ve hatta kargaşa çıksa bile herkesin bu emre uyması duyuruldu. Ve Mareşal Geoffroi ile Manasses de l'Isle'in kampın kente bakan tarafını koruyacakları söylendi. O geceyi de öyle geçirip Paskalya bayramının perşembe sabahını ettiler 1205) ve ayini dinleyip yemek yediler. O sırada Kumanlar çadırlara kadar koşarak geldiler ve alarm verildi ve herkes silahlarına koştu ve düzenli savaş birlikleri kamptan çıkıp daha önce konuşulduğu gibi saf tuttu. 480 Haçlılar Bozguna Uğruyor, Baudonin Esir Ediliyor. İlk önce Kont Louis481 (Haclı Ordusu Latin Komutanı) birliğiyle birlikte dışarı çıktı ve Kumanların peşinden gitti ve onları takip ettiğini Latin İmparator Baudouin' e bildirdi. Akşam yaptıkları düzenlemeyi ne çabuk unutmuşlardı. Kumanları böyle iki (~11 km) izleyip uzun süre kovaladılar. Ve sonra Kumanlar onlara doğru döndü ve haykırmaya ve ok atmaya başladılar. Bizimkilerin birliklerinde şövalyelerin dışında, savaşı yeteri kadar bilmeyen insanlar da vardı, onlar korkmaya ve dağılmaya başladı. Ve ilk saldırıya geçen Kont Louis iki yerinden ağır yaralandı ve Kumanlar ve Eflaklar onları sıkıştırmaya başladı. Kont yere düşmüştü ve şövalyelerinden Jean de Friaize adında biri attan indi ve Kont'u atına bindirdi. Haçlı Ordusu Latin Komutanı Kont Louis'nin adamlarından birçoğu ona şöyle dediler: "Sir, siz gidin, çünkü iki yerinizden ağır yaralandınız." O da şöyle dedi: "Savaş alanından kaçtı ve İmparator'u bıraktı diye suçlanmaktan Tanrı beni korusun!" İmparator da zor durumdaydı ve adamlarını çağırıyor, onlara kaçmayacağını ve kendisini terk etmemelerini söylüyordu. Orada bulunan herkes, hiçbir şövalyenin kendini onun kadar iyi savunamayacağına tanıktır. Bu savaş böyle uzun süre devam etti: Kimileri yiğitlik gösterdi, kimileri de kaçtı. Sonunda, Tanrı bahtsızlıklara da izin verdiği için, yenildiler. Asla kaçmayı düşünmeyen Latin İmparator Baudouin ve Haclı Ordusu Latin Komutanı Kont Louis savaş alanında kaldılar, Latin İmparator Baudouin canlı yakalandı, Kont Louis ise öldürüldü. Orada ne acı kayıplar verilmişti. Piskopos Pierre de Bethleem ve Kont Geoffroi'nın (Konstantinopolis'te Haçlılar kitabın Müellifi’nin) kardeşi Etienne du Perche ve Nevers kontunun kardeşi Renaud de Montmirail ve Mathieu de Walincourt ve Robert de Ronsoi, Jean de Friaize, Gautier de Neuilly, Ferri d'Yerres, kardeşi Jean, Eustache de Heumont, kardeşi Jean, Baudouin de Neuville ve kitabın isimlerini anmadığı daha pek çok kişi orada öldü. Ve kaçabilen diğerleri (toplanma yeri karargâha) döndü.482 Olay (Ostrogorsy) göre şöyle gelişti: “Tam bu kritik anda Latin imparatorluğunun Balkanlarda uğradığı bir felaket beklenmeyen kurtuluşu getirdi. Bizans kırsal bölge aristokrasisi, önceleri Latin hâkimiyetini kabul etmek ve her hal de eski mülklerini ve pronoia483’larını muhafaza etmek şartıyla yeni Hâkimlerin hizmetine girmek bakımından hazır görünmüştü. Ancak kısa görüşlü bir gururla Latinler, uyuşmaya hazır Grek asalet sınıfının teklifini reddettikleri gibi, kuvvetli Bulgar çarının müzakereye hazır olduğunu bildirmesini de ayrı şekilde red ile karşılayabileceklerini 480

Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 120-121; Haclı Ordusu Latin Komutanı 482Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 121 483 Bir askeri yönetici ünvanı 481

127


sanıyorlardı. Tekliflerini redde uğrayan Trakya asalet sınıfı Latin hâkimiyetine isyan ve hizmet arzedip imparatorluk tacını da teklif etmek sureleyle, çar Kaloyan'ı ülkeye davet etti. İsyan çabucak yayıldı. İmparatora tabi Dimetoka'da, daha sonra da Venedik'e bağlı Edirne'de ve diğer birçok Trakya şehrinde Latin garnizonları kılıçtan geçirildi veya buralarım bırakmaya zorlandı. Kaloyan Trakya'ya giderek Edirne'de uzak olmayan bir yerde Latinlerle karşılaştı. Burada 11 nisan1205'de, Latin şövalye ordusunun, Kaloyan'ın Bulgar-Kuman birliklerince imha olunduğu önemli savaş vuku buldu. Kendi İmparator Bandonin, bir daha geri dönemeyeceği esarete düşerken, aralarında İznik'e malik olmak iddiasında bulunan Louis de Blois'nin da bulunduğu birçok meşhur şövalye öldü. Latinlerin kudret ve kuvveti, İstanbul’ un zaptından tam tamına bir yıl sonra temellerine kadar sarsılmıştı. Theodoros Laskaris hareket serbestliğine kavuştu. Latinler Anadolu topraklarından çıkarıldılar, sadece Biga (Pegai) şehri elinde kaldı.”484 Champagne mareşali Geoffroi'ya kadar geldiler. Artçılık görevi zordu, çünkü Eflak ve Bulgar kralı Kaloyan şafakla beraber tüm ordusuyla Edirne önüne gelmiş ve bizimkilerin gittiğini görmüştü. Gün yükselinceye kadar arkalarından at sürdü ve onları bulamayınca çok üzüldü. Onları bulamaması büyük bir şanstı, çünkü eğer bulsaydı hepsi yok olup gidecekti Edirne ordusundakiler işitiğiniz gibi böyle kurtuldular. O zaman Tekirdağ kentinde bir meclis kurdular ve kendilerinden çok İstanbul için korktuklarını söylediler. Bu nedenle iyi Haberciler seçip, gece gündüz yol almalarını söyleyerek denizden gönderdiler ve İstanbul'dakilere endişelenmemelerini (çünkü kurtulmuşlardı) ve ellerinden geldiğince çabuk bir şekilde onların yanına döneceklerini bildirdiler.485 Fethettiği Adramytteion486'u (Ören) bırakıp, Abydos487'ta Çanakkale Boğazı'nı geçen ve kardeşi, İstanbul İmparatoru Baudouin'i kurtarmak üzere Edirne’ye gelen Henri, Bizanslılara karşı ona yardım eden yörenin Ermenileri de onunla birlikte Boğaz'ı geçmişlerdi. Kadınlar ve çocuklarla birlikte sayılan yirmi bini buluyordu. Çünkü ülkelerinde kalmaya cesaret edememişlerdi. Böylece iki gün orada kalıp işlerini yoluna koydular. İmparator Baudouin'in kardeşi Henri imparatorluk naibi olarak kardeşinin yerine başa geçti. O sırada İmparator Baudouin'in kardeşi Henri'yi izleyen Ermenilerin başına büyük bir terslik geldi. Yörenin insanları birleşip Ermenileri bozguna uğrattılar; hepsi ya esir oldu ya öldü ya da kayboldu.488 Eflak ve Bulgar kralı Kaloyan bütün ordularıyla yürümüş ve bütün topraklan işgal etmişti ve kırlar ve kentler ve Kaleler onu tutuyordu ve Kumanlar İstanbul önüne kadar gelmişlerdi. İmparator naibi Henri, Venedik dukası ve Mareşal Geoffioi henüz Tekirdağ'daydı. Orası da İstanbul'a üç gün uzaklıktaydı. Ve meclis kurdular ve Venedik dukası Tekirdağ'da Venediklilerden bir kuvvet bıraktı, çünkü burası onlara aitti. Ve ertesi gün savaş düzeni alıp gündüzleri İstanbul'e doğru at sürdüler. İstanbul'dan iki gün uzaklıkta ve İmparator Baudouin'e ait bir kent olan Silivri geldiklerinde, imparatorun kardeşi Komutan Henri oraya kendi adamlarından bir kuvvet bıraktı ve geri kalan adamlarla İstanbul'a kadar at sürdüler ve orada sevinçle karşılandılar, çünkü insanlar çok korkmuştu. Bunda da şaşılacak bir şey yoktu, çünkü o kadar çok toprak kaybetmişlerdi ki, ellerinde İstanbul dışında Tekirdağ ve Silivri'den başka bir yer kalmamıştı. Ve tüm toprakları Eflak ve Bulgar kralı Kaloyan ele geçirmişti. Boğaz'ın karşı yakasında ellerinde sadece Biga kenti vardı ve geri kalan tüm toprakları İznik İmparatoru Theodoros Laskaris489 zapt etmişti.490 Pentecôte'a491 kadar (29 Mayıs 1205) böyle günler geçti. Bu arada ordu çok büyük bir kayıp verdi. Enrico Dandolo492 hastalandı ve sonunda öldü ve büyük bir törenle Ayasofya Kilisesi'ne gömüldü. 493 484

Ostrogorsy, 2011, A.g.e s. 395 Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e s. 124-125 486 Burhaniye İlçesi, Ören Mahallesi'nde konumlanan Antik Kentitir. 487 Çanakkale 488 Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e s. 126-127 489 I. Theodoros Komnenos Laskaris, arasında İznik İmparatoru olmuştur 490 Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 128 491 Ruhülkudüs'ün Havarilere inişini kutlamak üzere, Paskalya'dan elli gün sonra yapılan bayram - ç.n. 492 Dördüncü Haçlı Seferi'nin Bizans İmparatorluğu'na yöneltilip Konstantinopolis'in Bizanslılardan alınarak Latinler tarafından yağmalanması ile sonuçlanan olaylar dizisi konusunda kötü bir ünü vardır. 493 Khariu Bizanslıların 1261’den sonra şehri geri aldıklarında Ayasofya gibi bir yerde can düşmanları Dandolo’nun mezarını ve kitabesini bırakmaları mümkün değildir. Diğer taraftan Sultan Abdülmecid döneminde 1847-1849 yılları arasında Ayasofya’da büyük restorasyon işleri yapan ve aslen İsviçreli olmakla beraber İtalyan İsviçresi’nden olduğundan İtalyan milliyetçisi olarak da tanınan mimar Gaspare Fossati bu kitabeyi bu restorasyon sırasında koydurmuş olmalıdır. (EYİCE, 2004, A.g.e, s. 198) 485

128


Pentecôte'a gelindiğinde, Eflak ve Bulgar kralı Kaloyan göz koyduğu toprakların çoğunu ele geçirmişti ve Kumanları daha fazla tutamadı, çünkü yaz geldiği için artık savaşmak istemiyorlardı ve ülkelerine geri döndüler. Ve o da Bulgarlardan ve Bizanslılardan oluşan ordusuyla Selanik'teki Marki'nin üzerine yürüdü. Ve İmparator Baudouin'in bozgun haberini alan Marki, Naupakthos (Yunanistanda bir yer) kuşatmasını kaldırmıştı ve toplayabildiği adamlarla Selanik'e gidip orada garnizon kurdu. İmparatorluk Naibi Bizanslılara karşı bazı başarılar sağlıyor. Konstantinopolis İmparatoru Baudouin'in kardeşi Henri götürebildiği bütün adamlarla Bizanslıların üzerine at sürdü ve Çorlu denen kente geldi. Burası İstanbul'a üç günlük uzaklıktaydı. Kent ona teslim oldu ve Bizanslılar, bu yemine o sıralarda pek uyulmasa da, ona biat ettiler. Ve o da Lüleburgaz'a at sürdü; bu kenti boş buldu, çünkü Bizanslılar onu beklemeye cesaret edememişti. Ve oradan çok kuvvetli ve Bizanslılarla dolu bir kent olan Vize’ye at sürdü ve bu kent de teslim oldu. Ve oradan yine Bizanslılarla dolu olan lnecik (=Apros = Naples)kentine at sürdü.494 Onlar saldırıya geçerken diğerleri teslim olmak için anlaşma yapmak istediler. Ve bir tarafta onlar anlaşma isterken, diğer tarafta ordu kente giriyordu; öyle ki İmparatorluk naibi Henri ile anlaşma yapmak isteyenlerin birbirinden haberi yoktu; ama bu onlara pahalıya mal oldu. Ve Franklar Bizanlılan öldürmeye ve kenti yağmalamaya başladı; çok kişi öldü ve çok esir alındı. lnecik (Apros) bu şekilde ele geçirildi ve ordu orada üç gün kaldı. Ve Bizanslılar bu saldırıdan öyle ürktüler ki, tüm kentleri ve kaleleri terk edip Edirne ve Dimetoka kentlerine sığındılar; bunların ikisi de iyi korunan ve güzel şehirlerdi. Bu sırada Valak ve Bulgar kralı Kaloyan bütün ordusuyla Marki'nin üstüne, Seres denen bir kente doğru yürüdüVe anlaşma sonucunda şatoyu Kaloyan'a teslim ettiler ve Kaloyan en soylu adamlarından yirmi beşinin yanında kendilerini atları, silahları ve koşumlarıyla birlikte Selanik'e, İstanbul'a ya da Macaristan'a, bu üç yerden hangisini isterlerse oraya sağ salim ulaştıracağına yemin etti. Seres bu şekilde teslim edildi ve Kaloyan onları dışarı çıkardı ve kendisinin yakınına, açık bir alana yerleştirdi. Onlara hoş göründü ve hediyeler yolladı. Ve böylece onları üç gün tuttu, sonra verdiği tüm sözleri yalanladı ve onları yakalattı ve ellerinde avuçlarında ne varsa hepsini alıp, yalınayak, çıplak ve yaya vaziyette Eflak’ya gönderdi. Yoksulları ve eli silah tutmayan sıradan insanları Macaristan'a gönderdi ve eli silah tutabilecek durumda olanların ise başlarını vurdurdu. Eflak kralı işte bu işittiğiniz korkunç ihaneti yaptı. Ordu orada o güne kadar uğradığı en acı kayıplardan biriyle karşı karşıya kaldı. Ve Kaloyan kaleyi ve kenti yıktırıp Marki'nin üzerine yürüdü. İmparatorlıık Naibi boşuna bir çabayla Edirne’yi kuşatıyor. İmparatorluk naibi Henri adamlarıyla birlikte Edirne'ye doğru at sürdü ve kendini büyük bir tehlikeye atarak burayı kuşattı; çünkü karşı tarafın içeride ve dışarıda çok adamı vardı; onları öyle yakından izliyorlardı ki ne yiyecek satın alabiliyor, ne de erzak arayabiliyorlardı. O zaman kamp yerini kazık duvarlar ve engellerle çevirdiler ve adamların bir bölümünü bu duvarların dışında nöbet tutmaları için ayırdılar; geri kalanlar ise kente saldıracaktı. Ve çok çeşitli savaş aletleri, merdivenler ve başka makineler yaptılar ve kenti almak için çok çaba harcadılar, ama bu gerçekleşmedi. Çünkü kent çok kuvvetliydi ve iyi güçlendirilmişti. Tam tersine kendileri zarar gördüler, çok sayıda adamları yaralandı ve Pierre de Bracieux adında iyi şövalyelerinden biri alnına isabet eden bir mancınık taşıyla az kalsın ölüyordu, ama Tanrı'nın yardımıyla iyileşti ve sedyede ötürüldü. Ve kente hiçbir şey yapamayacaklarını görünce, imparatorluk naibi Henri Fransızların ordusuyla oradan ayrıldı. Ve köylüler ve Bizanslılar tarafından epey hırpalandılar ve gündüzleri durmadan at sürerek Pamphilos adındaki kente kadar geldiler ve içeriye yerleşip iki ay kaldılar. Ve at sırtında Dimetoka'ya ve başka birçok yere seferler yaptılar, çok hayvan ve ganimet kaldırdılar. Ve kış başlayıncaya kadar orduyu burada tuttular erzakları Tekirdağ'dan ve denizden geliyordu. Kış gelince İmparator Henri adamlarını ve baronlarını topladı. Mecliste, daha ağaçlık ve daha içeride bir yer olan Keşan (=Rhusion =La Rousse) adındaki kentin sağlamlaştırılması edilmesine karar verildi. Ve adamlarının geri kalanıyla Vize (=Visoi) kentine gidip burayı tahkim etti ve Anseau de Cayeux'yü oranın komutanı yapıp ona yüz yirmi şövalye ve çok sayıda atlı asker bıraktı. Ve Lüleburgaz’da Venedikliler garnizon kurdu. Ve İmparator Baudouin'in kardeşi Apros (Şimdi olmayan Lüleburgaz yakınlarında olmalı) kentini Fransa kralının kızkardeşi ile evli ve kendilerine bağlı bir Bizanslı olan Vernas'a (Theodoros Branas) bırakmıştı ve ondan başka hiçbir Bizanslı onları tutmuyordu. Bu kentlerdekiler Bizanslılara karşı savaşı sürdürüp sayısız akın yaptılar ve onlara da çok saldırıldı. Latin Bizans İmparatoru Henri adamlarının geri kalanıyla İstanbul'a çekildi. Ve Eflak ve Bulgar kralı Kaloyan da köşesine çekilmemişti; çok zengin ve güçlü bir adamdı ve çok sayıda Kuman ve Eflak topladı. Noel'den üç hafta sonra onları Romania (Roma İmparatorluğu) topraklarına, Edirne ve Dimetoka'dakilere yardım etmek üzere gönderdi; onlar da bundan güç ve cesaret alarak daha çok akın yapmaya başladılar. Komutan Thierri de Tenremonde, Notre-Dame de la Chandeleur bayramından dört 494

Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 129-130-134-135

129


gün önce (30 Ocak 1206) bir akın yaptı ve yanında yüz yirmi şövalye ile bütün gece at sürüp Keşan'ı az adamla bıraktı. Malesef bu Hıristiyanlık için ne acı bir gün oldu; çünkü yüz yirmi şövalyeden sadece onu kurtuldu, geri kalan ya öldürüldü ya esir edildi. Ve kaçabilenler Keşan'a gelip içeri sığındılar. Kumanlar ve Eflaklar ve Bizanslılar galip bir biçimde, iyi atlar ve iyi zırhlılar ele geçirerek geri döndüler. Bu felaket Notre Dame de Chandeleur arifesinden bir gün önce yaşandı (31 Ocak 1206) Kıyımdan kurtulanlar ve Keşan'dakiler gece olur olmaz kenti bıraktılar, bütün gece kaçıp sabah Tekirdağ'a geldiler. Kaloyan'ın yeni istilası; Apros'un yıkılışı. O zaman imparator naibi Henri İstanbul'a iki gün uzaklıktaki Silivri'de garnizon kurmaya karar verdi ve Macaire de Sainte-Menehould'u yanında elli şövalye ile birlikte bu kenti korumaya gönderdi. Venedikliler onun bu kadar kalabalık bir orduyla geldiğini duyunca Lüleburgaz’ı bıraktılar. Ve Kaloyan tüm ordularıyla Apros (Lüleburgaza yakın olmalı) kentine kadar at sürdü. Bu kent Bizanslıların ve Latinlerin elindeydi ve karısı imparatoriçe olan (Fransa kralının kızkardeşi) Theodoros Branas'a aitti ve Latinler'in komutanı da Beauvaisis topraklarından bir şövalye olan Begue de Fransures idi. Ve Eflak kralı Kaloyan askerlerini kente saldırttı ve orasını zorla ele geçirdi.495 Orada inanılmayacak kadar çok insan öldürüldü. Begue de Fransures Kaloyan'ın önüne götürüldü ve o da onu oracıkta öldürttü; Bizanslılardan ve Latinlerden eli silah tutan herkes öldürüldü ve diğer işe yaramaz olanlar, kadınlar ve çocuklar Eflak'ya götürülüp zindana atıldı. O zaman Kaloyan çok iyi bir yerde kurulu olan bu çok güzel ve çok zengin kenti tamamen yıktırdı. Böylece Apros kenti yok oldu. (Tekirdağ) Rodosto'nun yıkılışı: Oradan on iki fersah (~68 km) uzaklıkta, deniz kıyısında, çok zengin ve kuvvetli ve büyük ve Venedikliler tarafından çok iyi korunmuş olan Tekirdağ kenti bulunuyordu. Üstelik bir de atlı asker bölüğü gelmişti; sayıları iki bin kadardı ve kent savunmasını güçlendirmek için gelmişlerdi. Kaloyan'ın içeridekileri öldürttüğü duyulunca içlerine öyle bir korku girdi ki, kendiliklerinden dağılıverdiler. Tanrı bazen insanların başına felaket getirir. Venedikliler de alelacele gemilerine atladılar, öyle ki içlerinden bazıları neredeyse boğulacaktı. Fransa ve Flandre496 ve diğer ülkelerden atlı askerler ise karadan kaçıyordu.497 Yakındaki Panedoı 498 adında bir başka kent de Kaloyan'a teslim oldu. Kenti yıktırdı ve insanlarını daha önce de yaptığı gibi Valakia'ya 499 gönderdi. Ve sonra Ereğli (=Herakleia =Arecloie) kentine doğru at sürdü; deniz kenarında güzel bir limanda bulunan bu kent Venediklilere aitti ve zayıf bir kuvvet tarafından korunuyordu. Kaloyan burayı kuşattı ve zorla ele geçirdi. Orada da çok kişi öldürüldü ve geri kalanları Valakia'ya500gönderdi ve kenti de diğerleri gibi yıktı. Kaloyan fetihlerine ve yıkımlarına devam ediyor. Ve oradan çok güçlü ve güzel bir kent olan Dain'e [Daonion]501 at sürdü ve kentliler kendilerini savunmaya cesaret edemedi ve kent Kaloyan'a teslim edildi ve o da kenti yıktırdı. Sonra Çorlu'ya at sürdü ve burası da teslim oldu. Bu kenti de yıktırdı ve ahaliyi zindana attırdı. Ne zaman bir kente ya da bir kaleye kendilerine dokunmayacağı sözünü verip teslim alsa, oraları yıktırıyor ve kadınlarla erkekleri zindana attırıyor ve onlarla yaptığı hiçbir anlaşmaya uymuyordu. O zaman Kumanlar ve Eflaklar imparator naibi Henri'nin bulabildiği tüm adamlarla birlikte beklediği İstanbul kapılan önüne üşüştüler. Henri çok üzgün ve sıkıntılıydı, çünkü elinde topraklarını savunmaya yetecek kadar adam yoktu. Kumanlar kırsal alandaki hayvan sürülerine ve erkeklere ve kadınlara ve çocuklara el koydular ve kentlerle şatoları yıktılar ve öyle büyük bir yıkım yaptılar ki o zamana dek böyle bir yıkım duyulmamıştı. O zaman İstanbul'a on iki fersah (~68 km) (?) uzaklıktaki Büyükçekmece (=Athyras =Nature) adında bir kente geldiler. İmparatorun kardeşi Henri bu kenti Payen d'Orleans'a vermişti. Bu sitede çok büyük bir kalabalık vardı, çünkü yörenin bütün ahalisi buraya sığınmıştı ve diğerleri oraya saldırıp zorla ele geçirdiler. Orada o kadar büyük bir katliam oldu ki, Kaloyan'a teslim olan ve onun da dokunmayacağına söz verdiği tüm kentler ve kaleler yıkılmış ve yok edilmiş ve insanları daha önce de işittiğiniz gibi Valakia'ya götürülmüştü.502 İstanbul çevresinde beş günlük mesafede, Fransız garnizonlarının bulunduğu Vize ve Silivri kentleri hariç yıkılacak, yağmalanacak hiçbir şey kalmamıştı. Vize kentinde yüz yirmi şövalye ile birlikte Anseau de Cayeux ve Silivri kentinde de elli şövalye ile Macaire de 495Illehardouin

& Valenciennes, 2001, A.g.e, s.135-132-134 Flandre, Kuzey Denizi kıyısında eski Flandra Kontluğu ve etrafındaki topraklardan oluşan tarihi bölgedir. Günümüzdeki Hollanda'nın Zelanda Eyaletinin güney kesimi, Belçika'nın batısında Batı Flandre ve Doğu Flandre Eyaletleri ile Fransa'nın Nord ve Pas-de-Calais departmanlarını içine almaktaydı. 497 Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s.135 498 Marmara denizi kıyısında, Marmara Ereğlisi =Herakleia ile İstanbul =Konstantinopolis arasında kent499 Harita Hata! Yalnızca Ana Belge. Veleka Bölgesi Eflak 500Harita Hata! Yalnızca Ana Belge. Veleka Bölgesi Eflak 501 Marmara denizi kıyısında, Marmara Ereğlisi =Herakleia ile İstanbul =Konstantinopolis arasında kent 502 Illehardouin & Valenciennes, 2001; A.g.e, 496

130


Sainte-Menehould bulunuyordu ve İmparator Baudouin'in kardeşi Henri diğer adamlarıyla İstanbul'da kalmıştı. Durumları çok kötüydü; çünkü İstanbul dışında ellerinde sadece bu iki kent kalmıştı.

Harita 6--marmara kıyıları roma dönemi

O zaman Henri bulabildiği tüm adamlarla İstanbul'dan çıktı ve Silivri şehrine kadar at sürdü ve o kentin önünde sekiz gün kaldı. Ve her gün Edirne'den Haberci ulaklar geliyor ve kendilerine acımasını ve yardıma gelmesini bildiriyorlardı. Çünkü o yardımlarına koşmazsa hepsi mahvolacaktı. Haçlılar Dimetoka'ın yardımına gidiyor. O zaman Henri baronlarına danıştı ve oldukça güzel ve sağlam bir kent olan Vize'ye gitme karan aldılar. Dedikleri gibi de yaptılar ve Vize kentine geldiler ve haziran ayındaki Saint Jean-Baptiste bayramının arifesinde (23 Haziran 1206) kentin önüne yerleştiler. Ve yerleştikleri gün Edirne’den ulaklar geldi ve İmparator Baudouin'in kardeşi Henri'ye şöyle dediler: "Sir, bil ki Dimetoke şehrinin yardımına gitmezsen sekiz günden fazla dayanamaz; çünkü Kaloyan'ın mancınıkları suru dört noktada yıktı ve adanılan iki kez surların üstüne dek çıktı." Şövalyelerin sayısının en fazla dört yüz olduğunu tahmin ettiler ve Edirne'den gelen haberci ulakları çağırtıp durumun nasıl olduğunu, Kaloyan'ın kaç adamı olduğunu sordular. Onlar da en az kırk bin silahlı adamı olduğunu, yaya askerlerin ise sayısını bilmediklerini söylediler.503 Bizanslılar Haçlılar ile uzlaşıyor; Kaloyan Dimatoka’yı kuşatıyor. Kaloyan'ın ordusundaki Bizanslılar bu durumu görünce (Franklara isyan edip kendisine teslim olanların kalelerini ve şehirlerini yıkıyor ve onlara verdiği hiçbir sözü tutmuyordu), ihanete uğradıklarını ve öleceklerini düşündüler. Toplanıp konuştular ve Kaloyan'ın geri dönerken Edirne ve Dimetoka'ya da aynı şeyi yapacağını söylediler ve bu iki şehride yıkarsa Romania (Roma İparatorluğu) diye bir şey kalmayacaktı. Gizlice haberci ulaklar hazırlayıp, İstanbul'da Theodoros Branas'504a gönderdiler. İmparator Baudouin'in kardeşi - Henri'den ve Venediklilerden kendileriyle barış yapması için aman dilemesini rica ediyorlardı; buna karşılık Edirne ve Dimetoka'yı ona 503 504

Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 138-139 Latin Bizans İmparatorluğu'na bağlı bir generaldir.

131


vereceklerdi ve Bizanslıların hepsi ondan yana geçecek ve Bizanslılarla Franklar bir arada yaşayabilecekti. Bir meclis toplandı ve çok çeşitli sözler söylendi; ama meclis sonunda ve tüm bağlı yerler Theodoros Branas ve kansı imparatoriçeye (Fransa kralı Philippe'in kızkardeşi) verildi ve o da buna karşılık imparatora ve imparatorluğa hizmet edecekti. Böylece anlaşma yapıldı ve Bizanslılarla Franklar arasında barış sağlandı. Uzun süre Romania'da kalan ve tüm Perhiz ve Paskalya sırasında ve sonrasında (2 Nisan 1206) ülkeyi yakıp yıkan Eflak ve Bulgar kralı Kaloyan Edirne ve Dimetoka'ya yöneldi. Diğer kentlere yaptığını oralarda da gerçekleştirmeyi kafasına koymuştu. Ve onunla birlikte olan Bizanslılar yolunu Edirne üstüne çevirdiğini görünce, gece gündüz demeden yirmişer, otuzar, kırkar, yüzer, onun yanından kaçmaya başladılar. Kaloyan oraya vardığında, daha önce başka kentlerde olduğu gibi, kendisini içeri sokmalarını istedi. Ve onlar da bunu yapmayacaklarını söylediler ve şöyle dediler: "Sir, biz sana teslim olduğumuzda ve Franklara karşı ayaklandığımızda, sen bizi iyi niyetli bir şekilde korumaya ve kurtarmaya yemin etmiştin. Bunu yapmadın, tam tersine tüm Romania'yı yakıp yıktın ve sana izin verirsek bize de tüm diğerlerine yaptığını yapacağını çok iyi biliyoruz." Kaloyan bunu duyunca Dimetoka'yı kuşattı ve çevresine on altı büyük mancınık kurdurdu ve çok çeşitli savaş makineleri inşa ettirmeye koyulup tüm çevreyi yakıp yıkmaya başladı. O zaman Edirne ve Dimetoka'dakiler haberci ulaklar seçip İstanbul'da imparator naibi Henri'ye ve Theodoros Branas'a göndererek, kuşatılan Dimetoka'ya Tanrı adına yardıma koşmalarını istediler. İstanbul'dakiler bu haberi alınca, Dimetoka'ın yardımına koşmak için bir meclis topladılar. Pek çoğu İstanbul'dan dışarı çıkılmasına ve eldeki çok az Hıristiyanın bir maceraya sürülmesine karşı geldi. O zaman İmparator Naibi Henri bulabildiği tüm adamlarla İstanbul'dan çıktı ve Silivri kentine kadar at sürdü ve o kentin önünde sekiz gün kaldı. Ve her gün Edirne'den haberci postacı ulaklar geliyor ve kendilerine acımasını ve yardıma gelmesini bildiriyorlardı. Çünkü o yardımlarına koşmazsa hepsi mahvolacaktı. O zaman Henri baronlarına danıştı ve oldukça güzel ve sağlam bir kent olanVize'ye gitme karan aldılar. Dedikleri gibi de yaptılar ve Vize kentine geldiler ve haziran ayındaki Saint Jean-Baptiste bayramının arifesinde (23 Haziran 1206) kentin önüne yerleştiler. Ve yerleştikleri gün Edirne'den ulaklar geldi ve İmparator Baudouin'in kardeşi Henri'ye şöyle dediler: "Sir, bil ki Dimetoka kentinin yardımına gitmezsen sekiz günden fazla dayanamaz; çünkü Kaloyan'ın mancınıkları suru dört noktada yıktı ve adanılan iki kez surların üstüne dek çıktı." Kaloyan Frankların geldiklerini öğrenince onları beklemeye cesaret edemedi, savaş aletlerini yaktı ve kampını bozdu. Ve Dimetoka'dan ayrıldı ve biliniz ki herkes bunu büyük bir mucize olarak kabul etti. İmparator naibi Henri dördüncü gün (28 Haziran) Edirne önüne geldi ve Edirne nehri (Meriç) kenarında, dünyanın en güzel çayırlan üzerine yerleşti. Edirne'dekiler onların geldiğini görünce, bütün haçlarını ellerine alarak bir ayin alayı halinde kentten çıktılar ve o zamana dek kimsenin görmediği sevinç gösterileri yaptılar. Ve bunu yapmaları da gerekiyordu, çünkü büyük bir sıkıntı atlatmışlardı.505 Renier de Trit'nin yardımına koşuluyor ve kurtarılıyor. İmparator naibi Henri ve onunla beraber olan baronlar toplanıp ileriye doğru at sürmeye karar verdiler. İki gün boyunca at sürdüler ve Moniac506 adı verilen bir kalenin yakınındaki çok güzel bir vadide konakladılar. Onlara teslim olan bu kalede beş gün kaldılar ve Stenimakon'da kuşatılan ve içeride on üç aydır kapalı kalan Renier de Trit'nin yardımına gideceklerini söylediler. İmparator naibi Henri ve adamlarının büyük bir bölümü kampta kaldı; geri kalanlar Stenimakon'a, Renier de Trit 'nin yardımına gitti. Henri ve diğer baronlar İstanbul'a doğru yola çıktı ve İstanbul’a varıncaya kadar at sürdüler ve orada çok iyi karşılandılar. İmparator Baudouin'in kardeşi İmparator Henri'ye ağustos ayında Notre-Dame bayramından sonraki pazar günü (20 Ağustos) büyük bir sevinç ve törenle Ayasofya Kilisesi'nde taç giydirildi ve bu olay İsa efendimizin doğumunun binikiyüzaltıncı yılında gerçekleşti. İşittiğiniz gibi İmparator İstanbul'da taç giyerken ve diğer yandan Edirne ve Dimetoka topraklarında Theodoros Branas bırakılmışken, Eflak ve Bulgar kralı Kaloyan, bunu öğrenince, bulabildiği tüm adamları topladı. Theodoros Branas Dimetoka'da Kaloyan'ın çakalosları ve mancınıklarıyla yıktığı surları yeterince onartmamış ve şehirde zayıf bir kuvvet bırakmıştı. Ve Kaloyan Dimetoka'ya doğru at sürdü ve burayı alıp yıktı ve surları yerle bir etti ve tüm ülkede dolaşıp kadınları ve erkekleri ve çocukları ve hayvanları aldı ve büyük yıkım yaptı. O zaman Edirne'dekiler İmparator Henri'den yardım istedi, çünkü Dimetoka yok olup gitmişti. O zaman İmparator Henri bulabildiği tüm adamları topladı ve İstanbul'dan çıkıp düzenli saflar halinde ilerleyen birlikleriyle Edirne'ye doğru at sürdü. Ve orada bulunan Eflak kralı Kaloyan onun geldiğini işitince geriye, ülkesine doğru çekildi. İmparator Henri Edirne'ye kadar at sürdü ve dışarıda, çayırda konakladı. O zaman Kaloyan'ın sürüleri ve arabalarıyla birlikte götürdüğü esirlerin Karargâhtan üç fersah 505 506

Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 137-138-139 Batı Trakya'da, Arda nehri üzerinde şato (kale)-

132


(~17 km) uzaklıktaki bir vadide olduğu haberi geldi. İmparator Henri Edirne ve Dimetoka'daki Bizanslıların onları aramaya gitmesine ve yanlarına da iki şövalye birliği katmaya karar verdi. Ne dendiyse ertesi gün yapıldı. Bu birliklerden birinin komutanı İstanbul imparatoru Henri'nin kardeşi Eustache, diğerininkiyse Macaire de Sainte-Menehould idi. Onlar ve Bizanslılar söylenen vadiye kadar at sürdüler ve söylendiği gibi adamları ve kadınlan orada buldular. Ve Kaloyan'ın adamları İmparator Henri'nin adamlarıyla kapıştı ve her iki taraftan da adamlar ve atlar yaralandı ve öldü. Franklar üstün geldi ve esirleri önlerine katıp getirdiler. Bu küçük bir kurtarma harekâtı değildi. Çünkü en az yirmi bin erkek ve kadın ve çocuk ve onların giysileri ve eşyalarıyla dolu en az üç bin araba söz konusuydu. Çok sayıdaki diğer ganimetleri hiç saymıyoruz. Garnizona vardıklarında kafilenin uzunluğu iki fersahı (~11 km.) buluyordu ve böylece gece olurken garnizona geldiler. İmparator Henri ve diğer baronlar bu işe çok sevindi ve İmparator onları ayrı bir yere yerleştirip koruma altına aldırdı, öyle ki yanlarındaki bir meteliği bile kaybetmediler. Ertesi gün İmparator Henri kurtardığı insanlar yüzünden orada konakladı. Daha ertesi gün ülkeden ayrıldı ve Edirne'ye varıncaya kadar at sürdü. O zaman kurtardığı erkeklere ve kadınlara izin verdi ve her biri istediği yere, doğduğu yere ya da başka yerlere gitti. Çok miktardaki ganimet ordudakiler arasında gerektiği gibi bölüştürüldü. Bundan sonra İmparator Henri beş gün konakladı ve sonra nasıl yıkıldığını ve çevresine tekrar sur çekilip çekilemeyeceğini görmek için Dimetoka kentine kadar at sürdü. Sonra şehire yerleşti. Baronlar kentin o halinde etrafına sur çekmeye gerek olmadığını gördüler. Edirne'den ileriye doğru, Eflak ve Bulgar kralı Kaloyan'ın topraklarına gelinceye kadar her gün at sürdü. Fenne (=Burgaz) adındaki kente vardılar ve orayı aldılar ve içeri girdiler ve çok ganimet topladılar. Orada üç gün kalıp bütün çevreyi dolaştılar ve çok ganimet topladılar ve Aquile adında bir kenti yıktılar. Dördüncü gün çok güzel ve hoş bir kent olan Burgaz'dan (Bulgaristan) yola çıktılar. Dünyadaki en güzel kaplıcalar oradaydı. İmparator kenti yaktırıp yıktırdı ve hayvan sürülerini olmak üzere başka birçok ganimeti yanlarında götürdüler. Edirne şehrine gelinceye kadar at sürdüler ve Toussaint507 bayramına kadar (1 Kasım 1206) orada kaldılar ve daha sonra da kış geldiği için savaşamadılar. O zaman savaştan yorulan İmparator Henri ve baronları İstanbul'a döndü. İmparator Edirne'de Bizanslıların arasında on şövalye ile birlikte Pierre de Radinghem adında bir adamını da bırakmıştı.508 Kaloyan Hadrianapolis (Edirne) kuşatmasını kaldırıyor. Edirne’yi kuşatan Eflak kralı Kaloyan hiç dinlenmedi. Çok sayıdaki çakalosu509 gece gündüz surları ve burçları dövdü ve çok zarar verdiler. Surlara Tüneller döşedi ve birçok kez saldırıya geçtiler. Böylece tüm nisan ayı boyunca (1207) Kaloyan Edirne önünde kaldı ve surları ve burçları iki yerde yıkarak şehri almaya çok yaklaştı. Öyle ki içeridekilerle kılıç kılıca ve mızrak mızrağa geldiler. Çok büyük saldırılar yapıldı ve içeridekiler de kendilerini çok iyi savundu ve her iki taraftan da çok sayıda ölü ve yaralı verildi.510 Baudouin'in yerine kabiliyetli kardeşi Henri geçmişti. Trakya'da Latin hâkimiyetini büyük ölçüde yeniden kurdu. Çünkü Grek-Bulgar işbirliği uzun sürmemiş ve Henri, Baundouin'den ayrı davranarak Greklere karşı daha uzlaşıcı bir tutum takınarak Grek asalet sınıfının bir kısmını kendi hesabına kazanmayı başarmıştı. Daha 1206 sonunda Henri Latin savaş birlikleri başında tekrar Anadolu'ya sefer etti. 1207 ilkbaharında Theodoros Laskaris ile iki yıllık bir mütareke yaptı. Bununla beraber Bulgar tehlikesi Latin devletini tehdide pek devam etmedi; çünkü 1207 Ekim ayında Kaloyan Selanik’i kuşatırken yaralandı ve şehit düştü. (‘Hacı oldu’ terimi kullanılıyor.) Yıkıcı edici Bulgar baskınları altında Makadonya ve Trakya'nın Grek ahalisi, Latinlerden daha az ıstırap çekmiş değildi idi. Kaloyan'ın, Basileios II.'un Bulgar kasabı unvanını almasına karşılık, kendisine verdiği “Rum kasabı” adını Bizanslılar uzun süre hafızalarına nakşettiler. Buna rağmen oluşmakta alan Anadolu Bizans devletini mahvolmaktan kurtaran yegâne kimse de Kaloyan'dan başkası değildi.

Bu dönemde 29 Ekim gibi tatile girerler, 4 Kasıma kadar sürer. Çiçekler alınır, mezarlıkların yolu tutulur. Fransa'da kutlanan katoliklerin "ölüler bayramı". fransa'da tatil süreleri bölge bölge değişiklik gösterir. katolik kilisesi icin, yasayan ve olmus "tum azizlerin günü" olan, kisin baslangici olarak kabul edilen gundur. 1 kasim'da kutlanir. Bilinenin aksine, 2 kasim'da kutlanan oluler gunuyle ilgisi yoktur. Azizler Günü, Hristiyanlıkta bilinen ve bilinmeyen tüm azizlerin anıldığı kutsal gün. Batı Kiliselerinde 1 Kasım'da, Doğu Kiliselerinde Hamsin'den sonraki ilk Pazar günü kutlanır. Kökeni kesin olarak bilinmemektedir ancak Ephraam Syrus'a göre Doğu Kiliselerinde 13 Mayıs, Şehitler Günü olarak kutlanırdı 508 Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 147 509 Kanca ateşli silâhı, güçlü geri tepmesini önlemek amacıyla sıkıca bir duvara veya sipere raptedilerek kullanılıyordu. 510 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 396 507

133


Kaloyan'ın çevreye yolladığı Kumanlar birçok ganimet ele geçirmişlerdi ve ganimetleriyle Edirne kampına geri dönüp artık Kaloyan'la birlikte kalmayacaklarını, topraklarına geri dönmek istediklerini söylediler. Böylece Kumanlar Kaloyan'dan ayrıldı ve o da Kumanlar olmadan Edirne önünde kalmaya cesaret edemedi. Böylece kentin önünden ayrıldı ve orayı bıraktı. İşler Tanrı nasıl isterse öyle yürür. Edirne’tekiler hemen İmparator'a haber gönderip, Tanrı aşkına hemen yetişmesini bildirdiler. Çünkü Eflak kralı Kaloyan geri dönerse ya ölecek ya esir düşeceklerdi. 1207 yıllarda; İmparator, Edirne'ye gelinceye dek her gün at sürdü ve kentin önündeki çayırlıklarda konakladı.511 Onun gelmesini çok istemiş olan kenttekiler bir ayin alayıyla dışarı çıktı ve onu çok iyi karşıladılar ve o topraktaki tüm Bizanslılar da gelmişti. Kentin önünde bir tek gün kaldı ve Kaloyan'ın lağımları ve çakaloslarıyla surlara, burçlara ve kente verdiği zararları gördü. Ertesi gün yola çıkıp Kaloyan'ın topraklarına doğru at sürdü ve tam dört gün boyunca at sürdü. Beşinci gün Eflak dağının eteklerine, Kaloyan'ın yeni iskân ettiği Eului512 adında bir kente geldi. Ve ahali ordunun geldiğini görünce kenti bırakıp dağlara kaçtı. İmparatorun kuşucııları başarısızlığa uğuyor. İmparator Henri ve Fransızların ordusu kentin önünde konakladı ve koşucular çevre topraklara dağılıp çok sayıda öküz ve inek ve manda ve başka hayvanlar ele geçirdi. Ve yanlarında arabalarıyla gelen büyük yoksulluk ve kıtlık içindeki Edirne'liler arabaları has buğday ve başka tahıllarla doldurdular ve çok miktarda yiyecek bulup ele geçirdikleri diğer arabalara da tıka basa yiyecek yüklediler. Böylece ordu üç gün orada konakladı ve koşucular her gün erzak ve ganimet avına çıkıyorlardı ve bu topraklar dağlar ve sarp geçitlerle doluydu ve ordu çılgın gibi giden koşucularından bazılarını buralarda kaybediyordu. Ve ertesi gün İmparator Henri ve Fransızların ordusu oradan ayrıldı ve Edirne kentine gelinceye dek her gün at sürdüler. Getirdikleri buğday ve diğer yiyeceklerden oluşan erzakları orada bıraktılar ve İmparator kentin dışındaki çayırlıkta on beş gün konakladı. Haçlı seferine katılamayan Champagne Kontu III. Thibaut'nun mühründe veya Baudouin'in esir düştüğü Edirne bozgunundan sonra Villehardouin'in ordunun büyük bölümünü terk edip kendi başına İstanbul’a çekilen bir birliğe katılmakla suçladığı Eudes de Ham'ın mühründe görülmektedir. Bu üç mühür, ustalıktan yoksun olmayan o zamanın sanatçılarının, savaş atlarının bütün hızıyla saldırıya geçen 12. yüzyıl sonu ya da 13. yüzyıl başı şövalyelerini nasıl çizdiklerini göstermektedir.513 Baudouin'in yerine kabiliyetli kardeşi Henri geçmişti. Trakya'da Latin hâkimiyetini büyük ölçüde yeniden kurdu. Çünkü Grek-Bulgar işbirliği uzun sürmemiş ve Henri, Baundouin'den ayrı davranarak Greklere karşı daha uzlaşıcı bir tutum takınarak Grek asalet sınıfının bir kısmını kendi hesabına kazanmayı başarmıştı. Daha 1206 sonunda Henri Latin savaş birlikleri başında tekrar Anadolu'ya sefer etti. Ancak Kaloyan'ın yeni baskın hareketleri üzerine mücadeleyi kesmeye mecbur kalarak 1207 ilkbaharında Theodoros Laskaris ile iki yıllık bir anlaşma yaptı. Bununla beraber Bulgar tehlikesi Latin devletini tehdide pek devam etmedi; çünkü 1207 Ekim ayında Kaloyan Selanik’i kuşatteken öldü. Yıkıcı Bulgar baskınları altında Makadonya ve Trakya'nın Grek ahalisi, Latinlerden daha az ıstırap çekmiş değildi idi. Kaloyan'ın, Basileios Il.'un Bulgar kasabı unvanını almasına karşılık, kendisine verdiği Rum kasabı adını Bizanslılar uzun süre hafızalarına nakşettiler. Buna rağmen oluşmakta alan Anadolu Bizans devletini mahvolmaktan kurtaran yegâne kimse de Kaloyan'dan başkası değildi.514 İznik imparatorluğu karada ve denizde durumunu kuvvetlendirmiş olup kısa bir sürede Avrupa yakasına da atladı. Edirne ahalisinin bir çağrısı Vatatzes'e Trakya'ya askeri birlikler göndermek fırsatını verdi. İznik ordusu birçok sahil şehrini zapt ettikten sonra hiç bir mukavemete çarpmadan Edirne'ye girdi. Bizans hâkimiyetinin İstanbul'da ihyası çok yaklaşmış görünüyordu. Latin devletinden ciddi bir direnme hemen hemen beklenemezdi. Ancak tam bu anda İznik imparatorunun önüne batı Grek rakibi dikildi. Theodoros Angelos zaferden zafere koşmakta idi. Bir zamanki Selanik krallığı arazisi dışında Trakya'nın bir kısmı da eline geçmişti. Angelos Edirne üzerine yürüyerek İznik imparatorunun askeri birliklerini geri çekilmeye zorladı. Zaferden emin olarak süratle İstanbul üzerine yürüdü Büyük hedefe İznik imparatorundan daha çok yaklaştı. Ancak ayrı gayeyi Bulgar çarı Ivan Asen II. de gütmekte idi.515 Sonra, III. İoannes Doukas da Latinler'i yendi, Avrupa'ya geçti, İstanbul'e yaklaştı. Gerçi, Selanik Latin Krallığı’nı yıkmış olan ve İstanbul'u kendi hesaplarına ele geçirmeyi tasarlayan Epir Dostları'nın düşmanlığını üzerine çekmişti ama Despot Theodoros Angeios 1230'da, Edirne'yle Philippopoli (=Plovdiv ya da Filibe) arasında yenildi. Bundan sonra, Asen 1241'de oldu ve Asen bundan yararlanarak Avrupa'ya geri 511

Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. Trakya’nın kuzeyinde kent. . 513 Illehardouin & Valenciennes, 2001, A.g.e, s. 150-153- 154- 158- 259 514 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 396; Diehl, 2006, A.g.e, s. 132 515 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 402 512

134


dondu, Bulgarların Makedonya ve Trakya'da ele geçirdiği toprakları geri aldı, Selanik'i ele geçirdi, Epir'i kendine bağımlı kıldı.516 İznik'in Trakya'daki ana üslerinden Tzurulon (=Çorlu), Bulgar, Latin VI' Kumanlar tarafından kuşatılmıştı ki, Asen II'in değişip duran siyasetinde, bu defa ağır bir ruhi buhran neticesinde, yeni ve son bir değişiklik daha oldu. Trnovo'da bir salgın hastalık patlak vermiş, karısını ve oğullarından birisi ile Bulgar patriğinin ani ölümü Çar’a, Ioannes Vatatzes'e karşı işlediği ihanet yüzünden Tanrının bir işareti olarak görünmüştü. Çorlu önünden çekilerek İznik İmparatoru ile barış anlaşması yaptı (1237 Sonu) Artık LatinKuman savaş birliklerinin Bulgarların çekilmesine rağmen Çorlu'yu geçici olarak ele geçirmeleri, İznik imparatorluğu lehine vuku bulan durum değişikliğine etkili olamazdı. 1241 yılında Ivan Asen II. öldü ve pek az sonra da Moğol istilası ile Bulgar devletinin aşağılamaya başladı. İoannes Vatatzes tekrar Balkanlara dönebilirdi. Nitekim 1246 yılında az bir güçle sarfıyla gerek Bulgarlar ve gerekse batı Grek devletine karşı kesin bir zafer kazandı.517 Vatatzes, dört yıl sonra, Selanik'i aldı (1246) ve despotu Demetriusü kovdu, Makedonya'nın büyük bir kısmını Serez, Menlik, Stanimaka'yı Bulgarlar'dan aldı; Latinler'den Trakya'da Vize (=Bizye) ve Çorlu'yu (=Tzouroulon) zapetti. (1247).518 Balkan yarımadasında imparatorluk Bulgaristan ve Epiros'a karşı mücadele zorunda kaldı. Genç Bulgar çarı Mikhail Asen Trakya ve Makedonya'da büyükçe bir araziyi işgal etmişti. Ancak çok kayıplara mal olan iki sefer sonunda 1256 yılında Bulgarlar geri püskürtüldüler ve iki taraf arasında İznik devleti için uygun şartlarla bir barış anlaşması yapıldı. İki taraf arasındaki gerginliğin daha da azalmasında Mikhail Asen'in sukutu, bundan sonra Bulgaristan'da çıkan karışıklıklar ve nihayet Nemanya hanedanından Konstantin Tikh (1257-77)'in Bulgar tahtına çıkıp Thecodoros II’nin kızı İrene ile evlenmesi etkili oldu.519 Memlukler ve Altınordu ile Bizans'ın anlaşmasına önceleri her halde Mikhail VIII.'in ön Asya Moğolları ile kurduğu dostluk ilişkileri mani idi. Çünkü Hülagü'nun dostluğu Bizans İmparatoru için komşu Konya sultanlığına bir baskı vazifesi görüyordu. Bu sebeple güney Rusya Tatarları daha 1264 yılında Bulgarlarla anlaşmalı halinde imparatorluk arazisine korkunç bir baskı yaptılar: Bizans ordusu ağır bir yenilgiye uğradı ve Mikhail VIII. bizzat ciddi bir ölüm tehlikesi atlattı; Trakya arazisi ise öylesine tahrip olundu ki, artık göz alabildiğine hiç bir yerde "ne sapan çeken öküz, ne de tarlasını süren köylü" kaldı.520 I.Baudouin Trakya'ya, asilerin elindeki Edirne kuşatmaya giderken pusuya düştü ve Rumlarla güç birliği yapmak üzere gelmiş olan Bulgar çarı II. İvan Kaloyan tarafından esir alındı.521 VIII. Mihail Paleologos, 14 Ağustos 1261'de İstanbul'a girdikten sonra Cenevizlilerle yaptığı anlaşmaya sadık kalarak, Venediklilerin Kalamanos Sarayı'nı onlara verdi. Rekabet ve intikam duygularına yenik düşen Cenevizliler ise, Venedik sarayını yıktılar. VIII. Mihail, hem bu olaydan, hem de İstanbul'a yerleşen Cenevizlilerin giderek artmasından ötürü, güvenlik tedbiri olarak onları önce Trakya'daki Herakleia'ya (Kırklareli), ardından İstanbul'un karşısındaki Pera'ya, 13. bölgeye, Galata tepesine sürdü.522 Mikhad'in Yunan düşmanı karşısında artık sabrı taşmıştı. Sefere kendisi komuta etmekte kararlıydı ve 1282 Ekim ayını Tatar bağlaşıklarıyla Trakya'da güçlerini birleştirrnek üzere bir ordu kurmakla harcadı. İmparatoriçe onu gitmekten caydırmaya çabaladı, çünkü imparator bitkindi ve kendini iyi hissetrnediğinden yakınıyordu. Mikhael Trakya'dan daha ileriye gitmeyeceğini söyleyerek onunla anlaştı ve gerçekten de gidemedi. Kasım sonunda Silivri’ye gitti, gerniye binip korkunç bir fırtına da adatarak kıyı boyunda yaklaşık 30 km ileride Tekirdağ'a vardı. Orada karaya çıktı, at sırtında yolculuk ederek ‘Allage’ denen bir köye geldi. Bu sırada, hastalığı çok daha kötülemişti. İmparator, Nogay'ın gönderdiği birliklerin yaptığı geçit törenini ancak hasta yatağından seyredebildi. Hızla çöktü ve 11 Aralık 1282 Cuma günü öldü. Öldüğü köy, Pakhomios denen bir yerde yahut yakınındaydı; böylece imparatorun zindana attığı ve kör ettirdiği, adı Pakhomios olan bir siyasal düşmanının kehanetinin çıktığı söylendi. Babası Aralık 1282'de öldüğü sırada, Andronikos =Silivri'deki ordugâhta idi. 1296 yazında bir depremler dizisi İstanbul'da ve Batı Anadolu'da büyük zarara yol açtı. VIII. Mikhad'in koruyucu meleği olan Başmelek Mikail onuruna diktirdiği tunçtan heykeli taşıyan sütun yere devrildi. Bu, uğursuz bir olayın habercisi sayıldı. Depremin son sarsıntılarının 516

Lemerle, 16/1/2019, A.g.e, s.117 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 406 518 Diehl, 2006 A.g.e, 519 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 412 520 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 424 521 Marmara, R. (2006). Bizans'tan Günümüze İstanbul Latin Cemaati ve Kilisesi. İstanbul: Kitap Yayınevi.s. 27) 522 Marmara, 2006, A.g.e, s. 28 517

135


üzerinden daha bir hafta geçmemişken, 22 Temmuz'da, 75 Venedik gemisi Haliç'e girdi ve hiçbir uyarıda bulunmadan İstanbul ile Galata'ya saldırdı. İmparator hemen, bir önlem olarak, kentte yaşayan bütün Venediklileri gözaltına aldırdı. Galata'daki Ceneviz kadınlarının ve çocuklarının kent surları içine sığınmasına izin verildi. Venedikli denizciler, Galata'daki Cenevizlere ait depoları ve liman yapılarını ateşe verdiler ve imparatorluğun birlikleri işe karışınca, kent surlarının dışında, kıyı boyundaki Rum evlerini yakmak için karşı kıyıya geçtiler. Ancak komutanlarından biri Cenevizler tarafından öldürüldükten sonradır ki geri çekildiler. Tam o gece, 15 Ocak 1303'te, hafif bir deprem oldu; iki gün sonra bütün kent zangır zangır sallandı. İmparator, bu felaketierin gerçekleşeceğini şimdilik adını söyleyemeyeceği bir keşişin verdiği haber sonucunda önceden öğrenmiş bulunduğunu açıkladı. İmparatorluğun girdiği ekonomik çöküntünün etkileri İstanbul ve Selanik kentlerinde de duyuluyordu. Türk gazilerinin Anadolu'da giriştikleri yoklama türünden akınlar, başkente ve Trakya kentlerine ilk sığınınacılar seline yol açtı. Yiyecek ancak yetiyordu; yeni gelenler şu ya da bu çeşit bir iş bulabilmişseler bile, satın aldıkları mallara değeri sürekli biçimde düşen para ile çok şişmiş bedeller ödemek zorunda kaldılar. Bulgarlar kuzey sınırını geçip Edirne kentine saldırmışlardı. Ama oraya 1304'te bir orduyla gönderilen IX. Mikhael, Bulgarlara karşı, Türklerle yaptığı savaşlara kıyasla daha başarılı oldu. Söylendiğine göre, Anadolu'ya geçirmeyi kabul etti, ama ayrılmadan önce, hiçbir zaman yüz yüze gelmediği IX. Mikhael'e saygılarını sunmak istediğini açıkladı. Mikhael, Edirne yakınlarında, ordugâhtaydı. Ancak, ordugâhta onun yanında bulunan Alanların Katalanlara karşı nazik tavır takınacak halleri yoktu. Oğlu Kyzikos'ta Roger'nin adamlarından biri tarafından canice öldürülen Alan reisierinden biri, Roger'yi sırtından hançerleyerek öcünü aldı. Sonra da yoldaşları, Roger'nin refakatçisi 300 Katalanı kıyımdan geçirdiler. Bu andan başlayarak, imparatorun Katalan Birliği üzerinde var olduğu söylenebilecek herhangi bir denetiminin kırıntısı bile yok oldu gitti. Katalanlar önderlerinin öldürülmesinde suçu Alanlarda değil, Bizanslılarda görüyorlardı. Çılgın gibi bütün Trakya kıyılarını yakıp yıktılar, hayvanları kestiler. Gelibolu yarımadasının bütün halkını ya öldürdüler ya da köle aldılar, yöreyi artık İspanyol toprağı olmuş ilan ettilerKatalanların Trakya'daki eylemlerini göğüslemek görevi verilen IX. Mikhael, 1305 Haziran'ında yapılan iki çatışmada da tam bir yenilgiye uğradı. Tekirdağ yakınındaki Apros/ İnecik'te yapılan ikinci çatışmada, hemen hemen bütün ordusunu yitirdi. Onun bu devriyesi Türklerin Gelibolu'ya geçmesini önledi. Ama çok geçmeden Morisco tutsak edildi ve bunun üzerine Katalanlar 2000 Türk savaşçıyı daha yanlarına getirmek olanağını buldular. 1306 baharında 19 Ceneviz gemisi İstanbul'a vardı. Başka çare göremeyince imparator, Silivri ile İstanbul arasındaki bütün arazinin boşaltılmasını ve ürünün yakılmasını buyurdu. Şimdi her yandan sığınmacılar başkente akıp gelmekteydi, Anadolu'dan gelenlerin üstüne Trakya'dan gelenler eklenmişti, çünkü Meriç ırmağının aşağı bölümünün suladığı yerlerle İstanbul arasındaki bütün bereketli topraklar artık çöle dönmüştü. Ancak, vadinin daha yukarı bölümlerindeki Trakya kentleri, özellikle Dimetoka ile Edirne, savunma mevzileri Katalanlarca aşılamayacak kadar güçlü biçimde berkitilmişti ve iyi savunuluyordu. Katalanlar Edirne’yi kuşatma altına almaya bir kez teşebbüs ettiler, kent surlarının çevresindeki bağları ve çiftlikleri yakıp yıktılar. Katalanlar Trakya'dan ayrılmışlar ve Meriç'i geçmişlerdir; kimi onların, kendi yurtlarına dönmekte olduğunu, kimiyse Athos Dağı'na saldıracaklarını söylemektedir. 1315 yılında Bizans kroniklerine göre, (14. İndiksiyon, kayıtlarında, 29 Eylül –6824) Roma yılınının 29 Eylül'de büyük bir deprem oldu523 1320'de yetkili makamlara rüşvet yedirerek Trakya'da bir komutanlığı satın aldığını itiraf ettiğine göre, imparatorlukta rüşvetin ne kadar yaygın olduğu anlaşılıyor.524 Edirne yakınında, dostları İoannes Kantakouzenos ile Syrgiannes'in onu bekledikleri ordugâha ulaştı. Trakya'da imparator olarak karşılandı ve bol keseden vaatlerle, armağanlar saçarak bir sadakat heyecanı yarattı. Yaşlı imparator, pek haklı olarak, ayaklanma havası İstanbul’de bulaşacak diye tedirgindi. Bağırdı, çağırdı, tehditler yağdırdı. Patriğe komplocuları aforoz ettirdi ve yüksek yöneticilerinden bağlılık andı içmelerini istedi. Ama Syrgiannes komutasındaki bir ordunun başkente doğru ilerlemekte olduğu haberi gelince boyun eğdi. Oğlunu Selymbria yakınlarında görmeye giden Syrgiannes'in annesinin de arabuluculuğuyla, 6 Haziran 1321 'de bir uzlaşmaya varıldı. İmparatorluk, iki imparator Andronikos arasında bölüşülecekti. Bunlar birlikte egemenlik süreceklerdi: III. Andronikos Edirne’de, II. Andronikos Edirne’de. Henüz kan dökülmemişti. Halkın çoğunlukla III. Andronikos'un yanında olduğuna pek kuşku yoktur. Ama çeşitli nedenlerle, destekleyicileri kendi aralarında anlaşamıyorlardı. Syrgiannes, genç imparatorun açıkça İoannes Kantakouzenos'u tutmasına sinirleniyordu, ayrıca, kendi eşinin onurunun da incitildiğini iddia 523 524

Şahin, 2013, A.g.e, s. 77 Nicol D. M., 2016, A.g.e, s. 111- 130-140-164-227

136


ediyordu. Aralık 1321 'de taraf değiştirdi ve II. Andronikos'u, yeniden savaşa girişsin diye kışkırttı. Yaşlı imparator, torununa bir ders vermeye ve uzlaşmayı çiğnediğini öne sürmeye zaten yeteri kadar hazırdı. Savaş patlak verdi ve aşağı yukarı altı ay süreyle Trakya'da çatışmalar oldu. 1322 Temmuz'unda, iki imparator arasında ikinci bir uzlaşmaya varıldı. İmparatorluk topraklarını bölüşme deneyimi başarısız olmuştu ve Andronikos istemeye istemeye, torununun bütün imparatorlukta kendi ortağı sıfatıyla egemenlik sürmesine ve kendinden sonra da ardılı olmasına rıza gösterdi. İmparator yabancı düşmanlarına işlerin artık değiştiğini göstermekte gecikmedi. 1328 Haziran'ında Bulgar Çarı Mikhail Şişman, Kuzey Trakya'yı istila edip Bulgarlada Moğollardan oluşan ordusunu, Edirne'i görebilecekleri bir yere kadar getirmekle, bir kez daha yaptığı antlaşmalan çiğnedi. III. Andronikos buna, kendi ordusunun başına geçip orduyu sınıra kadar getirip bir Bulgar kalesini zapt etmekle karşılık verdi; Şişman yaptığını iki ay sonra tekrarlayınca da imparator, onun karşısına çıkacak bir orduyu hazır ettirdi. Şişman görüşmelere girİşıneyi yeğledi ve Edirne'te yeni bir antlaşma imzalandı. Antlaşma 1330'da onaylandı ve Bulgarlar III. Andronikos'un egemenlik döneminin geri kalanı boyunca, başka sıkıntı vermediler.525 Andronikos III. 15 Haziran 1341'de öldüğünde oğlu loanncs V. Henüz Dokuz, yaşındaydı. Türkler Trakya kıyılarını yağmalamışlar, Sıplar tekrar Selanik'e kadar ilerlemişler ve Bulgarlar da savaş ile tehditte bulunmuşlardı. Devletin düşmanlarına karşı Kantakuzenos kendi imkânları ile topladığı kuvvetlerle karşı çıktı ve barışı yeniden tesise başarılı oldu.526 Kantakouzenos, zenginlik ve nüfuzlarını Trakya ve Makedonya kentlerinin halkına baskı, zorbalık etmek için kullanan toprak sahibi soyluların çıkarlarnı temsil ediyordu. Yaşanmış acı deneyimler, imparatorluğun çıkarı için en iyi olan nedir konusunda toprak sahibi soyluların iddialarına güvenmemeyi halka öğretmişti. İoannes Kantakouzenos'un amacının toplum yararını gözetmek olduğuna pek az kişi inanabilirdi. Azınlığın zenginliği ile çoğunluğun yoksulluğu arasındaki apaçık çelişki, birinci iç savaşta ve onun sonuçlarında keskinleşmişti. Bir başka iç savaşın dengeyi doğrultusunda yardımı dokunması olası görünmüyordu. Kantakouzenos'un annesi İstanbul'da tutuklandığı zaman evinde bulunan bol miktarda altın ve gümüş eşya, mücevherler, yığın yığın buğday ve yiyecek, üst sınıfların halkın refahını ne kadar az umursadığını göstermiş gibiydi. Apokaukos, kendi propaganda amaçları için, böyle açıklamalardan geniş ölçüde yararlandı. Taşra illerinde bulunan Kantakouzenos'a ait ne kadar mal mülk olduğunun öğrenilmesi de bir başka keşifti. Kantakouzenos, Makedonya'daki mülkleri iç savaş sırasında kamulaştırılınca 5000 baş sığır, 1000 çekim hayvanı, 2500 kısrak, 200 deve, 300 katır, 500 eşek, 50.000 domuz ve 70.000 koyun yitirdiğini kabulleniyor. Kıt kanaat geçim düzeyleri zeugaria, yani bir çift öküzle sürülebilecek arazi miktarına göre ölçülen ve vergilendirilen, hareket ve bir yerden başka yere göçme özgürlükleri böylesine akıl almaz ölçekte mülklerdeki kiracı çiftçi statülerine göre belirlenen köylülerin, kaçınılmaz olarak, Kantakouzenos gibi toprak sahiplerinin saikleri hakkında kuşku duymalan kaçınılmazdı. Daha önce, vergilerden bağışık tutulmak vaatleriyle aldatılmışlardı. Gelirleri toplayan memurlardan kiminin, devlet yöneticilerinin göz yumması ve işbirliğiyle devşirdiği, devşirmeyi hala da sürdürdüğü servetierin farkındaydılar. Böyle kişilerden biri de Patrikiotes adlı bir adamdı; 134l'de, ordu mensuplarının gecikmiş ücretlerinin ödenebilmesi ve imparatorun vaktiyle pronoia olarak verdiği mülklerin yeniden oluşturulabilmesi için servetini Kantakouzenos'un kullanımına vermişti. Kantakouzenos'çuluk deyiminin bir siyasal slogan olarak kendi davalarına yarar sağlayabileceğini gören Apokaukos ve İstanbul’daki hükümet tarafından Edirne'in yasal yöneticileri diye tanındılar. Apokaukos kendi oğlu Manuel'i naiplik yönetiminin Edirne'teki valisi ve temsilcisi atadı. Edirne örneğini çok geçmeden Trakya ve Makedonya'nın diğer kentleri izlendi. Ayaklanmanın biçimi duruma göre değişiyordu, ama genellikle mülk sahibi sınıflar Kantakouzenos'u desteklediklerini açıklıyor, diğerleri ise yasayı kendi ellerine alıp İstanbul'teki İoannes Palaiologos'tan yana olduklarını duyurarak, eylemlerine meşruiyet kazandırıyorlardı. Kantakouzenos ayaklanmanın nasıl yayıldığını anımsıyor. "iğrenç ve korkunç bir hastalık gibi yayıldı " diye yazıyor, Daha önce ılımlı ve aklı başında olan insanlarda bile aynı aşırılıkların görülmesine İstanbul'teki naiplik ile Makedonya'ya kaçmış bir gasıp arasında kedi-fare oyunu gibi yürümeyecek, tersine Trakya'nın çokça çiğnenmiş savaş meydanlarında, karşıt güçlerin doğrudan muharebesi biçiminde geçecekti Aydınoğlu'nun Türk askerleri İstanbul'a, Trakya'daki kasabalardan birçağuna boyun eğdirmesi ya da kimini zaptetmesi için yardımcı oldular. Ama yaptıkları hizmet karşılığında ödettikleri bedel ağırdı. Anadolu'ya asla eli boş dönmüyorlardı ve Trakya'nın çoğu bölümü yine "İskit çölü" olmuştu. İstanbul 'teki imparatoriçe, Stefan Duşan'dan olduğu kadar, Bulgaristan Kralı İvan Aleksander'den de çok şeyler bekliyordu Kantakouzenos Trakya'daki egemenliğini pekiştirdikçe rakipleri bundan rahatsız 525 526

Nicol D. M., 2016, A.g.e, s. 195-219 Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 470

137


olmaya başladılar. İstanbul'da yiyecek, yalnız Türkler Trakya'daki kırsal alanlan yakıp yıktığı için değil, Karadeniz' deki bazı limanlarla pazar yerleri geçici olarak kapatıldığı içinde kıttı. Evlenme nedeniyle hem patrik, hem de Apokaukos'un hısmı olan ve Trakya'da bir komutanlık görevinde bulunan İoannes Vatatzes, 1344'te Kantakouzenos tarafına geçti. Apokaukos'un oğlu, Edirnevalisi Manuel bile görevini bıraktı ve taraf değiştirdi. Edirne halkı kısa bir süre daha direndi. Ama ayaklanma ruhu sönmüştü; böylece, 1345 başlarında savaşmaktan vazgeçip Kantakouzenos'a teslim oldular.527 1345 yılı Mayıs-Güz ( 6853-6854, 13.-14. İndiksiyon. 45b) Kantakouzenos Dimetoka’dan ayrıldı ve bütün Makedonia –Trakya kalelerini aldı. Daha sonra o Türklerle birlikte iki kez Şehir kapılarına dayandı. Hıristiyanlara çok zarar verdi. Daha sonra Silivriyi aldı ve orada kaldı.528 Bu arada Kantakuzenos Osmanlı sultanı Orhan'ın şahsında başka ve daha da kudretli bir ortak bulmuştu (1346). Edirne’de kızı Theodora'yı529 zevce olarak vermekten çekinmedi. 1346 yazında, zafer neredeyse ufukta gözükmüştü. Bunu çok kişi içten istiyordu ve Trakya halkı da isteyenler arasındaydı; Trakya halkının ayaklanıp daha iyi şeyler için besledikleri umutlar, topraklarının, hatta kentlerinin Türklerce yakılıp yıkılınası yüzünden sönmüş gitmişti. Sonunda İmparatoriçe Anna, kendi davasını desteklemek üzere bir Türk ordusunun yardıma gelmesini ayarlayabilmişti. Saruhan Bey'in gönderdiği 6000 asker Trakya'da, İstanbul yakınlarında kalmış ne varsa talan ederek, Bulgar sınırının yanı başına kadar uzanmışlardı. Her iki taraf da tükenip iflas etme noktasına yaklaşmaktaydı. Kantakouzenos Trakya'nın yoksul, duygularını yitirmiş halkından pek az şey bekleyebilirdi. 1346'nın daha sonraki aylarında Kantakouzenos, Trakya'daki işleri oğlu Mathaios'a emanet etti ve Silivri'de ordugâh kurdu; buradan, İstanbul'daki gelişmeleri daha yakından takip edebilecekti. Kış yaklaşırken, onu kente imparator olarak sokmak yanlısı hizip güç kazandı. 1347 Şubat'ında, Kantakouzenos'un kente girmesinin hemen öncesinde, imparatoriçe ve metropolider kurulu tarafından azledilmişti. Ayrıca, 1346'da VI. İoannes'in taç giyme töreni sırasında Edirne'te bir diğer metropolider kurulu onun hakkında, in absentia [gıyabında] aforoz kararı vermişti. 1347 Şubat'ında önce Kantakouzenos'un, sonra da imparatoriçenin başkanlığında toplanan sinod, İoannes Kalekas'ın mahkûm olduğuna ve azledildiğine ilişkin kararını, bu yüzden onun yokluğunda aldı. Sinodun kararları Mart ayında, VI. İoannes'in çıkardığı bir buyrultuda yayımlandı ve birkaç hafta sonra da daha önce Edirne'ye Kantakouzenos'un sarayında bulunan Kudüs patriğinin ve diğer metropolitlerin katıldığı bir başka sinodda onaylandı. Böylece, 1347 yılında birkaç haftalık bir süre içinde İoannes Kalekas üç kez mahkûm edilmiş ve Palamas'ın öğretisi üç kez Ortodoks inancına uygun diye hükme bağlanmış oldu Buna karşılık, Kantakouzenos'un destekleyicilerinden bazıları, Mathaios Kantakouzenos'un kulağına, vakit çok geç olmadan tahta çıkma hakkı uğrunda savaşması ve Edirne'te bağımsız bir hükümdar olarak yerleşmesi gerektiğini fısıldamaktaydılar. Bir sonraki kuşağın iç savaşı sürdürmesi tehlikesi gerçekten vardı. Ama Kantakouzenos Doğu Trakya'da Dimetoka’dan deniz kıyısındaki Khristoupolis'in dış mahallelerine kadar yayılan toprakları pronoia diye vererek oğlunu yatıştırdı.530 Zaferinden emin olan Kantakuzenos 21 Mayıs 1346’da Edirne'de imparatorluk taçına giydi. Taçlandırmayı Kudüs patriği uygulamışı Bu tören 1341 yılında iç savaşı başlatmış olan Dimetoka beyannamesi (pronunziamento) meşrulaştıracaktı. İmparatoriçe Anna'nın iktidar alanı başkent civarına onun için ayrılan alana kalacak kadar erimişti. Buna rağmen haris kadın mücadeleyi bırakmadı. Türklerden ücretli asker toplamak gayretleri nihayet gayesine ulaştı 1356 yazında Saruhan beyliğinden 6.000 Türk savaşçı geldi; fakat bunlar Kantakuzenos'a karşı sefer yerine, kendilerini, harap edilmiş Trakya'ya nazaran daha zengin bir ganimetin beklediği Bulgaristan'a saldırdılar ve dönüşlerinde de İstanbul civarını iyice yağmaladılar. 2 Şubat 1347) Palamas'ı zindandan çıkartarak, onun taraftarlarından İsidoros'u patriklik

527

Nicol D. M., 2016, A.g.e, s. 248 Şahin, 2013 , A.g.e, s. 74 529 1346'da ikinci kızı Theadara'yı Orhan'la evlendirdi. Enveri, Kantakouzenos'un hepsi de huriler kadar güzel üç kızı olduğunu kaydediyor. İçlerinden biri, belki Theodora daha eskiden Umur'a eş diye verilmek istenmişti. Şurası kesin ki kızların güzelliği nam salmıştı; Gregoras'a bakılırsa, Orhan Theodora Kantakouzena'ya çılgınca tutulmuştu ve kendisini onunla evlendirsin diye Kantakouzenos'a yalvarıp yakarmış, tehdit etmiş, kızını verirsen bundan böyle bütün ordurula sana bir vasalın olarak hizmet edeceğim diye söz vermişti. Düğün töreni Marmara Denizi kıyısının Avrupa yakasında, Selymbria'da yapıldı ve Theodora'nın bütün ailesi hazır bulundu. Elbette ki bu, evliliği kilise onaylamamıştı, ama bir Bizanslı prensesin evlenmesinde uyulagelen bütün gelenekiere her yönden özenle uyulmuştu. Theodora, beyin hareminde sıradan bir odalık da olmadı. Ortodoks inancına bağlı kalmayı sürdürdü ve kocasının topraklarındaki 530 Nicol D. M., 2016, A.g.e, s. 254-266-267 528

138


tahtına çıkarması da fayda etmedi. 3 Şubat 1347'de Kantakuzenos'a İstanbul'un kapıları açıldı531. Şehir garnizonu onun tarafına geçti ve pek az sonra da imparatoriçe direnmekten vazgeçmek zorunda kaldı. Kantakuzenos imparator olarak tamamladı. On yıl süreyle devleti yönetecek ve ancak bundan sonra meşru hükümdar Ioannes V. Palaiologos da idareye iştirak edecekti. Kantakuzenos orta kızı Helene'yi zevce olarak verdi.532 1347 Eylül -Ağustos (1348/6856, 1. İndiksiyon) 6 Dokuz veba salgını oldu: İlk büyük [salgin] 6856 yılı, ikincisi 6871 yılı, üçüncüsü 6882 yılı, dördüncüsü 6890 yılı, beşincisi 6899 yılı, altıncısı 6907 yılı, yedincisi 6918 yılı, sekizincisi 6916 yılı, dokuzuncusu Arnavutların Tabia'ya1 geldiği tarih olan 6939 yılında meydana geldi.533V.İoannes'e verilen topraklar Dimetoka ve Mathaios'un Trakya'daki prensliğinden büyük bir bölümü kapsıyordu. Yitirdiği karşılığında Mathaios'a Edirne kenti ve yakın yöresi verilecekti. 1352 seferlerinde onun komutasındaki birlikler Khersonnesos/ Gelibolu yarım adasın da birçok yeri işgal etmişti; Gelibolu yakınlarındaki Tzympe (=Çimpe) hisarı da bunlar arasındaydı. Savaş bitince hisardan çıkmayı reddettiler. Süleyman, Tzympe (=Çimpe)'nin fetih hakkıyla kendisinin olduğunu iddia ediyordu. Kantakouzenos, ödül olarak elinde tuttuğu Tzympe (=Çimpe) hisarını teslim etmesinin tazminatı olmak üzere ona 10.000 hyperpyra (İperpiron geç Orta Çağ'da Bizans parası)ödemeyi önerdi ve konuyu Orhan'a götürdü. Pazarlıklar sürerken bu süreci başarısızlığa mahkûm eden bir olay gerçekleşti. Bir deprem 2 Mart 1354 gecesinde Trakya'nın bütün kıyı çizgisini yıkıntıya çevirdi. Bazı yerler tamamen toprak altında kaldı. Bazıları tümüyle yıkıldı ve terk edildi ya da surlarının çökmesi yüzünden savunmasız, güvenliksiz kaldı. Kantakouzenos felakete uğramış kasabalarda, kentlerde halkın nasıl gece vakti bütün taşınabilir mallarıyla, deprem geçirmemiş kentlere sığınmak için yollara döküldüğünü anlatıyor. Bu felakete şiddetli tipi ve sağanaklar eklendi. Pek çok kişi, özellikle kadınlarla çocuklar açıkta kaldıkları için öldüler; birçoğu da yerle bir olmuş kasabaların yıkıntılarına gün doğarken baskın veren Türk askerlerince tutsak edildi. Yarımadanın en büyük kenti olan Gelibolu neredeyse tümüyle yıkılmıştı, ancak halkı gemilerle oradan uzaklaşabilmişti ve Morea'ya gitmekte olan bir Yunan gemisinin kaptanı, felaketten kurtulup sağ kalmış bir tekne dolusu insanı denizden toplayıp İstanbul'a geri dönmüştü. Süleyman deprem haberini duyduğunda Pegai'deyd(=Biga)i. Hemen Osmanlılardan büyük bir kalabalığı, eşleri ve çocuklarıyla, terk edilmiş kasabaları ve köyleri sahiplensinler diye yanında götürerek Gelibolu yarımadasına geçti. Kısa sürede yeni gelenler zararı onarmışlar, pek çok yerde surları yeniden eski haline getirmişlerdi. Gelibolu'ya özel önem verilmişti. Büyük bir Türk savunma birliği orada yerleştirilmiş, surlar yeniden inşa edilmiş ve kent denizin karşı kıyısından gelme her sınıftan yerleşirnciler sayesinde yeniden bir nüfusa kavuşmuştu. Sonraki yıllarda oluşan bir efsaneye göre, Süleyman'a gördüğü bir düşesin vermiş, bu düşte bir anakaradan ötekine geçişini ay ışığı aydınlatıyormuş. Venedikliler, Türklerin Gelibolu'ya Ceneviz gemileriyle taşındığı söylentisini yaydılar. Askerleri, sadece Bizans halkının terk ettiği bazı yerleri sahiplenmişlerdi. Gelibolu zorla değil, Tanrı'nın iradesiyle eline geçmişti. İmparator çaresizlik içinde, daha önce öne sürdüğü tazminat tutarının dört katını Süleyman'a önerdi, durumu konuşmak için de Orhan'la bir buluşma düzenledi. Nikomedia yakınında buluşacaklardı. Ama Kantakouzenos belirlenmiş yere gemiyle gittiğinde bir ulak onu karşıladı ve Orhan'ın hasta olduğunu, yola çıkamaclığını bildirdi. İmparator Konstantinopolis'e eli boş döndü. Artık neredeyse gücü tükenmişti ve dünya dertlerinden elini eteğini çekip dini yaşama geçmeyi iyice düşünüyordu. 534 Bu iş pek pahalıya çıktı, çünkü ömrü boyunca Kantakouzenos yandaşı kalmış olan Kalothetos, imparator kendisine 100.000 hyperpyra (Bizans para birimi) ödemedikçe işbirliğini reddetti. Ancak bundan sonra Halil babasına teslim edildi ve 1358 başlarında V. İoannes, bir uzlaşmaya varılması konusunu görüşmek üzere gemiye binip bir adada Orhan Bey ile buluşmaya gitti. Ancak, Türklerin baskısının en yoğun biçimde duyulduğu yer Trakya idi. Türkler Gelibolu yarımadasından bölgenin içlerine doğru ilerliyorlar ve gittikçe daha çok toprak onların eline geçiyordu. Osmanlılar orada bir üs kurdular; burası, daha önce Aydınoğlu Umur'un, Saruhan ya da Karesi beylerinin komutasında Avrupa yakasına geçmiş, gezgin Türk savaşçılarından oluşan çeteterin toplanma noktası haline geldi. İlk kez Umur ile birlikte gelmiş olan Hacı İl Bey gücünü Orhan oğlu Süleyman'ınkilerle birleştirdi. Diğer gazi sergerdeleri Trakya'da kendi hesaplarına akınlar yapıp bölgeyi talan 2 Şubat 1347 gecesinde, İoannes Kantakouzenos duvarda açılmış bir delikten kente alındı. (Nicol D. M., 2016, s. 255) 3 Şubat'ta gün doğarken, birliklerini Blakhernai Sarayı duvarlarının dışına getirmiş bulunuyordu (Nicol D. M., 2016, s. 256) 8 Şubat 1347' de bir uzlaşma ya varıldı. Koşulları, altı yıl önce de pekâlâ üzerinde anlaşılabilecek türdendi. (Nicol D. M., 2016) 532Ostrogorsy, 2011, A.g.e, s. 479 533Şahin, 2013, A.g.e, s. 107 534 Nicol D. M., 2016, A.g.e, s. 322 531

139


ettiler. Osmanlı birleşik güçlerinin Doğu Avrupa'ya doğru ilerlemesi 1354-1360 arasında henüz başlamamıştı. Trakya'daki durum, tarih kitaplarından genellikle edinilen izlenime kıyasla çok daha karışıktı. Ne var ki, iletişim koptu ve Bizanslı çiftçiler eşit olmayan koşullardaki mücadeleyi bırakıp en yakın kentlerin surları arkasına çekildiler. Floransalı kronikçi Mattea Villani, Türklerin 1359'da İstanbul surlarına ulaştığını bildiriyor. Aynı yıl Dimetoka geçici olarak alındı, 1361 'de535

535 Nicol

D. M., 2016, A.g.e, s. 235

140


Harita 7-Roma hakikimiyetinde Trakya önrmli yerleşimleri

141


142


KAYNAKCA

Ahmet Yaşar Ocak, ‘Osmanlı Toplumunda Zıııdılılar ve Mürhidler’, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 182-183. Ahmet Yaşar Ocak, ‘Sarı Saltık,’ 91- Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul Akbuz, L. A. (2008). ‘Hadrianopolis Roma Dönemi Seramiği’. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bölümler Enstitüsü. Akkaya, T. (2000). ‘Ortodoks İkonaları’. İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. Angeliki E. Laiou, “Arzu, Ask ve Delilik: Bizanslıların Gözüyle Cinsel İlişkiler”, Cogito Bizans, S.17,İst. Angelov,’The Bogomil Movement,’ 32-33. Annie Pralong ed; ‘Bizans: yapılar, meydanlar, yaşamlar’ / çev. Buket Kitapçı-Bayrı; yay. hazırlayanlar Aksel Tibet, Füsun Kiper. Kitap Yayınevi; 248. Tarih ve Coğrafya dizisi; 76. İstanbul: Kitap, 2011. (Pralong, 2016,, s. 220) Antony Littlewood, “Literature”, Byzantine History, Ed. Jonathan Harris, Palgrave Macmillian, New York 2005, s. 136. Baker, S. (2013). ‘Eski Roma’. İstanbul: Say Yayınları. Hill Barbara, ‘Bizans İmparatorluk Kadınları İktidar, Himaye ve İdeoloji’, Çev. Elif Gökteke Tut, ist. 2003, s. 63 Baysal Barış; ‘Bizans Dünyasında Hristiyan Düaüst Heretikler (650-1103)’; Kalketlon Yayınları İstanbul 2010 s.23 Baskıcı, M. Murat –‘Bizans Döneminde Anadolu İktisadı Ve Sosyal Yapı’ Phoenix Yayınevi, Ankara, 2009 Batu, Pelin. (10 Nisan, Cuma, 2015). http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/ah-orfeo-i-2511. artfulliving.com.tr. adresinden alındı Bayrı, ‘Tlıe Casc of Şeyh Bedreddin and Bogoıııils’, 4. Berktay, Halil. (1999, kış Sayı: 17). ‘Vizörden Bizans: Haritalarla Düşünmek’ Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi, s. 1-423. Blanck, Horst. ( 1999). ‘Eski Yunan ve Roma'da Yaşam.’ İst: Ar/On Yayınevi. Oğuz Burhan, ‘Tarihsel Gelişimiyle Dünyada ve Türkiye'de Laiklik,’ Engin Yayınları, İstanbul 1996, 197 Demirkent, I. (Ekim 2005). ‘14. Yüzyıla Kadar Balkanlar'da Bizans Hakimiyeti’. I. Demirkent İçinde, Bizans Tarihi (s. 17-34). İst: Dünya Yayıncılık A.Ş. Diehl, C. ( Eylül 2006). ‘Bizans Imparatorluğu Tarihi’ . İstanbul: İlgi Yayınları. Doğer Ersin. (tarih yok). ‘Roma Heykeltıraşlığı’. DUKAS. (1956). ‘Bizans Tarihi’. (V. Mirmıroğlu, Çev.) İstanbul: İstanbul. İstanbul Matbaası. Beksaç Engin Prof.Dr. (tarih yok). ‘Doğu Trakya'da Traklar’. ‘Trakya. academia.edu/EnginBeksac.’ Ergin, G. ( 2013). ‘Anadolu'da Roma Hakimiyeti Direniş ve Düzen’. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Ernst Barker, ‘Bizans Toplumsal ve Siyasal Düşünüşü’, Çev. Mete Tunçay, Dost Kitabevi, Ankara 1982, s. 17-18. Eyice, Simavi. (2004). ‘Bizans İmparatorluğu’nun Çöküşlünün Başlangıcı.’ DÎVÂN İlmî Araştırmalar, sy. 16 (2004/1), s. 183-208. Faroqhi, S. (2005). ‘Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam’ (Brşinci Basım b.). (E. Kılıç, Çev.) İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları s.68 Fuat Aydın – ‘Pavlus Hıristiyanlığına Giriş’, Fcr Yayın Reklam Bilgisayar San. Ve Tic. Ltd. Şti. 2011; Ankara G. Barker, ‘O'nun lzinde,’ Zafer Matbası, İstanbul 1985, 95-96. Güveloğlu, A. (2006). ‘MÖ. I.–MS. III. Yüzyıllar Arasıda Roma–Pannonia–Trakya Siyasal İlişkilerinde Pannonia’nın Yeri ve Önemi’. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih (Eskiçağ Tarihi) Anabilim Dalı. Güveloğlu, A. (2009). ‘M.S. I.-III. Yüzyıllarda Tuna ve Trakya Eyaletlerinde Roma Kentleşme Süreci’. Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Haldon, J. (2006, Kitap Yayınevi ). ‘Bizans Tarih Atlası’. İstanbul: Kitap Yayınevi Ltd. Hamilton, j. H. ( 2010). ‘Bizanslı Heretiklerin Tarihi’. İstanbul: Kalkeılon Yayınları .

143


Herodotos. (Ekim, 2012). Hıstorıes (Tarih) (VIII. Basım B.). (Ç.-M. Ökmen, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Homeros, Od. 4, 607 vb. Hür, Ayşe. (2013). ‘Öteki Tarih 1, (Cilt 1)’. İstanbul: Profil Yayıncılık. Illehardouin, G. D., & Valenciennes, H. D. (2001). ‘Konstantinopolis'te Haçlılar’. İstanbul: İletişim Yayıncılık A. Ş. Işık, H. (July 2017,). ‘Hıristiyan Düalist-Gnostik Bir Tarikat Olarak Bogomilizm ve Bogomilizm ve. Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi / Cilt 6, Sayı/Number 1, 109-187. Işın, Prıscılla Mary ‘Osmanlı Mutfak İmparatorluğu 2014’, İstanbul Kitap Yayenevi LTD. s:134 İplikçioğlu, B. (2007). ‘Hellen ve Roma Tarihinin Albayrak, Kadir ‘Bogomilizm ve Bosna Kilisesi’, Emre Yayınlan, 2005, lstanbul Karacam, Nazif. (1995). ‘Efsaneden Gerceğe Kırklareli. Kırklareli’: Kırklareli Belediyesi Yayınları. Anahatları’. İstanbul: Arkeoloji Ve Sanat Yayınları. İrene Melikoff, ‘Hacı Bektaş, Efsaneden Gerçeğe’, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 1999, 2 14-2 15. Khoniates, N. (1995). ‘HISTORIA--( Ioannes ve Manuel Komnenos Devirleri)’. (P. D. İŞILTAN, Çev.) Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. Kısakürek, E. E., & Kısakürek, A. (--). ‘Bizimkiler-Anadolu Merkezli Dünya Tarihi-Roma (Cilt 4. Kitap)’. --. Koch, G. (2001). ‘Roma İmparatorluk Dönemi Lahitleri.’ İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınlan. KSENOPHON. (Eylül 1974). ANABASIS ''Onbinlerin Dönüşü". İstanbul: Hürrüyet Yayınları. Küçüksiphayioğlu, B. (-). ‘Ankhialos Savaşı'nın Sonuna Kadar Bizans-Bulgar İlişkileri.’ -: Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültcsi Tarih Ortaçağ Tarihi. Lemerle, Paul. (16/1/2019). ‘Bizans tarihi (8. baskı b.)’. ist --: iletişim. Lemerle, Paul. (tarih yok). ‘Bizans Tarihi’. İletişim yayınları. Mango, C. ( 2008). ‘İmparatorluğu Yeni Roma.’ İstanbul: Yapı Kredi Yayınları -2720. Mansel, A. M. (1938). ‘Tarakyada Kültür ve Tarih’. Ankara: Reimli Ay Matbaası T. L. Şirketi. Mansel, A. M. (1999). ‘Ege ve Yunan Tarihi.’ Ankara: Türk Tarih Kurumu. Marmara, R. (2006). ‘Bizans'tan Günümüze İstanbul Latin Cemaati ve Kilisesi’. İstanbul: Kitap Yayınevi. Messadie, ‘Şeytanın Genel Tarihi’, 471 Mladjov. (tarih yok). ‘Thrace (Thrakē)’. Necipoğlu, N. (Sayı: 17 Yıl: , kış 1999 ). ‘15. Yüzyılın ilk Yarısında Konstantinopoliste Osmanlı Tacirleri.’ Cogito Üç aylık düşünce dergisi, s.1-421. Nicol, D. M. (2016). ‘Bizans'ın Son Yüzyılları 1261-1453’. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Norwich, j. j. (2013). ‘Bizans II---Yükseliş Dönemi (MS 803-1081)’. Istanbul: Kabalcı Kltabevi. Ostrogorsy, ,. G. (2011). ‘Bizans Tarihi’. Ankara: Turk Tarih Kurumu Basımevi. Özdoğan, M. (2016). ‘Tarımın Avrupa’ya Göçü’. Aktüel Arkeoloji 54.indd 54. Özdoğan, M. (tarih yok). ‘Marmara Denizi ve Neolitik Yaşam.’ TINA Denizcilik Arkeolojisi Dergisi. Öztoprak, . "Balkan Türkleri ve Simavna Kadısıoglu Şeyh Bedreddin", 17 PLINIUS. (1999). ‘Genç Plinius’un Anadolu Mektupları.’ (Ç. D.-E. Özbayoğlu, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret ve Sanayi A.Ş. Prokopios. (2011). ‘Bizans’ın Gizli Tarihi (Cilt 111. baskı Ekim 2011)’. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,. Rice Tamara Talbat, ‘Bizans’ta Günlük Yasam’, Çev. Bilgi Altınok, _st. 2001, s. 51 Rice, T. T. (1998). ‘Bizans'ta Günlük Yaşam. İstanbul: Göçebe Yayınları. Sakin Özışık; ‘Pavlikan Kilisesi ve Eski Hıristiyan Heresileriyle İlişkisi;’ C.Ü. ilahiyat Fakültesi Dergisi 2010, Cilt: XIV, Sayı: 2 Sayfa: 505-533 Sándor Takáts-‘Macaristan Türk âleminden çizgiler.’ İstanbul, 1958- Maarif Basímevi, aktaran (IŞIN, 2014) s:134 Sarıkaya, B. (2009). ‘Epigrafik Buluntular Işığında Trakya’da Kültler’. (D. Y. Şahin, Dü.) Trakya ÜniversitesiSosyal Bilimler Enstitüsü. Seidler, G. L. ( 1980). ‘Bizans Siyasal Düşüncesi.’ Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi

144


Söylemez, H. (2015). ‘Antik Romada Yaşam ve Roma Ailesinıin bir Günü.’ Antalya: Akdeniz Üniversitesi Eski Çağ Dilleri Ve Kültürleri Bölümü. Stoyonov, ‘The Hidden Tradition in Europe’, 129 Strabo. (2000). Strabo Of Geography--Strabo’nun Coğrafyası-(XII, XIII, XIV) (4. baskı b., Cilt XIV). (D. A. PROF, Çev.) İstanbul: Arkeoloji ve Sanat Yayınları. ŞAVKAY, Tuğrul, ‘Osmanlı Mutfağı,’ 2000, İstanbul, Şekerbank yayınları s:17 Tanıl Bora, ‘Yeni Dünya Düzeninin Av Sahası,’ Birikim Yayınlan, İstanbul 1994, 18-19. TDV İslâm Ansiklopedisi. (1994). Ank.: 10. cildinde. Tekin, O.(2008): ‘Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş’, İletişim Yayınları, İstanbul, 235. Togaç, C. (2018). ‘Bizans İmparatorluğu, Romania’daki Latin Hâkimler ve Türkler Arasındaki Siyasi İlişkiler’ (1204-1453). İzmir: E Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü. Turhan Kaçar, “Ioannes Chrysostomus’un Düşüşü: Doğu Roma Baskenti’nde Din ve Politika” , Belleten, C. LXVII, S. 250, Ank. 2004, s. 757 Usal, A. (2005). ‘Edirne Tarihi - Roma Döneminde Edirne.’ Edirne: Edirne Vergi Dairesi Baskanlığı. Vâsiliev, A. A. (1943). ‘Bizans İmparatorluğu Tarihi’. Ankara: Maarif Matbaası. Yıldırım, Şehin, ‘Doğu Trakya'da Mezar Tepelerinin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi,’ Ankara 2008 Yıldırım, Şehin. (2008). ‘Doğu Trakya’da Mezar Tepelerinin Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi.’ Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Yıldız, S. (2009). ‘Bizans Tarihi, Kültürü, Sanatı ve Anadolu' daki İzleri.’ İstanbul: Detay Anatolıa Akademik Yayıncılık Ltd. Şti

145


BABAESKİ’DE OSMANLI EGEMENLİĞİ 3 BÖLÜM KLASİK DÖNEM TARİHİ

Mimar Mucit ÖZTABAK

1


3 BÖLÜM KLASİK DÖNEM TARİHİ

Bu kitap Mucit Öztabak hesabından bu sitesitin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir. 10-07-2020 Babaeski

2


İÇİNDEKİLER

SUNU ÖZET GİRİŞ BİZANSIN HÂKİMİYET MÜCADELESİ YAKIN ÇEVREMİZE (BABAESKİ ÇİVARINA) ETKİLERİ BABAESKİDE OSMANLI EGEMENLİĞİ Pençik kanunu 1402 Ankara Savaşı Fetret Devri 1402-1411 Düzmece Mustafa olayı: Şeyh Bedrettin 1416 1453 İstanbul’un fethi, birkaç çümle Büyük Celali Ayaklanması: 1575 Sipahi İsyanı: 1595 Celali isyanları.1603 I.Edirne Olayı 1703 Lale Devri 1718-1730 Patrona Halil İsyanı 1730 II. Edirne vakası- Babaeski çivarında gelişmiştir. Kabakçı Mustafa İsyanı Vaka-i Hayriye 15 Haziran 1826

3


SUNU: Osmanlı İmparatorluğu'ndaki kültür çatışmalarını anlamamızı zorlaştıran şey, sahip olduğumuz zengin belge arşivinin üst tabakanın görüşlerini yansıtmasıdır. Gayrimüslimlerin ileri gelenleri de tabii bu kapsam içindedir. Nadiren okuma yazma bilen köylülerin, göçebelerin ve yoksul zanaatkarlann görüşleri konusunda ise, sadece egemen kesimin ve yerel elitin elinden çıkmış yazılann yansıttığı kadarıyla bilgi edinebiliyoruz. Ama bu yansımada bile çoğu kere gerçekler çarpıtılmıştır. Ancak Osmanlı kültürü, karşıtlıklar içermeyen, bu yüzden de az çok durağan bir kültür olarak görülmemelidir. Tam tersi, bu topluında açıkça kültürel ve toplumsal karşıtlıklar yaşanmıştır. Bundan sonraki bölümde, ulemanın kendi içinde şiddetli bir çatışma yaşadığını ve bu anlaşmazlıklar yüzünden toplum içindeki konumunun önemli ölçüde değiştiğini göreceğiz.1 Adalet anlayışı teşkili: Gerçekten Osmanlılarda adalet mülkun (egemenliğin) temelidir. Osmanlı tarih yazarlarının benimsediği "daireyi adliyeyi Osmani"ye göre: "Mülk ve devlet, asker ve devlet adamlarıyladır. Ve devlet adamı, mal ile bulunur. Mal köylünün, halkın üretiminden meydana gelir. Halkın durumu adalet ile düzenlenir."2 Bu görüşlerin toplumsal bir eleştirinin temelini teşkil etmeleri gerekirken aslında böyle bir yöntemin gerçekci olmadığı ve araştırıcıyı bugün için dahi Osmanlı ideolojisinin sınırlan içine hapsettiği kanısındayım. Daha açık bir ifadeyle Osmanlı devleti sosyo-ekonomik bir analizle sınıfsal bir yoruma tabi tutulmalı ve Osmanlı ideolojisi de bu maddi taban üstüne oturtulmalıdır. 3 Çevresini belirlerken imar planını esas alıp önceki çalışmamda içindeki meskûn alanı, onun içinde bazı dönemlerde (1997, 1986, 1950, 1935) yerleşimi4 incelemiş, geçmişte bazı emarelerden Sarı Saltuk tekkesini, tarihi çami yerlerini, yol ve mahalle dokusunu, Hisar ve kaçış yolu kabulleneceğimiz emareleri ile ortakol ile tarihi Roma- Traklardan kalma Höyüktepe lokalizasyonu5 ile Babaeski’nin kaybolan yapıları incelemiştim. Bu çalışmada yine çevresi İmar planı sınırlarını temel alarak sırasıyla Babaeski kasaba sınırları, köyler ile birlikte ilçe sınırları, ilk komşu kasabalar; Pınarhisar, Vize, Hayrabolu, Edirne ve il sınırları, sonraki büyüklükte kadim Trakya bölgesini alarak çalışma alanımı genişlettim.

ÖZET: Bu çalışmada yine çevresi İmar planı sınırlarını temel alarak sırasıyla Babaeski sınırları, köyler ile birlikte ilçe sınırları, ilk komşu kasabalar; Pınarhhisar, Vize, Hayrabolu, Edirne ve il sınırları, sonraki büyüklükte kadim Trakya bölgesini alarak çalışma alanımı genişlettim. Bu dönem Bizans Konstantinopolis (İstanbul) başkente, Babaeski’nin çok yakın olmasından dolayı etkisi altında kalmıştır. Aynı dönem içinde eski adı Odris devleti kent, Hadrianopolis (Edirne)’ninde etkisi altında kalmıştır. Geçmişte Burgarofle [Bulgarophygon; Babaeski] adıyla bilinen kasabamız gelişmesi için gereken önemi alamamıştır. Türklerin Rumeline geçmelerinden sonra iskân ettikleri bu topraklarda kurdukları Osmanlı hakimiyetinide pekiştirdiler. Bir kırsal alan olarak istnbulun iaşesini sağlayan tarım yerleşimi olmuştur. Edirne’nin eski başkent olması ve av alanlarının padişahlarca itibar görmesive oradaki sarayın Topkapı sarayıından da büyük olması nedeniyle, İstabul edirne yolu itibar kazanmış. Buradaki menzil yerleri önemini arttırmış olsada bu dönemde de Babaeski’nin başkente (İstanbul) ile (Edirne)’ye çok yakın olmasından dolayı etkisi altında kalmıştır.

Faroqhi, Surahya (2005). “Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam”(Beşinci Basım b.). (E. Kılıç, Çev.) İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. s.68 2 Naima Tarihi, cilt: I, s. 49. Aynca bk. Kutadgu Bilik. R.R. Arat Tercümesi. Ankara, 1959. s. 2057-2059 nolu ilkeler, lbn Haldun, a.g.e.. s. 105-106. Koçi Bey Risalesi, (hazırlayan Ali Kemali Aksüt), İstanbul, 1939, s. 50. (BELDÎCEANU, 1985, s. ön söz) 3 TİMUR, Taner; Osmanlı Toplumsal Düzeni, 1994, s. 246 4 ÖZTABAK, Mucit; Babaeski’de Yerleşme ve Yapılaşma Yerel Yakın Tarih, Babaeski, 2014 5 ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan binalarımız, Belediye Dairesi, Babaeski, Şubat-2015, 1

4


Türklerin Anadoludaki Geçmişlerinin Kısa Özeti ve Konuya GİRİŞ: Türkler, Selçuklular çağından başlayarak birçok defalar Avrupa’ya geçmişlerdir. Yerleşmek amacıyla, İlk Rumeline geçiş h. 662/ m.1263 yılında olmuş ve onikibin Türkmenden meydana gelen meydana gelen bir göçmen gurubu, Saltuk (Sarı) Dede idaresinde, Karadenizin batı kıyısında Dobruca Tataristanı denen yöreye yerleşmişlerdir.6 Bu sırada (1263 yılında) Bizans yönetimi İmparator VIII. Mihail Paleologos, Anadolu’dan toplanan 3500 ücretli Türk askerinin de bulunduğu bir orduyu Ceneviz gemileri ile Mora’ya gönderdi. Melik ve Salik komutasındaki bu askerler, Bizans ordusu ile birlikte Monemvasiya’da karaya çıktılar. Bizans, bu Türk askerleri sayesinde Mora’daki Frank devletlerine karşı üstünlük sağladı. Daha sonra bu askerler, Franklar için de çalıştılar. Georges Pachymére, 1273 Mart’ındaki Dyrrachium (Arnavutlukta, Adriyatik kıyısında bir şehir) depremini bize şöyle tasvir etmektedir: "…aniden bir yer sarsıntısı oldu. Öylesine büyük insan çığlıkları, birbirlerinin üstüne yıkılan evlerin öylesine büyük gürültüsü oldu ki, kendilerini evlerin dışında bulanlar daha çok sarsılmalarına rağmen, şüphelenecek hiç bir söylenti duymadılar ve genel düzenin dışında hiç bir şeyi bozamadılar." “Şafak sökerken yerliler, hiçbiri sıkılmaksızın birçok yağmalarda bulunmalarına rağmen, yıkıntıları açmak için araç gereçleriyle koşuşturuyorlardı. Bir süre sonra Arnavut ahali buraları işgal etmişti. Bununla beraber, Dyrrachium kenti 1273 felaketinden hiçbir zaman belini doğrultamadı. Nüfus önemini kaybetti”. Bu debrem Trakyada muhtemelen hissedildi. Bu zamanlarda saltuknameye göre Sarı Saltuk bu yörede at koşturuyor, ‘kâfirleri islama davet ediyordu’. Daha önce Bizans, için Mora’daki Frank devletlerine karşı savaşan bu Türk askerleri 1295 yılına kadar Mora’da yaşayan bu askerlerin bir kısmı Anadolu’ya dönmüş, bir kısmı ise orada kalmıştır. Bu Türklerle ilgili olaylar, Mora kroniğininin Yunanca versiyonunda; “O (Bizans İmparatoru Palaiologos) Türkiye’ye gitti (geldi) ve ücretli askerler olarak 1500 seçkin Türk ve en az 2000 Anadolulu ile birlikte (Mora’ya) geldiler.” “Türkler, adetleri gereği, komutanları olan Melik ve Salik dışında, büyük küçük Prensi selamlamak için atlarından indiler…” şeklinde anlatılır. 1296 yılında da ise, adaların (Marmara Denizi, Prens Adalarının) güneyinden geçen o meşhur fay hattının bir sonraki faaliyeti Trakya’yı da salladı. Ve deprem her zamanki gibi İstanbul ve çevresinde çok büyük bir yıkıma sebep oluyor. Yani bu depremin büyüklüğü 7 ile 8 arasında tahmin ediliyor.7 29 Eylül 1315/y. 68248 (yaradılış yılı), tarihli Bizans Kısa Kroniklerinin 14. İndiksiyon, da belirtilen büyük bir deprem oldu.9 Bizansta debrem feleketi ile boğuşurken Avrupada büyük kıtlık baş gösterdi.10 1323 yılında, yani 27 yıl sonra bu fay hattın geri kalanı da kırldı ve İstanbul’da bir büyük yıkıcı deprem daha gerçekleşdi. Bu dönemde Anadolu beylikleri boş durmuyorlardı. Biryandan Menteşe, Aydın ve Karasi gibi Batı Anadolu Türk Beyliklerine bağlı denizcilerin ve akıncılarının Yunanistan’daki faaliyetleri bilinmekteydi. Özellikle Aydınoğlu Beyliği’ne bağlı Türkmenler, Rodos, Eğriboz, Mora ve Girit’e kadar seferler düzenlemişlerdir. Bu seferler sırasında Umur Bey büyük bir güçe erişmiştir. Umur Bey, Bizans imparatoru Ioannes Kantakuzenos ile ittifak kurmuş, İstanbul’daki rakiplerine ve Sırplara karşı onu desteklemiştir. 1341’de İmparator Andronikos’un ölümü üzerine yerine geçen küçük yaştaki oğlu Yannis tahta oturtulmuş; Umur Bey’in dostu Kantakuzen ise çocuk imparatora vasi (koruyucu) tayin edilmişti. Çok geçmeden imparatorlukta taht mücadeleleri başladı ve Dimetoka’da kendisini imparator ilan eden Kantakuzen, Umur Bey’den yardım istedi. 1342 yılında donanması ve ordusu ile Meriç Nehri ağzına kadar gelen Umur Bey, mevsim şartları yüzünden İzmir’e geri dönmek zorunda kaldı. Ertesi yıl (1343) yeniden Trakya sahillerine geldi; Selanik ve Trakya taraflarını yağmaladı ancak kesin bir sonuç elde edemeden geri döndü. Türkler bu mücadele içindeyken, Bu sırada Avrupa /İtalya’da 1343 yılında Pisa Üniversitesi kurulup hizmete J.V. HAMMER, Osmanlı Devleti Tarihi, Milliyet Gazetesi yayını, Cilt:1 Sayfa:11 http://www.livescience.com/…ul-earthquake-risk.html alıntı:https://www.batitrakya.org/batitrakya/bati-trakya-tarihi/kronoloji.html 8 Bu sisteme göre, Dünya Yılı veya Türkçe terminolojide ‘Hilkat Yılı’ olarak bilinen dünyanın Yaratılış (Creation/İncarnation) tarihi, Miladi takvimin başlangıç noktası olan İsa'nın doğumundan 5508 yıl öncesidir 9 KILIÇ-a, 2013 10 BELGE, 2008, s. 472 6 7

5


açıldı. 1343 yılında yaz aylarında balkanlarda gerçekleşen depremler sonrası ekim ayında Trakya bölgesi yıkıcı bir depremle sarsıldı. İstanbul’da sel ve bazı surların yıkılması dışında ciddi bir zarar meydana gelmezken, Trakya’da binlerce insan can kaybetti. Bu depremin ilginç bir yani da depremden hemen 1-2 saat sonra artçı sok olması ve artçı sokun depremin kendisi kadar şiddetli olmasıydı. Bundan 2 yıl sonra (1345) İstanbul’da bir deprem daha görüldü ve şehrin surları zarar gördü. Ama depremin merkez noktası bilinmiyordu.11 18 Ekim 1343/6852 (yaradılış yılı), tarihli Bizans Kısa Kroniklerinin, 12. İndiksiyon'unda; “Güneş'in 20. döngüsü, Ay'ın 12. döngüsünde, Hıristiyanların hamisi İmparator İoannis Palaiologos ve İoannis Kantakouzenos zamanında, Hagios Apostolos ve Evangelistos Loukas'ın Ekim ayı 18'inde, Cumartesi günü, korkunç bir deprem oldu. O kadar büyüktü ki pek çok farklı bölgede, özellikle de Konstantinos'un şehrinde Konstantinopolis (=İstanbul) pek çok duvar yerle bir oldu. Ve aynı gece, gecenin saat l'inde, tekrar çok büyük ve korkunç bir deprem oldu. Deniz dahi dengesini yitirdi ve sınırlarını aştı. Ve bu taşkından dolayı denizde bulunan gemiler pek çok dar sokaklarda uzak bölgelere dağılmış haldeydiler. Ve gemilerin karada kaldığı bölgeye doğru yön değiştirdim.” Notu var.12 Ayrıca; 6 Kasım, Cumartesi 1344/6853 (yaradılış yılı), tarihli Bizans Kısa Kroniklerininde, “Kasım'ın 6'sında, Cumartesi günü, günün 4. saatinde, öyle büyük bir deprem oldu ki, Ganos Kalesi'ni (?) ve Chora'yı (Kariye Kutsal Kurtarıcı Kilisesi) da yıktı,1 ve Teichos olarak adlandırılan Marmara surları ve temeller kökünden sökülmüştü. Ve o zamandan sonra Kantakouzenos'un imparatorluğunda kargaşa oldu”. Denmekterdir.13 Bu debremlerin Trakyadaki birçok yerleşimi etkiledikleri muhtemeldir. 1347 Cenovada veba14 salgını başladı. 3 yıl sürdü.1348 de veba kıtada gezmeye devam ediyordu.15 Bu sırada Umur Bey Trakya’da askeri seferlere katılmıştı. İzmir kalesinin Haçlılar tarafından zapt edilip, 1348 yılında ölümünden sonra Kantakuzenos Umur Bey’den sonra Orhan, yeni yandaş olarak Kantakuzenos ile iş birliği yapmış ve Osmanlılar, Trakya’da Sırp çarı Stefan Duşan’a karşı Bizanslıların yanında savaşmışlardır. 1345/46 yılında Karesi Beyliği’ni topraklarına katan Osmanlılar, küçük de olsa bir deniz kuvetine sahip oldular.

1361 Osmanlının Rumeline Askeri Amaçlı Geçişleri Ve İlk Yerleşimlerin Bölge Haklarına Siyasi, İdari Ve Ekonomik Etkileri, BİZANSIN HÂKİMİYET MÜCADELESİ Çekirdek bölge artık İstanbul ile Trakya idi ve bu ülkede hayati öneme sahip Dimetoka ile Edirne şehirleri vardı. Ancak, Karşı, Rumeli sahilleri da sürekli Türk korsanların saldırılarına maruz kalıyordu Bazen Trakya içlerine, artık girdikleri ganimetle geriye dönme isteğini kaybetmiş görünen soyguncu Türk çeteler vardı. Kantakouzenos16 1348'de Trakya'dan geçerken 2000 Türk atlısından oluşan bir güçle karşılaştı ve ancak kaçıp canını kurtarabildi. Suyun öte yakasında, Anadolu'da birkaç kale hâla Türklere direnmekteydi; bütün iç bölge şehirleri içinde sadece Alaşehir, tek başına, iğreti bir bağımsızlığı sürdürüyordu. İzmir hala Latinlerin elindeydi. III. Andronikos'un 1329'da geri aldığı Sakız (=Khios) Adası, iç savaş sırasında 1346'da yine Cenevizlere kaptırılmıştı. http://www.livescience.com/…ul-earthquake-risk.html KILIÇ-a, 2013, s. 262 13 KILIÇ-a, 2013, s. 262 14 VEBA: Antik Çağlar'dan itibaren tanınmış bir hastalıktır. Lakabı "Kara Ölüm"dür. 347-1353 arasında, Avrupa nüfusunun üçte birinin kaybedilmesinden sorumludur. 1347-1348 yılları arasında Venedik nüfusu 130.000 iken 70.000'e düşmesine neden olmuştur. Bulaşıcı ve öldürücü bir hastalıktır. Vebanın farelerden bulaştığı kanısı yaygındır. Hastalık, mikrop kapıldıktan 2-8 gün içerisinde kendini gösterir. Hastada aniden başlayan baş ve sırt ağrıları, ateş, titreme, kusma, nefes darlığı, halsizlik, deri lekeleri, burun kanaması, kan tükürme, kasık ağrıları ve devamlı dalgınlık görülür. Dili de kahverengi ve kurudur. Yapılacak ilk iş hastayı tecrit etmektir. Çevresindeki sağlıklı kişilere koruyucu antibiyotik tedavisi uygulanmalıdır. Bugün için önemi olmayan ve eski devirlerde de olduğu kadar çok görülmeyen bu hastalığın tedavisi için geç kalmadan sağlık kuruluşlarına haber vermek gerekir. 15 BELGE, 2008, s. 475 16 14. yüzyılda Türklerle kaçınılmaz sıkı ilişkileri olan halk dışında, bir kesim saray ve taşra ileri gelenleri, imparator İoannes Kantakuzenos da dâhil olmak üzere, iyi derecede Türkçe konuşuyorlardı. (Pralong, 2016,, s. 296) 11 12

6


Kantakouzenos17 bütün servetini savaşta harcamış ya da yitirmişti. İmparatoriçe Anna İstanbul’u Venediklilere ve Cenevizlere ağır borçlu hale sokmuştu. Ticaret neredeyse bitmişti, Trakya'daki tarım arazileri de savaşlar ve özellikle Türklerin yakıp yıkması yüzünden hemen hemen tümüyle çoraklaşmıştı.18 1348’de patlak veren Kara Veba salgını sonucu Avrupa kentlerinde yaşayan insanların büyük oranda ölmesi sonucunda, bu salgından daha az etkilenen Osmanlılar’ın zayıf düşen Avrupalı düşmanları karşısında daha avantajlı bir duruma geçtiği ve ilerlemesinin buna bağlı olduğu konusunda görüşler de mevcuttur.19 1 Ekim 1348 'de İmparator İoannes Kantakouzenos, hala hasta olduğu halde, Trakya'dan İstanbul’a döndü. Gregoras20'ın anlatımıyla: “Bu sözler üzerine herkes bir ağızdan Latinleri lanetledi ve bu işi ihmal ettikleri, tedbirsiz davrandıkları için kendilerini kınadılar” demektedir. Sonradan da; “ herkes ortak dava uğrunda malını mülkünü vermeye hazırdı; gemiler ve küçüklü büyüklü mancınıklar yaptırmak için, keza kara ordusuna ve donanmaya asker devşirmek için gösterilen coşku büyüklü. Her ne iş için para gerekiyorduysa, o para İstanbul halkından toplandı. Bu paranın bir bölümü isteyerek, ama çoğu gönülsüzce ve söylenerek verildi; ayrıca, vergi toplayıcılar da Trakya kentlerine gitmek üzere yola çıkarıldılar” eklemiştir.21 Deniz ulaşımı Ceneviz denetimi altında bulunduğu için, gemiler için gerekli kereste, Trakya dağlarından öküzlerle çekilerek karadan yoluyla getirildi. Ağabeyi Mathaios'un şansı yolunda gitmedi. Bizans topraklarından ona bırakılan pay, Dimetoka merkezi olmak üzere Trakya'nın bir bölümünden oluşuyordu. Toprak paylaşımından faydalanan başka biride, Kantakouzenos'un damadı Epeiros'lu Nikephoros'tu. Ona da 1347'de ‘despot’ unvanı vermişti ve 1351'de, garnizon Enez (Ainos) limanı olmak üzere, Çanakkale Boğazı (Hellespont) yöresindeki Trakya şehirlerinin valiliğine getirildi. Damatları V. İoannes ve Nikephoros sırasıyla ortak imparator ve despot, oğlu Manuel Marea'da despot ve diğer oğlu Mathaios Trakya'da yöneticilikte iken, öteki şehirlerin ve illerin kıdemli imparatorun egemenliği altında dayanışmanın sağlam olduğu ortaya çıkmıştı. Kantakouzenos ayrıca kızının; Theodora'nın Osmanlı Beyi Orhan'la ve akrabalarından Theodora'nın da Trabzon'daki İmparator III. Aleksios ile evli olmasından dolayı huzur içindeydi. Hırslı akrabalarının ve kendi sınıfına ait asil yandaşlarından bir grubun/hizipin etkisi VI. İoannes, bir eşitler arasında birinci idi. Bizans'ın eski mutlak hükümdarlık geleneği belki (eşitler arasında birinci) belki de II Andranikos'un tahttan bırakmasıyla tarihe karışmıştı. Kantakouzenos bunu devam etttirmeyi çok zor buluyordu. Halk Kantakouzenos'a uzun süre saygı ve bağlılık göstermeyecekti; o da bunun varkındaydı. Çoğu halkın sadakati ‘Palaiologos’ hanedanınaydı ve hukuki hükümdarları V. İoannes'in kayınbabasını istemeselerde kabullenmekteydiler. Rekabetin sebebi Bizans denizleri hâkimiyeti olunca ve Cenevizler İstanbul (Konstantinopolis)'in hemen kapı yanıbaşındaki Galata'daki ticaret kolonilerine böylesine yerleşmişken tarafsız kalmak da güçtü. 1351 Mayıs'ında bir Venedik filosu Galata'ya saldırınca, iki taraf da imparatorun harekete geçmesini istediler. O, taraf tutmayı reddedince, Venedikliler intikam olarak İstanbul (Konstantinopolis)'teki temsilcilerini geri çektiler. Cenevizler Bizans donanmasını 28 Temmuz 1351 'de yendi. Ekim'de, 60 kadar gemiden oluşan ve Cenova'dan Galata'ya gitmekte olan bir donanma, Marmara Ereğlisi (Herakleia)'nde sözde erzak almak için limana yaklaşıp karaya çıktlar. İtalyan denizcilerle yerli, şehir halkı arasında savaş başgösterdi. Şehir Cenevizlerce ele geçirilip yağma edildi. İmparatoriçe Savoie'lı Anna başkente hiç dönmedi.

Kantakouzenos: Önce önemli bir Bizans komutanı ,sonra dimetokada taç giyip Bizans imparatoru oldu. 18 Nicol, 2016 19 Donald Ouaiaeri, Osmanlı imparatorluğu 1700-1922,(Ceviren: Ayşe Berkiay),2. Baski, İstanbul, 2003,s. 56. 20 Nikiforos Grigoras, Bizanslı, tarihçi, 21 Nicol, 2016 17

7


Rumelinin Fetihini Hazılayan Nedenler, Bu Sırada Trakyada Durum ve Bizans Politikalarının

YAKIN ÇEVREMİZE (BABAESKİ ÇİVARINA) ETKİLERİ Osmanlılar da ise 1352 seferlerinde Süleyman Bey, komutasındaki birlikler Gelibolu (Khersonnesos) yarım adasında birçok yeri işgal etmişti; Gelibolu yakınlarındaki Çimpe (=Tzymp) hisarı da bunlar arasındaydı. Savaş bitince hisardan tesim etmeyi red ettiler.22 Ölümüne kadar, Selanik (=Thessalonike)'de, imparatorluğun ona bırakılmış bölümünde yaşayıp hüküm sürdü. Oğlu V. İoannes 1352'nin başlarında İstanbul (Konstantinopolis)'e dönmeye razı edilmiş, kendisine Trakya'nın bir bölümünün verilmesi önerisini kabul etmişti. Herhalde. İoannes Kantakouzenos, yeni bir iç savaşın patlak vermesini önlemek için ‘Palaiologos’ (1259-1453 arasında hüküm sürmüş Bizans hanedanı) Bolkeseden tavizler vermiş ve imparatorluk topraklarını kendisi, damadı ve İmparatoriçe Anna arasında bölüştürmüştü. En büyük oğlu Mathaios, bir kez daha, dışlandığı zannına kapılmıştı. V.İoannes'e verilen topraklar, Dimetoka (=Didymoteikhon) ve Mathaios'un Trakya'daki prensliğinden büyüktü. Kaybettikleri karşılığında Mathaios'a Edirne (=Hadrianopolis) şehiri ve yakın yöresi verilecekti.(Acaba Babaeski’de verildi mi?) Cenevizlerle savaşı sona erdirmiş olan imparator, oğlunu kurtarmak için Türklerden oluşan bir orduyla alelacele kuzeye gitmek zorunda kaldı ve bir çatışmadan sonra Edirne (=Hadrianopolis'e) girdi. Çünkü Orhan Bey, imparatorun çağrısına uyarak, kendi oğlu Süleyman'ın komutasında 10.000 yahut 12.000 atlı daha göndermişti. Bizanslıların taht savaşı yeni bir aşamaya girmişti. Savaşa nlar, barışıp bir olmuşlardı. Türkler galip geldi. Sırp ve Bulgar ordularını, 1352 kışında, Meriç ırmağı boyunda, yendiler. Yağmaladıkları ganimetlerle Osmanlı Beyliğine dönmeden önce, Edirne (=Hadrianopolis'te) Mathaios'un durumunu sağlamlaştıran, Türklerdi. Bu taktikler ve yol açtıkları gelişmeler, halkın Kantakouzenos ailesini desteklemesi açısından pek işe yaramadı. İmparator, damadının akıl dışı istekleri ve hareketleri yüzünden Türklere başvurmak zorunda kaldığını iddia etti. V. İoannes ise halkın kendisini desteklemeye, tutmaya başladığının farkındaydı. 1353'ün başlarında, imparator onu Trakya'dan ayrılıp eşi ve ailesiyle Bozcaada zorunlu ikamete yolladı. Osmanlılar yıllardır, İstanbul (Konstantinopolis) tahtı ya da ticareti uğrunda yapılan savaşlarda ücretlerini ödeyebilen herkesin hizmetinde koşmuşlardı. Anında hizmete koşabilen, her seferin bitiminde yurtlarına, Beyliklerine döneceklerine güvenilebilecek, elverişli ve neredeyse bitmez tükenmez bir asker kaynağı gibi görünüyorlardı. Türkler, 1352'de Venediklilere karşı Cenevizlere yardımcı olmaktan bile yeterince mutlu olmuşlardı. Baba, V. İoannes, Trakya'da oğul, Mathaios Kantakouzenos'a ilk saldırısında Türkleri yardıma çağırmıştı; aynı sırada Mathaios'un babası o yıl Edirne (=Hadrianopolis'i) kurtarmak üzere binlerce Türk atlının gelmesini sağlamıştı. Bu atlılara, Orhan'ın oğlu Süleyman komuta ediyordu ve baba V. İoannes'in bağlaşıkları olan Sırplarla Bulgarlara karşı Meriç nehri kıyısında kazandıkları galibiyet, Türklerin Bizanslı işverenlerinden bağımsız olarak hareket etmeyi öğrendiklerini gösteriyordu. Orhanın oğlu Süleyman'ın yaptığı çarpışmalar, bir akına yöneten ve görevi tamamlayınca yurtlarına dönmeye hazır bir akıncı reisinin yaptığı türden akın değildi.23 10 Aralık 1354'te sarayda yapılan bir törenle, VI. İoannes Kantakouzenos üzerindeki imparatorlara özgü bütün simgeleri çıkardı ve keşiş cübbesi giydi. Eşi ve imparatoriçesi Eirene, Eugenia adını alıp örtünerek manastır rahibesi oldu. Bundan sonra, uzun yaşamının geri kalanı boyunca Kantakouzenos, manastırda taşıdığı ad olan ‘İoasaf’ diye yahut saygı gösterisi olmak üzere kullanılan biçimiyle, " İmparator ve keşiş İoasaf Kantakouzenos " diye anıldı. Önce Mangana semtindeki Ayios Georgios Manastırı'na, eşi de Kyra Martha kadınlar manastırına çekildi. O dönemde V. İoannes'in Kantakouzenos'u tahttan çekilmeye zorladığına yaygın olarak inanılıyordu ve o zamandan beri de bu tekrar tekrar söylenmiştir. Kendisinin bu suçlamayı şiddetle reddetmesi ve vazgeçmesi kendi isteğiyle olduğunu vurgulaması, nice itirafı gibi, ona karşı kullanılmıştır. Gibbon şöyle yazıyor: "Tarihinde öne sürdüğüne göre (inanılmasını bekliyor mu?) dinin ve kendi felsefesinin sesine özgür iradesiyle boyun eğerek tahttan inmişti ve manastır keşişi giysisine isteyerek bürünmüştü. Bir hükümdar olmaktan böylesine çabuk ayrıldığı için, ardılı, onun ermişliğe yükseltilmesine karşı çıkmadı."

Osmanlı, Çimpe Kalesi'ni vermek istemez. Gelibolu yarımadasında ilk kez Od-Köklen (Balabancık) ve Eksamilye'nin (Eksamil) fethedildiği yazılır. Çimpe'ye Umur Beglü de denir. Kantakuzenos'un boşaltmak istediği bu hisarlar olacaktır. Yani ilk yerleşme 1352' de Gelibolu'nun berzah kısmıdır. Gelibolu'nun fethi 1354'te tamamlanır. (AVCIOĞLU, 2013, s. 70) 23 Nicol D. M., 2016 22

8


Ne var ki, bu arada kendi durumu az çok düzelmişti. Mathaios Kantakouzenos taht üzerindeki iddiasından vazgeçmişti. Sırp Çarı Stefan Duşan ölmüştü ve Bulgar çarı kızını mutlulukla imparatorun en büyük oğlu Andronikos'la evlendirmişti. Midilli adası, Sakız adası ve bazı başka yerlerde olanlar gibi, Galata'daki Cenevizler de V. İoannes'in sadık yandaşlarıydılar. 135224yılında Çimpi ve 135425 yılında da Gelibolu’yu alarak Avrupa kıtasına yerleştiler. 1354 yılından sonra Bizans’daki iç gelişmelerle Osmanlı Devleti, Bizans’ın yandaşı olmaktan çıkıp rakibi durumuna geldi. Çorlu alındı. 1352'de Süleyman Paşa'nın işgal ettiği ve Kantakuzcnos’un boşaltılmasına çalıştığı yerler bu hisarlar olmalıdır. Buna göre Osmanlıların Rumeli’de ilk yerleşmesi 1352 yılında Gelibolu'nun berzah kısmında vuku bulmuştur. Gelibolu’nun fethi bundan iki yıl sonradır. Güvenilir çağdaş bir kaynağa dayandığı bugün kesin olarak meydana çıkan Enverî’nin Düstûrnâme’sine göre; “Osmanlıları Rumeli'ye geçip yerleşmeye teşvik eden Gelibolu tekfuru Asen’in oğludur.” Bu zat Müslümanlığı kabul etti ve Melik adını aldı. Onun teşvikiyle Lâpseki’de bir gemi yapıldı ve asker sevk edilerek karşı sahilde önce baskınla Akça-Burgas zapt edildi, ardından Kozludere’ye 3000 asker, geçip Bolayır’ı aldı. 2 Mart 1354’te bir deprem neticesinde kale surlarının yıkılması üzerine Osmanlılar gelip müdafaasız Gelibolu'yu ele geçirdiler.26 2 Mart 1354/ 6862 dünya yaradılış yılına ait Bizans Kısa kroniklerinden, 7. İndiksiyon'da, 2 Mart, Ortodoksluğun Pazar gecesinde, İoannes Kantakouzenos'un imparatorluğu döneminde, büyük bir deprem oldu, o vakit Gelibolu surları ve çevresi yıkıldı ve kimin günahkâr olduğunu bilen Tanrı tarafından Türkler teslim edildiler. Başka bir kayıttada bu tarih şöyle belirtilmiş: (1354) 6862 yılında, (VI.) İoannes Kantakouzenos'un imparatorluğu sırasında, Ortodoksluğun Pazar gecesi büyük bir deprem oldu, o zaman Gelibolu surları da yıkıldı.27 Süleyman, Çimpe (=Tzympe) 'nin fetih hakkıyla kendisinin olduğunu iddia ediyordu. 28 Kantakouzenos, ödül olarak elinde tuttuğu Çimpe (=Tzympe) hisarını teslim etmesinin tazminatı olmak üzere ona 10.000 hyperpyra (Bizans Parası) ödemeyi önerdi ve konuyu Orhan'a götürdü. Pazarlıklar sürerken bu süreci başarısızlığa mahkûm eden bir olay gerçekleşti. Bir deprem29 2 Mart 1354 (başka bir kaynaktada 1 Mart deniliyor) 30 gecesinde Trakya'nın bütün kıyı çizgisini yıkıntıya çevirdi. Bazı yerler tamamen toprak altında kaldı. Bazıları tümüyle yıkıldı ve terk edildi ya da surlarının çökmesi yüzünden savunmasız, güvenliksiz kaldı. Kantakouzenos felakete uğramış kasabalarda, kentlerde halkın nasıl gece vakti bütün taşınabilir mallarıyla, deprem geçirmemiş kentlere sığınmak için yollara döküldüğünü anlatıyor. Bu felakete şiddetli tipi ve sağanaklar eklendi. Pek çok kişi, özellikle kadınlarla çocuklar açıkta kaldıkları için öldüler; birçoğu da yerle bir olmuş kasabaların yıkıntılarına gün doğarken baskın veren Türk askerlerince tutsak edildi. Yarımadanın en büyük kenti olan Gelibolu neredeyse tümüyle yıkılmıştı, ancak halkı gemilerle oradan uzaklaşabilmişti ve Morea'ya (mora yarım adasına) gitmekte olan bir Yunan gemisinin kaptanı, felaketten kurtulup sağ kalmış bir tekne dolusu insanı denizden toplayıp İstanbul’a (Konstantinopolis)’e geri dönmüştü. Süleyman deprem haberini duyduğunda Biga'daydi. Hemen Osmanlılardan büyük bir kalabalığı, eşleri ve çocuklarıyla, terk edilmiş

24

1353 (BELGE, 2008, s. 475 Demektedir 1356 (BELGE, 2008, s. 475 Demektedir, 26 İNANCIK, Makaleler II--Osmanlı Devtetinde uc (Serhad) lar, 2008, s. 113 27 Engin Beksaç Prof.Dr.; (KILIÇ-a, 2013, s. 60) 28Osmanlı, Çimpe Kalesi'ni vermek istemez. Gelibolu yarımadasında ilk kez Od-Köklen (Balabancık) ve Eksamilye'nin (Eksamil) fethedildiği yazılır. Çimpe'ye Umur Beglü de denir. Kantakuzenos'un boşaltmak istediği bu hisarlar olacaktır. Yani ilk yerleşme 1352' de Gelibolu'nun berzah kısmıdır. Gelibolu'nun fethi 1354'te tamamlanır 29 - 1354/6862, 7. İndiksiyon, 1 Mart, Cumartesi 3-- 6862 yılında, 7. İndiksiyon, 1 Mart'ta, Cumartesi günü, orucun ilk (günü), gecenin saat 2'sinde, korkunç şiddette bir deprem oldu ve Makedonia'nın (Trakya) kaleleri yıkıldı, keza Madytos'tan Rhaidestos'a (Tekirdağ) kadar kıyı boyunca kalelerin çoğu da temelinden yıkıldı ve az insan ölmedi. Sonra geriye kalan halk tanrısız Türkler tarafından alındı. Ve o zamandan beri vay haline Hıristiyanların. (KILIÇ-a, 2013, s. 262) 30İkinci doğal afeti, yani l Mart 1354'te meydana gelen depremi kaydeden kaynaklar daha çoktur (ZACHAlUADOU, 2001, s. 7) 25

9


kasabaları ve köyleri sahiplensinler diye yanında götürerek Gelibolu yarımadasına geçti.31 Kısa sürede yeni gelenler zararı onarmışlar, pek çok yerde surları yeniden eski haline getirmişlerdi. Gelibolu'ya özel önem verilmişti. Büyük bir Türk savunma birliği orada yerleştirilmiş, surlar yeniden inşa edilmiş ve kent denizin karşı kıyısından gelme her sınıftan yerleşirnciler sayesinde yeniden bir nüfusa kavuşmuştu. Sonraki yıllarda oluşan bir efsaneye göre, Süleyman'a gördüğü bir düşün görmüş bu düşte bir anakaradan ötekine geçişini ay ışığı aydınlatıyormuş. Venedikliler, Türklerin Gelibolu'ya Ceneviz gemileriyle taşındığı söylentisini yaydılar. Askerleri, sadece Bizans halkının terk ettiği bazı yerleri sahiplenmişlerdi. Gelibolu zorla değil, Tanrı'nın iradesiyle eline geçmişti. İmparator çaresizlik içinde, daha önce öne sürdüğü tazminat tutarının dört katını Süleyman'a önerdi, durumu konuşmak için de Orhan'la bir buluşma düzenledi. Nikomedia (İzmit) yakınında buluşacaklardı. Ama Kantakouzenos belirlenmiş yere gemiyle gittiğinde bir ulak onu karşıladı ve Orhan'ın hasta olduğunu, yola çıkamacağını bildirdi. İmparator Konstantinopolis'e eli boş döndü. İmparator, Artık neredeyse gücü tükenmişti ve dünya dertlerinden elini eteğini çekip dini yaşama geçmeyi iyice düşünüyordu.32 1357 Ekim'inde Bizans ile son olarak 1349'da imzalanmış antlaşmayı bir beş yıl için daha yenilemeye razı oldular. Türkler sürekli tehlike oluşturuyorlardı. Ama baharda V. İoannes'in Osmanlılara küçük bir hizmette bulunması fırsatını sağlayan bir olay gerçekleşti. Orhan'ın en küçük oğlu Halil, Foca’lı korsanlarca kaçırılmıştı. Bizans İmparatoru (anne dedesi) çocuğun bırakılmasını sağlamak için (Foca) valisisine baskı yapmayı önerdi.33 Bu iş pek pahalıya çıktı, çünkü ömrü boyunca Kantakouzenos yandaşı kalmış olan Kalothetos, imparator kendisine 100.000 hyperpyra (bizans altını) ödemedikçe işbirliğini reddetti. Ancak bundan sonra Halil babasına teslim edildi ve 1358 başlarında V. İoannes, bir uzlaşmaya varılması konusunu görüşmek üzere gemiye binip bir adada Orhan Bey ile buluşmaya gitti. Ancak Bizans, Trakya’da bazı kaleleri geri almaya başlayınca Süleyman Paşa tekrar Rumeliye çıktı.34 1358 Trakya’daki çeşitli kentler fethdedildi. (Tekirdağ, Malkara, Hayrabolu, Lüleburgaz, Babaeski vb.).35 Ancak, Türklerin baskısının en yoğun biçimde duyulduğu yer Trakya idi. Türkler Gelibolu yarımadasından bölgenin içlerine doğru ilediyorlar ve gittikçe daha çok toprak onların eline geçiyordu. Osmanlılar orada (bazı kaynaklarda Babaeski, bazılarında Lüleburgaz adı geçmektedir) bir üs -Süleyman Gelibolu Çimpe kalesinde bir miktar kuvvet bırakır. 1354'te Gelibolu'yu alır, bu Kantakuzenos'un hiç hoşuna gitmez. Bu arada Bozcaada mahpesinden Venedik'in kurtardığı İoannes tahtı alır. 1356' da Süleyman elden çıkmış olan Gelibolu'yu tekrar zapt eder, Çorlu'yu alır. Orhan'ın Teodora'dan olma oğlu Şehzade Halil, 1356' da İzmit Körfezi'nde kayıkla gezerken, Ceneviz korsanlarına yakalanıp Foça'ya götürülür. Orhan'la iyi geçinmek isteyen İoannes'in donanması Foça'ya kadar gider. İoannes ve Orhan ellişer bin altın ödeyerek çocuğu kurtarır. Çocuk, 1359'da İzmit'te babasına teslim edilir. İoannes 1359' da yapılan anlaşmayla Rumeli fütuhatını tanır. Rumeli' ye Karasi' den göçebe Türkmen yerleştirilir. "Balkanlar'ın fethinde iki aşama vardır: İlkin 'haraç ödeyen ama sefere asker yollamayan vasaller yapmak.' Bu vasaller, yerel sülaleler, soylular, kentli aileler, Sırp Marko Kralzeviç ve birçok Arnavut yerel asiller gibidir. İkinci aşama ilhaktır. Köy komününden bireysel mülke geçilir. Osmanlı angaryaları maddi vergi yapar. Tımar liderleri Sultan çevresindeki büyük beylerdir, onunla sefere katılır, onun maiyetinde yer alırlar." Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition. (AVCIOĞLU, 2013, s. 70) 32 Nicol D. M., 2016, s. 322 33 (Nicol D. M., 2016, s. 323); (AVCIOĞLU, 2013, s. 70) Orhan'ın Oğlu Halil, Ceneviz Korsanlarından Kurtarılır: Süleyman Gelibolu Çimpe kalesinde bir miktar kuvvet bırakır. 1354'te Gelibolu'yu alır, bu Kantakuzenos'un hiç hoşuna gitmez. Bu arada Bozcaada mahpesinden Venedik'in kurtardığı İoannes tahtı alır. 1356' da Süleyman elden çıkmış olan Gelibolu'yu tekrar zapt eder, Çorlu'yu alır. Orhan'ın Teodora'dan olma oğlu Şehzade Halil, 1356' da İzmit Körfezi'nde kayıkla gezerken, Ceneviz korsanlarına yakalanıp Foça'ya götürülür. Orhan'la iyi geçinmek isteyen İoannes'in donanması Foça'ya kadar gider. İoannes ve Orhan ellişer bin altın ödeyerek çocuğu kurtarır. Çocuk, 1359'da İzmit'te babasına teslim edilir. İoannes 1359' da yapılan anlaşmayla Rumeli fütuhatını tanır. Rumeli' ye Karasi' den göçebe Türkmen yerleştirilir. "Balkanlar'ın fethinde iki aşama vardır: İlkin 'haraç ödeyen ama sefere asker yollamayan vasaller yapmak.' Bu vasaller, yerel sülaleler, soylular, kentli aileler, Sırp Marko Kralzeviç ve birçok Arnavut yerel asiller gibidir. İkinci aşama ilhaktır. Köy komününden bireysel mülke geçilir. Osmanlı angaryaları maddi vergi yapar. Tımar liderleri Sultan çevresindeki büyük beylerdir, onunla sefere katılır, onun maiyetinde yer alırlar.". 34 (BELGE, 2008, s. 475) (Nicol D. M., 2016, s. 322) 35 BELGE, 2008, s. 475 31

10


kurdular; burası, daha önce Aydınoğlu Umur'un, Saruhan (Manisa) ya da Karesi (Balıkeir) beylerinin kamutasında Avrupa yakasına geçmiş, gezgin Türk savaşçılarından oluşan çeteterin toplanma noktası haline geldi. İlk kez Umur ile birlikte gelmiş olan Hacı İl Bey gücünü Orhan oğlu Süleyman'ınkilerle birleştirdi. Diğer gazi sergerdeleri36 Trakya'da kendi hesaplarına akınlar yapıp bölgeyi yağma ettiler. Trakya'daki durumdan dolayı iletişim koptu ve Bizanslı çiftçiler (Trakya halkı) orantısız güç kullanılmasından dolayı karşı koymayı bırakıp en yakın şehirlerin surları arkasına çekildiler. Floransalı bir kronikçi,37 Türklerin 1359'da İstanbul (Konstantinopolis) surlarına ulaştığını bildiriyordu.38 Âşık Paşazade, Murat’ın Rumeli’de büyük Futühata giriştiği tarihi 23-Aralık-1359 olarak verirler. Âşık Paşazade riviyeti (anlatımı) kısaca şöyledir: “Orhan ölünce Murad Doğru Bursa'ya geldi. (Balıkesir dolayları) ve kendi vilayetinden asker topladı. Lalası Şahin'i yarına alıp Gelibolu'dan geçti. Doğru "Banatos (Tekvurdağı çivarında), hisarı üzerine yürüdü. Savaşsız aldı. Oradan Çorlu'ya giderek şiddetli bir savaşla zaptetti. Hisarını yıktı. Sonra "Misini"39 hisarı önüne geldi. Bu kalenin Tekvuru kaleyi teslim etti. Oradan gaziler Burgos"ı (Lüle-Burgaz)'ı aldılar. İçindekiler kaçmıştı. Kalesinini yaktılar” Süleyman Paşa atıyla tekerlendi. Süleyman Paşa at altında kaldı, Bolayır çivarında avlanırken şehit oldu. Ölüsünü getirip Bolayır’da defnettiler. Şimdi mezarı oradadır. Bolayır’da bir zaviye40si vardır.41

BABAESKİDE OSMANLI EGEMENLİĞİ Kaynaklarda Babaeski ile ilgili şöyle bigiler vardır. “Âşık Paşazade42; Sultan Murad Han Gazi, Birgos’tan (Lüleburgaz) Eski’ye geldi. Onun da hisarını boş buldu. Bu birkaç Hisarıda aldı. Bu boş kalan hisarların kâfirleri Edirne’ye gidip orada toplanmışlar.”43 Obür taraftan; Hacı İlbey’in Meriçe, fethettiği. ”Burgos” (kale-hisar)’a yerleşmiş, Dimetoka’yı sıkıştırmakta idi. O' nihayet bu kalenin Tekvur’unu pusuya düşürüp esir, aldı ve kaleyi teslim etmeleri üzerine kendisini serbest bıraktı. Yine bu tarafta, Meriç vadisinde Gazi Evrenuz, Keşan hisarını almış, ordan İpsala’yı sıkıştırmakta idi. Murad, Burgos’tan, (Lüle-Burgaz) Eski (Baba-Eskisi)'ye geldi' Hisarı boş buldu. Halkı Edirne’ye' Kaçıp sığınmıştı. Kaleyi yaktılar.44 (Neşri versiyonunda). Halil İnancık Edirne’nin Fethi kitabınında; “Kasaba Bizansların Boulgarophygon'udur”45 Broqui’ere46 de Burgaz’dan sonra zikredilen Zambry' Baba-Eskisi (Babaeski) olmalıdır. O, bu kasabanın surları da yıkılmış buldu.”47 Demektedir Yeni Trakya fütuhâtının Rumlar arasında oluşturduğu panikten derhal istifade etmek istiyen Birinci Murad Edirne’nin fethine Rumeli Beylerbeyi Lala Şahin Bey’le Hacı îlbey’i memur edip önden sevketmiştir. Osmanlı kaynaklarında “Tekfur Andriya” veyahut “Adrenos” gibi isimlerle anılan Edirne muhâfızı Türk ordusuna dışarda karşılık vermek üzere “ Sazlıdere” boyuna kadar ilerleyip orada giriştiği savaşı kaybettikten sonra tekrar Edirne’ye dönmüştür. Bu tekfurun Osmanlı kaynaklarındaki ismi her halde bir yakıştırmadan ibaret olmak lâzımgelir: örneğin “Cevrî tarihi”ndeki izaha göre: Osmanlı döneminde, savaşa gönüllü olarak katılanların başı. Mattea Villani 38 Nicol D. M., 2016, s. 235 39 ‘İğneler’, Ahmet Bey, evrensekşiz, vakıflar çivarında bir yerleşim yeridir. 40 Zaviye; yerleĢim merkezlerinde veya yollar-geçiter üzerinde kurulan, bir Ģeyhin yönetiminde, bir tarikata mensup derviĢlerin yaĢadıkları ve ilgililerin ya da görevlilerin gelip geçen yolculara bedava yiyecek, içecek maddeleri ve yatacak yer sağladıkları, bina yahut binalara verilen isimdir (Ocak ve Faroqhi: 1985: 468; Açıkel, 2011: 5). 41 (Oruç Beg Tarihi, 2008: 21) (ÖZTÜRK, 2012, s. 133) 42 Yahşi Fakih, II. Osmanlı Sultanı Orhan Gazi’nin imamı olan İlyas Fakih’in oğludur. Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine ilişkin Menakıb-ı A’li Osman adıyla anılan ilk kaynaklardan birinin bu kişi tarafından, babası ve cevresinden duyduklarını kaydederek yazdığı söylenir. Tevârih-i A’li Osman yazarı Aşıkpaşazade başta olmak üzere birçok Osmanlı tarihçisi, Fakih’in bu yapıtını olduğu gibi kopya edip Osmanlı tarihini yazdıkları iddia edilir! 43 Âşık Paşazade- Osmanoğullarının Tarihi- Kemal Yavuz-M. A.Yekta Saraç ISBN: 975-296-043-x, matbaa: MAS Matbaçılık A.Ş. , Koç Kültür sanat Tanıtım AŞ. 2003, sayfa 113, Sultan Murad Han Gazi Birgos’tan Eski’ye geldi. Onun da hisarını boş buldu. Bu birkaç Hisarıda aldı. Bu boş kalan hisarların kâfirleri Edirne’ye gidip orada toplanmışlar. 44 İNANCIK Halil, Edirne’nin Fetihi (Neşri versiyonunda ) 45 Babinger, 51-52 ve Kissling, 4o-41. 46 BROCQUİERE, Hertrandon de la 1848. "The Travels of Hertrandon de la Brocquiere 1432, 1433," Early Travelsin Palestine”, haz. Thomas Wright, Londra (s:170) 47 İNANCIK Halil, Edirne’nin Fetihi 36 37

11


“Edirne tekfuru ki Andriya adıyla tanınır ve ba’del-feth" Edirne’ye sebeb-i tesmiye Andriya’dandır!” Tıpkı bunun gibi ayni: kaynakta Filibe tekfuru için de: “ismi Filispoli olmağla ol şehir bu münasebetle Filibe tesmiye olundu”48 demiştir. İşte, Pietro Tomaso'nun Çanakkale'taki Türklere 1359'da baskın vermesi bu koşullar altında ve dünyanın böylesine bir bölümünde gerçekleşmişti; bir haçlı ordusuna da İzmir yahut Kıbrıs'a değil, Trakya'ya ihtiyaçı vardı. Süleyman 1359'da ölmüştü. Babası Orhan da 1362'de öldü. Orhan beyin sağlığında altı oğlu olur, üçü ölür. Orhan 1362'de öldüğünde Nilüfer Hatun'dan (Yar-Hisar tekfurunun kızı Holofera) doğan ‘Murat’, (Kantakuzen'in kızı) Teodora'dan doğan ‘Halil’ ve (Andronikos III'ün kızı) Asporça'dan doğan ‘İbrahim’ adlarında üç oğlu kalır. Orhan Bursa' da ölünce Murat Bey saltanatı (1362-1389) acele devlet merkezine çağrılır ve Ahi49 reislerinin ittifakıyla hükümdar ilan edilir. Bitinya (Batı Karadeniz) beyi olan kardeşi Halil ile Eskişehir sancakbeyi olan kardeşi İbrahim buna karşı çıkarlar. Osmanlılarda ilk saltanat mücadelesi işte o yıl (1362) başlar. I.Murat ilk seferini kardeşlerinin üzerine yaparak onları öldürür. I.Murat tahta çıkar çıkmaz hem Rumeli'de hem de Anadolu'da önemli sorunlarla karşılaşır. Rumeli' de Murat'ın Bursa' ya dönmesini fırsat bilen Bizans kuvvetleri Burgaz, Çorlu ve Malkara'yı geri alırlar. Bu günlerde İstanbulda ise; (Eylül 1361-Ağustos 1362/ 6870,) dünya yaradılış yılına ait Bizans Kısa kroniklerinden 15. İndiksiyon göre, “İoannes Palaiologos'un imparatorluğu döneminde Bizans’ta Eylül ayında başlayan büyük bir veba50 salgını 51oldu ve bir yıl devam etti.” Bir başka Bizans Kısa Kroniklerinde ise: ”(A) 6870 yılında Eylül ayında başlayıp Ağustos'a kadar devam eden büyük bir veba salgını oldu.” Denilmektedir.52 Orhan Gazi nâmına oğlu Süleyman Paşa’nın en kuvvetli ihtimale göre orta Anadolu’daki Ertana oğullarından bu tarihte ilk defa olarak Ankara’yı zaptetmiş olduğu hakkında bir rivayet vardır. Bu ilk fetih sonrasında Karaman oğullarının teşvikiyle Ankara’nın Ahiler tarafından işgal edildiği de rivayet edilir.53 Bu harekete sebep olarak o sırada Ahilerin idaresinde gösterilen Ankara’nın Karaman oğullarıyla birleşerek, Osmanlılara karşı cephe almak olasılığından bahsedilir; bununla beraber bu senenin yaz mevsiminde yirmi beş bin kişilik bir kuvvetle Ankara üzerine yürüyen Murad Bey’e karşı Ahilerin şehri korumaya lüzum görmeyerek derhal teslim oldukları da söylentir. 54 Bir söylentiye göre de Birinci Murad’in Rumeli’ye geçmesinden istifade eden bâzı Anadolu Beyliklerinin Karaman oğulları idaresinde Osmanlılara karşı ittifak edip Mongol (Moğol) hâkimiyetinden kalan Çavdar tatarlarını Osmanlı arazisinin yağmasına sevkettikleri ve işte bundan dolayı Murad Bey’in şark hududunu Ankara kalesiyle derhal sağlamlaştırmaya ve onarmaya lüzum gördüğü ileri sürülmektedir. Bununla beraber Ahilerin Osmanlılar aleyhindeki birliğe dâhil olup olmadıkları pek belli değildir: Ankara’yı Murad Bey’e karşı savunmasına lüzum görmedikleri hakkındaki söylenti düşmanlık olasılığı biraz güç uyuşmaktaydır; fazla olarak ilk Osmanlı Beylerinin Ahi teşkilâtına mensub oldukları ve Osmanlı devletinin kurulmasında bu teşkilâtın büyük bir rol oynadığnı bile tahmin edilmektedir. Danişmend, 1971, s. 39 Ahi kelimesi Arapça olup sözlük anlamı “kardeşim”dir(Çağatay, 1997: 1). 50 Bugünkü tarifiyle veba, ‘Yersinia pestis’ adı verilen bir bakteri infeksiyonudur, insanlarda ve kemiricilerde hastalık oluşturur. İnsanlarda veba, hastalığı taşıyan sineklerin ısırması sonucu ortaya çıkar. Salgınlar öncesinde farelerde çok sayıda olum gorulmesi karakteristiktir. Biyolojik silah olarak kullanılan Yersinia pestis akciğerlerde infeksiyona neden oiur. Inkubasyon suresi ortalama 2-4 gün arasında olup, 1-6 gün arasında değişebilir. Hastalığın ilk belirtileri ateş, başağnsı, halsizlik ve sulu, kanlı balgamla karakterize öksürüktür. Akciğer filminde iki taraflı infrltrasyonlar görülür. Hastalık solunum sekresyonlan İle bulaşır. Hasta kişiyle yuz yuze temas edenlere veba bulaşabilir. Pnomoni şekli direkt temas ile insandan insana öksürük damlacıkları ile geçebilir. Erken tedavi hastayı olumden korumak icin mutlak gereklidir. Streptomisin, tetrasiklin, kioramfenikol ve siprofloksasin etkili antibiyotiklerdir. Vebaya karşı bulunmuş bir aşı yoktur. Koruyucu amacla 7 gun sureyle antibiyotik alınması hastalığa karşı etkin koruma sağlar. Bkz. http://www.ihh.org/biyo3.php; Behic Onul, infeksiyon Hastalıktan, Ankara, 1953, s. 562. 51 Bulaşıcı hastalığa karşı halkın tutumu farklı olup kimse hastalıktan çekinmez ve korunmazdı. Hatta vebalı ölenin elbiseleri pazarlarda halk arasında satılırdı; bu da hastalığın daha çok yayılmasına yol açard 52 Şahin Kılıç-Bizans Kısa Kronikleri (Chronica Byzantina Breviora) İthaki Yayınları, İst, 2013, s.60 53 (Danişmend, 1971, s. 26) 54 (AVCIOĞLU, 2013, s. 72-73) 48

49-

12


Ankara’nın 1354 tarihinde ilk defa olarak Şehzâde Süleyman Paşa tarafından fethi hakkındaki rivayet doğru olduğu takdirde bu seferki ikinci işgalinin bir (istirdad)55 mahiyetinde olması lâzımgelir: Her halde bu şehrin o devre ait tarihi çok karanlıktır. Ankara’nın o ilk işgalinden sonra Osmanlı hâkimiyetinden çıkması, Orhan Gazi’nin vefatında Karaman oğullarının teşviki üzerine Ahilerin bağımsızlıklarını ilân etmiş olmalarıyla tarif edilmektedir. Fakat bu anlatım şüphelidir. Çünkü şehir idaresinin o sırada Ahiler elinde bulunduğu bilinir olmakla beraber, bu idarenin Ankara ile birikte bağımsız bir hükümet şeklini alıp almadığı kesin olarak belli değildir. Her halde şehir idaresi Ahilerin elinde olduğu halde bu havâlinin orta Anadolu’da Mongol (Moğol) hâkimiyetini istihlâf56 etmiş olan “Er-Tana” Türk devletine aid olmak ihtimali daha kuvvetlidir.57 Bu dönemde Avrupa Devletleri veba ve salgın hastalıklarla uğraşırken Türkler balkanlar üzerin deki hâkimiyetlerini geliştirmeye çalışıyorlardı. Önce 1361 de Edirne yönelildi. Rumeli kuvvetlerinin başına getirilen Murad Bey Türk ilerleyişini iki bölümde planlamıştı. Bu suretle önce Edirne’nin çevresiyle ilişkisi kesilecek ve daha sonra da şehir ele geçirilecekti. Eğer bu plan gerçekleşirse, İstanbul’dan gelecek yardım, Lüleburgaz ve Çorlu’nun alınması ile önceden engellenmiş olacaktı. Dedeağaç, İpsala ve Dimetoka’nın ele geçirilmesi ile de Sırp yardımlarının önü kesilmiş olacaktı. Rumeli’de bulunan Osmanlı kuvvetlerinden Evrenos Bey’in birlikleri Malkara ve İpsala’yı, Hacı İlbey’in kuvvetleri de Dedeağaç kasabası ve limanını ve Dimetoka’yı almıştır. Rumeli'ye yönelen I.Murat; Keşan, İpsala, Dedeağaç ve Dimetoka'yı zapt eder. Dimetoka'nın l365'te Edirne Başkent alınmasından sonra Edirne'nin zaptı kararlaştırılır ve kumandanlar çağrılarak Lüleburgaz' da bir harp meclisi kurulur. Verilen karar üzerine Lala Şahin Paşa mühim bir kuvvetle Edirne üzerine gönderilir. Bulgarların ve Sırpların Rumlara yardım etmeleri olasılığına karşı Evrenos Bey o tarafa gönderilip Dimetoka'nın batısında savunma düzeni alınır. İki taraftan güvenlik altına alınmasından sonra Lüleburgaz’da toplanan komutanlar Lala Şahin Paşa’nın Edirne üzerine yürümesine karar verdiler.58 Hacı İlbey Edirne’ye doğru harekete geçen askeri birliğe öncü olarak yola çıktı. Evrenos Bey’in kuvvetleri ise Dimetoka’nın batısında savunma tertibatı aldı. Edirne Tekfur’una yardım sağlamak amacıyla Babaeski ve Pınarhisar arasında bulunan Sazlıdere mevkiine gelen Rum ve Bulgarlardan oluşan kuvvetin yenilmesi üzerine Edirne şehrini koruyacak kuvvet kalmadı. Bu arada Edirne Tekfur’u önce Enez’e oradan da Sırbistan’a kaçmıştır. Bunun üzerine şehir, yerli halk tarafından Türklere teslim edildi.59 At yetiştirme merkezi (hara) kurulur. Ama uzun bir süre için tarımla uğraşıldığından söz edilemez. İskân özellikle XIV. yüzyılda kitle halinde yerleşme biçimindedir. Timur istilası Anadolu'dan Rumeli' ye büyük bir göç dalgasına sebebiyet verir, bundan sonra Osmanlılar Rumeli'yi gerçek yurtları saymaya başlarlar. Edirne devletin başkenti durumuna yükselmiştir. Gibbons, Wittek gibi tarihçilerin Osmanlı İmparatorluğu'nun, Rumeli' de kurulduktan sonra Anadolu'yu içine aldığı düşüncesi kuşkusuz bir gerçek olma iddiası taşımaktadır. Bu göçler sonucunda Trakya, Doğu Bulgaristan, Meriç Vadisi ve daha sonraları Dobruca kuvvetle Türkleşmiştir. Tahrir defterlerine göre yapılan incelemeler bu bölgelerde XVI. yüzyılda nüfus çoğunluğunun Türklerde olduğunu ortaya çıkarmıştır.60 Edirne’yi kuşatan eden Lala Şahin ve Hacı îlbey kuvvetlerine Birinci Murad’ın da eklendi. Bunun üzerine kale muhâfızının karşı koyma olanağı kalmadığını anlayarak ve bir söylenceye göre de, ihanete uğrıyarak bir gece efradı ile beraber sallar ve sandallarla Meriç üzerinden Adalar denizi sahilinde ve Çinivizlerin (Cenevizlerin) elinde bulunan Enez (Aynos) limanına sığındığıdan bahsedilir. Edirne Rumları işte bu vaziyet üzerine Türk ordusuna şehrin kapılarını açmışlardır. Trakya kıt’asının merkezi ve Bizans’ın İstanbul’dan sonra ikinci şehri olan Edirne’nin fethi Türklerin bu kıtaya katî surette yerleşmelerini temin etmiş olduğu gibi, askerlik bakımından da en mühim üssü haline elde edilmiş demektir. Edirne’nin askerî ehemmiyeti Tunca İle Meriç nehirlerinin kavşağında, Balkan yollarının birleştiği noktada ve İstanbul - Viyana yolunun üstünde olmasındandır.61 1361 Bahar-Güz Tarihli Bizans Kısa Kroniklerinine göre “Ve oradan ayrıldı ve Edirne (Adrianopolis)'te savaştı ve onu ele geçirmek, mümkün değildi ve Dimetoka ve Yambol üzerine gitti.” 62 notu düşülmüştür. Mart 1362,[ 6870, (yaradılış yılı), tarihli Bizans Kısa Kroniklerininde 15. F.D -‘istirdad’: verilmiş veya gonderilmiş bir şeyin geri gönderilmesini isteme, FD.- İstihlâf: birinin yerine geçme. 57 (Danişmend, 1971, s. 34) 58 Necdet Öztürk, Anonim Osmanlı Kroniği (1299–1512), İstanbul 2000, s. 28. 59 (DİKİLİTAŞ, 2008) 60 (AVCIOĞLU, 2013, s. 75) 61 (Danişmend, 1971, s. 39) 62 (KILIÇ-a, 2013, s. 246) 55 56

13


İndiksiyonna göre ] “ve aynı yılda Sultan Orchanes (=Orhan Gazi) öldü63 ve onun oğlu Sultan Morates (I. Murad) yeniden(?) hükümdar oldu, o (Murad) hükümdarlıkta 8 yıl (?) kaldı ve onun oğlu (hükümdar) oldu.”64 Eylül 1362 -Ağustos 1363 yılında65 ikinci veba salgını meydana geldi. Fransa gibi nufusun yoğun olduğu ülkelerde ‘yerinia pestis’ (hıyarcıklı veba), ülke nüfusunun yaklaşık yansını yok etti. İngiltere’de yaklaşık bir milyon insan, yani nufusun 1/3’u vebadan öldü. Veba’nın daha az insanla karşılaştığı yani nüfusun daha az yoğun olduğu Doğu Avrupa’da (Balkanlar ve Trakya’da), ilk salgındaki ölüm oranı % 15’i geçmedi. Bu büyük salgından sonra veba 1362’de yeniden ortaya çıktı ve çok sayıda çocuğun ölumüne sebep oldu.66 Ama o zamana dek Türkler Trakya'nın ikinci büyük kenti Dimetoka’yı ele geçirmişlerdi. Meriç vadisine doğru yaklaşıyorlardı. Bu bölgede saldırılarını yöneten, söylendiğine göre, Süleyman'ın gaza yoldaşı olan ve 1363'te Filibe'yi (Philippopolis) alıp onu kendine karargâh edinen Lala Şahin Paşa'ydı. Kendisine Rumeli Beylerbeyi unvanının verildiği sanılıyor, çünkü Türklerce, Avrupa'daki Roma/Rum yani Bizans illerine bu ad (Rumeli) veriliyordu. Orhan'ın yerine Osmanlı tahtına oğlu Murad geçti. Yine de Trakya'daki Türk akınları sürdü.67 O tarihe kadar Edirne’de bir saray yapılmış ve bu süre zarfında Edirne Lala Şahin Bey’in Rumeli Beyler-beylik merkezi olmuştur. Edirne sarayının inşaâtı bitinceye kadar Birinci Murad Dimetoka’da oturmuş ve gecici merkez saydığı bu şehirde de bir saray yaptırmıştır: bu vaziyete göre Dimetoka 1361-1362 den 1368 tarihine kadar takriben yedi sene Osmanlı devletininin geçici merkezi olmuş demektir.68 1362 senesinden sonra Çandarlı Kara Halil Paşa’nın önerisiyle pençik kanunu uygulanmaya başlandı.69

Pençik kanunu: Bu sistem 1361’de Edirne’nin fethinden sonra ulemâdan Karamanlı Kara Rüstem’in tavsiyesi, Kazasker Çandarlı Kara Halil’in uygun bulması ve I. Murad’ın onayı ile devreye sokulmuştur kaynaklarda; “hız kazanan fetihler dolayısıyla savaş esirlerinin sayısında büyük artış olduğu için esir fiyatlarının 125 akçeye kadar düştüğü, gazilerden devlet hesabına pencik vergisi alınmasının kararlaştırıldığı, İslâm hukukuna göre ganimet malının beşte birinin beytülmâle ait bulunması sebebiyle Kara Rüstem’e Gelibolu geçidinde “geçit akçesi” adıyla pencik toplama yetkisi verildiği, buna göre her beş esirden biri veya sayı beşin altında ise değerinin beşte biri olan 25 akçenin pencik vergisi olarak toplanmaya başlandığı belirtilir”. Ancak ilk anda bu uygulamanın askerler arasında genel bir hoşnutsuzluğa yol açtığı bildirilir. Nitekim Rumeli’den esirlerle dönen gazilerin bu vergiden kurtulmak için yollarını değiştirmeye başladıklarına, bunun üzerine Gazi Evrenos’a ve Lala Şahin’e pencik vergisini sınırda toplamaları Orhan Bey' in 6 oğlu olur, üçü ölür. Orhan 1362'de öldüğünde Nilüfer Hatun'dan (Yar-Hisar tekfurunun kızı Holofera) doğan ‘Murat’, (Kantakuzen'in kızı) Teodora'dan doğan ‘Halil’ ve (Andronikos III'ün kızı) Asporça'dan doğan ‘İbrahim’ adlarında üç oğlu kalır. Orhan Bursa' da ölünce Murat Bey (saltanatı 1362-1389) acele devlet merkezine çağrılır ve Ahi reislerinin ittifakıyla hükümdar ilan edilir. Bitinya (Batı Karadeniz) beyi olan kardeşi Halil ile Eskişehir sancakbeyi olan kardeşi İbrahim buna karşı çıkarlar. Osmanlılarda ilk saltanat mücadelesi işte o yıl (1362) başlar. 1 Murat ilk seferini kardeşlerinin üzerine yaparak onları öldürür. 1Murat tahta çıkar çıkmaz hem Rumeli'de hem de Anadolu'da önemli sorunlarla karşılaşır. Rumeli' de Murat'ın Bursa' ya dönmesini fırsat bilen Bizans kuvvetleri Burgaz, Çorlu ve Malkara'yı geri alırlar. Anadolu'da ise 1354'te Süleyman Paşa tarafından alınmış olan Ankara' da Ahiler Karamanoğullarının ve eski Sivas hükümdarı Gıyas al-Din Mehmet' in kışkırtmasıyla şehirdeki Osmanlı muhafızlarını kovmuşlar ve önceki beylerinin yönetimine dönmüşlerdir. 1 Murat ne yapılması gerektiğini ulema ve devlet erkânına sorar ve önce Ankara işinin çözümlenmesi gerektiğine dair karar ve fetva alır. Vakit kaybetmeden Ankara üzerine yürür. Ankara ahileri direnmeden şehri teslim ederler. Ankaralı zengin ahi yönetici Şerafettin şehri teslim ettiği söylenirse de tarihçiler arasında bu konuda tartışmalıdır. (AVCIOĞLU, 2013, s. 72-73) 64 (KILIÇ-a, 2013, s. 246) 65 [ 6871, 1. İndiksiyon 8 (CP) 6871] 66 (KILIÇ-b:, 2004, s. 29) 67 (KILIÇ-a, 2013, s. 188) 68 (Danişmend, 1971, s. 39) 69 (BELGE, 2008, s. 476) 63

14


emrinin gönderildiğine ve uygulamanın dinî niteliğini vurgulamak için bu işin icrasının kadıya bırakıldığına dair bilgiler vardır. Böylece devletin elinde toplanan bu esirlere “pencik oğlanı” denmeye başlandı. Çandarlı Kara Halil bunların genç ve güçlü olanlarından yeni bir asker teşkil etme fikrini geliştirdi. Kısa bir süre Gelibolu-Çardak arasındaki at gemilerinde çalıştırılan bu gençler Acemi Ocağı’na alınıyor, daha sonra yeniçeri yapılıyordu. Pencik oğlanları, önce Bursa civarındaki Türk köylerine gönderilip cüzi bir ücret karşılığında oralarda çalışıyor, Türk ailelerinin yanında Türkçe’yi ve Türk-İslâm âdetlerini öğreniyordu. Ardından bir kışlada toplanıyor ve acemi oğlanı olarak birkaç yıl burada eğitim görüp doğrudan padişahın emrinde kapıkulu ordusu olan yeniçerileri teşkil ediyordu. Başlangıçta her esirin değeri 125 akçe olarak belirlenmişse de zamanla bu miktar esirin yaşına, cinsiyetine vücutça sağlam olup olmamasına göre değişmiş, bu arada kadın esirlerin de vergi bedeli belirlenmiştir. II. Bayezid döneminden günümüze birkaç pencik kanunnâmesi ulaşmıştır. Bunlardan, akıncı teşkilâtında akıncı beyi ile taviçe (tavıca/toyca) ve akıncıların aldığı esirlerle ilgili uygulama esaslarını belirleyen ilkine göre 100 ve daha fazla kişiyle yapılan ve haramîlik denilen akın sırasında alınan esirlerden pencik alınacak, çete adı verilen küçük çaplı akınlarda elde edilenlerden ise alınmayacaktı. Akıncı esirlerinin pencik vergileri pencik emini (pencikçi) tarafından toplanacak, akıncı beyine yirmi, pencikçiye beş esir verilecekti. Yüksek rütbeli taviçelerin elde ettiği esirlerden birer esir kendilerinde kalacak, daha düşük rütbeli olanlar için iki kişiye bir esir bırakılacaktı. Diğer esirlerden tercihen on-on yedi yaşları arasındakiler 300’er akçeye devlet adına satın alınacak, on yedi yaşın üstünde olup ergenlik çağını geçtiği için “sakallı” diye belirtilen gençlerden yetenekli bulunanlar devlet adına alınabilecekti. Asker yapılacak esirlerin sağlıklı olması esastı. Pencik alma sırasında ilgili sancak beyi ile akıncı zâbiti pencikçiye yardım edecekti. Devletten esir kaçıranlar cezalandırılacak, üzerine düşen vergi sahibinden tahsil edilecekti. Akıncı esirlerinden alınan pencik oğlanları biri pencikçi, diğeri akıncı beyi tarafından tutulan iki ayrı deftere kaydedilecek, merkeze her iki defter getirilecekti. İsteği üzerine pencik emini Muhyiddin’e yazılmış olan II. Bayezid’e ait (6 Ocak 1511) tarihli bir hükümde erkek ve kadın esirlerin tasnifi yapılarak her sınıftan alınacak vergi miktarları belirlenmiştir. Buna göre üç yaşına kadar çocuktan (“şîr-hor” / meme emen) 10-30 akçe, üç-sekiz yaş arasından (“beççe”/yavru) 100 akçe, sekiz-on iki yaş arasından (gulâmçe / küçük çocuk), 120-200 akçe, ergenlik yaşında olandan (gulâm / bıyığı çıkmamış delikanlı) 250-280 akçe, ergen delikanlıdan (sakallı) 250-270 akçe, “pîr” (yaşlı) denilen esirlerden ise 150-200 akçe alınması uygun görülmüştür. Pencik vergisi alınmış esirlere pencikli kul adı verilirdi. Kadın esirler “şîr-hor”, “duhterek” (küçük kız), “duhter” (kız), “câriye” (genç kadın), “mâriye” (genç kadın), “ümmüveled” (çocuğu olan câriye), “acûze” (yaşlı kadın) ve “fertûte” (koca karı) şeklinde sınıflandırılmış, bunlardan ümmüveled ile câriyeden 120-150 akçe arası vergi alınacağı belirtilmiş, diğerlerinden emsali gereğince alınması emredilmiştir. Vücudunda organ eksikliği olanlar eksikliklerine göre grublara ayrılmış, bunlardan da emsali gereğince vergi alınması istenmişti. 1822 yılında esir alım satımının haram olduğu yolundaki fetva gereği, II. Mahmud’un emriyle kaldırılmış, böylece pencik vergisi tarihe karışmıştır.70 Pençik kanununun dini gerekçesi: “Gazvesi'nde ele geçince, Allah Kur'an ayeti ile ne buyurmuştu? "Mülk Tanrınındır" demişti. Sonra ne oldu? Hazret'i Muhammed baktı; yeni Müslüman olmuş insancıklar savaşta ele geçirdiklerini paylaşmaya alışmışlar. Hepsi Allah'a bırakılırsa, taze Müslümanlar kırılır, dağıtılırlar. Kur'an beşte birini Allah'a ayıran ikinci bir ayetle düğümü çözdü. O beşte bir; züğürtler, yetimler, yol oğulları gibi savaşa katılamamış, ama yaşaması gerekli muhtaç olanlara kayrıldı. Hülefa'yi Raşidiyn çağında, Acem Kisralarının (hükümdarların) sarayları ele geçti. Deve katarlarıyla mallar, Medine'ye, Mekke'ye akın etti.”71 Bir Bizanslı tarihçinin söylediğine bakılırsa, daha 1362 gibi erken bir zamanda, V. İoannes Avrupa'daki Türklerle bir antlaşma yapmak zorunda kalmıştı. Ancak, Türk akınları merkezi bir yönlendirmeden yoksundu ve iyi düzenlenmiş bir karşı saldırı hala etkili olabilirdi. Zor olan, konuyla ilgili taraflara ortak bir tehlike karşısında bulunulduğu duygusunu ve bir ortak amacı aşılayabilmekti. V. İoannes, Avrupa ile Asya arasındaki Boğazlar'da devriye gezmek konusunda işbirliği yapmaya, Venediklilerle Cenevizleri neredeyse razı etmişti. Venedik ile antlaşmasının geçerliliğini 1363'te uzattı. Venediklilerle Cenevizler; Bizans Trakya'sına yapılan Türk saldırılarını kendilerini ilgilendirmeyen bir iş diye görmeyi yeğlediler. Bizans İmparatoru, Sırp Çarını Türklerle işbirliğine girmekten caydırmak için önlem almak zorunda kaldı; hatta 1363'te, Bizanslıların elinde kalmış pek kıt kara ve deniz güçü Abdülkadir Özcan ‘Pencik vergisi’ TDV İslâm Ansiklopedisi’nin İstanbul;2007. 34 cildinde, 226-228 numaralı Sayfalarda yer almıştır 71 Kıvılcımlı, 1974, s. 31 70

15


olanaklarının Bulgarlara karşı girişilen bir seferde kullanılması gerekti. Bulgaristan'ın Karadeniz'deki limanlarına deniz yolundan saldırmak, karadan gerçek düşmanın ordularının karşısına çıkmaya göre daha kolaydı. Amadea (Savoya72 kontu “Altıncı Amedeo) önce Gelibolu'nun Türklerden geriye alınmasını hedefledi. Direniş çok yaman oldu ve çatışma iki gün boyunca sürdü. Ama sonunda Türkler çekildiler ve 23 Ağustos'ta Amadea (Savoya kontu “Altıncı Amedeo) ile adamları surlardan içeri girip kenti işgal ettiler. Gelibolu, 1354'ten beri Trakya'daki Türk harekâtının köprübaşı olmuştu. Osmanlı Beyliği kurulurken 1365 tarihinde Viyana Üniversitesi kurulurken, o tarihlerde Anadolu' da yer yer geniş teşkilat olan ahilerin yardımı görülmüştü. I. Murat (Hüdavendigar) fiilen ahi tarikatının başında bulunmuştur. Bu hususta Mart 1366'da Ahi Musa'ya Malkara'da yaptırmış olduğu zaviye vakfiyesindeki "ahilerden kuşanduğum kuşağu ahi Musa'ya kendi elimle kuşadup, Malkara'ya ahi dikdim" ibaresinden Ahi Musa'ya ahilerin reisi olduğu anlaşılmaktadır. I. Murat'in Gelibolu, Bolayır ve Malkara' da da diğer bazı ululara -muhtemelen ahilere- mülkler verdiği görülmektedir.73 Bizanslılar daha önceden Trakya'ya yerleşip Dimetoka'yı (Didymoteikhon) ve diğer bazı kentleri ele geçirmiş bulunan Türklerin canlılık ve coşkularıyla asla başa çıkamayacaklardı. 1367'de V. İoannes, İstanbul (Konstantinopolis) ile Silivri (Selymbria) arasındaki bazı toprakların kamulaştırılıp buralara askerleri ve ailelerini yerleştirmek yoluyla ordusunu büyütmeyi önerdi. Ama mülkler kiliseye aitti ve patrik ile sinodu (Ruhani Meclis) mülkü elden çıkarmakla, kilise hukukunu çiğnemeyi kesinlikle reddetti. Papa ile ilişkileri yüzünden patrik gözünde, hiç de sevmediği V. İoannes kilisesinin büyüklerine karşı çıkacak ya da onlara eğer imparatorluğun savunulması için işbirliği yapmazsanız kiliseniz de yakında Müslüman hükümdarların adaletine kalır diye uyarıda bulunacak çapta adam değildi. Bu arada Osmanlılar 1368 Vize, Kırkkilise'nin fethi ve payitahtın Edirne'ye nakli yapıldı.74 1368 Edirne başşehir oldu. Sırplar ya daha çoşkuluydu ya da basiretsizdiler. Türkler bir kez Edirne (Hadrianopolis)'e egemen olunca, batıya, Sırp Makedonya'sına doğru sızmaya başladılar. Serez 75'deki Despot76‘İvan Ugljeşa,’ Bizanslıları işbirliğine ikna edeceğim diye vakit kaybetmeye gerek görmedi. Despodun kardeşi ‘Vukaşin’ ile istilacılara karşı kendilerini savunmak için güçlerini birleştirdiler. 1371 Eylül' ünde birleşik ordularını Edirne'ye (Hadrianopolis) doğru ilerlettiler. Türk gaziler sert direnişle karşılaşınca daha da yaman çarpışıyorlardı. Sırpları kentin yaklaşık 30 km batısında karşıladılar.77 Meriç ırmağı kıyısındaki ‘Çirmen'de (Çernomen), 26 Eylül'de, Doğu Avrupa'nın Türklerce fethinin gerçekten kesin sonuçlu ilk savaşı yapıldı ve Hıristiyanlar yenildi. Çok daha sonraları, Osmanlı tarihçilerinin anlattığına göre, kendilerinin 4000 askerine karşılık Sırpların 60.000 askeri vardı. Ancak, sayılar ne olursa olsun, bunun Osmanlılar tarafından kazanılmış bir zafer olduğunu savunmak zordur. Murad orada değildi. Türklere Hacı İl Bey ile Lala Şahin komuta etmekteydiler. Yönettikleri birlikler karmaydı. Diğer yandan, Sırplar ve bütün Doğu Hıristiyanlığı felakete yol açacak kadar ağır bir yenilgiye uğramışlardı. Sırp prenslerinin her ikisi, hem Ugljeşa hem Vukaşin (Sırp Kıralının iki oğlu) çatışmada öldürülmüşlerdi ve adamları büyük bir kıyıma maruz kalmıştı. Edirne’nin fethi konusunda Bizans kısa kronikleri, 7. İndiksiyon göre “Eylü1368 1-Ağustos 1369 /6877, dünya yılında Orhan Gazi içinde Sultan Orhan (Orchanes) Edirne 'de (Adrianopolis) gitti ve aldı.”78 Başka bir Bizans kroniğide “Eylül 1368-Ağustos 1369/6877, dünya yınına ait 7. İndiksiyon’da “Edirne 'yi (Adrianopolis) aldıkları zaman 6877 yılı, Mart ayının 1'inde” ifadesi yer alır..79 Avrupa’da 1369’yılında bir salgın daha yaşanmıştır. Avrupa’da yaşatan bu veba salgınlan sebebiyle nüfusu 1330 yılında 120 bin olan Floransa şehrinde, sekiz büyük veba salgınını daha oldu.80 Savoie Dükalığı, 1416-1714 yılları arasında Savoie Hanedanı'nın egemenliği altında bulunan topraklardı. Dükalık İtalya yarımadasının kuzeyinde yer alıyordu. Topraklarının bir kısmı günümüzde Fransa'nın bir parçasıdır. 73 (Bkz., Tayyip Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livası.); (AVCIOĞLU, 2013, s. 73) 74 (Uğur ÜNAL- -Doç.Dr., 2013) 75 Yunanistan Trakyasında 76 Ortodoks Rumların din başkanlarına verilen ad. 77 Bu Sırp ordularıyla Türk ordusu Edirne ile “Mustafa-Paşa = Svilengrad” arasında ve Meriç boyundaki “ Çîrmen = Tschrnomen” mevkiinde karşılaşmış ve işte burada Sırp kuvvetlerinin 26 Eylül Cuma günü uğradığı müdhiş bozgun netice itibariyle Türklere Makedonya kapılarım açmıştır. 78 (KILIÇ-a, 2013, s. 246) 79 (KILIÇ-a, 2013) 80 (KILIÇ-b:, 2004, s. 29) 72

16


Osmanlıların Andronikos'a verdikleri hizmet karşılığında aldıkları ödül Gelibolu'nun kendilerine teslim edilmesi oldu. Böyle bir talebin geleceği önceden belliydi. Sultan Murad o talebi 1371'de ve olasılıkla o zamandan beri de birkaç kez ileri sürmüştü. Eğer Trakya ve Makedonya'da Türklerce fethedilen topraklar, Anadolu'da egemen Türk topraklarına bağlanacaksa, Gelibolu limanının onun olması gerekirdi. Andronikos, hiç duraksamadan Gelibolu'yu bıraktı. Devir işini düzenlemek için Murad'ı görmeye kendisi gitti ve hem yıllık bir haraç ödemeyi, hem de Konstantinopolis (İstanbul) surları içinde yaşayan Türklere koruma sağlanmasını kabul etti. Döneme ait kaynaklar bu konuda suskun kaldığı için, V. Ioannes'in Murad'la ne koşullarla antlaşma imzaladığını tam olarak bilmiyoruz Görüşmeler Ioannes'in dönüşünün üzerinden bir yıl geçtikten sonra, yani 1372 yılı sonunda başlamış ve iki üç ay sonra da meyvelerini vermiş gözükmektedir. Ioannes umudunu iyice yitirmiş olmalıdır. Sırbistan ve Bulgaristan'ın hâkimi olan Türklere karşı bir Haçlı seferi düzenlemek imkânsızdır. Karayolundan Batı'dan tamamen kopan bir Bizans'ın, direniş gösteremeyeceği açıktır. Belki sultanla güçlerini birleştirse, imparatorluk enkazının en azından bir kısmını kurtarabilecektir. I. Murad anlaşılan Makedonya ve Trakya'daki başıboş Türk yağmacı gruplarını da kontrol altına alacak ve giderek sorun çıkarmaya başlayan oğlu Andronikos'a karşı Ioannes'in elini güçlendirecektir. Ancak vasallığın kötü tarafları da vardır. Nitekim anlaşmanın imzalanmasının üstünden birkaç ay geçtikten sonra, 1373 Mayıs'ında İoannes, kendini Anadolu'da Sultan I.Murad'la omuz omuza savaşırken bulur. Bu zor savaş yetmezmiş gibi, başkentten kötü bir haber gelir. Büyük bir olasılıkla Ioannes'in Manuel'e olan düşkünlüğünü kıskanan oğlu Andronikos, onun yokluğunu fırsat bilip isyan çıkartmış, işin tuhafı Murad'ın babasına başkaldıran oğlu Savcı Bey'le de anlaşma yapmıştır.81 İsyan başarılı olmaz ve asiler çabucak dize getirilir. Öfkeli sultan, Savcı'nın gözlerine mil çektirir (zavallı çok geçmeden de ölür) ve murad Ioannes'den, hem oğlu Andronikos hem de ayaklanmaya katılmayan küçük oğlu Manuel'e de aynı cezayı vermesini ister. Vahşetten nefret etmesine rağmen, Ioannes fazla seçme şansı olmadığının farkındadır. Ancak gizlice kurbanlara insaf gösterilmesini sağlar. Oğulları görme yetilerini tamamen kaybetmeyecek, ancak Konstantinopolis'te (İstanbul’da) hapsedileceklerdir. Andronikos'un tahtın varisi olma hakkı ise elinden alınacak ve bu hak Manuel'e verilecektir. Böylece yirmi üç yaşındaki Manuel apar topar Selanik 'den (=Thessaloniki) getirilir ve 25 Eylül günü ortak imparator olarak taç giyer.82 11 Eylül 1373-Ağustos 1374/6882, dünya yılında Bizans kısa kroniği 12. İndiksiyon 9 (CP) ‘a göre üçüncü veba salgını meydana geldi.83 Gelibolu, daha önce değilse bile, 1377'de, on yıl Bizans işgalinde kaldıktan sonra yeniden Türklerin egemenliğine geçmişti. I.Murad bu olayı kutlayarak Trakya'ya geçti ve Edirne (Hadrianopolis) kentini resmen devraldı.Edirne (Hadrianopolis) bundan böyle Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa'daki ilk başkenti olacaktı.84

Oğlu Savcı Bey’i neden öldürttüğüne gelince... I. Murat, Bulgar Kralı Simon’un kızkardeşi Marya ile evlenmişti önce. Marya, Müslüman olduktan sonra adını Gülçiçek Hatun koydular. Büyük evlat Yıldırım Beyazıt’ı o Giilçi- çek Hatun doğurdu. Ancak Murat, bir Bulgar prensesiyle daha evlenmişti. Onun da adı Tamara idi. Tamara da üç oğlan, bir kız doğurdu: Savcı, Yakup, İbrahim, Nefise... Hüdavendigâr’ın önce gözlerini kızgın demirle kör edip sonra da öldürttüğü oğlu, ikinci karısı Tamara’dan oğlu Savcı Bey’di. Murat, yakın dostu Bizans İmparatoru V. Yuannis ile Anadolu’da başkaldıran bazı beyleri ezip susturma seferine çıkmıştı. Bizans İmparatoıu’na büyük oğlu Andıonikos vekalet ediyordu. Şehzade Savcı Bey de Edirne’de güçlü bir durumdaydı. Andronikos ile Savcı Bey, babaları hazır yokken, her ikisini de devirip yerlerine geçmek için aralarında anlaştılar. I. Murat zıpkın gibi Rumeli’ye geçti. İstanbul yakınlarında her iki asi delikanlının da güçlerini dağıttı. Andronikos ile Savcı Bey, Dimetoka’ya kaçtılar. Ama yakalandılar orada. Tarih 1385. Murat önce Savcı Bey’in kızgın demirle gözlerini kör ettirdi. Hırsım alamadı, öldürttü. Dostu Bizans Imporatoru’na da baskı yaptı: - Sen de oğlunu cezalandır, diye. İmparator, isteksiz isteksiz oğlunun gözlerini sirkeyle yaktırdı. Ne var ki, Androııikos'un sadece bir gözü kör oldu. Savcı Bey gibi tümden kör olup sonra da asılmadı. Ve tek gözüyle de olsa görmeyi sürdürdü. Kısa bir süre için imparator bile oldu.(Çetin Altan ‘Tarihin Saklı Yüzü’, İstanbul Kasım. 1994, Afa Yayınları AŞ, 82 (Norwich, 2013, s. 288) Cilt: III 83 (KILIÇ-a, 2013, s. 108) 84 (Nicol D. M., 2016) 81

17


Eylül 1381-Ağustos 1382/6890, dünya yılında Bizans kısa kroniğinin 12 (CP)ve 5. İndiksiyon’na göre yılında dördüncü veba salgını meydana geldi.85 Eylül 1390-Ağustos 1391/6899, dünya yılında Bizans kısa kroniğinin 15 (CP) ve14. İndiksiyon beşinci veba salgını meydana geldi.86 Eylül 1395-Ağustos 1396/6904, dünya yılında Bizans kısa kroniğinin 4. İndiksiyon’una göre “O zaman büyük bir deprem oldu ve Bodena(?) mahfoldu ve battı”, demektedir.87 1400 yılında Bursa’da yıkım yapan başka bir deprem yine İstanbul’da hissedildi. Beyazıt 1400 yılında kuşattığı İstanbul’dan, çekilirken; “İstanbul içinde bir cami yapıldı ve bir Osmanlı Türk Mahallesi kuruldu.”88 Bizans imparatorunun kabul etmiş olduğundan bahsedilen şartlar şöyle sıralanabilir: 1) İstanbul’da bir Türk Mahallesi tesis edilmek üzere Bizans tarafından 700 ev verilmesi; 2) Sirkeci’de bir Türk mahkemesi tesisi; 3) Bu mahkemeye Osmanlı devleti tarafından bir Kadı tayini; 4) Bir câmi yapılması; 5) Şehrin dışında Galata’dan Kâğıthane’ye kadar olan arazinin Türklere terki ve buraya bir Türk garnizonu konulması; 6) Eski imparator Beşinci Yoannis Paleoloğos devrindeki haracın tezyidi; 7) Şehir haricindeki bağlarla bostanlarm hâsılâtmdan Osmanlı hâzinesine onda bir nisbetinde vergi verilmesi İstanbul şehri 1397 senesi bahar mevsiminden beri üçüncü defa olarak kuşatma altındadır: Birinci Bâyezid’in zoruyla amcasının ortaklığına kabul edilmiş, kendisi İstanbul’a girip saltanat ortak olunca Silivri taraflarını koruma hakkı olarak Türklere terketmiş ve İstanbul’da bir Türk mahallesiyle bir mahkeme ve bir de câmi işte o zaman kurulmuştur. Bâzı Bizans kaynaklarına dayanan ikinci bir söylentiye göre de Bizans’da bu Türk kurumları imparator ikinci Manuil’in Avrupa seyahatine çıkması üzerine saltanat ortağı ve vekili olan Yedinci Yoannis tarafından “ilk iş” olmak üzere tesis edilmiştir. İstanbul’da tesis edilen Türk mahallesine Göynük ve Taraklı taraflarından getirilen Türklerin yerleştirildiği rivayet edilir: 1402 Ankara felâketi üzerine ortaya çıkan Fetret’den çok istifade etmiş olan Bizans hükümeti bu müslüman mahallesindeki Türk ahaliyi şehirden tardetmiş ve kiliseden tahvil edildiği rivayet edilen câmi de yakıp yıkmıştır. Osmanlı menbâlarma göre bu ilk İstanbul Türkleri şehirden ihraç edilince Tekirdağ’ına gidip Anadolu’daki köklerinin ismini verdikleri “Göynüklü” köyünü tesis etmişlerdir.— Yedinci Yoannis’in kabul ettiği şartlar içinde bu Türk kurumlarından başka senede on bin yahut otuz bin altın haraç şartı da vardır. Kuşatma hareketlerinin işte bu durumda üzerine durduğu rivayet edilir. Fakat bu sesizlik çok sürmemiş ve üç dört ay sonra aşağıda bahsedilen dördüncü İstanbul kuşatması başlamıştır.89

1402 ANKARA SAVAŞI o dönemde Akçe sıkıntısı ve büyük bir fakirlik vardı. Birinci Bâyezid’in Ertuğrul ismindeki oğlu daha evvel bir savaşta ölmüş olduğu için Süleyman, Mustafa, Musâ, Isâ, Mehmet ve Kasım isimlerinde altı oğlu vardır; Bunlardan Kasım-Çelebi küçük bir çocuk olduğu için harbe gelmeyip Bursa’da kalmıştır. Sivas valisi Süleyman-Çelebi ile Amasya valisi Mehmet-Çelebi mağlûbiyet tahakkuk edince askerleriyle beraber savuşmuşlardır. Diğer üçü arasında anlaşmalı bir beraberlik vardır. Bir söylentiye göre İsâ ve Musâ Çelebiler bozgun gecesi aranıp bulunmuş ve Mustafa Çelebi de kaybolmuştur. Fakat bu klâsik söylentiye karşı o gece bulunup babalarıyla beraber esir olanların İsâ ve Mustafa veyahut Musâ ve Mustafa Çelebiler olduğu hakkında da çeşitli söylentiler vardır. Mustafa-Çelebi’nin Niğde’ye gittiği veyahut Bizans’a iltica ettiği hakkında da bâzı zayıf söylencelere ratlanır edilir. Osmanlı kaynaklarındaki klâsik söylençeye Mustafa-Çelebi’nın kaybolmuş gösterilmesi, sonradan saltanat iddia ederek Birinci Mehmet ve ikinci Murad devirlerinde büyükuğraşlara sebeb olduğundan dolayı kendisine takılmış olan “Düzmece” lâkabı haklı göstermek içindir; hattâ bâzı kaynaklarda Mustafa-Çelebi’nin Ankara savaşında şehid olduğundan bile bahsedlir. Tabiî bütün bu rivayetler sonradan düzenlenmiş, kurgulanmıştır. Her halde Mustafa-Çelebi’nin babasıyla beraber esir olduğu hakkındaki rivayetlerin (KILIÇ-a, 2013) (KILIÇ-a, 2013, s. 108) 87 (KILIÇ-a, 2013, s. 108) 88 (BELGE, 2008, s. 479) 89 (Danişmend, 1971, s. 124) 85 86

18


doğru olduğu muhakkaktır. Ankara muharebesinin ihanet yüzünden kaybedilmiş olduğu da muhakkaktır.90 Bkz. https://drive.google.com/file/d/1PaRk7mWJuRea-PqIK7IaqWrFC8CfYNPp/view?usp=sharing

Yıldırım’ın en büyük hatâsı, Kara-Tatar denilen Mongol artıklarının o fecî ihaneti her halde irtikâb91 edeceklerine hiç olasılık vermemiş olmasıdır. Eski hükümdarları karşı tarafta bulunan ve henüz Osmanlı idaresine ısınamamış olan Anadolu Beyliklerinden topladıği askerlerin sadakatine güvenmesi de bu millî felâketin en mühim sebeblerindendir. 92 Hatırlatalım ki, Ankara savaşı sırasında (28 Temmuz 1402) Aydın, Germiyan, Menteşe ve Saruhan birlikleri, Timur ordusu saflarında yer alan beylerini görüp tanıdıktan sonra, karşı tarafa geçmişlerdir96. Acaba bu birlikler kimlerden meydana gelmiş, olabilirlerdi? Bu birliklerin timarlılar ve maiyetleri tarafından meydana getirilmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir.93 Rivayete nazaran Yıldırım Bâyezid’i kaçırmak için Amasya valisi şehzade Mehmet-Çelebi bâzı adamlar göndermiş ve bu tertibata Yıldırım’la beraber esir olan Hoca-Firuz Bey de katılmışlardır. Fakat Mehmet-Çelebi’nin adamları Bâyezid’in bulunduğu yere girebilmek için yer altında lâğım (tünel) kazarlarken yakalanıp bu girişimle ilgili olduğu meydana çıkan Hoca-Firuz Beyle beraber idam edilmişlerdiler94. Rumeli tarafının bile anarşi içinde kalmasına ve Osmanlı kaynaklarında “Fâsıla-i saltanat” ve “Fetret” gibi isimlerle anılan bir dâhilî mücadele devri açılarak hem memleketin harab olmasına, hem Rumeli fütuhatından bâzı yerlerin elden çıkmasına sebeb olmuştur. Bursa’da Osmanlı hâzinesi zaptedilmiş, ahali kılıçtan geçirilmiş ve şehir tamamiyle yakılıp kül haline getirilmiştir. Karaman ölkesinin işgalinden beri esir olarak Bursa’da bulunan Mehmet ve Ali Beylerin işte bu fâcia esnasında Timur’un kuvvetleri tarafından kurtarıldıkları söylenir edilir. Yıldırım’ın sevgili karısı olan Sırp prensesi Olivera95 da işte bu sırada Bursa’da ve diğer bir rivayete göre de iki kızıyla beraber Yenişehir’de esir edilip götürülmüştür. Ankara muharebesi kaybedilince bir mikdar kuvvetle ve büyük bir sür’atle Bursa’ya kaçan büyük şehzade Süleyman Çelebi burada bulunan kızkardeşi Fatma Sultan’la en küçük biraderi Kasım-Çelebi’yi beraber alıp Rumeli tarafına götürdüğü için onlar düşman eline geçmemişlerdir.96 Fetret devriEvela "gazi geleneğini" yani savaş ve fetih eğilimlerini temsil eden Türkmen beyleriydi. Bunlar, Rumeli’de, küçük tımarlı sipahilerle birlikte merkeze karşı bağımsızlıklarını ve güçlerini artırmaya çalışıyorlardı. Bizans, I. Mehmed'i bu kuvvetlere karşı destekledi. Hammer. I. Mehmet için "Bütün hayatı boyunca asi türkmenlerin baş düşmanı olan Bizans'ın sadık ve müttefiki oldu" der. İkinci güçü büyük Türk aileleri oluşturuyorlardı. Bunlar varlıklarından memnundular ve istikrar politikası yanlısı idiler. Osmanlı ahalisi Bizans'la ticaret ve kredi ilişkileri içindeydiler ve artık barışcı bir politikayla refahın ve zenginliğin artırılmasını özlüyorlardı. Ancak bunun da koşulu, iktidara kendilerinin egemen olması ve onu bir sınıf aracı haline getirmeleriydi. Burada uç beyleriyle çelişkiye düşüyorlar; bazen savaşı, bazen de gazilere karşı güçlü bir kapıkulu ordusunu savunuyorlardı. Nihayet bir de kul kökenli büyük aristokratlar grubu vardı. Bunlar bilgilerinden ve deneyimlerinden yararlanılmak üzere bazen din değiştirerek, bazen de hıristiyan kalarak, Osmanlı hizmetine girmiş, Bizans ve Balkan aristokratlarıydı. Toplumsal işlev olarak, saray aristokrasisini oluşturmaya adaydılar ve merkezi eğilimleri temsil ediyorlardı. Bunlar içinde İran kökenli ulema da önemli bir yer işgal ediyordu. Osmanlı devletinin ne fetihci bir politika izlemesini, ne de güçlü bir merkezi yönetime kavuşmasını isteyen Bizans ise bazen feodal eğilimleri, bazen de merkezi güçleri destekleyerek düşmanının devamlı zayıf kalmasını sağlamak peşindeydi.97 1409 yılında Süleyman Çelebi Mevlid’i yazdı.98 Büyük şair Süleyman-Çelebi “Mevlid”i Bursa’da yazmıştır. Mevlid’i yazımını bitirdiği bu tarihtedir. Dinî edebiyatımızın bugün hâlâ merasimle okunan bu eşsiz şaheserinin asıl ismi “Vesîlet-ün-necât”dır. Türk dilinde otuzdan fazla “Mevlid” (Danişmend, 1971, s. 131) FD. – irtikâb: kötü bir iş işleme 92 (Danişmend, 1971, s. 132) 93 (BELDÎCEANU, 1985, s. 22) 94 (Danişmend, 1971, s. 132) 90 91

95

https://drive.google.com/file/d/1y0P0kYY7vnS7fIve8xGOflU8YS2xqpl_/view?usp=sharing

(Danişmend, 1971, s. 133) (TİMUR, 1994, s. 126) 98 (BELGE, 2008, s. 480) 96 97

19


yazıldığı halde hiç biri Süleyman-Çelebi’nin eseri gibi cemiyetin ruhunda yer tutamamıştır. Süleyman Dede’nin Mevlid’i Arap, Yunan, Boşnak, Arnavut, Çerkeş ve son zamanlarda İngiliz ve şâir bâzı Garp dillerine de tercüme edilmiştir.99 Mevlid’i yazımını bitirdiği bu tarihteden bir yıl sonra, 1410 Musa Çelebi Edirne’yi ele geçirdi ve kendine başkent yaptı.100 Bundan da bir sene sonra 1411 Musa çelebi, Şeyh Bedreddin’i kazaskerliğe getirdi.101 17 Şubat, Salı 1411 [6919, Dünya senesine Bizans Kısa Kronikleri, 4. İndiksiyon’una göre] Emir Süleyman Bey (Çelebi) hamamlara düşkün olduğundan ve aşırı miktarda şarap içtiğinden, arhontlar ve ileri gelenler kızarak orduları bıraktılar ve Musa Bey (Çelebi) doğru kaçmak için harekete geçtiler. Bunu duyan Emir Süleyman Bey (Çelebi) korkaklık yaptı ve kaçmaya kalkıştığında onu Bursa102 bölgesinde yakaladılar ve onu boğdular.103 Yıldırım Bayezid’in şehzadeleri Süleyman, Musa, İsa ve Mehmed Çelebiler arasındaki saltanat savaşı tam on bir yıl sürdü. Bu kardeşlerden önce İsa Çelebi etkisiz hale getirildi (1405). Osmanlı ülkesinin sadece Rumeli kısmına egemen olan Emir Süleyman’ı, kardeşi Musa Çelebi öldürdü. (1411). Bundan sonraki mücadele Çelebi Mehmed’le kardeşi Musa Çelebi arasında devam etti. İki kardeş arasında Rumeli’de meydana gelen Çamurluova Savaşı’nda Musa Çelebi yenilgiye uğradı (1413). Bu son çarpışmada Musa Çelebi’nin ele geçmesine Saruca adındaki terzisi neden oldu. Terzi Saruca, atının ayak sinirini kesmek suretiyle Musa’yı attan düşürdü ve yakalanmasını sağladı. Bu olayla ilgili Aşıkpaşazade şu bilgileri verir: “Ve bütün beyler kaçtılar. Sultan Mehmed’e geldiler. Musa’nın yanında sadece akıncı kaldı. Samakov’da savaştılar. Musa kaçtı. Atı çamura çöktü. Kendinin bir kulu var idi. Terzi Saruca derler idi. Musa’nın atının sinirini kesti. Musa’yı tuttu. Sultan Mehmed’e getirdi. Akşam çadırda maslahatı neyise gördüler.”104 ‘Oruç Bey Tarihi’nde de ise “Sonunda Sultan Mehmed, Musa Bey’i yendi. Musa kaçtı. Yolda kaçarken Musa’nın atı çamura çöktü. Meğer Musa Bey’in bir kulu vardı, terzisiydi. Saruca derlerdi. Musa’nın ‘atını sinirledi çaldı’ [atının ayak sinirlerini kesti]. Musa attan yıkıldı. Saruca, Musa Bey’i tuttu. Sultan Mehmed o gice Musa’nın ‘kaydını gördüler’ (öldürdüler) çadır içinde. Maslahat (hakkında verilen emir) ne ise yerine vardı. Musa Bey Hak emrine vardı gitti.105 Çelebi Mehmed’le Bizans Kralı arasında yapılan andlaşmaya göre Emir Süleyman’ın oğlu Orhan, Bizans sarayına rehin bırakıldı. Fakat Çelebi Mehmed’le Musa Çelebi arasındaki taht kavgası şiddetlenince kral, siyasî hesapları dolayısıyla, Şehzade Orhan’ı İstanbul’da tutmak istemedi. Orhan

(Danişmend, 1971, s. 158) (BELGE, 2008, s. 480) 101 (BELGE, 2008, s. 480) 102 Metinde Brysa olarak yazılmış. Kırklareli-Vize olabilir ancak P. Schreiner Brysa'yı "Bunarhisar" bugünkü Pınarhisar olarak tespit etmiştir. Bkz. P. Schreiner, Schreiner, Kleinchroniken, c. III, s. 401; Osmanlı kaynaklarında Süleyınan Çelebi'nin ölüm yeri hakkında farklı rivayetler vardır. Buna göre bazı araştırmalar Babaeski'nin Düyüncülü köyünü, bazıları Lüleburgaz'daki Düğüncübaşı köyünü işaret etmektedir. Krş. Neşri, Mehmed, Kitab-ı Cihan-nüma, 2 Cilt, haz. F.R. Unat-M.A. Köyınen, TTK Yayınları (3. Baskı) Ankara 1995. s. 485 ve dn. 1; Neşri, Mevlana Mehmed., Cihannüma, haz. Necdet Öztürk, Çamlıca Basım Yayın, İstanbul 2008, s. 226; D. Kastritsis, 7he Sons of Bayezid, s. 155- 156. 103 Babaeski, de Düğüncülü olayı Metinde "nıı; ppuarıı;" olarak yazılmış. Kırklareli-Vize olabilir ancak P. Schreiner Brysa'yı "Bunarhisar" bugünkü Pınarhisar olarak tespit etmiştir. Bkz. P. Schreiner, Schreiner, Kleinchroniken, c. III, s. 401; Osmanlı kaynaklarında Süleyınan Çelebi'nin ölüm yeri hakkında farklı rivayetler vardır. Buna göre bazı araştırmalar Babaeski'nin Düyüncülü köyünü, bazıları Lüleburgaz'daki Düğüncübaşı köyünü işaret etmektedir. Krş. Neşri, Mehmed, Kitab-ı Cihan-nüma, 2 Cilt, haz. F.R. Unat-M.A. Köyınen, TTK Yayınları (3. Baskı) Ankara 1995. s. 485 ve dn. 1; Neşri, Mevlana Mehmed., Cihannüma, haz. Necdet Öztürk, Çamlıca Basım Yayın, İstanbul 2008, s. 226; D. Kastritsis, 7he Sons of Bayezid, s. 287 155- 156. (KILIÇ-a, 2013, s. 108) KILIÇ-a, 2013, s. 267) 104 (ÂPT, 1949: 148) 105 (AOK, 2000: 61-62; OBT, 2008: 47); (ÖZTÜRK, 2012, s. 124) 99

100

20


serbest bırakıldı ve Rumeli’ye geçti. Karinovası106’nın akıncıları Orhan’ın etrafında toplanıp Yanbolu’ya geldiler. Çelebi Mehmed bunların üzerine yürüyünce akıncılar dağıldılar. Orhan’ın lalası Terzibaşı Zağanos, Orhan’ı tutup padişaha getirdi. Çelebi Mehmed yeğeninin gözlerini çıkartıp Bursa’ya gönderdi. Orhan’ın kız kardeşini Bursa’da bir sancak beyi ile evlendirdi. Orhan’a Geyve’de Akhisar köylerinden Çardak Köyü’nü tımar verdi. Çelebi Mehmed ne zaman Bursa’ya gelse Orhan’ın ve kız kardeşinin gönlünü alır, onları hoşnut ederdi. 107 Musa Çelebi Edirne’de Eski Cami’nin temelini attı, temelini yeryüzüne çıkardı. Sonra Çelebi Mehmed tamamladı. I. Mehmed bâzâristân (çarşı/ bedesten) ve çevre dükkânlarını yaptırdı, ama bitiremedi. Oğlu Sultan Murad tamamladı. Vakıflarını düzenledi. Cami oğlu Sultan Murad adına oldu.108 1413 Bunların en mühimleri, Musâ Çelebi hükümetinin Kadıaskeri olan Şeyh-Bedrüddin Mahmud’la Rumeli Beylerbeyi Mihal oğlu Mehmet Bey’dir. Bu 1413 yılında Şeyh-Bedrüddin, oğlu, kızı vesair aile çevresindeki insanlarla beraber İznik şehrine sürüldü. I.Mehmed, 1413’te Musa Çelebi’yi bertaraf edip Bedreddin’i İznik’e sürünce yandaşlarının tımarlarını ellerinden aldı. İznikte kendisine ayda bin akça ve bir söylentiye göre de, günde yüz akça dirlik tahsis edilmiştir. Mihaloğlu Mehmet Bey de Tokad’a sevkedilip “Çâr-tâk” zindanında hapsedilmiştir.109.

18 Aralık 1416 Şeyh Bedrettin İsyanı110 başladı. 111 Şeyh Bedreddin adının geçtiği olayları anlayabilmek için, dönemin tarihini bilmek şarttır. Bu hareket, esas itibariyle Ankara Savaşı’nın ardından Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü toplumsal bunalım ortamı ve yarattığı otorite boşluğuyla çok sıkı bağlantılı olduğu ortadadır. Yöneticisini kaybetmiş ve toprakları geçici de olsa çeşitli sebeplerle ellerinden alınmış. Yağmalanmış, ekonomik gücü yara almış. Bir devletin ve toplumun içinde bulunduğu krizden çok, o devleti yeniden toparlanmasını sağlamayı, dolayısıyla siyasal iktidarı tekrar ele geçirerek hâkimiyeti yeniden kurmayı hedefleyen birden fazla güç ve çıkar çevresinin birbiriyle olan kargaşa yarattığı bir keşmekeştir. Şeyh Bedreddin’in başını çektiği varsayılan olaylar dizini, böyle uzun bir kargaşanın sonunda Osmanlı yönetimini ele geçirerek siyasi otoriteyi yeniden kurmakla uğraşan I.Mehmed’in saltanatının ilk yıllarında Batı Anadolu’da başlamış, Rumeli topraklarında son bulmuştur. Keza Timur istilasından sonra Anadolu’dan pek çok Türk topluluklarının Rumeli’ye geçmesi, buradaki nüfus yoğunluğunu daha da arttırmıştır. Ankara bozgunundan sonra Şehzadelerin taht mücadeleleri sırasında Musa Çelebi, kardeşi Süleyman’ı ortadan kaldırıp Edirne’ye gelince, kardeşinin bürokratlarını azledip yerine kendi adamlarını atar. Bu sırada Şeyh Bedreddin, Musa Çelebi’nin ısrarı üzerine kazaskerlik görevine atanır (1411). Ancak I.Mehmed, kardeşi Musa Çelebi’yi ortadan kaldırıp iktidarı devralınca, Şeyh, diğer bürokratlar gibi cezalandırılmayıp, bilgisel kimliğne saygıdan ailesi ile birlikte İznik’te ikamet ettirilir (1413). Şeyh, İznik’te iken, Börklüce Mustafa, Aydın’da binlerce kişiyle isyan edip ayaklanmış ve nihayet Bayezid Paşa tarafından bastırılarak, çarmıha gerilip öldürülmüştür. İsyanla ilgili detaylı bilgi veren Dukas’a göre, “Sakız rahipleri de dâhil bölge insanlarının “Dede Sultan” diye hitap ettiği Börklüce Mustafa, dinî ve dünyevî hiçbir nizamı tanımayarak, kadınlar hariç her şeyin ortak olduğunu Yambolu’nun 50 km. kuzeydoğusunda olup Çatal Balkan adı verilen dağ sırasının güneyinde kurulmuş küçük bir tarım kasabasıdır. İlk olarak 2001 senesinde İstanbul'da basılan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 24. cildinde, 490-492 numaralı sayfalarda yer almıştır. 107 (ÖZTÜRK, 2012) 108 (OBT, 2008: 47, 53); (ÖZTÜRK, 2012, s. 130) 109 (Danişmend, 1971, s. 170) 110 Şeyh BedreddinMahmud, Bedreddin Simâvî veya Simavnalı Bedreddin (d. 1359 -ö. 18 Aralık 1420, Serez) Yaşamı hakkında bilinenler büyük oranda torunu Hafız Halil'in yazdığı Menakıbname'ye dayanır. Şeyh Bedreddin'in atası olan Abdülaziz, Osmanlı beyliğinin Rumeli fethine katılmış ve Dimetoka'da yapılan savaşta hayatını kaybetmiştir. Franz Babinger'e göre II. İzzeddin Keykavus'un kardeşi Abdülaziz'in Musevi asıllı hanımından olan İsrail adındaki oğlu, Dimetoka kalesi Rum Beyi'nin kızı olan Melek Hatun ile evlenmiş ve bu evlilikten Şeyh Bedreddin doğmuştur. İsyanın baş müsebbibi olan Bedrettin, Yunanistan'da küçük bir kasaba olan Simavna'da (Kiprinos) kadılık yapan bir zatın oğlu olarak dünyaya geldi (1359). İlginçtir ki; kadı olan babasının adı İsrail'dir. Franz Babinger'in tespitine göre 2. İzzeddin Keykavus'un kardeşi Abdülaziz'in Musevi asıllı hanımından olan İsrail, Dimekota kalesinin Rum beyinin kızıyla evlenmiş, bu evlilikten Bedrettin dünyaya gelmiştir.( İslam Ans.) 111 (BELGE, 2008, s. 480) 106

21


ilan edip peygamberlik iddiası güdüyordu. Osmanlı kroniklerinde de genel olarak Börklüce Mustafa’nın peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkıp isyan ettiği” kaydedilir.112 Bu isyandan sonra da Şeyhin müritlerinden öğrencisi olduğu öne sürülen Torlak Kemal, Manisa civarında, Börklüce Mustafa gibi, sapık fikirleriyle fesat çıkarak iki bine yakın kişiyle dolaşarak halkı isyana davet etmişti. Bayezid Paşa daha sonra Manisa’da bulunan Torlak Kemal üzerine yürüdü ve onu da yakalayıp astırdı.113 Bedreddin’in, Kemal’in isyanlarını duyar duymaz İznik’ten kaçarak, Kastamonu’ya Musa Çelebi’nin yandaşı İsfendiyar Emirine sığındığını kaynaklar yazarlar. Oradan Balkanlara geçer. Dobruca, Silistre ve Zağra, oradan, kaynaklarda ‘Ağaçdenizi’ diye geçen bugün Bulgaristan’da Deliorman adıyla bilinen bölgede isyana başlar. Onun sonuncu hedefi ‘darü’l-guzât’ Edirne’ye ulaşmaktı. ‘Menakıbnâme’, Bedreddin’in Ağaçdenizi’ne geçişini I.Mehmed’le görüşme ve konuşma maksadını taşıdığını, ama bazı ihbarcıların bu hareketi sultana karşı bir isyan olarak gösterdiklerini öne sürer.114 Bu dönem öncesi bazı hurifi çevrelerini trakyaya geçip alevi ve bektşi çevrelerinde örgütlenme çalışmaları yaptıkları bilinmektedir. . Şeyh Bedreddin’in takipcileri Musa Celebiyi desteklemişse, hurufller de doktrinlerine büyük bir ilgi ve sempati gösteren Şehzade II. Mehmet’in yanında yer almışlardı. Bedrettin yanlıları da "hurufllik" adı altında dinci bir ideolojide özlemlerini somutlaştırdılar. Aslında İran kökenli olan hurufllik tarikatı daha sonra bektaşi dervişlerini ve o kanalla yeniçerileri de etkilemişti. Bu akımların hıristiyan köylülerin kalabalık olduğu Rumeli'de çok taraftar bulması, dini açıdan eklektik unsurlara, sentez denemelerine yol açıyordu. F. Babinger, ‘Hurufilik’ konusunda şunları yazmıştır: 'Şeyh Bedreddin’in ortaya çıkışından itibaren Rumeli bu gibi dini tezahürler için en elverişli saha haline gelmişti...” XVII. yüzyıla kadar, daima, halkın nazarında islamla hıristiyanlığı uzlaştırır görünen ve bu yüzden halk kuşaklan arasında büyük yankılar uyandıran din adamlarının ortaya çıkmasından söz edilmiştir. Böyle bir uzlaşmanın habercisi olan Şeyh Bedreddin'in, Serez pazarında idam edilmesinden çok sonraları, Bulgaristan’da muridlerine rastlanıyordu. Şeyh Bedreddin’in takipcileri Musa Celebiyi desteklemişse, hurufiler de doktrinlerine büyük bir ilgi ve sempati gösteren Şehzade II. Mehmet’in yanında yer almışlardı. Oysa bu gelişmeleri kuşku ile izleyen ortodoks âlimler. Candarlı Kara Halil'in de desteğini sağlayarak Hurufileri kanlı bir biçimde yoketmiştir.115 Osmanlı kaynakları, kendisine mensup oldukları noktasında hemfikir oldukları Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal, Şeyh Bedreddin’den önce ayrı zamanlarda ve farklı yerlerde, Batı Anadolu’da isyan etmişlerdi. Burada Börklüce Mustafa, Torlak Kemal ve Şeyh Bedreddin, isyan hareketini aynı anda başlatmayıp, biri diğerinden sonra isyanı başlatmaları, isyanın planlı ve organize bir hareket olmadığını göstermektedir. Oysa ortak hareket etmiş olsalardı, Osmanlı kuvvetlerini bölmüş olacaklar ve galibiyete daha kolay ulaşabileceklerdi. Dolayısıyla isyan hareketi konusunda, bu nokta da akıllarda soru işareti bırakmaktadır.116 Dolayısıyla Şeyh Bedreddin’in bir asi olarak isyan hareketine öncülük ettiği görüşleri de tarihi delillerden yoksundur. Üstelik kazaskerliği sırasında kendilerine tımar verilip I.Mehmed tarafından geri alınan hemen bütün tımar sahipleri, Rumeli gazileri, Osmanlı fetihleri sırasında topraklarına el konulan yerel Hıristiyan feodalleri ve diğer merkezkaç kuvvetlerin Şeyh Bedreddin’in etrafında toplanmış olması bir isyandan ziyade, I.Mehmed’i endişelendiren bir durumun ortaya çıkmış olmasıyla tarif edilebilir. Dolayısıyla önesürülen isyan, büyük kesimiyle imtiyazları ellerinden giden Müslüman sipahilerin, Rumeli gazilerinin ve Hıristiyan feodallerin çıkarlarına hizmet eden bir ayaklanma olarak bilinmelidir. H.İnalcık ve Mustafa Akdağ da; kendi de bir gazi ailesine mensup bulunan Şeyh Bedreddin’e yöneltilen isyanının sınır boylarındaki gazilerle, tımarlı sipahilerle yakından ilgisi bulunduğunu belirlemişlerdir. Keza Şeyh’in Yıldırım Bayezid’in merkeziyetçi politikasına karşı çıkan Timur’un yandaşı ve Anadolu ve özellikle Rumeli’deki merkezkaç güçlerin temsilcisi olan Musa Çelebi’nin kazaskeri olması, dolaylı olarak kendisini bu isyanın içine çekmiştir. 117 Dukas, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, İstanbul Fetih Derneği Yayınları, İstanbul 1956 s. 6769 113 Solakzade Mehmed Hemdemi Efendi, Solakzade Tarihi, Haz., Vahit Çabuk, Kül. Bk. Yay., Ankara 1989, c.I, s. 60; Neşrî Tarihi, s. 541-547. 114 Halil b. İsmail, Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin, s.11 115 (TİMUR, 1994, s. 134) 116 Selahattin Döğüş; gazeteçi 117 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul 1977, C.1, s. 347; H.İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300–1600), s. 13 112

22


Yıldırım Beyazıt oğulları arasındaki taht kavgaları sonunda; Sultan Mehmet diğer kardeşlerini yenerek tahta çıkmıştı. İleri görüşlü birkimse olan kardeşi Musa Çelebi ise Şeyh Bedrettin'den yanaydı. Sultan Mehmet; Musa Çelebiyi de yenerek Şeyh Bedrettin’i İznik kasabasına sürgün gönderdi. Şeyh burada boş durmayıp; en sadık adamlarından Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal'i halkı örgütlemek için Aydın ve Manisa dolaylarına yolladı... Aydın’a, oradan Karaburun dolaylarına giden Börklüce Mustafa, köylülerle ilişki kurdu ve görüşlerini kabul ettirdi. Bölgedeki Hiristiyan halkla da dostluk kurdu. Ve bir kısım topraklardan ağa-bey takımını atarak, toprağı hep beraber işlemeye, sosyal adaleti uygulamaya, kardeşçe yaşamaya başladılar. Durumdan endişelenen Sultan Mehmet, Saruhan (şimdiki Manisa) valisini üzerlerine gönderdi. Örgütlü köylüler valinin kuvvetlerini Karaburun’un dar geçitlerinde tepelediler. Bu sırada Şeyh Bedrettin İznik’ten kaçarak Bulgaristan’ın Deliorman bölgesine gitmişti. Börklüce Mustafa'nın çok güçlü olduğunu öğrenen Sultan Mehmet bu sefer de Sultan Murad'ı büyük bir kuvvetle üzerlerine gönderdi. Zaten bunu bekleyen Börklüce kuvvetleri "düşman ordusuna on bin balta gibi daldı." Kahramanca çarpıştılar. 8 bini öldü. Diğerleri esir edildiler. Bu olayı, devrimci şairimiz Nâzım Hikmet; "Şeyh Bedrettin Destanı" kitabında şöyle destanlaştırır: "Hep bir ağızdan türkü söyleyip hep beraber sulardan çekmek ağı, demiri oya gibi işleyip hep beraber hep beraber sürebilmek toprağı ballı incirleri yiyebilmek hep beraber yârin yanağından gayri her şeyde her yerde hep beraber diyebilmek için on binler verdi sekiz binini... " Şeyh Bedreddin Destanı” (1936) Yenilen bu devrimcileri, Ayasluğ şehrine118 götürüp boyunlarını vurdurdular. Börklüce Mustafa'yı da kollarından bir deveye bağlayarak çarmıha gerdiler. Birçok şehirlerde gezdirerek teşhir ettiler. Manisa dolaylarındaki Torlak Kemal’de aynı akıbete uğratıldı. Bu sırada Deliormanda Bedrettin’in etrafında birçok halk toplanmıştı. örgütlenmekmek üzereydiler. Bunun duyan Sultan Mehmet adamlarından bazılarını Bedrettin'in yanına göndererek, onun müritliğine geçmelerini söyledi. Aslında bunlar birer ajandı. Ve fırsatını kollayarak Bedrettin'i çadırında bastırıp bağladılar. Serez şehrindeki Sultan Mehmet'in yanına götürdüler. Öldürülmesine fetva çıkartıp Serez çarşısında bir ağaca astılar. Yine bu sene Musa’ya karşı, Mehmet Çelebi’yi yardımcı olan Everoz Bey öldü.119 1419 Karaburun’da başlayan Börklüçe ve torlak /Bedreddinin mürüti) isyan başlattı ama I. Mehmet tarafından bastırıldı. Düzmece Mustafa olayı: Timur tarafından esir edilip götürüldükten sonra esaretten kurtulmuş olması daha muhtemel görülen Mustafa Çelebi, Eflak prensi Mirce ve Niğbolu muhafızı İzmiroğlu Cüneyd Bey’le birliktelik ve Gazi Timürtaş ve Evrenos oğullarını da etrafına toplıyarak Birinci Mehmed’e karşı saltanat iddiasiyle ortaya çıkmışsa da bu olayın tarihi biraz belirsizdir. Osmanlı kaynaklarında genelliklele Mustafa-Çelebi’nin Birinci Mehmet devrindeki bu ilk isyanı gözardı edilip İkinci Murad devrindeki isyanından önemle anlatır.120 İlk isyanın tarihi pek açık değildir: Örneğin bir söylenceye

göre bu amaç ilk defa olarak 1416 tarihinde ortaya çıkmıştır. Şehzâde Mustafa’nın Edirne’den başka Serez’de basılmış paraları da bulunup neşredilmiştir; Bu duruma göre Mustafa Çelebi’nin Birinci Mehmet devrinde Rumeli’ye hiç olmazsa kısmen olsun bir kaç sene hâkim olduğunu kabul etmek gereklidir. Her halde bundan da anlaşılacağı gibi Osmanlı tarihinin bu devirleri çok karanlıktır. Bizans kaynaklarına göre Tesalya’da Birinci Mehmed’in ordularına mağlûb olan Mustafa Çelebi, İzmir oğlu 118

119 120

Ayasluğ TARİH. Küçük Menderes delta ovasının güney doğusundaki bir tepenin yamaçlarında bulunmakta: Tdv İslâm Ansiklopedisi. (1994). Ank.:. (BELGE, 2008, s. 480) (Danişmend, 1971, s. 181)

23


Cüneyd Beyle beraber Bizans’ın Selânik valisi Dimitrios Lâskaris’e iltica etmiş, Çelebi Sultan Mehmet Bizans imparatoru İkinci Manuil Paleoloğos’dan kardeşinin kendisine teslimini istemiş, imparator sığınanı teslim edilemiyeceğini ileri sürerek teklifi red etmiştir. Nihayet Sultan Mehmed’in ömrü oldukça Bizanslılar tarafından Salı verilmiyeceği hakkında bir anlaşma imzalanarak Mustafa-Çelebi’nin otuz kişilik arkadaş gurubuyla beraber masrafına karşılık olarak Bizans’a her sene üç yüz bin ve bir söylenceye göre de dokuz yüz bin akça vermek koşuluyla sorun halledilmiştir.121 1421 “Düzmece” Mustafa Edirne’yi ele geçirdi.122 Çok sürmeden 1422 Düzmece Mustafa İsyanı bastıldı.123 1419'da Bursa’da çok büyük yıkım yapan bir başka deprem gerçekleşti. Depremden sonra dağlardan kopan kayalar şehirlere yuvarlanırken çok sayıda can kaybı yaşandı. Kayıtlara göre deprem sırasında Bursa’da olup da en azından kısmi zarar görmeyen tek bir bina bile kalmamıştı. Yine depremin oluşturduğu çukurlar ve yarıklarda yeni akarsuların meydana geldiği söyleniyordu ama bunun ne kadarının gerçek ne kadarının abartma olduğunu bilemiyoruz. Deprem İstanbul’da hissedildiyse de ne kadar yıkıma sahip olduğunu bilmiyoruz. Depremin Tokat gibi Karadeniz şehirlerinde bile hissedildiği bazı kaynaklarda geçer.124I. Sultan Mehmet adamlarından bazılarını Bedrettin'in yanına ajanlarını yoladı, Bedrettin'i çadırında bastırıp bağladılar. Edirne’yesultana götürdüler, 1420 yılında Şeyh Bedreddini Serez’de yargılandıktan sonra idam edildiler. Hemen iki sene sonra Eylül 1422-Ağustos 1423 [6931,dünya yılına Bizans Kısa kroniklerinde 1. İndiksiyon 36 (CP) göre] dokuzuncu veba salgını meydana geldi.125 Edirne 1427 yılında 37 bin kişinin yaşadığı bir şehir haline gelmiştir. Ancak 15. yüzyılda veba, yeni neslin yaklaşık %10-15’ini yok etti ve toplu ölümler olağan hale geldi. Böylelikle nufus azaldı. 1429 yılında Bursa şehirde baş gösteren veba salgını ise Timur ordularının verdiği zarardan daha fazla bir şekilde şehri adeta viraneye çevirmiştir.126 1438 Sultan Murad Edirne’de Yeni Camii yapmaya başladı (1438). Ve aynı yıl Cuma gün Edirne’den çıkıp Ungurus127 vilayetine sefer etti.128 Bu sırada İstanbulda Eylül 1440-Ağustos 1441 [6949,dünya yılında Bizans Kısa Kronkleri, 4. İndiksiyon 37 (CP) göre] onuncu veba salgını meydana geldi.129 II. Murat’ın savaşta elde edilen, ya da satın alınan devşirmelerden oluşturduğu kullardan birçoğu sarayda ve orduda önemli mevkilere geldiler. Balkanlarda kazanılan topraklardan bunlara dirlikler verildi. Bu suretle II. Murat asıl dayandığı kuvvetler olan Türk beylerine karşı bir denge oluşturmaya çalışıyordu. II. Murat zamanında savaşcı eğilimleri daha ziyade devşirmelerin üst tabakalan temsil etmiştir. Ancak vezir Candarlı'nın yenicerilere hâkim olması, bu eğilimleri frenliyordu. Bununla beraber II. Murat döneminde de fetihler devam etmiştir. Avrupa’da Teselya ve Makedonya’yı geri alan II Murat, Bizans'ı yeniden vergiye bağlamış ve sonra Anadolu'da bağımsızlık eğilimleri gösteren Türkmen beylerine dönmüştür.130 II. Murat Türkmen beyleri, kapıkulları ve güçlü Türk aileleri, özellikle Candarlı ailesi arasında denge kurmaya çalışıyor ve Avrupa ile Anadolu arasında mekik dokuyordu. Türklerin yenilebileceği ve Avrupa’dan çıkarılabileceği umuduna kapılan binlerce haclı süvarisi. Papa’nın da gayretleriyle Hunyadi’nin kuvvetlerine katıldılar. Bu kuvvetler, II. Murat’ın Anadolu'da bulunduğu bir sırada harekete geçti ve Güney Sırbistan’ı, Niş’i, Sofya'yı aldılar. Bu başarısızlıklarla birlikte Sırplı karısı Mara131’nın önerileri ve nihayet gözde oğlunun ölümü (büyük oğulu Şehsade Alahaddin Bey) II. Murat’ı ödün verici bir anlaşmaya sürükledi. Sırbistan topraklarını geri aldı ve Eflak’la birlikte, Osmanlı koruması altına aldı. Ve bu topraklara göreli bir özerklik verdi. Bu yenilgi Osmanlı devletinde kuvvet dengesini etkiledi. Gaziler ve beyler II. Murat’ın barışcı ve ödüncü politikasına karşı oğlu II. Mehmet'i desteklediler. Çandarlı ailesi ve onun kontrolundeki yeniceriler ise II. Murat'ı tuttular.

(Danişmend, 1971, s. 181) (BELGE, 2008, s. 480) 123 (BELGE, 2008, s. 480) 124 (KILIÇ-a, 2013, s. 111) 125 (KILIÇ-a, 2013, s. 111) (Onucu ile dokuzuncu sıra kısa kroniklerde şaşmış olabilir. Anısı) 126 (KILIÇ-b:, 2004, s. 43) 127 Osmanlilarca Macaristan ve civarina verilen isim. 128 (OBT, 2008: 60) 129 (KILIÇ-a, 2013) 130 (TİMUR, 1994, s. 128) 131 Bkz. https://drive.google.com/file/d/1jJbmoDHSNDfUHFShvoyld-3LDbojb-ds/view?usp=sharing 121 122

24


Devşirme aristokrasisinin sempatisi de II. Mehmet’den yanaydı. II. Murat 1444’de çeşitli baskılar altında tahtı oğlu II. Mehmet'e bıraktı.132 Eylül 1455-Ağustos 1456 [/6964, Bizans kadim takvimine göre 4. İndiksiyon’da] her çeşit meyve kıtlığı vardı, halk aç kaldı. Otların yeşilliklerini ve köklerini yiyorlardı ve herkes açlıktan hastaydı. Buğday'ın Pentalitron'u133 30 Hyperpyra'ya (Bizans para birimi) satılıyordu. 3 tam ½ (üç buçuk) Flori (Venedik altını)- ve genede bulunmuyordu Osmanlı başkentinde 1446 yılında yaşanan “Buçuk Tepe İsyanı” Osmanlı tarihinde yeniçerilerin ilk isyan hareketidir. İlk isyan olarak tanımlanan 1446 yılındaki “Buçuk Tepe İsyanı”, bir yönüyle Haclı saldırıları karşısında zor günler geçirmekte olan devletin koruması için, çocuk yaştaki padişahın yerine; devlet erkânının önemli bir kesiminin de arzusu doğrultusunda Sultan II. Murad’ın tekrar tahta geçirilmesidir. Bu esnada meydana gelen karışıklığı değerlendiren yeniçeriler Şehabeddin Paşa’nın evini de yağmalamışlardır. 1442’de hataları yüzünden askerî kırdırmakla suçlanan paşaya karşı diş bileyen yeniçeriler, bu sayede fırsatı değerlendirmişlerdi. Maaşlarına yarım akçe terakki (yükselme) yapılması ve II. Murad’ın (1421-1451) yeniden tahta geçmesiyle sona eren yeniçerilerin karıştığı bu ilk olaydan sonra benzeri başka bir problem de II Bayezid’in ülke yönetimindeki zafiyet gösterdiği döneme rastlamıştır. Şehzadeler arasındaki taht mücadelesinde Şehzade Korkut, yeniçerilere sığınıp onların desteğiyle tahtı ele geçirmek istemiş fakat aradığı desteği bulamamıştı. Yeniçeriler onun “Bilginliğini, şerî ilimlerdeki derinliğini” kabul ediyorlar; ancak onu önderlik işinde, devleti ve orduyu zapt etmede, yiğitlik ve hüküm vermede yetersiz, birikimsiz” görüyorlardı. Ayrıca Şehzade Korkud’un çocuğu olmamıştı. Onun tahta geçmesi halinde padişahların haleflerinin kendi çocukları olması yönündeki gelenek bozulabilecek, sıkıntılar yaşanabilecekti. Bu gerekçelerle askerler, Yavuz’un yanında yer almayı tercih ettiler ve tercihleri doğrultusunda ağırlıklarını koydular. Osmanlı Devletinde bu merkeziyetci eğilimleri başından itibaren sezen Bizans, elinde rehin bulunan Beyazıd'ın oğlu Mustafa Celebi'yi ileri sürerek yeni bir müdahalede bulundu. Musa Celebi yi destekleyen kuvvetler, aynen Düzmece Mustafa’yı da desteklediler. Bunlar Türkmen beyleri, henüz yeni yerleşmekte olan yarı göçebe Türkmen halkı ve yoksul köylülerdi. Bizans da bu güçleri merkeze karşı destekliyordu. Bununla beraber, İlerki tarihlerde II. Murat Timur yönetiminin canlandırdığı ‘Karaman Beyliği’ni de kendine bağımlı kıldı. Aynca ahi örgütlerinin yardımını da sağlayarak Mustafa'yı yendi ve ortadan kaldırdı. 134Bu olay şöyle gelişmişti: 1453 İstanbul’un fethi, birkaç çümle Ocak ayı başları Mehmed135 II askerlerini harekete geçirmeğe başladı. Urban tarafından dökülen topun denemesi Edirne'de yapıldığı zaman hazır bulundu. Deneme olumlu neticelendi. Büyük Türk topu [Türk kaynaklarında Şahi]'nun Edirne'den Konstantinopolis'e beş mil mesafeye çekilmesi. Nakliye için iki ay geçti ve çok sayıda görevli katıldı. Edirnede denenen bu toplar orta yol güzergahı da en kısa yoldan surların önüne götürüdüğü muhakaktır. Kıyı boylarını feth etmeye giden askerlerin bir kısmı ile ile surlara yönelen askerlerde Babaeskiden geçmiş olması gerekir. Karaca Bey, henüz Bizanslıların elinde bulunan sahil kesimindeki kalelere akınlar yaptı. Selimbria [Silivri] direndi. Direnmeya reğmen Mesembria [Misivri] ele geçirildi (Mart). Mart ayının başı-ortası arası günlerde Türk ordusunun Konstantinopolis önünde yer alması ile nakli tamamlandı. Kara tarafının abluka altına alınması tamamlandı, deniz tarafında ise bazı Bizans gemileri Cizicos [Erdek]'a kadarki sahilde akınlar ve yağmalar yaptılar. Başkentte ise Kiliseler ittihad'ına karşı olanların tahrikçi muhalefeti devam ediyordu. Konstantinopolis ahalisi hücumun kutsal hafta (25-31 Mart arası) içinde yapılmamasından hoşnut kaldılar.136 (TİMUR, 1994, s. 129) -- 1 Pentalitron burada 38,439 litredir. Bkz. P. Schreiner, Kleinchroniken, C. II, s. 485; E. Schilbach, Byzantinische Metrologie, s. 107. 134 (TİMUR, 1994, s. 128) 135 Çetin Altan, ‘Tarihin Saklı Yüzü’,kitabına göre Fatih Sultan Mehmet -belki çok garip görünecek amasağlığmda Beyazıt’la, Cem’in birer oğlunu yani kendi öz torunlarından ikisini yanında rehin tutuyordu. Beyazıt yahut Cem, kazara Fatih’e başkaldırırsa, Fatih de onların oğullarım, yani kendi öz torunlarım öldürecekti... Bize İstanbul’u armağan eden Sultan II. Mehmet’in, kendi çocukları arasında kurduğu iktidar denklemi böyleydi Çetin Altan, ‘Tarihin Saklı Yüzü’,İstanbul, Kasım. 1994, Afa Yayınları AŞ, s. 183 132 133

136

A. Pertusi- İstanbul'un Fethi, Çağdaşların Tanıklığı, İstanbul,2004; Özal Matbaası

25


II. Mehmed, topları ve 70 bin kişilik esas kuvvetleriyie Edirneden hareket etmişti. Donanma da Mart ayında Gelibolu'dan ayrıldi. 2 Nisan'da Osmanlı öncü kuvvetleri Konstantinopolis önündeydi. Aynıgun imparator, Haliç girişini zincirle kapatma emrini verdi. Ve Konstantinopolis 29 mayıs 1543 düştü… Bir sene sonra 2 Şubat [6962] =1454 yılında olağan üstü bir mucize oldu. Karadeniz'den devasa buz parçaları geldi. Bazıları evler kadar büyüktü. Bazıları daha küçüktü. Bazıları da o kadar büyüktü ki bütün limanlar bunlarla doldu. Kimileri buzların üstünde kendi ayaklarıyla yürüyerek, Galata'ya kadar gittiler ve döndüler. Boğaz, liman ve Propontis (Marmara Denizi) buzlarla doldu. Bunlar gider gitmez diğerleri geliyordu ve limanı dolduruyordu ve bu durum Şubat ayı boyunca devam etti.137 Hemen yanında ‘Ahmet Dede’ türbesi olan, Fatih Cami 1467 yılında Babaeski’de yapıldı.138 Ayrıca yine bu yıl (1467) İstanbul’da veba salgını başladı.139 Belkide sayısını hesaplamak ve konudan bahsetmek, külfet oldu. İstanbul’daki Türk hâkimiyetinde ilk veba salgını olmalı, bu veba salgınının Babaeskiyi etkileyip etkilemediğini bilmiyoruz. Sultan Bayezid (II. Bayezid), kara yoluyla Edirne’ye vardı. Âlimler ve fakirler için Tunca Nehri kıyısında Allah yolunda bir imaret, hastahane ve bir medresenin temelini kendi mübarek eliyle bir saatte attı. Bu arada fakirlere nice kurbanlar dağıttılar.140 Sultan Bayezid, 893 yılı 10 Zilkade Cumartesi (16.10.1488 Perşembe) günü Edirne’de yaptırdığı yeni imareti ve hastahaneyi hizmete açtı. Bu açılışta âlimler (ulemâ), pek çok zengin ve fakir, bay/zengin ve yoksul hazır bulundu. İmareti yapan zamanın meşhur mühendisi Rüstem Çelebi idi. İmaret, hastahane (bîmârhâne) ve medrese aynı gün hizmete girdi.141 1484 yılında Aşıkpaşazade Tevarih-i Al-i Osman’ı tamamladı ve bu yılda vefaat etti.142 1489 yılındada İstanbul yakınlarında gerçekleşen bir depremde İstanbul’daki bazı cami minareleri yıkıldı. 7 Nisan 1491, ll. Bayezid bir sefer düzenlemek ister, ama ordu komutanları onu engellerler. Aynı günlerde başşehri etkileyen büyük bir fırtına çıkar ve yıldırım düşmesi sonucu barut deposu patlar. Sultan Edirne’ye doğru yola çıkar, ama bu bölgede kol gezen veba salgını onu İpsala’dan geri dönmeye zorlar; İstanbul’a (Kostantiniye’ye) 1491’in ocak ayında varır. Öykü tam burada birden bire bitmektedir. Oysa daha sonra yazılan tarihlerde, birkaç ay sonra Memluklarla barış yapıldığı ve padişahın 7 Nisan 1491’de Arnavutluk seferine çıktığı yazılmaktadır ki, bu bilgiler, 1491 metninin sonunda yer alan korku ve dehşet havasını bir ölçüde dağıtmaktadır. H. 900 yılının yaklaşmasıyla dini hareketler de başgösterir. II. Bayezid Dönemi büyük felaketlerin yaşandığı bir dönem olarak da kayıtlara geçmiştir. 1492 ve 1502 yıllarındaki veba salgınları pek çok ölümle sonuçlanırken, yine altı yıl süren kıtlık büyük sıkıntılara yol açmıştır. 143 1492 yaz aylarında h. 897 yılı Receb, Şaban ve Ramazan aylarında yaşanan bu salgın sırasında İstanbul’da beş günde 1.000, takip eden on günde 25.000, üçüncü 17 günlük dönemde ise 30.000 kişinin olduğu ifade edilmektedir ki, yaklaşık bir aylık bir sürede 56.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu salgın sebebiyle Sultan II. Bayezid dört ay süreyle Edirne’de kalmış ve İstanbul’a gidememiştir. Mısır, Arabistan ve Suriye bölgesinde veba salgını daha da şiddetli olmuş ve günde 1.000 civarında insan

(KILIÇ-a, 2013) KILIÇ Şahin – “Bizans Kısa Kronikleri” (Chronica Byzantina Breviora) -İthaki Yayınları, İstanbul, 2013 s.281 138 Bkz.ÖZTABAK Mucit, Kaybolan Binalarımız /Kaybolmasın, Fatih Cami, Temmuz-2015, Babaeski 139 (BELGE, 2008, s. 483) 140 (NT, 2008: 376) 141 (OBT, 2008: 140) (ÖZTÜRK, 2012, s. 133) 142 (BELGE, 2008, s. 484) Yahşi Fakih, II. Osmanlı Sultanı Orhan Gazi’nin imamı olan İlyas Fakih’in oğludur. Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine ilişkin Menakıb-ı A’li Osman adıyla anılan ilk kaynaklardan birinin bu kişi tarafından, babası ve cevresinden duyduklarını kaydederek yazdığı söylenir. Tevârih-i A’li Osman yazarı Aşıkpaşazade başta olmak üzere birçok Osmanlı tarihçisi, Fakih’in bu yapıtını olduğu gibi kopya edip Osmanlı tarihini yazdıkları iddia edilir! 143 İnan, Kenan, Doç. Dr. Kaygusuz Sultan C. II. Bayezid Dönemi s.383-392 Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye 137

26


hayatını kaybetmiştir. Mısır’da salgının üç gün çok şiddetli geçtiği ve bu üç gün içerisinde 600.000 insanın öldüğü kaydedilmektedir.144 H.898’senesinin sonuna doğru, 1493 sonbaharında Manastır’dan (bugünkü Bitola) dönerken II. Bayezid, küpeli, gerdanlıklı ve yün kebeli bir Haydari dervişinin saldırısına uğrar. Padişahın yolunu kesen derviş, kebesini fırlatırken “ben Mehdi’yim” diye bağırır ve yılan biçimindeki bıcağını sultana saplamaya kalkışır. Muhafız birliği korkuyla kaçışınca, vezirlerden biri demir topuzunu dervişe fırlatarak onu etkisiz kılmayı başarır.145 Edirne Kadısı İsa Fakih’e h. 899’yılında (1493-1494), Filibe ve Zağra bölgelerinde ortaya çıkan yeni mezhepleri yayan (ehl-i bidat) abdal, ışık vb. “aykırı” tarikatlara mensup dervişleri gözetim altında tutması için gönderilen emir bu olayla ilişkili olabilir. Bu emre uyan İsa Fakih, artık hayatta olmayan Osman Dede’nin cömezlerinden elli kadar dervişi Edirne’ye getirerek sorgular. Dervişlerden sapkınlıkla suçlanan ikisi asılır, diğerleri Anadolu’ya sürülür. Aynı yıl (899), İran’dan İstanbul’a gelen ve Mesih’in elcisi olduğunu iddia eden bir sufi burada idam edilir. Birkaç ay sonra “divane” denilen, Bursa’daki Muradiye medresesi hocalarından Molla Lütfi, ulema tarafından yargılanır ve inançsız olduğuna karar verilerek 25 Rebiulahir 900 günü (23 Ocak 1495) idam edilir.146 Oruç Bey’in verdiği başka bir bilgiye göre, h.901 (1496) yılında meydana gelen yangında Edirne çarşısındaki kumaş dükkânlarında Batılı tüccarlara ait külliyetli miktarda kumaş yanmıştır 147 Hekim Lârî derler, Acem vilayetinden Lâr’dan gelmiştir. Arap, Acem ve Hindistan’ı gezip gelip Rum vilayetinde (Anadolu’da) merhum Sultan Mehmed (Fatih) yanında şöhret tuttu. Onun şöhreti Sultan Bayezid devrinde de devam etti. Lârî Edirne’de Tahtakale semtinde bir cami ve bir mektep yaptı. Yaptırdığı cami önüne Tunca Nehri’nden su getirdi.148 1497 senesinde Edirne’de Tunca ve Meriç suları taştı. Edirne şehrinin kenarları harap oldu. Sel suları yeni imareti, hamamı, köprüyü, merhum Süleyman Paşa [Orhan Gazi oğlu] Camii’ni, Küçük Pazar’ı ve Çukurbostan’ı alıp götürdü, 21 Cemaziyelâhir 902 Cuma gecesinde (24.02.1497 Cuma) meydana geldi.149 905 yılı mübarek Muharrem ayının on birinci gününde Pazar gecesi (18.08.1499 Pazar) Edirne’de hisar içinde Kazancılar Çarşısı, kervansaray, kilise, Halepli Camii çevresi ve nice mahalleler yandı.150 24 Zilhicce 906 Cumartesi (11.07.1501 Pazar) akşam vaktinde, Edirne şehri tamamen yandı. İki ulu cami, Eski ve Yeni Cami, 10 kervansaray, 12 mahalle mescidi ve çarşı çevresi, 2 hamam ve 5 binden ziyade dükkân yandı derler. Bu olay ki oldu, Hak Teâla’nın bir hışmı, gazabı ve azabı olmuştu, bu halkın fiiline göre.151 16-17 Haziran 1503 [/7011,dünya yılında Bizans kısa Kroniklerinde 6. İndiksiyon, da] CumaCumartesi “Avlona (Yunanistan) ve Kanina'da (Arnavutlukta) büyük bir deprem olduğu zaman, [7011 dünya yılıydı. 17 Haziran], Hagios İsauros'un Cumartesi günü. Ayrıca Cuma günü gecenin saat 2'sinde deprem oldu. Cuma günü Haziran ayının 16'sıydı.”152 Oldukça uzak olan bu debrem bölgesinde anlaşılan Babaeski etkilenmemiş olmalıdır.1508 [/7016, dünya yılında Bizans kısa kroniklerinde 11. İndiksiyon,] da miladi 29 Mayıs, 1508 yılı Pazartesi günü da Krete'de (Girit) deprem oldu, 153 1509'da İstanbul tarihinin en büyük depremlerinden biri gerçekleşti. İstanbul‘da 11 Eylül 1509‘da başlayıp kırk beş gün süren deprem beş binden fazla can kaybına yol açarken binden fazla ev ve yüzden fazla mescit yıkılmış büyük camilerde de hatırı sayılır hasar meydana gelmiştir. Bu hadise halk arasında “küçük kıyamet” olarak adlandırılmıştır.154 T.C. Başbakanlık Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı Deprem Dairesi Başkanlığının verilerine göre; 1509–1895 yılları arasında Edirne civarında şiddeti 5 ve üzerinde 20 deprem tespit edilmiştir. Yine aynı verilere göre; 1509 depreminin merkez üssü İstanbul, şiddeti 9 olarak gösterilmektedir. 1751–1752 depremleri ise Edirne-Havsa merkez üssü olarak 9 (KILIÇ-b:, 2004, s. 44), (Yerasimos, 1993) 146 (Yerasimos, 1993) 147 (OBT, 2008: 170). (ÖZTÜRK, 2012, s. 126) 148 (OBT, 2008: 185, 196 (ÖZTÜRK, 2012, s. 128) 149 (OBT, 2008: 171) (ÖZTÜRK, 2012, s. 128) 150 (OBT, 2008: 190) (OBT, 2008: 190) 151 (OBT, 2008: 210-211) 152 (KILIÇ-a, 2013, s. 190) 153 (KILIÇ-a, 2013, s. 210) 154 İnan, Kenan, Doç. Dr. Kaygusuz Sultan C. II. Bayezid Dönemi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye 144 145

27

/ [s.383-392] Karadeniz Teknik


şiddetinde olduğu görülür.155 10 Eylül, Salı 1509/7018, senesinde 13. İndiksiyon, göre “Ayrıca onun (II.

Bayezid) imparatorluğu zamanında, 7015 yılı, Salı günü, gecenin 4. saatinde, Konstantinopolis'te büyük deprem olur.”156 Not: Debrem veba İstanbul'da sık sık deprem olurdu. 16. yüzyılda en büyük deprem 1509 senesinde II. Bayezıd'ın zamanında olmuş ve 13.000 kişi ölmüştü.157Limanlardan ticaret gemileri vasıtasıyla gelir ve şehirde büyük kayıplara sebep olurdu. Görgü tanıklarına göre 1562 ve 162l'158deki veba salgınlarında günde 300'den l000'e kadar artan ölümler 3-4 ay sürmüştür.159 10 Eylül tarihinde gerçeklesen depremin büyüklüğü 7,2-7,3 olarak tahmin edilmektedir ve depremin tünemeye sebep olduğu bilinmektedir. Depremde İstanbul’da yasayan 160 bin kişiden 13 bini hayatını kaybetmiştir bu da nüfusun %8'ine tekabül eder bugünkü hesaplamayla 1 milyona yakın insanın ölmesi gibi bir eşdepremde denk gelebilir. Binden fazla ev ve 100'den fazla cami zarar görmüştü. Depremin öncesinde hiçbir artçı sok olmamakla beraber sonrasında 45 tanesi hissedilebilecek büyüklükte (en az 3 büyüklüğünde) olmak üzere yüzlerce artçı sok meydana geldiği tahmin edilmektedir. İstanbul’da depremden dolayı zarar görmeyen bir tane bile bina (toplam 35 bin ev vardı) kalmadığı yine bildirilen şeyler arasındadır.160

Fotoğraf: 1-- debremin surlara verdiği zarar sonradan çekilmiş. (örnek)

Zarar İstanbul’la sinirli da değildi. Örneğin Çanakkale’nin Avrupa yakasında zarar görmemiş bir ev bile kalma misti. Edirne’de birçok caminin minaresi tamamen yitilmiş, bazı camilerin kubbelerinde çatlaklar meydana gelmişti. Rumeli’de Gelibolu ve Silivri istihkâmlarıyla Edirne ve Dimetoka şehirleri harâbeye dönmüştür. İstanbul'un medrese, mektep, hastahâne, imâret, çarşı, su-bendi vesaire gibi umumî binâları da harab olduktan başka, deniz sulan kabarıp İstanbul ve Galata sûrlarından aşarak birçok mahalleleri seller içinde bırakmıştır. Receb ayının başlarında ve Teşrinievvel sonlarında ikinci Bâyezid İstanbul’un fecî manzarasına dayanamıyarak Edirne ve Dimetoka’ya gitmişse de oralarını da perişan bir halde bulmuştur.161 Olarak anlatmaktadır Başka bir kaynakta ise 1509 debremine şöyle yer verilmiştir: “1509 Depremi en fazla hasarı İstanbul’da yapmış, 4.000 – 5.000 insan hayatını

Bkz. http://www.deprem.gov.tr/tr/tarihseldepremler (21 Haziran 2016 tarihinde erişildi.) (KILIÇ-a, 2013) (BELGE, 2008, s. 486) 157 Liıhgow, Tlıe Total Discourse . . , s. 138. 158 ÜÇEL, AYBET, Gülgün, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (15301699), iletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 159 Sandys, Sandys' Travailes, s. 29; Selaniki, Tarih, s. 273. 160 http://www.livescience.com/…ul-earthquake-risk.html 161 (Danişmend, 1971, s. 416) 155 156

28


kaybetmişti”162 Hatta kimi tahminlere göre ölenlerin sayısı 5.000–13.000 arasında olmuştu.163 Can kaybının bu denli fazla olmasının önemli bir nedeni de, depremin gece meydana gelmiş olması idi. Kaynaklar, depremin gece yarısına doğru, saat 10.00’da meydana geldiğini yazmaktadır. Depremden korunmak için Sultan II. Bayezid, Edirne’ye gitmek zorunda kalmış.164 Fakat İstanbul depreminden 15 gün sonra Edirne’de yeni ve şiddetli bir sarsıntı daha olunca sultan için ahşap bir ev yaptırılmıştı. Aynı sene Şaban ayında yine Edirne’de aynı şiddette bir deprem daha meydana gelmiş, bu kez Tunca Nehri taşarak üç gün boyunca geçit vermemiş ve çok sayıda insanın ölümüne yol açmıştı. Yine deprem esnasında denizlerde gel-git olaylarının da olduğunu kaynaklar aktarmaktadır.165 İbn Kemal, deprem sonrasını, “tarifi zor bir manzara vardı” şeklinde ifade ederken, depremden sonra çalışmalar hemen başlatılmıştı. 10 Eylül 1511'de Edirne’de gerçekleşen ve kısmi yıkıma sebep olan bir artçı sok gerçekleşecekti. Depremden sonra yıkılan yerleri yeniden inşa edebilmek için 60 bin işçi tutulacaktı ve yıllarca suren bir çalışma gerçekleşecekti. Depremin hemen ertesi günü başlayan tamir işlemleri olmasaydı büyük ihtimalle artçı şoklar daha fazla zarara yol açabilirdi depremin gece 3-4 arasında gerçekleştiği tahmin ediliyor. Depremden söz eden ilk yazılardan biri İstanbul’da yasayan venedikli Nicolo Zustignan'in arkadaşlarına yazdığı mektuptur. Bu mektupta depremin 10 Eylül günü gece yarısından 4 saat sonra gerçekleştiği yazıyor.166 26 Mayıs -10 Haziran 1512 [ 7020,senesinde Bizans Kısa Kronikleri, 15. İndiksiyon’a] göre (I. Selim) babasına Selymbria'da [Silivri] zehiri verdi ve (Bayezid) öldü167 1519- İlk Çelâli isyanı: Bozoklu Celâl, Celali ayaklanmaları, Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirdi. Ağır vergiler yüzünden ya da “Büyük Kaçgun” sırasında yerlerinden olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçti. Vergiler yüzünden borca giren köylüler, işledikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırdılar. Osmanlı toprak düzeninin bel kemiği olan Tımar Sistemi bozuldu. Büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler oldu. Tarımsal üretim geriledi ve kıtlık tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesine yol açtı. On binlerce insan yaşamını yitirdi ve pek çok yerleşim yeri yıkıma uğradı. İsyandan sonraki kıyımdan kaçabilenler İran'a kaçarlarken, saklananlar İç ve Doğu Anadolu Alevilerinin temelini oluşturmuşlardır ve atalarıdırlar, Saklanmayan ve kaçmayan kalabalık Türkmen aşiretleri ise bugünkü Bulgaristan ve Makedonya topraklarına sürgün edilmişlerdir, o vakte kadar yalnız Batı Anadolu'dan yapılan iskânlarla az bir Türk nüfusuna sahip olan Balkanlarda bu tarihten itibaren Türkler çoğalmıştır. Köylü çiftbozan olmuştur yani tarlasını bırakıp, işlemeyip göç etmek istemiştir, böyle köylülere çiftbozan adlı ceza vergisi uygulanırdı. 12 Haziran 1542'de Trakya’da gerçeklesen bir deprem İstanbul’da da şiddetli bir şekilde hissedilmişti. Çanakkale’nin Avrupa yakası, Edirne ve İstanbul’da toplam 5 bine yakın insan hayatını kaybettiği depremde binden fazla bina yıkılmış, çok daha fazlası kırılıp çökmüştü. 10 Mayıs 1556'da gerçeklesen bir başka depremin merkezi Erdek yakınlarıydı. Deprem sonrasında ortaya çıkan zarar Erdek’le sınırlı olmayacaktı. Bursa ve İstanbul’da birçok bina, İstanbul’un surları, birçok caminin minaresi yıkılacaktı, Ayasofya’nın duvarları çatlayacaktı ve Fatih Camisinin duvarlarında ağır yıkıntı çıkacaktı. Babaeskiden de çiddi hissedilmesi bellidir. 1516 Balım sultannın ölümü: Babagan kolu: Bektaşilerinin diğer adı, ‘Balım Sultan Bektaşileri’dir. Çünkü Balım Sultan Hazretlerinin deruhte ettiği erkân-nâme çerçevesinde cem olurlar, ibadet ederler. Erkân-nâme yol yasasıdır. Balım Sultan 1452 yılında, Mürsel Bali’nin oğlu olarak Dimetoka’da doğmuştur, Diğer adı Hızır Bali’dir. Onun soy zinciri: İdris Hoca ile Kadıncık Ana’nın oğulları Hızır Lâle’ye dayanır. Hızır Lâle, Hünkâr Hacı Bektaş Hazretleri’nin nefes evladı, yani yol evladıdır. Hızır Lâle oğlu Resul Bali, oğlu Yusuf Bali, oğlu Mürsel Bali, oğlu Balım Sultan’dır.168 Balım Sultan’ın iş başına gelir gelmez Bektaşîliği yeni bir ıslahat ve teşkilâtlanmaya tâbi tuttuğu bilinmektedir. Bu görüşün yanı sıra bazı Bektaşî çevreler, özellikle Çelebiler koluna mensup olanlar, 162

(Ambraseys ve Finkel, 1995: 38) (İnalcık, 1996: 232). 164 ( Sakin, 2002: 100), 165 (Evangelatou ve Notara, 2001:129). 166 http://www.livescience.com/…ul-earthquake-risk.html 167 (KILIÇ-a, 2013) 168 Orhan Bulut1; Trakya Ve Balkanlarda Babagan Kolu Bektaşılerın Dünü Ve Bugünü, Balkanlarda Alevilik Bektaşilik—s.348 163

29


Balım Sultan’ın tarikatta birtakım yenilikler yaptığını kabul etmekle beraber ne mücerredlik erkânını ne de dedebabalığı kabule yanaşmazlar. Bununla beraber yanlızlık, bekârlık erkânı başta olmak üzere Bektaşîlik’teki on iki imam kültü ve “Hak-Muhammed-Ali” şeklinde ifade edilen ilahi fikir ile on iki post erkânının Balım Sultan zamanında düsturlaştırıldığı bir gerçektir. Balım Sultan, XV. yüzyıldan beri tarikat üzerinde etkilerini göstermeye başlayan Şiî ve Hurûfî unsurları Bektaşîliğin bünyesine uygun bir şekilde ve Safevî propagandası ile politize olmasına imkân vermeden kaideleştirmeyi başarmış bir kişi olarak Bektaşîlik tarihinde büyük bir rol oynamıştır. Bu yüzdendir ki ona duyulan minnet ve saygıyı en iyi şekilde ifade etmek üzere Bektaşîlik’te “Balım niyazı” denilen bir erkân geliştirilmiştir. 1520 senesi Yavuz Sultan Selim babasının öldüğü yer (Çorlu- babasıdan Akdarı İkdidarı aldığı savaşın yeri) de ÇORLU ‘da oldu. Kanuni'nin onuncu (1520+10= 1530 yılı) yılında alınan bir tedbir de eyalet valilerinin ellerinden büyük timar dağıtma yetkisinin alınmasıydı. O zamana kadar bu gibi tımarlar için önce merkez, eyalet valisine hitaben yazılmış bir ”tevcih fermanı" veriyor, vali buna göre adayın hak kazanıp kazanmadığını inceliyordu. Eğer aday tımarı alabilecek durumdaysa kendisine bir ‘tezkire’ Bu ’tezkire'de Babı-Âlı'ye sunularak bir "berat" alınıyordu. Oysa eyalet paşaları artık merkezi aradan çıkararak doğrudan doğruya tımarı gerçekleştiren ‘tahvil kâğıtları dağıtmaya başlamışlardı. Bu gibi tımarlara "tezkiresiz timarlar” deniyor ve bunlar eyalet valilerini güçlendiriyordu. Kanuni'nin önlemi bu merkezkaç eğilim fikrindeydi.169 1530 Matrakçı170 münyatür sanatçısı.

Matrakcı nasuh minyatürü 169 170

Bk. J. V. Hammcr. a.g.e., cilt: 6, s. 267. den alıntı (TİMUR, 1994, s. 246) ilk eserlerini vermeye başladı. Kendisinin bulduğu matrak oyunu nedeniyle “Matrakçı” (Matrakî), kimi kaynaklarda ise “Silâhşor” sanlarıyla anılır. Kendi ifadelerinden babasının adının Abdullah, dedesininkinin Karagöz ve ailesinin Bosnalı olduğu anlaşılmaktadır. Tahminen dedesi ya da babası devşirme olan Nasuh, küçük yaşta saraya alındı ve II. Bayezit zamanında Enderun (Saray okulu)’da eğitim gördü. Özellikle geometri ve aritmetik alanlarında önemli bir bilim adamıydı. Uzunluk ölçülerini gösteren cetveller hazırlamış ve bu konuda kendinden sonra gelenlere önderlik etmiştir.

30


1530’da Babaeski, Vize sancağına bağlı bir kazaymış. 1530 yılına ait Tahrir defterinde Babaeski yerine “danişment eskisi” kelimesi kullanılmış.171 Bu defterde ayrıca; “Vize Sancağı Dirlikleri (1530-1568)172 1530 Yılı Vize Sancağı kazalarındaki Padişah Hasları (Tablo I) Cehuli karyesi hâsılı hasılat 3.957

Babaeski Timar-ı Arpalık Timar-ı Sipahiyan Timar-ı Bazdar173 Toplam

17.056 22.724 500

1530 Yılı Vize Sancağı kazalarındaki Sancakbeyi ve Sair Haslar (Tablo III) ya göre “ Vize Mirliva Hassı Babaeski Kazası 174 18

24.360

Bilgilerine yer verilmiş. 1531yılında Çingene Sancağı; Osmanlı Devleti'nde Rumeli Eyaleti topraklarında yaşayan Romanların yönetsel, mali ve askeri işlerini düzenlemek amacıyla kurulmuştu. Sancakta 16. yüzyıla kadar Çingeneler yalnızca cizye ve ispenç vergisi ödemişlerdi. Ancak toprakların genişlemesiyle birlikte Çingeneler bir sancak sayıldı. I. Süleyman devrinde “Cingâne Livası”nı ve bütün çingeneleri ilgilendiren ilk hukuki düzenleme, tahminen 1531 tarihinde yapıldı. "Kanunnâmei Kıbtıyânı Vilâyeti Rumeli" yani "Rumeli Eyaleti Çingeneleri Kanunnamesi" adını taşıyan bu yasayla çeşitli düzenlemeler getirdi. Çingenler Müslüman ve gayri müslim olarak vergilendirildi. Müslümanlar 22 akçe, gayri Müslimler de 25 akçe vermekle yükümlüydü. Diğer vergileri - arusiye, cürüm ve cinayet akçesi - diğer reaya (halk) ile aynıydı. Çingenelerin bazıları müsellemdi ve bu müsellemler askerlikte eksik işleri tamamlama ve haberleşme gibi görevlerde bulunurdu. Müslüman ve gayri müslim çingeneler arasında kız alıp verme, birlikte iş yapma ve birlikte göçmeleri yasaktı. Çingene sancağını "Çingene beyi" ya da "mir-i Kıptiyan" adı verilen yöneticiler yönetirdi. Bu sancak beyleri vergi toplar, güvenliği sağlar, müsellemleri toplayıp orduya teslim ederdi. 175 1550 yılında Özdemir Paşa İstanbul’a ilk kez iki çuval kahve gönderdi. 1554 yılında ‘Şems ile Hakem Tahtakale’de ilk kahvehaneyi açtılar.176 Bu sayede önce sarayda sonra payidahta sonra civar kent ve kasabalara kahvehaneler yayıldı. 1553 [7062,dünya yılında Bizans Kısa Kronilerine, 12. İndiksiyon’a göre] Şehzade Mustafa olayı şöyle oldu. “ 6 Ekim İsa'nın doğumundan sonra 1553 yılı, 28 Ağustos'ta Sultan I. Süleyman (Souleimanes) büyük bir orduyla Safeviler üzerine yürüdü. O oradan dönerken, Şehzade Mustafa isimli oğlu ki Mustafa Hıristiyanları çok severdi, babasına boyun eğerek şehri terk etti. I. Süleyman Mustafayı yakalayarak, öldürdü. Bütün ordu babanın kendi oğlunu öldürttüğüne dair bu zavallı emirden haberdar olduğunda, hepsi gözyaşı döktü ve inançsız ve merhametsiz babanın kalpsizliği hakkında az üzülmediler. Baba sadece bu 171

Muhasebe-i Vilayet-i Rum-ili defteri h: 937/ 1530, cilt 1 Volkan Ertürk, Yrd. Doç. Dr; Vize Sancağı Dirlikleri (1530-1568); 2013; Namık Kemal Üniversitesi- Tekirdağ 173 Osmanlı Saray Teşkilatında Avcılık İçin Yetiştirilen Kuşları Terbiye Edenlere Verilen Ad 174 Volkan Ertürk, Yrd. Doç. Dr; Vize Sancağı Dirlikleri (1530-1568); 2013; Namık Kemal Üniversitesi- Tekirdağ 175 (wikipedya/Rumeli Eyaleti) 176 (BELGE, 2008, s. 491) 172

31


şaşılası olaya -oğlunu öldürmeye- neden olmadı, aynı zamanda imparatorluk kentine geri döndükten sonra Hadım lbrahim Paşa adlı Hadım'ı başkente yollayarak, torununu, oğlunun oğlunu da Bursa öldürdü ki o Sultan Şehzade Mustafa olarak adlandırılırdı. Ve bütün halk arasında büyük bir kedere neden oldu. Ey, kalpsiz, insanlıktan nasibini almamış, Allahsız kanun tanımaz. I. Süleyman bütün bunları karısının isteği üzerine yaptı ve karısının arzusunu yerine getirmek istediği için oğlu ve torununu öldürdü.”177 1556 yılında gayrimüslim sermaye tüccar ve çevrelerinin güçleri arttıkça, etkinlikleri sadece malî konularda sınırlı kalmamış; tayin ve atamalar ile imparatorluğun iç ve dış siyasetinde 16. yüzyıl boyunca giderek artan bir öneme ve role sahip olmuşlardı. Mesela, Musevi Dona Gracia ve Don Joseph Nasi, 1556’da 2. Selim’in tahta çıkmasında yaptıkları parasal destek yüzünden etkinliklerini artırmışlardı. Ayrıca yeniçeri askerinin kışlık bir giyeceği olan ve zemistanî olarak bilinen cuhadan yapılma yeniçeri yağmurluğunun dokuma imtiyazı da Selanikli Yahudilere verilmişti. Bu yıllarda 1570 Sokullu Külliyesi- Lüleburgaz yapıldı. İbadet, ticaret ve eğitim amaçlı yapılan külliye; cami, kemerli dükkânları, hanı, hamamı, medresesi ile bir karmaşık özelliği göstermektedir. Lüleburgaz’da yaptırılma amacı; Osmanlı’nın 16'ncı yüzyıldaki askeri, siyasi, ticari, sosyal, haberleşme ve ulaşım politikasının bir gereği olarak düşünülebilir. Şöyle ki; Osmanlı İmparatorluğu'nda Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) ile birlikte Balkanlara yapılan seferlerin artması, eski bir Roma yolu olan ve Lüleburgaz’ın da içinden geçen İstanbul-Edirne-Belgrad yolunun önemini arttırmış, bu güzergâhın iyileştirilmesini gerektirmiştir. Dolayısıyla bu yol üzerinde bulunan her önemli mevki, menzil adı verilen durak ve konaklama yeri olarak belirlenmiştir. Lüleburgaz, bu dönem ile birlikte ordunun konaklayabileceği, iaşesini sağlayabileceği menziller içinde yer almaktaydı. İstanbul ve Trakya bölgesi Balkan şehirleri arasında buğday, tahıl, canlı hayvan, kumaş vb. malları taşıyan kervanların konaklayacağı tesislere olan gereksinim, çevresi zengin tarım alanları ve meralarla çevrili Lüleburgaz’da büyük bir kervansaray, çok sayıda alış-veriş dükkânı ve panayır (Evliya Çelebi burada kurulan panayıra “Sığır (küçük) Panayırı” der.) kurulmasını gerektirmiştir. 1573 yılında Edirne’nin Havsa/ Hasköy taraflarında veba salgını yaşanmış ve bu bölgedeki köylülerin bir kısmının ölmesine bir kısmının ise bölgelerinden gitmesine neden olmuştur. Bu bölgelerin boş kalması ile eşkiya türediğinin farkına varan devlet, Edirne kadısına gönderdiği 25 Mayıs 1573 tarihli bir hüküm ile bölgeden giden köylüleri her nereye gitmiş iseler geri getirtip tekrar köylerine yerleştirmesi ve bu sebeple yollarının provokatörlerden koruması emredilmiştir. 178 1575 büyük Celali Ayaklanması: Bu tarihlerden çok daha önçelerinde başlayan levent ve asker, hatta halk kıyamları yavaş yavaş genelleşerek, sonuçunda III. Mehmet'in Eğri seferine (Macaristanda) çıktığı (1595) sıralarda bütün Anadolu'yu kaplamıştır. Rumeli'de, birçok olaylar çıkmağa başlamıştı. Bunlar özellikle soygunculuk, hırsızlık gibi olaylar olup, bunu yapanlar tımarlı sipahi, levent ve medrese talebesi idi.179 Tımarlı sipahiler, sancaklarının korunmasında, beylere yardım edecek yerde, asilere ve eşkıyalara yardım ediyorlardı. Leventlerin çok bulundukları yerler, özellikle Rumeli'de, Edirne, Sofya ve Selanik tarafları idi. O taraf leventleri180 arasında çoğunun Anadolu'dan geçmiş oldukları dikkati çekmektedir. Onun için, Hükümet, Çanakkale Boğazından Rumeli’ye levent geçmesine mani olmak üzere, Boğazın geçit iskelelerinde, sıkı tedbirler alıp durmakta idi. Aynı sahalarda ekâbir,181çobanlarının köylere saldırdıklarına dair çok şikâyetler vardır. Fakat bu çobanların hemen ekserisinin Hristiyan ve özellikle Arnavut oldukları da gene aynı şikâyetlerden anlaşılmaktadır.182 Özetle Kanuni’nin son yıllarında ve II. Selim devrinde, bütün Anadolu'da ve Rumeli'de kuvvetli bir asayişsizlik vardı ve bu durumu yaratanların da "çift bozan reaya” olduğunda hiç şüphe yoktur. Hırsızlıktan ve karışıklıklardan bahsederken, adları çok sık geçen bir unsur da "Gurbet ve Çingeniyan” yandaş gurupları denen gezginci ve dilencilerdir. Bunlar "aleti lehiv ve lüub” ile kalabalık

(KILIÇ-a, 2013, s. 178) (KILIÇ-b:, 2004, s. 53) 179 (AKDAĞ, s. 32) 180 (Levent: Venedikliler’in Arnavutluk ve Hırvatistan sahillerinden seçerek aldıkları denizci erler için kullanılan ücretli askerlere verilen isim) 181 Ekabir: devlet ileri gelenleri, makamca büyük kimseler. 182 (AKDAĞ, s. 33) 177 178

32


mahallelere, sokaklara sokularak, leventleri ahlaksızlığa ve yolsuzluklara özendiriyorlardı ediyorlardı.183 Softa (suhte) (medrese öğrencileri) isyanlarının da en önemli tarafı, Celali savaşımı gibi, sırf Türk aristokrasisine ait olmalarıdır. Altmış senelik zamanı incelediğimiz halde, Rumeli’de medreseliler hâdisesi (softalar olayı) görülmemiştir. Bu sefer Rumeli'de, Edirne, Selanik, Silistre, softa medreselerinde de karışıklıklara rastlanıyor. Softa (din adamları) ayaklanmalarının184 yayıldığı sahalarla, Celaliler’in ki arasında tam bir uygunluk vardır.185 Kanuni Sultan Süleyman ölüp de II. Selim padişah olduğu zaman, softa başkaldırıları çok genişledi; artık, ayaklanmalar büyük sahalar içinde düzenleniyordu olunuyordu. Bu suretle, 500 - 800, hatta bazen bin, bin beş yüz, medrese öğrencisinin, silahlı olarak, bir araya toplandıkları olurdu. Softa isyanlarını dağıtmak için, "il Erleri”186 denen bir teşkilattan istifade olunuyordu.187 Bu suretle mesele büyümüştür. 1550 den 1575 yılına kadar, 25 senelik zaman içinde, medreselilerin bu hareketleri Celâli isyanlarının gelişmesinde etkili olmuştu; bir defa, halk, bu yüzden, hükümet görevlileri daha çok geçimsizliğe düştüler; softaların bütün kışkırtmaları çoğunlukla köylerde geçiyordu. Şehirlerde ancak askerlerle ve Subaşılarıyla geçinmemekte idiler. Hatta Kadılar, medrese hocaları ve âyan (saygı gören) kendilerini himaye bile ederlerdi. Softa ayaklanmalarının bu noktası Celâli isyanları için önemlidir. Çünkü beyler ve toprak sahipleri Celâlileri korudukları halde, kadıların başta bulundukları şehir ileri gelenleri softaları tutmakta idiler.188 Her ikisinin de, hizmetkâr ve köle adı altında kalabalık adamları bulunuyordu. Beyler olsun, yüksek dirlik sahibi olsun servetlerini köylülerin sırtından temin etmekte idiler. Bu suretle hükümet merkezini uğraştıran bir sorunda, belki de küçük timar sahiplerinin eşkıyalıklarından çok, bu adı geçen beyler ve yüksek dirlik sahiplerinin yolsuzluklarına son vererek, reayanın hükümet idaresine olan inansılığını kaldırmak, özellikle köylülerin "perakende ve perişan olmalarına” mani olmak idi.189 Gerçekten Anadolu'da, padişahın kocadığı, (eskidiği-yaşlandığı) hükümetsizliği ancak genç ve dirayetli bir padişahın ortadan kaldırabileceği dilden dile dolaşmağa başlamıştı. Kanuni bu söylentileri, o zaman Anadolu'da bulunmakta olan ve halk arasında büyük bir şöhret kazanan şehzadesi Mustafa lehine anlayarak, halkın bir isyan hazırlamakta olmasından korkmağa başladı. İran seferine hazırlık bahanesiyle, Sadrazam Rüstem Paşayı kuvvetli bir yeniçeri ordusunun başında olarak Anadolu'ya yollamasının sebebi bu idi.190 1550 den II. Selim'in saltanatının sonu olan 1575 başlarına gelindiği zaman, artık, daimi "Celâli bölükleri” kurulmuş, Anadolu'nun iktisadi ve sosyal nizamını kemiren, her sene binlerce insanın öldürülmesine sebep olan büyük silahlı mücadele açık bir surette başlamış bulunuyordu.191 Kanuni Süleyman'ın, Anadolu'da, Sultan Mustafa'yı ortadan kaldırdığı herkesçe bilinir.192 İhtiyar Padişahın aleyhine, bu ilk önemli olay olup, bunu çıkarmak isteyenlerin başında gene timar ustaları vardı. Bilindiği gibi, Kanuni İran’dan Amasya'ya döndüğü ve hatta Rumeli sipahilerini vilayetlerine yolladığı sırada, Şehzade Mustafa adına, Anadolu'da çıkan hâdise Rumeli'de büyük bir isyan halinde yeniden canlandı. Bu ikinci olayı da timar sahipleri çıkarmış. Anadolu'da, Kanuni aleyhine, daha kesin bir isyan, 1559 da, şehzade Bayezit ile Selim arasındaki anlaşmazlık yüzünden, meydana geldi.193 (AKDAĞ, s. 33) Ahmet Refik - Osmanlı'da Hoca Nüfuzu 185 (AKDAĞ, s. 34) 186 Yiğitbaşılık esasında ahî teşkilâtı bünyesinde bulunuyordu. Yiğitbaşılar, Moğollar’ın Anadolu’yu istilâsı sırasında köylerin korunmasında da görev almışlardı. Bu görevleri sırasında köy gençlerini birer savaşçı olarak yazıyorlardı ve bunlara il eri deniliyordu. Bu sebeple XIV. yüzyılın karışık ortamında mahallî idareler kuran ahî tekkeleri koruyuculuk görevlerini köylere kadar yaydılar. İl erleri de bu devrin muteber milis kuvveti haline geldi.( Bu madde ilk olarak 2000 senesinde İstanbul'da basılan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 22. cildinde, 59-61 numaralı sayfalarda yer almıştır.) 187 (AKDAĞ, s. 34) 188 (AKDAĞ, s. 35) 189 (AKDAĞ, s. 36) 190 (AKDAĞ, s. 36) 191 (AKDAĞ, s. 37) 192 (AKDAĞ, s. 36). 193 (AKDAĞ, s. 36) 183 184

33


1568 Yılı Vize Sancağı kazalarındaki Padişah Hasları (Tablo II)ına göre vize sancağında Kadı ve Kanar karyeleri hâsılı; 8.000 akçedir. 1568 yılında olduğu gibi yine şehri terk etmek arzusunda olduklarını ifade etmişlerdir. Bu sebeple bizzat kendileri merkeze mektup göndererek, ‘mahrûse-i Selânik'de Yaradan Âlfahu Te‘ala tâ'ûn vâki oldukda ta'un’ hastalığı bulaşmayan bazılarının aileleri ile birlikte kaleden çıkıp gitmek istediklerinde bunlara mani olunduğunu bildirmişlerdir. Bunun uzerine Selanik kadısına yazılan 12 Temmuz 1572 tarihli bir hukumle, şayet orada Yahudiler tarafından işlenen yeniçeri cukalarının zamanında yetişeceğine cemaat başları kefil olur ise veba hastalığı bulaşmayanların bir müddet dışarı çıkmalarına izin vermesi istenmiştir.194 1572 yılında veba salgını yine kendini gostermektedir. Veba salgını burada yeniceri cukası işlemekle görevli olan Yahudileri daha çok endişelenmiş olmalı. 29/30 Temmuz 1752, Cumartesi/Pazar gecesi: İstanbul ve Trakya zelzelesi. (Vak'anüvis İzzî ‘19 Temmuz-i Rumî=18 Ramazan Pazar gecesi’nden bahsettiğine göre, bu büyük felâketin Cumartesi/Pazar gecesi başlamış olması lâzım gelir. Zelzelenin şiddeti bilhassa Trakya'da hissedilmiş, İstanbul'da yalnız bâzı eski binâlar yıkılmıştır. Buna karşı Edirne, Hafsa (Havsa olmalı) ve diğer bir saat kadar süren sarsıntı büyük yıkıma sebeb olmuş, Sultan Selim, üç-şerefeli, Eski-câmi ve diğer birçok câmilerin minâreleri, kubbeleri ve şerefeleri yıkılmış, birçok kâgir binâlar, hanlar ve hamamlar çökmüş, Hasköy kasabası tamamıyla harâb olmuş, pek çok insan ölmüş ve yaralanmış ve bilhassa Edirne havâlisinde birkaç ay süren artçı sarsıntılar halkı sürekli bir endişe içinde bırakmıştır.195 1575 yılında Babaeski’ye Cedit Ali Paşa Camii yapıldı.196 (H:982, yılında) Ceddid Ali Paşa tarafından Mimar Sinan’a yaptırıldı. Ceddid Ali Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın vezir-i azamlığını yapmıştı.197 1575 Hamam198 1575 yılında Babaeski’de şehir hamamı yapıdı. Erkek Kadın olarak iki bölüm halinde (şimdi kadınlar bölümü olmayan) yapılan yapı araştırmalarda Cedid Ali Paşa Camisinin yapımı ile aralarında bir hafta olduğu söylenir. Daha fazla bilgi için, Bkz. Öztabak Mucit; Kaybolan yapılarımız/ Cedid Ali Paşa Cami

1579 yılına gelindiğinde Selanik’te veba salgınına yine rastlanmaktadır. Özellikle burada çuka (çulha) işleyen Yahudi taifesinin (milletinin) veba salgınından etkilendiği ve tedirgin oldukları anlaşılmaktadır. Daha önceki yıllarda olduğu gibi 1579 yılında da Selanik’te miri (Devlet adına) çuka işleyen Yahudiler şehirde tâ’un (veba) vardır diyerek şehirden dışarı çıkıp köylerde dolaşmışlar ve bundan dolayı çuka kıtlığı çekilmeye başlanmıştır. Selanik’teki çuka emini merkeze adam göndererek, bunların ellerinde daha önceden kendilerine verilen bir emr-i şerîf (ferman) bulunduğu için müdahale edemediğini ve çuka işleyen Yahudilerin şehirden çıkmalarına izin verilmemesini istemiştir. Bunun üzerine Selanik kadısına gönderilen 24 Mayıs 1579 tarihli bir hükümle, şehrin dışında destgâhîleri (tezgâh işyeri) olup oralarda çuka işleyenlere izin verilmesi, ancak dışarda çuka işlemeyenlere izin verilmemesi istenmiştir.199 Çuka: Yün ipliğinin dokunması ve boyanması ile kullanıma hazır hale getirilmesi sonucunda ortaya çıkan ürüne “çuka” kumaşı adı verilir. Ekseriyetle erkeklerin giydiği palto ve yağmurluk gibi giysilerde kullanılır. Yeniçerilerin kışlık giysilerinde bu kumaştan faydalanılmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesi ile kurulan modern ordunun ihtiyaçları doğrultusunda devlet Çuka üretimi konusunda önlem alma yoluna gitmiştir. Kaba dokunan yünlü kumaşa ise şayak adı verilir. Çuka üretimi, Selanik, Edirne, İstanbul, Bursa ve Şam gibi vilayetlerde yapılmakta idi. Yurt içi üretimin ihtiyaçları karşılamadığı dönemlerde Mısır, İran ve Avrupa Devletlerinden ihracat yolu ile Çuka gereksinimleri sağlanmıştır. En kaliteli kumaşlar Selanik’te üretilmiştir. Çukaların niteliği ve miktarı Devlet eliyle tespit edilmekte idi. İsteklinin fazla olması nedeniyle ilerleyen dönemlerde sadece rütbelilerin bu kumaştan yapılan, erbaşın ise aba ve şayaktan üretilen giysileri kullanması karara bağlanmıştır. 16. yüzyılda İngiltere, Fransa, Hollanda ve İtalya gibi Avrupa Devletlerinden Çuka ihracatı gerçekleştirilmiştir. (KILIÇ-b:, 2004, s. 50) İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 4 196 Bkz. ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız/ Kaybolmasın, Cedid Ali Paşa Cami, Babaeski, 2018 197 Daha fazla bilgi için: Bkz. ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız/ Kaybolmasın, Cedid Ali Paşa Cami, Babaeski, 2018 198 Bkz. ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız, Hamam, Ağustos, 2015 Bkz. ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız/Kaybolmasın, Babaeski-2017 199 BA, Mühimme 36, 281/738. 194 195

34


1581 Haziran ve Temmuz, Şehir'de büyük veba oldu, söyledikleri gibi, tek bir kapıdan (Konstantinopolis’-İstanbul’un) 1050 tabut dışarı çıktı, düşünün (hesaplayın) diğer (kapılardan kaç tane) toplam ölü çıktı. 1590 yılının Kasım Aralık aylarında taun (veba) salgınından bahsediyor devrin kaynakları. Örneğin Tarihi Selanikî200 de… Mart-Temmuz 1592 yılında büyük bir veba salgını daha oldu.2011592 yılının 20 Mart'ında başladı ve Temmuz'a kadar sürdü, en kötü vurduğu zaman günde 300'den fazla ölü oldu. Ve 1592'nin Temmuz'undan sonra şehirde birazcık durdu, ama köylerde daha çok vurdu, şehrin kapılarını kapattıkları zaman ölümcül salgın 1593 yılına, diğer Temmuz'a kadar içeride ve dışarıda hüküm sürdü. Ve o tarihte bu felaket tamamen durdu. Ve 1593'ün 15 Ağustos'unda özgürlük verildi ve şehrin kapılarını açtılar.202 Aynı yılda, 1592'de, Temmuz ayından sonra, ölümcül salgın birazcık durduktan sonra, ölümcül hastalık şehirde yine durmadı, günlük on, on iki ceset vardı. Fakat köylerde ölüm daha çoktu ve yöneticiler bu felaket köylerden ülkeye yeniden yayılacak diye o kadar korktular ki şehrin kapılarını kapattılar ve dışarıdan içeri hiçbir şey girmiyor, dışarı da hiçbir şey çıkmıyordu. Bu karantina 1592'nin Kasım ayından 1593'ün Ağustos ayına kadar sürdü. Pazarlarını Christos Photodotes kapısının dışında bariyerle kapalı tuttular ki şehrin insanları yiyecek için dışarıda duran insanlara yaklaşmadan geçsinler diye. Bu, içerideki ve dışarıdaki insanlar için büyük bir felaket ve sıkıntı oldu. Ancak 1593 Ağustos ayında özgürlük oldu ve şehrin kapılarını açtılar. Şehrin içinde kilitli olan insanlara yöneticiler Kasım ayında emir verdiler ki 12 gün evde kalsınlar ve komşu komşuyla görüşmesin, odalarındaki kıyafetleri temizlenmesi için verandaya çıkarsınlar. Çünkü hala ölümcül hastalığın devam ettiğini söylüyorlardı. Ve bu 1592'nin Kasım ayında, bu ayın 20'sinden sonra. Ve o zaman hepsi kilitliydi. Aziz Ekaterina yortusuna kimse gelmedi. Ama bu gerçekten büyük bir felaketti. Her yıl manastıra verilen ruh bağışı bu kez komşulara verildi. Ağustos 1593'te şehir açılana ve özgürlük verilene kadar 10 ay kilitli halkta büyük bir kargaşa vardı. Ustalarda büyük bir pahalılık vardı çünkü çok az kalmışlardı. Çok fazla menkul ve eşyalara sahip olanlar daha fazla şey kaybettiler, çünkü evler bomboş kaldı. Herkes şehirden dışarı mağaralara/köylere ve sağlıklı görünen yerlere kaçtı. Pek çok rahip, doktor, sıradan insan, zengin ve fakir, sayıları 30.000'den daha fazla, öldü. Asiller (ileri gelenler) bu felaketten uzak bağışık kaldılar çünkü şehirden kaçıp bulundukları yerde kendilerine kimsenin yaklaşmamasını sağlayan iyi gözetimli köylerde saklanıyorlardı. Bu belayı (salgını) başladığında Karamürsel’den) İstanbul (Konstantinopolis) de aldı. Şehir'de çok insan öldü. O zaman Türk'ün (III. Murad), şimdi çok az halkın olduğu-çünkü halk vebadan öldü. 1594 yılı Bir Vakıf Defterine Göre Edirne’deki Sultan II. Murâd Câmii Ve İmâreti Evkâfı kayıtlarında Babaeski ve köylerinden bazılarının idari yapıdaki yerleri ve yıllık vergi hasılatlarını göztermekte. Biz bu tarihte, bu köylerin adıyla, kayıtlara geçirildiğini ve eski köylerimizden olduğunu anlıyoruz. Alıntıdan aynen veriyorum: H. 1002/ M. 1594 Tarihli Bir Vakıf Defterine Göre Edirne’deki Sultan II. Murâd Câmii Ve İmâreti Evkâfı kayıtlarına göre; Tablo I: Herhangi Bir Özelliği Zikredilmeyen Vakıf Re‘âyâsı Sıra Kazâ Köy Sayısı Hasılatları “1594 yılında Babaeski’de 2 köy, 1 mezraa olarak II sultan Murad evkafı getirisi 27.381 akçe olarak vakıf defterine 1. Tablo olarak işlenmiş.203 Tablo II: Herhangi Bir Özelliği Zikredilmeyen Vakıf Re‘âyâsı Listesi ve Hâsılları Köy, Cem. Mzr. Adı Açıklamalar Kazâsı Hâsıl K. Oruçlu - -----------------Babaeski--- --------------------- -----10.672 M. Kastı ve Kulfalcı ------ Babaeski -------------------------------6.167 K. Kara Mesudlu ---------- Babaeski ------------------------------10.542” 1581/7089, 9. İndiksiyon, Haziran-Temmuz Bir başka Bizans Kroniğinde:”Yeniden, 1594'te o kadar ölümcül değildi ama sıklıkla vuruyordu ve şehirde ve köylerde büyük bir korku oldu ve şehir tekrar kapatıldı ve (sadece) bir kapı Pantokrator

Tarih-i Selânikî, c. I, s, 229. Tarih-i Selânikî, c. i, s. 282. (KILIÇ-a, 2013, s. 224) (KILIÇ-b:, 2004, s. 48) 202 KILIÇ-a, 2013 203 Bayram Ürekli – Doğan Yörük H. 1002/ M. 1594 Tarihli Bir Vakıf Defterine* Göre Edirne’deki Sultan II. Murâd Câmii Ve İmâreti Evkâfı… a) Herhangi Bir Özelliği Zikredilmeyen Vakıf Re‘âyâsı Sıra Kazâ Köy Sayısı Hasıl 200 201

35


[kapısı] açıktı ve Türk'ün (III. Murad) donanması yüzünden korku (hüküm sürdü), ve bütün ileri gelenler (şehire) girdiler.” Anlatına yer verilmiş.204 / 4-12Ağustos 1594 yılına ait bizans kroniklerinde bir ışık görümesi hakkında “Ve Ağustos ayının 4'ünde, gökyüzünde büyük bir ışık görüldü, gün doğumundan iki saat (önce). Ve Ağustos'un 12'sinde, gün batımından iki saat (önce), korkunç gök gürültüsü, büyük ve yıldırım ile yoğun bir yağmur oldu ve bütün gün yağmur yağdı, pek çok üzüm bağları tahrip oldu. Ki onlar hasada hazırdı. Kalanları Tanrı bilir.” İfadesi yer alıyordu.205 M. 1594 tarihli bir vakıf defterine göre Edirne'deki (nîm çift) yarım çiflik Nihayet Selanik ve Kırkkilise sancakları tamamen farklı bir durum göstermekte. Bu iki sancakta hassın yarısına yakın bir bölümü (Kırkkilise'de % 49, Selanik'te % 44) sancak dışından sağlanıyor. Bu durumda çok düşük görünen merkezi ve genel vergi oranları, hassın sadece sancak içi bölümüne oranla gene %50'yi geçiyor. Yeri gelmişken, incelediğimiz sancaklarda sadece beş tanesinde has gelirinin bir kısmı sancak dışı kaynaklardan sağlanıyor; Selanik ve Kırkkilise'den başka bu durumda olan İlbasan, Niğbolu ve Vidin sancaklarında sancak dışından sağlanan bölüm %10'u çok aşmıyor. Arûs, evlenen kız veya kadın için erkeklerden alınan arûs (arûsâne) resmi206 diğer bir gelirdi. Sipahi İsyanı: --16 Şubat- 1595 22 Nisan 1575 Cuma Bu isyan hareketini yapanlar, Ferhad Paşa’nın Şark serdârlığı zamanında Gence korumasında üç sene kalmak şartiyle Sipâhîlik vadettiği Kuloğullarından İstanbul’a gelmiş olanlarla bunlara katılan Sipâhîlerdir. Ferhad Paşa Dîvan207’dan sarayına dönerken on bin kadar gösterilen bu askerler artık isimlerinin “deftere geçirilmesi”ni ve maaş verilmesini istemişler, Paşa’dan maaşlarının cephede verileceği şeklinde bir cevapla bir takım sert sözler işitince büsbütün azmışlardı. Ertesi gün dağıtılan maaşı almayıp Ferhad Paşa’nın başını isteyince pâdişâhın emriyle yeniçeriler tarafından hücuma uğrayıp dağıtılmışlardır. Ferhad Paşa bu patırdının Malkara’dan İstanbul civârındaki çiftliğine gelmiş olan Sinan Paşa tarafından organize edildiğini arzederek sonunda gözlerine mil çekilmesi hakkında bir karar vermeyiş düşünmüş olsada, böyle bir boyun eğmenin korkunç akıbetlerinden bahsed'en kendi tarafdarlarının nasihatlerini dinliyerek kararı geri sildirmiş ve rakibinin tekrar Malkara sürgün kararından geri dönmüştür. Avrupa cephelerinde Osmanlı şehirleri düşman orduları tarafından yakılıp yıkılırken mevkilerinden başka bir şey düşünmeyen devşirme vezirlerin birbirleriyle uğraşıp İstanbul sokaklarında askerî isyanlar çıkartmaları devlet yapısının ne kadar bozulduğunu gösteren çok acı bir durum demektir.208 27 Nisan 1575, Perşenbe; Sipâhî İsyânınn çıktığı gün askerin galeyanından önce akdedilmiş olan divan toplantısında Avusturya cephesinden önce Eflak ve Boğdan isyanlarının uzaklaştırılması kararlaşmış ve işte bu karar üzerine Ferhad Paşa bu gün şehirden Davudpaşa’da kurulan karargâhına geçmiştir. Erdel, Eflak ve Boğdan isyanları için yukarda 1594 olayında “5 Teşrinisâni” erilmiştir. Ferhad paşa’ya İstanbul’dan verilen asker, Zağarcı-başı kumandasında on bin yeniçeriden ibarettir. Bundan başka Paşa’nın hareketinden evvel on kadırgayla Varna ve Tuna üzerinden Rusçuğa top çeşitli silah da gönderilmiştir ve tabiî Ferhad Paşa’ya ayrıca kuvvet yetiştirileceği de va’dedilmiştir.209 1 Mayıs 1575, Pazartesi Serdâr-ı-Ekrem Çorlu’dan itibaren çeşitli duraklarda “Kül-karındaşı” ismiyle asker toplayarak ilerlemişti.210 1593--III. Murad devrinde 1593 yılında da sipahilerin isyanını görüyoruz. Ulûfelerinin (üç aylık yeniçerinin üçreti) geri bırakılmasına kızan Sipahiler, saraya yürüyüp defterdarın kafasını istediler. Kendilerine nasihat etmek için gelenleri kovdular. İstanbul halkı da seyretmek için saraya dolmuştu. Halk dışarı çıkarılırken “Urun hâ!...” diye bir ses duyulması üzerine saray muhafızları bunu Padişahın emri sanarak âsilerin üzerine saldırdılar ve dört yüze yakın âsiyi öldürdüler. Diğerleri kaçarak kurtuldu.

204 205 206

207

208 209 210

(KILIÇ-a, 2013, s. 216) (KILIÇ-a, 2013, s. 216) Bu madde ilk olarak 1993 senesinde İstanbul'da basılan TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 8. cildinde, 309-310 numaralı sayfalarda yer almıştır Bazı vezir ve yüksek devlet görevlerinden oluşan, veziriazamın başkanlık etttiği danışma ve karar organı (Danişmend, 1971, s. 145) (Danişmend, 1971, s. 145) (Danişmend, 1971, s. 145)

36


16 Kasım 1595 tarihinde kaynaklarda: “ büyük bir deprem oldu” kayıtı vardır.211 1598 yılının Temmuz ayı başlarında da taun212 salgını oldu.213 Bilgisine sahibiz.214 Öyle ki Yeni Dünya’dan (Amerika) gelen gümüşün, giderek artan miktarda Osmanlı ülkesine girmesi, akçanın değerinin düşmesine neden olarak, fiyatlarda geniş çaplı dalgalanmalara yol açmıştır. Dahası, imparatorluğa giren paranın burada kalmayarak ipek yolu’nu takiben İran’a oradan da Hindistan’a geçmesi, Osmanlı ticaret dengesini büyük ölçüde olumsuz etkilemiştir. Akçanın değer kaybı, paralı (maaşlı) askerlerin, özellikle kapıkullarının, enflasyonu karşılar oranda maaş istemelerine neden olmuş, talepleri reddedilince ayaklanma çıkarmışlardır. 1589-91 yıllarında yeniçeriler iki kere, 1593 yılında bir kere ayaklanmışlardır. Akçanın sürekli değer kaybetmesiyle enflasyon girdabına giren Osmanlı İmparatorluğu, akçayı devalüe ederek bu girdaptan kurtulmayı amaçlamış; ancak kur ayarlaması fiyatlarda büyük değişmelere yol açarak imparatorluğun ekonomisini krize sokmuştur. Akçanın kur ayarlamasından sonra, standart Osmanlı akçasıyla aynı miktarda malın satın alınamaması, yalnız ulufeli askerler arasında değil, şehir ve köylerdeki halk arasında da sıkıntılar yaratmıstır. Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu’nda 16. yüzyılın yarısına kadar nüfus artış hızı normal düzeyde seyrederken bu yüzyılın sonuna doğru nüfus önemli oranda artış göstererek Bu nüfus artısı, Osmanlı’da topraksız ve işsiz bir kalabalığın oluşmasına neden olmuştur. Dolayısıyla oluşan bu şartlar neticesinde Osmanlı zirai ekonomisini önemli oranda etkisi altına alan ve isyanlar furyası olarak addedilen “Celâli İsyanları” ortaya çıkmıştır. Köylülük, yani üretici tabaka, 1596-1650 arasında, kurulu düzeni büyük ölçüde sarsan bir dizi isyanla yerlerinden edilmiş, çiftlik sistemini de etkisi altına alan isyanlar, köylünün toprak üzerindeki aktivasyonunu da engellemiştir. Celâli mücadelesi döneminde zor durumda kalan köylüler, işledikleri toprakları terk ederek şehirlere göç etmişler ya da göçebe hayata geri dönmüşlerdir. Anadolu köylüsünün kitleler halinde göç etmesi, tarımda verimliliği etkilemis, ürün yetiştirilecek mevsimde tarlaların boş kalmasına neden olmustur.215 1600 yıllarda Sinan Selimiye inşaatı için getirdikleri Ermenileri sonra buraya yerleşermiştir.216 1606-1608 Celali isyanları. Pek çok cephede sürdürülen uzun savaşlar, İnebahtı mağlubiyetinden itibaren Avrupa’da yaşanan Osmanlı aleyhine değişimler, coğrafî keşiflerin Akdeniz dünyasında olumsuz etkilerinin iyice hissedilir olması, enflasyon, nüfus artışı, olumsuz iklimsel faktörler, tımar sisteminin bozulmaya başlaması gibi ve daha başka nedenler Osmanlı Devleti’nde değişim ve dönüşüm sürecinin dinamikleri oldular. Sözü edilen sebeplerin etkisiyle sosyal ve ekonomik bunalımın artması, Celâli isyanları adı verilen büyük eşkıyalık hareketlerinin yaşanmasına yol açtı. Özellikle 1596 Haçova’da Ciğalazade Sinan Paşa’nın yoklaması sırasında firari olarak defterden adları silinenler, Anadolu’ya geçerek kendilerine katılanlarla birlikte Anadolu’yu yıllarca büyük bir yıkıma uğrattılar. Anadolu halkının önemli bir kısmı 1603-1606 arasında Büyük Kaç gün olarak nitelendirilen göç hareketinin yaşanmasına yol açtı. Bu insanlar, topraklarını bırakıp, rahat ve güvenlik altında yaşayabilecekleri yerlere göç ettiler. Bu isyan hareketlerinin bir an evvel durdurulması için birçok paşa görevlendirilmekle birlikte, bunlar içinde en güçlü ve dirayetlisi olan yaşlı Kuyucu Murad Paşa’nın mücadelesi eşkıyalığın kısa sürede ve şiddetle bastırılması anlamında dikkat çekmektedir. Bu çalışmada, Murad Paşa’nın 1606-1608 yılları arasında Konya, Ilgın, Sarayönü ve çevresinde ne gibi faaliyetlerde bulunduğu, kimlerle mücadele etti. 1610 da bastırıldı. Osmanlı himayesindeki Eflak, Boğdan ve Erdel’de 1593’te meydana gelen karışıklıklar ve sınır boylarındaki hadiseler, Vezîriâzam Koca Sinan Paşa’nın isteği doğrultusunda Osmanlı-Avusturya mücadelesini (Onbeş Yıl Savaşı, Uzun Harp) yeniden başlatmıştı. Savaşın ilk (KILIÇ-a, 2013, s. 224) Her tâun vebadır, ancak her veba tâun değildir. Önemli bir çeşit salgın hastalık. 213 Tarih-i Selânikî, c. M, s. 759. 214 (KILIÇ-b:, 2004, s. 48) 215 Fatma Acun, “Celâli Đsyanları”, s.706. Hükümetin, isyan ve eskıyalık olayları neticesinde harap olup, terk edilen köyler hakkında, 17. yüzyıl ortalarına doğru ilginç tedbirler aldığı bilinmektedir. Bu tedbirlerden birisi de, terk edilen köy veya kasabaların, buraları yeniden senlendirebilecek, maddi ve manevi yönden söz sahibi bazı sahıslara verilmesiydi. Böyle kimseler merkezi hazineye her yıl; çok büyük bedeller ödüyor ve buna karsılık aldığı köy kendi neslinden gelenlere kalabiliyordu. Efkan Uzun, “Osmanlı Ülkesinde Görülen Đsyan ve Eskıyalık Olayları Hakkında Alınan Tedbirler Hakkında Bir Değerlendirme”, TÜBARD, Niğde, 2009, sa: 25, s.188. 216 Edirne’deki Sultan II. Murâd Camii ve _mâreti Vakfı dergisisayfa: 20 211 212

37


yıllarında Osmanlılar Avusturya kuvvetleri karşısında kayda değer bir başarı sağlayamadıkları gibi stratejik öneme sahip Estergon’u da kaybetmişlerdi (2 Eylül 1595). Öte yandan Eflak’ta karışıklıklar iyice artmış, bu bölgedeki Osmanlı kontrolü tamamıyla sarsılmıştı. Bu arada III. Murad’ın ölümüyle onun yerine geçen oğlu III. Mehmed, devlet ileri gelenleri ve özellikle yeniçeriler, Vezîriâzam Sinan Paşa ve hocası Sâdeddin Efendi’nin etkisiyle sefere gitme kararı aldı. O sırada Sinan Paşa’nın âni ölümü üzerine yerine getirilen Damad İbrâhim Paşa’nın muhalefetine rağmen yeniçerilerin baskısı ile III. Mehmed ordunun başında sefere çıkmaya mecbur kaldı. Böylece Kanûnî Sultan Süleyman’dan sonra bir Osmanlı padişahı eski gazâ geleneğini yeniden canlandırarak bizzat ordunun başına geçmiş oluyordu. III. Mehmed (20 Haziran 1596) ordunun başında İstanbul’dan hareket etti. Slankamen’e varıldığında seferin yönü ve harp stratejisi hakkında bir toplantı yapıldı ve doğrudan Eğri üzerine yürünmesi kararlaştırıldı. Kuşatma altına alınan Eğri Kalesi’nin müdafileri 12 Ekim’de teslim oldular. Eğri’nin alınmasından sonra Osmanlı ordusu ileri harekâtını sürdürmek zorunda kaldı. Çünkü Eğri kuşatması sırasında, Avusturya Arşidükü Maximilien ve âsi Erdel Voyvodası Sigismund Bathory idaresindeki mbağlaşık kuvvetler Eğri’yi muhasara için harekete geçmişler, fakat Bathory’nin gecikmesi bu niyetlerini önlemişti. Eğri’nin düştüğü haberi üzerine de Osmanlı ordusuna saldırmak için uygun bir zaman kollamaya başladılar. Bu arada onların durumunu öğrenmek ve keşifte bulunmak için dördüncü vezir Hadım Câfer Paşa idaresindeki öncü kuvvetler bağlaşık bulunduğu Haçova (Mezökeresztes) mevkiine kadar ilerlediler. Câfer Paşa burada oldukça kalabalık bağlaşık kuvvetleriyle çarpışmaya giriştiyse de hasar vererek geri çekildi (22 Ekim). Bu başarısızlık üye bağlaşıkların umulandan daha kalabalık olması padişah ve devlet ileri gelenlerinin mâneviyatını sarstı, hatta kış mevsiminin yaklaştığı öne sürülerek geri çekilme hususu bile düşünüldü; fakat özellikle Hoca Sâdeddin Efendi’nin teşvikiyle bizzat padişahın kumandasında Haçova’ya doğru harekete geçme kararı alındı. 24 Ekim’de Eğri’den Haçova’ya hareket edildi ve 25 Ekim 1596 tarihinde iki taraf karşı karşıya geldi. Arşidük Maximilien ile Bathory kumandasındaki 50-100.000 kişilik Avusturya imparatorluk ordusu Alman, İspanyol, papalık, Floransa, Macar, Çek ve Leh askerlerinden meydana geliyordu. Osmanlı kuvvetleri de hemen hemen aynı sayıda idi. İlk çarpışmalar 25 Ekim’de ikindi vakti küçük gruplar arasında başladı; asıl savaş ise ertesi gün 26 Ekim’de oldu. Osmanlı ordusu klasik savaş düzeni almıştı; merkezde padişah ve vezirler bulunuyordu, sağ ve sol kolda Anadolu ve Rumeli askeri dizildi. öncülük görevi Cigalazâde Sinan Paşa’ya ve Kırım kuvvetlerine verilmiş, toplar zincirlerle birbirine bağlanarak kuvvetli bir müdafaa hattı oluşturulmuştu. Haçova bataklığının arka tarafında yer alan Habsburg askerlerini harekete geçirmek için Sinan Paşa idaresindeki kuvvetler ileri harekâta giriştiyse de imparatorluk ordusu ikindi vaktine kadar top ve tüfek atışı ile bunların yaklaşmasına engel oldu ve nihayet ikindi vakti harekete geçerek Osmanlı ordusu üzerine alaylar halinde saldırmaya başladı. Saldırılar sırasında Sokulluzâde Hasan Paşa kumandasındaki Rumeli kuvvetlerinin bulunduğu sağ kol dağıldı. Ardından merkeze hücum ederek savunma hattını yaran Habsburg kuvvetleri buradaki ağırlıkları, hazine ve eşya sandıklarını yağmalamaya başladılar. Bu durum karşısında Vezîriâzam İbrâhim Paşa geri çekilme, hatta padişahı kıyafet değiştirerek kaçırma planlan yaptıysa da Hoca Sâdeddin Efendi, padişahın savaş meydanından çekilmesinin kesin bir yenilgiye ve askerin dağılmasına yol açacağını, bu sebeple yeniden toparlanmak için gayret gösterilmesi gerektiğini söyleyerek padişahı ikna edip savaş meydanında kalmasını sağladı. Bu arada merkeze saldıran ve yağmaya dalan Habsburg kuvvetlerinin karargâhtaki hizmetli sınıf tarafından kolayca geri püskürtülmesi, padişahın savaş meydanından ayrılmaması, büyük bir bölümü savaşı sürdürmekte olan ve bir kısmı bozulup geri çekilen askerin mâneviyatını yükselttiği gibi savaşın kaderini de değiştirdi. Toparlanıp hücuma geçen Osmanlı kuvvetleri karşısında bağdaşıklar panik halinde kaçmaya başladılar; büyük bir kısmı da bataklığa sürülerek imha edildi ve böylece kesin bir zafer kazanılmış oldu. Osmanlı ordusunun zaferle biten en büyük meydan savaşlarından birini teşkil eden Haçova mücadelesi, dönemin tarihçileri tarafından Çaldıran ve Mohaç savaşlarından bile daha üstün tutulmuş olmakla birlikte askerî ve siyasî yönden, 1606’da sona erecek Osmanlı-Habsburg savaşlarının kaderi üzerinde hiçbir olumlu rol oynamamıştır. Savaşın ertesi günü vezîriâzamlık makamına getirilen Cigalazâde Sinan Paşa’nın yaptırdığı yoklama sonucu Haçova’dan kaçtıkları veya savaşa katılmadıkları tesbit edilip timarları ve ulûfeleri ellerinden alınan askerler Anadolu’da Celâlî gruplarına katılarak karışıklıkların artmasına yol açmışlardır. Bu savaşın kabaca yapılmış bir planı bugün Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’nde bulunmaktadır.217

217

(nr. E. 5539).

38


“Celâl’e mensup” anlamına gelen Celâlî tabiri, XVI. yüzyıl başlarında isyan eden Bozoklu Şeyh Celâl’le ilgilidir. Celâlî isyanları başlangıçta, Osmanlı idaresinden memnun olmayan zümrelerin ve Şiî eğilimli Türkmen gruplarının Safevîler’in de tahrikiyle devlete başkaldırmaları şeklinde ortaya çıkmış, XVI. yüzyılın sonlarından itibaren büyük bir mesele halini alarak değişik bir mahiyet kazanmıştır. Osmanlı devlet anlayışı, bu isyanları “hurûc ale’s-sultân” olarak değerlendirmiş ve kaynaklarda bu ifade sık sık kullanılmıştır. Devlet görevlilerinin baskıları, devlet düzeninde bozulmaya sebep olan bir başka önemli husustu. Taşradaki idarecilerin çoğu görevleri para karşılığında satın alıyorlar, bunların büyük bir kısmı da kısa bir süre için tayin edildiklerinden bu süre içinde çeşitli “salgun”lar salarak fazla mal ve vergi toplamaya çalışıyorlardı. Nitekim bu durum Kitâb-ı Müstetâb’da, “Âşikâre bey‘ iderler kahbe-zenler mansıbı / Niçe kopmasun Celâlî nice olmasun kıtâl” beytiyle belirtilir. Bu da halkın devlet merkezine haklı şikâyetlerine yol açıyordu. “Ehl-i örf” denilen taşradaki idareci zümrenin bu çeşit zulmü daha Kanûnî’nin son zamanlarında başlamış ve bu durumla ilgili bir adâletnâme 1565 yılında imparatorluğun her köşesine gönderilmişti. Bir taraftan idarecilerin zulmüne, diğer taraftan eşkiya saldırılarına göğüs germek zorunda kalan ahalinin çoğu ya yurt ve köylerini terkederek (celâyi vatan) daha emin yerlere gidiyor veya eşkıya (Celâlî) gruplarına katılıyordu. Özellikle 1596’dan sonra binlerce insan Celâlî saldırılarından kurtulmak için civarda emniyetli şehir ve kasabalara, İstanbul’a, hatta Rumeli’ye kaçtı. Bunlardan bir kısmı “murâbahacılık” kurbanı olmuştu. III. Mehmed döneminde (1595-1603) yayımlanan adâletnâme, reâyâyı devlete karşı himayeyi ve Celâlîler’e karşı korumayı esas almıştı. I. Ahmed’in 1609’da çıkardığı adâletnâme ise reâyâyı doğrudan doğruya tefecilerden, devletin baskı ve haksız salgınlarından korumayı amaçlıyordu. Celâlîler arasında “yalancı kapıkulları” adı verilen bölükler de bulunuyordu. Bunlar kanuna aykırı olarak alınıp daha sonra ocaktan uzaklaştırılan leventler (paralı askerler) veya ümerâ218 kapılarındaki devriye bölükleri mensuplarıydı. Bu yüzden eski leventler kapıkulu tarzında altı bölüğe ait sarı, kırmızı ve yeşil bayrak açıyorlardı. Celâlîler kendilerine göre kabaca bir bölük düzeni de kurmuşlardı. Her bölüğün bir zorbabaşısı bulunuyor, bunlar da birer bayrak taşıyorlardı. Her bayrakta celî hattıyla zorbabaşının adı yazılı idi. Celâlî gruplarının bayraklarının kesin sayılarını tayin etmek şimdilik mümkün değildir. Bazı kaynaklarda 70.000’e varan Celâlî gruplarından söz edilmekteyse de bunlar abartılmış rakamlar olmalıdır. Celâlî zorbabaşıları reâyâ arasında garip isimlerle şöhret bulmuşlardı. Bunlardan bazıları; Ağaçtan Pîrî, Tanrıbilmez, İnciryemez, Kabresığmaz, Kâfir Murad, Şeklaz Ahmed, Deli İlâhî, Domuzoğlan, Îsâoğlan, Günuğrusu, Dağlardelisi, Rum Mehmed, Yularkıstı, Kilindiruğrusu gibi adlar taşıyorlardı. Sosyal bir buhran sonucu ortaya çıkan Celâlî isyanları, devlet teşkilâtında bozulma ve otoritenin zayıflaması ile giderek büyümüştür. Bazı kaynakların Celâlî isyanlarını Cigalazâde Sinan Paşa’nın Haçova firarîlerini cezalandırmasına bağlaması doğru değildir. Binlerce insanın âsi olmasının sebeplerini başıboş leventlerde, mağdur timarlı sipahilerde, işsiz suhtelerde ve sahipsiz reâyâda aramak gerekir. Bu derin yarayı tedavi etmek için yapılan girişimler ise başarılı olamamış, I. Ahmed’in yenilik getiren fermanlarından bir sonuç alınamamıştır. Reform mahiyetindeki yeniliklerde kapıkulunun gücünün azaltılması ve bu şekilde reâyânın himayesi esas alınmıştır. Fakat yapılacak yenilikler ancak eyalet askerleri sayesinde uygulanabilirdi. Nitekim II. Osman’ın bu yoldaki ilk girişimi yanında Erzurum Valisi Abaza Mehmed Paşa’nın yeniçeri düşmanlığı ile sekbanlara dayanması bu gerçeği ortaya koymakla birlikte meselenin halli ancak iki üç asır sonra gerçekleşecektir.219 Faroqhi, kitabı, “Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam” ise Celali İsyanları konusuna şöyle temas etmiştir. “Öyle ki Yeni Dünya’dan (Amerika) gelen gümüşün, giderek artan miktarda Osmanlı ülkesine girmesi, akçanın değerinin düşmesine neden olarak, fiyatlarda geniş çaplı dalgalanmalara yol açmıştır. Dahası, imparatorluğa giren paranın burada kalmayarak ipek yolu’nu takiben İran’a oradan da Hindistan’a geçmesi, Osmanlı ticaret dengesini büyük ölçüde olumsuz etkilemiştir. Akçanın değer kaybı, ulufeli askerlerin, özellikle kapıkullarının, enflasyonu karşılar oranda maaş istemelerine neden olmuş, talepleri reddedilince ayaklanma çıkarmışlardır. 1589-91 yıllarında yeniçeriler iki kere, 1593 yılında bir kere ayaklanmışlardır. Akçanın sürekli değer kaybetmesiyle enflasyon girdabına giren Osmanlı İmparatorluğu, akçayı devalüe ederek bu girdaptan kurtulmayı amaçlamış; ancak kur ayarlaması fiyatlarda 218 219

Buyurucular, beyler, amirler, yöneticiler - Mücteba İlgürel ‘Celâlî isyanları İstanbul'da basılan TDV İslâm Ansiklopedis1993 cildinde,7., s.252-257

39


büyük değişmelere yol açarak imparatorluğun ekonomisini krize sokmuştur. Akçanın kur ayarlamasından sonra, standart Osmanlı akçasıyla aynı miktarda malın satın alınamaması, yalnız ulufeli askerler arasında değil, şehir ve köylerdeki halk arasında da sıkıntılar yaratmıstır. Öte yandan Osmanlı İmparatorluğu’nda 16. yüzyılın yarısına kadar nüfus artış hızı normal düzeyde seyrederken bu yüzyılın sonuna doğru nüfus önemli oranda artış göstererek Bu nüfus artısı, Osmanlı’da topraksız ve işsiz bir kalabalığın oluşmasına neden olmuştur. Dolayısıyla oluşan bu sartlar neticesinde Osmanlı zirai ekonomisini mühim oranda etkisi altına alan ve isyanlar furyası olarak addedilen “Celâli İsyanları” ortaya çıkmıştır. Köylülük, yani üretici tabaka, 1596-1650 arasında, kurulu düzeni büyük ölçüde sarsan bir dizi isyanla yerlerinden edilmiş, çiftlik sistemini de etkisi altına alan isyanlar, köylünün toprak üzerindeki aktivasyonunu da engellemiştir. Celâli mücadelesi döneminde zor durumda kalan köylüler, işledikleri toprakları terk ederek şehirlere göç etmişler ya da göçebe hayata geri dönmüşlerdir. Anadolu köylüsünün kitleler halinde göç etmesi, tarımda verimliliği etkilemis, ürün yetiştirilecek mevsimde tarlaların boş kalmasına neden olmuştur.”220 1609 da Osmanlıda yapılan yeni idari yapılma gereğince Kırklareli sancak yapıldı. Böylece Rumeli eyaletine “…Vize-Gelibolu-Paşa (Müsellemân-ı Kırkkilise?221”…sancakları oluştu. 1612 yılında ise İstanbul’da şiddetli bir salgın yaşanmış olmalı ki, saraya kadar girmiş ve Sultan Ahmed’in kızkardeşlerinden biri ölmüştür. 1612 Şuhûdî Muhammed Efendi222 Babaeski’de öldü. (ö.1021/1612) Şeyh Şuhudi: Babaeskilidir. Asıl adı Mehmet’tir. Abdürrahim Rahmani adını da kullanmıştır. Yaşamı konusunda yeterli bilgi yoktur. İyi bir öğretim gördüğü sanılmaktadır. Şiirlerinin pek azı günümüze ulaşabilmiştir. Osmanlı Müellifleri’ndeki bilgilere göre mürşidi Ali Köstendilli’nin sözlerini derlediği bir yapıtı, Şuhudi takma adıyla bir ‘divanı’, ‘teskiresi’ ve ‘Telvuhatı Sübhaniye’ adlı bir çevirisi vardır. Bunlar bulunamamıştır. Ozanın Babaeski’de bir mecmuada Vahit Lütfü Salcı’nın saptadığı bir koşması şöyledir. 223 Güzeller serdarı eylemiş yezdan Seni ey şahı cihanbanım seni Hüsnüyle eylemiş âleme sultan Seni ey Yusuf’u zamanım seni Tanınmış velîlerden. Asıl ismi Muhammed'dir. Şühûdî ismiyle meşhur olmuştur. Hasköy'de doğdu. 1612 (H.1021) senesinde Babaeski'de vefât etti. Kabri oradadır. Edirne'nin Babaeski kasabasında Ali Paşa Câmiinde imâm-hatiplik yaptı. Tasavvufta Şeyh Yâkûb Efendinin sohbetinde kemâle erdi. Tasavvufta yetişmesini şöyle anlatır: "İlim tahsil ettiğim sıralarda bütün gayretimle dînin emirlerine uymaya çalışırdım. Tasavvuf ehli zâtların sohbet ve vâzlarına giderdim. Bir gün yine vâz dinlemeye gitmiştim. Vâiz efendi, kıyâmet günü insanların karşılaşacağı dehşetli ve müşkil hallerden bahsetti. Dinleyen cemâat o kadar etkilenmişti ki, feryâd ederek ağlaşmaya başladılar. Bu vâzı dinlediğim günün gecesi bir rüyâ gördüm. Kıyâmet günü olmuş, insanlar Sırat'ı geçmek için uğraşıyordu. Herkes bir kâmil zâtı kendine rehber edinmişti. Herkesin hâli rehberine soruluyordu. O olumlu cevap verirse, Sırat'ı geçiriyorlar, müsbet cevap vermezse geçirmiyorlardı. Ben de şaşkın bir halde Sırat'ı geçmek için yaklaştım. Bana rehberin kimdir? Dediler. Rehberim yoktur, dedim. O sırada nûr yüzlü bir zât âniden karşıma çıkıverdi. Bana; "Gel sen bizim torunlarımızdan ol." dedi. Benim hakkımda iyi şeyler söyledi ve beni Sırat'tan geçirdiler, sonra uyandım. Bu rüyânın üzerine rüyâda gördüğüm zâtı devamlı aradım. Kasabamıza nice zâtlar gelip gitti. Hiçbiri ona benzemiyordu. - (FAROQHİ, 2005) - Bkz: ‘Çingeler’ bölümüne 222 -1894’te Rumeli Edirne vilayeti kuruldu.222222 Bkz: ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımı, Babaeski Ziyaret Yerleri, Kasım, 2015- Babaeski no 27/5 223 Yurt Ansiklopedisi; "Kırklareli" Maddesi, C.7, Anadolu Yayıncılık A.Ş. İstanbul, 1982-1983, s.4873; 220 221

40


Nihâyet bir gün Şeyh Yâkûb Efendi İstanbul'a giderken bizim beldeye uğradı. Huzûruna gittim, elini öptüm. Elini öpünce bana; "Gördüğün rüyânın zuhûr etme zamânı yakındır." dedi. Dikkatlice yüzüne baktım. Rüyâmda gördüğüm zât olduğunu anladım. Hemen teslim olup, talebeleri arasına girdim. Onunla birlikte İstanbul'a gittim. Sohbetlerinde bulunup, ondan terbiye gördüm."224 Daha fazla bilgi için, Bkz. ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız,“Babaeski Ziyaret Yerleri”, Kasım, 2015- Babaeski.

İstanbul'da olağanüstü tabiat olayları da olmaktaydı: II. Osman'ın saltanatı sırasında 1620 yılında225 kasım ve aralık aylarında İstanbul'da gökte eğri bir kılıç şeklinde ve kılıçtan beş misli uzun ve üçayak genişliğinde bir kuyruklu yıldız doğudan batıya doğru uzandı. Bu kuyruklu yıldız her akşam güneş battıktan sonra bir ay müddetle görüldü. Falcılar bu olay üzerine birbirlerine danıştıktan sonra bunu Osmanlı İmparatorluğu'nun büyüklüğüne ve zaferine bir işaret olarak yorumladılar. 226 Eylül 1621-Ağustos 1622[/7130, tarihi veren Bizans kısa kronikleri 5. İndiksiyon’a ]göre “Bu yıl içinde dünyada büyük bir açlık (kıtlık) oldu, öyle ki birçok insan açlıktan öldü.” 1625 yılının yazında Bayrampaşa Vebası adlı bir veba hastalığı İstanbul halkının birçoğunun ölmesine neden olmuş bir günde ölenler bin kişiyi geçmiştir. Hatta bunun için Okmeydanında duaya çıkılmıştır.227 28 Ekim 1630 Tarihinde BOA,’de Edirne'de bostancıbaşıya ve Babaeskisi228 kadısına hüküm; "Etrafına topladığı adamlarla, Babaeski'deki Baba Zaviyesi'nin mutasarıfı (vakıf yöneticisi) olan hanımefendinin kızı Ayşe'nin evini basarak duvarlarını yıkıp, pencerelerini taşayan eski kocası sipahi Rıdvan oğlu Veli ve adamlarının yakalanarak haklarında gerekenin yapılması...".229 dair hüküm vardır. Baba Zaviyesi denenin Sarı Saltuk zaviyesi olduğudur. 1631-1632 İsa'nın doğumundan sonra 1631 yılında, Francesco Erizzo Venedik Konseyi'nin başkanı olduğu sırada, Venedik şehrinde güçlü bir veba/salgın hastalık oldu. İki yıldan fazla hüküm sürdü. Ölenlerin sayısı 5070 oldu.230 1633 köprü231 yapılıdı. IV Murat adı ile anıldı. Türkiye Trakyası’nda (Doğru Trakya) eski sefer yolunun işaretlerinden biri olarak tarihî değere sahip olduktan başka Türk köprücülük sanatının güzel eserlerinin başlıcalarındandı.232 1637 [7145, dünya yılı, Bizans Kısa Kronikleri 5. İndiksiyon]göre Haziran, Cumartesi 7145 yılı, Haziran ayının 3'ünde, Cuma günü, akşamı, büyük bir dolu fırtınası oldu ve üzüm bağları harap oldu ve meyveler ve büyük bir yokluk sıkıntı oldu.233 1639---IV. Murat Edirne’ye geçerken Babaeski’den geçti-zaten Edirne’ye sık giderdi.234 Edirne'deki padişah sarayı, Topkapı Sarayı'ndan büyüktü. 1700 yılında Edirne 350.000 nüfusuyla Avrupa'nın İstanbul, Paris ve Londra'dan sonra dördüncü büyük şehri idi. 1825'te bile 300.000 nüfusuyla Londra, İstanbul, Paris, Napoli, Petersburg, Viyana'dan sonra Avrupa'nın yedinci büyük şehri idi.235 28 Haziran 1648 tarihinde büyük ihtimalle merkezi Türkiye dışında (Bulgaristan veya Romanya) olan büyük bir deprem İstanbul’da çok katlı evlerin, kulelerin ve cami minarelerinin önemli bir kısmını tahrip ederken küçük bir kısmını tamamen yıkmayı başardı. Görgü tanıklarına göre; 1650 yılına kadar Bektaşi tekkesiydi. Türbesinde iri taneli tespitler, geyik boynuzları, kesici ve delici eskimiş silahlar, şamdanlar, levhalar? Vardı. Dervişlerin sırtlarında koyun postu vardı. Bu mescit haline getirilmiş tekkeden başka Aya Nikola ve Meryem Ana kiliseleri vardı. (Asitâne büyük tekke demektir.) Lemezât; Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4536 s.157 ÜÇEL, AYBET, Gülgün, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (15301699), iletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 226 Demetrius Cantımır, Hisıoire de fEmpire Oııoman, s. 29 227 Prof. Dr. Orhan KILIÇ-b:, Eskiçağdan Yakınçağa Genel Hatlarıyla Dünyada ve Osmianlı Devleti’nde Salgın hastalıklar.2004, Elazığ 228 DİKKAT: Bu tarihli kaynaklarda Babaeskisi” olarak anılmaktadır, 229 BA, MD 85, hnr 4, 5.4, tarih; 21 Ra 1040/28 Ekim 1630 alıntı: . Bilgili & Öztaşkın, 2007 s.36 230 (KILIÇ-a, 2013, s. 217) 231 ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız/ Kaybolmasın, IV Murat Köprüsü, Babaeski, Temmuz, 2015 232 Daha fazla bilgi için: bkz. ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız/ Kaybolmasın, IV Murat Köprüsü, Babaeski, Temmuz, 2015 233 (KILIÇ-a, 2013, s. 203) 234 (Peremeci, 1935, s. 20). 235 TEZ-Sezer ARSLAN--Türk Göçleri Ve Osmanlı Devleti’nde balkan Savaşları Sonrası Rumeli’den İskânları 224 225

41


1651 Evliya Çelebi236, 1651 yılında dayısı Melek Ahmet Paşa ile birlikte Özü kalesini aldıktan sonra Edirne üzerinden Babaeski’ye geldi. 1626’da İzmir’de büyük ihtimalle İspanyol kökenli (Sefarad) bir yahudi ailesinin oğlu olarak dünyaya geldi. Doğduğu ev halen İzmir’in eski yahudi mahallesinde bulunur. Küçük yaştan itibaren dinî ve mistik konularda eğitim gördü, şehrin en tanınmış hahamlarından Yosef Escapa’dan ders okudu. On sekiz yaşında iken hahamlık icâzeti aldı; ancak hahamlık yapmadı ve kendini mistik konulara adadı. Okuduklarının etkisiyle kendisinin yahudilerin yüzyıllardır beklediği mesîh olduğuna inandı ve 1648’de İzmir’de mesihliğini ilân etti. 30 Haziran 1666 da Sabatay Sevi İstanbul'a hareket etmek üzere yola çıkar. ... Sevi üç gün sonra yargılanmak üzere Sadrazam'ın başkanlığındaki Divan'a çıkarıldı. Girit Seferi öncesinde ortalığın karışmasını istemeyen Osmanlı yönetimi, bir 2 ay sonra Sabatay'ı Çanakkale Gelibolu'da bulunan bir kaleye hapsetmeye karar verdiler. Nitekim Nathan, 1665 yılında Sabatay’ın beklenen gerçek mesîh olduğunu iddia edip “onun peygamberliği görevini” üstlendiğinde bu haber yahudiler arasında hızla yayıldı. Özellikle İspanya sürgününden sonraki dönemlerde siyasal ve ekonomik durumları dünyanın her yerinde kötüye giden yahudilerin böyle bir kurtarıcı haberine inanması zor değildi. Sabatay Sevi 1665 sonbaharında tekrar İzmir’e döndü; Sabatay birkaç ay dinlendikten sonra dışarı çıkarak taraftarlarıyla sokaklarda dolaşmaya başladı. İzmir başhahamı yahudileri Sabatay’a karşı uyardıysa da netice fazla değişmedi ve cemaat ikiye bölündü. 1666 yılı Sabatay Sevi’nin şöhreti zirveye ulaştı. İnanışa göre Osmanlı topraklarından çıkan bir deccâl Osmanlı Devleti’nin sonunu getirecek, Kudüs’ün kapılarını yahudilere ve hıristiyanlara açacaktı. Hakkındaki haberler, Avrupada heyecan uyandırdı. Sabatay Sevi’yi İzmir’den İstanbul’a getirterek sorgulandı. Bir süre sonra Çanakkale Boğazı’nda bugünkü Kilitbahir Kalesi’ne hapsedildi. Osmanlı Devleti’nin nisbeten güvenli bir dönemde bulunması dolayısıyla Sabatay’ın sadece hapis cezasına çarptırıldığı söylenir. Sabatay’ın hapsedilmesi taraftarları arasında büyük heyecana yol açtı; Osmanlı toprakları dışından gelenlerle beraber harekete katılanların sayısı hızla arttı ve olaylar kontrolden çıkmaya başladı. Bunun üzerine Sabatay, Edirne’ye getirilerek 17 Eylül 1666 tarihinde padişahın gözetiminde padişahın hocası Vanî Mehmed Efendi (Babaeski ve Havsadaki bektaşi tekkelerini yıktırdığı söylenir237.)238 ve Şeyhülislâm Minkārîzâde Yahyâ Efendi tarafından sorgulandı ve sonuçta kendisinden İslâm’ı benimsemesi istendi. Yahudi hukukunda yer alan hayatın ölüme tercih edilmesi prensibinden hareketle Sabatay müslüman olmayı kabul etti ve Aziz Mehmed adını aldı. Sorgulama sırasında dışarıda bekleyen taraftarlar, onu sarıklı bir müslüman olarak görünce büyük hayal kırıklığına uğradı. Kalabalığın önemli bir kısmı Sabatay’ı yalancılıkla itham edip geri dönerken küçük bir grup yanılmazlığı kabul edilen mesîhi takip ederek müslüman oldu ve daha sonra “dönme cemaati” denilen grubun temelini teşkil etti. Diğer küçük bir grup da Sabatay’ın mesîh olduğuna inanmaya devam ederek yahudi Sabatayistler adını aldı. İslâmî eğitime tâbi tutulan Aziz Mehmed Efendi bu eğitim sırasında hem şeriat hem tarikat bilgisi aldı ve Edirne’de bulunan Bektaşî tekkelerini ziyaret etti. Vanî Mehmed Efendi ile padişahın gayri müslimleri İslâmlaştırma politikaları çerçevesinde sinagoglara gönderilen Aziz Mehmed Efendi kısa zamanda pek çok yahudinin müslüman olmasına vesile oldu. Not: Evliya Çelebinin seyahati, 1630 yılı Ağustos 19. Günü seyahate başlıyor, 54 yıl sürüyor. (SALÂH BİRSEL, "Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi, Salâh Bey Tarihi 4") kitabında Vanlı bilgin Mehmed Efendi için, Mehmet Raif Efendiye atıfta bulunarak "Mir'at-ı İstanbul" adlı eserinde şunları yazar : "Şeyh Mehmet Efendi sözü geçen biri olmakla 1665 yılında Mevlevilerin sema'larını ve Halvetilerin tahta karşı çıkmalarını yasaklatmış ve Edirne yakınlarında Babaeski adındaki karyede kurulu Bektaşi (?)(Mevlevilerin sema'larını ve Halvetilerin içratları için neden bektaşi tekkesi yıktırıyor) tekkesini yıktırmış ve 1670 yılında İslam şehirlerinde şarap satılmaması üzerine yüksek buyruklar çıkartmıştır.." 238 Başka bir kaynakta ise, Vanlı Mehmed Efendi için; 1076 (m 1665) senesinde ba’zı sahte tarikatçıların çığırdan çıkan, zaman zaman İslâmiyetin dışına taşan hâl ve hareketlerinin durdurulması için ferman çıkarttı. Babaeski’de hurûfi sapıklarının işgal edip kirlettikleri medreseyi yıktırdı. Not verilmiş. Diğer bir kaynak olan; Erdoğan Pazarbaşı- Mehmed Efendi, Vanî ‘TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2003 Ankara'da basılan c.28. cildinde, s.458-459 “Babaeski’de bulunan bir Bektaşî tekkesinin yıktırılması, Mevlevî ve Halvetî dergâhlarının kapattırılmasından sorumlu tutulmaktadır.” Bilgisi vardır. 236 237

42


1673 yılında Kuruçeşme’de bir evde yaptığı âyin sırasında Aziz Mehmed Efendi’nin bir elinde Kur’an, bir elinde Tevrat olduğu halde görülmesi kendisinin ve taraftarlarının tam müslüman olmadıkları kanaati uyandırdığından Mehmed Efendi bir defa daha yargılandı ve bugünkü Karadağ sınırları içinde bulunan Ülgün’e sürgün edildi. Bu defa da ölüm cezasından kurtulması, Vanî Mehmed Efendi ve padişahın annesi Turhan Sultan ile olan dostluğuna bağlanmaktadır. Mehmed Efendi’nin taraftarları Selânik’te toplanarak sürekli onun ziyaretine gittiler. Selânik’te onun koyduğu prensipler doğrultusunda bir cemaat oluştu, bu cemaat eski hahamlardan Filozofos etrafında teşkilâtlanmaya başladı. Sabatay dördüncü eşi Sara 1671 yılında ölünce Filozofos’un kızı Ayşe ile evlendi, bu evlilik Filozofos ailesini doğal lider yaptı. Üç yıl sürgünde yaşayan Mehmed Efendi hayatının sonlarına doğru yeniden eski dinine ilgi göstermeye başladı. Sabatay Sevi 1676 yılında öldü.239 1666 (?) yılında Fatih Camisi240 önünde dörtyüzlü, hazneli çeşme yapıldı. Hicri 1077 yılında Daha fazla bilgi için, Bkz. ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız,“IV murat dörtyüzlü Çeşmesi”, Kasım, 2015- Babaeski.

1672 yılında Lehistan (Polonya) ya, IV Mehmet savaş ilan etti. (1672-1677). Savaş dönüşü Lehistan’ın kemanice halkını Kırklareli’de iskân etti. 1572 yılında veba salgını yine kendini gostermektedir. Veba salgını burada yeniceri cukası işlemekle görevli olan Yahudileri daha çok endişelenmiş olmalı. 1568 yılında olduğu gibi yine şehri terk etmek arzusunda olduklarını ifade etmişlerdir. Bu sebeple bizzat kendileri merkeze mektup göndererek, ‘mahrûse-i Selânik'de Yaradan Âlfahu Te‘ala tâ'ûn vâki oldukda ta'un’ hastalığı bulaşmayan bazılarının aileleri ile birlikte kaleden çıkıp gitmek istediklerinde bunlara mani olunduğunu bildirmişlerdir. Bunun uzerine Selanik kadısına yazılan 12 Temmuz 1572 tarihli bir hukumle, şayet orada Yahudiler tarafından işlenen yeniçeri cukalarının zamanında yetişeceğine cemaat başları kefil olur ise veba hastalığı bulaşmayanların bir müddet dışarı çıkmalarına izin vermesi istenmiştir.241 1675-1676 İstanbul'da da veba olmasına rağmen lngiltere elçisi Sir John Finch'i görebilmek için o sırada Edirne'de padişaha itimatnamesini (güven Mektubu) sunmaya gitmiş olan elçinin Edirne'den dönüşüne kadar İstanbul'da kaldılar. Sir John Finch'in Edirne'den dönüşünde Trakya ve Edirne'de veba salgınının korkunç derecede yaygın olduğunu söylemesi üzerine Atina'ya dönmekten vazgeçtiler, İstanbul'a gelen lzmir'deki İngiliz Tücarlar ve İngiliz elçiliğinde rahiplik görevinde bulunan Dr. Covelle İzmir'e kadar seyahat ettiler.242 1695 yılında malikâne düzeninin başlatılmasıyla243 (17 Temmuz 1703) EDİRNE VAKASI: II. Mustafa'nın,244eski mirascısı Feyzullah Efendi'yi Erzurum'daki sürgününden geri çağırmasından kaynaklanmıştı. Sultan eski akıl hocasını, başkentte varır varmaz şeyhülislamlık makamına yükseltti. Bu görevle yetinmeyen Feyzullah, hiçbir yüksek ya da düşük rütbelinin kendi onayı olmadan karar almasına izin vermeyecek şekilde, bürokrasi ve yönetim üzerinde fiili bir hâkimiyet kurdu.245 Cebeciler sıra kendilerine geldiğinde yola çıkmayı reddettiler. Murtaza'dan cebecilerin on taksittir ödenmeyen maaşları için para bulması isteniyordu. Nisan ayında ödemelerin diğer görevler için yapılmış olması nedeniyle, bu ocak maaşını vaktinde alamamıştı. Bir ay geçtiği halde, sultanın kişisel hazinesinden destek alınarak açığın bir kısmını kapatma girişimlerine rağmen, cebecilerin maaşlarını tam olarak karşılayacak yeterli nakit bulunamamıştı.246

Cengiz Şişman - Sabatay Sevi: ‘TDV İslâm Ansiklopedisi’,2008 İstanbul, C.35, s.334-335 ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız/Kaybolmasın, Babaeski-2017 ÖZTABAK, Mucit, Kültür Varlıklarımız, Dört Yüzlü Sultan IV. Murat Çeşmesi, Şubat 2015 241 (KILIÇ-b:, 2004, s. 50) 242 (WHELER, George, Wheler seyahatini 1675 - 1676 yılında Lyon'lu Dr. Jacop Spon'un refakatinde yapmıştır)alıntı: (ÜÇEL-AYBET, 2010) 243 Şevket Pamuk - Osmanlı İmparatorluğu'nda Paranın Tarihi s.14 244 II Ahmet’ten devr aldığı padişahlığı III. Ahmet’e devretti. 245 (Abou-El-Haj, 1984, s. 31) 246 (Abou-El-Haj, 1984, s. 31) 239 240

43


İsyancılar, özellikle Feyzullah ve akraba ve ev halkının azledilmesi ve Saray'ın İstanbul'a geri getirilmesi gibi hedefleri, yani adalet istekleri ulemanınkilerden çok farklı olmadığındandolayı isyancılara her aşamada şeriata uygunluğun gözetileceği hususunda güvence verdiler. Bu noktadan sonra iki tema ulemanın, askerlerin ve İstanbul tüccarlarıyla halkının temsilcilerinin hareketlerini belirledi: Birlikteliğin çeşitli öğelerinin şeriata uygun davranmak konusundaki samimiyeti ve isyana dönüşen ayaklanmanın hemen bir (huruc ala 's-sultan'a) sultana bağlılıktan çekilmeye dönüşüp dönüşmeyeceği.247 20 Temmuz Cuma günü, yani cebeci ayaklanmasının başlamasından dört gün sonra, ulema, mollalar ve meşayih248, yeniçerilerin alay camisi olan Orta Cami'de silahlı birliklere katıldı. Kimileri, saraydan serbest bırakılmalarının ardından gösteri alanına gönüllü olarak gelmişti. Bununla birlikte, büyük çoğunluk asilerin "daveti"ni aldıktan sonra ortaya çıktı. Onları ilgilendiren şey, isyanın bu noktasında bile, asilerin amaçları ve davranışlarıymış gibi görünmektedir. Ulemanın zihniyetine göre alınan kararların ve atılan adımların şeriat hukukuna uygunluğu en önemli mevzuydu.249 23 Temmuz Pazartesi günü, isyancı heyetinin Edirne'ye doğru yola çıkmasından iki gün sonra alınmıştı. Bu nedenle, hükümetin Abdullah'a son mesajını taşıyan ulak hedefine hiç ulaşamadı.250 Sultan, isyancılarla uzlaşmaya çalışıyor gibi gözükse de hiçbir şekilde risk almaya niyetli değildi. En kısa süre içerisinde askeri bir çatışma için gerekli hazırlıklara başlandı. İsyancılara katılmayan birliklere emirler gönderilmesinin yanı sıra, özellikle Avrupa'da, Edirne'ye giden tüm yolların tutulmasını emreden bir talimat dolaşıma sokuldu. Anlaşılan o ki bu öneri, ertesi gün, yani Çarşamba günü, Edirne bostancı başısına karşılamayı Havsa' da yapmasına dönük bir talimata dönüştü.251 II. Mustafa, Feyzullah'ı azletti. Edirne' den sürgüne gönderilmesi için emir çıkarıldı. Edirne hükümeti, Feyzullah'ı sürgüne göndererek isyancıların müftünün İstanbul'daki tüm memnuniyetsiz kitlelerin asıl ve tek hedefi olduğu şeklindeki açıklamalarıyla uyumlu hareket ediyordu.252 1702 yılında yaşanan bir olay, iktidarda bir değişiklik sağlamaya dönük kimi çabaların bulunduğuna işaret etmektedir. Amcazade Hüseyin'in sadrazamlıktan çekilmesinden birkaç ay önce, iki adamı görevlerinden alındı ve idamları emredildi. Bunlardan biri olan Hüseyin'in yeğeni Kıblelizade Ali, II. Mustafa'nın kardeşi Şehzade Ahmed ile görüşmeye çalışırken yakalanmıştı. Hemen mirahor-ı evvellik (padişahın atlarına bakanların başı) görevinden uzaklaştırılarak Edirne' den İstanbul'a getirildi ve idam edildi.253 Bu olay, 1703 yılına gelindiğinde müftünün siyasi nüfuzunun ne ölçüde artmış olduğunu gösterirken, karşılaşmaya dair bir başka kaynak da, Feyzullah'ın mali yolsuzluklarını ortaya koyar. Feyzullah'ın servetinin kaynağının malikâneler olduğu ilk kez dile getiriliyordu: "Her ay şu kadar çok (kese) ve her yıl şu kadar (gelir) elde eder. II. Mustafa'nın öfkesine hâkim olamadığı ve sonunda müftü tarafından aldatıldığını kabul etmek zorunda kaldığı” söylenir. II. Mustafa tebaasının müftünün kendilerine teslim edilmesi yönündeki isteklerini yerine getirmek yerine eski akıl hocasını (Feyzullah Efendi’yi) Edirne dışına asilerin ulaşamayacakları güvenli bir yere gönderdi. Aynı esnada er geç gerçekleşecek bir askeri karşılaşma için hazırlık yapmaya başlayarak kendi konumunu güven altına alacak önlemler aldı. Saldırı ve intikamdan korkan önemli hükümet görevlileriyle önde gelen isimler şehirden kaçtılar. Geride kalan şehir sakinleri, değerli eşyalarını sakladılar ve kapı halklarının mensupları gizlice kırsal alandaki çiftliklerine yollandılar. Saklanmak için kaçmadan önce Rami Mehmed, kölelerini azat etti; fakat ailesinin asilerin elinde aşağılanmasını engelleyecek ve onları tehlikeden koruyacak zaman bulamadı. Sonunda yakın ailesi, sadrazamın Edirne' deki sarayından,

247

(Abou-El-Haj, 1984, s. 31) (Ar. şeyḫ’in kural dışı çoğul şekli meşāyiḫ) 249 (Abou-El-Haj, 1984, s. 41) 250 Abou-El-Haj, 1984, s. 65) 251 (Abou-El-Haj, 1984, s. 66) 252 (Abou-El-Haj, 1984, s. 67) 253 (Abou-El-Haj, 1984, s. 88, 98) 248

44


üstlerinde yalnızca kıyafetleri olduğu halde ayrıldı. Geleneğe uygun olarak tüm malları müsadere edilmiş olduğundan, Rami Mehmet’in İstanbul Eyüp'teki evinde ikamete mecbur kaldılar.254 Edirne'nin dışında, Havsa'nın düzlüklerinde karşı karşıya gelmişti. Yapılan hazırlıklar düşünüldüğünde, çarpışma için, dağ fare doğurdu denebilir. Sultana bağlı askerlerin sultana ebedi sadakat ve desteklerini belirten bir yemin etmelerinin hemen ardından İstanbul tarafıyla iletişime geçmeleriyle, onların ne kadar güvenilmez oldukları kanıtlanmış oldu. Önceden kararlaştırılmış bir saatte iki taraftaki askerlerin birleşmesi için işaret veren büyük bir patlama duyuldu (bir değerlendirmeye göre aynı anda bin tüfek ateşlenmiş gibiydi). II. Mustafa ve komutanları terk edilmiş, korumasız ve umarsız bir şekilde dağıldı. Önde gelen danışmanlarının pek çoğu saklanmak üzere ortadan kayboldu ve sultanın kendisi de Edirne' deki sarayına döndü. Bu ümitsiz önlemlere karşın Edirne tarafı, esasen Rumeli'nin yardımcı kuvvetlerinden oluşan en çok 30.000 adamı biraraya getirebilmişti. (Kaynaklar sultandan nakit para aldıktan sonra Edirne'den kaçan ve fiili çarpışma gerçekleşmeden önce İstanbul kuvvetleri tarafından yakalanan firarilerden söz etmektedir.)255 Çağdaş kaynaklar, İstanbul tarafı için altmış parçalık sahra topu, yüzlerce el bombası, altı bin mızrak ve balta ile on iki bine yakın kürekten oluşan güçlü bir askeri kuvvetten söz ederken, hiçbiri Edirne'nin elindekilerle ilgili bilgi içermez. Bu nedenle, iki tarafın kuvvetlerinin arasında yalnızca saatler kaldığında, Edirne'deki hükümet asilerle uzlaşmak için son bir taktiğe başvurdu. Sultan, Edirne kuvvetlerinin seraskerini İstanbul'un talepleri konusunda karşı tarafın ağzını aramak üzere gönderdi. Cevapları, daha önce özeti verilerek tartışılan ve sultanın tahttan indirilmesi için asilere yasal bir onay sağlayan fetvalar biçiminde geldi. İsmayil Hami Danişmend, 1703 yılında gerçekleşen “Edirne vakasını ” şöyle anlatmaktadır: “Edirne’deki hükûmetin 80 bin kişilik bir mukabil ordu topladığından bahsedilir Bu askere bahşişler dağıtılmış ve Kur’an, kılıç, ekmek ve tuz üzerinde padişaha sadâkat yemini ettirilmiştir. “Evlâd-ı-Fâtihan” denilen Rumeli yörüklerinin başında gelen vezir Hasan Paşa Ser-asker tâyin edilmiş ve rivayete göre Vezir-i-a’zam Râmi Paşa bu âciz ve ihtiyar Ser-askere âsiler taarruza geçtikleri zaman kendisinin Edirne’ye doğru ric’at etmesi hakkında gizlice tâlimat vermiştir! îşte bundan dolayı iki ordu Çorlu civarında karşılaşınca âsiler kendisine: — Yolumuzdan savulsun! Diye haber gönderir göndermez Hasan Paşa hemen Hafsa’ya ric’at etmiş ve orada Râmi Paşa’ya vaziyeti arzedince Sultan Mustafa derhal ordu başına dâvet edilmiştir. Pâdişâh (6 Rebî’ülâhir) 19 Ağustos pazar günü Hafsa’ya (havsa) geldiği zaman, (Bâbây-ı-Atîk) Babaeski’ye dayanmış olan İstanbul ordusuyla Edirne ordusu arasında artık bir konaklık mesâfe kalmış olduğu için, iki taraf askerleri arasında gizli muhâbereler cereyan ettiğinden bahsedilir. İşte bundan dolayı o gece hükümet ordusundan tüfekler atılıp karşı tarafa işâret verilmiş ve bu işâret üzerine bütün asker Babaeski’ye doğru kaçıp İstanbul ordusuna iltihak ettiği için, İkinci Mustafa’nın maiyyetinde paşalardan başka kimse kalmamıştır. Hattâ bu paşalar bile kaçmıya mecbur olmuş, vak’anın mürettibi( tertip ve düzene sokan) olduğu halde isyânın gelişme tarzına hâkim olamıyan Vezir-ia’zam Râmi Mehmet Paşa pâdişaha vaziyetin vahametini(önemini) arzedip(sunup) başını kurtarmak için saklanmış ve Sultan Mustafa da derhal Edirne’ye gidip kardeşi üçüncü Ahmed’e saltanat teslim etmekten başka bir şey yapamamıştır. İstanbul ordusu (28 Rebî-ül-evvel) = 11 Ağustos Cumartesi günü yahut bir gün evvel Silivri’ye gelinceye kadar İkinci Ahmed’in henüz 11 yaşım bitirmemiş olan oğlu şehzade İbrahim’in tahta çıkarılması takarrür (karar verildiği) ettiği halde, Silivri’de bir meclis toplanıp “Ekberiyyet” kaidesi mucibince Dördüncü Mehmed’in ikinci Bin ciltten fazla nadir ve çoğaltılamayacak kitap içeren eşsiz kütüphanesi de dâhil olmak üzere tüm taşınır malları Edirne ve İstanbul’daki evlerinden toplandı. Mallarının toplam piyasa fiyatı yalnızca 100’'ü menkul olmak üzere 1.000 kese akçeydi. Dürüstlüğünün göstergesi olarak, vakanüvisler Rami Mehmet’in sadrazamların geleneksel olarak yeni makam sahiplerinden aldıkları hediyeler olan ca'izeleri almayı reddettiğini belirtirler. Nakit paranın azlığı sadarete yükselmesinde bu yana beş yüzden fazla keseyi fakirler ve kendi kapı halkı için harcamış olmasındandı. Anonim Tarih, Berlin, Diez A quarto 75, 2 61a-b. (Abou-El-Haj, 1984, s. 120) 255 İstanbul'da sultan tarafından kendilerine ödeme yapıldıktan sonra Edirne' den kaçan dört ya da beş kişi yakalanmıştı. Sorgulanmaları sırasında hükümetin belirli sınıftaki askerler için, örneğin tüfeng ve postal sanca seğmenlere, kişi başına 30 kuruşluk ödeme yapıldığını belirtmişlerdi. Ayrıca Edirne' de orduya kaydedilenlerin çoğunun Hırvatlar, Arnavutlar, Çobanlar ve Çıtaklar, yani esasen yardımcı ve başıbozuk gruplar arasından toplandığını iddia etmişlerdi. Anonim Tarih, Berlin, Diez A quarto 5, 1 5a-b. 254

45


oğlu ve İkinci Mustafa’nın öz-kardeşi olan Üçüncü Ahmed’in iclâsma karar verilmiştir. Bu kararın ittihâzında Üçüncü Ahmed’e şehzâdelik devrinde intisâb(katılıp) edip sonradan Vezir-ia’zam olan Pruth kahramanı Baltacı-Mehmet Ağa’nın gayret ve faaliyeti başlıca âmil olmuş ve hattâ Mehmet Ağa bu uğurda bütün varlığını ihtilâl reislerine yedirmiştir. İstanbul ordusu Hafsa (havsa) vak’asının “ikinci günü”, yâni (8 Rebî’ül-âhir) 21 Ağustos Salı günü Tunca kıyılarına dayanmış ve ertesi gün de İkinci Mustafa hal’edilip üçüncü Ahmed tahta çıkarılmıştır. Hal’ ile cülûsu bir gün evveline müsâdif gösteren daha zayıf bir rivayet de vardır. 18 Temmuz (4 Rebi’ülevvel) Çarşanba günü İstanbul’da başlamış olan bu büyük isyân hareketi o tarihten bu güne kadar tam 35 gün sürdükten sonra 36 ncı gününe tesadüf eden saltanat tebeddülüyle nihayet bulmuştur.”256 II. Mustafa'nın tahttan indirilmesi ile son bulan olaylar asgari bir kargaşa ve şiddet ile süregitmişti. Fakat III. Ahmet’in tahta çıkışı, hem kargaşanın hem de şiddetin artmasına yol açtı. Geçen birkaç hafta içinde asilerin eylemlerini biçimlendiren göreli düzen ve denetim, yerini giderek, farklı gruplar iktidarı ellerine almaya ve birbirleriyle çatışan taleplerini, kurulmasında rol oynadıkları yeni hükümete dayatmaya başladıklarında vandalizme ve neredeyse anarşiye bıraktı.257 İsyancılar Feyzullah'ın idamı için ulemadan fetva istediklerinde, kendilerine pek de doğru olmayan bir biçimde, bugüne kadar hiçbir müftünün idam edilmemiş olduğu söylendi. Bir müftünün görevden uzaklaştırılması ve kimi zaman da cezalandırılması her zaman yeterli görülmüştü. Aynı kaynak, Feyzullah'ın düşmanlarının onun idamını gerçekleştirmek için bir yöntem bulduklarını belirtir. İlk önce nakibüleşraf Seyfızade İbrahim'in, Peygamberin soyundan gelenlerin başı olarak yetkisini kullanıp, onun adına müftünün ve oğullarının seyyid (peygamber soyundan gelme) olduklarının işareti olarak kabul edilen yeşil sarıklarını çıkarmalarını emreden bir görevli gönderdiler. Daha sonra her birini bir sancağın başına atayan emirler hazırladılar. Sancak beyliği, askeri bir görev olmasından dolayı, onların idam cezası karşısındaki muafiyetlerini yok ediyordu. Hapiste bulundukları sırada her birine sultanın kendilerine beylik tevcih ettiğini bildiren fermanlar ulaştırıldı. Ertesi gün, Feyzullah hapisten çıkarıldı ve "şehadet kelimeleri dilinden dökülemeden" kafası kesildi. Bir diğer anlatıya göre Feyzullah, muhtemelen askerlerin idam edilecek olanın gerçekten müftü olduğuna ikna olmaları için ilk önce askeri birliklerin önünden geçirilmişti. Bunu bir kez daha kanıtlamak için müftünün kesilmiş kafası da birliklerin önünden geçirildi. Aşağılamak için, müftünün cansız bedeninin ilahi söyleyen ve tütsü yakan Hıristiyan rahiplerin önünde sürüklenmesi ile iyice arttı. Bu muamele onun bir Müslüman olarak ölmediğini gösteriyordu.258 Başka bir anlatışta; “Yeni padişah III. Ahmet’in izniyle, eski Şeyhülislam Feyzullah Efendi, zindandan çıkanlarak bir hammal beygirine bindirildi ve Bitpazan'na getirilerek orada kafası kesildi. "Bundan sonra ayaktakımından bazıları, maktulun ayağına ip takmışlar ve zorla üç yüz kadar Hıristiyan'ın eline ıvrip, papazlara ityin yaptırarak bir buçuk saatlik yerden yeniçeri karargâhına getirdikten sonra cesedi Tunca Nehri'ne atmışlardır. Başı bir sırığa takılıp gezdirildikten sonra, o da Tunca Nehri'ne atılmıştır. Bir zaman sonra kendisini sevenler, cesedini gizlice Tunca’dan çıkarıp Edirne’de Sitti Sultan Camii yakınındaki Abdülkerim mektebinin avlusuna gömmüşler." Konumuza dönersek, İstanbul‘dan gelen isyancıların Babaeski‘ye gelmeleri ile Edirne‘den kendilerine katılımları artırmıştır. Bu durum karşısında padişah II. Mustafa çaresiz kalmış ve 35 gün süren isyan sonunda “ekberiyet259” kaidesine göre tahtı Ahmet’e terk etmekten başka çare bulamamıştır. II. Mustafa'nın tahttan indirilmesi ile son bulan olaylar asgari bir kargaşa ve şiddet ile süregitmişti. Fakat III. Ahmet’in tahta çıkışı, hem kargaşanın hem de şiddetin artmasına yol açtı. Geçen birkaç hafta içinde asilerin eylemlerini biçimlendiren göreli düzen ve denetim, yerini giderek, farklı gruplar iktidarı ellerine almaya ve birbirleriyle çatışan taleplerini, kurulmasında rol oynadıkları yeni hükümete dayatmaya başladıklarında vandalizme ve neredeyse anarşiye bıraktı.260 Şehzade Ahmed‘i tahta geçiren asiler, sürgün cezasını hafif buldukları Feyzullah Efendi‘yi de sürgüne gönderildiği. Varna yolundan çevirip, Edirne‘de türlü hakaretlerle öldürerek cesedi Tunca (Danişmend, 1971, s. 489) (Abou-El-Haj, 1984, s. 122) 258 (Abou-El-Haj, 1984, s. 122) 259 Genel manada veliahtta, yaşça büyük olanın hak sahibi olması için kullanılan Osmanlıca terim. Osmanoğlu ailesinin, padişahtan sonraki en yaşlı erkek üyesinin veliaht kabul edilmesini ifade eder. 260 (Abou-El-Haj, 1984, s. 119) 256 257

46


nehrine atmışlardır. Bu olayın en önemli tarafı Osmanlı Devleti‘nin eyaletlerde güç kazanma sürecini hızlandırmasıdır. Artık Osmanlı Sultanlarının güçleri kendilerinden değil, dayandıkları ayan gibi güçlü zümrelerden gelmektedir.261 Müftü'nün asilerin elinden kaçması engellendi. Kendisi ve oğulları, özellikle nakit varlıklarının nerede olduğunun açığa çıkarılması için sert bir sorgulamadan geçirildiler. Sonunda Feyzullah Efendi aşağılayıcı bir idama mahkûm edildi. Müftünün makamına geçmeyi bekleyen Fethullah262 dışında, ailesinin geri kalan üyelerinin canları bağışlandı, Fethullah ise idam edildi. Olağan koşullar altında baskınlardan bağışık olması gereken kadın akrabalarınınkiler de dâhil olmak üzere, evlerine ise merhamet gösterilmedi.263 Başka bir kaynak ise, Ahmet Badi Efendi “Rıyaz-i Belde- i Edirne” adlı eserinde II. Edirne Vak'ası şöyle anlatır; "Mir'at-ı alem'de ve genel tarih kitaplarında Edirne vak'ası adıyla anılan bu olay, (M:1703) yılında meydana gelmiş olup, vâni (Vanlı) Mehmet Efendinin damadı Şeyh-ül İslam Erzurumlu Feyzullah Efendinin başına gelen acı ve ürkütücü sonucu anlatır. Sultan II. Mustafa döneminde Şeyh-ül İslam bulunan Feyzullah Efendinin devlet protokolü kadrosu içinde özerk ve özgür hareket etmesi ve bunun sonunda fitne ve fesadın çıkmasıdır. Bu durumun karşısında olanlar, önce İstanbul'da toplanıp onun aleyhine birleştiler. Askerin Cebeci sınıfı bunların başını çekiyordu. İstanbul halkı da bu durumdan huzursuz olmuştu. Cebeciler, (M:19.7.1703) yılı Rebi-ül Evveli'nin beşinci günü Ayasofya yakınında isyan bayrağını açtılar. Aralarında halktan da katılanlarla at meydanına yürüdüler. Oradaki yeniçeriler de bunlara katıldı. Ağa kapısını işgal ile kaymakam konağını yağmaladılar ve tutukluları serbest bıraktılar. Bu arada, Feyzullah Efendinin yakınlarını tutuklayıp at meydanına getirdiler. Bazı medrese hocaları ve ulemayı (bilginleri) de yanlarına alıp isyanı büyüttüler. Dükkânları kapattılar (ekmekçi ve bakkallar hariç) ve Şeyh-ül İslam'ın devlete ve adalete zararlı olduğunu bildirdiler. Bu koşullar altında Cuma namazı kılınamayacağını kararlaştırıp, dört hafta süreyle minarelerde ezan okutmadılar. At meydanı mahşer gününe döndü. Şehrin yağmalamasından korkuluyordu. Padişah da Şeyh-ül İslam'ın durumundan hoşnut değildi. İstanbul'daki durumu Edirne'ye anlatmak için Şehr-i zor eski valisi Hasan Paşa görevlendirildi. İmam Mehmet Efendiyi de Şeyh-ül İslam yaptılar ve yazıp seçtikleri kişilerle Edirne'ye gönderdiler. Feyzullah Efendi, karışıklığı önlemek için Edirne'deki yeniçeri ortalarına yağ, bal ve pirinç ve para dağıttı." İstanbul'dan gelenlerin Havsa'ya yaklaştıkları duyulunca, toplanan danışma kurulunda Feyzullah Efendi: "Gelenlerin padişah huzuruna çıkarılmaları büyük tehlikeler doğurur, bu nedenle kendilerine red cevabı verdirilerek def edilmeleri uygundur" diye ısrar etti. Rami Paşa bu sözden üzülüp "onları dinledikten sonra Şayet suçlu bulunursa ceza verilmelidir" görüşünü belirtti. Fakat Feyzullah Efendi şiddetle karşı çıktığından Bostancı başı Ali Ağayı Havsa'ya gönderdi ve gelenlerin ellerindeki yazıyı alıp kendilerinin Eğridere kalesinde hapsedilmelerini söyledi. Dedikleri de yerine getirildi. Bunu duyan padişah, Rami Paşayı suçlayınca o da: "Sadrazamlık mührünü bana verirken Feyzullah Efendinin önerilerinden dışarı çıkmamamı 261

(Abou-El-Haj, İsyancılar Feyzullah'ın idamı için ulemadan fetva istediklerinde, kendilerine pek de doğru olmayan bir biçimde, bugüne kadar hiçbir müftünün idam edilmemiş olduğu söylendi. Bir müftünün görevden uzaklaştırılması ve kimi zaman da cezalandırılması her zaman yeterli görülmüştü. Aynı kaynak, Feyzullah'ın düşmanlarının onun idamını gerçekleştirmek için bir yöntem bulduklarını belirtir. İlk önce nakibüleşraf Seyfızade İbrahim'in, Peygamberin soyundan gelenlerin başı olarak yetkisini kullanıp, onun adına müftünün ve oğullarının seyyid olduklarının işareti olarak kabul edilen yeşil sarıklarını çıkarmalarını emreden bir görevli göderdiler. Daha sonra her birini bir sancağın başına atayan emirler hazırladılar. Sancak beyliği, askeri bir görev olmasından dolayı, onların idam cezası karşısındaki muafiyetlerini yok ediyordu. Hapiste bulundukları sırada her birine sultanın kendilerine beylik tevcih ettiğini bildiren fermanlar ulaştırıldı. Ertesi gün, Feyzullah hapisten çıkarıldı ve "şehadet kelimeleri dilinden dökülemeden" kafası kesildi. [Anonim Tarih, Berlin, Diez A quarto 75, 2 68b) Bir diğer versiyona göre Feyzullah, muhtemelen askerlerin idam edilecek olanın gerçekten müftü olduğuna ikna olmaları için ilk önce askeri birliklerin önünden geçirilmişti. Bunu bir kez daha kanıtlamak için müftünün kesilmiş kafası da birliklerin önünden geçirildi. [Anonim Tarih, Berlin, Diez A quarto 5, 42a-b] Aşağılama, müftünün 263 (Abou-El-Haj, 1984, s. 121) 262

47


emretmiş idiniz, ben de onun isteğiyle hareket ettim" dedi. Bunun üzerine padişah, Feyzullah Efendi ve çocuklarının Erzurum'a sürgün edilip Eğridere'deki tutsakların da serbest bırakılmasına dair emir verdi. Bu işler için görevliler atanıp Feyzullah Efendi ve ailesini tekke kapı yakınındaki namazgâhdan Varna yoluyla denizden Trabzon'a götürmeye hazırlanılır iken, Rami paşa, "İstanbul'daki topluluk, bunları elde etmedikçe dağılamaz" düşüncesiyle, onları geri getirip ağa kapısında hapsettirdi. Eğridere'dekiler de getirilip padişah huzuruna çıkarıldı ve ödüllendirildi. İstanbul'dakilere de, bir padişah mektubu yazılıp isteklerinin kabul edildiği ve paşmakçı Zade Ali Efendinin Şeyh-ül İslamlığa getirildiği duyuruldu. Fakat isyancılar isteklerini sürdürdüler ve yeniden Edirne'ye yazdılar. Toplanan Edirne danışma kurulu da, Rumeli'deki vezirleri askerleri ile birlikte Edirne'ye çağırdılar. Ayrıca, Arnavutluk, Selanik ve Edirne yörelerinden de asker toplanması kararlaştırıldı. İstanbul'a dönen temsilciler padişah yazısını Orta Camiinde toplanan isyancılara verdiler. Ancak onlar bunu dinlemeyip gelenleri kovdular ve Edirne üzerine hareket edilmek üzere sur dışına çıktılar. Her sınıftan asker ile halk ve İstanbul yakınındaki illerden gelenler Edirne'ye gitmek üzere toplandılar. Bu haberi duyan Edirne tarafı ise, Karabayır'da yerlerini aldılar ve çadırlarını kurdular. Edirne yolu üzerinde, Silivri'ye gelince, padişah II. Mustafa'yı tahttan indirip yerine III. Ahmet'i geçirme kararı aldılar ve onun adına hutbe okuttular. Sadrazam Rami Paşa da büyük bir danışma meclisi topladı. Orada, isyancılarla görüşülmesi kararı alınarak temsilciler atandı. Görüşmeci, Çorlu yakınındaki Kınıklı menzilinde Silivri'deki isyancılarla buluştu. İsyancılar, kendi kararlarından dönmeyeceklerini bildirdiler. Edirne'den gelenler de, bunların söz dinlemezliği üzerine geri dönmeye karar verdiler. Sadrazam da bunların üzerlerine şiddetle gidilmesi kararını alıp Edirne kenarındaki Buçuk tepede savunulma hazırlığı yapıldı. Asker çadırları orada kuruldu ve sadrazamla tüm ileri gelen ilgililer, denilen yere geldiler. Ertesi gün sultan II. Mustafa da burada kurulan otağına geldi. İki gün sonra asker Havsa'ya nakledildi. Edirne'den gönderilen görevlinin isyancılarla yaptıkları görüşmelerinin yararlı olmaması üzerine, isyancı grup Babaeski'ye yaklaştı. Ordunun Havsa'da oluşu, gelenler içine korku ve ürküntü saldı. Elebaşılar, bunu önlemek için çok çalıştılar ve ilerleyişlerini Havsa yakınındaki Kuleli'ye kadar sürdürdüler. Sadrazam, belki yola gelirler diye, Edirne'deki yeniçeri ileri gelenlerini onlara bu hakaretten vaz geçmelerini öğütlemek üzere yanlarına gönderdi. İsyancılar, bunları da dinlemedikleri gibi, geri dönmelerini de önlediler. Subay ve ihtiyarlarının geri dönmediklerini gören Edirne grubu yeniçerileri de, "onlar nerede iseler biz de oradayız" diye Rami Paşanın çadırını yaylım ateşine tutup karşı tarafa katıldılar. Rami Paşa Edirne'ye kaçıp Bayezid kâtibi Çepnici Zade Ahmet Efendinin evinde saklandı. Geri kalan askerlerin bir bölümü isyancılara katıldı, geri kalanı da dağıldı. Padişah, yanında kalanlarla Edirne sarayına döndü ve (M:21.8.1703) senesi Rebiül Ahiri'nin dokuzuncu günü saltanattan çekilip yerini sultan Ahmet'e bıraktı. Ordunun gelmesi konusu halkı telaşlandırdı. Rebiül Ahirin altıncı günü olan çarşamba günü Şehre giren isyancılar Sultan Ahmet'in fermanı ile karşılaştıklarından yağmalama yoluna giremedikleri için büyük üzüntü duydular. İsyancılarla anlaşan yeniçeriler, Feyzullah Efendinin ortadan kaldırılmasına karar verdiler. Onu, çocuklarını ve yakınlarını arayıp bularak tutukladılar. Şeyh-ül İslamlığa vekâlet eden Mehmet Efendinin fetvası ve diğer yetkililerin söz birliği ile Feyzullah Efendinin katledilmesine karar verdiler. Aynı ayın yirminci günü onu hapishaneden çıkartıp bir hamal beygiri ile Batpazarı denen yere getirdiler ve başını kestiler.” Bu olayı görmüş olan Nazira Efendi, yazmış olduğu Edirne tarihçesi adlı kitabında diyor ki: “Ben on yaşında idim. Babam Hacı Mustafa efendi, Ali paşa çarşısında gülapcı (gülsuyucu) dükkânında idi. Bir gün ben de dükkâna giderken Batpazarında korkunç bir topluluk görüp sebil hizasında tanıdığım bir bakırcı dükkânına çıkmıştım. Ansızın onu gördüm ki, Feyzullah Efendiyi bir semerli katıra bindirmişler, mübarek başlarınıda bir yeşil gecelik kavuğunun, tepesini yarıp çıkardıkları pamuğu yakmışlar ve önlerine dört papaz alıp buhurdanlarına günlük yakmışlar. Sebil önüne getirdiler. Kötü bir kişi kılıç çekip dört beş kere mübarek boğazına vurarak ancak bir miktar kan çıktı. Sonunda isyancılar, hançer ve bıçak saldırısıyla şehid ettikten sonra Sultan Mustafa'yı tahttan indirip, yerine, Sultan Ahmet'i çıkarttılar. Yaşım küçük olduğu için bu kadar gördüm. İstanbul'dan gelenler Kirişhane semtinde oldukları için Sultan Ahmet'de tören alayı ile evimizin önünden geçerken onu 48


görmekte kısmet oldu. Tanık olduğu bu olaya istinade İbrahim Nazira Efendi şu beyiti yazmıştır: Vak'anın aslını bilmem asla ki sagir idim o demde zira. İsyancılar, bununla da yetinmeyerek cesedini, ayağına ip bağlayıp üç yüz kadar Müslüman olmayan kişiye zorla çektirip yeniçeri ortasına getirdikten sonra, Mamak köprüsünden Tunca nehrine attılar. Mal ve eşyasını, köle ve cariyelerini serbest bırakıp, yağmaladılar, oğlu Fethullah Efendiyi de Fetva ile idama mahkûm edip hapsettiler. Köle ve cariyeleri aşağılık kişiler pazarında satıldı. Ertesi gün nişancı Ahmet Paşa sadrazam, Mehmet Efendi de Şeyh-ül İslam oldu. Daha bazı kişiler yeni görevlere atandı. Fitne ve fesat yatışmış olduğundan, İstanbul'a gitmek için padişah çadırı Tunca kenarına kuruldu. Askere cülus bahşişi dağıtıldıktan sonra İstanbul'a hareket edildi. Sultan III. Ahmet ilk Cuma namazını Sultan Bayezid Camii'nde kıldı ve adına hutbe okundu.” Edirne Vakası: 1707' de Edirne vakası zorbalarından bazıları eski cebecibaşı Kiremitçizade Mehmet Ağa yalısında toplanıp isyan düzenlerken, yakalanıp idam edilirler. Sadrazam Çorlulu Ali Paşa zamanında Arap Müntefik aşireti isyan eder, Basra'yı tahrip eder ve valiyi öldürür. Yeni Vali Halil Paşa isyanı bastırır. Çorlulu Ali Paşa 1710 yılında görevden alıdı, yerine Kara Mustafa Paşa'nın oğlu olan son Köprülü Numan Paşa getirilir.264 1717, yılında büyük bir deprem oldu ve pek çok köy yıkıldı.26516 Haziran 1718 tarihinde Bizans kaynaklarına göre “veba geldi” notu yazmışlar.266 Çiçek aşısı üç asır önce avrupa'ya Edirne'den yayılmıştı. 1716 yılında eşinin Osmanlı elçiliğine atanması ile İstanbul’a doğru uzun bir yolculuğa çıkan Mary Whortley Montagu (1689-1762), 1717 yılının bahar aylarında Edirne’ye gelmiş ve burada yaklaşık iki ay kalmıştır. Lady Montagu küçükken çiçeğe yakalanmış; yüzünde kalan izlerle hastalığı atlatırken, erkek kardeşi ise onun kadar şanslı olamayarak, çok küçük yaşta bu hastalıktan hayatını kaybetmiştir. Lady Montagu’nun 1 Nisan 1717’de İngiltere’deki arkadaşı Sarah Chiswell’e Edirne’den yazdığı mektup çiçek aşısı tarihi açısından önemli bir yere sahiptir. Montagu, mektubunda şunları yazmaktadır: “…Bizde pek çok yaygın ve zalimane olan çiçek hastalığını burada keşfettikleri bir aşı ile önlüyorlar. Birçok kocakarının sanatları sırf bu ameliyatı yapmak. Aşılanma için en uygun zaman sıcakların sonu, sonbaharın başlangıcı. O zaman aile reisleri ailelerinde çiçek hastalığına tutulmuş kimse olup olmadığını öğreniyorlar ve birkaç aile toplanıyorlar. Sayıları on beş on altıyı bulan aile toplulukları bu aşıcı koca karılardan birini çağırıyorlar ve ceviz kabuğu içine doldurulmuş çiçek hastalığı aşısını hangi damardan açılmasını isterlerse, o damarı büyük bir iğne ile açtıktan ve iğnenin ucu kadar aşıyı buraya koyduktan sonra yarayı bağlıyor ve üzerine bir ceviz kabuğu yapıştırıyorlar. Bütün bu ameliye sırasında en küçük bir acı hissedilmiyor. Aynı şeyi dört beş damara daha yapıyorlar… Aşı için vücudun kapalı yerleri tercih ediliyor. Aşılanan çocuklar sekiz gün oynuyorlar, bir şey olmuyor. Daha sonra bir sıtmaya tutuluyorlar ki iki gün, üç gün yatakta yatıyorlar. Yüzlerinde yirmi otuz sivilce çıkıyor. Fakat sekiz gün içinde hiç hastalığa tutulmamış gibi oluyorlar. Açılan yaralar hastalıkları boyunca akıp çiçeğin zehrini atıyor, başka taraflara yayılmasına mani oluyor. Her sene aynı ameliye binlerce çocuğa yapılıyor. Aşıdan kimse ölmüyor.” 1718 yılında imzalanan Pasarofça Antlaşmasından sonra Osmanlı Devletinde yeni bir dönem başlamıştı. 1730 yılındaki Patrona Halil İsyanına kadar, 12 yıl süren bu döneme Lale Devri denir. 25 Mayıs 1719 tarihinde Marmara denizinin doğusunda, İzmit civarında büyük bir deprem meydana geldi deprem öncesinde meydana gelen artçı sok, insanları uyarsa da birçok insan hazırlıksız yakalanacaktı. Depremde İzmit körfezinin her iki tarafındaki şehir ve kasabalar neredeyse tamamen tahrip oldu. Körfezin etrafında zarar görmeyen bir tane bile bina kalmamıstı. İstanbul’da 40'tan fazla minare, 30'a yakın kule tamamen yakıldı ve birçoğu kısmen tahrip oldu. Depremin etkileri İzmir ve Selanik gibi şehirlerde dahi görülecekti. Ayni gölcük depreminde olduğu gibi en fazla zarar Yalova, İzmit, Karamürsel kasabalarında görüldü. Şehre su getiren kanal tamamen çokmuş ve İzmit şehri susuz kalemisti. İzmit ve çevresinde hayatını kaybeden insan sayısı 6 bini geçiyordu267. 264

(Abou-El-Haj, 1984) (KILIÇ-a, 2013, s. 225) 266 (KILIÇ-a, 2013, s. 225) 265 http://www.livescience.com/…ul-earthquake-risk.html 265

49


1730 Patrona Halil İsyanı (Vak’a-i Patrona Halil) 1730 Patrona Halil İsyanı 28 Eylül 1730 tarihinde Patrona Halil268’in önderliğin de İstanbul’da çıkarılan isyan. Lale Devrindeki idari, sosyal ıslahat ve mimari yeniliklere askeriyenin de ilave edilmesi, yeniçerileri telaşlandırdı. İran’a sefer hazırlığı içinde bulunulması, yeni tarzda kurulacak Asakir-i nizamiyye (yeni kurulan askeri düzenli) ordusu için Fransa’dan uzmanlar getirtilerek, Üsküdar’da bir kışla kurdurulması, bozulmaya yüz tutmuş yeniçerileri ve yenilikleri yanlış anlayanları ve Osmanlı Hanedanı düşmanlarını harekete geçirdi. Tarihte Lale devri olarak bilinen döneme son veren isyan hareketi. Patrona isyanını hazırlayan çeşitli; siyasi, ekonomik, sosyal ve idari sebepler vardır. Merkezde sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya karşı olan devlet adamları, özellikle devlet içerisinde yapılan idari ve sosyal ıslahatların askeri teşkilat içerisinde de yapılacağını öne sürerek, yeniçeri ocağını isyana teşvik ediyorlardı. Bu arada uzun süren ve Lale devri denilen sulh devresinde İstanbul’u güzelleştirmek amacı ile girişilen saray, konak, yalı ve bahçe gibi inşaatları da, lüks ve israftan sayarak halkı kışkırtmaktan geri durmuyorlardı. Son olarak 1723 İran seferinin başlangıçta başarılı sonuçlar alınmasına rağmen, sonradan Osmanlı Devleti karşıtlığına dönmesi ve bozgun haberlerinin İstanbul’a gelmesi üzerine, yeniçeriler ile birlikte İstanbul halkı ve esnafının da İbrahim Paşa idaresine karşı hoşnutsuzluk belirtmeleri, isyan için fırsat kollayanları harekete geçirdi. Bunların başında. Patrona lakabıyla tanınan ve o tarihe kadar ufak tefek disiplinsizlikleri yanında, Nis ve Vidin'de meydana gelen yeniçeri ayaklanmalarına katılarak daima olumsuz davranışlarda bulunan ve kapdan-i derya Abdi Paşa’nın tavassutuyla (araya girmesiyle) idamdan kurtulan, Halil adında bir serseri gelmekteydi. Patrona Halil,269 etrafında topladığı İstanbul’daki Türk olmayan serseri takımından meydana gelen avenesi yardakçılar, kafadarlar ile isyan hazırlıklarına başladı. Bu arada sultan üçüncü Ahmed Han, bizzat İran seferine çıkmak üzere Üsküdar'a geçmiş bulunuyordu. Nitekim Padişah’ın İstanbul'dan ayrılmasını fırsat bilen Patrona Halil, Muslu Paşa, Ali Usta, Kara Yılan, Emir Ali, Çınar Ahmed, Oduncu Mehmed, Laz Mustafa, Turşucu İsmail, Gâvur Ali, Ciğerci Ramazan gibi asilerle 28 Eylül 1730270 Perşembe günü isyan etti. İsyanı Bayezid'de başlatan asiler, esnaftan, dükkânlarını kapayıp kendilerine katılmalarını istediler. Patrona Halil, daha sonra bir miktar asiyle Ağa kapısına271 gitti. 272Yeniçeri ağası Hasan Ağa, üç yüz kişi ile karşı koydu ise de tutunamayıp geri çekildi. Yeniçeri ağasının geri çekilmesi, asileri cesaretlendirdi ve Ağa kapısındaki ve başka hapishanelerdeki mahkûmları serbest bırakıp, kendilerine kattılar. Sipahi çarsısı ve Bitpazarında buldukları silahları yağma ederek, Saraçhane'yi kapattılar, İstanbul kaymakamı Mustafa Paşa, isyanı haber alır almaz, hadiselerden Padişah’ı haberdar etti. Sultan Ahmed Han ve devlet adamları İstanbul’a geldiler ise de, Lale devrinin sulh, sükûn ve huzuruna Alişan devlet adamlarının isyanı bastırmak için uzun müzakereler ile vakit geçirmeleri, asilerin iyice kuvvetlenmesine sebep oldu. Asiler ikinci gün bir liste yapıp kırk bir kişinin kendilerine teslim edilmesini istediler. Listede; sadrazam Damat İbrahim Paşa, kapdan-i derya ve İstanbul kaymakamı Mustafa Paşa, sadaret kethüdası Mehmed Paşa, şeyhülislam Abdullah Efendi ile otuz yedi kişinin isimleri vardır. Sultan Ahmed Han, asilerin istediği şahısları vazifeden alıp, İstanbul’dan uzaklaştırarak, hadiselerin önüne geçmek istedi. Vezirliğe silahtar Mehmed Paşa tayin edildi. Şeyhülislamın öldürülmesi dinen caiz olmadığına dair ulemanın fetva vermesi üzerine, asiler şeyhülislamın öldürülmesinden vazgeçtiler. Ancak diğer üç vezirin basını istemede ayak direttiler. Padişah, asilerin isteğine baş eğmek mecburiyetinde kaldı. Damat İbrahim Paşa, asilerin eline geçince, Kaymakam Mustafa ve Mehmed Yeniçeri Ocağı’na mensup olan ve bir süre kalyonlarda levent olarak görev yaptığı için (BA, CevdetDahiliye, nr. 5071) “Patrona” lakabıyla anılan Halil’in adıyla tarihe geçen isyan kaynaklarda Patrona Halil ve kısaca Patrona İsyanı şeklinde zikredilir. 269 Patrona Halil Arnavut kökenlidir, o dönemde gemilerde leventlik işi Arnavutlarındır. Patrona Halil'de lakabını aldığı Patrona gemisinde leventlik yapmıştır. Daha sonra o dönemin bir başka mesleği olan tellaklık yapmaya başlar. Bu dönemde okuyup yazmayı öğrenir ve etkileyici bir hitabet yeteniği kazanır Nitekim isyan sonrasında dar gelirli halkın kıskançlıklarını çeken lüks konak ve semtlerin tamamı imha edilmiştir. Bu çerçevede yeniçeriler tarafından yapılan saldırılar Selanik, İstanbul, İzmir ve Bursa’daki Yahudilerin üzerinde yoğunlaşmıştı. 270 Osmanlı Devletinde Yeileşme Hareketleri 1703-1876 sayf 6-7. Anadolu Üniv. yayınları 271 Şu an Süleymaniye’de İstanbul Müftülüğü’nün bulunduğu yer, Osmanlı döneminde Yeniçeri Ağası’nın konağının da burada olması hasebiyle kısaca Ağa Kapısı olarak isimlendirilmiştir. 272 3 şey istiyor; konakların yıkılması vezirlerin kelleleri ağır vergilerin kaldırılması 3'üde gerçekleştiriliyor. 268

50


paşalarla beraber hunharca öldürüldü. Pek çok iyilik ve yardım, şaheser mimari ve ilmi eserlerin banisi (patronaj) Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın öldürülmesiyle, asiler daha da şımararak kendilerince tayinler yaptırıp gittikçe cesaretlendiler, ilk önce sadakatle bağlılıklarını ve Padişah’tan hoşnut olduklarını bildiren asiler, asil niyetlerini ortaya koyarak sultan üçüncü Ahmed Han’ın hal'ini istemeye başladılar. Sultan üçüncü Ahmed Han, tahttan çekilmedikçe asilerin isteklerinin tükenmeyeceğini anlayınca, isyanın önüne geçmek ümidiyle, kardeşinin oğlu şehzade Mahmud adına saltanattan feragat etti. 1/2 Ekim 1730273 gecesi veliaht şehzade Mahmud, Osmanlı sultanı oldu274 Birinci Mahmud, üçüncü Ahmed Han’ın feragati (bırakması) ve asilerin arzularıyla Osmanlı sultanı olduğu zaman, hâkimiyet tamamen asilerin elinde idi. Asilerin reisi Patrona Halil ve avenesi (yandaşları) devletin önemli mevkilerine kendi taraftarlarını getirtmişti. Asiler, istediklerini yapıyorlardı ve Sultan Mahmud, buna mani olmak için Patrona Halil ve adamlarını ortadan kaldırmaya karar verdi. Âsilerin devlet kadrosuna tayin ettiklerini vazifeden alıp, onları İstanbul’dan uzaklaştırma çarelerini araştırdı. Birinci Mahmud Han, asileri ortadan kaldırabilecek devlet adamlarını dikkat çekmeden önemli yerlere getirdi. Sonra Patrona Halil'e Rumeli beylerbeyliği rütbesini verdi ve hil'at275 giymek için geldiği Revan köşkünde, on yedinci bölük ağası Halil Ağa’ya boğdurttu. Dışarıda bekleyen asi elebaşları da; "Hil'at giydirilecektir" denilerek birer birer içeri alındı ve hepsi öldürüldü (15 Kasım 1730). Böylece İstanbul’da asayişi yeniden temin eden sultan birinci Mahmud, devlet otoritesini kuvvetlendirdi. 1735 Macar Prens Rakoczi276 Tekirdağ’da öldü. Bundan 268 yıl önce, başta Edirne olmak üzere Trakya 24 Temmuz 1752 de Merkez üssü Havsa olan aletsel büyüklüğü 7,4 şiddetinde tahmin edilen deprem ile sarsıldı.277 Deprem Edirne'de büyük hasara yol açtı. Ramazan ayına denk gelen deprem iftar sonrası oldu. Selimiye Camii'nin dört minaresiyle İbrahim Paşa ve Defterdar Camileri minareleri yıkılmasa da diğerleri yıkıldı veya hasar gördü. 29/30 Temmuz 1752 Cumartesi/ Pazar gecesi: İstanbul ve Trakya zelzelesi.(Vak'anüvis İzzî) “19 Temmuz-i Rumî=18 Ramazan Pazar gecesi”nden bahsettiğine göre, bu büyük felâketin Cumartesi/Pazar gecesi başlamış gerekir. Zelzelenin şiddeti özellikle Trakya'da hissedilmiş, İstanbul'da yalnız bâzı eski binâlar yıkılmıştır. Buna karşılığında Edirne, Havsa gibi bir saat kadar süren sarsıntı büyük yıkıma neden olmuş, Sultanselim, üç-şerefeli, Eski-câmi ve diğer birçok câmilerin minâreleri, kubbeleri ve şerefeleri yıkılmış, birçok kâgir binâlar, hanlar ve hamamlar çökmüş, Hasköy kasabası tamamıyla harâb olmuş, pek çok insan ölmüş ve yaralanmış ve özellikle Edirne havâlisinde birkaç ay süren aralıklı debremler halkı sürekli bir haşyet içinde bırakmıştır.278 1752 yılı debrem, ‘kafes’ kapı denen kale duvarlarının yıkılmış olduğunu sonra I.Mahmut kaleyi tamir ettiğini yazar. Ayrıca Muradiye camisinin minaresi de bu debreme yıkılmıştır.279 Edirneli Örfî Ağa’nın bizzat şahit olduğuna göre 31 Temmuz 1752 (H. 19 Ramazan 1165) akşamı vuku bulan

Osmanlı Devletinde Yeileşme Hareketleri 1703-1876 sayf 6-7. Anadolu Üniv. Yayınları Altınay, Ahmet Refik (Hrz. Haydar Ali Dirioz), (1973) Lale Devri, Ankara: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları 275 Lehçe-i osmani'de, "resmen giydirilen elbise, teşrifat kaftanı, halâ-ı fâhire" olarak tanımlanan hil'at ya da hil'at ilbas olunmak bir kişiyi şereflendirmek için hükümdar tarafından o kişiye giydirilen kıymetli kaftan demektir 276 Kral II. Ferenc Rakoczi, 1711 ve 1717 yılları arasında sırasıyla Polonya, İngiltere ve Fransa'da yaşadı. 1715 yılında Osmanlı Devleti'nin davetini kabul ederek Osmanlı topraklarına yerleşti. Sürgün yıllarında 15 yılını bu topraklarda geçiren Rakoczi, 8 Nisan 1735 yılında Tekirdağ'da öldü. "ikinci Ferenç Rakoçi" olarak okunur. Avusturya İmparatorluğu'na karşı Macaristan bağımsızlığı için başkaldırmış macar prenslerinin sonuncusu, başarısızlığa uğrayınca, Habsburg sülalesi tarafından adamlarıyla birlikte yurtdışına sürülmüş, Türkiye de (o zamanki Osmanlı tabii) kuçak açmış. İlk önce İstanbul -Yeniköy'de bir yalıya yerleştirmişler, ardından 10-15 yıl ölene kalacağı Tekirdağ'daki evine yerleştirmişler. Evi bugün "Rakoczi Müzesi" olarak düzenlenmiştir. O döneme ait eşyalarla. Tekirdağ'daki Macar bayraklarının bolluğu bu adamın yaşamının son yıllarını Tekirdağ'da geçirmesindendir. 1989 öncesi sosyalist macar yönetiminin de yaptığı gibi II. Ferenc Rakoczi, hala macaristan'ın bağımsızlık önderlerinden sayılmaktadır. 277 (BELGE, 2008, s. 514). 278 İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 4 s.34 279 (Peremeci, 1935, s. 41) 273 274

51


depremde, şehirde hasar görmeyen pek az bina kalmıştı. Deprem sonrası Edirne’de sadece üç caminin minareleri ayakta kalabilmiş, 100’den fazla insan hayatını kaybetmişti280. 1754, 2/3 Eylül zelzesi, Pazartesi/Salı gecesi yaklaşık saat dokuzda iki dakika kadar süren bu şiddetli sarsıntı bazı binaları yıkmış, surlarda hasarlar olmuş, Yedi-kule'nin biri yıkılımış, özellikle Ayasofya, Fatih ve Bayezid camilerinin kubbelerinde zarar olduğu için derhal tamirleri emredilmiştir: 50-60 kişi ezildiği söylenir edilir. Sarsıntıların 5- 6 günde 14 defa tekrar etmesi halkı sürekli bir heyecan içinde bırakmıştır.281 2 Eylül 1754'te yani bir önceki depremden 35 yıl sonra İzmit körfezindeki fayın geri kalan kısmı da kırıldı ve yeni bir deprem oldu. 1766 Körfez depreminden tam olarak 12 yıl sonra 1766'da İstanbul bir "küçük kıyamet" daha yaşadı. 35 yıl önceki depremde neredeyse tamamen yıkılan ve sonradan yeniden inşa edilen kasabalar bir kez daha yıkılacaktı. Deprem akşam 21.30 saatinde gerçekleşti ve 2 dakika sürdü. Deprem Marmara bölgesinin Karadeniz kıyılarında bile yıkıma sebep olacaktı. Örneğin Ereğli’de bir deniz feneri tamamen yıkılacaktı. Bu depremde toplam 4 bin kişi hayatını kaybedecekti. Bu depremden tam olarak 245 yıl sonra ayni bölgede gölcük depremi yaşandı. O günlerde meydana gelen korkunç bir deprem, Zilzâl süresindeki tarifi hatırlatıyordu. İstanbul büyük hasar görmüştü 22 Nisan 1766. Kurban bayramımın üçüncü günü meydana gelen bu depremde en çok hasar gören yapılardan biri Fatih Cami idi ve bu olay, batıl inancı olan kimseleri çok etkilemişti. Deprem kötü yorumlara yol açtı ve halk, Kurban bayramının üçüncü günü meydana gelen bu olayda, Allah'a, koç yerine İstanbul'un sur ve saraylarının kurban edildiğini söylemeye başladı. Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa'da ancak İstanbul'un fethinden sonra sağlam bir şekilde yerleştiğini, Fatih tarafından yaptırılan caminin yıkılmasının imparatorluğun da yıkılacağına işaret sayılacağım söyleyenler oldu. Depremin sebep olduğu hasar yirmi iki bin kese olarak hesaplandı ki bu, on bir milyon kuruş eder. Bu para çok olmasına rağmen, cimri olmaktan ziyade tutumlu olan padişah, halkı da tatmin etmek için, masraftan çekinmedi ve zarar gören bütün yapıların onarılmasına karar verildi. Fatih Sultan Mehmed Cami'nin vakıf gelirleri caminin onarımı için yeterli değildi. Yeterli para hazine yardımı ile tamamlandı. Tamir işi için Haşim A.H. Efendi görevlendirilmişti. Ondan başka yedi kâhyaya pazar binalarının, şehir surlarının, baruthanenin, saraçlar çarşısının, hümâyun sarayının, yeniçeriler kışlasının ve Tophane'nin tamir işleri verildi. Fatih Camii'nden başka Sultan Selim Camii, Süleymaniye ve Şehzade Camileri, Sultan Osman Camii, yapımı henüz tamamlanmış Valide sultan Çeşmesi ve Ayasofya Camii de tamir gördüler. Bunlardan bazılarının kubbeleri, bazılarının da sadece minareleri hasar görmüştü. Diğer bazıları da tamamen yıkılmıştı. Çevrede büyük hasar gören yerler arasında Büyük ve Küçük Çekmece, Burgaz, Çorlu ve Karıştıran kazaları vardı. Kısaca, hemen hemen her tarafta duvarlar ve camiler yıkılmış, şom ağızlılar bu olayı ordunun ve imparatorluğun yakında yıkılacağına yormuşlardı. Fakat şom ağızlıların kötü yorumu ile bağlantılı olmasa da, Muhsinzâde'nin sadrazamlığının ilk yıllarında meydana gelen iki yangm ve bir depremden iki yıl sonra, kötü yorumu doğrularcasına, Rusya ile savaş başlayacaktı. Altı yıl sonra Muhsinzâde'nin ikinci sadrazamlığı döneminde bu savaş büyük bir felâketle sonuçlandı. Gürcistan'da, Kıbrıs'ta, Arabistan'da ve Mısır'da patlak veren ayaklanmalar da sanki şom ağızlıların kehanetini tamamlıyordu 22 Mayıs tarihinde güneş doğduktan hemen sonra gerçeklesen deprem Topkapı sarayı dâhil birçok binada yıkım yaratırken 5 Ağustos’taki artçı sokunda Tekirdağ şehrinin neredeyse tamamı ve çevre kasabalar tamamen haritadan silinecekti. Bursa, Edirne, Gelibolu gibi depremin merkez üssüne nispeten uzak olan bölgelerde bile çöken binalar ve ölen insanlar vardı. Bu depremde İstanbul’da olup da zarar görmeyen ve tamir gerektirmeyen bir tane bile bina kalmamıştı. Bu deprem adaların güneyinden geçen fay hattında gerçeklesen son büyük depremdi. 557'den 1766 yılına kadar bu fay hattında gerçeklesen toplam 6 deprem vardı. 1766'dan sonra İstanbul’un yeniden inşası uzun zaman alacaktı. 10 yıl sonra henüz şehrin yeniden inşası yeni tamamlanmışken bir deprem daha oldu bu depremde çok büyük bir zarar meydana gelmese de birçok binanın yeniden tamiri gerekecekti Bu yıllarda dünyada 1768 yılında İskoça’da ‘Eneryelopedia Britannioca’nın yayımlanmasına başlandı. Osmanlıda ise, iki yıl 1770’de Osmanlı Rus savaşında, Osmanlı Donanması’nın Ruslar tarafından yakıldı. 1771 Rusya’ya yenildik. Rusya Kırımı işkâl etti. 1773 Rusya ile savaşta tekrar yenilgi alındı. 1774 Küçük Kaynarca anlaşması ile Kırım'ın Osmanlı Devleti'nden ayrıldı. Rusya’nın Kırım’ı ilhak ettiği tarih olan 1783’ten tam 70 yıl sonra başlayan Kırım Savaşı, 70 yıllık ilhaktan sonra 280

281

Rıfat Kütük, “Edirneli Örfî Mahmud Ağa’nın Hayatı ve Eserleri”, Atatürk Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı:26, Erzurum, 2004, s.201. (Danişmend, 1971, s. 34)c.4

52


padişahın ordularının kendilerini kurtaracağını umut eden Türkler için hayal kırıklığı oldu. Rusya Kırım Savaşı’nı kaybetmesine rağmen Kırım, savaş sonu imzalanan Paris Barış Antlaşması’yla Rusya’da kaldı. Kırım Savaşı’dan sonra Kırım’dan kaçan Türklerin yanında Yahudiler de kaçtılar. Çünkü bu insanlar savaş sırasında ülkelerinin Rusya’nın elinde çıkmasını ümit etmişler ve “iç dünyalarını göstermişlerdi”. Rus yönetiminin sürdüğü kitleler Osmanlı Devleti’ne sığındılar. Özellikle, Tuna boylarına, Bulgaristan vilayetlerine ve özellikle Dobruca bölgesine yerleşenler, 1877-1878 OsmanlıRus Savaşı ve 1912-1913 Balkan Savaşları sonrasında tekrar Osmanlı Devleti’nin kalan topraklarına göç etmek zorunda kalacaklardı282 7 Nisan 1789 Özi Kalesi'nin Rusların eline geçtiğini kale içindeki halkın Ruslarca katledildiği haberini duyunca felç geçiren padişah I.Abdülhamid vefat etti. II. Edirne vakası- Babaeski çivarında gelişmiştir. Dağlı eşkiyası evvela Rumelinin Kırcaali dağlarında başladı. Bu eşkıyanın türemesinin çeşitli sebepleri vardır. XVIII inci asrın ikinci yarısından itibaren, ‘vüzera (=vezirler) kanunnamesine’ riayet edilemediğinden, eyaletler başında Devlet otoritesini temsil eden kötü bir Vezir tipi, baş gösteriyor. Genellikle bu tip Kaynağı belli olmayan, zati şereften yoksun, adil olmayan, çıkarından başka hiçbir şeye inanmayan insandır.283 Tutucularla yenilikçiler Trakya'da silahlı bir iç savaşa girmek üzereydiler. III. Selim, belanın daha büyümemesi için savaşı önledi. Tarih 1806. II. Mustafa'nın asker zoruyla Edirne’de devrilmesine nasıl “I. Edirne vakası” denmişse, buna da “II. Edirne vakası” denmiştir. 1769 ve 1787 Harblerinde ihtiyaç dolayı işiyle pek çok vezir tayin edilmişti. Ama vezirlere ait yerler hesaplı idi. Ve esasen bunlar da dolu idi, bundan ötürü yol savaş arkadaşlarına özel yerler vezirlere verilmeğe başladı. Bu yerler vezir geçindireçek büyüklükte değildi. Halk verebileceğinden fazla vergi karşısında kaldı. Ancak fenalık yalnız ehliyetsiz vezirden gelmiyordu. Bu vezir ile İstanbul’daki yüksek devlet görevlileri ve ‘ilmiye’ sınıfından insanlar arasında bir çıkar ilişkisi başlamıştı. Öyle ki, her kotu vezirin İstanbul’da bir büyük hamisi ve Devlet adamlarından birçoğunun Rumeli’de “Adamımız” dedikleri vezirleri vardı. Çıkar ilişkisi, vezirin gönderdiği hediye ve paradan ibaretti.284 1774 Küçük Kaynarca anlaşması ile Kırım'ın Osmanlı Devleti'nden ayrılması resmen kabul gördü. İmparatorluğun doğusundaki Vahhabi İsyanı kadar İstanbul’un batısında, Edirne’deki gelişmeler de başkentteki siyasi havanın, Nizm-ı Cedd ve III. Selim aleyhine dönmesinde etkilidir. Nitekim Kadı Abdurrahman Paşanın285 Çorluyu topa tutması, Silivri ve Babaeski’de isyanı bastırmak için aldığı sert önlemlerin286 sonucunda, sıradan insanlar tarafından şeriata/ geleneğe aykırı bir uygulama olarak algılanan Nizm-ı Cedd için, Müslüman kanının aktılması, hatta Kadı Abdurrahman Paşanın bölgeden gönderdiği kellelerin başkentte sergilenmesi, İstanbul’daki siyasi dengeleri yerinden oynatacak gelişmeleri de beraberinde getirecekti. Tirsinikli İsmail Paşa’nın Akyolu, Silivri, Burgaz (Bulgaristanda olmalı), Midyat ve Karaburun istikametlerine birliklerini sevkederek, doğrudan başkent güvenliğini tehdit eder hale gelmesi ve İstanbul’a zahire akışının kesilmesi karşısında III. Selimin alabildiği tek önlem, İstanbul’u Ortaylı, İlber,(2017) “Ruslar “Hasta Adamı” paylaşmayı teklif edince”,(29 Ekim 2017), http: //www. hurriyet.Com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/ruslar-hasta-adami-paylasmayi-teklif-edince40626234, (29.10.2017) (Ortaylı, 2017a). 283 KARAL, 1942, s. 114) 284 (KARAL, 1942, s. 114) 285 Kadı Abdurrahman Paşa bugünkü Antalya ilinin İbradı ilçesinde doğdu. 1803 yılında III. Selim tarafından Osmanlı Devletinin Karaman (Konya) eyaletine vali olarak atandı. Kadı Abdurrahman Paşa III. Selim'in kurduğu Nizam-ı Cedid ordusunu Karaman'da örgütledi. Kadı Abdurrahman Paşa, Nizam-ı Cedid askerleri ile o zamana kadar ortadan kaldırılama mış Anadolu'daki bazı Celalileri, Çorlu ve Malkara civarında yenerek ortadan kaldırmayı başardı. III. Selim bunun üzerine 1806 Temmuz'unda Kadı Abdurrahman Paşa'yı Nizam-ı Cedid ordusunu Rumeli'de örgütlemek üzere Edirne'ye yolladı. Fakat Rumeli ayanlarının Nizam-ı Cedid'e şiddet kulanarak direnmeleri III. Selim’i Kadı Abdurrahman Paşa'yı geri çağırmak zorunda bıraktı. Padişahın bu zayıflığı Nizam-ı Cedid'e karşı çıkanların cesaretini arttırdı ve III. Selim Kabakçı Mustafa'nın yönettiği bir ayaklanma sonunda 30 Mayıs 1807'de, tahttan indirildi ve yerine IV. Mustafa tahta geçti. 286 Edirne Vakasında Kadı Abdurrahman Paşanın aldığı sert önlemler için bkz: Derin (1973a:217218). 282

53


terk etmekte olan ahaliden Haremeynde (Mekke-Medine) adına hutbe okunmayan halifeleri adına başkenti korumalarını istemekti.287 ‘Vezirler kanunnamesine’ göre Vezir tayin etmedi, özellkle Devlet işlerinde bulunmuş güçlü ve deneyimli kimseleri eyaletlere göndermedi. Kanun yerine kuvvet geçerli olduğundan yer yer ayanlar ayaklandılar, asker topladılar, eşkiya beslettiler. Bir ayan veya Vezir devletin artık hoşuna gitmediği vakit fetva ve padişah fermanı ile fermanlı ilan edilerek üzerine asker sevkediliyordu. Bu genel kargaşa genel, köylüleri olan kimseleri çete teşkil etmeğe veyahut haklıymış gibi gözükenlerin nam ve hesabına eşkıyalık yapan çetelere katılmaya sevk ederdi. İşte bu şartlar dâhilinde dağlı eşkiyası meydana geldi. Ve yıllarca devleti uğraştırdı.288 1790 ile 1795 yılları arasında eşkıyanın Rumelinde kasıp kavurduğu yerler, Deliorman, Tuna yalısı, Şumnu ve Edirne ile Serez arasındaki dağlık mıntakalardır. 1793 te Edirne Bostancıbaşısı ile eşkiyalar arasında tartışma başlar. Sonucta verilen karar şudur: Devlet eşkiyayı affedecek buna karşılık de eşkiya artık eşkıyalıktan vaz geçecek evlerinde rahat oturacak. Bir kısım eşkiya sözlerini tutar diğerleri Filibe ile Hasköy civarında iş, büyük kötülüğe, devam ederler. 1796 da hükümet dağlı eşkıyasını alet gibi kullanan ayanları ve kuvvetlerini tesbit eder. Topkapı arşivinde mevcut bir belgeye göre eşkiya teşvik ettiren ve koruyucu âyanların haklarında verilen açıklama şudur; “Bunun ne mertebe fesadı olduğu huzuru hümayunlarında höccet ile malûmu şahaneleridir” Selim III. bunu pek ala bildiğinden devrin pek söken bir usulüne başvurmakla tayin işini halletmiş yani istihareye yatmış ve rüyasında Dağlı eşkıyası üzerine Hakkı Beyi gönderdiğini görmüştür. Bu hakikat veya rüyadan sonra iş kolaylaşır olmuştur. 289 Hakkı Paşa, düzenli askerle Rumeli eşkiyası üzerine yürüdü. Ayanların durumlarını anlamak için Hasekiler gönderdi. Yolculuk için geçme belgesini zorunlu kıldı. Köprüleri ve geçitleri gözetim altına alarak eşkiyanın yüreğine korku saldı. Az zamanda İstanbula beş yüz kadar eşkiyanın kellesi gönderildi; Hakkı Paşa kelle uçurmakla eşkiyalığın sonu geleceğine inanmıyordu.290 Hakkı Paşanın tedbirli ve şiddetli icraatı ile bir buçuk yılda Rumeli’de büyük işler başarması İstanbulda devlet ricalinde sevinçten ziyade telaş uyandırdı. Büsbütün başarı takdirinde Hakkı Paşanın sadrazamlığa tayini mümkündü. Selim III. ün etrafı, Hakkı Paşayı kötülemeğe koyuldular. Nizamı Cedit düşmanı diye tanıldı. Ve nihayet 1796 yılının sonunda Halep valiliğine tayin edildi. 1800 de Hakkı Paşa tekrar Rumeliye fakat bu defa Seraskerlik ile memur edildi. Beş sene müddetle bu memuriyette kalacaktı.291 Padişah bu tür hatlarını yine danışma meçlisine danıştı. Bu sefer de öyle oldu. Neticede Rumeli valiliğine Tepedelenli Ali Paşa’nın tayini kararlaştırıldı. Aslında Tepedelenli Ali Paşa bizzat birinci sınıf bir derebeyi idi. Devlet buyuruğu da dinlemezdi. Vezirliğe İstanbul’daki devlet büyüklerine hediyeler ve paralar yollamakla kavuşmuştu.292 İşte eşkiya üzerine gönderilmek istenilen adam bu idi. Selim III, kabul etti. Rumeli eyaleti seraskerlik kendisine verildi. Görevinin nelerden oluştuğu bir emri Ali ile açıklandı.293 (1801) Tepedelenli Ali Paşa bu hattı alınca derhal işe girişmedikten başka oğlu Muhtar Paşa için de Tırhala sancağını istedi. Çaresiz rıza gösterildi. Üç aylık bir oyalamadan sonra Tepedelenli Ali Paşa nihayet harekete karar verdi. Tepedelenli Ali Paşa’nın bu aralık büyük şöhreti olduğu için eşkiyalar korktular. Sofya’ya yakın bir yerde Tepedelenli Ali Paşa’ya yakardılar. Bundan böyle evlerinde oturacaklarına dair yemin ve rehin ile devleti temin edeceklerini söyliyerek aflarını istediler Kendilerine gösterilecek yerde tek durmak şartiyle istekleri kabul edildi. Eşkiyalar için yerler gösterildi. Tepedelenli Ali Paşa eşkıyaya karışan Arnavutları etrafına aldı.294 -1800, 1802 ve 1809 yillarinda merkezi istanbul disinda olan 2 deprem sehirde hissedildi ve az miktarda zarara sebep oldu. 1802- Pazvandoğlu Ayaklanması‘nı bastıran Tepedelenli Ali Paşa görevden alındı. Bundan böyle Osmanlı devleti ile arası açıldı. 1800, 1802 ve 1809 yıllarında merkezi İstanbul dışında olan iki deprem şehirde hissedildi ve az miktarda zarara sebep oldu. 1855'te Bursa’da gerçekleşen ve şehri büyük ölçüde yıkan deprem İstanbul’da hissedildi ve az sayıda eski bina bu depremde zarar gördü. Bu deprem 287

Cb Efendi (2003: 62-63) ve Derin (1973b:104). (KARAL, 1942, s. 115) 289 (KARAL, 1942, s. 118) 290 (KARAL, 1942, s. 119) 291 (KARAL, 1942, s. 119) 292 (KARAL, 1942, s. 122) 293 (KARAL, 1942, s. 122) 294 (KARAL, 1942, s. 123) 288

54


sonrasında çıkan yangın deprem tarafından yıkılmayan bölgeleri de yıkacaktı ve Osmanlı imparatorluğu şehri yeniden inşa edebilmek için epeyce borç almak zorunda kalacaktı.295 Haziran 1806'da yeni kuvvetler İstanbul'dan hareket eder. Ancak, ulema, esnaf, tüccar, sarraf ve fenercilerin büyük bir kısmı yeniçeri ocağını tutarak Padişah'a cephe alır. Sadrazam Hafız İsmail Paşa da o zaman Rumeli'deki ileri gelenleri "Sizi kılıçtan geçirecekler" diye kışkırtır. Ayan, Nizam-ı Cedit'e karşıdır. Şehzade Mustafa'nın Nizam-ı Cedit'i kaldıracağı söylentisi yayılır. Tekirdağı'nda Nizam-ı Cedit kurulacak fermanı okununca, yeniçeri bunu okuyan hâkimi öldürür. Çorlu ve Silivri ahalisi Abdurrahman Paşa ordusuna direnir. Rumeli' ye Nizamı Cedidi yerleştirmek için gönderilen Kadı Abdurrahman Paşa, şiddet yanlısıdır ama bu baskılar üzerine III. Selim Edirne'ye gitmekten vazgeçip Paşa'ya "Silivri' den geri dön" emri verir. Kan dökülmesinden endişe eden Padişah Nizam-ı Cedidi yürürlükten kaldırır. Reformistler iktidardan uzaklaştırılır. Yeniçeri Ağası İbrahim Hilmi Sadaret'e, Ataullah Efendi şeyhülislamlığa getirilir. "İkinci Edirne Yakası" diye adlandırılan bu olay IIl Selim'in sonunu başlatacaktıra296 30 Mart 1806 tarihli bir BOA belgesinde “Devlet asilerinin uzaklaştırılması için Edirne tarafına hareket eden serasker Abdurrahman Paşa’ın maiyetindeki asakir ihtiyacı için Babaeski ve Uzunköprü kazalarından satın alınan ekmek, arpa, koyun, saman ve odun bedellerinin düzeltilmesi gerektiği,” belirtilmektedir. 1806 Babaeski’de bulunan Abdurrahman Paşa’ya mektup götürüp, getirdiğine, peksimet gelmiş ise de mühümmat ve başka eşyayı nakledecek deve ve araba beklediğine, Tokadcılıklı’nın yeğeni Mahmud, Edirne’yi vurur diye Edirnelilerin Edirne’den çıkmadıklarına, Çorlu ve Tekirdağ vurulmadıkça Edirnelilerin hizaya gelmeyeceklerine dair BOA de belge vardır. 1807 Edirnelilerin Abdurrahman Paşa’ya hücum ve kıllıoğlu ve Hasköylü Emin Ağa’nın altı bin askerle Babaeski’yi zabt etmeleri üzerine elkoyma neticesinde Babaeski’nin kurtarıldığına, asilerin Çorlu’ya kaçtıklarına dair’ başka bir belge vardır. Yine 1807 yılında gelişen olaylardan bazıları, 28 Ocak–1 Mart: İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı’nı abluka altına alması ve İstanbul’u tehdit etmesi, 25– 29 Mayıs: Kabakcı Vakası, 29 Mayıs: III. Selim’in tahttan indirilisi ve IV. Mustafa’nın tahta çıkışı, 31 Mayıs: Nizam-ı Cedid reformlarının sona erdirilmesi. 28 Temmuz1808: Alemdar Mustafa Paşa’nın İstanbul’u işgal etmesi ve sadrazam olması; III. Selim’in katli, IV. Mustafa’nın hal’i ve II. Mahmud’un culusu. 7 Ekim: Padisahın haksız merkez politikalarına karsı ayan kesimine direnme hakkını tanıyan Sened-i İttifak’ı imzalaması. 14 Ekim: Sekban-ı Cedid adıyla yeni bir askeri ocağın kurulması. 14–18 Kasım: Yeniceri isyanı ve İstanbul’da kanlı çarpışmalar. 15 Kasım: Yenicerilerin Alemdar Mustafa Pasa’yı öldürmesi. IV. Mustafa idamı. 18 Kasım: II. Mahmud ve Yeniceriler arasındaki anlasmayla, yeni askeri ocağın dağıtılması. Kabakçı Mustafa İsyanı: Boğaz’daki kalelere Trabzon dolaylarından iki bin kadar ‘yamak asker’ getirilip yerleştirilmişti. "Nizam-ı Cedid" kılığına girmeyiz, diye önce onlar ayaklandı. 1807 yılında İçlerinden Kabakçı Mustafa’yı başlarına lider seçtiler. Kabakçı Mustafa, ayaklanmanın nedenini halka şöyle açıkladı: "Ey ahali, meramıma Nizam-i Cedid belasını kaldırmaktır. Başka niyetimiz yoktur. Miısluman olanlar, kendilerini oeak bilenler bizimle beraber olsunlar. ” III. Selim’in yeğeni veliaht Şehzade Mustafa ve Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi, Kabakçı’yı tutuyorlardı. Vezir-i azam vekili Köse Mustafa Paşa da, yamaklar ayaklanmasrnı bastıracağına."basit bir iş" diye padişahı uyuttu. Yakında yeni kurulan 'Nizam-ı cedidaskeri" çok çabuk bastırabilirdi olayı. III. Selim, "Nizam-t Cedid "in kaldırıldığına dair bir hatt-ı hümayun yazdı. Vezir-i azam vekili Musa Paşa el altından Kabakçı’ya on bir kişilik bir ’kurban" listesi göndendi. Kabakçı da"kurban" listesindekileri öldürmek için III. Selim'den istedi. III. Selim, listede adları olanları Kabakçı Mustafa ile adamlarına teslim etti, İsyancılar da "on bir kurbanı" korkunç işkencelerle paramparça ettiler. Bu kez de III. Selim’in tahttan indirilmesi sorunu getirildi gündeme. İstanbul kadısı, Yeniçerilerle şu sorunu tartışıyordu: “Bundan sonra bu padişaha emniyet olmaz. Sultan Selim'in saltanatta istiklali yok. Hükümeti birtakım zalimlerin eline verdi Kendisi zevk-u sefa ile meşgul. Devlete getirdikleri de fukaraya reayaya zulüm yapıyorlar; böyle bir padişahın hilafeti sahih midir?" Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi "değildir" cevabını verdi ve "hal fetvası’nı yazdı. İsyancılar, "Sultan Selim’i istemiyoruz. Sultan Mustafa efendimizi istiyoruz" diye bağırıp çağırıyorlardı. Ve III. Selim padişahlıktan çekildiğini açıkladı. 1807. IV. Mustafa padişah oldu. Ancak bu olaya pek kızmış biri vardı, eski bir “Serhat beyi" olan Alemdar Mustafa Paşa... Alemdar Mustafa Paşa, önce yeni padişah IV. Mustafa ile vezir-i azami Çelebi Mustafa Paşa’nın güvenlerini kazandı. Ve III. Selim'in devrilmesinden bir yıl kadar sonra, saraydan izin alarak ordusuyla Rumeli'den 295 296

http://www.livescience.com/…ul-earthquake-risk.html (AVCIOĞLU, 2013, s. 207)

55


İstanbul'a geldi. Ve aynı gün Babı Ali’yi basarak, Çelebi Mustafa Paşa’dan sadaret mührünü aldı. Tarih, 28 Temmuz 1808 IV. Mustafa ve adamları korku içindeydiler. Önlerinde tek bir kurtuluş yolu vardı. Devrik III. Selim’le, yeni padişahın yirmi dört yaşındaki küçük kardeşi Mahmut'u. Alemdar saraya gelmeden öldürürlerse, Osmanlı hanedanından sadece bir IV. Mustafa kalacaktı hayatta. Böyle bir durumda da IV. Mustafa’yı kimse tahttan indiremezdi. Bu kanlı plan hemen uygulandı. Alemdar Karay kapısından içeri girdiği sırada, IV. Mustafa’nın adanılan dairesinde kitap okumakta olan III. Sclim’i hançerleye hançorleyc öldürdüler. Vakit olmadığı için, hanedan üyelerine uygulanan "boğarak, kan dökmeden öldürme" geleneği rafa kaldırılmıştı. Cellat ekibi, Selim'i öldürdükten sonra Şehzade Mahmut’un dairesine koştu. Oradaki Cevahir Kalfa diye yürekli bir cariye, gelenlerin gözlerine kül fırlattı. O sırada birkaç kişi de Şehzade Mahmut’u bacadan dama çıkararak kurtardı Alemdar Mustafa Paşa, IV. Mustafa’yı tahttan indirdi, yerine yirmi dört yaşındaki küçük kardeşi Şehzade Mahmut’u çıkardı. Ve Sultan II. Mahmut sonunda ağabeyi IV. Mustafa’yı boğdurttu. 28 Temmuz 1808 padişah II Mahmut oldu. II. Mahmut otuz bir yıl kaldı iktidarda, Yeniçeri Ocağı’mn binlerce adamım kılıçtan geçirerek ağaçlara astı. Tarih 1826. Bu eski ve yozlaşmış ocağın ortadan kaldırılmasına "Vak'a-i Hayriye","Hayırlı Olay’ dendi. Başbakanlık Osmanlı Arşvlerinde “Edirne, Babaeski ve Çorlu taraflarından yazılacak asker işleri için Ayanın nüfusu lazım geldiğine ve Edirne Ocağı’na da bir nizam vermek düşüncesine binaen, Edirne Ayanı ve Sipahiler Ağası Mehmet Ağa’ya Edirne Bostancıbaşılığı ve seferde emeği gecen Edirneli velvele Ahmet Ağa’ya Sipahiler Ağalığı tevcihine dair.” Belge vardır. Kışı geçirmek üzere Kırkkilise’ye 110, Bergos’a 250, Babaeski’ye 180 top hayvanı gönderildiğinden bunların ve neferlerin iaşelerin temini hakkındada evrak düzenlenmiş. I.Mahmut zamanında esame denilen maaş kâğıtlarının alınıp satılmasına izin verilmesiyle yanlış bir dönem başlamış oldu. Bu durum esnafın açıkgöz ve hali vakti yerinde olanlarının işine yaradı ve esame maaş olmaktan çıktı. Yeniçerilik ise artık askerlik değil; ulufe sahipliği demekti ve yeniçerilik yoksul halk tabakasının bir geçim kaynağı olmuştu. Olayı hile-i şeriye ile hallediledilecekti. Öyle yaptı. Haziran 1826’da şeyhülislam Tahir efendi’nin bir fetvası il yeniçerilerin kendi içinden seceçekleri askerlerden oluşan yeni ordunun eşkinci ocağının kurulmasına karar verildi. Yeniçeriler bu durumu kabullenmediler ve eşkincilerin eğitime başlamasından 3 gün sonra 15 Haziranda kazan kaldırdılar. Edirne, Babaeski ve Çorlu taraflarından yazılacak asker işleri için Ayanın nüfusu lazım geldiğine ve Edirne Ocağı’na da bir nizam vermek düşüncesine binaen, Edirne Ayanı ve Sipahiler Ağası Mehmet Ağa’ya Edirne Bostancı başılığı ve seferde emeği gecen Edirneli Velvele Ahmet Ağa’ya Sipahiler Ağalığı görevlendirilmesine dair belge mevcuttur. 15 Haziran 1826’da Vaka-i Hayriye olarak bilinen yeniçeri ocağının imha edilerek kaldırılması hadisesi yaşandı. Padişah II. Mahmut şeyhülislam başta olmak üzere tüm ulemayı saraya çağırarak “yeniçerilerle uzlaşmak çin birçok işlerine göz yumduğunu, onları paraya boğduğunu fakat bunların yinede ayaklandıklarını’ söyleyerek ‘bu hainlerin çezalandırılmaları işinde tedbiriniz nedir?’ öldürüp ortadan kaldırılmaları şer’an vaçipmidir? Diye görüşlerini istedi. Ulema hep bir ağızdan ‘şer’an kat’lli vaciptir diye cevap verdiler. 1827-Navarin'de demirlemiş olan Osmanlı Mısır birleşik donanması 20 Ekim 1827'de İngilizRus Fransız birleşik donanması tarafından yakıldı. Navarin olayından sonra, üç devlet büyükelçilerini İstanbul'dan çekerek Osmanlı Devletiyle ilişkilerini kestiler. Edirne Antlaşması'nın 10. maddesine göre Osmanlı Devleti; Rusya, İngiltere ve Fransa'nın Londra'da 6 Temmuz 1827'de ve buna dayalı olarak yine Londra'da 22 Mart 1829'da aralarında yaptıkları, Yunanistan Devleti'nin kurulmasını ve bağımsızlığını öngören anlaşma ve protokolü kabul etti. 1829 yılında Babaeski'de cami ve su yolları elden geçirilip tamir edilmiş... 1828-1829 Osmanlı Rus seferinden sonra Çirmen tamamıyla terkederek bunun yerine, Edirne evvelâ ‘mutasarrıflık’, daha sonra’valilik’ ‘müşirlik’ merkezi olmuştur. İlk defa olarak Aliş Paşa 1830 da Edirne valisi olmuştur. 22 Ağustos 1829 Edirne’nin savaşsız Ruslara teslim edildi. Edirne Antlaşması'ndan beş ay sonra, 3 Şubat 1830 tarihinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasında imzalanan yeni bir "Londra Protokolü" ile bağımsız Yunanistan Devleti'nin kurulduğu ilan edildi. Osmanlı Devleti de 24 Nisan 1830'da Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. Nüfus Sayımı

56


1831 nüfus sayımı Rumeli ve Anadolu'da yapılmıştır. Rumeli'de sayımı yapılan kazâlar şunlardır. Çatalca, Tekfurdağı, İnecik, Malkara, Gelibolu, Şarköy, Bergos, Çorlu, Ereğli, Baba-i Atik 1831 Nüfus sayımı için görevlendirilen sayım memurları sayımı yapılan yerlerle ilgili tuttukları defterleri önce kendi bölgelerine göre birleştirmişler ve defterleri temize çektikten sonra İstanbul'a göndermişlerdir. 1831 senesinde Nüfus sayımı için görevlendirilen sayım memurları sayımı yapılan yerlerle ilgili tuttukları defterleri önce kendi bölgelerine göre birleştirmişler ve defterleri temize çektikten sonra İstanbul'a göndermişlerdir. Yeniçeri teşkilatının kaldırılmasından sonra yapılması gereken ilk reform, yeni bir ordunun kurulması idi. Bu ordunun kurulması da, yeni vergi kaynaklarının bulunmasını ve askerlik yapabilecek yaştaki halkın sayısının bilinmesini gerektiriyordu. Devlet, bu amaçla 1831 yılında Rumeli ve Anadolu' daki Müslüman ve Hıristiyan erkeklerin sayımını, memurları vasıtasıyla yaptırmıştır. 1831 sayımı, din esasına dayanmaktadır ve Osmanlı Devleti'nde toprak yazımı sebebiyle olmadan yapılan ilk nüfus sayımı niteliğindedir. Fakat bu nüfus sayımı, yalnız erkekleri kapsadığı, Erzurum ve Van gibi bazı bölgelerde yapılmadığı, vergi ve askerlik gibi endişelerle nüfus sayımına dâhil olmayanların bulunduğu dikkate alındığında Rumeli ve Anadolu'daki gerçek nüfusu vermekten uzaktır. 1831 nüfus sayımının ortaya çıkardığı rakamların, daha sonra yapılan sayımlar ile mukayese edildiğinde düşük düzeyde kaldığı görülecektir. 1831 nüfus sayımı Rumeli ve Anadolu'da yapılmıştır. Rumeli'de sayımı yapılan kazâlar arasında; Çatalca, Tekfurdağı, İnecik, Malkara, Gelibolu, Şarköy, Bergos, Çorlu, Ereğli, den başka ‘Baba-i Atik’de vardır.(1831) 1831 sayımından sonra 1844 yılında ülke genelinde bir nüfus sayımı daha yapılması kararlaştırılmıştır Meclîs-i Ziraat 1838 yılında zirai islerle ilgilenmek üzere Hariciye Nezareti’ne bağlı olarak bir Ziraat ve Sanayi Meclisi kurulmuştur. Meclisin adı daha sonra Meclis-i Umur-u Nafia olarak değiştirilmiştir. Bu meclis daha sonra Ticaret Nezareti’ne bağlanmıştır. Ancak 1843 yılında Mâliye Nezareti’ne bağlı olarak bir Ziraat Meclisi kurulmuş, daha sonra Ticaret Nezareti’ne bağlanmıştır. Bu meclisin temel görevi zirai üretimin artırılması, dış ticaret dengesinin sağlanması, halkın gelir ve refah düzeyinin artırılması konusunda inceleme ve araştırmalar yaparak önerilerde bulunmaktır. 3 Kasım 1839 Pazar Gülhane Bahçesi'nde okunan Tanzimat Fermanı Fermanı'nın özetinin özeti şuydu: "Bugüne dek devlet kanunsuz yönetiliyordu. Bundan böyle her şey kanuna dayanacaktır. Bu kanunlar da devletin Müslüman ve gayrimüslim tebaasına eşit olarak uygulanacaktır." Fermanın okunması için Müslümanların tatil günü olan Cuma değil de Batılıların tatil günü olan Pazar gününün seçilmesi bile gayet 'devrimci' bir tutumdu. Ama daha önemlisi fermanın içeriğiydi. Öyle ki Mustafa Reşit Paşa, fermanı okumaya gideceği sabah karısıyla helalleşmişti, çünkü kel leşinin gideceğinden neredeyse emindi. Neyse, korktuğu olmadı. Gülhane Bahçesi'nde kendisini, çok değil dört ay önce Nizip'te isyancı Kavalalı Mehmed Ali Paşa ordularını durduran Britanya, Fransa, Avusturya ve Rusya'nı n temsilcileri (aralarında Fransa Kralı Louis Philippe'in oğlu da vardı), alimler, vekiller, yüksek bürokratlar, medrese hocaları, askerler ve daha nice kesimden insan bekliyordu. Fermanı okumaya başladığında önce sessizlik, sonra pes perdeden bazı homurtular olduysa da konuşmanın sonunda geleneksel Padişahım “Çok Yaşa!'' nidaları yükseldiğinde, Osmanlı ülkesinde artık yeni bir dönem başlamıştı. Bu yeni döneme ilişkin genel tepkiyi ise şu sözler özetliyordu: “Ne yani, artık gavura gavur demeyecek miyiz?" Aslında farkında değillerdi ama sadece gayrimüslimler değil, Müslümanlar da ‘reaya' olmaktan ‘tebaa' olmaya (yani kulluktan vatandaşlığa) doğru yola çıkmıştı. Ama elbette, ferman esas gayrimüslimlerin hayatını etkiledi. O güne dek 'millet' denilen kompartımanlarda adeta hapis hayatı yaşayan gayrimüslimler ilk kez, ‘millet-i haki me' olan kesimle eşit muameleye tabi tutulmaya başladılar. İstanbul'da hayat giderek şenlendi. Ülkeye Avrupalı akını başladı. Batı tarzı yapılaşma arttı, İstanbul halkı, Rokoko, Ampir, Neo Gotik gibi mimari tarzla da tanıştı. Levantenlerin âdeti olan balolar, karnavallar, yılbaşı kutlamaları, tiyatro gösterileri yaygınlaşmaya başladı. Böylece ilk kez Müslüman ve gayrimüslim kesimler kaynaşmaya, birbirinin kültürünü tanımaya başladılar. Bu yakınlaşma ile birlikte ilk kez tüm tebaa kendini ‘osmanlı’ kimliği altında tanımlamaya başladı. Ancak bunlara paralel olarak İngiliz Büyükelçisi Lord Straford Canning gibi aktörlerin etkisi artmaya başladı. Kaynaklarda 1841’de Babaeski’de sıpyan mektebi olduğunu öğreniyoruz. 1842 yılı Mart ayında yeni bir düzenleme yapıldı. Bir kaç köyün bağlandığı köyle sancak arasında idarî yeni bir birim olmak üzere "kaza" oluşturuldu. Muhassıl yerine yine merkezden atanan 57


yöneticiye "kaymakam" dendi. Eyaletler ise valilerce yönetilecekti. Bu tarihe kadar kaza denildiğinde mahkemenin bulunduğu yer söz konusu idi. Adlî birim olma niteliği önde geliyordu. 1842'den itibaren idarî nitelik kazanmış ve imparatorluğun yıkılısına dek varlığını sürdürmüştür. 1844 yılında ülke genelinde 1831 sayımından sonra bir nüfus sayımı daha yapılması kararlaştırılmıştır. 1852'de Rumeli'de 1844 sayımından sonra nüfus sayımları yapıldı. 1864 yılında 5 Sancaklı, Edirne vilayeti kurulmuştur. 1844 sayımından sonra 1852'de Rumeli'de nüfus sayımları yapıldı.

58


KILIÇ Orhan -b: Prof. Dr, Eskiçağdan Yakınçağa Genel Hatlarıyla Dünyada ve Osmianlı Devleti’nde Salgın hastalıklar.2004, Elazığ ABOU-EL-HAJ, R. A. (1984). 1703 İsyanı - Osmanlı Siyasasının Yapısı. Ankara: Tan Kitabevi Yayınları. ACUN Fatma, “Celâli İsyanları”, AKBUZ, L. A. (2008). Hadrianopolis Roma Dönemi Seramigi. İzmir: Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bölümler Enstitüsü. AKDAĞ Mustafa, Türkiye’nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi, Cem Yayınevi, İstanbul 1977, C.1, AKKAYA, T. (2000). Ortodoks İkonaları. İstanbul: Arkeoloji Ve Sanat Yayınları. ALTAN Çetin, ‘Tarihin Saklı Yüzü’,İstanbul, Kasım. 1994, Afa Yayınları AŞ, s. 183 ALTINAY, Ahmet Refik (Hrz. Haydar Ali Dirioz), (1973) Lale Devri, Ankara: Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Kültür Yayınları AOK, 2000: 61-62; Âşık Paşa Tarihi , 1949: 148) AVCIOĞLU, Doğan. (2013). Osmanlının Düzeni. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi. BA, MD 85, hnr 4, 5.4, tarih; 21 Ra 1040/28 Ekim 1630 BA, Mühimme 36, 281/738. BATU, Pelin. (10 Nisan, Cuma, 2015).Http://Www. Artfulliving.Com.Tr/ Edebiyat/Ah-Orfeo-İ-2511. Artfulliving. Com.Tr. Adresinden Alındı Behset KARACA Yrd. Doç. Dr; Safevî Devleti'nin Ortaya Çıkışı Ve II. Bayezid Dönemi OsmanlıSafevî İlişkileri / [S.409-418] Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat BEKSAÇ Engin Prof. Dr. (Tarih Yok). Doğu Trakya'da Traklar. Trakya.Academia.Edu/ Enginbeksac. BELDÎCEANU, N. (1985). Xıv. Yüzyıldan Xvı. Yüzyıla Osmanlı Devletinde Tımar. (M. A. Kılıçbay, Çev.) Ankara: Teorî Yayınları . BELGE, Murat. (2008). Osmanlıda Kurumlar Ve Kültür. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. BERKTAY, Halil. (1999, Kış Sayı: 17). Vizörden Bizans: Haritalarla Düşünmek. Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi BIYIKLIOĞLU, T. (1992). Trakya'da Millî mücadele (3. b., Cilt 1-II.). Ankara: Türk Tarih kurumu. BLANCK, H. ( 1999). Eski Yunan Ve Roma'da Yaşam. İst: Ar/On Yayınevi. BOA. 10/M/1221 (30 Mart 1806) Dosya no: 424 gömlek no=17589 BOA. 19/Ca/1221 (4 Ağustos 1806) Dosya no: 150 gömlek no=6334 BOA. 29/Z/1221 (9 Mart 1807) Dosya no: 81 gömlek no=3366 BOA. 29/Z/1223 (15 Şubat1809) Dosya no: 339 gömlek no=19405 BOA. 3/M/1228 (6 Ocak 1813) Dosya no: 256 gömlek no=10687 BROCQUİERE, Hertrandon de la 1848. "The Travels of Hertrandon de la Brocquiere 1432, 1433," Early Travelsin Palestine”, haz. Thomas Wright, Londra (s:170) BULUT Orhan; Trakya Ve Balkanlarda Babagan Kolu Bektaşılerın Dünü Ve Bugünü, Balkanlarda Alevilik Bektaşilik—s.354 Cb Efendi (2003: 62-63) ve Derin (1973b:104). ALTAN Çetin ‘Tarihin Saklı Yüzü’, İstanbul Kasım. 1994, Afa Yayınları AŞ, DANİŞMEND İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 4 s.34 DEMİRKENT, Işık. (Ekim 2005). 14. Yüzyıla Kadar Balkanlar'da Bizans Hakimiyeti İst: Dünya Yayıncılık A.Ş.. DEVELLİOĞLU, Ferit, “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat”, Aydın Kitabevi, 30. Baskı, Ankara 2013 DİEHL, C. ( Eylül 2006). Bizans Imparatorluğu Tarihi . İstanbul: İlgi Yayınları. DOĞER Ersin. (Tarih Yok). Roma Heykeltıraşlığı. DONALD Ouaiaeri, Osmanlı imparatorluğu 1700-1922,(Ceviren: Ayşe Berkiay),2. Baskı, İstanbul, DÖĞÜŞ Selahattin; gazeteçi DUKAS, Bizans Tarihi, çev. VL. Mirmiroğlu, İstanbul Fetih Derneği Yayınları, İstanbul 1956 s. 67-69 ERTÜRK Volkan, Yrd. Doç. Dr; Vize Sancağı Dirlikleri (1530-1568); 2013; Namık Kemal Üniversitesi- Tekirdağ Evangelatou ve Notara, 2001:129). EVLİYA ÇELEBİ b. Derviş Mehmed Zıllî, “Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi”, 1-10, Yayına Hazırlayanlar: Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Robert Dankoff, Zekeriya Kurşun, İbrahim Sezgin, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2011. Evliyâ Çelebi, YKY' deki kitapları: Seyâhatnâmesi haz.: S. A. Kahraman- Y. Dağlı (1999)Yapı Kredi Yayınlan- 2353Takım ISBN 975-08-1103-8: (3. Kitap), FAROQHİ, Surahya (2005). “Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam”(Beşinci Basım b.). (E. Kılıç, Çev.) İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. s.68

59


GÖKBİLGİN Tayyip, Edirne ve Paşa Livası.); GÜVELOĞLU, A. (2006). Mö. I.–Ms. III. Yüzyıllar Arasıda Roma–Pannonıa–Trakya Siyasal İlişkilerindepannonıa’nın Yeri Ve Önemi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih (Eskiçağ Tarihi) Anabilim Dalı GÜVELOĞLU, A. (2009). M.S. I.-III. Yüzyıllarda Tuna ve Trakya Eyaletlerinde Roma Kentleşme Süreci. Ankara: A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü. Halil b. İsmail, Menâkıb-ı Şeyh Bedreddin, s.11 Herodotos. (Ekim, 2012). Hıstorıes (Tarih) (VIII. Basım B.). (Ç.-M. Ökmen, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. http: //www. hurriyet.Com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/ruslar-hasta-adami-paylasmayi-teklif-edince40626234, (29.10.2017) http://www.ihh.org/biyo3.php; Behic Onul, infeksiyon Hastalıktan, Ankara, 1953, s. 562. http://www.livescience.com/…ul-earthquake-risk.html alıntı:https://www.batitrakya.org/batitrakya/bati-trakya-tarihi/kronoloji.html https://drive.google.com/file/d/1jJbmoDHSNDfUHFShvoyld-3LDbojb-ds/view?usp=sharing

https://drive.google.com/file/d/1y0P0kYY7vnS7fIve8xGOflU8YS2xqpl_/view?usp=sharing HÜR, Ayşe. (2013). Öteki Tarih 1, (Cilt 1). , İstanbul: Profil Yayıncılık. IŞIK, H. (July 2017). Hıristiyan Düalist-Gnostik Bir Tarikat Olarak Bogomilizm Ve Bogomilizm Ve. Balkan Araştırma Enstitüsü Dergisi / Cilt 6, Sayı/Number 1, 109-187. İNALCIK, Halil; Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300–1600), İNAN, Kenan, Doç. Dr. Kaygusuz Sultan C. II. Bayezid Dönemi / [s.383-392] Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye İNAN, Kenan, Doç. Dr. Kaygusuz Sultan C. II. Bayezid Dönemi / Karadeniz Teknik Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi / Türkiye İNANCIK Halil, Edirne’nin Fetihi (Neşri versiyonunda ) İNANCIK, Halil; Makaleler II--Osmanlı Devtetinde uc (Serhad) lar, 2008, s. 113 İPLİKÇİOĞLU, B. (2007). Hellen Ve Roma Tarihinin Anahatları. İstanbul : Arkeoloji Ve Sanat Yayınları. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, Cilt 4 J.V. HAMMER, Osmanlı Devleti Tarihi, Milliyet Gazetesi yayını, Cilt:1 Sayfa:11 KARACAM, Nazif. (1995). Efsaneden Gerceğe Kırklareli. Kırklareli: Kırklareli Belediyesi Yayınları. KARAL, E. Z. (1942). Selim III'ün Hattı Hümayunları. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. KILIÇ, Şahin - Bizans Kısa Kronikleri (Chronica Byzantina Breviora) -İthaki Yayınları, İstanbul, 2013, s.60. KILIÇ-B:, P. D. (2004). Eskiçağdan Yakınçağa Genel Hatlarıyla Dünyada Ve Osmanlı Devleti’nde Salgın Hastalıklar. Elazığ: Fırat Üniversitesi Basımevi-. KISAKÜREK, E. E., & KISAKÜREK, A. (--). Bizimkiler-Anadolu Merkezli Dünya Tarihi-Roma (Cilt 4. Kitap). KOCH, G. (2001). Roma İmparatorluk Dönemi Lahitleri. İstanbul: Arkeoloji Ve Sanat Yayınlan. KSENOPHON. (Eylül 1974). Anabasıs ''Onbinlerin Dönüşü". İstanbul: Hürrüyet Yayınları. KÜÇÜKSİPHAYİOĞLU, B. (-). Ankhialos Savaşı'nın Sonuna Kadar Bizans-Bulgar İlişkileri. -: Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakultcsi Tarih Bi:Llilmil Ortaçağ Tarihi. LEMERLE, P. (16/1/2019). Bizans Tarihi (8. Baskı B.). İst --: İletişim. Lemezât; Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Kısmı, No: 4536 s.157 MANGO, C. ( 2008). İmparatorluğu Yeni Roma. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları -2720. MANSEL, A. M. (1938). Tarakyada Kültür Ve Tarih. Ankara: Resimli Ay Matbaası T. L. Şirketi. MANSEL, A. M. (1999). Ege Ve Yunan Tarihi. Ankara: Türk Tarih Kurumu. MARMARA, R. (2006). Bizans'tan Günümüze İstanbul Latin Cemaati Ve Kilisesi. İstanbul: Kitap Yayınevi. MLADJOV. (Tarih Yok). Thrace (Thrakē). Muhasebe-i Vilayet-i Rum-ili defteri h: 937/ 1530, cilt 1 Naima Tarihi, cilt: I, s. 49.. ÖZTÜRK, Necdet, Anonim Osmanlı Kroniği (1299–1512), İstanbul 2000, s. 28. NECİPOĞLU, Necip. (Sayı: 17 Yıl: , Kış 1999 ). 15. Yüzyılın İlk Yarısında Konstantinopoliste Osmanlı Tacirleri . Cogito Üç Aylık Düşünce Dergisi , S. 1-421. Nicol, D. M. (2016). Bizans'ın Son Yüzyılları 1261-1453. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yaylnları. Nicol, D. M. (2016). Bizans'ın Son Yüzyılları. İstanmul: Türkiye İş Bankası Kültür Yaylnları. NORWİCH, J. J. (2013). Bizans II--- Cilt: III Yükseliş Dönemi (Ms 803-1081). İstanbul: Kabalcı Kitabevi.. NT, 2008: 376)

60


ORTAYLI, İlber,(2017) “Ruslar “Hasta Adamı” paylaşmayı teklif edince”,(29 Ekim 2017), Oruç Beg Tarihi, 2008: 21) OSTROGORSY, ,. G. (2011). Bizans Larihi. Ankara: Turk Tarih Kurumu Basımevi. ÖZDOĞAN, M. (2016). Tarımın Avrupa’ya Göçü. Aktüel Arkeoloji 54.İndd 54. ÖZDOĞAN, M. (Tarih Yok). Marmara Denizive Neolitik Yaşam. Tına Denizcilik Arkeolojisi Dergisi. ÖZTABAK, Mucit, Kaybolan Binalarımız/Kaybolmasın, Babaeski-2017 ÖZTABAK, Mucit, Yerel Yakın Tarih Babaeski, Belediye Yayınları, Babaeski 2002 ÖZTABAK, Mucit; Babaeski’de Yerleşme ve Yapılaşma Yerel Yakın Tarih, Babaeski, 2014 ÖZTABAK, Mucit; Türklerin Rumeli Geçişlerinden önce Baba-yı Atik, Babaeski 2015, ÖZTÜRK, N. (2012). Çadırdan Saraya 14.15. Yüzyıl-Osmanli Devlet Düzeni. İzmir: Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. Peremeci, 1935, s. 20).

PEREMECİ, 1935, s. 41 PERTUSİ- İstanbul'un Fethi, Çağdaşların Tanıklığı, İstanbul,2004; Özal Matbaası PLINIUS. (1999). Genç Plinius’un Anadolu Mektupları. (Ç. D.-E. Özbayoğlu, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık Ticaret Ve Sanayi A.Ş. PROKOPİOS. (2011). Bizans’ın Gizli Tarihi (Cilt III. Baskı Ekim 2011). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları,. RİCE, T. T. (1998). Bizans'ta Günlük Yaşam. İstanbul: Göçebe Yayınları. Sakin, 2002: 100), SARIKAYA, B. (2009). Epigrafik Buluntular Işığında Trakya’da Kültler. (D. Y. Şahin, Dü.) Trakya Üniversitesisosyal Bilimler Enstitüsü. SEİDLER, G. L. ( 1980). Bizans Siyasal Düşüncesi. Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi . . Solakzade Mehmed Hemdemi Efendi, Solakzade Tarihi, Haz., Vahit Çabuk, Kül. Bk. Yay., Ankara 1989, c.I, s. 60; Neşrî Tarihi, s. 541-547. STRABO. (2000). Strabo Of Geography--Strabo’nun Coğrafyası-(XII, XIII, XIV) (4. Baskı B., Cilt Xıv). (D. A. Prof, Çev.) İstanbul: Arkeoloji Ve Sanat Yayınları. Tarih-i Selânikî, c. I, Tarih-i Selânikî, c. i, Tarih-i Selânikî, c. M, TİMUR, Tamer. (1994). Osmanlı Toplumsal Düzeni. İstanbul: İmge Kitabevi. USAL, A. (2005). Edirne Tarihi - Roma Döneminde Edirne. Edirne: Edirne Vergi Dairesi Baskanlıgı. UZUN Efkan, “Osmanlı Ülkesinde Görülen isyan ve Eskıyalık Olayları Hakkında Alınan Tedbirler Hakkında Bir Değerlendirme”, TÜBARD, Niğde, 2009, sa: 25, ÜÇEL, AYBET, Gülgün, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), iletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. ÜREKLİ Bayram – YÖRÜK Doğan H. 1002/ M. 1594 Tarihli Bir Vakıf Defterine* Göre Edirne’deki Sultan II. Murâd Câmii Ve İmâreti Evkâfı… VÂSİLİEV, A. A. (1943). Bizans İmparatorluğu Tarihi. Ankara: Maarif Matbaası. wikipedya/Rumeli Eyaleti) YERASİMOS, S. (1993). Kostanitiye Veayasofya Efsaneleri. İstanbul: ©İletişim Yayıncılık. YILDIRIM Ali, Osmanlı engizasyonu, 1996-Ankara, Öteki yayınevi s.275 YILDIRIM, Ş. (2008). Doğu Trakya’da Mezar Tepelerinin Ortaya Çıkışı Ve Gelişimi. Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yurt Ansiklopedisi; "Kırklareli" Maddesi, C.7, Anadolu Yayıncılık A.Ş. İstanbul, 1982-1983, s.4873; Pertusi- İstanbul'un Fethi, Çağdaşların Tanıklığı, İstanbul,2004; Özal Matbaası

61


EK 1: Eviya celebinin seyhatnameinde Babaeski için yazdıkları “Babaeski. Kasabası menzilinin anlatılması: Ta Yanko ibn Madyan297 zamanından beri bakımlı ve şenlikli eski kale ve büyük şehir idi. Daha sonra Sırp ve Bulgar hanları ve hersekleri İstanbul'u harap etmeye giderken bu şehri de harap ettiler. Daha sonra (---) tarihinde Sarı Saltık Bay Sultan, Pravadi [170a] yakınında Dobruca Abdullah huzurunda vefat ettiğinde Saltık Bay'ın vasiyeti üzerine cesedini yedi adet tabuta fukaraları koyup yedi kral yedi tabutu alıp her biri birer iklime götürürken tabutlarda Saltık cesedi bulurlar, Tanrı'ya hamd olsun bizdedir, diye her bir kral vilayetlerine götürürler. Edirne kralı Saltık Bay cesedini bir harap yer olan Baba şehrinde defn ettiği için ‘Babaeskisi’ derler. Onların şerefiyetine hala imar olmadadır. (---) (---) nehri kenarında bir düz geniş alanda Vize sancağı toprağında bütün çeşitli vergilerden muaf ve müsellem bakımlı güzel şehirdir. Şer'i hâkimi 150 akçe kazadır. Nahiyesi toplam (---) adet köydür. Şehrin imar olan yerleri 1060 adet bağlı, bahçeli, baştanbaşa kırmızı kiremit örtülü tek katlı, iki katlı, kâgir ve başka bakımlı hanelerdir. Ve tamamı 20 mihraptır. Bunlardan şehrin doğu tarafı başında ( ---) nehri kenarında büyük Ali Paşa Camii, Süleyman Han vezirlerindendir. Semiz Ali Paşa namıyla meşhur olmuş tedbirli bir vezir imiş. Bu şehir içinde bir cami inşa etmiştir ki sanki seleitin camlidir. İstanbul'da hemen Topkapısı içinde Ahmed Paşa Camii'ne benzemektedir, ama bu ondan geniş, aydınlık ve ibret verici süslü bir yapıdır. Medrese, imaret, hamam, hanlar ve bütün dükkânlar bu Ali Paşa hayratıdır ki büyük eserlerdir. Camiin kubbesi göklere baş çekip bir menzil yerden kurşunları mavi renkli deniz gibi dalgalanır. Bu ibret verici yapılar Koca Mimar Sinan'ın eseridir ki bu camide de güzel tasarruflar ve hoş sanatlar icra edip uzun bir minare yapmış ki sanki Rüstem Paşa minaresidir. Ondan çarşının iç yüzünde Fatih Sultan Mehmed Han Gazi Camii ufak tefek eski bir camidir, ama kalabalık cemaate sahip olup başka bir ruhaniyet vardır. İçi ve dışı o kadar süslü değildir. Bir tabakalı uzun bir minaresi vardır ama bu cami bakım ve tamire muhtaçtır. Bunlardan başka mescitlerdir. Bir medrese, yedi sıbyan mektebi, yedi adet han, yüz kadar dükkân, bir misafirlere aşevi imareti, bir gönül açan hamam, üç adet derviş tekkesi ve çarşı içinde bir hayat suyu çeşme vardır, tarihi budur: Hatif-i Gayb dedi tarihin Çeşme-i selsebil-i fibıhayat. Büyük hayrat ve acaip eser, Sene 932 [1524]. Çoban Deli Kasım Ağa Köprüsü:{---) (---)nehri üzerinde yeni yapı 7 göz büyük bir köprüdür ki sanki Çoban Köprüsü'dür. Yani Erzurum'da Hasankalesi yakınında Sultan Çoban Köprüsü'dür. Adı geçen (---) (---) nehri, ıstıranca Dağları'ndan toplanıp bu mahalden geçip Koca Murad Han'ın Ergene Köprüsü ki 174 göz ibret verici büyük köprüdür, ondan geçip (---) yakınında (---) (---) {---) karışır, ama adı geçen Çoban Kasım Ağa Köprüsü yedi göz ibret verici köprüdür. Bu Çoban Kasım Ağa bu köprü mahallinde koyun güderken Cenab-ı Bari kendine İslam nasip etmiştir. Günlerin geçmesiyle Dergâh-ı ali yeniçeri ocağında kul kethüdası olup Sultan IV. Murad'ın hapsinde iken "Ahdim olsun bu girdaptan kurtlursam koyun güttüğüm yerde bir köprü yapayım!" diye ahd etmiştir. Kurtulduktan sonra "Kerem sahipleri sözlerinde dururlar." mazmunu üzere 400 Rum kesesi masraf edip bu büyük köprüyü inşa etmiştir, ama gerçekten debinde bir gibi bir sanatlı süslü köprüdür ki sağlamlıkta sanki Vişgrad Köprüsü'dür. Her gözü akarsu üzerinde birer ebemkuşağı gibi gösterişli kemerlerdir. Samahi güftesi ile tarihi budur. 297

Süleyman’ın, efsanesi 2500 yıl boyunca uc din tarafından yavaş yavaş oluşturulan tarihsel bir kahraman olmasına karşılık, Yanko bin Madyan Kostantiniye’nin kuruluşuyla ilgili Türk efsanesiyle birlikte yaratılan hayali bir kişidir. (Yerasimos, 1993) Evliya’nın bu kaynaktan aldığını iddia ettiği bilgiler kitapta verilen bilgilerden hayli uzak olduğu ve bu kitabın yazarı olarak tanıtıp Kudus krallarından biri ve Yanko bin Ma dyan’ın kardeşi olduğunu iddia ettiği Yenvan adlı kişiyi efsaneye dâhil ettiği için, Evliya’nın soz konusu yazarı ancak ismen tanıdığını kabul etmemiz mumkundur. Ote yandan bu adın ona, bir yandan Gideon'un savaşları nedeniyle izlerine İbrahim bin Vasıf Şah’ın metninde hala rastlanması muhtemel olan Madyanileri, bir yandan da o sırada Turklerin buyuk düşmanı olan ve Osmanlı tarihlerinde Yanko adı verilen Hunyadi Yanoş’u cağrıştırması işten bile değildi. Yazıcıoğlu kitabını muhtemelen 1444’te yapılan Varna savaşı ile 1456’da gercekleşen Belgrad kuşatması arasında yazmıştı, her iki durumda da Hunyadi Yanoş Turkleri uğraştıranların başında geliyordu. Böylece Durr-irneknun’da Yazıcıoğlu’nun Kostantiniye’yle ilgili bolume “Bu şehri Yanko bin Madyan bünyad itmişdir” (Yerasimos, 1993)

62


Cenab-ı Hazret-i Sultan Murad-ı Cem-azarnet Muradı üzre Huda ede sayesin memdud Samahi canınıa hatifden erdi bu tarih Ola bu cisri karzn-i kabul-i Rabb-i Vedud Sene 1043 [1632-33] Sarı Saluk Baba Sultan ziyaret yerinin özellikleri: Yukarıda menkıbeleri anlatılmıştı. Temiz ırktan (Peygamber soyu) olup Hacı Bektaş-ı Veli izniyle ilk defa Rumeli'ye ayak basan Saltık Bay Muhammed Buhar! Oldukları yukarıda Babadağı şehri özelliklerinde ayrıntılarıyla yazılıdır. Ama bu mahalde gömülü olmasının sebebi yine kendilerinin vasiyeti ile yedinci tabutu Edirne sahibi İdriv Ban bu mahalde Yanko tapınağı içine defn etmesidir. 400 seneden beri bütün milletIerin ziyaret yeridir. Ve o zamandan beri nurlu kabri üzerinde biran bile yanan çerağı sönmemiştir. Bir kaç kere Yahudi taifesi giyecek değiştirip yanan çerağını söndürmek istemişlerdir. Ancak "püf' dediği dem nefesi tutulmuş, tam son nefesini vereceği zaman parmak kaldırıp İslam ile şereflenmişlerdir. Bunlardan biri IV. Murad Han zamanında türbedar idi, diye tanıklık ettiler. Hala o kandili mübarek başları tarafında hizmetçileri [170b] yağ koyup yakarlar ki, Baba'nın türbesini aydınlatır. Nice kere koyun yağı koymayı unuturlar, ancak nice günler yine çerağı yanar. Büyük bir tapınak türbede gömülüdür. Gerçi Bektaşi Tekkesi'dir ama evkafı zayıf olduğundan dervişleri azdır ama adakları çok gelir. Dört tarafında bağları bostanları vardır. Bu Baba şehri bunların yüzü suyuna ihya olmuştur, ama inkârcılar vakıflarını yediklerinden vakıfları zayıf düşmüştür. Tanrı imar ede. Bu şehir onların ismiyle isimlinmiş olup ‘Babaeskisi’ derler. Bu nur dolu türbe şehrin doğu tarafı kenarında Ali Paşa Camii yanında (---) nehri kenarında bir gülistan bağı 'içinde bir köhne yapı eski büyük bir tapınak içinde gömülüdür. Allah sırrını aziz etsin. ( ---) Şeyh Şuhudi ziyareti: Aslında yine Babaeskisi'ndendir. İç ve dış olgunlı tuğu ile meşhur, iyi yazı yazınada kalem gibi âlem idi. Sarı Saltık Baba Tekkesi'nde gömülüdür. Ve bu şehrin batı tarafında bahçeler kenarında Edirne yolu üzerinde, Şeyh Hazret-i (---) (---) Baba ziyaret yeri: Ana yol üzerinde bir topraklı yığın tepe dibinde bir mesireyeri, çemenzar ve gülistan bağı içinde eski bir türbedir ki Sarı Saltık Bay tabutu ile birlikte gelen kırk halifenin biri bu (--) (---) Baba Sultan'dır. Hayli yıl yaşayıp Gazi Hudavendigar ile Edirne fethinde bile bulunmuşlardır. Allah sırnını aziz etsin. Anayol üzerinde olduğundan bütün insanların ziyaret yeridir. Bir kaç Bektaşi fukarası olup tevekkül kapısında fakirlik sahipleri bir alay dervişlerdir. ( ---) ( ---) ( ---) ( ---) ( ---) ( --)298”

298

Evliyâ Çelebi, YKY' deki kitapları: Seyâhatnâmesi haz.: S. A. Kahraman- Y. Dağlı (1999)Yapı Kredi Yayınlan- 2353Takım ISBN 975-08-1103-8: (3. Kitap),

63


EK II: VAKIF BÖLGELERİNE AİT KÂNÛNNÂME “kazâ-i Edirne Kazâ-i Babaeski’nin de içinde bulunduğu bu vakıflardan;299 Zikr olunan kazâlarda vâkı ‘resm-i çift’300 her çift301den yirmi ikişer akça alınur302 ve bennâk303den on iki akça alınur ve her mücerredden (bekâr) onsekiz akça alınur ve resm-i duhândan304 altı akça alınur ve resm-i ağnâm305 her iki ganem306den bir akça alınur ve üç yüz re’s ganemden307 beş akça resm-i308 ağıl alınur ve ba‘zı kazâda resm-i bâğât-ı müslümândan her dönümden dört akça alınur ve gebrden309 her dönümden on iki akça alınur ve ba‘zı kazâda gebrden resm alınmayub monopoliye deyû 310 ‘öşr-i şıra (şıra vergisi) alınur ve Gümülcine Kazâsı’nda vâkı‘ olan kasaba-i Buri’nin Akdeniz’e muttasıl kurânın (?) gemiyle gelen metâ‘ın gümrüği müslümânlardan her bin akçada yirmi akça ve gebrândan (gayrimüslim) otuz akça alınur ve geçitden geçen adam ve bargirin (Beygir.) her birinden buçuk akça alınur. zâyi‘ olunan ganemin her birinden bir akça ve gâvın her birinden iki akça alınur hamrın (içki) her hıml(içki) ından bâc (bir çeşit vergidir ) dört akça ve fuçıdan iki akça alınur ve kazıyye-i mezbûre311 ile tevâbi312 ‘ahâlîsi hamrlarından resm-i hamr deyû her hımldan sekizer akça alınur ve mezbûr313 gölde rûhte (?) ve midye ve şirye ve istiridye ve istakoz avlayanlardan on akçada dört akçası rençber314in ve altı akçası vakf içün alınur ve vakfın toprağında satılan ganemin bâc (bir çeşit vergidir) payı deyû her iki re’sinden bir akça ve gâv satılsa her birinden iki akça ve esb (at, beygir) satılsa alandan üç satandan üç akça alınur ve gulâm315 ve câriye316 satılsa satandan dört ve alandan dört akça alınur ve hanâzîr317 satılsa her birinden bir akça alınur ve evlerinde hınzır318 besleyenlerden her iki re’s (baş) den bir akça, bâkire ve bâd-ı

Gayri müslim çiftçiler ise çift resmi yerine ispence* adı altında ayrı bir vergi verirlerdi. Ancak Trakya ve Batı Anadolu sancaklarından bazılarında bunlardan çift resmi alındığına dair kayıtlar vardır. Bu bölgelerde ispence vergisine nâdir olarak rastlanır; buralardaki gayri müslimler de müslüman çiftçi gibi çift resmine tâbi tutulmuşlardır. 300 Reâyânın sipahiye karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu yedi hizmetin nakde çevrilmiş şekliydi. Çift resmi, “bir çiftlik” toprak sahibi köylü ailelerin (hâne) esas vergi birimini teşkil ediyordu. 301 Çift terimi, iki öküz tarafından sürülebilen ziraat sahalarının ölçüsünü belirtmek üzere kullanılmış olup çiftlik*le aynı mânayı taşır. 302 H. İnalcık, bu verginin orijinal izlerinin Bizans’tan alınan Batı Anadolu ve Trakya bölgelerinde görüldüğünü belirtir. Verginin ilk uygulamasına dair ipuçları Fâtih Sultan Mehmed Kanunnâmesi’nde yer alır. Buna göre çift resmi, reâyânın sipahiye karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu yedi hizmetin nakde çevrilmiş şekliydi. Adı geçen kanunnâmede bu yedi hizmet (kulluk) veya karşılığının nakit miktarları üç gün şahsî hizmet veya karşılığı 3 akçe, bir araba ot veya karşılığı 7 akçe, yarım araba saman veya karşılığı 7 akçe, bir araba odun veya karşılığı 3 akçe, araba ile hizmet veya karşılığı 2 akçe olmak üzere toplam 22 akçe olarak belirtilmişti. Bundan anlaşıldığına göre çift resmi birtakım hizmetlerin toplamı olup köylünün eski feodal yükümlülüklerinin nakde çevrilmiş karşılıklarını oluşturuyordu ve böylece şahsî vergi olmaktan çıkarak toprağa bağlı bir özellik kazanmıştı. 303 nîm çiftten-yarım çiftlik arazisi- daha az toprağı bulunan hane sahibi 304 Sipahinin toprağına geçici bir süre için, genellikle kışı geçirmek (kışlamak) amacıyla yerleşen ve tarımla uğraşmayan, hariç riayet olarak adlandırılan kimselerdir. --305 Ağnama (koyun ve keçi) sahip olan Müslümanların vermekle yükümlü oldukları bir vergidir. 306 Koyun 307 Koyun, keçi gibi canlı hayvan 308 Osmanlı mali sisteminde çit parası olarak da adlandırılan bu vergiyi sipahi alır. C. BECERMEN Ankara s.57 309 Gebrden: koyun 310 Osmanlı devleti'nin gayrimüslimlerden şarap üzerinden aldığı bir vergi türüdü 311 kazıyye-i mezbûre: Kesin hüküm, değişmez ilke. 312 tevâbi: Maliyet, Bir kimseye tâbi olanlar. Uşaklar. 313 mezbûr: Anılan, belirtilen. 314 rençber: çiftçi 315 gulâm: “erkek çocuk, delikanlı; âzat edilmiş köle, genç hizmetkâr; efendisine bağlı muhafız” 316 câriye: Köle kadın hizmet erbabına ise “câriye” denirdi 317 Hınzırlar, domuzlar. 318 Hınzır: domuz. 299

64


hevâ319 ve cürm-i cinâyet 320ve ‘âdet-i deştbânî 321ve kaçgûn-ı kul ve câriyenin bahâları ve müjdegâneleri vakf içün zabt olunmak üzre kayd olundı” [s.2b].322

bâd-ı hevâ: Eğlence cürm-i cinâyet: suç, günah ve cinayet 321 âdet-i deştbânî: Herhangi bir şahsın atı veya sığırı bir başkasının ekinine girip zarar verdiği takdirde hayvan sahibinden alınan vergidir. 322 Yrd. Doç. Dr. Behset Karaca Safevî Devleti'nin Ortaya Çıkışı Ve II. Bayezid Dönemi Osmanlı-Safevî İlişkileri / [S.409-418] Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye 319 320

65


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.