11 minute read

İslam'a Giriş / Meryem Koç

kitap tenkitleri

MERYEM KOÇ

Advertisement

ISLAM'A GIRIŞ MUHAMMED HAMIDULLAH, BEYAN YAYINLARI►

İslam’a Giriş, Muhammed Hamidullah’ın mahir kaleminden çıkmış, kendine has hoş bir kitaptır. Birçok dile çevrilmiş, önemi hacminden büyük olan bir eserdir. 1961 yılında Türkçeye çevrilerek Türk okuyucuyla da buluşan kitabımız haznesinde İslam’ın temel meselelerini barındıran kolektif bir eser mahiyetindedir. Özgün fikirleri ve geliştirdiği yeni araştırma metotları ile İslam camiasının mihenk taşlarından olan Muhammed Hamidullah’ın bu kitabı yazmasındaki temel gayesi: Biz meraklı okurlara, bilhassa İslam’a yeni girmiş Müslüman kardeşlerimize ‘İslam’ olmanın ne manalar taşıdığı cihetinde genel bir perspektif sunmak ve bizlere yol göstermektir. Duruluk ilkesine uygun cümleleri ve derin anlamlar yüklediği kavramları ifade ediş tarzı ile Muhammed Hamidullah’ın İslam okumalarına giriş niteliğindeki bu eseri, alanında önemli bir konuma sahiptir. İşte bu bağlamda bir başucu kitabı olduğunu da söylemekte fayda var. Hamidullah, konuları belli başlı kalıplara sığdırmadan, daha önce aşina olduğumuzun dışında, okuyucuyu hayrete düşüren hatta akılda soru işaretleri bırakan yorumlarını seçtiği vakalar üzerinden başarılı bir şekilde aktarıyor bizlere. İslam’a giriş, İslam değer ve yargılarının insanı eşrefi mahlukat seviyesine nasıl ulaştırdığı yönünde bize bir yol haritası sunuyor. Teşbihte hata olmasın: İs

lam haritası... İslam’a merak salmış bir kişi bu haritayı alarak dilediği istikamette yoluna devam eder, kitaptaki özü kavramakla kalmaz her konunun bir derya olduğunu bilir ve sadece bu kitabı okumakla tatmin olmaz. Bu yüzdendir ki Hamidullah, kitabını son satırlarında ‘mütevazi bir çalışma’ olarak nitelendiriyor. “Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlere bu maksatla yazılmış eserlere başvursunlar” diyor.

Kitaba geçmeden göz gezdirdiğimiz içindekiler kısmındaki muntazamlık ve konuların birbiriyle olan bağlantısını koparmadan kümeler oluşturulması bir başucu kitabı olduğunu kanıtlar nitelikte. Hamidullah kitabına Ahsen’i takvim olan Hz Peygamber’in(sav) hayatı ile başlıyor. Hz Peygamber’in(sav) doğumundan vefatına kadar geçen süre içerisinde yaşamış olduğu hadiseleri bir özet mahiyetinde sunup kafamızda bir nevi ‘Hayat profili’ çiziyor ve her şey o merkez çevresinde gelişiyor. Peygamber Efendimizin(sav) herkesin herkese karşı savaştığı anarşik bir düzeni yıkıp tam teşkilatlı bir devlet kurması, ardından hakikate susamış insanların akın akın İslam'a girmesi ve uygulanan fetih politikası ile serpilip koca bir çınar olması… Okunmaya, öğrenilmeye değer…

İslam medeniyeti, hukukuyla iktisadıyla ilim ve sanata katkılarıyla mahlûkata karşı tavrıyla gerçek mükemmel bir Medeniyet. Batı’nın mimsiz 1

medeniyetine taş çıkaracak cinsten. Bu medeniyetin gerçek bir medeniyet olmasının altında yatan saiklerden İslam'ın hayat anlayışından başlarsak yerli yerinde bir başlangıç olur zannımca.

Hamidullah’ın ‘İslamın Hayat anlayışı’ konusundaki saptamaları dikkate değer anlamlar taşır. Ona göre “Bir toplumun ömrünün uzunluğu, sahip olduğu hayat felsefesine ve onu uygulama biçimine bağlıdır.” Müslümanların hayat felsefesi de merkezde kuranı ve sünneti tutmak ve ondan destek alarak cihana Allah’ın adını haykırmaktır. Müslüman bu sayede dünyasını ve ahiretini kurtarmış olur. İslam devletinin hayat anlayışı böyle şekillenir. Hamidullah’ın konu üzerinde yaptığı yorumlar ve verdiği örnekler, “insanın hayat felsefesinin milim kayması ardından gelecek felaketlerin başlıca müsebbibidir” fikrine bizi iter. Bu felsefe, insanın ruh ve beden (madde ve mânâ) cephesinin birbirini tamamlamasıyla hayat bulur. Biri diğerine feda edilemez yani.

Akılların dumura uğratıldığı bu çağda Müslümanlık sadece namaz kılmak oruç tutmak gibi dini hayatın pratiklerini yapmak olarak dar bir kalıba sokuldu. Oysaki akıl, İslam’ın yapı taşlarındandı. Tarihte Müslümanların ilim ve sanata katkıları insanlığın seyrini değiştirecek kadar

1

Evet mimsiz medeniyet; habis nazar-ı şeriatta merdud (şeriat böyle bir medeniyeti reddeder),- seyyiatı haseatına galib (kötülükleri iyiliklerinden fazla) ,intibah-ı beşerle mahkum-u inkıra (insanlığın uyanmasıyla çökmeye mahkum),sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi, dışı süs, içi pis, beşerin nefsi emmaresi, kurtlanmış bir ağaç görümündedir (Bediüzzaman Said Nursi)

etkiliydi. Hamidullah, kitabında bir Müslümanın bu uğraşlara(ilim öğrenmek) nasıl yaklaşması gerektiği yönünde kurandan bizlere kanıtlar gösterir. Hz peygamberin de teşviklerini unutmaz tabi. “Bu dünyada refahı engellemek şöyle dursun, Kur’an bunu defalarca teşvik eder.” sözüne dayanarak da tarihte ömürlerini bu yola adamış Müslüman ilim ve bilim adamlarının üzerinde durdukları alanlara da değinir: fizik, felsefe, hukuk, astronomi hatta botanik... Kitapta geçen ve manidar olduğunu düşündüğüm bir bölümde Müslümanların sanata katkılarından bahsediyor Hamidullah. Ve burada “İslam sanata karşı çıkmaz hatta bu konudaki atılımları da asla yadırgamaz fakat İslam’ın buna koyduğu yegâne engel canlı figürüdür(insan da dâhil)” der. Ardından neden canlı figürünün yasaklandığı sorusuna cevap aratır bizlere. Biz buradan da anlarız ki “İslam’ın yasakları da bizi geliştirmeye yöneliktir bizi asla sıkmaz ve sürekli bir atılım bekler bizden”. Bu konu üzerindeki çarpıcı cümlesi de “ağacın budanması meyvelerini çoğaltır” cümlesidir. Doğuştan yetenekli bir sanatçının bu figürlerden uzak durması onun bambaşka yeteneklerini ortaya çıkarabileceği düşüncesini tasdikler.

İslam ilim merkezlerine de değinmeden olmaz. Özellikle iki bilim güneşi Endülüs(Kurtuba, Gırnata) ve Bağdat’taki kütüphanelere... Bu kütüphaneler dünyanın seyrini değiştiren eserlerle dolup taşmıştı. Değerli bir Müslüman entelektüel olan Roger Garaudy’nin şu sözünü de aktarmak yerli yerinde olur sanırsam: ”Avrupa Rönesans’ı demek ciltler dolusu Müslüman eserler demektir.” İşte böyleydi Müslümanların altın çağı. Böyle kütüphaneler Müslümana da olmayanına da esin kaynağı olurdu, barbar kavimlerin yıkımına uğramadan önce tabi.

Hamidullah zâhiri ilimlerin yanı sıra bâtıni ilimlere de değinmeyi de unutmuyor, İslam’ın mistik konulara bakışının nasıl olduğu yönünde en genel hatlarıyla bizlere farklı bir bakış sunuyor. Mesela Arap harflerine karşılık gelen sayılardan yola çıkarak oluşturulmuş bir hesap sisteminden yani ‘ebcet hesabından bahsediyor. Ne var ki özellikle bu bâtıni ilimler hususunda verilen bilginin yetersizliği insanın merak duygusunu kamçılıyor. Hamidullah’ın amacı da bu zaten. Ağzımıza bir parmak bal çalmak.

İslam’da her bir kaide birbirine bağlı ve birbirinin devamıdır. İslamın yaptığı, insanın hayatının merkezinde olmak ve ona güzergâh belirlemektir. “İslam kuru bir inanç

MUHAMMED HAMIDULLAH

"Hamidullah’ın ‘İslamın Hayat anlayışı’ konusundaki saptamaları dikkate değer anlamlar taşır. Ona göre “Bir toplumun ömrünün uzunluğu, sahip olduğu hayat felsefesine ve onu uygulama biçimine bağlıdır.” Müslümanların hayat felsefesi de merkezde kuranı ve sünneti tutmak ve ondan destek alarak cihana Allah’ın adını haykırmaktır."

değil ruhi ve bedeni pratikleri de içeren ve insan hayatını düzene sokan bir kurallar bütünüdür” Hamidullah İslam’ın olmazsa olmazları olan iman esasları ve dini hayatın ritüellerini bu bağlamda incelemiş ve çok farklı çıkarımlarla var olana doğru emin adımlarla ilerlemiştir. Hatta bir Müslümanın Peygamberin(sav) ana dili olan Arapçaya nasıl yaklaşması gerektiğine değinmiş bilhassa Arapçanın bir ırk dili olmasından ziyade Müslümanları birleştirici bir güç olarak kullanılması gerektiğini belirtmiştir. Namazın neden Arapça kılındığı, Kur’an’ın neden Arapça okunduğu, bir Müslümanın neden Arapça bilmesi gerektiği üzerinde de durmuştur. Bununla beraber şunu söylemekte fayda var: İslam ırkçılık yapmaz veda haccında Efendimizin sözlerine dayanarak ‘milliyet olmak’ gerektiğini bize bildirir. Hamidullah İslam’da milliyetin günümüzdeki milliyet (kişinin soyu sopu) anlayışının ötesinde daha ilerici ve kapsayıcı bir anlayış olduğunu ifade eden değerlendirmeler de yapmıştır.

İslam’ı temelden insanlara aktarmanın amaç edildiği bu kitapta Hamidullah devletleşmenin temellerindeki işleyiş sistemlerine de değinmiştir. Fazla derine inmeden, okuyucuyu sıkmadan, bilgileri gerektiğince kendi yorumlarıyla sentezleyip okunulası bir çalışma ortaya çıkarmıştır. Kitapta ilk olarak İslam’da siyaset sisteminden başlık açılmış ardından hukuk ve iktisat sistemi takip edilmiştir.

Hukuk sisteminden başlayalım o zaman, Hamidullah Müslümanla

rın hukuka katkılarına ve bu alanda yapılan başarılı çalışmalara da yer vermiş. İslam hukukunda yasama, yürütme, yargının kimlerin elinde olduğunu ve bu hukukun yüzyıllardır insanların ihtiyaçlarına nasıl cevap verdiğini bizlere çok yönlü bir şekilde anlatmış. Dinamik ilkelere dayalı “bugün dahi o dinamizmini kaybetmemiş” olan İslam hukukuna geri dönüşü ihtiyaç olarak görmüştür. İslam iktisat sisteminde, özellikle günümüzde de sorunlar teşkil eden meselelere değinmiştir. Her Müslümanın bilmesi gereken; mirasın nasıl dağıtılması, vasiyet hakkının kime ve hangi koşullarda verilmesi gerektiği konusuna değinmiş hatta devleti ilgilendiren iktisat meselelerinden de söz etmiştir. İslam’ın siyaset sistemi konusuna gelince Hamidullah, İslam’ın siyasete yaklaşımının nasıl olduğu, iç ve dış siyasette hangi yollar izlediği, İslam’ın halifelik anlayışı vb. konuları ele alıyor. Hatta halifelik üzerine (yönetim şekli) çıkarımları da gayet titizce yapılan çıkarımlardır fikrimce. Bana göre Hamidullah’ın bu kitabı üzerinde ciddi incelemelerde bulunulması ve onun fikirlerinden de istifade edilmesi gerekir. Çünkü biz görüyoruz ki O, 1960’lı yıllarda hem var olan hem de var olabilecek bazı durumları tahmin ve önsezi ile kitabına aktarıyor.

Fakat kitapta dikkatimi çeken ve yanlış anlaşılmaya müsait gördüğüm bazı durumlara da değinmenin son satırlarını yazdığım bu naçizane tenkid yazısı için değerli olduğunu düşünüyorum. Kitabın bir sayfasında 2

Hamidullah şöyle bir ifade kullanır: “...İçinde bulunduğumuz zaman diliminde toplumlar uygarlık seviyelerine göre sıralanacak olursa yine de ilkel yaşam seviyelerine ve hatta yamyamlığa kadar inen medeniyetler trafiğe elde edilir”. Yaptığımız araştırmalar neticesinde buradaki yamyamlık ve ilkelliğin medeniyet kavramıyla bağdaşmadığını görüyoruz. Medeniyet yalnız maddeyle değil manayla da gelişmiş, refah seviyesi yüksek insanların oluşturduğu büyük bir topluluğun adıdır. Bu yamyam ve ilkel topluluk olsa olsa deniyet (mimi düşmüş medeniyet) topluluğu olur. Başka bir sayfada 3

ise Hamidullah’ın İslam için ‘imparatorluk’ kelimesini kullanması, Latinceden türemiş ve anlamları farklı kapılara açılan bu kelimeyi İslam için kullanması, bizleri biraz üzdü. Bu kelimenin yerine bizim kavramlarımızdan ve daha oturaklı olan ‘medeniyet’ ya da ‘uygarlık’ kelimelerini kullanmak daha yakışık kalırdı diyerek düşüncelerimizi de belirtmiş olalım.

Sözlerimi şu cümlelerle bitirmek istiyorum : “İSLAM’A GİRİŞ” geniş bir perspektif. Hamidullah, meraklı okuyucunun ağzına bir parmak bal çaldı. Kafada soru işaretleri bıraktı. Meraklı okuyucunun lezzetini duyduğu balın peşinden gitmesi için kendisine güzergâh belirledi. Artık okuyucuya kalmış her şey; bal da yol da... Duâ ile.

2

Sayfa 63, 99.prgrf son cümle. 3

Sayfa 204,334.paragraf ilk cümle

kitap tenkitleri

HATICE ŞIMŞEK

ISLAM VE ANTROPOLOJI EKBER S. AHMED, INSAN YAYINLARI ►

"Ey insanlar! Şüphesiz biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık." ( Hucurat\13)

Bir ev sadece tuğlaların toplamından ibaret değildir. Evi sadece kendisini oluşturan parçaların, bileşenlerin bütününden daha fazla bir şey yapan, fonksiyonel bir biçim kılan şey, tuğlaların belli bazı özgül şekillerde bağlanmasıdır. Farklı insan toplulukları da böyledir. Antropoloğun işi ise başka toplumları araştırmaktır. Toplumları araştırma sayesinde o, kendi toplumunu anlamayı öğrenir ve kendisinin sırlarını keşfeder. Bizden farklı olanlarla birlikte yaşamada en mükemmel ifadesini bulan kurani anlamda "tanışma"ya da İslami antropoloji kılavuz olacaktır. Henüz "tanıma" düzeyinde kalan çağdaş Batı antropolojisi ise ancak İslamizasyon sürecine girerek "tanışma" düzeyine yükselebilir.

"Sosyal bilimlerin İslamileştirilmesi" amacıyla kaleme alınan bu eser de Batılı antropolojiyi İslami bir nazardan değerlendirmek için yapılmış ilk sistematik girişimdir. Meseleyi 2 bölümde ele alan Ekber Ahmed kitabın birinci bölümünde; Antropoloji Bilimi, Antropoloji ve Sömürgeci Mücadele, Antropolojik Alan Araştırması, Oryantalist

Antropoloji gibi alt başlıklarla meseleyi ele alırken ikinci bölümde ise artık antropolojinin İslamileştirilmesi mevzu bahis olmuştur. Kitap modern antropolojiyi anlamak ve eleştirmek için epistemolojik ve metodolojik bir çalışma olarak görülebilir. Bu nedenle ilk olarak modern Batılı antropolojiyi anlamak bizler için elzemdir.

Darwin'in evrim kuramıyla birlikte daha da aktüel hale gelen doğrusal tarih anlayışının bir ürünü olan "ilkel" kavramı ortaya çıkmıştır. Bu kavram sayesinde toplumların ilkelden moderne doğru bir süreç içerisinde olduğu öne sürülmektedir. Çağdaş Batı antropolojisinin işi ise "modern" karşısında "ilkel"i araştırmak olarak tanımlanır. Bu antropoloji sadece ilkel olanla ilgilenmektedir. Adeta primitif toplumlar bu antropolojiye can veren başlıca etkenlerdendir. Bu toplumlar modernizasyon sürecine girdiği andan itibaren ise sosyolojinin ilgi alanına havale edilmektedir. Ve ne yazık ki evrensel anlamda bir antropoloji adı altında Batı güdümündeki antropoloji sadece "belli" insanları incelemektedir. Haddizatında antropoloji, toplumların incelenmesi açısından önemli bir disiplindir ki çağdaş sosyal problemleri anlama ve çözmeye yardım babında sunacak çok şeyi vardır. Fakat Batı tam tersi bir istikamete yol çizerek antropolojiyi nispeten bir sömürge vasıtası haline getirmiştir. Dahası 3. dünya ve Marksist eleştirmenleri tarafından antropoloji sömürgeciliğin bir ürünü olarak dahi görülmektedir. 19. ve 20. yüzyılda sömürgecilerin çoğunun antropologlardan oluşması da söylediklerimizi tasdikler niteliktedir. Bu gibi söylemlerin yanı sıra günümüze değin her yerde ve zamanda ortaya çıkmış İslamifobia’nın etkileri yine antropoloji alanında da kendini göstermiştir. Çoğu Batılı antropologlar Hz. Peygambere ve İslam’ın temellerine saldırmış yahut bütün İslam toplumlarını mafya ‘ya eşit kılmışlardır. Peki bu tip olaylarla karşı karşıya kalan Müslümanların deve kuşu misali başlarını kuma gömüp bu sesleri duymuyormuş gibi mi yapmaları gerekir? Ya da Batılı-yahut Gayrimüslim- bilimselliğini reddetmeli midirler? Böyle olursa bizler kendi etrafımıza demirden bir entelektüel perde örmüş olmaz mıyız? İşte bu yayınıyla bu soruları cevaplamayı amaçlayan Ekber Ahmed, Batılı antropologların iddialarını değerlendirmiş ve eleştirmiştir. Kitabın ikinci bölümünde ise İslami antropolojiyi teşekkül etmiştir.

İslam; insanlık, bilgi ve hoşgörü gibi evrensel ilkelere sahiptir. Ekber Ahmed'e göre de İslami antropoloji bu gibi evrensel ilkelere bağlı âlimler tarafından Müslüman cemaatlerin incelenmesi olarak tanımlanır. Ekber Ahmed, Müslüman antropoloğun görevinin de Hakk'ın rızasına uygun toplumun inşasına çalışmak olduğunu belirtir. Hz. Peygamber zamanındaki orijinal, ideal İslam toplumunu da çağdaş bir İslam toplumu yaratmak için örnek almamızı ve bir üsve-i hasene olan pey-

gamberimizin yaşantısını İslam’ın anlaşılması tarafından büyük önem arz ettiğini söyler. Eserinde Müslüman antropologlara da değinen Ekber Ahmed El-Biruni'yi antropolojinin babası olarak nitelendirir. Günümüz Müslüman antropologların sayısının çok az olduğunu söylemekle birlikte iki belirgin örnek olarak da Türkiyeli Nur Yalman ile Hindistanlı İmtiyaz Ahmed'i verir. Alanında bir öncü olan bu eserde Ekber Ahmed'in de üzerinde durduğu gibi İslam dünyası için hayati önem arz eden antropolojiden çok yönlü yararlanmak mümkün. Gerçekliği etnocentic (ırk merkezli) bir açıdan görme iptilasına düşmüş Batı antropolojisi değil tabii ki de İslami evrenselcilik ilkesine uygun bir antropoloji. Irk, asabiyet şüphesiz Kuran-i Kerimde yazımızın başında da verdiğimiz ayette işaret edildiği üzere fıtri bir olgudur. Fakat tabiiki de bu etnocentisizme (ırk merkezcilik) götürülmemelidir. İslami evrenselcilik ilkesine uygun bir antropoloji muhayyilesi Batı güdümündeki bireyselcilik anlayışına sahip antropolojinin tersine Müslümanı her zaman ümmetin, cemaatin bir parçası olarak görür. Toplumları ayırt etmeksizin inceleyen ve bunu ahlaki bir düstur haline getiren İslami antropoloji elbette Batı güdümündeki antropolojiye taban tabana zıttır. Bilgi dağılımının eksiksiz sağlandığı bugünümüzde de bu anlayışından vazgeçmeyen Batı antropolojisi, Batı’nın diğerlerine nazaran neden daha ileride olduğunu araştırıyor. İlkel gruplardan ümidini kesen Batı antropolojisi, bir başka sahada "biz ve onlar" ayırımını körüklemeye devam ediyor.

Son olarak antropolog kendini, kültürünü ve evrenini aşarak, çevresindekilere, renk, statü ya da inanca bakmadan özel insanlık kavramına göre konuşabileceği ve onları anlayabileceği konuma ulaşmalıdır diyen Ekber Ahmed veda hutbesinde peygamberimizin bir seslenişiyle kitabını sonlandırırken ben de yazıma antropolojinin hapsolduğu o dar görüşten kendini kurtarması, Allah'ın ve insanlığın bir olması gibi antropolojinin İslam’ın ilk gerçekleriyle eşit ve bir olması temennisiyle ve yine aynı seslenişle son vermek istiyorum.

"Allah bölünmeyesiniz diye, sizi birbirinize kardeş kılmıştır. Bir Arab'ın bir Acem'e (arap olmayana), bir Acem'in de bir Arab'a üstünlüğü yoktur; ne de bir beyazın bir siyaha üstünlüğü vardır; üstünlük ancak takva iledir."

Bir şeyin doğruluğundan emin isek ve onu savunuyorsak, aynı şekilde onun altını doldurabilmeli ve çelişkili ifade biçimlerinden kaçınmalıyız. Filhakika savunduğumuz şeyi kendi hayatımızda da uygulamamız elzemdir.

This article is from: