ODA Sanat ve Fikir Yongalama Dergisi İçindekiler Sunuş | Sunuş – Sadık Yemni
Haziran - Temmuz 2007 Sayı 2
ODA Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi
Öykü Odası | Birinci Kuşağın Böreği – Hürrem Efe Yolculuk – İsmail Yiğit Kerim – Ayça van Ingen Pembe Lanet – Nazan Bilen Manolya - Janus Deneme – Gülay Kaya
Hollanda’nın Yazarları | Bir Hürrem Efe Portresi - Atilla İpek
Şiir Odası | Bulut - Atilla İpek Sövgüye Hazır Değil Akşam – Ali Şerik Tuhaf Gazel – Ezgi Gürçay
Çeyiz Odası | Osmanlı Devleti’nde İlk Yerli Itriyat Fabrikasının Kurucusu: AHMET FARUKİ - Nejat Yentürk
Fikir Yongalama Odası | Kahverengi Hap – Sadık Yemni
Sineoda | David’in Siyah Balonu Peşimde – Nazan Bilen
Kitaplık | Kendini aklamak yolunda zoraki bir dedektif Metin Çakır – Tilki Leman
Karanlık Oda | Fotoğfaflar – Pınar Gediközer
Duyurular |
Sahibi Oda Edebiyat ve Fikir Yongalama Vakfı www.odasanat.org Dergiyi Yayına Hazırlayanlar Sadık Yemni Atilla İpek
İletişim dergi@odasanat.org
Sunuş
Merhaba, Oda Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi kapağından anlaşılacağı gibi öykü, şiir, deneme, fikir yonga yazısı ve sanat yazılarının sergilendiği bir sanal odacık. Dergimizin başlıca amaçlarından birinin yetenekli genç kalemlere Türkçe akislenen âlemde seslerini duyurtabilmek olduğunu belirtmiştik. Sanal odamız prensip olarak Türkçe yazan herkese açıktır. Dost, tanıdık ya da tanımadık kimse bizden özel davet beklemesin. Odamızın kapısı hepiniz için ardına dek açık. İkinci sayımızda altı öykü yazarımıza yer verdik. Hürrem Efe - Birinci Kuşağın Böreği, Ayça van Ingen Kerim, Nazan Bilen - Pembe Lânet, Janus – Manolya, İsmail Yiğit – Yolculuk 2 ve Gülay Kara’dan – Deneme. Daha önce ilân ettiğimiz gibi bu sayıdan itibaren adları sanları pek ortalarda! dolanmayan, Türkçe yazan ve Hollanda’da ikamet eden yazı dostlarımıza vefa borcu olarak onların portrelerini yayımlayacağız. İlk portremiz Atilla İpek’in kalemiyle Hürrem Efe. Şiir odamızın bu sayıda üç konuğu var. Ali Şerik- Sövgüye Hazır Değil Akşam, Ezgi Gürçay – Tuhaf Gazel ve Atilla İpek’ten – Bulut. Bu sayıda yeni odalar açtık. Çeyiz Odası bunlardan biri. Araştırmacı Nejat Yentürk burada bize Osmanlı devletinde ilk yerli ıtriyat fabrikasının kurucusu Ahmet Faruki beyle ilgili ilginç bir inceleme yazısı sunuyor. Fikir Yongalama odamız yeni ve genç yazarlarını bekliyor. Bu sayımızda Benim Kahverengi Hap yani Cypher Hapı adlı yazımı bulacaksınız. Sineoda’da Nazan Bilen’in David Lynch’e kısa ve bombeli bir bakışını okuyacaksınız. Kitaplık bölümümüzde Tilki Leman takma adlı bir yazarımız Kendini aklamak yolundaki zoraki bir dedektif başlığıyla Armağan Tunaboylu’nun Metin Çakır’ını tanıtacak. Karanlık odamızda genç ve yetenekli fotoğrafçı Pınar Gediközer’in fotoğraflarını bulacaksınız. Dergimiz kısa duyurularla sona erecek. Hepinize iyi okumalar, bol esinler diliyorum. Sadık Yemni Hayal Tozu Gölgecisi – www.sadikyemni.net
1
Öykü Odası
Hürrem Efe Birinci Kuşağın Böreği Sizin hiç alışageldiğiniz bir yiyeceğe, içeceğe uzun süre özlem duyduğunuz oldu mu? İkinci kuşak bilmez. Belki inanmayanlar olacaktır ama, biz zeytine, bildiğimiz şu kara zeytine bile haster kaldık. Salt zeytin değildi hasterlik duyudğumuz. Sucuk, pastırma, leblebi, hatta kabak çekirdeği, çoluk çocuk özlemi kadar olmasa bile midemizin özlermleri arasındaydı. 60’lı yıllarda Hollanda’da değil kâvun, karpuz,, patlıcan, biber; yeşil soğan bile bulmak imkansızdı. Hiç unutmam, kaldığımız 25 odalı bekar pansiyonunda tümümüz saksı içerisinde kocabaş soğanlarından taze soğan elde edebilmek için yarışıyorduk. Ben 3 saksı ile işe koyulmuştum ama, 10 saksıyla işi yürütenler vardı aramızda. Ara sıra gelen Hollandalı personel şefi: -“Çok sevdiğiniz bir çiçek olmalı bu diltiğiniz. Pansiyonda olmayan oda yok gibi” demişti... Biber dolması, yaprak dolması, lahana dolması da özlemerimiz arasındaydı ama, bunları saksıya dikemeyeceğimiz için yutkunarak aklımıza getirmek istemiyorduk. Bir kasabımız, bir manavımız, bir bakkalımız, bir fırınımız yoktu o zamanlar. Hele hele bir Türk ekmeğine, pidesine olan özlemimizi giderebilmek için çok girişimler çok deneyler yaptık ama başarılı olamadık. Ne var ki bu başarısızlıklar bizi yıldırmadı. Aksine kamçı görevini yaptı. Gurbette de olsak midemizin yıllardır kurduğu düzenini bir çırpıda yıkıp atamazdı. Yiyecekler aklımızdan geçtikçe zavallı midelerimizin, sanki o yiyecekler ağzımızdan ona ulaşacakmış gibi salgıladığı sularla bir göl oldu. Onu daha fazla aldatamazdık. İşte, 5 arkadaş börek yapma deneyimine midelerimizin acılarını bir parça dindirebilmek için böyle başladık... Günlerden pazardı. Bir hafta önce pide yapma girişimimiz fiyaskoyla sonuçlandığı unutulmuş değildi. Masanın çevresinde isteksizce herkesin bir şeylerle uğraştığı an ortaya atmıştım börek kelimesini. Bu sözcüğü duyan arkadaşlarımda bir canlanam görünüyordu. Her kafadan börekle ilgili anlılar anlatılmaya başlamıştı. Böreğin ne kadar çok çeşidi olduğunu doğrusu bilmezdim. Midelerimiz tekrar göle dönüşünce karar verdik börek yapmaya. Elimizde beyaz peynir yoktu ama Hollandalı kasaptan, domuz etnin de geçtiği makinadan çektirdiğimiz dana kıyması vardı. Önceki haftalardan arta kalan 3 kilo un, saksılarda 5 santim anca uzamış taze soğanları toplayarak işe koyulduk. Hamurda deneyli olduğumuz için bayağı iyi karıyorduk. Az sonra yiyeceğimiz, hayalimizde tadını aynı paralelde tutmaya çalıştığımız lezzetiyle midemizden çok beynimizin açlığını gidererek böreklerin fırından çıkan kokusunu duyar gibiydik. Oysa karma işlemi henüz tamamlanmamıştı... -“Hamur çok sulu oldu.” -“Un koyalım.” -“Çok katı oldu.” -“Su koyalım.” Derken 3 kilo unu bitirmiştik. Önümüzde küçük bir dağ gibi duran hamura baktık. Hatırladığıma göre annem bu iş için bir kilo un bile harcamıyordu... -“Yoruldum. Biraz da siz karın” diye arkadışımı değiştirdim. Ellerimi yumruk yapıp hamura bir girişim vardı sanırsınız 40 yıllık fırıncı. 5 dakika zor dayanabildim. Sakız gibi yapışmasını bir yana bıraksak bile yoğurdukça sertleşiyordu. Un kalmadığı için su koymayada korkuyorduk. Sanki kaşınacak başka zaman bulamamışlar gibi burnum, gözüm, kulağım da hamurdan nasibini almışlardı. Benden önce hamuru karan arkadaşım burnunu bana kaşıtmıştı ama yapamadım. -“Benden bu kadar” dedim hamurun içinden çıkarken. Üçüncü arkadaşım hemen boşalan yeri doldurdu. Çünkü hepimiz gerçekten çok acıkmıştık. –“Biraz yağ koyalım” önerisi yeni karmaya başlayan arkadaştan gelmişti. Nazlanmadan bir paket margarin koymaları işin uzamaması içindi. Ellerime yapışan hamurları yıkayıp çıkarmak için bir hayli uğraş verdim. Hele tırnağımın üzerine asfalt gibi yapışan hamuru çıkarmam gerçekten zor oldu. Hamur karan arkadaşımızın etrafına üşüştük. Kimyasal bir deney yapıyorduk sanki. -“Kulağım kaşınıyor” dediğinde beşimiz birden kulağına uzandık. -“Sağ değil sol kulağım. Biraz aşağısı. Sol yap, şimdi yukarı. Hop tamam orası.” Sanki kamyonu yanaştırmaya çalışan bir muavindi. -“Şimdide kulağımın içi kaşınıyor” Kafam atmıştı. -“Tamam” dedim “Hamur olmuştur. Git ellerini yıkada kulağını kendin kaşı.” Başlamak bitirmenin yarısıdır derler ya bu içtenlikle baktı hamura. Hepimizin ortak görüşü işi yarıladığımzda birleşiyordu.
2
-“Peki şimdi ne yapacağız?” dedi bir arkadaşım. Hepsi de bana baktı. Börek yapma önerisi ilk benden çıktığı içindi bu bakışlar. Oklava ilk o zaman aklımıza geldi. Çevremizde oklavaya benzer bir şeyler aradık ama yoktu. O sıra ilişti gözüme sandalyenin bacağı. -“ Bunu çıkaralım” dedim ama, önerimin tutarsız olduğunu hemen anladım. Çünkü bacak yukarıya doğru kıvrıldığı için oklava gibi yuvarlanamazdı. -“Karşı evde oturan Hollandalı kadından istesek” -“İstemesine isteyelim ya” dedim “ oklavanın Hollandaca ismini bilen var mı içimizde?” Yoktu.50 kelimeyi geçmeyen kelime hazinemizde oklavanın olmaması bazı girişimlere doğru yola çıkardı bizi. Arkadaşımın biri: -“Ben” dedi “ parktaki bir ağaçtan oklava gibi bir dal kesiğ geleyim.” Ve gitti. Bir diğeri tercümana telefonla oklavanın adını sormak için çıktı. Üçüncü arkadaşım, -“İşaretle, tarzanca belki anlatırım” diyerek kadının evine koşunca biz iki kişi kaldık. -“Yahu” dedi arkadaşım ”biz bu hamura yumurta koymayı unuttuk”. -“Doğru” dedim kafamı kaşırken. “Annem hep kırardı. Peki ne yapacağız şimdi?” Açıklamamdan kuvvet bularak mutfaktan 6 yumurta alıp geldi. Birazdan açlığın verdiği buruklukla yumurtaları çabuk çabuk kırdı. -“Hadi kar bakalım” -“ Yok” dedim. “Ben sıramı savdım. Sen hiç karmadın bugün” -“Ama geçen ekmek yaparken karmıştım.” -“O dediğin geçti. Acele et de arkadaşlar gelene dek bitirelim.” -“Öyle olsun” dedikten sonra kollarını sıvamaya başladı. -“Hop hop” dedim. “Ellerini yıkamayacak mısın?” Söylene söylene ellerini yıkadı. Karıla karıla hamur nerede ise çürüyecek bir durumdaydı. -“Çok tatlı olacak göreceksin” diyen arkadışımın düşüncelerine katılmıyordum. Tatlılığından geçtim ağız tadıyla yiyeceğimizden bile kuşkuluydum. Parka giden arkadaşımız söğüt dalından kestiği oklava ile geldiğinde biz karma işlemini bitirmiştik. Yaptığı oklavanın her yanı sivilceli bir yüz gibi budakçıklarla doluydu. -“Bundan fazla olmuyor.” deyip kabuğu sıyrılmış ıslak sopayı uzattı. Gözüne ilişen yumurta kabuklarından bizim bir şeyler yaptığımızı sezdi. -“Yoksa yumurta mı kırdınız?” -“Soru sormayı bırak” dedim. “Bu getirdiğin soyuk söğüt adlı oklava mı sence?” Küfür etmişim gibi yüzüme baktı. -“Daha iyisini biliyorsun da niçin kendin gitmedin?” Arkadaşım araya girmeseydi belki de bir hiç yüzünde atışacaktık. Telefona giden arkadaşımız oflayarak geri geldi. -“Tercüman evde yok siz ne yaptınız?” Ellerimi dua eder gibi kaldırıp omuzlarımı kısmakla hiçbirşey yapamadığımızı anlatmak istedim. Son umudumuz Hollandalı kadına giden arkadışımızdaydı. Az sonra elinde büyücek bir merdaneyle çıkıp geldi. Karamsarlığımız yok olmuştu ama bizim yörelerde merdane hiç kullanılmadığı için hamuru bununla nasıl açacağımız düşündürmüştü. “Oğlum” dedim. “Bu oklava değil merdane. Var mı içinizde kullanmasını bilen?” -“Sanki oklava olsa becereceğiz.” Doğruydu. Oklavayla da açmamız kuşkuluydu. Yinede denemekte fayda var deyip giriştik...Yarım saat boyunca verdiğimiz uğraşla bir adım ileri gidememiştik. Mübarek hamur sanki hamur değil Japon yapıştırıcısıydı. Bir yarışmada “bu nedir?” diye sorulsa, kimse onun merdan olduğunu bilemezdi. Altına koyduğumuz hamuru üzerine dolamaktan başka bir işe yaramıyordu. -“Bir de söğüt dalıyla deneyelim” dedim suçumu hafifletmek ve arkadaşlarımın gönlünü almak için. Buyur der gibi geri çekildi arkadaşlarım. Bu sana tanınan son şans dedim içimden. Göster kendini. Elimi altında yanpiri yumpiri yuvarlanmaya çalışan söğüt dalı merdaneden daha beceriksiz çıktı. Yağmur duasına çıkıp eli boş dönen imamın durumuna dönmüştüm. Bana inanıp yola çıkan arkadaşlarıma yalvaran gözlerle baktım. -“Olmayacak” -“Görüyoruz” -“Başka bir önerim var” der demez beni kolumdan tutup kenar çektiler. -“Sen hele çeneni kapat!” Dördü bir kafa kafaya verip yeni formül aradılar. -“Hollandalı kadına açtıralım” -“Bu hamurdan bir şey olmaz çöpe atalım” -“Ekmek olarak pişirelim.” -“Pide yapalım” Baktım anlaşamıyorlar: -“Bir kere de beni dinleyin” dedim. -“Yok” dedi hepsi birden. -“Son olarak, beğenmezseniz uygulamazsınız.” -“Söyle bakalım”
-“Hamurun ortasını açıp, kıymayı içine yerleştirdikten sonra fırına koymak. Nasıl?” Birbirlerinin yüzüne baktılar. Benimseyeceklerdi. -“Hiç te fena fikir değil.” Tepsiyi fırına yerleştiriken az önceki başarısızlığımı unutmuş gibiydiler. Oysa ekmeğin mayasız olduğunu çıkarınca anladık. Küçük bir eskimo evine benzeyen ekmeğin üstü yandığı halde içi bir türlü hamurluktan kurtulamamıştı. Mutfaktan kaçmasaydım, belki de börek yerine beni yiyeceklerdi...Gerçekten börek yapabilseydik, bir hafta sonra da baklava yapmayı düşünüyorduk...Biz bu böreği yaptığımız zaman doğan çocuklarımız bugün, sanki Türkiye’de gibi yiyecekleri buldukları bir ülkede 20 yaşına bastılar...
İsmail Yiğit Yolculuk (2) — 1 Yıl 2 Ay 12 Gün Sonra – [ “…Biz iki çılgın sevgiliyiz…” ] Gözlerin karşımda şimdi. Sıcağın az ötemde. Sen de böyle düşünüyorsun şu an, biliyorum. ‘Gözleri karşımda, sıcağı az ötemde’ diyorsun içinden. Konuşmasan da dediğini biliyorum, sen de biliyorsun dediğimi, konuşmasam da. Sessizce, hiçbir şey dillendirmeden sadece gönül gücümüzle sohbet ediyoruz çoktandır zaten. Çoktandır, hem birkaç dakikadır hem de aylardır, kalpten kalbe bir telepati… Kemancı soruyor, ne çalayım diye. Fark eder mi, seninleyken kâinatın arka fonunda çalan müziği bastırabilir mi bu kemancı çocuğun çaldıkları? Cam bardağın içinde yanan mumun alevine takılıyor gözlerim. Dans ediyor bir mevlevi derviş edasıyla, kulaklarımdan hiç eksilmeyen kâinatın arka fon müziği eşliğinde, aşkla. Bir şarkıyı mırıldandığını fark ediyorum dudaklarının, kemancı çalmaya başlamış demek ki: “…Aynı bedende can gibiyiz… Cana can veren kan gibiyiz… Yanıp da bitmez köz gibiyiz… Biz ayrılamayız…” Titriyor mumun alevi. Elektriklenmiş gibi. Seven gönüller arasında akan duyguların matematiğini hangi dalga denklemi ifade edebilir? Kalbin ürettiği ve hissettiği ‘Aşk’ın fiziği… 15 milyar yıl önceye gidiyor zihnim. Her şeyin tek noktada “Bir” olduğu zamanın sıfır anına. O an böyle bir anmış demek ki. Her aşk, yeni bir evren doğururmuş sadece sevgililerin olduğu, öğreniyorum yanında. Eski bir şiir düşüyor aklıma, yazdığımda seni bilmediğim, ama şimdi senin için yazdığımı anladığım. (Zaman ille geçmişten geleceğe akmak zorunda mı, gelecekten geçmişe de akamaz mı? Akıyor mütemadiyen zaten…) […Yeniden okumak kâinatı… …Okuma yazmayı yeni sökmüş bir çocuk misali… …Atomlardan galaksilere her şeyi yeniden keşfetmek… …Silmek beyinde depolanan her şeyi ve yeniden yüklemek… …Sevgilinin sesiyle… …kokusuyla… …dokunuşuyla… …hayaliyle… …İlerletmek keşif seferlerini sevgilinin ruhunda… …Öylesine ötelere gitmek ki bu seferlerde, …dönüş yolunu bulamamak… …tutsak kalmak sevgilinin gönül topraklarında…] Oysa daha da uzak geçmiş zamanlarda kendimle monologlar yapardım sadece. “Sevdaların en karasına yakalandım! Kuyuların en kör olanına düştüm! Bataklıkların en derinine saplandım! Ben, maşuku meçhul bir aşka tutuldum!” diye diye ayazlarda sabahlara dek dolanırdım. Şimdi anlıyorum nedenini, aşkın fiziğine dair edindiğim yeni bilgilerle. Sana olan sevdam, seni tanımadan önce gönlüme düşmüş de ben seni meçhul sanırmışım. Daha doğrusu, bütün kâinatın seni bulmam için sözleştiği an sana doğan aşkım, zamanda dalga dalga yayılarak tüm geçmiş benlerin gönlüne düşmüş. Doğduğum anda ağlamamın sebebi, vuslatının hasretiymiş sevgilim.
“…Biz iki çılgın sevgiliyiz…” diye devam ediyorsun şarkıya – ve ben de katılıyorum kemancı çocuğun ısrarıyla. “…Delicesine sevdalıyız… …Öyle büyük ki bu Sevgimiz, Biz ayrılamayız…” Canım sevgilim, tüm kâinatın Bir olduğu andan doğmuşsa her şey ve hala senle ben aynı kâinatın içinde ilerliyorsak bu yolculukta, hiçbir zaman ayrı değildik ki zaten. Ve ruhlarımız da dâhil olmak üzere, bütün bu ezeli ve ebedi gerçekliğin içinde kalacaksak tüm zamanlar için –‘Peki ya ölüm?’ diyeceksin, ama o sadece hal değiştirmek değil midir suyun buhar olması misali?- ne geçmişte ayrılmayacağız, ne de gelecekte ayrıldık. Bedenlerimizi bizim gerçeklik boyutumuzun fiziğinin esaretinden kurtarabilmemiz ve Aşk’ın fiziğini yaşayabilmemiz –tıpkı onun gibi zaman ve mekân ötesi olmak- için kalbimizden yayılan aşkın terkisine binmek gerek. Çılgınca geliyor kulağa değil mi sevgilim? Az önce söylediğin şarkıyı ne çabuk unuttun ama? “…Biz iki çılgın sevgiliyiz…”
Ayça van Ingen Kerim Dede Yıldız hanım yatak odasının tavanına bakarak yatağında uzanırken kaderin kendisine oynadığı oyunlardan başka bir şeyi düşünemiyordu. Bir kadın daha ne kadar talihsiz olabilirdi ki? Hoş bir kadındı, hatta bir zamanlar çok güzel sayılırdı. Gençlik hayallerini düşünerek alaylıca gülümsedi, bu derin yüz çizgilerini daha da belirginleştirdi. ‘Ne kadar da hazırlıksızmışım hayata…’ diyordu bir ses, ‘Hadi canım, insan ne kadar hazırlanabilirki... Gençken bir ömrü çile çekerek geçirmeye kim hazırlar kendini? Sen tımarhanelere düşmediğine şükret.’ Diyordu bir başkası. Sonra, gelip geçen yılların kendisine bıraktıklarının hesabını yapmaya başladı ince ince: Vazgeçmenin ve veda etmenin her aşamasından geçmişti. Altı doğum sonucu pörsümüş bir vücut, ardından gelen sonsuz hayal kırıklıkları, ve altı minik mezardan başka birşey değildi yavaş yavaş geçmiş olmaya başlamış gençliğinin mirası. ‘Hayat bu muydu yani? Ben almasaydım mersi.’ Yıldız hanımlarının sağlıklı doğan çocuklarının tümü kırkını çıkarmadan ölmüştü. Belli bir hastalık belirtisi göstermeyen bebekler, bir kaza da olmaksızın, aniden, göçüp gidiyorlardı dünyadan. Başta bebeklere gerektiği gibi bakamadığı konusunda kendisini suçlayan kayınvalidesi Melahat Hanım ve görümceleri, son üç doğumda cümbür cemaat el birliğiyle bebekleri yaşatmak için konakta birlikte kaldılarsa da bu bir işe yaramamış, bebeklerin kırkı çıkmadan eceli gelmişti. Hekimler çaresiz kalmış, eczacı kocası da olup akıl erdirememişti. Gençliği elinden akıp gitmiş, neredeyse her bebeği toprağa vermişlerdi. Kabusun sonu gelmeyecek gibiydi. Şimdi ise yatağının yanındaki beşikte kendi kanından bir çocuk değil, anası doğumda ölmüş, uzak bir akrabanın bebeği yatmaktaydı. Belki buydu yazgıları, kısmetleri bu kadardı. Bu anasız bebeğe analık edip avunmalıydı. Babası utanç içine bebeği onlara bırakırken anasının yedisi çıkmıştı ve adamcağız sürekli ağlayan bu yavruya bakamayacağını kesinlikle anlamıştı. Bebek Yıldız Hanım’ın kollarına geçer geçmez ağlamayı kesmiş, sanki kurtulduğunu anlamış gibi bakmıştı. Yıldız Hanım’ın kayınvalidesi de bunu iyiye yormuş, bebeği almalarını onaylamıştı. Bu çocuk Yıldız Hanım ve Hikmet Bey’e uğur getirecekti, kesinlikle emindi. Çocuğu olmamasından çok karısının gün geçtikçe solmasına üzülen Hikmet Bey ise buna dünden razıydı zaten. Karısını deli bir aşkla seviyordu ve onsuz kesinlikle yaşayamazdı. Varsın çocukları olmasındı ama Yıldız hep yanında olsundu. Evlendikleri ilk yıl gibi akşamları bir kadeh rakısının yanında ‘Zeytin gözlüm sana meylim nedendir’i söylerken ona gülümsesini, oturma odasında yemek masasını çektikten sonra birlikte dans etmeği nasıl da isterdi. O günleri geri getirmek, karısının mutlu olduğunu görmek için herşeye, ama herşeye razıydı Hikmet Bey. Kapı ziliyle düşüncelerden sıyrılan Yıldız Hanım beşikteki bebeği tekrar kontrol etti, battaniyesini dikkatle düzeltti ve aşağı indi. Çarşıdan gelen Melahat Hanımı içeri aldı. Konuşarak akşam yemeğini hazırlamaya başlamışlardı ki Yıldız Hanım nedense bebeğe tekrar bakmak istedi, ya acıktıysa, ya ağlıyorsa? Yukarı çıkarken kayınvalidesinin acıyarak bakan gözlerini üzerinde hissetti ve ürperdi. Yukarıdan gelen çığlıkla irkilen Melahat Hanımın gözleri yaşlarla doldu, elindeki su dolu kristal bardağı yere düşürdü. Bardak yerde bir anda tuzla buz oldu, kırık bardağın sesi Yıldız Hanım’ın çığlıklarına karışarak evde yankılandı. Gözlerinden akan yaşlarla tahta merdivenleri ıslatarak yukarı çıktı Melahat Hanım. Gelini ölü bebeği bağrına basmış deliler gibi ağlıyordu. Melahat Hanım onun bir an gerçekten aklını yitirdiğini zannetti. Gelininin yanına otudu ve ağlamaya devam etti. Gelin kaynana Hikmet Bey gelene kadar ağladılar. Şimdiye kadar teşhisi konmamış ırsi bir hastalıktan şüphelenen Hikmet Bey evlatlık alınan bebeğin de ölümüyle bu işin içinde aklının almayacağı şeylerin olduğunu düşüneye başlamıştı. Sabrının sınırına ulaşmıştı. Bebek diğer bebeklerin yanına gömüldü. Karı koca onun için de en az kendi çocuklarına ağladıkları kadar ağladılar, bir defa daha yıkıldılar. Komşularından Lalenaz Hanım’ın cenazeden hemen sonra ‘Lanetlisin sen, doğurduğun değil eline aldığın bile yaşamıyor’ sözü Yıldız Hanımı yaralamış, kayınvalidesinin olaya ‘Hanım hanım, haddini bil. Allah verir Allah alır, sana mı kaldı tasası. Sen kendi işine bak.’ diyerek müdahalesi de ızdırabını azaltamamıştı.
Gerçekten lanetli miydi acaba? O zaman bu laneti çözmenin bir yolu yok muydu? Acaba büyü ya da nazar olmasındı? Gençliğinde çok isteyen olmuştu kendisini, acaba kızgın bir damat adayı? Kıskanç bir komşu ya da arkadaş? Hiç aklı ermezdi ki bu işlere. Kim bilirdi ki bunu? Hikmet bey ve Yıldız Hanım samimi müslümanlardı. Hayatında hacıya hocaya türbeye yolları düşmemişti. Gidemezdi de, giderse Hikmet Bey bundan rahatsız olur, karısının buralardan medet ummasını asla istemezdi. Yoksa bir şekilde deneniyor muydu? Yüce Rabbim peygamberlerini bile denemiyor muydu? Bilmediği tek şey ne kadar sabretmesi gerektiğiydi. Bundan sonra çocuk yapmalı mıydı yoksa kaderini kabul edip ömrünün geri kalan kısmında bebeklere el sürmemeli miydi? Bebeğin ölümünün sekizinci gününde bunları düşünerek ‘Rabbimin işaretleri keşke daha bariz olsa…’ diye aklından geçirirken köşkün kapısı çalındı. Kapıyı açan Yıldız Hanım karşısında ihtiyar bir kadın duruyordu. Sıcak yaz gününe göre çok kalın, eski bir hırka ve bir şalvar giymişti. Bastonuna dayanmıştı. Giysilerinin ve baş örtüsünün eskiliğinden dilenci olduğunu çıkardı Yıldız Hanım ama kovmayı aklından geçirmedi. Yaşlı bir kadını kapıdan kovmak insanlığa sığmazdı. ‘Evladım yeğenimin evine gidiyordum, sokakları karıştırdım. Allah rızası için şu adrese bakıver nasıl giderim, nasıl bulurum bir yol gösteriver.’ Uzatılan kağıdı alan Yıldız hanım eciş bücüş harflerle yazılı adresi çıkaramadı, yakınlarda bir yer olamazdı.Tam bunu ihtiyara nasıl söyleyeceğini düşünürken ihtiyar: ‘Uzaktan geldim, susadım, bir bardak suyun var mı?’ diyerek düşüncelerini böldü. ‘Gel teyze içeri gir bir soluklan, nasılsa buluruz senin adresi.’ diyerek içeri aldı ihtiyarı. Evde kimse yoktu, ama çekinmedi Yıldız Hanım, yaşlı bir kadından ne zarar gelebilirdi ki? Kafa dinlemek için tüm akrabaları yollamıştı ama yaşadıklarından hiçbir fikri olmayan şu ihtiyarın varlığı onu mutlu etmişti. Bu kadın ona acımıyor, tüm bebekleri elinde öldüğü için onu gizliden suçlamıyordu. Bu ihtiyarın karşısında başı dik durabiliyor sanki bütün üzüntüleri o yaşamamış gibi davranabiliyordu. ‘Teyze, taze böreğim var, yer misin?’ deyince ihtiyar itiraz etmedi. Yıldız Hanım hıncını mutfaktan çıkaranlardı. Mutfak onun tapınağı, yemek yapmak bir ibadetti sanki. Yemek yaparak rahatlar, kendini bulurdu. Kısmetine düşen ıspanaklı, peynirli börekleri, yanında gelen ayranı büyük bir iştahla mideye indiren ihtiyar ardından gelen çay ve kadayıfa da hayır demedi. Kalın beyaz kaşlarını kaldırarak sordu, ‘Çocuğun var mı evladım?’ Lafın gelişi sorulmuş bir soruydu elbette. Sanki bir anda gökten düşen dev dolu taneleri gibi inmişti soru Yıldız Hanımın üzerine. Ne diyebilirdi ki? Durdu, durdu. Sohbetlerinin üzerindeki perde bir soruyla kalkmış, takke düşmüş kel görünmüştü. Bir anda hıçkırıklara boğuldu Yıldız Hanım. Kendini toparlayınca geçmişini bir bir anlattı, anlattıkça zehrini akıtır gibi rahatladı. Yedinci bebeği anlattıktan sonra kendini çok daha iyi hissetti, kırmızı gözlerindeki yaşları sildi. Sonra da sustu. Tek kelime etmeden onu dinleyen ihtiyar boğazını temizledi, elindeki çaydan bir yudum daha aldı, sakindi. Konuşurken kırışıklıkları daha bir belirginleşiyor fakat bu ihtiyarı çirkinleştirmiyordu, yüzünde birbirinin üzerine binmiş sayısız çizgi onu gerçekten güvenilir kılıyordu. ‘Güzel kızım, beni dinle şimdi iyice. Allah’tan umut kesilmez. Bundan sonra hamile kalırsan, kalırsın da, yaşın daha genç. Bebeni doğar doğmaz kapıya koy. Gelip geçenlerden hayırlı bir kul onu bulacaktır. Sonra bu bebeği bulan kuldan satın al. İstediği parayı ver ve al bebeni. Sonra da bebeye satın aldığın adamın ya da kadının adını koy. Allah ömür verirse beben yaşar. Unutma Allah’ın dediği olur.’ Yıldız Hanım şaşkınlık içinde kadını dinledi. Ömründe böyle saçmalık duymamıştı. Bu nasıl bir hurafeydi acaba, acaba bu ihtiyar onunla ve onun çaresizliğiyle mi dalga geçiyordu? Kadının yüzünde alay etmenin yaramaz gölgesi yoktu, aksine çok ciddi ve aydınlık bakıyordu. Nur yüzlü bir teyzeydi işte. Yoksa acaba rüyada mıydı? Kendisine bu acaip öğütü veren, nereden geldiği belli olmayan bu ihtiyarı kovsun mu, ona teşekkür mü etsin bilemedi. Tekrar bir çocuğu olsa herhalde doğar doğmaz kapıya koymayı aklından geçiremezdi, Hikmet Bey de kesinlikle karşı çıkardı bu fikre. Herkes artık kesinlikle aklını yitirdiğini düşünürdü. Aklının sağlam bir tarafı kalmamıştı ya, tam isabet olurdu. Milletin ağzına iyice düşerdi. Derin bir nefes aldı ve onu yavaş yavaş verdi. Teyzeyi geldiği yere yollama vaktinin geldiğini düşündü. Bir araba çağırttı. Arabacıya üzerinde adres yazılı kağıdı verdi, bu adrese ne kadar tutacağını sordu. Sonra teyzenin avucunun içine para sıkıştırdı. ‘Bizde adettir, ziyaretçilerin yol parası verilir, buradan arabacının parasını verirsin’ dedi. Teyzeye verdiği para arabacının söylediğinin üç katıydı. Sonra eve dönüp akşam yemeği için hazırlık yaptı. Bu günden tam bir buçuk yıl sonra karnı burnunda Yıldız Hanım ve doğum için gelen kayınvalidesiyle iki görümcesi, oturma odasında sohbet ediyorlardı. Diğer kadınlar dilencilerden bahsederken neden sonra Yıldız Hanım’ın aklına kapısına gelmiş o ihtiyar geldi. Halbuki dilenci değildi ki o, yeğenine giderken yolunu kaybetmişti. Akça pakça bir kadındı. Yok canım, dilenci öyle mi olurdu. Birden Yıldız Hanım ihtiyarın öğüdünü hatırladı. ‘Ne düşünüyorsun, yine mahsunlaştın’ diye sordu küçük görümcesi Nejla.
‘Size birşey anlatacağım ama aramızda kalacak’ dedi Yıldız Hanım. Ateş gibi parlayan gözlerinde hırs ve umut vardı. İhtiyarın söylediklerini bir solukta anlattı. Ama anlattıktan sonra pişman oldu. Odadakilerin yüzüne her türlü alaya hazırcasına fakat sabırsızca baktı. ‘E madem öyle bir deneyelim bakalım, ne kaybederiz ki?’ Dedi Melahat Hanım. Allah biliyor ya ilahi bir müdahale olmadan bu bebeğin yaşama şansı olduğuna pek de inanmıyordu. Gelinin başına gelenin akla yatar açıklaması yoktu zaten, belki bu hurafe manevi güç sağlardı da… En sonunda bir erkek torunu yaşardı. Bir erkek torun… Hadi inşallah. Birkaç gün sonra sancılanan Yıldız Hanım gerçekten de toplu, al yanaklı, güzel mi güzel bir erkek çocuk doğurdu. Dışarıda o güne kadar hiç yağmamışcasına kar yağıyordu. Önceden konuşulduğu gibi Hikmet Bey sudan bir bahaneyle güç bela ev dışına yollandı, uzun bir müddet gelemesin diye iki kızkardeşi de yanında gitti. Melahat Hanım bebeği kat kat kundaklara, battaniyeye ve yünlü giysilere sardı. Bismillahlarla evin önündeki kaldırıma bırakıp gözleme deliğinden torununun isim babasını beklemeye başladı. Soğuk yüzünü birkaç saniyede içinde bıçak gibi kesmişti. Zavallı bebeği bu soğukta resmen sokağın ortasına bırakmıştı. Ancak o zaman ne yaptığını farketti, inşallah zatürre olmazdı bebecik. İçinden bebeği bir kadının bulmaması için dua ediyordu. Yoksa torunu bir ömür boyu kız ismi taşıyabilirdi, zaten Hikmet Beye ne anlatır nasıl açıklarlardı çocuğa kız ismi koymak istediğini. Bu planın başarısı bebeği bir erkeğin bulmasına bağlıydı. Bebek, çok geçmeden, yoldan tesadüfen geçmekte olan bahçeci Kerim Dede tarafından bulundu. Bu yaşlıca adam çevredeki evlere bahçıvanlık yapar, kendi başına geçinir giderdi. Evlenmemişti, herkesce iyi tanınır, çevrede sevilir ve sayılırdı. Toprak işinde uğraştığı için dinç kalmış bir ihtiyardı. Etrafı kolaçan eden Kerim Dede kaldırımda kat kat kundaklar içindeki bebeğe bir anlam veremedi. Aklına Yıldız Hanım’ın yine şişmiş karnı geldi, acaba doğum yapmış mıydı? Yaptıysa niye sokağa koymuştu ki bebeği, acaba hepten delirmiş miydi kadıncağız? Bebeği yerden aldı, Hikmet Beylerin kapısını çalar çalmaz, Melahat Hanım kapıyı açtı. ‘Hayırdır inşallah bebeği sen buldun ha Kerim Efendi?’ ‘Yıldız kızımızın mı acaba?’ ‘Orasını sorma da, sen söyle bebeğe kaç para istersin?’ ‘Ne diyorsun hanım?’ ‘Kaç para istersin bebeğe?’ ‘Bu bebeğe mi?’ ‘E tabi kaç tane bebek var. Sen olurunu söyle hemen alayım.’ ‘Olur mu öyle şey, hiç bebek alınıp satılır mı?.’ ‘Satılır, satılır, sen hakkını söyle.’ Kerim efendinin aklı karışmışsa da, şu ihtiyar yaşında köşede iki kuruş parası yoktu ve açıkcası gelecek yıllarda gençleşmeyeceğini çok iyi biliyordu. Köşede ufak bir birikim, kara günde ilaç gibi gelebilirdi. Belki adam gibi yakacak alır, karlı kışı rahat geçirirdi. Belki bir palto bile… Düşüncelerden çabuk sıyrılıp aklına gelen ilk parayı söyleyiverdi. Nereden çıkmıştı ki bu kelimeler? Onun ağzından mı? Arsızlığına kendi de şaşırdı. Melahat Hanım pazarlıksızca elindeki çantadan ihtiyarın istediği parayı çıkartıp, avucuna saydı. Bebeği aldı, hayırlı günler dileyip içeri girdi. Kerim Dede kapanmış kapıya baka kaldı. Bir şey anladıysa arap olsundu. İşin garip tarafı kadın paraları avucuna sayarken sanki içi rahatlamış, haram para alıyor hissi duymamıştı. Banknotlar avucunu ısıtmış, düşünmeden parayı yamalı ceplerine tıkmıştı. Herşey bir anda olup bitmiş, sanki önceden hazırlanmış bir senaryodaki rolünü oynamıştı.Gerçek hayatta tokgözlü olan bir aktörün sahnede arsız bir adamı oynaması gibi. Sanki kendisi değil, bir başkası kabul etmişti parayı. Bir yanlışlık yoktu bu işte. Ayrıca aldığı onca paraya rağmen birilerine yardım ettiğini hissediyordu sanki birileri ona minnet duyuyordu. ‘Hayırdır inşallah’. Kömürcü Hıdır dükkanı kapatmadan yetişmek için hızlı adımlarla oradan uzaklaştı, ağzı bir ıslık tutturmuştu. Yıldız Hanım bebeğine kavuşur kavuşmaz bağrına bastı, hemen emzirmeye başladı. Zavallı bebek gerçekten çok üşümüştü. Çarşıdan gelen Hikmet Bey bebeğe Kerim isminin konmasında hemfikir olan karısı ve annesinin ısrarlarına bir anlam veremese de, bu fikri kabul etti. Oğlunu kucağına aldı. İçi titredi. Keşke bu bebeğe kendi ömründen zaman verebilseydi. Gözlerinden akan iki damla yaşı göstermemek adına bebeği alelacele bırakıp odadan kaçtı. Kerim de daha önce gelip geçmiş kardeşleri gibi neşeli, gül yanaklı, eklem yerleri tombul tombul, süt kokan bir bebekti. Anlına yazılmış kara yazgının değişmesi için devamlı dua eden annesi onu sürekli izliyor, gece uykularından sıçrayıp onu kontrol ediyordu.
İçinden bir ses bebeğin kırkını çıkartırsa yaşayacağını söylüyordu. O güne kadar mümkün olduğunca az uyumaya ve bebeğin başını beklemeye karar verdi. Kırkıncı gece Yıldız Hanım uykusuzluktan şişmiş fakat umutlu gözlerini bebeğin üzerinden ayırmadan nöbet tutuyordu. Yavaş yavaş sıcacık uykunun benliğini sardığını hissetti, karşı koyamadı. Emzirmekten, nöbet tutmaktan yorulmuştu. Beyni karıncalanmaya başladı, solukları yavaşladı ve kendini uykuya teslim etti. Uykusundan ‘Kerim öldü’ sesleriyle sıçradı. Telaşla bebeğe baktı. Kerim mışıl mışıl uyuyordu. Fal taşı gibi açık gözlerle sabaha kadar bebeğine baktı, dua etti. Gerçek anlamda, gözünü bile kırpmadı. Sabah ezanından sonra kendine uyku için izin verdi ve öğleye doğru selayla kalktı. Yavaş hareketlerle sabahlığını giydi, bebeği emzirdi. Bebek için telaş etmiyordu, sakindi. İçinde tehlikenin geçtiğine dair kaynağı belli olmayan bir güven hissi vardı. Aşağı indi. Kayınvalidesi kahvaltı sofrasında onu bekliyordu. ‘Anne, kimin selası okundu?’ Aynı anda kayınvalidesinin kireç gibi yüzüne dikkat etti. Melahat kıpkırmızı, fakat buz gibi bakan gözlerini gelinine çevirdi: ‘Kerim Dede ölmüş’. İki kadın birbirlerine sarılarak ağlaştılar. Birlikte yaşadıkları bir günah mı yoksa bir lutuf muydu? Hiç anlam veremediler. Kerim sağlıklı büyüdü, ömrü uzun oldu.
Nazan Bilen Pembe Lanet Kapıyı yeni tanıştığı anahtarla kolayca açtı. Burnuna gelen ilk koku küf ve eskimişlik kokusuydu. Duvarlar modası çoktan geçmiş bej zemin üzerine çiçek desenli kağıtla kaplıydı. Küçük, loş koridorun sonundaki tuvalet ve banyo kahverengi, turuncu karışımı mat fayanslarla bezenmişti. İki yıl önce de yine internette ucuz bir ilan görmüş ve birkaç haftalığına bir dağ evi kiralamışlardı. Bu seferki ev ilanda bahsedildiğinden daha küçük, daha eski ve köhneydi. Fotoğrafta görünen harika şömineden eser yoktu. Kocaman abajurların üzeri lekeli, ampulleri bozuktu. Bir ihtiyaç anında ulaşabilecekleri en yakın ev en az beş kilometre uzaklıktaydı. Pencerelerden birini sonuna kadar açıp kendini tozlu koltuklardan birinin üzerine bıraktı. Cengiz birazdan elinde bavullar gelirdi. İçeri adımını attığı anda kendisini dinleyip annesinin deniz kıyısındaki evine gitmediklerine pişman olacaktı. Ertelenmekten patlayacak hale gelen mesanesinin ısrarlarını yeni duymaya başlıyordu. Araba yolculuğu fazla uzun sürmüştü. Her zamanki gibi birkaç yanlış yola sapılmış, kendisinin iyi harita okuyamaması ve Cengiz’in dalgınlığı üzerine minik tartışmalar yapılmıştı. Daracık ve ürkütücü derecedeki virajlı yollarda yokuş tırmanırken kendini fazla sıkmaktan başı ağrımaya başlamıştı. Bir an önce çişini yaparsa rahatlayacaktı. Yerinden kalkmaya çalışırken koltuğun üzerinde yanı başında bir kapak olduğunu farketti. Tahtadan yapılma, oval, beyaz bir kapaktı. Hatta kapak değil, bir klozetti. İsterse çişini oraya da yapabilirdi. Zaten o kadar bitkindi ki karnındaki sıvı kamburu buraya boşaltmakta hiçbir sakınca görmedi. Cengiz’in de geleceği yoktu zaten. Yine kıymetli arabasının ön kapağını açmış, onunla haşır neşir olmaktaydı herhalde. İlk çıkmaya başladıkları zaman olsa koşa koşa gelir, daha kapıdayken soyunmuş olurdu. Kot pantolonunu sıyırıp ne olur ne olmaz diye kazağıyla görünen yerlerini örtmüş inceden inceye çiselerken önündeki koltuğun üzerindeki boşlukta televizyondaki karıncalanmaya benzer bir şey olmuş, göz açıp kapatıncaya kadar karşısında oturan yaşlı bir kadın belirmişti. Üzerinde pembe bir kazak vardı. Pembeden nefret ederdi. İnsanlar bu renge kaldıramayacağı sorumluluklar yüklerdi. Annesi renklerden laf açıldığında kendisinin de çocukluğunda pembeyi çok sevdiğini, hatta gözlerin ne renk diye soranlara pembe yanıtını verdiğini anlatırdı. O pembe üzerine anı bohçalarını beyninin şimdiki zaman alanlarına yaya dursun, kadın elinde örgüsü, tıpkı üzerindeki kazağın aynısını örmekle meşguldü. Bu kadın buraya ne zaman gelip oturmuş, eline bu kalın şişleri ne zaman almıştı? Kendi ailelerinde elörgüsü babaannesiyle birlikte gardroplarına veda etmişti. Kazaklar, yelekler çocukluk fotoğraflarında kalmış, her geçen yıl biraz daha solmaktaydılar. “Gözlerinizi kapatır mısınız, ya da sırtınızı döner misiniz, hatta defolup gider misiniz? Lanet olsun!” diye bağırdı. “Her lanet bir diğerinin davetcisidir unutma.” dedi kadın. Duvar kağıdıyla aynı renk olan dişlerini göstererek güldü. Hızla pantolonunu çekip fermuarını kapattı. Gözleri sifonu aradı, ama görünürde ne bir klozet ne de bir sifon vardı. Karşısında oturan kadına tekrar döndüğünde kadının yanında yaşlı bir adamın peydahlandığını gördü. Edi ile Büdü Şakire Dudu muydu bunlar? Adamın yanakları elma gibi kıpkırmızıydı. Kadının yağdırdığı korkak ıslatanın aksine adamın yağdırdığı çocukluğunun elmalı şeker anılarıydı. Yok, karı koca olamazlar diye karar verdi. Adam eski Türk filmi deyimiyle ton ton bir amcaya benziyordu. Ne de olsa kırmızı pembe gibi uydurma ara bir renk değil, kalıbımın, kalbimin, kanımın rengidir diye avunmaya çalıştı. “Renklerde takılıp kalma, mekân tasvirin iyi değil. Hep aynı şeyi yapıyor, izlekleri fazla uzatıyor, dizlerini fazla kırıyorsun. Biraz cesur ol.” dedi adam kendisinden beklenmeyecek kadar genç ve dinamik bir sesle. O ortaya çıktığından beri yaşlı kadın kocaman oyuncak bir bebek gibi koltukta oturmaya devam ediyor, ama hiçbir hareket belirtisi göstermiyordu. “Biliyorum eskiden daha cesurdum. Yirmi yaşımdayken korku nedir bilmezdim. Şimdiki aklımla tekrar yirmi olsaydım, ya da sizinle daha evvel tanışsaydım...” dedi. Kendisini acıklı bakan bir köpek yavrusu gibi hissetmişti birden. “Dağılma. Bir noktaya odaklan. Hareketleri daha iyi gözlemlemeli, tavır tasvir üzerinde de çalışmalısın.” “Ama daha doğru dürüst başlamadım bile. Kurduğunuz cümleler Kung fu’yla edebiyat arasında gidip geliyor. Önce hikayeyi bir kurup bir bırakacak, yürümeye başlarsa serim üzerinde oynamalar yapacaktım.” Ağzından çıkanlar düşünmeden söylediği sözlerdi. Ezberlediği hazır bir metni okur gibiydi. Cengiz’le birlikteyken de bunu sık sık hissederdi. Deja vu’ nun deja laf olanıydı sanki. Deja dit. Sahi Cengiz nerede kalmıştı? Alt tarafı arabadan bir iki şey alıp gelecekti. “Cengiz buraya pek uymuyor. Yanımda oturan kadınla ne yapmayı düşünüyorsun?
“Salça.” “Hani şu kilo almamak için ekmeğin üzerine sürüp yediğin yağsız biber salçasından mı?” “Evet, kadının bende yaptığı ilk çağrışıma uyan kelime bu. Aklımdan geçenleri okuyabiliyorsanız benim iyi bir okuyucum olmanız gerek.” O sırada bedenine baktı. Kendisini ilk defa görüyor gibiydi. Bunca şeyi konuşurken hiç hareket etmemişti. Bu hiç ona göre değildi. “Yatak odamda duvar köşeleri bomboştur. Uzanıp dakikalarca o köşeleri izlerim. Duvarlardan köşelere doğru hep bir şeyler çekiliyormuş, köşelerden dışarı bir şeyler sızıyormuş gibi gelir. Sakın siz de o köşelerden birinden çıkıp gelmiş olmayasanız?” diye sordu karşısındaki duvarın en solundaki boş köşeyi işaret ederek. “Aslında benim en çok merak ettiğim esas kimin kimin oyununda olduğu. Esas oyuncu kim? Sen mi, ben mi?” Bunu kendisi de hep merak ederdi. Ama yaşlı adamla karşılaşana kadar bu soruyu genelde ona en yakın hissettiği insan kimse onunla kurardı. Mesela son birkaç yıldır Cengiz’in hayatında herşey ters giderken kendisinin bütün işlerinin yolunda gitmesi, hayallerinin teker teker gerçekliğe soyunması daha etkili yaşamak veya amacına uygun çalışmak gibi kendine-yardım kitaplarına yakışan kavramlarla açıklanabilir miydi? Kendisinin işleri yolunda gidiyor diye başrol oyuncusu sayılabilir miydi? Ya da kendi özel gerçekliğinin ebedi kraliçesi. Bu durumda bir yerlerde bir irade idare dairesi olması gerekti. Oraya girip çıkan, evini, işini, kısacası küçük evrenciğini denetleyen görünmez yanından nasıl haberi yoktu? Bir süre önce izlediği What the bleep do we know ve onun ikinci bölümü olan Down to the rabbit hole isimli belgeselleri izlediğinde kafasında uçuşan bazı soru işaretlerini taşlaştırmış küçük bir kararsızlıktan sonra taşları bilgi zeminine değil de sezgi zeminine yerleştirmişti. Üzerlerine basıp yürüdükçe kalbi etinden kanından sıyrılıyor başka bir anlama bürünüyordu. Şu anda yaşadıklarını döndüğünde bir arkadaşına anlatsa ilk soru: a- Kız dağda sihirli mantar mı yedin yoksa? b- Aman sende şizofreni başlangıcı olmasın? c- Kızım bütün tatil boyunca fosur fosur uyumuş, sadece rüya görmüşsün herhalde. gibi şeyler olurdu. Yaşadıklarının başkaları tarafından kayda değer sayılabilmesi için elle tutulur, gözle görülür olması gerekiyordu. Çevresi gerçek kaydı tutan insanlar güruhuydu. Salça kelimesi tam manasıyla her şeyi berbat etmişti. Salçadan savrulmuş nerelere gelmişlerdi. Adam öylece hiçbir şey yapmadan beyninden transit geçenleri gümrük kontrolüne tabii tutuyordu. “Pes doğrusu.” dedi adam dudaklarını kıvırıp başını hafifçe sallayarak. İçinden hala Cengiz’i bekleyip duruyorsun. Peki o zaman Hem konuşup hem bekleyelim. Bu arada oda peyda olanlarla dolarsa şaşma ama. Eğer bütün bu kargaşadan uzaklaşmak istersen sırtını dönüp arkana bakmadan kapıyı çekip gidebilirsin de.” “Ama hareket edemiyorum ki, nasıl gideceğim? Hem monologlarınız neden paragraflar kadar uzun?” “Değişiyorum. Kendim değişirken senin hikayeni düzeltemem ya. Geri sayım her an başlayabilir. Yani hareketsizliğe çekilebilirim.” “Ama hikaye ne olacak? Odaya tekrar girmek istiyordum.” Adam bu defa cevap vermedi. O da kadın gibi kocaman bir oyuncak bebeğe dönüşmüş, kırmızı yanağı pembeleşmişti. Pembe iyiye alamet değildi. Hem kadın her lanet bir diğerinin habercisi diyerek belki de bunu kastetmişti. Adamın rengi değişmeye başlayan kazağı tam pembeleşmeden burdan toz olmalıydı. Kim bilir belki iki pembe bir kırmızıyı götürür ya da üçüncü bir pembeye alan yaratırdı. Patlamış mısır gibi ortaya çıkan bu ne üdüğü belli olmayanların gerçekliğini deforme etmeleri bir yandan iyiydi, ama kanıt olma özelliğinden öteye gidemezlerdi. Önce ellerini kımıldattı. Kollarını kaldırdı. En zor ayaklarıydı. Altlarında demir varmışcasına ağırdılar. İlk adımı atması epey zor oldu, ikinci biraz daha hızlıydı. Üçüncüde normale döndü. Kendini bildi bileli hiçbir yere ait olmama duygusuyla yanıp tutuşmuştu. Her an yanıbaşında elini uzatsa yırtıp açabileceği bir delik, bu deliğin ötesinde de esas ait olduğu yer varmış hissiyle sürekli haşır neşir olmak yüzünden yeterince dünyakâr olamamaktaydı. Eğer oda bu kadar tekinsizlik kırıntısıyla dolu olmasa buranın o deliğe açılan bir kapı olduğunu düşünebilirdi belki. Oysa şimdi normalde kaçmayı yeğlediği o hayata dört nala geri dönmek istiyordu. Babaannesini düşündü bir an, Akdeniz fırtına, al pırtını sırtına deyip kapıya koştu. Kapı yine kolayca açıldı. Dışarısı serindi. Cengiz az ileride küçük bir kulübenin önündeki, lacivert tulumlu, kasketli, yaşlı bir adamla ayak üstü sohbet ediyordu. Onların biraz ilerisinde kocaman siyah beyaz bir inek otlanmaktaydı. İnek bir iki adım ilerlediğinde arkasında pembe kazaklı, dizlerine kadar uzanan siyah plastik çizmeler giymiş yaşlı bir kadının durduğunu gördü. Kadın içten bir tavırla el salladı. Kararsız adımlarla kadının değil de Cengiz’in yanına gitti. “Ah geldin mi canım.” Dedi Cengiz. Bir eliyle sırtını sıvazlarken: “Ben de nerde kaldın diye bakmaya gelecektim.”
Ağzını açıp bir şey söyleyecekti ki Cengiz’in yanaklarının pespembe olduğunu gördü. “Soğuktandır mutlaka.” diye düşündü.
Janus MANOLYA Bana ben seni seçtim demesinden önce başlamıştı her şey. Nasıl olur da ikimiz bir olup bulutları aşabilmiştik. Seçmek tonlarca ağırlık sırtlanmak değil midir? Seçmek insanın elini silindirin altına koyması değil midir? Ama aşmıştık işte bir kere. Bizi buna rağmen hafifleştiren şeyi bir unutsam? Unutmak ince bir buzun üzerinde fil gezdirmek aysız gecelerde. Manolya’nın dediği gibi: “Şimdi geceleri nasıl uyuyacağız?” O her zaman bana değil manolyaya inanmıştı. Ben söylüyorum sanmıştı. Benim manolyayı dinlediğimle aynı olamaz dedim. Anlamak istemedi. Gözlerini kapatıp bir yalan da ben söylemişim dünyada çok mu dedi? Hayır bu yalan uzun sürmeyecek gibi. Karşısında olduğum şey bu sefer ben değildim. Başkası! benim oyunumda bir başkasına yer yok bebeğim demek istedim.Ama başka başka konuştum işte! Ona rolünü söyledim. Tek tek her satırı, kelimeyi, kelimenin aralarındaki boşluklara sinmiş manayı not etti. Bana tüm ayrınıtılarıyla üç kez yineledi. Bu yüzden aklımda hiçbir şey kalmadı. Belki de hepsi olmaması gereken gerçeksiz bütün bir inanç. “İnsan psikolojisinden iyi anlıyorsun” dedi. Seçilmek istemedim. Çünkü seçilmemin yokuş aşağı kaymak gibi kolayca ve kendiliğinden olması içime sıkıntı veriyor. Bunu bir gün yitirirsem ardından ağıt yakarım, ama şimdi bıkkınım. Bıkkın olma lüksüm var böylesine. Artık beni bulamazsın. Ve o arka sokaklarda sensiz dolaşmak çok acı verici sen varken. Bilmiyorum yok etmem mi gerekir? Diyemedim. Ama sezmişti. Diyebileceklerimin tümünü. . Uzunca baktı. Kelimelerin bitimi yakın dercesine. Acımı gizleyerek bir günah gibi güldüm. Geriye doğru istediği hayatı benim için artık bir cezaydı.Artık hafifliğin cezasına bırakmıştım kendimi, yalnızken o sahte uçuşlardan sıyrıklarla kurtulduğum gibi kurtulamayacaktım Ağır yaralı ama elmasa dönmüştüm yüzümü…Güneşin doğduğu yerden geliyordu. Atiye yüreyeceğim o halde dedim ve elimi uzattım. Arka sokaklarda birlikte yürümenin hayalini bir süre daha kuracağımı bilsem de ! Hem geçmişte, hem de gelecekte aynı anda varım dedin bir keresinde. An yok oldu. Bu ansız beraberliğimizin paslı sızısı. Hayal kurmak bu denli gıcırtılı ve hüsranlı olmamalı. Arka sokaklar bittiğinde belki yine görürüm yüzünü.
Gülay Kaya Deneme Gidersin… Herhangi bir noktadan kaçıp kurtulmak, herhangi bir noktaya varmak, çoğun gidişi kamçılayan bir neden, hazırlayıcı süreç ya da gidilen yerde bir bekleyen olmasa da salt gitmek için gidersin. Kendini bulmanın tek yolu üzerine giydirilen, giydirilmek istenilen gömleklere boş verip, yalnız-lığın sunağında bir kez daha ruhunu, ruhunla birlikte geçmişini kurban etmek ve gitmektir. İsminden, ailenden, sorumluluklarından, önyargı ağlarının çepeçevre sardığı kör düşünceli in-sanlardan, dost zannettiklerinle düşman bildiklerinden, dahası aşktan, sevgine karşılık görmediğin ve sevildiğini hissettiğin anda ise, sana en doğru gelen ilk tepki kaçmak olduğundan gidersin. Bir yerden başka bir yere, bir duygudan ötekine taşınmaktasındır şimdi. Ucu bucağı sisli bu taşınma edimlerinin kendi iradenle değil de başkasının isteğiyle gerçekleşmesi sindirilmesi en zor ol-andır belki. Bilinmezliğe sürüklenmenin bıçak sırtı denli kesici gerçekliğine bulandığında duyduğun derin irkilti ve dehşetle verdiğin ilk tepkidir kaçmak. Karmaşa heyula gibi yükselen devasa boyutlu yabansıl ağaçlar pangeasıdır. Türevlerine eklem-lendiğinde son derece boğucu, yıldırıcı ve yıkıcıdır. Epritir ruhunu. Kaçınılmaz bir yorgunluğun sivri tır-naklı pençelerine atıverir seni. Gidersin… Dönüşsüzlüğün tatminkâr hazzına çoktan uymuşsundur. Ruhunu kanırtan sıkıntı kancalarını söküp atmış, bir domuz böğürtüsü gibi ipince ve bir toplu iğne ucu kadar sipsivri çığlıkları duymaz ol-muşsundur artık. Bir ülkeden bir başka ülkeye göçtesindir. Ağaçlara ilkbahar yürür, yaz devrimi kışa el verip sonbahar transit bir tren gibi dökülürken toprağa bir şehirden ötekine göçmekte, zamanın sabah, öğle, akşam ve gece vagonlarında dönenmektesindir gene. Kekre bir gülüşle fark edersin ki gitmenin doyurucu bir sonu yok. Sisyphos’ dan farkın olmadığını anlamışsındır çoktan. Senin kayan yola çıkmadan evvel zama-nın sunağına kurban verdiğin ruhun ve her çıktığın yolculukta yonttuğun yalnızlığındır. Onlarca kaçışın seni kurtuluşa taşımadığını, geçmişinin silik gölgene bağlı zilli çıngıraklı teneke-lerden ibaret olduğunu, gölgeni asla bırakmayacağını sen onlarca şehir dolaşıp onlarca karaktere bü-ründükten ve bir sonraki için yola düştüğünde anlarsın. Bir kalebentsindir. Ruhunun duvarları arasına sıkışıp kalmış bir mahpus… Dirimselliğini taşıdığın şehirlerde türlü hikayeler kurgularsın. Bohem, sefil bir hayat tarzıdır bu bazen. Senden öncekilerin ayak izlerini ve kokularını takip edersin. Loş kahveler…kaknem meyhaneler, kusmuk, sidik, alkol ve meni kokulu yerler…Esrar, afyon, apsent yoldaşlık eder varlığına. Bir kadının ter, parfüm ve yoğun meni karışımlı defalarca sondajlanmış apış arasında kanatlanıp uçmaktasındır şimdi. Bulanık zihnin şafakla aralandığında yola çıkmadan evvel kurguladığın hikayenin aslında bu ol-madığını acıyla, içe dönük yoğun bir düşünceyle kavrar, bir süreliğine daha zamanın senin için kur-guladığı o hikayede rol almayı sürdürürsün. Karanlık bir mecraya akmaktadır yaşamın. İmge keseciklerin kilometrelerce yükseklikten yere çakılıp patlamıştır zaten. O kesecikleri patlatan gerçeklik seni kusmuştur. Dönüşsüzlüğün gerilimindesindir. Aslında kaçmanın kurtuluş olmadığını, her şeyin daha beteri olduğunu ve o beter hikayeye çoktan yapıştığını geç de olsa anlamışsındır. Ruhunu kanırtan sıkıntı kancaları oradadır. Ve çığlıklar… Devasa dalgaların uzun gıcırtısı… Hiçliğin buğu perdesi… Gidersin…tutunamadığın bir yerden karanlık, sonsuz bir zaman dilimi kadar uzak başka bir yere.
Hollanda’nın Yazarları
Atilla İpek İkibin’i (neredeyse) on geçtikten sonra bir Hürrem Efe portresi Hollandadaki ilk aylarımdı. Yeni gelmiştim. ‘Gurbetçiler’ hakkında sahip olguğum önyargılarımı tartmak ve güncellemekte, Hollanda ve Hollandalılar hakkında önyargılar biriktirmekteydim. Hürrem Efe’yle daha doğrusu onun hikayeleriyle tanışmam da o zamanlara dayanır. Roosendal’lı olan eşimin ailesini ziyarete gittiğimde, onun ‘İkibin’e on var’ isimli kitabını küçük odadaki kitaplığı gözden geçirirken bulmuştum. Eşim ‘Bu kitabı bizim eski komşumuz Hürrem Abi yazdı’ deyince hem şaşırmış, hem mutlu olmuştum. Demek ki burada yazarlar da vardı. Kitabı hem merakımdan, hem de kitabın sade güzel dilinin akıcılığından aynı gün içinde okuyup bitirmiştim. Kitap hoştu, benim önyargılarımı da aşan bir yobazlığa, yalın ve birazda esprili bir dille savaş açmış bir yazar olduğu hemen belliydi. Kitabın adı da zaten bunun ipuçlarını veriyordu: ‘İkibin’e on var’. Aradan neredeyse on yıl geçmesine rağmen bana bu eski komşu Hürrem Abiyle tanışmak bir türlü kısmet olmadı. Ta ki çıkaracağımız dergiyi hazırlama aşamasında, Hollanda’daki Bugünün insanları beyinlerinin Türk Edebiyatına katkıları olan yazarlarla ilgili bir yazı dizisi %10’unu kullandığı varsayılıyor. Bir hazırlama fikri doğana kadar. Sadık abi (Yemni) Hürrem Efe’nin derece artabilmesi için bin yılın ismini anınca hem şaşırdım hem de sevindim. ‘ Tamam’ dedim, geçmesi gerekiyormuış. Ben buna her ‘O yazıyı bana bırakın’ kitap bir yıl öne götürür düşüncesi ile Böylece Hürrem Efe bu serinin ilk yazarı oldu. Hem de benim katılıyorum. Bir kişi bin kitap okursa aslında yıllardır fırsatını kolladığım tanışma gerçekleşti. bin yıl beklemeden beyin gücü bir Bu görüşmenin röportajdan çok tanışma ve eski günlerden derede artar diyorum. sohbet havasında geçeceğini tahmin ettiğimden, randevuya kayınpederimle birlikte gittik. Onun pozitif katalizatör görevi yapacağını biliyordum. Nisan için güzel bir gündü (Zaten Hollanda’da artık hiçbir gün ait olduğu takvim sayfasına uymuyor son yıllarda) Hürrem Efe bizi çok sıcak karşıladı ve evin arka bahçesine aldı. Hergün birbirini gören dostların sıcaklığıyla önce gururla bahçesini anlatmaya başladı. Çokta büyük olmayan bahçesinin kenarlarına diktiği meyva ağaçlarını gösterdi, asmasından bahsetti. (Asmadan yapılan sarmalar çok lezzetli oluyormuş.) Derken masaya oturduk ve eskilerden açtık sohbeti. İlke dergisinin yayınlandığı 90’li yıllara gittik. Fehmi Özgül’le birlikte Sadık Yemni’nin evinde kaldıkları o geceden bahsetti. O gece İlke’nin açtığı öykü yarışmasına katılmaya karar vermişler. Ondan önce de yazıyormuş aslında Hürrem Efe. 1963’te o zamanın en büyük gazetelerinden Tercüman’ın açtığı öykü yarışmasında, 1200 hikaye arasından onun hikayesi birinciliğe layık görülmüş. (İlginç olan, ilk üçün hepsinin Hollanda’dan çıkması bu arada: Fethi Kıllı ikinci; F. Atay üçüncü olmuş) İlk kitabını 1988’de çıkarmış Hürrem Efe:”Köyden indim Hollanda’ya”. Hollandacaya da çevrilen bu kitapta Tercüman’ın Altın Kalem ödüllü ‘Birinci Kuşağın Böreği’ isimli hikayeyle birlikte toplam 19 hikaye bulunuyor. 15 aralık 1989 tarihli Milliyet Sanat dergisinde Mehmet Başaran tarafından kritiği yapılan bu ilk kitabın çok olumlu olduğu ve yazarın yeni eserinin de merakla beklendiği belirtilmişti. Yeni eser için çok beklemeye gerek kalmamış; 1990’da ikinci öykü kitabı çıkmış “İkibin’e on var”. Hemen arkasından da 1991’de üçüncü öykü kitabı: “Doğru olamaz, ya olursa”. Hürrem Efe’nin dördüncü kitabı bir roman:”İnanılır gibi değil”. Hürrem Efe kitaplarında uyum sorunun temelinde yatan, değişimden korkan, adet ve göreneklerin, din adı altında bize yututturulan hurafelerin esaretindeki cehalete savaş açıyor. Bunu yaparken Hollandalı Türklerin günlük yaşamda karşılaştıkları durumlar birazda gülünç bir şekilde sunuluyor.
15
Hürrem Efe’nin hikayeleri Hollanda’da çıkan İlke, Hizmet, Damla gibi Türkçe dergilerin yanı sıra, Tercüman, Sabah, Gırgır, Elele gibi degi ve gazeteler araclığıyla geniş kitlelere ulaşmış. Hürrem Efe toplumu aydınlatmak misyonunu, yazdığı hikayelerinin yanı sıra bir dönem‘Dost Acı Söyler’ isimli köşe yazılarıyla da sürdürmüş. Hürrem Efe modern, ileri görüşlü, içinde bulunduğu toplumu aydınlatmayı amaçlayan, hikayelerinde açıkça mesajlar yüklü olan bir yazar. İlke dergisinde yıllar önce çıkmış bir söyleşinde etkilendiği sanatçılarla ilgili şöyle diyor: “Atatürk’ü de bir sanatçı alısak, ki bu doğrudur. Yaratıcılığın yanı sıra güçlü bir kişiliği vardır. Yaşamının sonunda dek Türk ulusunu uyandırıp çapcıl bir düzeye yükseltemek için çok uğraşmıştır. Ama biz onu yeterince anlayamamışız, o ayrı bir konu...” Bence onun için en iyi tanımı 1992’de Damar dergisinde Mustafa Coşturoğlu yapmış:”Hürrem Efe, ...Tıpkı Ömer Seyfettin gibi süreç belirleyen ve süreklilik gösteren olayları ağır çekim ustalığı ile görüntüler” İşte bu yeteneği sayesinde göçün ilk yıllarına ait o siyah beyaz resimlerin arkasındaki kaydedilmemiş hayatların hikayelerini bize miras bırakmıştır Hürrem Efe.
Şiir Odası
Atilla İpek Bulut Tel örgünün dibindeyim. Yıldızlar yok bu gece. Uzaktan kasabanın ışıkları, Ve sessizliğin içinde, Köpek havlamaları. En sevdiğim Aşk şarkılarına başladı Yağmur. Üstümdeki tenteye çarpıyor Hüzünlü yaşlarını. ‘Merhaba’ diyor, Lambanın altında yatan köpeğe, O da gülümsüyor. ‘Oradan geliyorum’ diyor bana, ‘Bu şarkıları ondan öğrendim, Onun gözyaşlarını getirdim sana, Merak etme çabuk dön ona’ Derken ay giriyor araya, ‘Yeter’ diyor yağmura ‘Daha çok yer var, gitmeli’. Son damlayı dokunduruyor dudaklarıma, Ve gözyaşlarımı katıyor bulutlarına. Sevgili bulut! Selam söyle ona.
Ali Şerik Sövgüye Hazır Değil Akşam Kuru ağaca sığınmış kuş sesini topluyorum parmak uçlarımla antenlerini bırakıp giden özleme sarıyorum türü tükenen böceği ağaçlarda serüvenlerini anlatabilseydi, ağlar mıydı sabahlar tarihe dokunarak cesaretimdeki akasya çiçeğini koparmadan anlatılmıyor nedense acım Kabuğu soyulmuş, yapraklı budak çoktan unutulmuş, katmerleşir gök gürleyişi bakamam yüzünü yıkayan başıboşluğa, dilsizliğin kovuğunda zülüflerimi kesip atarım ateşi yakan gönderin dibine hüsnüyusufun goncası döner ha döner ıslanan toprak kokusunda Vaktim yok yırtıcı hayvanların sesini toplamak için gümüş leğende yaşam gururun başını örten değil özgürlüğün bakır kapısında baltalanıp gitme, sövgüye hazır değil akşam, bırak bukalemun renk değiştirsin toprağını kurutma, yola çıkılmıyor isyankârlığımı bırakmadıkça ormana
17
Ezgi Gürçay Tuhaf Gazel Ayaklarının altına mahkum Hergün canımdan hikayeler. Ellerim yüzüm, yüzüm ellerim Söndür şu ateşi de, dökülsün pervanelerim. Şu içimde bağıran avaza dek bağırsın Bu heyuladan çeksin beni kurtarsın. Bak bu kelimene gamları boğabilirim Bedava sevmeye, es’ara dalabilirim. Bu eşkiya hayatından yoksul başım vurulsun Aç bi aç akbabalara etten sofra kurulsun. Sabah akşam akan gürültücü maniler dursun Söyle dünya artık, alçaklığı durulsun. Basit keşmekeşler, yorgun atlar eşekler Birbirine karışmış, altın, demir döşekler. Açık yara yerlere merhem midir tezekler Bundan mıdır, küstahça konup kalkmada sinekler. Sözlüğümden bilinip atılıyor kelimeler Bir garip yaşam geleneği, bölünüyor haneler. Bazen mısra zihnime melek midir benim Çatısında sabahın, uykusunda gözlerim. Canavarlar yığıldı, tamtamlar asıldı yerlerine Us ayıldı da, öyle bakıldı eserlerine.
Çeyiz Odası
Nejat YENTÜRK Osmalı Devleti’nde İlk Yerli Itriyat Fabrikasının Kurucusu:
AHMET FARUKİ Ahmet Faruki Müessesesinin Doğduğu Ortam 19. yüzyıl, sanayi devriminin biçimlendirdiği yeni toplumsal düzende insanların gündelik hayatlarına ve bedenlerine daha önce görülmediği oranda ilgi göstermesine tanıklık etmişti. Bu ilgi toplumsal hayata kadının gün geçtikçe artan oranda katılmasının yanı sıra, sağlık alanında yaşanan önemli buluşlardan da etkilenmekte idi. Artık geri dönülmez bir biçimde temizlenmenin ve kişisel hijyene dikkat etmenin, sağlıklı olmanın ve hastalıklardan uzak kalabilmenin ilk koşulu olduğu anlaşılmıştı. Bu modern toplumda sağlığın ve temizliğin, güzel ve bakımlı görünmenin dar bir aristokrat ya da burjuva kesiminin sahip olduğu bir lüks değil, en doğal insanlık hakkı olduğu, artık genel kabul görmüştü. Bu yüzyılda, kimya ve eczacılık alanında yaşanan gelişmelerin, kazançlı bir alan olan kozmetik sektöründe başarılar elde etmesi kaçınılmazdı. Vaat ettikleri işlevleri yerine getirmeye başlayan kozmetik ürünler üstelik, geniş halk kesimlerinin satın alabileceği ölçüde ucuzlamaya başlamıştı. Çünkü çok pahalı olan hayvansal ya da bitkisel kökenli ham maddelerin yerini tutabilecek birçok madde artık sentetik olarak elde edilebiliyordu ve bu buluşlar, kozmetik malzemelerin çok daha ekonomik hale gelmesini sağlamıştı.
Aybala Yentürk – Nejat Yentürk Kolleksiyonundan
En zor yıllarını yaşasa da Osmanlı Devleti’nin özellikle büyük kentlerinde yaşayan yurttaşları da bu gelişmelerden uzak kalamamıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısında yayınlanan birçok gazete ve dergide bu konular ele alınıyor, kişisel bakım konuları özellikle kadın dergilerinin neredeyse varlık sebepleri haline geliyordu. Bu yüzyılın son çeyreğinde ıtriyat ithalatı önemli oranda başlamıştı: Avrupa malı kremler, parfümler, diş iksirleri, saç bakım ürünleri, sabunlarla tanışmıştı büyük şehirlerde yaşayanlar… Açılan büyük mağazalarda sergilenmekte olan kıyafet ve aksesuarların yanında çeşit çeşit parfümeri ürünlerinin tanıtılmasıyla birlikte, ilk günlerinden başlayarak gitgide daha geniş bir kitleyi etkisi altına alan sinemanın aktristleri ve aktörleri etkisiyle yaygınlaşmaya başlayan yeni süslenme alışkanlıkları, Osmanlı toprağındaki gayrımüslimler kadar Türk kadınını ve erkeğini de sarmalayacaktı.
İlk Yerli Parfümeri İmalathanesi İşte bu gelişmeleri değerlendiren Mısır asıllı müslüman bir İstanbul’lu olan Ahmet Faruki, o güne dek vitrinleri ve rafları dolduran tamamı ithal malı kozmetik ürünlerini ülke içerisinde imal etmenin kârlı bir girişim olduğunu görmüş ve 1894 yılında Sultanhamam’da açtığı büyük mağazası ve Feriköy’deki imalathanesi ile ardından gelecek birçok yerli üreticiye önderlik etmiştir.
19
Ahmet Faruki, kendi alanında bir ilktir. Yaptıkları, sanayi alanında sayılmayacağından önemli görülmeyebilir ancak özellikle o yıllarda bir ithal malları cennetine dönüşmüş olan Osmanlı toprakları için büyük bir anlam taşımaktadır. Ahmet Faruki’nin girişimciliğine, işine duyduğu saygı ve yaratıcılığını da eklerseniz, yakalayacağı başarının büyüklüğüne şaşmamak gerekir. Sadece parfüm ve kolonya değil, kremden düzgüne, briyantinden şampuana, allıktan sürmeye, rujdan ojeye, traş sabunundan diş macununa çok değişik ıtriyat malzemesi üretmiş, sözcüğün tam anlamıyla bir parfümeri fabrikası var etmiştir. Ürettiği ürünler ise Avrupa menşeili olanların ayarında olmak bir yana, onlarla yarışacak üstünlüktedirler. Katıldığı uluslararası sergilerden ( 1903 Atina, 1904 Bordeaux, 1905 Liege, 1906 Paris, 1906 Londra ) kazandığı birçok altın madalyanın yanı sıra, Nişan-ı Osmanî ve Sanayi Madalyası, İran Hükümeti tarafından da Altın Şîr-i Hûrşîd Madalyası ile onurlandırılmıştır. Kaliteli ürünlerini, şık ambalajlar içerisinde, zarif etiketlerle sunan Faruki, Avrupa’daki parfümeri firmalarının karşısına bir rakip olarak çıkabilmiştir. Hatta ismini, bir marka olarak lanse edebilmiştir. Firmasının en popüler olduğu yıllarda Sultanhamamı’ndaki dükkanından alışveriş etmek bir ayrıcalık haline gelmiş, nişan, düğün ve benzeri özel günler için hediyenin Faruki’nin dükkanından alınması halk nazarında önemsenir olmuştu. Yabancı mallar tarafından neredeyse işgal edilmiş İstanbul’da bu çok önemli bir gelişmedir. Müessese çok geçmeden İran, Hindistan, Batavya ve Japonya’dan gelen siparişleri karşılamaya başlar. İç pazarda kendine bir yer edinebilmenin ötesinde ihracat yapabilen bir müessese haline gelmiştir. Ahmet Faruki, müessesesinin daha ilk yıllarından başlayarak çeşitli dergi ve gazetelere yerli üreticiyi teşvik edici, cesaretlendirici yazılar yazmış, tüketici kesime ise, alışverişlerinde yerli müstahzarları tercih etmelerinin ülke iktisadiyadı için önemini vurgulamıştır. Hanımlara Mahsus Gazete’nin 1312 tarihli bir nüshasında1 ‘Beyaz Kamelya Pudrası’ adında bir müstahzarı imale başlayan bir askeri hekimin ürününü övdükten sonra, hanımlara bu pudrayı satın almaya çağrıda bulunur: “Memleketimizde sarf olunan pudralar için her sene Avrupa’ya ne kadar liralar gönderdiğimizi hesap edecek olsak akıllara hayret verir. “Medenileşmekte olan bir cemiyetin her türlü ihtiyaçlarını kendi memleketi dahilinden tedarik etmesi ve hazırlamaya çalışması öncelikli ödevlerinden olup, diğer milletlerin bu yolda ne derece gayret sarf ettikleri ve çalıştıklarını her gün görüp işitiyoruz. Bir pudra için bu kadar söz söylüyor diye beni gevezelikle itham etmemelerini görüş sahiplerinden istirham eylerim. Bu gün en ehemmiyetsiz görünen bir şey, yarın pek büyük şeylerin icat ve keşfine sebep olabilir. “Bir Ömer efendinin pudra yapıp satarak pek çok para kazandığını gören Ali efendi başka bir şey imaline, onu gören Hasan efendi de daha mühim şeyler icadına çalışarak memleketin sanayi ve ticaretini ilerletir ve genişletir, -ulu padişahın desteklemesi sayesinde- osmanlıların her türlü sanayi ve ticarete kabiliyetleri olduğu, rekabette ortaya çıkar. Sanayi ve ticareti, himaye ve teşvikle ilerlemesini sağlamaya erkeklerden ziyade hanımlarımızın hevesli oldukları tecrübe ile sabit olup, bilhassa kendileri için yapılmış olan işbu kamelya pudrasına fevkalade rağbet göstereceklerine ümidimiz tamdır” dedikten sonra, Beyaz Kamelya Pudrası’na her bakımdan ‘kefil’ olduğunu duyurur. Kendisi dışındaki bir Osmanlı üreticisinin ürününe kefil olması, Osmanlı sanayi ve ticaretinin ilerlemesini önemsemesinin yanısıra bazı sağlığa zararlı ıtriyata karşı dikkatli olduğunu da gösteriyor: “Avrupa’dan gelen saç boyalarının - bir zaman moda olan sarı boyaların- bazı hanımların gözlerine ve bazılarının kulaklarına zararlı olduğunu bizzat gözlediğim için bu boyaları satmayı ve onlardan elde edeceğim kazancı kat’i surette terk ederek, bu boyaların zararlarını ve bunları kullanmaktan kaçınmalarını tanıdığım hanımlara arz ve ihtardan geri kalmadım.”2 Amerikalı bir kadının ürettiği bir güzellik kreminin ithalatını eleştirirken, Osmanlı kadınlarına seslenmeden edemez: “Şark kadınlarının, Avrupa ve Amerikalı hemcinslerinden daha ziyade güzelliğin sırlarına vakıf oldukları cihanın reddedemediği bir şeydir. Fakat bizim kadınlar bilgi ve görgülerinden gelir sağlama hevesinde bulunmadıkları için bilgi ve keşifleri sınırlı bir çevrede kalmıştır.”3
Faruki’nin kozmetik türlerin isimlerini yerli halkın anlayacağı biçimde değiştirmesi ise ticari anlamda dahiyane bir tutumdur. Müslüman halk, dilinin dönmediği eau de cologne’a odikolon derken, o önce, 1 2
Hanımlara Mahsus Gazete. 12 Eylül 1312 Sayı:79
Hanımlara Mahsus Malumat. 31 Ağustos 1895 Sayı:10 3 Hanımlara Mahsus Gazete. 9 Kanun-i Evvel 1320 Sayı:490
Faruki Kolonya Suyu ismiyle halkın karşısına çıkmış, daha sonra bu ismi Faruki Kolonyası ’na dönüştürmüştür.Daha başka bir çok müstahzara da Türkçe adlar takarak, bunların isim babası olmuştur: Zambak suyu (eau de lys), dudaklık (ruj), allık (compakt’lar), kirpik boyası ya da fırçalı sürme (rimel)…Parfümlere ise lavanta adını takmıştır. Avrupa’nın ünlü kokularına karşı Unutma Beni, Cici, Meltem, Şebnem isimli kokular tertip etmiştir. Ürünlerine isim verirken hep belirli bir tavır sergilemiştir: “Bu kreme bir isim bulmak özellikle beni epey düşündürdü. Gerçi, ticari ve sanayi ürünlerde -icabına göre- şark ve garbdan aktarma yapmak alışkanlığım ise de milli adab ve lisan kuralları hususunda biraz mutaassıp olduğumdan inceliğe uygun olmayan bir takım parlak isimleri kullanmaktan sakındığım gibi, mesela fen adamı arkadaşlarımızdan Edhem Pertev Bey gibi, ‘Krem Faruki’ isimli bir tuhaf terkibi de müstahzarıma kabul etmeye gönlüm razı olmadığından, ‘Gül Kaymağı’ adını vererek, çıkarttığım müstahzarata ilave ve bu seneye mahsus olmak üzere güzelliklere düşkün memlekete yeni açılmış bir çiçek daha ithaf ettim.”4 Çalışmalarında yüzü tamamen batıya dönük değildir Faruki’nin… Müstahzarlarını hazırlarken eski şark terkipleriyle yeni icat edilen kozmetik maddeleri birarada kullanmayı yeğlediğini vurgular.Bu yüzden yaşlı, ama güzeliklerini korumuş hanımlarla konuşur, onların sırlarını defterine kaydeder ve yeri geldiğinde bunlardan yararlanır.
Müessesesi, aynı zamanda tuhafiye ve manifatura ihtiyaçlarının karşılanabildiği bir mağaza idi. Sultanhamam’daki bu mağazada sergilenmekte olan madalya ve diplomalar, işgal yıllarında yaşanan bir yangın sırasında ne yazık ki yok olmuştur. Ahmet Faruki’nin girişimciliği, yalnız parfümeri alanıyla sınırlı kalmamıştır. Osmanlı’nın ilk otobüs şirketini o kurmuştur. Birinci Dünya Savaşı yıllarında müsadere edilinceye kadar otobüslerini İstanbul’da işletmeyi sürdürmüştür. Aybala Yentürk – Nejat Yentürk Kolleksiyonundan
Ayrıca ‘Müşkat’ çıkartmıştır.
ismindeki
gazetesini
jurnal
edilinceye
dek
Abdülhamid’in son yılları ile İkinci Meşrutiyet devrinin bu namlı iş adamının işleri Meşrutiyet’ten sonra bir ara aksamış, bu yüzden işlerini küçültmeye mecbur kalmış, yine Sultanhamam’da ‘Cici’ adında küçük bir dükkana çekilmiştir. Cici markalı pudralar, rujlar, losyon ve kolonyalar bu dükkanın ürünleridirler.5 Oğlu Nihal Faruki, Ahmet Faruki’nin 1942 yılındaki vefatından sonra da müessesenin faaliyetlerini devam ettirmiştir. Almanya’nın dünya çapındaki ‘Beiersdorf’ firması ile işbirliği yaparak bu firmanın ünlü Nivea markalı müstahzarlarını ülkemizde üretmeye başlamıştır. Ahmet Faruki’nin sağlığında altın yıllarını yaşamış olan müessese, 1950’li yılların sonuna kadar faaliyetlerini sürdürmüşse de ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır.
4 5
Hanımlara Mahsus Gazete. 9 Kanun-i Evvel 1320 Sayı:490’dan sadeleştirilerek aktarılmıştır Koçu, Reşat Ekrem, İstanbul Ansiklopedisi, Cilt 1., s. 364
Fikir Yongalama Odası
Sadık Yemni Kahverengi Hap Hapı yutma diye argo bir deyim vardır. Olumsuz anlamda kullanılır. İnsan hastalanınca iyileşmek için hapı yutmaz mı? O halde hapı yuttuk denince neden bir şeylerin ters gittiğini düşünürüz? Bizi hap yutacak hale getirecek bir rahatsızlıktır sözü edilen mecaz olarak. Ya da yıllar öncesinden ünlü Matrix filmindeki kırmızı ve mavi haplara bilinci örtülü bir göndermedir. Olur ya! Matrix filmini hepiniz görmüşsünüzdür. Wachowski kardeşlerin 1999’da yeni milenyum öncesi dünyayı sarstıkları film. Konusu filmi görmeyenlerin kulağına bile çalınmıştır bir yerlerde. Tek bir film yeterdi, ama para hırsıyla üç ayrı film yapıldı. Diğer iki bölüm ilkinin tadını veremedi. Çünkü bütün felsefe cephanesi birinci filmde patlatılmış ve tüketilmişti. Matrix üzerine çeşitli yorumlar yapıldı. Filozoflar dış dünya gerçekliğini sorguladılar. Din bilginleri mitolojik terimleri hıristiyanlığın, budizmin ve hıristiyanlığın başlangıcındaki sırları bilen mezheplere gönderme olarak yorumladılar. Bu filmlerin kaçınılmaz olarak iğneleyici, batıcı, alaycı, rahatsız edici ve nüktedan şekilde verilen politik yankıları da mevcuttur. Dünyanın nasıl yönetildiğini açımlamaktadırlar.
Filmin konusu özetle şöyledir: Bilgisayar hackerı Thomas Anderson dünyada sıradan bir yaşam sürmekte ve 1999 yılında yaşadığını sanmaktadır. Gizemli Morpheus’la tanışınca gerçeğin farklı olduğunu fikrine toslar. Aslında 200 yıl ötededirler ve akıllı makineler dünyada kontrolu ele geçirmişlerdir. Bilgisayarlar 20. yüzyılın sahte bir kopyasını oluşturmuşlardır. Aslında insanlar küçük hücrelerde hapistirler. Bütün bu sahte hayat ve makineler varlıklarını onların ürettiği biyo enerji vasıtasıyla sürdürülebilmektedir. Anderson, Neo yani Yeni lakabıyla makinelerin ürettiği insan kılıklı ajan Smithlerle mücadele etmeye başlar. Dünyayı yeniden insanların idaresine kavuşturmaktır amacı. Bu mega bütçeyle üç bölüm halinde gösterilen film çok ilgi gördü. İnsanlar Matrix’in ana öyküsünde ve Anderson’un mücadelesinde neyi ilginç bulmuşlardı? Film tekniği gerçekten harikaydı. Bu tek başına yetmezdi. Bu öyküde bizi çeken neydi? Kırk yıl kadar geriye gidelim.
Ünlü Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem meslekdaşlarından birkaç on yıl önce 1964’te yayımlanan summa techonologiae adlı kitabında Phantomat(benim serbest çevirimle düşomat ya da hayalmatik) adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü.
İnsan böyle bir şeyi arzu eder mi? İster. Tanrım beni baştan yarat arzusunun şarkılara, romanlara ve operalara konu olmuş çok güçlü ve yaygın bir duygu olduğu unutulmasın. Düş otomatı bize sufistlerin daima aradıkları şeyi vermekteydi. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Sonsuza dek sanal bir âlemde varolmak. Uyusam uyanmasam derler sıkıntıda olan kimseler. Bunla ölüp gitmekten çok rüyalara dalıp, hayalmatiğe kapılıp eskisinden çok daha olumlu bir gerçekliğe, daha keyifli, katlanılır bir hayata ulaşma özlemini kastederler. Matrix filminde Anderson böyle bir imkânı kırmızı ve mavi haplar yardımıyla elde edecektir. Uyku tanrısı Morpheus kendisine hapları uzatır. Maviyi alırsa eski mutlu sorunsuz, ama sanal olan hayatına dönecektir. Kırmızı hapı yutarsa gerçekliği adım adım tanıyacak ve insanların yeniden normal hayata kavuşmaları için mücadele edecektir. Tabii ki kırmızı hapı seçer. Neo bir seçilmiştir. Bir tür Mesihtir. Kurtarıcıdır. Matrix yapılmadan önce bu konuları işleyen bazı filmler vardı.
22
Matrix’in yapılabilmesinde etkin olmuşlardır. Bunlardan biri Matrix’ten sadece bir yıl önce gösterime giren The Dark City’dir. Karanlık Şehir adlı öykü Matrix’i izleyicilere hazırlayan en önemli filmdir desek sanırım abartma olmaz. Öyküsü kısaca şöyledir: Filmin kahramanı John Murdock vahşice işlenmiş cinayetlerin katili olarak aranmaktadır, ama hafızasını kaybettiği için hiçbir şey hatırlamamaktadır. Kim olduğunu öğrenmek ve hafızasını yeniden kazanmak için verdiği uğraşlar sonucunda, insanın düşünce yapısının ne olduğunu inceleyip beynine hákim olmak üzere gizli deneyler yürüten yaratıklarla karşılaşır. Bütün şehir, yaşamı sandığı her şey bir simülasyondan ibarettir. Bir diğer film de 13 kat, The Thirteenth Floor’dur. Matrix’le neredeyse aynı zamanda (1999) gösterime girdi. İki bin küsurlu yıllardaki bir bilişim uzmanı 1930’larda geçen bir simülasyon yaratır. Zaman zaman oraya yolculuk yaparak gönül eğler. Yarattığı sanal gerçeklik öyle güçlüdür ki, can verdiği sanal kahramanlar da zekaları sayesinde simülasyonlar yaratırlar. Simülasyonlar niçin büyük bir titizlilikle planlanır? Bu mükemmellik arzusu neyi amaçlamaktadır. Kusursuz bir dünya mümkün müdür? Matrix filminden iyi tanıdığımız ajan Smith bir sahnede şöyle der: “Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.” İnsanın kozaların içindeki enerji kaynağı olarak kullanılması, çalıştırılması yani, Matrix programının hedefi değildi. Hedef mükemmel bir dünya yaratmaktı. Kimbilir kaçıncı kez insanlığın mükemmel bir dünya arayışı hüsranla sonuçlanmakta. Şimdi zamanımıza hepimizin ittifakla kırmızı hap kürü yaptığını düşündüğü anlara bir bakalım. İngiliz felesefecisi John Gray Matrix filminin çağrıştırdığı durumlar üzerine çok güzel bir deneme yazmıştır. Zamanımızı çok iyi gören bu denemeden önemli bulduğum birkaç önermeye bir göz atalım. Şu sıralar politikaya inanç önemli ölçüde yokolmuş ve teknoloji dönüştürülmüş dünya rüyasını tek başına ifade eder hale gelmiştir. Çok az kimse refahın daha adil bölüştürülmesiyle açlık ve fakirliğin bertaraf edileceğine inanmaktadır. Politikayla ne Irak’ın işgalini engelleyebildik, ne de açlık sorununu. Anenevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için yerine video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de walkman ya da MP3. Matrix insanın daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzularının en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı bir rotadır. Matrix kendini sonsuza kadar yenileyebilecek şekilde inşa edilmemiştir. Er ya da geç kader ya da zaman nedeniyle yokolup gidecektir. Matrix üzerine yapılan yorumlardan birinde sistem içinde arıza yaratacak bir kaynağa değinilir. Bu insani serbest iradedir. Kozada yaşayanlar bir sanrı içinde yaşarlar. Ama bir kez bunun sanrı olduğunu keşfederlerse karşı çıkabilirler. Aslında gerçekliğin, problemlerimizin çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur. Matrix filmleri teknolojik sihirin harika bir sanat ürünüdür. Eğer bir mesajları varsa, bu teknolojinin sihir olmadığıdır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez. Matrix filminde Morpheus’un hovercraftındaki asilerden birinin adı Cypher’dır. Zamanla insan ve makine arasıhdaki bitmez tükenmez savaştan yorulmuştur. Bu gerçeği hiç bilmediği, kozasında mutlu hayatını sürdürdüğü anları özlemektedir. Sonunda aşırı yorulur ve ajan Smith’le bir anlaşma yapar. Neo’nun yerini ele verecek, bunun karşılığında sorunsuz eski durumuna, mavi hap yuttuğu zamanlara dönebilecektir. Arkadaşlarına ihanet eder. Çok kayıplar verdirir ve kendi de telef olur gider. Az önce sözünü ettiğim yazar Lem insanların rüyalar âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya tercih edeceklerinden korkmaktaydı.
Bu korkuyu simgeleyen Cypher ihaneti karşılığında sadece eski konumuna dönmeyi isterken, bildiği gerçekliği de tümden unutmak ister. Bu mümkün müdür? Şu anda dünyanın her yerinde kitlesel medya tarafından oluşturulmuş illüzyon içinde yaşamayı seçenler vardır. Bunlar sanıldığı gibi tümden mavi hap yutanlar değildirler. Zamanımızda mavi hap konumunda kalmak iyice zorlaşmıştır. Kitle iletişim araçları bizi yamulmuş, anlamı dönmüş de olsa gerçeklikle bombalarlar. Bu nedenle kursaklarımızdan geçen artık kahverengi bir haptır. Yaşanan illüzyonun gerçek olmadığını, sonsuza kadar devam etmeyeceğini biliriz, ama mış gibi yaparız. Bir sabah mış gibi gerçekliğine uyanacağımızı hayal eder dururuz. Cypherlık yaparak gerçekliği görmezden gelmeye çabalarız. Markalı giysiler, yeni arabalar, hızlı bir bilgisayarla kaçış yolunda tutunmaya çabalarız. Sonra bir an gelir, illüzyon çöker ve kaba gerçeklik acımasızca üzerimize abanır. Başta çevre felaketleri olmak üzere bir çok acil sorun bize kırmızı hap sunmak üzere sırasını beklemektedir. Neolaşmak yani külyutmazlık kaçınılmazdır yani.
Sineoda
Nazan Bilen David’in siyah balonu peşimde Bulantı değil bu, bunaltı. Bun ağacının altı, beni ermek istediğim yerden alıkoymaya çalışan mor elleri akşamın. Arkalarının boş olduğu ve dünyanın orada bittiği hissini veren moda merkezi binaları. David Lynch fimlerinin günü delip hayatıma yansımaları. Tanımlanamayan bazı duygular kendilerini sembollerle çağrıştırıyorlar. Alabildiğine gerçek üstü olmaları yüzünden hayatımın anlamının son noktasını da alıp götürüyorlar. Dört yıldır dışarı baktığım bu pencereden günün ilk bakışı hep bu iki binaya. Sonbahardan bir gün anılardan araklanıp bugüne yapıştırılır. Sen, ben, kırmızı koltuk, alacakaranlık, çürük yaprak şarabı ve David Lynch. Nedir esas anlatılmak istenen? Çözülmesi gereken? Klasik anlamda bir anlatıcı, bir sonuç çözümlemesi yoktur. Alabildiğine gerçek üstü bir zemin ve psikoanalizin kaygan derinliği yanıbaşınızdadır. Kırmızı koltuğum Twin Peaks’deki kırmızı odaya, mavi perdeler Blue Velvet’e, komodinin üzerinde duran ilginç kutu Mullholland Drive’daki gizemli kutuya gönderme yapar. Hiç beklemediğim bir yerden çıkan eski vidyo kasetiyse Lost Highway’e bir yol çizer. Gece yarısı yalnız yürürken rüzgârla birlikte peşime düşen siyah bir balon, bankın birinde otururken yanıma yaklaşıp hiç duymadığım bir sokak ismini soran mor burunlu adam benim hayatımda değil de David’in filmindedir sanki. Yanı başımda bulunan, ama girişinin nerede olduğunu bir türlü bulamadığım, bana daha gerçek gelen bir dünyanın kapısını aralar bir anlığına. Zaten onun filmlerinde deliklerin önemli bir işlevi vardır. Birileri birilerini hep gözetler. Lynch’in filmleriyle karşılıklı etkileşiriz. Rüyamda tanıdığım, çok yakından gördüğüm insanları gerçek yaşamda hiçbir yerden gözüm ısırmazken David Lynch’in filmlerinde karşılaşırım. Rüyamda görüp te gerçekte yakalayamadığım renklere, ortamlara onun filmlerinde dokunurum. Gerçeküstü, film noir, horror, yumuşak pornografi gibi birçok tarzın içiçe geçtiği filmlerini izlerken hiç bitmesin diye dua ederim. Hoş film bittiğinde görüntüler o kadar canlı kalır ki, hafızamda hali hazır ve nazır bir David Lynche sergisi oluşmuştur. Bugünlerde Inland Empire isimli yeni filmi gösterimde. Yönetmen David Lynch Senaryo David Lynch Müzik Angelo Badalamenti Yapim 2006, ABD / Polonya Oyuncular Laura Dern , Jeremy Irons , Harry Dean Stanton , Justin Theroux , Scott Coffey (Jack Rabbit)
25
Kitaplık
Tilki Leman’ın polisiye dosyası: Kendini aklamak yolunda zoraki bir dedektif Metin Çakır… Yazar dostum Sadık Yemni benden her sayı için bir polisiye roman eleştirisi rica ettiğinde bunu nasıl yapacağım üzerinde bayağı düşündüm, çünkü iyi bir polisiye okuru olmak ile onları eleştirmek farklı şeylerdi. Düşünürken, aklıma polisiye romanlarına, bütünsel bir edebiyat eleştirisi getirmek yerine kahramanlarının üzerinden yaklaşmanın bana daha uygun olacağı fikri geldi. Bu fikirden yola çıkarak da aşağıda okuyacağınız ilk polisiye eleştirimi kaleme aldım. İlk konuğum Metin Çakır… Metin Çakır, Armağan Tunaboylu tarafından kaleme alınmış Yıldız Cinayetleri ve Resim Cinayetleri adlı romanların başkahramanı ve bence Türk polisiye edebiyatının en ilginç detektiflerden biri. Kendi mahallesinde küçük çaplı bir muhabbet tellalı (ki kendisi bu süslü laf yerine p…..nk denmesini tercih eder) olan Metin Çakır, alışkın olduğumuz dedektiflere pek benzemiyor. Ne ‘cool’, ne de yakışıklı. Cesur olmadığı gibi aşırı duygusal ve fazlasıyla sulu göz. Üstelik bazen korkudan altına kaçırdığı oluyor. Zaten emekli olmak istemesinin nedeni hayatını değiştirme arzusundan ziyade rakibi Kürdo tarafından şişlenme korkusu. Metin Çakır, ilk roman Yıldız Cinayetleri’nde tam da emekli olmaya karar vermiş, kızlarını rakibi Kürdo’ya devredip bir ev almışken kendini bir anda seri cinayetlerin içinde bulur. Eski kızları birer birer öldürülmektedir ve suç onun üzerine kalmıştır. Hem polis, hem de Kürdo peşindedir. Hangi birinden kaçacağını bilemeyen Metin Çakır’ın kendini aklamak için katilin peşine düşmekten başka çaresi kalmaz ve bol bol dayak yiyerek, sayısız kez ölüm tehlikesi atlatarak sonunda gerçek katilin yakalanmasını sağlar. İkinci roman Resim Cinayetleri’nde bu kez Metin Çakır emeklilikten vazgeçmiş tekrar mesleğini icra etmeye başlamıştır. Ancak bu kez de şansı yaver gitmez yine bir takım cinayetler işlenir ve suç onun üzerine kalır. “Anlaşılan galerici kadının cinayetini bana yıkacaklardı, ressamınkini de. Bu arada Asım Ağbi, zaman bulup da çözemediği birkaç cinayeti de bana kakalardı. Önümüzdeki yüz yıl boyunca parkın ön cephesi benden mahrum kalacaktı.”( Resim Cinayetleri, sayfa 44) Zoraki dedektifimizin yaşadığı mahalle de kendisi gibi birbirinden ilginç tiplerle doludur: “… bütün mahalle hırsız, nursuz, dolandırıcı, fahişe, pezevenk, lubinya, nonoş, kulampara, kapkaççı, tinerci, balici, mukleci, kalk gidelimci, manitacı, kelebekçi, gaftici, otel faresi ve yankesicilerden oluşurdu.” Kendine özgü esprili bir anlatımı ve farklı bir gözlem yeteneği vardır Metin Çakır’ın. Zaten atıldığı maceraların bu kadar keyifle okunmasının sırrı kesinlikle onun anlatımında saklı: “Kapıdan girdiğimde Niko, her zamanki yerindeydi, barın ardında. Ağzında her zamanki gibi bir sigara tüttürüyordu. Bu sigara masallardaki bitmeyen paralar gibiydi. Her zaman aynı uzunlukta. Niko bu sigarayı ne zaman bitirir, ne zaman atar, ne zaman yenisini yakıp bu uzunluğa getirir kimse yakalayamamıştı.” (Yıldız Cinayetleri, sayfa 37)
26
“Ressamla röportaj yapanın konuşmalarından bir bok anlamıyordum ama arkadaşım televizyondaydı ulan. Meşhur olmuştu. Duygulanmaya başladım. Gözlerim yaşarmaya başladı. Ressam “akrilik” deyince bir damla süzüldü gözlerimden. Palet diyor, guaj diyor, gözlerim çeşme olup akıyordu. Kahvenin en önünde sırtım herkese dönüktü. Ağladığımı fark ederlerse, yarın parkın arka tarafında travesti satan Celil’in malı olurdum, beni satardı. Acımasız bir dünya parçasıydı burası, aynı her yer gibi.” (Resim Cinayetleri, sayfa 30-31) Yaşadığı dünyanın bir dolu kuralı vardır ve Metin Çakır bunları önemser. Sıkı falçata kullanıcısı yasa dışı kahramanımız Metin Çakır’ın sevgi/saygı/korku karışımı duygular beslediği komiser Asım Ağbi ise polisiye edebiyatının bence kültleşmeye en aday komiseri. Hatta daha ileri giderek böylesine bir karizma bugüne kadar hiçbir polisiye roman kahramanında görülmemiştir diyebilirim: “Asım Ağbi “hadi oradan” der gibi bakıyordu. Asım Ağbi her zaman aynı biçimde bakardı. Tek kas oynamazdı yüzünde ama siz ondan çok farklı anlamlar çıkarırdınız. Anlam çıkarmaya devam ettim.” (Yıldız Cinayetleri, sayfa15) “Vazgeçip Asım Ağbi’nin direkt numarasını tuşladım. Mahallede herkes bu numarayı ezbere bilirdi. Bazen kafa yapmak için piç kuruları çevirir, daha ahizeyi yerine asmadan Asım Ağbi’yi karşılarında görürlerdi. Kaç kişi altına sıçmıştı korkudan. İlk çalışta açtı canım ağbim. Açtı ama bir alo bile demedi. Aldırmadım, hep böyle yapardı.” ( Yıldız Cinayetleri, sayfa 47 ) Asım Ağbi bir efsanedir hem de sadece Metin Çakır için değil tüm mahalleli için: “Ben de “burada ne işim var ki? Ben suçsuzum” der gibi bakmaya çalıştım ama olmadı. Asım Ağbi’nin gözlerine iki saniyeden fazla bakmak imkansızdır, mahallede beş saniye baktıktan sonra çarpılanların olduğu yemin billah edilerek anlatılırdı.” ( Yıldız Cinayetleri, sayfa13) Yine bir başka Asım Ağbi efsanesi de şöyledir: “Asım Ağbi, mahalle halkını kendilerinden iyi tanırdı, hangi hırsız nereyi soyacak bilirdi. Hatta bir Asım Ağbi efsanesine göre, papiklenmiş bir hırsızcık bir eve dalar. İçerde Asım Ağbi onu beklemektedir. “ Beş dakika geç kaldın” der kelepçeyi geçirirken. Hırsızcık bir daha papiklenmeye tövbe eder.” ( Resim Cinayetleri, sayfa15) ******** Metin Çakır’ın aykırılığı, fakat aynı ölçüde insana özgü eksikliklerle donatılmış sıradanlığı ile Türk polisiye edebiyatının en sıkı karakterlerinden biri olduğunu düşünüyorum. Ancak takıldığım birkaç noktayı belirtmeden de geçemeyeceğim. Kahramanımız birçok açıdan çok cahildir. O kadar ki bir CD’yi güneşe tutarak içini görmeye çalışır. Ya da “blöf” kelimesi ne anlama gelir bilmez. Bununla birlikte bir yerde “nanosaniye” lafını kullanır ya da idrarından DNA testi yapılabileceğinden korkar. Fakat yine de bütün bunlar benim Metin Çakır’ın polisiye edebiyatımızın en özgün kahramanlarından biri olduğunu düşünmeme engel değil. Bence eğer okumadıysanız Yıldız Cinayetleri ve Resim Cinayetleri romanlarını mutlaka okuyun. Gerçek hayatta asla karşılaşmak istemeyeceğiniz Metin Çakır’ı dedektif olarak siz de seveceksiniz. Bir sonraki sayıya kadar sevgiyle kalın…
Karanl覺k Oda
P覺nar Gedik繹zer
28
Kısa Kısa
Birlikte Yaşama Sanatı Mevlana hoşgörü yılı nedeniyle Hollanda Türk Yazarlar Kulübü, HTYK’nin düzenlediği kompozisyon yarışmasına olan katılımı artırmak için başvuru süresini uzatıldı. Kompozisyon Yarışması 2007 yılı bildiğiniz gibi Unesco kararıyla Mevlana yılı seçildi. Bu nedenle Türkevi önderliğindeki Mevlana yılı kutlama komitesinde yer alan Hollanda Türk Yazarlar kulübü H.T.Y.K para ödüllü bir kompozisyon yarışması düzenledi. Konusu insanlığın şu anda en çok gereksinmesi olduğu haslet. Birlikte Yaşama Sanatı Birincilik ödülü 500 euro İkincilik ödülü 300 euro Üçüncülük ödülü 200 euro Beş kişiye de 50 euro değerinde özendirme ödülü verilecektir. 01 Şubat 2007 tarihinden itibaren kompozisyonlarınızı bize yollayabilirsiniz. Son katılım tarihi 01 Ekim 2007’dir. Katılım şartları şöyledir: * 16 yaşından büyük olmak. * Avrupa’daki(şimdilik Türkiye hariç) herhangi bir ülkede sürekli oturuyor olmak. * Türkçe olarak yazmak. * Metinlerin 400 kelimeden az, 1200 kelimeden fazla olmaması. * Genel gramer ve yazım kurallarına uygun olmayan özensiz metinler (ı,ç,ğ,ş, ü,ö’lere dikkat lütfen) yarışmaya dahil edilmeyecektir. * Jüri birinciliğe değer bir metnin yokluğunda bu ödülü askıya alabilir. HTYK ve Mevlana Etkinlikleri Komitesi olarak hepinize bol esinler ve başarılar diliyoruz. Yazışma adresi: S.Yemni Pres. Brandstr.320 1091 WS Amsterdam HOLLAND htyk@yemni.nl www.sadikyemni.net 00.31.20.6650582 www.mevlana800.info
Türkevi & UETD Duyurusu: VI. Avrupa Türkçe Süreli Yayınlar Sempozyumu 9 Haziran 2007 – Amsterdam - HOLLANDA 50. Kuruluş Yıldönümünde “Avrupa Birliği, Türkler ve Siyasi Katılım” Türkevi Dergisi girişimi, TİKA ve UETD’nin destekleriyle Doğu ve Batı Avrupa’da yayınlanmakta olan Türkçe süreli yayınların temsilcileri ve Türk kökenli siyasetçilerin katılacağı 6. AVRUPA TÜRKÇE SÜRELİ YAYINLAR SEMPOZYUMU 9 Haziran 2007 tarihinde Hollanda'da yapılacaktır. 6. Sempozyumda 50. Kuruluş Yıldönümünde Avrupa Birliği, Türkler ve Siyasi Katılım çerçevesinde ele alınacak bazı konular şöyledir: • • • •
Avrupa Entegrasyonu ve Çoğulculuk(diversity) Siyasi Katılım ve Göçmenler / Azınlıklar (göçmenlerin seçimlere katılımı ve temsili) Sosyal Sermeya ve Sivil Toplum Hareketleri (Ortak çalışma ve Avrupa projeleri) Avrupa Entegrasyonu, Çifte Loyalite ve Türkler
Sempozyuma başta Hollanda'daki Türkçe süreli yayın temsilcileri ve Türk kökenli siyasetçiler olmak üzere, Almanya, Fransa, Belçika, İngiltere, Romanya, Kosova, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya, Moldova, Avusturya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Danimarka ve İsrail’de Türkçe süreli yayınların kendi alanlarında temayüz etmiş ve saygınlık kazanmış yazar, editör ve yayıncıları ve Türk kökenli siyasetçiler davet edilecektir. Sempozyuma katılmanız bizi onurlandıracak, artık bir gelenek haline gelen Avrupa Türkçe Süreli Yayınlar Sempozyumu’ndaki katkılarınız ve alınacak kararlar geleceğe yönelik sürdürülebilir ilişkiler ve işbirliklerinin gelişmesine öncelik edecektir. Sempozyum programı ve diğer açıklamalar 1 Haziran tarihinde tarafınıza iletilecektir. Ajandanıza sempozyum tarihini şimdiden not etmenizi diliyor, sempozyumda buluşmayı ümit ediyoruz. Sempozyuma katılmak isteyenler müracaatlarını info@turkevi.nl veya info@uetd.nl adresine bildirebilirler. SEMPOZYUM TERTİP KOMİTESİ Hülya Emin (Yunanistan) Mustafa Köker (İngiltere) Burhanettin Carlak (Hollanda) Murat Erpuyan (Fransa) Murtaza Sulooca (Makedonya) Mehmet Bütüç (Kosova) Lale Uğur (Türkiye) Todor Zanet (Moldova)
Gökkubbe Altında Sevgiyi Yaşamak Yeni Osmanlılar Derneği 20 Mayıs 2007 tarihinde Zaandam Zaantheater da, Türkevi’yle ortaklaşa ‘’Gökkubbe Altında Birlikte Yaşamak ‘’ isimli bir sempozyum organize etti. Osmanlı Kültür ve Sanatı hakkında yapılan konuşmaların yanısıra ziyaretçilere tiyatro, müzik ve şiir dinletileri sunuldu
30