3 minute read

SİNEMA TENKİTLERİ Tokyo Hikayesi / Hatice Şimşek

film tenkitleri

HATICE ŞIMŞEK

Advertisement

TOKYO HİKAYESİ YASURIJO OZU ►

Bir köy… Evler... Çocuklar... Okula giden çocuklar… Uzaktan gelen bir ses ve duman… Kara bir tren... Acı bir korna sesi… Bir yolculuk var! Ne? Bu yolculuk kadim gelenekten moderne bir yolculuk. Köyden şehre… Tokyo’ya bir yolculuk.

Kadim gelenekten moderne bir yolculuk dedik. Bir değişimin, başkalaşımın olduğu gelenekselin moderne evirildiği bir çağdayız. Son demlerini yaşadığımız bir yolculuğun içerisindeyiz. Moderniteyi kabullenmekteyiz fakat çağının problemlerini çözmekten kaçınan dahası bu problemlere sebep olan bu hâkim paradigmaya karşı bir başkaldırı olmalı. İş bu tam da bu noktada tokyo hikâyesi filmini insanlığımızın temel ve en önemli yönü, toplumun yapıtaşı olan aile ve insan ilişkileri nazarından moderniteye bir eleştiri filmi olarak konumlandırıyoruz.

Yönetmen koltuğunda Yasurijo Ozu’nun oturduğu ve 1953 tarihinde Japonya’nın yavaş yavaş gelenekselden uzaklaşıp modernizasyon sürecine girdiği bir dönemde çıkmış bir film olan Tokyo Hikâyesi, üzerinden 67 yıl geçmesine rağmen aktüalitesini koruyan bir sinema olarak hâlâ gündemimizde. Adeta değişen bir toplumda kaybolmuş geleneklerin ve değerlerin bir tablosu olan bu film, köyde yaşayan yaşlı bir çiftin şehirde yaşayan çocuklarını ziyaret etmek üzere köyden şehre, Tokyo’ya olan yolculuğuyla başlıyor. Uzun zaman sonra çocuklarını görecek olmalarının he

yecanını taşıyan yaşlı çift Tokyo’ya vardıklarında beklentilerinin aksine çocukları tarafından ilgisizce karşılanmışlardır. Babaanne ve büyükbabalarının gelişiyle huysuzlaşan ve çağırdıklarında yanına gitmeyen çocuklarla film boyunca zaman zaman kuşak çatışmasına yer verilir. Belki basit diyebileceğimiz yalın bir hikâye ile değişen kültürün beraberinde getirdiği yeni ve eski arasındaki iletişimi bozan modernizm, kapitalizm, sanayi, iş, meşguliyet ve dahası da filmde konu edilir.

Dramatik müziğe yer vermeyen, Robert Bresson’un oyuncu kavramına karşı sunduğu 'model' kavramının izlerini taşıyan bir film olan Tokyo Hikâyesi aynı zamanda bressonvari olarak sessiz sakin, çok konuşmanın olmadığı daha çok görüntülerin hâkim olduğu bir yapıya sahiptir. Filmde mana sözde değil diyaloglar arasında olan o sessizlikte saklıdır. Biz ise tüm bunları sanki tatamide (Japon minderi) oturmuş, modelleri karşıdan izliyormuş, onların dünyalarına dâhil oluyormuş gibi izleriz. Ozu’nun imzasını taşıyan 'tatami çekimleri' biz seyircilere kendi iç muhakememiz için olaylardan bir ayna tutar adeta. Bunların yanı sıra sahnelerin arasına serpiştirilmiş görüntülerle de bir motif yaratır Ozu. Filmin açılış sekansında yer alan kara trenin ve onun acı kornasının filmin kapanış sahnesi de olmak üzere birkaç yerde daha olması motif haline getirendir bunu. Veya fabrika bacaları, inşaat halindeki binaların gösterilmesi modernleşen Tokyo’ya bir vurgu mudur?

“Tokyo ne kadar büyük baksana, kaybolursak birbirimizi asla bulamayız.” anne babalarını ilgisiz karşılayan sonrasında da onlara hiç vakit ayıramayan çocuklarının tersine onlara her an güleryüz ile muamele eden 8 yıl önce savaşta ölen oğullarının eşi Noriko’nun yaşlı çiftle çıktığı tokyo gezisi sırasında büyükannenin söylediği bu cümle, aslında bize birçok şeyi anlatır. Kuşaklar arası yabancılaşmayı, mekanikleşen tokyoyu, kalabalıklar içinde yalnızlığı…

Bir kültürel değişimin yozlaşmanın olduğu bu dönemde, anne-baba kavramı da anlamını yitirmiştir artık. Tek meşguliyetleri işleri ve kendileri olan, anne babalarını bir yük gibi gören çocuklar onları belki de başından savma düşüncesi ile kaplıcaya gönderirler. Kaplıcaya giden yaşlı çift yavaş yavaş her yerde etkilerini gösteren modernizmin getirdikleriyle orda da karşılaşır. Ertesi gün yine Tokyo’ya dönerler. Fakat planda olmayan bu ani dönüşle çocuklar söylenmeye başlar bu durumun farkında olan yaşlı çift dışarı çıkar ve 'şimdi gerçekten yersiz yurtsuz kaldık işte' cümlesi dökülür ağızlarından. Ozu modern toplumlara ayak uydurmaya çalışanların

FILMDEN BIR SAHNE

ve bu değişimle de aile bağlarını kötü etkileyen belki de yok eden yönlerini bize gösterir.

Tokyo yolculukları bekledikleri gibi geçmeyen yaşlı çift Tokyo’daki son gecelerini de ayrı yerlerde fakat aynı duygularla bir iç muhakeme içinde geçirirler. Çocuklarının yine de birçok insandan iyi olduklarıyla kendilerini teselli ederler. Tokyo’dan ayrıldıktan sonra da dönüş yolunda büyükanne rahatsızlanır ve durumu ağırlaşır, çocuklarına haber verilir. Gelirken annelerinin ölebileceği düşüncesiyle yas kıyafetlerini de yanına alan çocuklarının aksine Noriko’nun üzüntüden bu aklına gelmez. Bir süre sonra büyükanne ölür. Kısa süreli bir üzüntü yaşayan çocukları cenaze töreninin hemen ardından geri şehre, işlerinin başına dönerler fakat Noriko babanın yanında biraz daha kalır. Ozu Noriko ile sevgi bağının sadece kan bağı ile olmadığını bizlere gösterir. Ayrılmadan önce yalnız kalan babayla olan konuşmaları ve babanın 'kendi çocuklarımız olmasına rağmen bizim için en çok çabalayan sen oldun ve aramızda bir kan bağı bile yok ' demesi de bu düşüncenin bir tezahürüdür adeta. Noriko babayla vedalaşarak köyden ayrılır ve tekrar şehre döner. Ve tıpkı modernizmin yaşandığı bugünümüzde gelenekselin yalnızlığı gibi. Baba da beklemeye başlar yalnızlığı.

Bir köy… Evler… Deniz… Denizde yüzen gemiler… Uzaktan gelen bir ses ve duman… Kara bir tren… Acıklı bir korna sesi… Bu kez bir ayrılık var! Modernizmin getirdiği bir değişim var. Yalnız kalan bir baba var. Yalnızlık var.

This article is from: