ODA Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi
1
Editörden
33
Bir yılı devirirken
2
Öykü Odası
‘Akbabanın bugünleri’ ve ‘Bölünmüş imgeler otobanı’
35
Nazan Bilen, İsmail Polat, Ezgi Gürçay, Mesut Balık, Mustafa Toga, İbrahim Eroğlu, Sadık Yemni, Nazım Fırat, Cansu Aksu ve Gülay Kaya’dan 10 adet öykü
26
Hollanda’nın Yazarları
Sineoda Karanlık Oda Efe Babacan’dan dünyanın öbür ucundan düğün fotoğrafları tecrübeleri
38
Kitap Biti John Gray – Küresel Yanılgılar
Şair, öykücü, çocuk romancısı: Haydar Eroğlu
27
Şiir Odası
39
Fikir Yongalama
40
Dünyayı saran sanal yaşam furyası: Second Life
Haydar Eroğlu, Ezgi Gürçay, Ali Şerik, Handan Kalsın’dan şiirler
29
Sadık Yemni’den de bir cumhuriyet: Hrönir Cumhuriyeti
Sanal Oda Haberler Bizden ve bizim kulağımıza gelen haberler
İkinci Yıla Adım
Sevgili ODA Edebiyat ve Fikir Yonga dergisi okurları yedinci sayıyla ikinci yılımıza adım atmış bulunmaktayız. Özellikle genç yetenekleri teşvik etmek amacıyla çıkardığımız dergimiz bu sayıda da değişik alanlardaki yazılarla dopdulu. Yaratıcı cümbüşlülükle dolu dergi evimizde ilk olarak Öykü Odasının kapısını tıklatalım. Bu sayıda tam 10 adet öykümüz var. İsmail Polat’tan İki Sefer Kaybolan Ev, İbrahim Eroğlu’ndan Bir Yabancı Öğretmenin Anıları, Mustafa Toga’dan Yağlı Kuyruk, Mesut Balık’tan Yolculuk, Sadık Yemni’den Bakış Ressamı, Gülay Kaya’dan Ölümün Bekleme Odası, Nazan Bilen’den Benim Annem Başka Gezegende, Ezgi Gürçay’dan Yaşam Kırıntıları, Nazım Fırat’dan Pas ve Cansu Aksu’dan KÜÇÜK ayrıntılar ve büyük AYRINTILAR. Şiir odamızda lir ve ik konseri var. Ezgi Gürçay Bayağılaşma, Ali Şerik Tohum, Haydar Eroğlu Lahey Şiirleri ve Handan Kalsın Varsa Bir Fincan İlham Perisi, Uykuyla öpüşme, Ortalık Gene Adam şiirlerini duvar kağıdı yapmışlar sağolsunlar. Sineoda kendine yeni bir yazar bulmuş. Can Çelebi’nin güçlü irdelemesiyle Atonement(Kefaret) adlı filmi görülecekler ilk on listenizin en tepesine yazacaksınız.
Kitap Biti bu ay John Gray’in Küresel Yanılgılar adlı kitabını ele aldı. Küresel doğruları bulmada yararlı olacak bir yapıt. Atilla İpek bir yazı insanı portresinde bu ay şair ve aşıklar yetiştiren bir aileden gelen lahey’li şair Haydar Eroğlu’yu tanıtıyor. Fikir Yongalama yazısı Sadık Yemni’den. Borges’e ithaf edilen Dünya Hrönir Cumhuriyeti adlı deneme alternatif bir küreselleşme modeli sunuyor belki de fantastik bir üslupla. Sanal odada İmdat Kaymaz bizlerle İkinci Hayat adlı incelemesini paylaşıyor.
Efe Babacan fotoğraf ve sözü bir araya getiren karanlık oda tarzıyla ilk kez aramıza katılıyor.
Amsterdam bir ilke imza atmaya hazırlanıyor. Platform dergisi ve Hrönir yazısının sahibi birlikte Mayıs ayında Yazarlık Atölyesi başlatıyorlar. Bu arada bir buçuk yıldır faaliyette bulunan Amsterdam Fikir yongalama (Filocafe) etkinlikleri sürüyor. ODA vakfı Diyalog Akademisi ile işbirliği yaparak Rotterdam’da Ayın Düşünürü programına devam ediyorlar. Bir sonraki sayıda buluşmak üzere.
1
bir süreliğine firketeyle tutturmak da Meral’in göreviydi. “Benim söylemek isteyip bir türlü ÖYKÜ ODASI anlatamadığım şeyleri ne güzel ifade ediyorsun küçük karıcığım,” derdi Orhan. İzlenilecek filmleri, Nazan Bilen gidilecek restoranları Meral seçer, varoluş kuramlarını Meral inceler, Orhan dinin bile hazır Benim annem başka bir gezegende yenilip yutulur biçimine tav olurdu, ta ki Meral elinde yeni bir teori Orhan’ı, kötü günler için alınmış bir arsa gibi davrandığı, hiç beslemediği, iletişim “Hayır efendim, Anunakilere bir köle de ben kurmadığı, tanrısından koparana kadar... doğuramam!” diye bağırdı Meral mutfaktan. Elindeki Arasıra Asperger sendromundan muzdarip fincanı kahve makinasına yerleştirip, yanıp olduğundan şüphelendiği, bilgisayarından ve sönmekte olan kırmızı düğmeye bastı. Bir elinde kestane şekerinden başka gerçek dostu olmayan, üzerinde dumanı tütmekte olan kahve fincanı, diğer yılda iki kez anne ve babasını görmeden yapamayan eliyle hafifçe karnını sıvazlayarak oturma odasına Orhan gitmiş, yerine bir erkek çocuğa sahip geçti. Kocası sessizce masadaki erimiş mum olmaktan başka hiçbir şey düşünmeyen, işten eve, kırıntılarıyla oynamaktaydı. yemekten sonra da tekrar bilgisayara ve borsaya “Seni anlıyorum, ama gezegenin yarısı zaten dadanan, harıl harıl çalışan bir adam gelmişti. onların kölesi. Hem senin köle dediklerin dünyanın Sadece göbekli değil ensesi kalın, gıdılı bir adam en başarılı ya da en ünlü insanları.” oluvermişti kısa sürede. Meral için bir erkeği erkeksi “Ya da en büyük canileri.” dedi Meral. kılan olmazsa olmazlar listesindeki gırtlağı Kocasının Nibiru’luların hizmetinde olduğunu kaybolmuş yerini yumuşak bir yağ tabakası öğrendikten sonra yaşadığı şoku almıştı. Gün geçtikçe saçları daha bir hatırladı. Başlarda sadece bir hobi dökülüyor, uzun alnı daha bir ortaya sanmıştı. Çalışma odasındaki çıkıyordu. kitaplık rafları Onikinci gezegen, Karısının hâlâ ayaklarına Nibiru, Anunaki, Marduk isimli bakmakta olduğunu gören Doğmadan önce birisi kitaplarla dolup taştıkça evleri Orhan ne yapacağını kocaman bir form üzerinde o de bir bereket sağanağına bilemeyerek, bir ayağını tutulmuştu. Yine de ne kişiyi o kişi yapacak olan diğerinin üzerine koydu. İki kadar ararsa arasın evin şıkların üzerine tıklıyordu korkunç karga diye düşündü hiçbir mahrem yerinde, Meral. Kimbilir hangi leşlere sanki. Bir insanla uzun bir mahremlikle ilgisi olmayan konup kalktılar, hangi plastik, şişirilebilir, süre yaşamak bu aslında cadının gözlerinin içine hermafrodit bir İştar’a karmaşıkmış gibi görünen baktılar. rastlamamıştı. Bu bereket “Yanıma gelsene!” dedi patronların yavaş yavaş yağmurunun ilkokul Orhan çıkarabileceği en öğretmeni olmasa kendi çözülmesine yarıyordu. yumuşak ses, alabileceği en kariyerinin ibresine de bol bol şefkatli halle. yeni mevki üfleyeceği kesindi. Ha “Gel şu konuya bugüne kadar evet, okula direktör olma teklifi olduğundan çok daha ciddi bir gelmişti, ama kabul edilemeyecek şekilde odaklanalım.” kadar sıkıcı bir işti. Meral’in cevap vermesini beklemeden “İnan bana o kadar da kötü değiller. Hem ayağa kalktı, bir elini uzatarak tekrar çağırdı. Bu kötülüğün ne kadar göreceli olduğunu sen de yatak odasına gitme öncesi büründüğü, sayısı biliyorsun,” dedi kocası. oldukça sınırlı hallerinden biriydi. Artık duvarda Ayakları bu şık, sivri ayakkabılar içerisinde ne kocaman bir dünya haritası da asılı değildi, Orhan kadar da büyük görünüyordu. Onunla ilk tanıştığı uzaya açılmıştı. “Ne garip,” diye düşündü, insanın zamanlar çok zevksiz giyinirdi. İki çift ayakkabısı içine hapsolduğu, kalıcı hareket, jest, sözel, görsel, vardı, aynı model, biri siyah biri kahverengi. Giyim önyargı ve bunun gibi daha bir çok şablon vardı. tarzı kahverengi altına, kahverengi ayakkabı, siyah Bunları davranışsal danteller olarak da düşlemek altına siyahtan öteye gitmezdi. Bazen iki çorabının mümkündü. Kombinasyon imkânları bu kadar sınırlı farklı renklerde olduğunu farkettiğinde bu vurdum olabilir miydi? Tanrı bezmiş miydi insanlardan? duymazlığı Meral’in hoşuna bile giderdi. O zamanlar Neden Orhan’dan önce aşık olduğu Hüseyin tıpkı paralel evrenler, görünmezlik konularıyla ilgileniyor, Meral’in babası gibi gülüyor, arkadaşı Fadime, genç yaşta sahip olduğu göbeği büyüme işini halasının sesiyle telefona cevap veriyor, ya da abartmasın diye haftada iki kez squash oynuyordu. Mustafa tanıdığı diğer Mustafa’lar gibi psikopatik Hayır aşk değildi, başka bir şeydi. Duvarına astığı davranışlar sergiliyordu? Belki de yeni bir dantel kocaman dünya haritasının önünde Meral’i duvara örücüye ihtiyaç vardı, kim bilir. Halası, kırk yılllık yapıştırıp, “Bugün hangi ülkede sevişiyoruz?” kocası Beşir’in artık onu değil de horozları tercih demesiydi belki de. Hiç konuşmaması, Meral’in onu etmesinden beri, sabahın köründe elinde hiç düşüncelerini saklamak için kullandığı ketum bir kirletmemeyi başardığı kar beyazı ip ve küçük tığla, kumbara olarak kullanması ya da. İlişkilerindeki iki gözlerine işkence edene kadar dantel içedönük karakteri elindeki dışavurum aletleriyle işleyebiliyorsa, bu tanrı için de zor olmasa gerekti. tersyüz edip, hemen eski hallerine dönmesinler diye
2
Ama tanrı Anunakilere “Hadi dağılın ve üreyin” yerine “Hadi uçun, konun ve yaratın,” demişse ne olacaktı? Orhan’a baktı. Gizlisi saklısı kalmamıştı. Çıplakken penisinin nasıl durduğunu, hangi beninin neresinde olduğunu, nasıl yemek yediğini, günün hangi saatlerinde büyüğünü, ne zaman küçüğünü yaptığını ezberlemişti Meral. “Aynen öyle sevgilim,” dedi Orhan, “Bu yüzden seni aldatmayı hiç düşünmedim. Çünkü bir sonrakinin de çözülmesi, katmanlarının sığlaşması sadece zamana bağlıydı.” “Şimdi de düşünce okuma programı mı yüklediler sana?” dedi Meral, elinde olmayarak Orhan’ın annesinin aldığı, kendisinin nefret ettiği, evdeki hiçbir mobilyanın kabullenemediği, bu yüzden de yerde duran Kütahya çinisi vazoyu tutup duvara fırlattı.
kalkamayacak kadar ağırlaşmıştı. Orhan sırtını döndü, bir anda bütün vücudu irili ufaklı et topcukları halinde yere yığıldı. Her bir top anında kıpırdamaya başladı, ardından da bir patlama geçirdi, ortalığı gökkuşağı renklerinde bir duman kapladı. Birkaç saniye sonra dumanların arasından Meral’in inanılmaz çekici bulduğu Gary Oldman’ın oynadığı, Drakula filmindeki haline benzeyen bir tip çıkıverdi. “Adım Enki, kitabım kayıp, ama sizi affettim. Benimle dans eder misiniz?” diye sordu. Kendisine boş gözlerle bakan Meral’e:” Gör beni!” dedi tıpkı Gary’nin Mina’ya söylediği gibi. Birazdan elimi kalbine götürüp, “There is no life in this body,” derse kesin dayanamam, belden aşağım çatallanır diye düşündü Meral. “Bu bedende senin anladığın biçimde bir can yok zaten.” dedi Enki. *
“Ben annemin ruhunun nerede olduğunu biliyorum,” dedi beş yaşındaki Anuş. “Senin annen yok ki,” dedi Geflet çukulata sürülmüş ekmeğinden bir ısırık daha alırken. “Benim annem başka bir gezegende, o artık bir uzaylı,” “Öğretmenim Anuş aptal mı?” “Neden?” “İnsanların ölünce cennete değil de başka bir gezegene gideceklerine inanıyor da ondan.” “Bence artık önünüzdekileri bitirip ellerinizi ve ağzınızı temizleyin. Birazdan ders başlayacak.” *
Meral elindeki 2012 üzerine Atman’la muhabbet isimli kitabı bırakıp, önünde duran kasedeki küçük, yuvarlak, renkli çukulataları avuçladı. Dişleri bir ambulans gibi yardımına yetişti ve hatur hutur ezdiği, renkli bulamaç karnındaki bebeğin üzerinde duran midesine indi. Mide bulamacı pek hoş karşılamadı, turşu isterim turşu diye bağırarak Meral’e tuvaletin yolunu tutturdu. Renkli bulamaç şimdi klozetin içindeydi. Sifonu çekip banyoya gitti. Fayansların ve lambanın beyaz ışığı altında her gün biraz daha yitirdiğini gördüğü çekiciliğine vahlandı. Karın çeperine içten inen bir tekmeyle irkildi, hemen ellerini karnına götürdü, sakince okşadığı bu yuvarlağa gülümseyerek: “Senin için her şeyim feda,” dedi yüksek sesle, “Güzelliğim bile.” Tekrar çalışma odasına gitti, koltuğa uzanıp üzerini ince bir pikeyle örttü. Orhan’ın gelmesine daha çok vardı. Kitabı tekrar eline aldı. Orhan için aldığı kitapların da çoğunu kendisi okurdu, lakin bu Atman muhabbeti pek sarmamıştı. Masanın üzerinde duran başka bir kitaba uzandı. Uzaylılar aramızdaydı, – değillerse bile – bir gün mutlaka geri döneceklerdi. O zamana kadar dünyada yarı insan yarı uzaylı nüfus ne kadar artarsa o kadar iyiydi yani. Böylece düşmancıl olma ihtimalleri de azaltılmış oluyordu. Ölümden sonrasıyla ilgili haberler de vardı. İnsanlar ölünce başka bir gezegene gidiyorlar, orada tekrar hayat denen bir yolda adım adım yürüyorlardı. Her gezegende
Orhan hiç kızmışa benzemiyordu. İnce dudaklarında hain bir gülümseme belirdi. Meral bu gülümsemeyi hiç görmemişti, tanrı anında başlamıştı dantel örmeye, şıkları baştan belli formlar hikayeydi. Meral’in hiç duymadığı kadim bir dilde, kadim bir sesle konuşmaya başladı. Ağızdan çıkan kelimelere kilden bir tablete olduğu gibi hali hazır karbon testi uygulayamazdı ama, üç kulfuallah bir elhamdan da daha eski bir dille karşı karşıya olduğunu hemen anladı. Karnı ağrımaya, nefesi daralmaya başlamıştı. Daha fazla ayakta duramayacağını anlayıp kendisini koltuğa bıraktı. Normalde küçük karısının üzerine titreyen Orhan bu sahneden etkilenmemişti. Bir şaman dansını andıran hareketlerle tepinmekteydi. Gömlek düğmeleri patlayıp önüne top şeklinde kıllı bir et parçası düştü. Daha sonra gıdığından da küçük bir parça önce mükemmel bir yuvarlak halini aldı, sonra o da pat diye yere düştü. Meral oturduğu yerden
3
gerçekleşen ölüm buradakinden farklıydı. Her ölümde bir şeyler yitiririlirken, bir şeyler de kazanılıyordu. Çark-ı tekerrürde, ebedi tefekkür yani. Yirmi yedinci sayfada kitap elinden düştü, gözleri kapandı. Bebeğiyle birlikte uykuya daldı. Dışarıdaki tek ses üç kere hav, hav, havdan ibaretti. Sonrasını duymadı.
yürüdü. İnce dudaklarını öpmek ister gibi büzerken ayağı terliğe takıldı. Düşmemek için portmantonun askılığına tutundu. Meral birkaç adım geri çekildi. Bu adamdan da, ince dudaklarından da, gıdığından da bir anlığına tiksindi, midesi bulanır gibi oldu, hafifçe yüzünü buruşturdu. “Ne oldu, benden tiksiniyor musun?” diye sordu Orhan. Burnundan nefret ve ironi soluyor, ağzı içki kokuyordu. Meral’in davul gibi şiş karnına diktiği gözlerini çekip, yüzüne baktı. Yanında duran torbadan yeni aldığı bir oyuncak çıkardı. Yuvarlak, yassı bir uzay gemisiydi. “Çok yakında Meral’cim,” dedi işaret parmağını tehditkârca sallayarak, “Çok yakında başka bir gezegene gidiyorsun.”
* “Hangi hastalığa yakalanmak istersiniz?” diye sordu beyaz gömlekli adam. Boynunda stetoskop yoktu. Bu soruyu bir yerden hatırlıyordu Meral. Yattığı yerden gözleri odayı tararken, bir hastalık ismi arıyordu. Tam karşısında duran rafta cam kavanozların içinde kurutulmuş bitkiler vardı. Camekânlı dolaptaki envai çeşitde cam şişeler tek renk ya da birbirine karışmayan iki renkten oluşan sıvılarla doluydu. Tepesinde göz alıcı bir lamba korkutmak istercesine, sanki güç kullanır gibi yanıyordu. Bir dişçi koltuğuna daha çok benzeyen yerinden tekrar şifacıya baktığında, adam sabırla: “Hangi hastalığa yakalanmak istersiniz diye sormuştum?” “Unutulma hastalığına,” dedi. “Atın beni letarjinin kollarına, unutun,” Çok bitkindi, sesi kısık radyodaki piano konçertosunun her bir notası gelip gözkapaklarının üzerine konuyormuş gibi ağırlaştı. Karnındaki şişliğe son bir kez bakıp derin bir uykuya daldı. *
“Hello, good morning, how are you?” dedi Orhan’ın cılız bir erkek çocuğunu andıran sekreteri. Orhan on dakika önce çıkmıştı. “Gamma isimli bir alet-edavat dükkânına galiba,” dedi hatırlayınca. Meral arkasını dönüp kıza teşekkür etti. Onüçüncü kattan asansörle inerken Orhan’ı cepten aradı. Her zaman kullandığı telefonuydu, ama şimdi ne hikmetse çekmiyordu. Orhan bugün buluşacaklarını unutmuş olmalıydı. Bazen önceden kararlaştırır, Meral öğle yemeği arası için gelir, buradaki alışveriş merkezindeki küçük restoranlardan birinde krep yerlerdi. Binanın dışına çıkıp Orhan’ı tekrar aradı, yanıt yine: “Aradığınız numaraya ulaşılamıyordu.” Karnını taşımaktan yorulan belini avutmak istercesine sıvazlayıp, sürekli omzundan düşen çantasını eline aldı. Krep yemeye yalnız gidecekti, mazallah aşerdiği şeyi yemezse çocuk bir yeri eksik meksik doğardı. Bunu aklından geçirir geçirmez kendisiyle alay etti. *
Bu saatte alışık olmadığı zil sesiyle koltuktan fırlayan Meral, yalnız olduğunu o anda farketti. Yine televizyonun sesini kısmış, elinde okunması kolay bir uykudan önce kitabıyla şartellerini kapatmıştı. “Orhan sarhoşsun sen!” dedi, kocası ceketini çıkarırken, “Hem anahtarın yok mu senin, geç kaldığın yetmiyor gibi, bir de beni uyandırıyorsun.” “Eskiden geç kaldığımda gözüne uyku girmezdi hayatım,” dedi Orhan, yalpalayarak Meral’e doğru
4
İsmail Polat
Karısına hemen çalıştığı yerde bir iş buldu. Şimdi sabahları birlikte gidip akşam birlikte evlerine geliyorlardı. Osman’a ev çıktığında evin etrafı, konteynırlarla, vinçlerle, kamyonlar, kompresörlerle doluydu. Aynı zamanda parke taşları, demirler, yağ bidonları, kumlar çakıllar evin çevresindeki sokaklarına yığmışlardı. Osman ve karısı istasyondan otobüse biniyorlardı. O inşaat malzemelerini gördüklerinde evlerinin yerini bilerek otobüsten iniyorlardı. Bu inşaat malzemelerinin neden orada olduğunu hiç sormamış ve üzerine hiç te düşünmemişlerdi. Gerek de yoktu. Onlar için evleri de, adresleri de o yığılmış malzemelerdi.
İki Sefer Kaybolan Ev
Osman bir ara çok kötü pansiyonlarda barınmak zorunda kaldı. Bazı evlerde kiracı oldu. Eskiden Hollanda’da bir çok evde banyo hiç bulunmazdı. Yıkanma usulleri şöyleydi:Korlardı koca bir leğene suyu. Alırlardı ellerine ufacık bez parçasını. O bez parçasını ıslatıp leğendeki suya batırıp vücutlarını silerlerdi. Bir ailede on kişide olsan da öyle yıkanmalıydın. Çünkü başka alternatif yoktu. Banyo yapma kültürü daha sonraları yaygınlaştı. Daha
Hanımı Safigül her gün şu çocukları da buraya getirelim. Gözüm hep geride kaldı demekteydi. Osman aynı fikirde değildi. Biraz bekleyip buradaki ve Türkiye’deki gelişmeleri izleme taraftarıydı. Türkiye’nin durumu iyiye giderse çocukları hiç getirmeye gerek yoktur diyordu. Anlayışlıydı hanımı.Osman’ın bu dediğine karısı hak vermekteydi.
Safigül, “Dur basma düğmeye, ineceğimiz yer burası değildir.” dedi, ama kapı açılmıştı. Osman ve eşi durakta indiler.
Bir sabah erkenden kalktıklarında her güne nazaran evlerinin önünde daha bir hareketlilik vardı. Çalışan insanlar biraz daha çoğalmış ve değişik bir koşuşturma ile mevcut olan vinçler, konteynırlar bir tarafa çekilmekteydiler.
sonraları evlerin bir gömme dolabına, küçük bir odasına banyolar inşa edilmeye başlandı.
Osman’ın en son kaldığı evin de banyosu yoktu. Daha önceleri kalmış olduğu evde de banyo yoktu, ama şimdiki adamlarla iyi arkadaş olmuştu. Onları uzun uğraşılardan sonra banyo yaptırmaya ikna etti. Banyo yapıldıktan sonra ev halkı çok memnun olmuşlardı. Hayat var be hayat diyorlardı. Bu sefer de banyo bilmeyen insanlar girdikleri banyodan saatlerce çıkmaz olmuşlardı. Banyo yapıldıktan sonra Osman’ın kirasına beş gulden zam yapılmıştı.
Otobüse binip doğruca işlerine gittiler.
Öğlen tatilinde, eşi Osman’a, “Bu akşam ne yiyeceksin. Ne yemek yapayım?” diye sordu.
Osman, “Hele bir akşam olsun eve gidelim de, ne yiyeceğime o zaman karar veririm.” Dedi. “Yok canım şimdiden söyle ne yiyeceğini.”
”Biraz düşünüp de ne yiyeceğimin sana listesini yapayım.” dedi.
Osman’a sonunda ev çıktı. Ailesini yanına getireceğine birkaç kiracı alıp işin hilesine kaçmaya başladı. Kendi kendine ne güzel işte, iki kişi çalışmışım gibi kazanıyorum diye sevinmekteydi.
“Liste çok yorucu ve kalabalık listeden oluşmasın. Senin düşündüğün liste ancak tatil günleri olabilir.” “Tamam canım merak etme.Mesajı anlamışsın. Anladıktan sonra yorulmazsın ancak dinçleşirsin.”
Birkaç ay sonra komşuları bu evde bu kadar adam nasıl kalabilir diye düşündüler. Komşu Hollandalılar Osman’ın o evi satın aldığını biliyorlarmış. Sonra, Osman olsun, kiracılar olsun merdivenlerden inip çıkarken sesli sesli konuşmaları, müzik sesinin fazla açılmasından komşular rahatsız oldular.
Akşama kadar çalıştılar. İşten çıktıkları gibi merkez istasyonunda her gün bindikleri otobüse binip Buitenveldert bölgesindeki evlerine doğru yollandılar.
Köy kökenliydiler ve modern bir şehrin yaşantısına hiç alışmadıkları gibi, alışmak ta istemiyora benziyorlardı.
Otobüs gelip aynı durağa yaklaştıkları sırada Osman otobüsün dur düğmesine bastı.
Safigül, “Dur basma düğmeye, ineceğimiz yer burası değildir.” dedi, ama kapı açılmıştı. Osman ve eşi durakta indiler. “Çok yanlış indik. Bizim evimiz bir durak geride kaldı.”
Müzik sesi, kalabalık olmaları, komşuların rahatsız olması, küçük çocukların uyuyamamaları hiç umurlarında değildi. Zaten o dönemler ev alanların çoğu yanlarına hemen birkaç kiracı almaktaydı. Bu ticari amaçlı oluyordu. Bazı hallerdeyse pansiyon hayatındaki arkadaşını veya yakın bir akrabasını yardım maksatlı da evlerinde barındırdıkları görülmekteydi.
Osman, “Yok karı yok.” dedi. “Bizim ineceğimiz yer daha üç durak ilerdedir.” “Sen de çok ileri gittin ama.? “Sen de hep geri gidiyorsun?
Komşular şikayetçi olunca Osman kiracıları çıkardı. Yaptığı bir istekle hanımı birkaç hafta sonra Hollanda’ya geldi. Çocukları Türkiye’de kalmıştı. Onlar orada okumalıydılar. Şayet başaramazlarsa hemen Hollanda’ya getirecekti.
“Peki düğmeye niye bastın o zaman?”
“Bilmem. Geldik sandım, Ama inşaat falan yok ortada.”
5
Şaşkın şaşkın birbirine baktılar. Daha hareket etmeyen otobüsün şoförü de onlara bakmaktaydı. Kapı kapanmak üzere iken Osman otobüse doğru yürüdüğünde, şoför hemen kapıyı açtı. Şimdi bir durak daha ileriye gidiyorlardı. Yoktu durakları. Çünkü vinçler, kamyonlar, konteynırlar, demirler, kompresörler yoktu. Onlar olmayınca evleri de yoktu.
“Siz erkekler sıkıştığınız zaman dayağa sarılan birer zavallısınız.”
“Sizde adresi bilmemeyi, okumamayı,kendinizi savunmamayı, bilime inanmamayı kadın olduğunuza yamalıyorsunuz.”
Safıgül kocasının çok üstüne gitmemeye karar vermişti. “Ne ise Osman bırak bunları da şu adresi bul.” dedi gönül okşarcasına.
Evlerini bulabilmeleri için muhakkak o inşaat teşkilatını bulmalıydılar. Üç durak sonra indiler otobüsten. Bir o cadde, bir bu cadde aradılar evlerini.
“Ha işte böyle biraz gönlümü okşar gibi konuş.Bu işteyken ne yiyeceksin diye liste istiyordun. O listeyi unutma da,adres benim öteki gömleğimin cebindeydi. Dün akşam gömleği değiştirirken, o gömleğin cebinde çıkarmayı unutmuşum. Aynı zamanda geldiğin günü sana adresi yazıp verdim. Bak hele bir çantana.”
“Kız hanım acaba bizim ev nereye gitti?”
“Herif geze geze çok yoruldum. Üstelik benimle dalga geçme. Bir an önce evi bulmaya çalış.”
Karşılaşmış oldukları insanlara adres sorabilirlerdi, ama evlerinin adreslerini kendileri de bilmiyorlardı.
Safigül baktı çantasına adres madres yoktu. Eşi her ne kadar esprili konuşmuş olsa da, sinirlerinin gerildiğini anlamıştı.
“Yok mu şu adres cebinde?”
“Sen çok yorulmuşsun Osmancığım. Düşünmeyi bırak, biraz kendini topla.”
Osman cüzdanını çıkarıp içine baktı. Hayır, adres madres yoktu cebinde.
“Hanımcığım,nasıl düşünmemeyim. Şimdi acaba çocuklar ne yapıyorlardır? Hep onları düşünüp duruyorum. Keşke onları da birlikte getirseydim.”
“Ulan herif cüzdanın içinde adres mi olur? Bir küçük not defteri alıp önemli şeyleri yazsan olmaz mı? Bu Hollandalı insanların çoğunda öyle küçücük adres veya not defterleri bulunur. Üstelik buranın yerlisi oldukları halde. Sen buranın yabancısısın. Dil bilmiyorsun, adresini bilmiyorsun ben seni ne yapayım.”
“Onlara annen ile baban iyi bakarlar. Sen şimdi yalnız kendini düşün. Çocuklara gelince,onlar biraz çileli büyümeye alışsınlar. Getirmediysek bunları keyfimizden yapmadık. Onların okuyup birer adam olmaları için getirmedik. Eğitimsiz insanların doğal kaynakları ve parası olmuş olsa da onları değerlendirip bir ekmek parası kazanamaz. Fakat eğitimli toplum ve bireylerin doğal kaynakları ile parası da olmamış olsa,gördüğü eğitimle, doğal kaynak olmayan yerde doğal kaynakta yaratır ve ekmek parası kazanabilir.”
“Ne ulan. Hemen ben seni ne yapayım diyorsun. Bilir misin o kelimenin ne kadar ağır olduğunu?” “Bir insan evinin adresini nasıl bilmez? Akşama kadar çalıştık. Geze geze dizlerim kırıldı valla.”
“Sen niye bilmiyorsun peki?” “Ben kadınım. Aynı zaman da Hollanda’ya daha yeni geldim.” “Yeni geldin de, şu kadın olduğun için adresi bilmemen mi lazım. Hanımsan neden şimdi bir dil bilmeyesin. Haydi bakalım bir otele gidip yatalım da oradan yarın birimiz işe gideriz. Birimiz de gelir evi arar buluruz. Herhalde adresler pasaportlarımızda yazılıdır.”
“Kız karı senin dilini yiyeyim. Ne kadar güzel bir kelime söyledin. Bu beni çok mutlu etti. Bunları nereden öğrenmişsin?”
“Çocukların üçü de okula gidiyorlardı. Onları her akşam başıma toplayıp bir şeyler sorup öğreniyordum. Sen beni çok mu bilgisiz sanıyordun?”
“Ulan pasaportlar da evde değil mi?” “Sahi ya.”
“Yok canım. Onu de nerden çıkardın şimdi?”
“Sen yıllardır buradasın daha hiçbir şey öğrenmemişsin.” dedi Safigül durakta bekleyip durmalarına sinirlenerek. Kendini bunu yapmaktan alıkoyamıyordu. “İki kelimeyi bir araya getiremiyorsun.”
Safigül durup ellerini beline koydu. “Ulan herif şimdi insanın tepesini attırma. Bazen çok aptallaşıyorsun.”
“Evet öyle. Aynı senin kadın olduğundan dolayı adresi bilmemen gerektiği gibi.” “Sen onu daha bir sene bozuk plak gibi ağzında dolaştırır durursun.”
“Para kazanıp size gönderdim ya.”
“Biraz az gönderseydin de Hollanda’ca öğrenmiş olsaydın bari.”
“Daha bir ay olmadı Avrupa’ya geldiğin. İlk olarak bana baş kaldırmaya başladın. Böyle gidersen, geleceğin pek te parlak değildir.”
Durakta bunlar konuşurken Osman’ın hanımı yüzünü başka tarafa çevirerek konuşuyordu. Osman’ı da o yöne baktırıyordu. Durağın bir köşesinde on üç ile on dört yaşları arasında bir kız, bir oğlan saatlerdir sarmaş dolaş olmuşlardı.
“Sen kendini kolla da aklını başına topla, yoksa bir gün kendini unutur eve de gelmezsin. “Çok konuştun.Alim Allah seni şu caddede evire çevire benzetirim.”
6
Osman, “Bana göre istasyondan sonra onuncu durakta inecektik.” dedi.
“Bana göre o kadar durak yoktur evimizle istasyon arasında. Belki evimiz bu tarafta değildir. Veya bu taraftan da yanlış otobüse biniyoruz.” “Gel tekrar binip gidelim istasyona.”
Osman bunu söylediği sırada bir otobüs durakta müşteri indiriyordu. Atladılar tekrar otobüse. İstasyona gelene kadar otelde ya da bir tanıdıkta yatma ihtimalini tartışıp durdular. Sabaha kadar evi mi arayacaklardı. O dönemlerde daha aileli göçmenlerin sayısı çok azdı. Birbirini tanıyan aileler vardı. Ama hepsinin durumu aynıydı. Hiç birisi bir ailenin, dostunun adresini yazmıyordu. Bu belki de bir kültür biçimiydi. Hatta bir adres sorarken, adres batıda da olsa o eli ile doğuyu işaret ederek ha bu tarafa gidersen orada bulursun derlerdi.
“Bunların anne ve babaları yok mu? gecenin bu saatinde bu uygunsuz durumda yaptıkları insanlık onurunu zedeler. El haya vel iman.” dedi kadın.
“Böyle genellemeler yapmak çok ayıp olur.” dedi Osman alçak sesle. “Şimdi bizim memleketimizde de böyle şeyler vardır, fakat gizlidir.”
Otobüs ile gelirken aylardır gelip gittikleri yol boyu ağaçları, binaları, ışıkları spor sahalarını gözden geçiriyorlardı. Bu sefer de evlerini bulamazlarsa, bir tanıdıklarına gidip bir geceliğine kalacaklardı. Ya bir de onun adresini de bulmazlarsa ne olacaktı?
“Sus fazla konuşma. Olursa da gizli olsun. Açıkta bir şey yapmak başkalarını da bu işe teşvik etmek ve alıştırmaktır. Sonra şu caddenin ortasında böylesi şeyleri savunmak kadar ayıp bir şey olamaz. Bu bir nevi pornoculuktur.”
Bir durakta indiler.
“Sen şimdi çok sinirlendiğin için tüm sinirini bu gençlerden almak istiyorsun. Günün birinde çocuklarını buraya getirirsen senin çocukların da aynısını öğrenip yapmayacağı ne malum. Bu insanların sayesinde ekmek paramızı kazanıyoruz. Çocuklarımıza para gönderiyoruz da onlar okuyabiliyor.”
Hanımı, “Burası da hiç benzemiyor bizim her gün indiğimiz durağa.” dedi.
Duraktan uzaklaşırken, Osman gençlere bakıp, “Aşka geleceğinden mi korktun yoksa?” dedi manalı,manalı ve “Hele bu kadar aceleci olma. Acele işe şeytan karışır,acele işin tadı olmaz derler ya. Önce ne yapalım edelim evimizi bulalım da sonrasını görüşürüz.”
“Aman her şeyi de onlara bağlamak hatalıdır. Bir insan aptalsa nereye giderse gitsin yine aptal kalır. Ülkeye hizmet vermediklerinden dolayı idareciler hatalılar. Ama Şimdi biz evimizi bulmadık diye onları suçlamamız doğru değil.”
Osman, “Hele biraz yürüyelim belki öylece buluruz evimizi.” Dedi. Kan ter içinde kalmışlardı.
Osman, “Şu bizim idareciler birbiri ile uğraşmanın yerine iş olanağı yaratsaydılar da buralara hiç gelmeseydik daha iyi olmaz mıydı?”
“Gel şöyle bir gezelim de şu gençlerin yaptığı şeyleri gözüm görmesin.”
Bir yere geldiler. Burası galiba evlerinin kapısı olmalıydı. Şu ağaçta vardı. Bu ağaç ta vardı. Şu büyük araba da aynı park yerinde duruyordu.
Hanımı onun yüzüne ters ters baktı. “Sen burada hep ağır ve pis işlerde çalışmışsın. Bir de zamanın oldukça böyle şeylere bakarak kendini avutmuşsun.”
Osman, “Hanım sen en büyük şeyi unuttun.” dedi. “Hani vinçler, konteynırlar, tırlar, demirler? Ya bir de bizim evlerin kapısına böyle aralıklarla kum mu dökülmüştü?”
Otobüs geldi. Otobüse binip istasyona gideceklerdi. Oradan tekrar aynı otobüse binip evlerine geleceklerdi. Gelirken çok dikkat edeceklerdi ki yanlış durakta inmesinler. Onlara göre hataları yanlış durakta inmekti.
“Haklısın. Yine de gel şu ikinci kata çıkıp şöyle bir bakalım.” “Aman biri bizi hırsız sanır ve polise telefon ederse ne yaparız?” “Ulan Osman şu veya bu şekilde bunun bir çaresini bulmalıyız.” “Biz ilk geldiğimizde de çıktık o kata yine de evimizi bulamadık. “Gel çıkalım ulan.” Ezile büzüle her ikisi merdivenlere yukarı çıkmaya başladılar. Merdivenin başında ikisi de yoruldular.
Otobüs istasyona giderken hiç oturmadılar. İstasyonda inip eve gelirken,otobüsün durduğu her durağa çok dikkat ediyorlardı. İnecekleri durağı bir türlü bulamadılar. Çünkü vinçler, kamyonlar konteynırlar, betonlar, torlar yoktu. İnip biraz daha evlerini aradılar, fakat yine bulamadılar. Şimdi bir başka tartışma başlamıştı.
“Ulan Osman haydi şu caddeyi bilmedik. Neden şu evin numarasını da bilmiyoruz?”
7
“Evet öyle hanım, hele iyi düşünelim evin numarası kaçtı?”
“Yok yok çok unutkansın. Daha bu gün yaptığın listeyi bile unutmuşsun.” Osman,”He kız. Söylesene o liste neydi?” “Bende unuttum o listeyi.” Dedi Safigül. “Hafızanı toparlayıp hatırlasan?” Safigül,”Çok üsteleme Osman.Yatağıma uzanıp yanardağın ateşi gibi alıp vereceğim nefesle dökeceğim terimi,caddede dolaşarak döktüm.”
Bu kadar yorgunluk onları büyük strese sokmuştu. Neyi, nasıl düşüneceklerini bilmiyorlardı. Hollandalı orta yaşlı karı koca bu göçmen komşularının akşamdan beri iki de bir caddeyi gezdiklerini fark etmişlerdi. Bu komşularının bir sorunu olmalıydı. Anahtarları kaybetmiş olabilirlerdi. Biri hastaydı belki. Hollandalı karı,koca komşular bu sefer çıktılar dışarı bir şey sormak için. Çıkar çıkmaz merhaba komşu dediler. Osman komşu kelimesini biliyordu. Aynı zamanda komşuları da tanımışlardı. Hollandalı komşularına merhaba dediler. Sıkıntıdan kıpkırmızı olan yanaklarından dökülen sıcak terin yerini tatlı bir serinlik almıştı.
“He kız bende olmuş gibiyim.”
Biraz sonra ikisi birden dışarı çıkıp köşe başındaki sokak tabelasındaki ismi ayrı ayrı defterlerine yazdılar. Peki evin önünde bulunan bu kadar vince, kamyona ne olmuştu?
Evin önündeki koca boşluğa baktılar. Evet o vinçler, kamyonlar, konteynirler hepsi kaldırılmış götürülmüştü. Aylardır orada kalan bu malzemenin yeri düzeltilmişti.
Hollandalı komşu bir sorununuz mu var diye soracaktı. Komşunun bir şey sormasına vakit bırakmadan içeri girdiler. İçeri girer girmez Osman bir koltuğa, hanımı Safigül ise bir başka koltuğa yığıldı.
Biraz sonra aynı komşularla karşılaştılar. Bu komşular akşam geç saatlerde meğer bir tur atıyorlarmış. Komşu Hollandalı karı koca onlarla biraz konuştular. Safigül hiç Hollanda’ca bilmiyordu. Osman’ın dil bilgisi de çok yetersizdi. Konuştuklarının hepsini eli kolu ile tarif ediyordu.
Bir süre odanın içinde bir sessizlik hakim oldu. Her ikisi de bu sessizliği bozmak için bir şey bulup konuşmak istiyorlardı. Biraz daha durdular. Sonra Safigül, “Ne oldu sana Osman?” dedi.
Karı koca ilk iş olarak komşuları Hollandalıların isimlerini öğrenmişlerdi. Piet de Jong ile Nelly de Jong’du isimleri.
“Hiçbir şey olmadı. Bayağı yorulmuşum. Sırtımdaki ter soğudu, şimdi titreme gelecek gibi oluyorum.” “Aynı rahatsızlık bende de olacak gibi.” Osman birden uzandığı koltuğun üstünde kalkıp dış kapıya doğru yürüdü. “Kız Safigül, bugün yaşadığımız gerçek mi, hayal mi, rüya mı?” “Bana bu konuda fazla bir şey sorma ben kafayı yiyeceğim.” Osman bir süre dışarı baktıktan sonra gelip koltuğa oturdu. Hanımı Safigül olduğu yerde uyuyakalmıştı. Osman geçip ocağa bir çay suyu koydu. Biraz sonra çayı demledi. Hanım Safigül uyanmıştı. “Kalk hanımcığım kalk bir bardak çay içte aklın başına gelsin.”dedi.
De Jong, “İyi ki caddemiz şu kalabalık vinçlerden, kamyonlardan falan kurtuldu.” dedi. “Şu mahallenin cadde tamiratları, bazı evlerin cam ve kapı tamiratları tam bir sene sürdü. İş bitti, şirket malzemelerini alıp götürdü. Biz de kalabalıktan kurtulduk.”. Osman dili kıvıramadığı için durmadan, “Evet, evet.” diyordu.
O akşamın geç saatlerinde Osman ile Hanım Safigül yatakta hâlâ dertleşmekteydiler. Yorgun ve uykuluydular.
“Siz erkek milleti kadının aklını başından, canını bedeninden alır ondan sonra isteğinizi yerine getirmek için onu geri vermek istersiniz. Daha doğrusu aklınız yeni başınıza gelir. Hani derler ya yeni akıl başa gelen kadar eski akıl işleri çoktan berbat etmiştir ve tamiratı mümkün olmayan bir ortama getirmiştir.”
Safigül, “Bundan böyle Hollanda’ca öğreneceğiz.” dedi kararlı kararlı.“ Tanıdıklarımızın ad ve adreslerini bir deftere yazacağız. Evimizin adres ve numarasını hem yazacağız, hem de aklımızda tutacağız. Birisine adres tarif ederken ha bura, ha burada deyip el kol hareketinin yerine, adres doğuda mı batıda mı, kuzeyde mi, güneyde mi iyice biliyorsak tarifini vereceğiz.”
“O söz bir tek erkekler için geçerli değildir. Kadınlar için de geçerlidir.”
Osman’dan cevap gelmeyince kocasının uyuduğunu anladı. Sevgiyle içini çekti ve gözlerini kapattı. Bugün çok ciddi bir değişim geçirmişlerdi. Artık komşularının adlarını ve oturdukları evin adresini ezberden bilmekteydiler.
“Tabii ki herkese ait olan atasözüdür. Ama bu söz daha fazla erkekler için geçerli olmalıdır.” Birer dilim ekmek yediler. Daha sonra çaylarını içtikten sonra kaybettikleri evleri hakkında konuşmaya başladılar.
“Anne beni kurtar.”
Safigül, “Bugün çektiğim sıkıntıyı hayatımda daha hiç çekmedim.” dedi.
Osman ve Safigül bu ses üzerine dirildiler. Osman, “Bizim kız bu” dedi.
“Ben de böyle sıkıntı hiç çekmedim.”
Karı koca oturma odasına koştular. Kimsecikler yoktu. Evlerini bir gün önce kaybetmişlerdi. Bu defa ki rüyaydı. Böylece evleri iki defa kaybolmuştu.
“Bana göre sen bu kafa ile çok sıkıntı çekmişsindir. Şimdi açıklamak istemiyorsun veya çok unutkansın.” “Yok canım o kadarda unutkan değilimdir.”
8
Gülay Kaya
Çığlıklar, monologlar!
Ölümün Bekleme Odası
çığlıklar,
çığlıklar…
kasvetli
Her safhada katlanan hazzı şeytani bir boyut kazanmıştı. Yüzündeki kaslar gerilmiş, tüm hatlara manyakça bir ifade yerleşmişti. Her yanı cayır cayır yanıyordu. Adrenalin sağanağındaki bedeni adeta ıspazmoz geçiriyor, freni patlamış bir lokomotifi andıran kalbi soluğuna baskı uyguluyordu. Belden aşağıya doğru koşan karıncalanma hissi müthişti.
“Bütün evren doğmamış bir şimdiki zamanın cesedinin saçtığı pis kokuyla dolu. Hayat dediğimiz şey ölümün bekleme odasıdır.” Gustav Meyrink
Raşitik bacakları üzerinde hafifçe esneyip oracığa yığılıverdi.
Çırılçıplaktı. Altındaki toprağın uzuvlarını yaladığını duyumsuyordu. Avuç avuç aldığı toprakla her yanını ovdu. Bir vudu ayincisi gibi kendini kutsamıştı. Akıl havsala almaz bu garip ritüelin ardından dehşet ve deliliği aynı anda yaşayarak kırbacını şaklattı ve defalarca varlığını doruğa taşıdı. Balina böğürtüsünü andıran çığlıkları korkunçtu. Zamanın korsan bacakları, kendi arenasında tam bir daire çizdiğinde artık, boşalmış bir aküden farksızdı. Şarj olmaya ihtiyacı vardı. Kasıklarındaki esrikliğe balta sallayan o ilkel duyguysa muazzamdı.
Bir şeylerin içine çekildiğimi hissediyorum; yoğun, karmaşık ve esrarlı bir kötülüğün içine. Karşısında devasa boyutlu bir mıknatısa sürüklenen toplu iğne gibiyim.
Bu duyguyu iri kıyım bir sıçanla ilk kez doyurduğunda on üç yaşındaydı. Kilosu yaşının dört çarpıydı ve bu oran boyuna vurulduğunda ekrana, iskele dubasını andıran bir görüntü giriyordu. Silik bir tip, hakkını veren bir sosyopattı. Zaten o hali ve çarpık özgüvenle izci kulübünün lideri olacak değildi!
Karanlığa rağmen tahta basamakları kararlı adımlarla, hiç zorlanmadan indi. Basık hava ağır ve hararetliydi. Rutubet ve toprak kokusunun üzerinde dalgalanan yoğun deodorant, normal bir soluğun kaldırma boyutlarını aşan dayanılmazlıktaydı.
Hayattaki tek ebeveyni üvey babasıydı. Gut hastası adam afyon tiryakisiydi ve ordudan bu nedenle atılmıştı. Öte yandan Guillain-Barre sendromlu bir vakaydı.
Kırk üç numara düztaban ayaklarındaki sinirler, toprak zeminin gevşekliğini çatlak kafatasının berisindeki beyinciğe algılattığında durup, sapıkça bir huşuyla küfsü kokuyu soludu. Zihni berraktı. Bakışlarına şeytani bir çarpıklık gelmiş, kadavrayı andıran yüzüne dehşet ve delilikten dökülmüş bir ifade yürümüştü. Yana seğiren ağzında pis bir alay vardı.
Bu her yüz bin kişinin bir ya da ikisinde görülen bir sinir sistemi hastalığıydı. Kasların yalnızca istem dışı bir şekilde hareket etmesine neden olur, yutkunmayı bile imkansız hale getirirdi. Ne var ki, adamın nur topu gibi bir sendromu olduğundan haberi bile yoktu. Çünkü o müthiş on iki kasım akşamına kadarki bir yıllık süreçte, dengesiz aralıklarla seğiren sendromlar, nasılsa adamın kafayı bulduğu anlara rastlamıştı.
Mabedimdeyim. Uzun, ıstıraplı ve çirkin bir hastalığı andıran hayatıma ilk neşteri attım.
Yeraltı mezarlarını andıran karanlık, etrafı bilinmezlik sisiyle çevrili bir lanete seslenmek kadar esrarlı ve cezp ediciydi. Birbirine yamalanmış örümcek ağlarının arasından sarkan lambayı bu yüzden yakmayacaktı.
O akşam olanlar öncesine dayanıyordu.
bu
tarihten
iki
hafta
Nemden yapış yapış, yağmurun bir türlü patlamadığı bir öğle sonrasıydı. Doğrusu bu berbat havada buz gibi bir şişe gazoz iyi giderdi. Bu düşünceyle hızla mutfak tarafına yöneldi. Nitekim bu düşüncesi mutfak kapısına bir metre kala lastik bir top gibi sönüvermişti. Doğrusu orada rastladığı şeyi hiç ummamıştı. Üvey babası beyaz polipropilen plastikten masanın önünde, cehennemi bir yaratık gibi dikiliyordu. Kaskatıydı. Anlaşılan gene afyon çekmişti.
Duvar yönüne doğru yürüdü. Burada duvarlar tuğladandı. Kurumuş pıhtıyı andıran duvarlara asılı şeyler, insanı felce uğratıp yarattığı dehşette boğulmasına yetecek korkunçluktaydı. İri kemikli eli ganimetlerin kıvrımlarında kaymaya başladığında, birbirine ipliksi liflerle bağlı bellek keselerinde müthiş bir esrime oldu ve beyni karman çorman onlarca grotesk fonografla doldu.
9
Kan yürümüş gözlerinde kararlı, zalim bir ifade vardı. Gırtlaksı sesindeki ölümcül derinlik, duyanın kanını donduran cinstendi.
doktoruysa raporuna, yüksek tansiyona bağlı kalp krizi diye yazmıştı. Sözkonusu teşhise taşınmasındaki etken cesedin yuvalarından fırlamış gözleriydi. Yüksek tansiyon kafadaki suların hidrostatik basıncını ikiye katlar, kalbe basınç uygular ve gözler adeta yuvalarından fırlardı.
Gaz odasına gururla yürüyen bir Yahudi gibi babasına doğru yürüdü. Ne de olsa o, babası için işe yaramazın tekiydi. Ve her türlü zorbalığı hak ediyordu. Sonunda o karabasan bir yerde mola verdi. Bir kamyon dolusu terleyen adam lastik copu hışımla bir kenara fırlattı. Buzdolabından kaptığı bir şişe birayı soluksuz içtikten sonra, mutfağın fayans zeminine bir cenin gibi kıvrılmış yatan oğluna döndü. Zavallının her yanında mor yelpazeler açmıştı. Gözü dönmüş bir SS subayından farksız adam, gıkını bile çıkartmayan bok çuvalı oğlundan şimdi daha çok nefret etmiş ve tiksinmişti. Çocuğun kan torbasına dönmüş kafasına uzanıp kulağını yakaladı. Mahzene sürüklediğinde de tükürüklü küfürler yağdırmayı boşlamamıştı.
Kimse oğlundan şüphelenecek değildi ya!
Takip eden günlerde hastalandı. Kanına hepatit bulaşmıştı. Ne var ki, herkes bunu babasının ani ölümüne yordu. Zavallıcık bu acıya dayanamamış ve zayıf düşmüştü. Öyle ya! Ne de olsa hiçbir aklıselim hastalığı sıçanlardan kaptığına ihtimal vermezdi. Müşahede altında tutulduktan bir hafta sonra hastaneden taburcu oldu. İyileşmiş, kuvveti yerine gelmişti. Çatlak kafatasının altındaki beyniyse hiçbir zaman iyileşemeyecekti.
Mahzenin paslı demir kapısını açıp, mezara bırakılan bir ölü gibi onu içeri atmış ve bulanık bilincine unutmasını hükmetmişti.
Özellikle inanç sahiplerinin derin ilgi ve yardımlarını kazanmış, Kimsesizler Fonu’ndan kendisine özel bir maaş bile bağlanmıştı. Hatta bu yüce gönüllüler, Belediye Mezarlığı’ndaki gönüllü bekçilik fikrini de son derece sempatik bulmuşlardı.
Ne var ki, ölüme terk edilen asla unutmadı. Nefret ve öç alma dışındaki tüm duyguların üzerine sifonu çekip kendini hazırladı. Firavun farelerini andıran sıçanlarla ve lağım borularından sızan sularla beslendi. Ve mahzenin kapısını açabilmek için hayli didindi. Nihayet başardı da.
Mezarlıkları oldum olası sevmişimdir. Derinliklerinde yatan küfsü kokuyu ve…
Vakit geçirmeden çalışmaya başlamıştı. Dikensi otlar ve sarmaşıklar mezarlığın her yanını istila etmişti. Önce onların icabına baktı. Sonra da her yeri çiçek tarhlarıyla donattı. Acaba ölüler mezarlarından başlarını doğrultup bir baksalar bu işten memnun kalırlar mıydı?
On iki kasımdı. Doğrusu G-B sendromunun zamanlaması da övgüye şayandı.
Hiçbir gevşeklik belirtisi göstermeden yatak odasına yöneldi. Sessizlik her şeyin üzerine serilmişti. Pirinç karyolanın pis şiltesine ağırlığını veren adam bir katatonikten farksızdı. Sapsarı gözlerini tavana dikmişti.
Çukuruna henüz düşmüş bir ölü…
Mabedinden çıkma zamanı gelmişti. Kalkıp son bir kez ganimetlerini okşadı.
Yatak odasındaki pencerenin çürük kanatlarından biri açıktı. Gerisindeki hava bir tek saç telini oynatamayacak kadar zayıftı. O tarafa yönelip kanadı kapattı ve üzerine kalın perdeyi çekti. İşinin ehli bir cerrah kadar sakindi. Seri hareket ediyordu.
Bir yerde insanın en lezzetli yerinin epidermistti olduğunu okumuştum. Birkaç günlük çürüme derinin besleyici özelliğini katlıyormuş. Ayrıca buradaki bakteriler epidermisttin sindirilmesini de daha kolay bir hale getirmekteymiş. Gene o makalede insanın dışkısını yiyebileceği de yazıyordu. Fakat en lezzetli ve ulaşılmazı zor olan kısım kemik iliği ve yağ dokusuymuş.
Karyolanın yanına geldi. Üvey babasının gözleri şaşkınlık ve korkudan büyümüştü. Başının derisi buz kesmiş, kocaman kafasındaki beyni mercimek kadar kalmıştı. Her yanına hücum eden adrenalin sağanağı amansızdı.
Ardından merdivenlere yöneldi. Son basamakta durup o berbat kokuyu gene derinden soludu. Geceye hazırdı artık. İki gün önce mezarlığa etli butlu bir kadın defnedilmişti.
Sıra nihai kararı uygulamaya gelmişti.
Bir zamanlar annesinin urlu başını koyduğu elyaf yastığı aldı ve tüm gücüyle adamın başına abandı. Altındaki adam debelenmemişti bile.
Marine edilmiş bir ölüden daha tatlı ne olabilir?
Cinayet mahalline gelen polisler hiçbir bulguya rastlamamış, cesedi muayene eden adli tıp
Mahzenin demir kapısını örtüp çıktı.
10
Bir Yabancı Öğretmenin Anıları
doğrultusunda bilgilendirildi. Ona göre hazırlıklar yapıldı. Çift katlı otobüsler kiralandı. Her otobüste en az beş öğretmen vardı. Benim de bulunduğum otobüsteki öğretmenlerden biri, bir ara; “Ne o? Sanki eğlenmeye gitmiyoruz da cenaze kaldırmaya mı gidiyoruz? Ölü sessizliği okulumuzun geleneğinde var mı?” gibisinden sorular sorduktan sonra daha önce çoğalttığı okulumuzun şarkısının fotokopilerini öğrencilere birer birer dağıttı. “Birrr, ikiiii, üüüççç” diye sayarak şarkıyı yüksek sesle söylemeye başladı. Öğrenciler de bahaneye bakar gibi öğretmene eşlik ettiler. Arkası kesilmeyen şarkılarla otobüs adeta inletildi. Kulakları sağır edercesine bağıran öğrencilere, çocukluğunda bağıramamış birinin hüzünlü haliyle eşlik ettim. Çocuklar, dolu dolu bir gün yaşadılar. Çocukların o otobüsü inleten sesleri, beni öğrencilik yıllarıma, kasabamız Bahadın’ın o işlek yollarından, terbiye adına; sessiz, sakin ve disiplinli geçtiğimiz günlere götürdü. “Acaba” dedim, “bizler, çocukluğumuzda itaata yatkın yetiştirilip, içimizdeki çocuğun susturulduğu için mi susan, tepki göster(e)meyen ve koyun gibi güdülen bir toplumun bireyleri oluyoruz?” Sonra yine “acaba” deyip ekledim: “Onlar, içindeki çocukluğu dolu dolu yaşadığı için mi konuşan, tepki göstere(bile)n, kendisini koyun yerine koydurmayan bir toplumun bireyleri oluyorlar? Acaba?”
İbrahim Eroğlu Okul Gezileri
Okul gezileri, öğrencilik yıllarımın en unutulmaz anıları arasındadır. Ne zaman öğretim yılının sonuna yaklaşılsa, öğretmenlerimiz arasında olağanüstü bir hareketlilik gözlenirdi. Bu da öğretmenlerimizin okul gezisini gerçekleştireceğimiz olası yerler hakkında keşif yaptıkları anlamına gelirdi. Biz öğrenciler de, öğretmenlerimiz arasında gözlenen o olağanüstü hareketlilikten kalkarak okul gezisini gerçekleştireceğimiz yerler hakkında çeşitli çeşitli fikirler yürütürdük. Kendimizce yürüttüğümüz fikirleri temelllendirmeye çalışırdık. Merakın doruğunda fikir yürütmemize karşın, son ana dek belirlenen yerler bizlerden gizlenirdi. Payımıza, belirlenen yerleri bir bulmaca tadında çözmeye çalışmak düşerdi. Daha bir-iki hafta öncesinden başlardı hazırlıklarımız. Türlü türlü yiyeceklerimizin, içeceklerimizin birbirinin aynısı olmamasına titizlikle özen gösterirdik. Okul gezisinin yapılacağı gün gelip çattığında kasabamız Bahadın’ın en işlek yollarından sınıflar halinde geçerdik. Geçişimiz bize bir askeri töreni hatırlatırdı ya da bana öyle gelirdi. Bütün yakınlarımız yolların kenarlarına dizilirler, bizleri uğurlarlardı. Öğretmenlerimiz hemen her seferinde; sesizliği, sakinliği ve disiplini bozmamamız için bizleri taa günler öncesinden uyarmaya başlarlardı. Konan kuralları ihlal etmenin cezası bu Anadolu’nun ücra kasabasında çok ağırdı. Geçişimizi ne denli sessiz, sakin ve disiplinli gerçekleştirirsek o denli terbiyeli yetiştirilen öğrenciler olacaktık öğretmenlerimiz ve yakınlarımızın gözlerinde. Dünyanın, kasabamız ve çevresinden ibaret olduğunu sanan bizler itaata daha o yaşlarda alıştırılırdık sanki… Nereden nereye? Anadolu’nun kırsalındaki o okul gezilerine yıllarca katılmış bir öğrenci olarak ben; yıllar sonra, hem de ülkeler, ülkeler ötesinde benzeri gezilere öğretmen olarak katılacağımı nereden bilecektim? Geçenlerde okul gezisine gidecektik. Çocuklar ve veliler daha aylar öncesinden Duinrell’e gideceğimiz
11
Gülseren hanım ise Ali’den beş yıl sonra gelmişti ve son dört yıldır akşamları iki saatlik bir işde çalışıyordu. Allah'tan bu temizlik firmasının bürosu Yağlı Kuyruk evlerine çok yakındı. Kadıncağız işten çıkınca hemen eve koşuyordu çünkü beş tane çocukları vardı. En Akşam işten yorgun dönmüştüm. Hanım sofrayı büyüğü oniki yaşında dört kız bir oğlan. Ali'lerin hazırlayana kadar şöyle biraz dinleneyim diye geldiklerinden beri amaçları üç beş kuruş biriktirip, koltuğa uzandım. Bu arada dört yaşındaki kızım da geri memleketlerine dönmekti, ama bu güne kadar oturmuş televizyondaki çocuk programına fukaraların iki yakaları bir araya gelmemişti. Nasıl bakıyordu. Walt Disney çizgi filmlerine küçükler gibi para biriktiripte geri dönebileceklerdi. Ali karısının bende bayılıyorum. Televizyona bakayım derken bir ısrarlarına dayanamamış, en sonunda ara içim geçmiş, kapı zilinin uzun uzun kayınbiraderini buraya getirmek için yabancılar çalmasıyla kendime geldim. O sıra polisi kanalıyla Adalet Bakanlığına vize hanımın sesi mutfaktan gürledi. müracaatında bulunmuştu. Uzun bir uğraştan - Biriniz kapıyı açın...! Benim sonra nihayet almışlardı. Tabi amaçları elim dolu burada. çocuğu burada birisiyle evlendirip işçi Böylelerine bizim Hemen terlikleri ayağıma yapmaktı, yoksa turist olarak iki üç ay orada “ Gözü geçirip seğirttim kapıya, ama gezdirip tozdurup geri göndermek değildi. kızım benden önce açmıştı. açılmamış bıldırcın Zaten burada kaçak olarak kalması, Ardından; çalışması çok zordu. yavrusu ” derler. - Amca amca, bana ne getirdin, Sabah, pazar alışverişini yaptıktan sonra diyerek kapının önündeki kişiyle hemen yola çıktık. Bizim oturduğumuz konuşuyordu. şehirle havaalanının arası bir saat sürüyordu. Yaklaşıp baktım, gelen yabancı Arabada Gülseren hanımın mutluluğu değildi, mahalle komşumuz Ali'ydi. gözlerinden okunuyordu. Çocuklar ise bayramlık - Ne o, uyuyor musun bu saatte ? dedi. Daha güneş elbiselerini giymişler, dayılarını karşılamaya batmadan bu ne kış uykusu ? gitmenin sevincini yaşıyorlardı. Neyse ki - Yok canım ne uyuması, Televizyona bakıyordum havaalanında fazla beklemedik. Turistimiz gümrük biraz içim geçivermiş. kontrolunda hiç bir problemle karşılaşmadı. Yürüyen Bu arada karım da yanımıza gelmişti. banddan valizini alıp yanımıza gelince gözyaşları arasında bir sarmaş dolaş olma faslı başladı. Ayak Ali'yi kapıda görünce ; üstü kısa sohbetten sonra arabaya binip geri eve - Oooo..! Ali bey hoş geldiniz. Hani hanım nerede, döndük. getirmediniz mi ? Buyrun buyrun içeri geçin, bende mantı açıyordum hep beraber yeriz, dedi. O günden sonra eş dost Ali'nin kayını Süleyman’a Ali'de ; kız bulmak için kolları sıvadık. Süleyman 23 - Yok, yok yenge, rahatsız etmiyeyim, deyince. yaşında, askerliğini yeni yapmış, uzun boylu, atletik yapılı, güreşçiler gibi geniş omuzlu, kara yağız, lise mezunu bir köy delikanlısıydı. Sessiz ve utangaçtı. Bende; Kendisine bir şey sorulmazsa gün boyu ağzını - Ne rahatsızı kardeşim, hele bir yol içeri geç açmazdı. Saf, temiz, tam anlamıyla bir Anadolu bakalım, böyle kapı aralığında konuşulur mu, içeride insanıydı. hem çay içer hem de sohbet ederiz, dedim. Íyi hoştu ama, tüm uğraşlarımıza rağmen bir türlü - Yok vallahi olmaz, şöyle ayaküstü bir uğradım, kız bulamıyorduk. Daha doğrusu bulunuyordu da, hem şey diyecektim " Yarın boş musun ? " kız ailesi oğlan turist diye yanaşmak istemiyordu. - Yarın mı..? Yarın ne günlerden, cumartesi değil mi ? Pazar alışverişinden başka yapacak bir işim yok, Günler su gibi akıp gidiyordu. Süleyman geleli iki ay hayrola, birşey mi vardı ? olmuştu. Halâ hiç bir şey yapılamamıştı. Artık - Şey, dedi. Benimle yarın havaalanına gelebilir Ízmirlilerin moralleri bozulmaya başlamıştı. Íçlerine misin ? Çünkü yarın öğlen Türkiye'den kayınım bir sıkıntı, bir kasavet çökmüştü ki sormayın gitsin. geliyor, biliyorsun ben pek iyi Hollandaca Çünkü vizenin bitmesine az bir şey kalmış, bu az konuşamıyorum, gümrükte bir problem çıkarsa bize zamanda çok iş başarmak lâzımdı. Íyi de nasıl ? yardım edersin diye düşündük. Derken Ali' nin hemşerisi Ödemiş’li Ísmail’in bir - Hay hay canım, bu da sorulur mu ? Demek en haberi bu kararmış yüzleri aydınlattı. nihayet kayının vizeyi alabildi. Ísmail ; - Öyle. Sekiz aylık bir uğraştan sonra, bu sabah - Hollanda’lı dul bir kadın varmış, bizim hanım telefon etti, çok şükür vizeyi almış. Bizim hanımı tanıyor. Paraya ihtiyacı varmış belki formalite evliliği görme...! Sevincinden etekleri zil çalıyor, kardeşim yapar, böylece oğlan da yurtdışı edilmekten geliyor diye. kurtulur, dedi. - Hayırlısı olsun..., dedim. Bu haber tüm ev halkını sevindirdi, herkesin yüzü Ali ; Ízmir’in Selçuk ilçesindendi. Yirmi yıl olmuştu güldü. Ne de olsa Ali’ ler bunca yıllık kapı Hollanda'ya işçi olarak geleli. Türkiye’de vasıfsız işçi komşumuzdu. Bir bayram havası esmeye başladı. imiş ama burada çok kısa zamanda kaynakçılığı öğrenmiş, o gün bu gündür bir gemi yapım Neyse, en kısa zamanda Hollanda’lı kadınla rendevu firmasında kaynakçı olarak çalışıyordu. Karısı
Mustafa Toga
12
yapıldı. Ben, Ali, Ali’nin hanımı ve Ísmail hep birlikte kadının evine gittik. Kapıyı kıvırcık saçlı küçük melez bir oğlan açtı. Ísmail ; - Annen evde mi ? diye sordu. Çocuk da ; - Íçeride , dedi. Eşikten içeri adımımızı attık, o da ne !!!! Kadın, uyuz eşşeğin dahi barınmayacağı bir evde oturuyordu. Íçerinin pis kokusu sokağa taşmıştı. Íçerisini sormayın sanki harpten çıkmış gibi darmadağınıktı. Ínsan şöyle bir etrafına bakınca bir ambara mı yoksa bir eve mi girdiğini anlayamazdı. Çocuk bizi kedi köpeklerin ayaklarımıza dolaştığı arka odaya götürdü. Orada çam yarması gibi, yağ tulumu bir kadınla karşılaştık. Ben diyeyim 120 , siz deyin 130 kilo. Sarı saçlarını taramamış yapalak yapalaktı. Çenesi sarkmış, ön üst dişleri dökülmüş 40 yaşlarındaki bu kadın bizlere “ Hoş geldiniz ” dedi. Anladık gelin adayı buydu. Kadının göstermiş olduğu kanapeye sıkışarak oturduk. Hoşbeşten sonra ; - Ne içersiniz ? dedi. Bizde “ kahve ” dedik. Birer nescafe yapıp getirdi. Ali lâfı fazla uzatmadan konuya girdi. Kadınla aramızda ateşli bir pazarlık başladı. Kadın üç yıl sürecek olan formalite izdivacı için peşinat on bin gulden istiyordu. Sonra her yıl için beş bin guldenlik senet yapalım diyordu.. “ Bu parada çok az ama sıkıntıdayım, acil paraya ihtiyacım var, onun için 25 bin gulden yeter ” diyordu. Anan aşağı, baban yukarı derken on sekiz bin guldene anlaştık. Ali cüzdanını çıkartıp iki bin gulden kapora verdi. Geri kalan parada nikâh kıyılıp, Süleyman birinci oturma müsaadesini aldıktan sonra ödenecekti. Ev sahibinden müsaade isteyip oradan çabucak uzaklaştık. Bu arada Ali, kadını yemeğe davet etti. “ Hem nikâh meselesini konuşuruz, hemde iki aile böylece tanışmış oluruz ” diyordu.
üç yıl boyunca kayınçoya ben bakacaktım ama böyle olunca bütün yük sırtımdan iniyor. Allaha şükürler olsun “ bir taşla iki kuş vurmuş oluyorum ” kayınço gitsin kadının evinde kalsın. Maşallah duba gibi kadın, kışın yorgan yazın döşek olur, dedi. Ardından bir kahkaha attı. Ali’nin sevincinden sanki yanaklarında güller açıyordu. - Hayırlısı olsun, kısmette ne varsa o olur, dedim. Bu günden tezi yok deyip başladılar evlenme muamelesine. Beni de nikâh şahidi yazdırmışlar. Gün geldi belediye evlendirme dairesinde nikâhları kıyıldı. Süleyman’ı iç güveyisi olarak Maria’nın evine gönderdik. Íki gün sonra Ali bir hışımla geldi. “ Hoş geldin “ demeye firsat kalmadan bas bas bağırmaya başladı ; - Duydun mu başımıza geleni komşu ? Mahvolduk..! Mahvolduk..! diyordu. - Bir soluklan hele, ne var ne oldu ? dedim. - Daha ne olsun kardeşim… daha ne olsun ! Hollanda’lı kadın kayınçoyu geri bize göndermiş. Üstelik boşanıyor, ne yapacağım, ne edeceğim şaşırdım kaldım ! - Pek anlamadım. Hem şunu güzelce baştan anlatsana ? Maria neden Süleyman’ı geri göndermiş ? Kim kimden, neden boşanıyormuş ? Ali kızgın kızgın homurdanarak ; - Neden olacak…. Bizim salak kayınçonun yüzünden. Ama asıl eşşeklik bende. Ulan herifi önceden bir doktora götürsene, sağlam mı , çürük mü ? diye bir kontrol ettirsene. - Dur bakalım ne doktoruymuş ? - Doktoru boş ver komşu, yoksa kayınçonun cinsiyeti filan mı değişik ? Of ulan…! Oof…! Of…! Çıldıracağım yahu buda mı gelecekti başımıza ? - Bir dakika Aliciğim. Bir muamma anlatıp durma. Kafam karıştı, şunu enine boyuna bir güzel anlatır mısın lütfen ? Ali birden hiddetlendi. Eli ayağı zangır zangır titremeye başladı. Anlatmasına el kol hareketlerini de karıştırdı. Sesinin perdesini alabildiğine yükseltip, - Ne güzel anlatıyorum, sende anlamıyorsun kardeşim. Ne diyorum baksana, iki gündür kadına birşey yapamamış. Kadın da eve telefon etmiş, ‘Alın kardeşinizi geri götürün, benim bununla kardeş kardeş yatacak halim yok’ demiş. Ne yapacağım ben şimdi, dosta düşmana rezil olduk. Kimin tavuğuna kışt dedim de bunlar geldi başımıza. Yoksa çocuğa büyü filan mı yaptırdılar da erkekliğinden oldu ? Bu tür belâlar da gelip hep beni bulur, diye oflayıp pofluyordu. - Bir yol sakin ol...! Her şeyin bir çaresi var, böyle arpacık kumrusu gibi düşünmeye, kafanı taştan taşa vurmaya lüzum yok, dedim. Ali kaşlarını kaldırdı ; - Eeee…. O halde ? - Bu devirde tıpta her derdin bir çaresi var. Süleyman biraz da psikolojik olarak etkilenmiş olabilir. Çocuk köyden gelip pat diye Avrupa’nın kucağına düştü. Hollandalıların ayrı bir yaşantısı, kültürü var. Üstelik buranın dilini de bilmiyor. Íster istemez bocalamıştır, dedim. Ali ;
Aradan bir hafta geçmeden Ali apar topar bize geldi. Suratından üzüntülü mü, sevinçli mi olduğu belli değildi. - Kadın evlenmekten vazgeçiyor azizim , diye anlatmaya başladı. - Nedenmiş ? dedim. - Neden olacak…! Hani o gün kadını bize yemeğe davet etmiştim ya ! Yemek boyunca baygın baygın bizim kayınçoya baktı. Evine gittikten sonra telefon etti. “ Ben Süleyman’ı görünce formalite evliliğinden vazgeçtim, sizden para mara da istemiyorum, ya oğlanı üç yıllığına bana eş olarak verirsiniz, yoksa her şeyi unutun “ diyor. Kulun kurbanın olayım bana bir akıl ver, dedi. - Sen ne düşünüyorsun bu teklife, dedim. Ali’nin yüzünde tatlı bir gevşeme görüldü. Kurnaz kurnaz bıyık altından gülümsedi. - Vallahi sana bir şey söyliyeyim mi ? dedi. “ Körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz ” tam benim istediğim gibi, biçilmiş kaftan. Neden dersen, kadına tüm paraları ben ödeyecektim, hem üstelik
13
- Allahını seversen o işin bocalaması mı olurmuş ? dedi.
- Eşin dostun sayesin de, sağolun, dedi. Aradan altı ay kadar geçmişti, bir gün pazarda Süleyman’ı gördüm. Yanında da karısı vardı. Kadın benim gözüme biraz zayıflamış göründü ama göbeği hala yerde sürünüyordu dersem yalan olmaz. Süleyman’ın da avurdu avurduna çökmüştü, zayıflamaktan çok uzamış gibi geldi oğlan bana. - Merhaba, dedim. Ne var ne yok ? Süleyman ; - Ne olsun abi, gördüğün gibi işte. - Ne oldu, menmun değil misin Hollanda’ya geldiğine ? Süleyman öyle bir iç geçirdi ki yürekler parçalanır. Ağzından sözler tane tane çıktı. - Ne menmun olması abi...! Ne umduk ne bulduk...! Ne umutlarla gelmiştim buraya, güya yağlı bir kuyruk geçireceğiz elimize diyorduk. Hayatımızı kurtaracağız, memlekette yalnız kalan anama üç beş kuruş göndereceğiz, hepsi boş çıktı. Hayellerim, umutlarım bir balon gibi söndü. Abi, burada eli kolu bağlı köle olduk. - Takma kafana Süleyman, dedim. - Öyle deme, baksana yanımda ki şu yağ tulumuna üç yıl nasıl dayanacağım, bu gidişle benim posamı çıkartacak. Yanından ayrılayım diyorum o zaman da yabancılar polisi yurtdışı eder, senin anlayacağın iki arada bir derede sıkıştım kaldım, dedi. Ben de ; - Sabır...! Süleyman, dedim. Sıkma canını. Bu günlerde geçer. Hoş bu kalıplaşmış sözlerden başka elimden bir şey gelmezdi. Günler günleri kovaladı aradan bir altı ay daha geçti geçmedi duydum ki Süleyman hastaneye düşmüş, sağda solda “ kafayı üşütmüş ” diyorlardı.
- Öyle deme, üstüne üstlük 130 kiloluk azgın et yığınını görünce çocuğun miğdesi götürmemiş, nefsi uyanmamış olabilir. Onun için bir an önce bir doktora götürüp gösterelim, ondan sonra anlarız durumu, dedim. Ali, takılmış bozuk plâk gibi ; - Yok kardeşim…bu çocuğa muhakkak büyü yapmışlar, dinime imanıma büyülenmiş, diyordu. Neyse Süleyman’ı zaman geçirmeden doktora götürüp durumu detayıyla anlattık. Doktor da böyle şeylerin olağan olduğunu, merak edilecek bir şeyin olmadığını söyledi. Süleyman’a kalçasından bir iğne yaptı. Íki kutu da hap verdi. Eve gelince Maria’ya telefon edip, durumu açıkladık. Süleyman’ı tekrar çiçeği burnunda taze gelinin yanına yolladık. Aradan üç dört gün geçmişti “ Herhalde ortalık sütliman olmuş, ses seda çıkmıyor ” derken, çat kapı Ali geldi. - Olmuyor kardeşim olmuyor…! Ele güne rezil olacağız. Hollanda’lı kadın her gün telefon ediyormuş “ Alın geri götürün ” diye. Bunun bir çaresini bulmalıyız. Vallahi komşu, bana göre bu çocuğa muhakkak büyü yaptırmışlar. Nefesi keskin bir hocaya okutmak lâzım, bunun başka yolu yok, dedi. Ben de ; - Etme eyleme Ali, biraz sabredin hele, ilaçlar bir etkisini göstersin olmazsa o zaman başka bir çaresine bakarız, dedim. - Yok birader diyordu, eminim bizim köydekiler çekemeyip büyü yaptırmışlar. Büyüyü çözdürmek lâzım, nefesi keskin hoca lâzım. Bir hafta sonra duydum ki, Ali kaynını Cindar Mustafa hocaya götürmüş. Bir gün Ali’yi kahvede gördüm. Kalkıp yanıma geldi. Kulağıma yaklaşıp alçak sesle anlatmaya başladı. - Duydun değil mi komşu, kayınçoyu Cindar Mustafa hocaya götürdüğü mü ? Hoca çocuğu görünce şıp diye anladı. Yarım saat okudu üfledi, birde kocaman muska yazıp boynuna astı. “ Eğer altı aya kadar iyileşmezse geri getirin ” dedi. Allah var, bizden para almadı ama hanımın 2 çift altın bileziğini verdik. Allahın iziniyle büyüyüde keskin nefesiyle çatır çatır bozacak. - Yapma Ali…! Bu devirde böyle hocalara para yedirilir mi ? Keşke doktorun vermiş olduğu ilaçları bitirseydiniz, bu ne acelecilik, dedim. Aradan bir kaç gün geçmişti. Ali bize yine apar topar geldi. Ben Ali’nin kara haberlerine alışık olduğumdan, yine neler yumurtlayacak diye beklerken ; - Oldu...! Oldu...! O iş olmuş komşu...! Hollanda’lı kadın sabah erkenden telefon etti. Çareside ya Mustafa Hoca, ya da senin doktor. Aman…, hangisi olursa olsun çocuk kurtuldu ya biz ona bakalım. Of…be ! Neredeyse yüreğime inecekti, dedi.
Ne de olsa eski ahbabımız, bir buket çiçek yaptırıp ziyaretine gittim. Karantina odası gibi bir yerde tek başına yatıyordu. Beti benzi solmuş, beyaz çarşaflar arasında o dev gibi oğlan sanki eriyip kaybolmuştu. Beni görünce gözlerinde bir kıvılcım yanıp söndü. Ellerini uzattı bana, parmakları piyano tuşları gibi titriyordu. Ellerini tuttum, gözleri dolu dolu oldu. Ağlamamak için kendini zor tutuyordu besbelli. Süleyman’ı böyle görünce ben de hüzünlendim. Kelimeler boğazımda düğümlendi. - Geçmiş olsun Süleyman, dedim. Nasılsın ? - Nasıl olayım abi, dedi. Gördüğün gibi ne hallere düştük burada. Sözünü tamamlayamadan birden acaipleşti. Gözlerini tavana dikti. Yüzünde tikler başladı, sanki odada kimse yokmuş gibi kafasını sağa sola sallayarak “ Yağlı kuyruk uğruna..... Yağlı kuyruk uğruna ” diye bir şarkı tutturdu.
- Haydi gözün aydın, allem ettin kallem ettin sonunda kayınçonu burada işçi yapmayı başardın, dedim. Ali de ;
14
Mesut Balık
birlikte. Başarmak, peşinden koşup yorulduğum kaprisli bir sevgili. Zaten bayatlamış olan poğacalar iyice bozulup tek hücreli canlılara ev sahipliği yapmasın diye içine konmuş olan naylon torbayı, asıl taşıma görevini üstlenmiş olan siyah çantamdan çekip çıkarttım. Mideme ilk yerleşme ünvanına nail olan lokmadan sonra, annemin o mis gibi kokan peynirli poğaçalarını hatırladım, içten içe üzülerek. Bir an yavaşlamaya başladık. Başım bir süredir tembellik ettiği yerden ayrıldı, karşı koltuktaki ayaklarım iyice ağırlaştı, durmuştuk. Oysa hiç durmayalım istiyordum, hep gidelim dönmemecesine, varacağımız yerin neresi olacağını bilmeden. İki vagonu ayıran kapı bir ara kayboldu ve önünde de kaybolmaya yüz tutmuş olan birisiyle yeniden göründü. Elbiseleri ilk alındıklarında nasıldılar bilemiyorum, ama şu anda tek bir rengi temsil ediyorlardı, kirliliğin rengini. Üst üste geçirdiği sayısız ameliyatların ardından yorgun düşmüş bir hastanın umutsuzluğunda paltosu, yırtık yerleri zaman zaman iğne ve iplikten geçirilerek yok edilmeye çalışılmışsa da. Yaz kış yol yürüdüğü belli olan siyah potinleri, geçtiği her yerden numune olarak değişik tozlardan toplamış, fazlalıklar yere dökülüp kaybolmasın diye iyice yayılıp genişlemişlerdi. Üstündekilerinin başı sonu belli olmayan bu adamın zamanla saçları sakal, sakalları saç olmuş. Omuzları iyice sarkmış, bir elinde birası, bir elinde de sarı torbası, kolları bütün dünyayı taşıyormuşçasına dökülmüş, gözlerinde bu alemden çoktan ayrılıp uzaklara göç ettiğine dair boş bir ifade vardı. Trenin hareket etmesiyle, biran dengesini yitiren yabancı, önce solumdaki koltuğa oturacakmış gibi yaptı, bir iki kez savrulduktan sonra, ezilmekten korkan ayaklarımın hiç tereddüt etmeden terk ettikleri karşı koltukta karar kıldı. Sağa sola savrulan biranın her yana yayılan kokusu, kısa bir sürede ortamı birahaneye çevirmişti. Tanıdık bir siması vardı. Sanki daha önce bir yerlerde karşılaşmışım gibi. Yıkımın yüzleri ne kadar da benziyor birbirine. -Ne o, tanıyamadın mı beni? Görünmeyen dudaklarından dökülen cümlelerin bittiğini, arkasından eklenen birkaç öksürükle vurgulamıştı. -Kusura bakmayın, çıkartamadım sizi. -Bırak şimdi, kibarlık ayaklarını, iyi düşün. Çek bir fırt, zihnin açılır. Haydi çekinme. Önüme uzattığı bira kutusu heyecanlanmıştı sanki, titriyordu. -Yok sağol. İçki kullanmam. Vagonun her bir köşesine sinmekle meşgul olan koku, beni sarhoş etmeye yetiyordu zaten. -Demek hatırlayamadın beni. Aşk olsun, sana o kadar da nasihatlarda bulunmuştum. Birasını yudumlamıyordu, adeta bir hortum gibi çekiyordu. -Başkente geldiğin ilk günü nasıl da unuttun hemen? -Baskente geldigim ilk gun? Yıllar geçti üzerinden. Sanırım tıp fakültesine kaydımı
Yolculuk
Yavaş yavaş camın gerisinde akıp gitmekte olan şehrin görüntüleri ne kadar da anlamsız gelmeye başlamıştı bana. Bir yerlerden bir yerlere koşuşturup duran insanları oturduğum yerden seyretmek, birazcık lükstü şu an benim için. Bu telaşlı dünya için sadece bir trenim ben, zaman zaman arabalara geçit vermediğim için birkaç küfre maruz kalan, ya da birkaç çocuğun gözünde, odalarında bulunması gereken güzel bir oyuncak. İçinde bulunduğum vagondaki sessizliği, acil fren kolunun altındaki yazılar bölüyordu. Lüzumsuz yere kullanıldığında, kişinin ceza göreceğini adeta haykıran harfler, insanı baştan çıkartıp suça teşvik edecek derecede kırmızı. Yolculuklarında aşklarını ölümsüzleştirmeye niyet etmiş olan kalp ressamlarının eserlerinin arasındayım, yaşamaya çalışan yarı canlı bir beden olarak. Seven ve de sevilenin isimlerinin sadece başharflerinin verildiği, gizli sevgilere ait o kadar çok kalp vardı ki, sanırım zamanla birer kırmızı koltuğa dönüşmüşlerdi. Annesinin kucağında şımartılmaya ihtiyacı olan bir çocuktum aslında, anonim sevgilerin teşhir edildiği bu koltukta. Kimseciklerin olmadığını farketmiş olan ayaklarım, biraz sorumsuzca birazcık da küstahça karşıdaki yerlerini almışlardı. Sol elimin altındaki siyah çantam, hüzünlü oluşundan mıdır bu rengin, bilmem. Sağ elim kravatımı gevşetmekle meşgul. Özgürce nefes almak ve de gevşemek. Önce üzerinde oturduğum koltuğu kaplamak. Oradan da damla damla yere doğru akıp gitmek. İçerisinde bulunduğum vagonu, diğer vagonları, geçtiğimiz köyleri, kasabaları, şehirleri…Heryeri, ama heryeri kaplayacak kadar gevşemek, erimek, sonra da buharlaşıp ortadan kaybolmak. Başarmak. Yıllarca peşinden sürüklendiğim nazlı bir güzel, ulaşılmaz bir masal perisi. Tam yakaladığımı sandığım bir anda, yavaşca ellerimin arasından uçup gitmesine seyirci kalmıştı gözlerim, tüm çabalarıma rağmen kurtaramadığım hastamla
15
yaptırmak için gitmiştim. Tamam hatırladım şimdi. İstasyonda adres soracak birilerini ararken cüzdanımı çaldırmış, siz de bana yardımcı olmuştunuz. Hatta bir miktar para da vermiştiniz, o günü atlatabilmem için. -Göründüğüm kadar rezil birisi değilimdir aslında. Dayanamam böyle şeylere. -Daha sonra çok aradım sizi, teşekkür edebilmek için ama bulamadım. -Devamlı aynı yerlerde dolaşmaktan hoşlanmam. Kimseler bilmez nerede olduğumu, bilsinler de istemem zaten. Biran icin hüzünlendi sanki, bir süreliğine dışarıya doğru çevirdi gözlerini. Bira kutusundan birkaç yudum aldı, ardından da derince bir nefes. -Hayata umut dolu bakan gozlerin beni şehirdeki ilk günlerime döndürmüştü. Geleceğe dair hayallerimle yaşadığım günlere. Zamanla beklentilerim değişti, hatta bir süre sonra da kayboldular. Neyse bu kadar edebiyat yeter. Göğüs kafesi yırtılırcasına öksürdü, gözleri doldu, sonra tebessüm etti. -Senin haline bakılırsa hedefine ulaşmışsın. Çevrendeki insanların hayran olduğu başarılı genç adam. Tebrikler... Birasını oturduğu koltuğa bıraktı, alaycı bir tavırla bir süre alkışladı. -Sanırım pek mutlu değilsin. Yoksa böyle yolculuklarda işin ne? Sustum biran. Dışarılara daldı gitti gözlerim. İçimde olup bitenleri birileri eşeleyip ortaya çıkarsın istemiyordum. -Üzüntüsünü herkesten gizlemeye çalışan güçlü genç adam. Al iç biraz, iyi gelir böyle yolculuklarda. -İstemiyorum, ısrar etmeyin lutfen! Istemeden hafifçe öfke karışıvermişti, alalacele ağzımdan dökülen kelimelerin arasına. -Sen sigara da içmiyorsundur okumuş çocuk. Kaşla göz arasında bir bulut beliriverdi. Ayyaş gittikçe görünmez olmuştu, sisli bir havada yavaş yavaş kaybolan bir gemi misali. Tavana doğru yükselen dumanlar, düşüncelerime dönüşüvermişti, beynimden fışkıran binlerce düşünceye. -Neyse boşver, bir hırsız için bu kadar üzülmeye değmez. Eninde sonunda böyle olacaği belliydi zaten. -Anlayamadım. Kimden bahsediyorsunuz? -Kimden olacak, yanlışlıkla ölümününe neden olduğun adamdan tabii ki. Bir turlu anlam veremedigim alayci bakislarindan rahatsiz olmaya baslamistim. -Nereden biliyorsunuz tüm bunları? Bir yakınınız mı yoksa? -Kendisini çok iyi tanırım, hem de tahmin edemeyeceğin kadar çok. İstemeyerek de olsa hayatını elinden aldığın o adam, yıllar önce istasyonda senin cüzdanına el koymuştu. Çaresizliğin bana öyle dokunmuştu ki, arkadaşımın haberi olmadan, kaşla göz arasında sana paranın bir kısmını iade etmiştim. Neyse bu kadar gevezelik yeter. Birazdan ineceğim. İçim dışıma çıktı. Pek sevmem bu tür yolculukları. Elimde olmadan yapıyorum bazen. Her insan gibi. Bir de öyle bir kafa ağrısı var ki, sanki binlerce kişi etrafıma
toplanmış, habire davul çalıyorlar. İstersen bir kutu bira bırakayım sana. Bak herkese yapmam bu kıyağı. Cevap vermeyince alaycı bir şekilde sırıtarak, elini paltosunun iç cebine doğru götürdü. Sürekli bunu yanımda taşımaktan sıkıldım artık, dedi. Cebinden cıkarttığı eski püskü bir fotoğrafı bana dogru fırlattı. -Cüzdanında bulmustum bu resmi.Güzel kız doğrusu, yakışır senin gibi delikanlıya. Görür görmez vurulmuştum ona. İnsan bir fotoğafa aşık olabilir mi? Ben oldum. Ne dersin beni böyle olduğum gibi beğenir mi? Yıllarca hiç ayrılmadık Nereye gittiysem onu da yanımda götürdüm. Sahi nedir bu güzel kızın ismi? Aman bana ne ya, zaten başım acayıp ağrıyor. Midem de bulanmaya başladı birden. İçeriye girdiği gibi terketti vagonu, koskoca bir duman kümesini geride bırakmayı ihmal etmeden. Fotoğraf, Murat’ın şaşkınlıktan titreyen ellerinde tebessüm ediyordu, olup bitenlere bir anlam veremeden. ……….
Pencereyi açıp kafamı dışarıya çıkarsam, sesim kısılıncaya kadar bağırsam. Beynimin kıvrımları arasında dolaşıp duran düşüncelerim dökülüp gidiverse, trenin tekerleriyle rayların arasında sıkışıp kaybolsalar. Belki de yerimi değiştirmeliyim. Evet ,evet, en iyisi gidip başka bir yere oturmalı. Bir an için olsun yanımdan ayrılmamış olan emektar çantam iyice kararmıştı, onun da bir değişikliğe ihtiyacı olduğu her halinden belliydi. Tam kapıyı açacakken, göz hizasındaki yuvarlak pencereden, içeride birisinin olduğunu farkettim. Demek ki yalnız yolculuk etmiyordum. Belki de doğru dürüst sohbet edebileceğim birisidir, İçinde bulunduğum ruh halini bana unutturacak bir insan, kim bilir. Hafifçe yana dönmüş, sırtı bana dönük olan kişinin sadece siyah uzun dalgalı saçlarının bir kısmını görebiliyordum, bir de narin, lacivert renkli ayakkabısını. Bir kadın, tek başına yolculuk eden yalnız birisi. Sağ elimden kurtulan kapı, fazla inat etmeden sessizce kapandı. Sigara içilmesi yasak olan vagondaki havanın neredeyse tamamını içime çekecektim, yaşamak için oksijene ihtiyacı olan tek canlı ben olsaydım o anda. Birbirini tanımayan iki insan arasındaki konuşmayı başlatacak olan kelimeleri seçmiştim çoktan. Afedersiniz, diyecektim. O da dönüp bana baktığında en nazik ve de en sevimli tavrıma bürünüp tamamlayacaktım cümlemi: Bir sakıncası yoksa buraya oturabilir miyim? Ama bunlara gerek kalmamıştı. -Esin sen ha! Gözlerime inanamıyorum. Diyebildiğim bu kadardı. Aynada göremesem de kendimi, sanırım şaşkınlığımı ve de sevincimi, yüz ifadem tüm çıplaklığıyla anlatmaktaydı. -Aman Allah’ım Murat. İnanmıyorum. Bunca sene sonra.
16
-Kimin aklına gelirdi seninle burada vardı. Ablası ise ona göre daha kısaydı, ve birazcık karşılaşacağımız. Dünya aslında ne kadar da küçük, da cılızdı. Uzun siyah dalgalı saçlarıyla öyle güzel değil mi? tebessüm ediyordu ki, ilk elini uzatan da o olmuştu. Yanınıza oturabilir miyim sorusunu sormama -Selam ben Esin. gerek kalmamıştı. Çantam da ben de yüzsüzce Ardından da, az önce bir şeye sinirlenmiş tavrıyla yerlerimizi almıştık çoktan. Sol cebimdeki fotografa kardeşi uzattı elini. uzandı elim birden. Bil bakalim elimde ne var, -Ben de Kadir. diyecektim, vazgeçtim sonra. Ne o, ne de ben o Tam ismimi söyleyecekken Esin’in o ela gözleri yıllarda değildik artık parladı, birdenbire bir çığlık attı: Onunla ilk tanıştığımızda da şimdikine benzer -Aman Allah’ım ne sevimli şey o öyle. heyecanlar yaşamıştım. Daha ilkokul Günün geri kalan kısmını Esin, Rıfkı’yla çağlarındaydık. Okul bitmiş, uzun, sıcak günlerin geçirmişti. Top oynamaktan hoşlanmayan ben ise, olduğu yaz tatili başlamıştı. Beyaz badanalı, kerpiç bütün gün Kadir’i memnun edebilmek için evimizin taş avlusunda, sıcaklar çökmeden annem eğleniyormuşum gibi yapmak zorunda kalmıştım. ateşi yakmış, o dönem bilimkurgu filmlerindeki uzay Ayrılırken Esin dönüp bana: gemilerini andıran sacın üzerinde ekmek pişiriyordu. -Yarın sen de bize gel istersen. Ama Rıfkı’yı da Bense avlunun bir köşesindeki ağacın altında getir, demişti. Rıfkı’yla oynamakla meşguldum. Bembeyaz tüyleri, Nedense o gün Fidan Teyze’yi acaba bir gün ince uzun kulaklarıyla öyle sevimli bir tavşandı ki, sevebilir miyim diye düşünmüştüm. zamanla onu içten içe kıskanacaktım. O günden sonra hep birlikteydik artık. Kadir top Sıcaklardan iyice sararmış avlu kapısı açılıverdi oynayabileceği yeni arkadaşlar bulmuştu. Ben de birden. Gelen annemin yakın arkadaşı Fidan onunla sıkılmak zorunda kalmıyordum artık. Esin’le Teyze’ydi. Çizgi çizgi olmuş esmer kuru yüzü birlikte olmanın tadını çıkarıyordum bütün bakışlarındaki keskinliği daha da gün. Bazen, anneannesinin evinde şehirden getirdiği mandolinini abartırdı. Giysilerinin her yerini çalardı. Özellikle “Samanyolu” saran rengarenk çiçek motifleri, adlı parçayı çok sevmiştim. iri cüsseli bu teyzenin ciddi Yanında dikildiğimi farkeden Birkaç kez bana da çalmayı görüntüsünü zerre kadar yalnız kadın, sağ omuzunun öğretmeye çalışmıştı ama yumuşatamazdı. Nasırlı bir türlü becerememiştim. elleriyle yanaklarımı üzerinden bana doğru baktı. Piyano çalmasını da sıkarken anneme doğru Bir an için göğüs kafesime biliyormuş. Müzik bakarak her defasında: sığmayan kalbim, aniden öğretmeni olan annesinden -Şadiye, maşallah, ne öğrenmiş. Evlerindeki kadar da güzelleşiyor senin yerinden koparak, kırmızı kuyruksuz olan oğlan her geçen gün. koltuklardaki kalp modellerdenmiş, ama Herhalde kocanı çok sevdiğin ressamlarının eserlerinin ileride kuyruklu bir piyanoya bir zamanda doğurmuşsun, sahip olmak en büyük diyerek, ciddi ciddi gülerdi. arasında yerini almıştı çoktan. hayaliymiş. Sonra da nazar değmesin diye Bazı günler kasabanın tozlu hafifçe tükürür, tekrar elleriyle yollarında boş boş gezerdik. O silerdi yüzümü. Annem, bana yaşadığı yerleri anlatırdı hep. şikayetlerimin ardından onun aslında Yüksek bir apartmanda yaşıyorlarmış, çok iyi kalpli bir insan olduğunu, balkonundan görünen manzara şahaneymiş. Çok küçüklüğünden beri yaşamış olduğu acıların yüzünü sevdiği kırmızı bir bisikleti varmış. Bir gün düşüp katılaştırdığını söylerdi her defasında. İyi bir kadındı dizini yaralamış. O günden beridir de binmiyormuş. belki de ama Rıfkı’yla ben ona pek görünmek Canının çok yanıp yanmadığını sormuştum arka istemezdik. arkaya birkaç kez, nedense. Fidan Teyze’nin yanında güzel elbiseleri ve de Ben ona geçtiğimiz yerlerdeki çiçeklerin, kuşların tertemiz ayakkabıları olan iki çocuk duruyordu. isimlerini öğretmeye çalışırdım. Hatta bazen bir -Şadiye kolay gelsin, diye seslendi o gür sesiyle. ağaca tırmanır, yemiş toplar, gölgesinde afiyetle Bizim kızın çocukları, birkaç hafta bende kayerdik. Bazen de bakkal amcadan aldığımız lacaklar. Senin ufaklıkla arkadaşlık ederler diye cikletlerden çıkan manileri birbirimize okur, düşündüm. anlamlar çıkarmaya çalışırdık. Ben en çok bu oyunu -İyi etmişsin. Gelin çocuklar gelin, durmayın severdim. öyle. Ben de ekmek yapıyordum. Birazdan şöyle bir Bazı geceler ertesi gün yapacaklarımızı kabak bükmesi yaparım, yanına da demli bir bardak düşünmekten bir türlü kapanmazdı gözlerim. çay. Kahvaltıda kızarmış gözlerimi farkeden annem hasta -Hay sen çok yaşa Şadiye. Dur biraz sana yardım olup olmadığımı sorduğunda, birşeyim yok diyerek edeyim. Haydi çocuklar siz de kardeş kardeş geçiştirirdim. oynayın. Günlerden bir gün, Fidan Teyze’nin, kiremitlerinin Belki de Fidan Teyze’nin yanında tam bir ufaklık dansettiği, pencerelerindeki mavi demirliklerin, olarak duruyordum, nedense bu kez bu lafa pek dökülmüş sıvaların akibetine yakalanmamak için aldırış etmemiştim. Çocuklardan uzun boylu, biraz ellerinden geldiğince birbirlerine tutundukları, tek irice olanın ismi Kadir’di. Simsiyah kıvırcık saçları
17
katlı evinin önünde, filmlerdeki başrol oyuncularının kullandıkları türden bir araba duruyordu, güneşte parlayan tertemiz boyasıyla. Esin yine her zamanki o sevimli tavrıyla karşılamıştı beni. Bu evde yalnız bir kadının yaşamakta olduğuna dair hiçbir ip ucu vermeyen eşyalarla dolu oturma odasına doğru yöneldik. -Bak bu annem bu da babam. -Anne, baba bu da Murat. Hani size bahsetmiştim ya, Şadiye Teyze’nin oğlu. -Hoşgeldin çocuğum,gel buyur. Esin güler yüzlülüğünü bu tatlı sesin sahibinden almıştı sanırım. Narin bakışlı, uzun düz saçlı, yuvarlak alınlı bu şık giyimli kadının yüzü öyle sevkat doluydu ki. Ona baktıkça Esin’i görüyordum. -Gel oğlum çekinme, gel otur şöyle. Bu tok sesli, uzunboylu, hafif göbekli, biraz seyrelmiş kıvırcık saçlı adama bakınca, acaba Kadir de o yaşlarda böyle mi görünecek sorusu aklımdan geçivermişti birden. Gümüş renkli geniş gözlüğü onun, önemli bir işle meşgul olduğunu daha görür görmez söyleyiveriyordu. Başarılı bir doktor olan babasını epeyce anlatmıştı Esin bana. Oysa hayalimde başka türlü canlandırmıştım onu. O güne kadar izlemiş olduğum bazı filmlerde işlenen doktor tiplemelerinden kaynaklanıyor olabilir miydi bu yanılgım? Bir koltuğun ucuna yerleşmiştim. Bir süredir mutfakta olan, Kadir’le anneannesi oturma odasına gelmişlerdi. İlk kez Fidan Teyze’yi gördüğüme sevinmiştim. Bir ayağımı bir ayağımın üzerine koymuş, ellerimi çekingen bir tavırla kenetlemiştim. Kadir birden: -Baba, Murat top oynamayı hiç sevmiyor. Zaten pek de beceremiyor, deyivermişti. Bir an kızardığımı hissetmiştim, acaba onlar da farketmişler miydi bunu? Neyse ki Esin imdadıma yetişmisti: -Murat’ın çok sevimli bir tavşanı var adı da Rıfkı. Bütün çiçeklerin ismini de biliyor, kuşların da, diyerek konuyu değiştirmişti. O gün Esin’in babası epeyce okulumla ilgilendi. En çok sevdiğim dersi sorunca, fen diye cevaplamıştım. Ardından da büyüyünce ne olmak istediğimi sormuştu. Hiç düşünmemiştim aslında o güne kadar ama birden: -Doktor olmak istiyorum, demiştim. Sıkılgan bir tavırla Esin’e bakmış, o da gülümseyerek bu cevabımı beğendiğini belli etmişti. -Aferin oğlum sana, diyerek elleriyle saçlarımı okşadı, Okan Amca. Acaba doktorların elleri hep böyle yumuşak mu oluyordu? Nilüfer Teyze’nin annesiyle birlikte yapmış olduğu yemeklerden afiyetle yedik. Fidan Teyze’nin çay içme teklifine karşılık Okan Amca: -Sağol anneciğim, biz gün batmadan yola çıkalım, diyerek karşılık verdi. Duymak istemediğim ama her tarafima yavaş yavaş dağılan bir acıyı hissediyordum. Valizler yüklenmişti. İlk gördüğümde bende hayranlık uyandırmış olan bu arabaya büyük bir kızgınlıkla bakıyordum. Beyaz en çok Rıfkı’ya yakışıyordu bence.
Kadir çoktan arabadaki yerini almıştı. Bir an önce gitmek için sabırsızlanıyordu. Esin’le önce sarıldık. Sonra da elinde tuttuğu defteri bana doğru uzatarak -Bana bol bol mektup yaz, olur mu? İlk sayfaya adresimizi yazdım, demişti. Fazla birşey diyememiştim. Sanki boğazımı kocaman bir misket tıkamış, bir türlü yutamıyordum, dışarıya da atamıyordum. Okan Amca’yla Nilüfer Teyze’nin ellerini öptüm, gözyaşlarımın ellerine değmemesine dikkat ederek.Hepsi arabaya bindiler. Nöbet yerini ne pahasına olsun terketmeyen bir asker misali, yerimden hiç kımıldamamıştım, o beyaz renkli canavar gözden kayboluncaya kadar. Ayrılmak, böyle birşeydi demek. -Gözleri yaşlı Fidan Teyze, diz çökerek sarılmıştı bana. Kendimi tutamamıştım. O gün Fidan Teyze’nin iyi kalpli bir insan olduğuna inandım. Neyse ki mektuplaşıyorduk. Esin bol bol yaşadığı yerleri anlatıyor, birgün mutlaka gelmelisin diyordu. Her okul dönüşü anneme mektup gelip gelmediğini sorar, annem de alaycı bakışlarıyla: -Oğlum istersen postaneye taşın derdi. Babam ise okumakta olduğu gazetesinden başını kaldırıp: -Hanım uyma şu çocuğa. Adam aşık, olacak o kadar, der ardından da ikisi birden basardı kahkahayı. Sınavlara gece gündüz çalışırken, kazanacağım okuldan çok, şehirde Esin’e daha yakın olacağımı düşünür şevklenirdim. Sonunda hayallerim gerçek olmuştu, yatılı okulda okumak üzere şehire gitmiştim. Haftasonları onlarda kalıyordum, eskisi kadar da sıkılgan değildim. Kadir ise benim birgün futbolu seveceğime dair umudunu çoktan kaybetmiş, bizi yalnız bırakıyordu. Rıfkı çoktan ayrılıp gitmişti aramızdan. Onun ismi, annesinin ve babasının doğumgününde Esin’e hediye olarak verdikleri, şirin beyaz köpekte yaşıyordu. Yurttayken, biran önce haftasonu olması için dua ediyordum. Derslerde, onun ismini defterlerime, kitaplarıma yazmak, vazgeçilmesi neredeyse imkansız bir alışkanlık haline dönüşüvermişti. Birgün, ona karşı olan hislerimi açıklayacaktım. Birkaç kez denemişsem de cesaretimi bir türlü toplayamamıştım. Yıllar öyle hızlıca akıp gidiyordu ki, ayrılıkların ve de kavuşmaların yaşandığı o eşsiz haftalar. Üniversiteye giriş sınavları yaklaştıkça tedirginliğim de artıyordu. Ya ayrı şehirlerdeki üniversiteyi okumak zorunda kalırsak? Andaç için çektirmiş olduğu fotoğraflardan bir tanesini birgün gizlice alıvermiştim. Bu davranışıma sonra da pek bir anlam verememiştim. Yazdığım şiirleri, yurttaki odamda bilmem kaç kez dinlemek zorunda kalmış olan bu çalıntı hatıra her defasında, sevgi dolu bakardı bana. Ta ki o herşeyin alt üst olduğu güne kadar. İlk kez Esin’in bana kızdığına şahit olmuştum. Böyle olacağını bilemezdim, istemeden oldu, cok üzgünüm, diyemedim. Kelimeler, gözyaşlarımla birlikte içime hapsolmuşlardı. Öfke dolu bakışlarıyla
18
bir daha karşılaşmayacağım bir yerlerde gizlenmek, o andaki tek isteğimdi. Onunla uzun yıllar sonra tekrar karşılaşmış olmak içimde derin bir sevinç uyandırmıştı birden. Birbirimize anlatacak çok şeylerimiz olmalıydı. -Nasılsın Esin? Kaç yıl geçti aradan. Neler yapıyorsun anlatsana? Hangi soru çok dokunmuştu ona bilemiyorum, “nasılsın” mı, yoksa “neler yapıyorsun” mu? Birkaç inci tanesi süzülmüştü yanaklarından. Ardından da hıçkırıklara boğulmuştu birden. Birbirine kenetlenmiş zarif elleri çözülmüştü, sarılmıştık. Ağlamaklı birşeyler söylüyordu, birşeyler anlatmaya çalışıyordu. “Herşey bitti, bunca zaman sonra herşey bitti”. Ne kadar zaman olmuştu ona böylesine sarılmayalı, ne kadar da özlemiştim onu. Kalbim sadece kan dolaşımını yerine getirmekle yükümlü bir uzuv olmaktan çıkmış, çok hoş bir görevi daha olduğunu hatırlamıştı nice zaman sonra. O ne kadar ağladı ve ben ne kadar ağlamadım bilmiyorum. Ela gözleri, o hayranlık uyandıran rengini kırmızılıklara bırakmıştı. İnce yuvarlak burnu, hafif şişkin yanakları al al olmuş, sevimli bir kız çocuğunun masumiyetine bürünmüştü. İçinden kağıt mendil aldığım çantam sevinmişti bir an. Hala bir işe yarıyor olmanın verdiği bir duyguydu bu sanırım. -Sağol canım, ne kadar iyisin. -Önemli değil. Anlatmak istersen dinlerim seni. -Herşeye rağmen, bana karşı hala o kadar anlayışlısın ki. Kağıt mendiller çoktan bitmişti, kalın örgülü kahverengi kazağının kolları kurutmaya çalışıyordu gözyaşlarını. Dışarılara daldı gitti gözleri, derince bir nefes aldı, hafif hıçkırıklı. -Boşanıyoruz, dedi. -Olamaz, inanmıyorum. Bunca yıllık beraberliğinizden sonra. Sevincimi saklayabilmiş miydim acaba? -Herşeyi bitirmeye karar vedik. Aldattı beni pis herif. Hem de en yakın arkadaşımla. Ağlamaklı gözleri, yüzümdeki sevinci farketmesin diye bakışlarımı pencereye doğru çevirdim. Arkadaşlarımın bilmem kaç kez, hayranlıkla anlattıkları, belleğime kazınmış düğün töreni yansıyordu pencerede. İki insan adım adım mutlu bir beraberliğe doğru ilerlerken, varlığımın vazgeçilmez bir parçasından kopuyordum yavaş yavaş. Yaşananlar ne kadar da iç içeymiş meğer. Bir yandan insanların dans ederek, şarkılar söylerek eğlendiği bir düğün merasimi. Bir yandan sessizce ve çaresizce yaşanan tek kişilik bir veda töreni -Ne güzeldi okullu yıllar. İnsan yaşarken sahip olduğu güzelliklerin kıymetini bilmiyor. Umarım sana değer verecek, seni çok sevecek bir insanla hayatını birleştirirsin ve de mutlu olursun, demisti. Yalnız kalmıştı seneler sonra. Ben de işim tarafindan terkedilmiştim. Elime bir fırsat geçmişti, onu tekrar kazanabilirdim. Beni harekete geçirecek o heyecanı neden hissedemiyordum ki şimdi? Bir kez daha sarıldık, ve de yıllar önce yaptığımız gibi tekrar ayrıldık.
Dışarıya doğru baktım, onu son bir kez daha görebilirim umuduyla. Sanki kuş olup uçup gitmişti. Yapayalnız kalmıştım. Tanıdık bir duygu olmasına rağmen her defasında, içinde parçalanıp kaybolduğum bir boşluktu tum benligimi saran. Biran için şefkate ihtiyacım olduğunu sezen kışlık gri paltom, olabildiğince sarıvermişti beni. Lüks bir caddenin, gösterişli bir mağazasından koparıp kendi hayatıma katmıştım bir zaman önce. Benimle sefil bir hayat sürecek olmak. Bunu çok yadırgar mıydı? Devam edecek…
19
E.A.P’ya
duygusunun belli belirsiz parmak izleri. Bank boştu. Park da onsuz. Dergilerle birlikte çekip gitmişti yine. Ani bir kararla evine koştum. Bir kilometre kadar uzaktaydı. Nefes nefese oturdukları apartmana vardım. İkinci katın ziline bastım. Annesinin bakışları pencerede belirince arkadaşımı sordum. Evdeydi. Basamakları ikişer ikişer çıktım. Yüzünde o yolu koşmuş bir hal ya da şakasını cilalayacak lakayıt bir ifade yoktu. Daha kötü bir şey vardı. Hızla büyüyen bir korku fidanının kapkara gölgesi. Parkta yanımdan niye kaçtın diye sorunca benden korktuğunu hissettim. Ardından yaptığım bir keşif umarsızlığımı bitimsizliğe boyadı. Arkadaşımın bakışları parktakinden farklıydı. Evde yalnızken olduğundan da. O tarihten itibaren on ay boyunca belki elli kez çeşitli arkadaşlarım ya da yetişkin tanıdıklarımla aynı şeyleri yaşadım. Annemden ve babamdan bile şüphelenir olduğum zamanlardı. Annem eve geldiğimde uzun uzun yüzüne baktığımda ağlama alışkanlığı edinmişti. Bu arada fena halde delirdiğim lafları ayyuka çıkmıştı haliyle. Bu tür haberler bir kutudan herkesin yürüdüğü bir caddede kaldırıma saçılan incik boncuğa benziyordu. Geri toplaması mümkün değildi. Aile dostumuz olan bir psikoloğun yüzünde bana acıyan çaresiz bakışları gördüğümde ölmeyi arzu ettim bir an. İlaçlar, terapiler, okula ara vermelere rağmen on ay boyunca O şey neyse bana tanıdığım herkes kılığında, ama bakışları farklı olarak sokuldu ve çekip gitti. Kelimeler tasvirde yaya kaldığı için O’nun resmini çizmeyi defalarca denedim. Ama iki gözden öte gidemedim. Binlerce olmalı, gövdeden bağımsız gözler çizip durdum. Annem de zaman zaman bana katılırdı. Çizim yeteneğimi annemden aldım. Çabalasa çok iyi bir ressam olabilirdi. İhtirası ısrarsızdı. Birlikte sayısız yüz ifadeleri türetip durduk. Yaptığımız her resim iyileşeceğime değin umut saçıyor olmalıydı. Bakışları rahatlıyor, vücudu gerginliğinden sıyrılıyordu. Sonra bir gün ansızın bitiverdi. O sabah bittiğini pencereden sokağa bakarken hemen hissettim. Baharın ortasıydı. Taze yaprakların güneş ışığını minnetle emmelerini seyrederken anladım. Sezilerime yollanmış geçmiş olsun telgrafı ışıyordu çevremdeki her şeyden. O kıyı şehrinden diğer bir kıyı şehrine taşındık. Başka okullara gittim. Hormonlarım heybetlendi. Yeni heveslerle tanıştım. Liseyi kolayca bitirdim. Üniversite sınavı yöneldiğim branş için sorunsuz geçti. Üniversitenin son sınıfına geliverdim. Annemin özendirmesiyle Güzel Sanatlar Akademisi’nin resim bölümünün son sınıfına varmıştım. Özgün yetenek diyordu bana hocalarım. Bu bana yeterli değildi. Beynimin içinde bir şeyler eksikti hâlâ. Fırçaya istediğim gibi komuta edemiyordum. Huzursuzdum. Dokuz yıl geride kalan unutulmaz kâbus periyodu sürekli olarak aklımdaydı tabii. Bu nedenle insanlar beni bakışlarının normalden biraz uzun süzen, emen mi demeli, biri olarak hatırlamaya başladılar. Bir gün o meseleyi sürekli olarak düşünmemin ödülü bir anda aklımın ekranında beliriverdi. Yaşadığım şey
Sadık Yemni Bakış Ressamı Şu ünlü derginin parlak kapağındaki adam benim. Hayal dünyamın yelpazelerindeki eşsiz kompartımanlar, iç dünyamı taşıyamayan sevgililerimin ıslak itirafları, serüven dolu bir yaşamın imbiğinden süzülmüş deneyim usareleri gibi uyduruk laflara boş verin. Yüzüme bakın. Alelade, her yerde raslayabileceğiniz suratımı da es geçin ve gözlerime yaklaşın. En ilkel korkularınızı dehleyecek olan bakışlarım gerçektir. Tuvalden fışkıran o bakışların ressamıyım ben. İki boyutlu bir yere sürülmüş bir miktar boyanın algılarımıza oynadığı oyunun ta kendisiyim. Bu marifet postuna kolay gelmedim. Kendimi O’na güçlükle buldurttum. Seçilmiş biriydim. Seçilmişten çok işaretlenmiş demek daha doğru belki. Ehvenlerden biri olarak. Bana on iki yaşında benzersiz bir korku kapısını araladığında önce deliriyorum sandım. Çocuktum. O’nu hissediyordum, ama idrak edebilmem mümkün değildi. Sıfat tutmaz bir yapısı vardı. Deliliğin rahatlatıcı kanatlarıyla uçuşmak bir kolaycılıktı. Kendini uçuruma doğru kapıp koyuvermek. O tarafa doğru meyil ettiğim zamanlardı. İlk olarak, adı şimdi önemli değil, bir arkadaşım bana ders çalışmaya geldiğinde başladı şu ana varan süreç. Evde yalnızdım. Annem alışverişte babam işteydi. Tek çocuk olduğum için sırf bana ait kocaman bir odam vardı. Bir saat kadar ders çalıştık. Sonra resimli romanlarımı karıştırdık. Evlere bilgisayarların yeni yeni girmeye başladığı zamanlardı. Bir ara arkadaşım annesine geç kalacağını bildirmek için oturma odasındaki telefona gitti. Geri gelmedi. Neden sonra merak edip baktığımda evin hiçbir yerinde olmadığını gördüm. Garip bir şakaydı. Biraz hoşuma bile gitmişti. Yaramazlık katsayısı bu denli düşük sessiz bir çocukta bile beklenmedik şakalar yapabilecek özün olması ilginç gelmişti. Ertesi gün okulda bir gün önce evime asla gelmediğini iddia edince şakasına fazladan bir çatallanma yaraştırdığını düşündüm. Üç gün sonra aynı arkadaşla kış günleri genelde çok tenha olan bir parkta karşılaştık. Elinde dört adet yepyeni çizgi roman vardı. Bir banka oturduk ve saatlerce sayfaları karıştırıp serüven tozlarını soluduk. Bir ara işemek için ağaçların arasına gittim. Belki o sırada ilk şüphelerim köpüklenmekteydi. Dönünce bir şey olacak
20
delirmek değildi. Üzerime kendini tanıdığım kimselerin benzerleri olarak salan biri, bir şey vardı. O. Çocuk aklımla bunun beni korkutmak amacıyla yapıldığını sanmıştım. Karabasancı dede değildi benle temasa geçen şey. Bakışları mahsus farklı tutuyordu. Bu bana bir mesajdı. İdrak çiziğiydi. Yaptığı şey bir çeşit aşılamaydı. Aşı tutmazsa yaşananlar travma kalıyordu. Delirip gidenler oluyordu mutlaka. Ölenler de belki. Aşı tutmuştu. Korkularımı yenmiştim. Geceleri rüyamda sürekli olarak kâbus görmüyordum. Sosyal yaşamım sıradan sorunlarla bezeliydi. Birden bir karar aldım. O’nu bulacaktım. Nasıl yapacağımı bir şekilde biliyordum. Yöntemi yani. Esinimi bakışlara açacaktım. Güç bela biriktirebildiğim az bir parayla kendimi bakışların en yoğun bulunduğu yerlere, metropollere saldım. Tanışmamız göreceli ıssız bir yerde olmuştu, ama bu aşı için gerekliydi. Kalabalığın ortasında olsaydı dayanamaz essahtan delirebilirdim. Bir metropolden diğerine seyahat etmeye başladım. Babamın çift pasaportlu biri olması sayesinde ciddi bir vize sorunu yaşamadım. Yoksa baştan tarama alanım sınırlanıverirdi. Dünyanın en kalabalık sokaklarında ayaklarıma kara sular inene kadar dolaşıyordum. Hava güzelse teraslarda güneş batımına kadar oturuyordum. Renkli camlı gözlüklerimin arkasından bakış ölçüyordum. Yığınlar O’nun akciğeriydi. Bakışları sağarak varkalan bir yaratıktı velinimetim. İbni Haldun’un asabiyet dediği şey onun enerji kaynağıydı. Asabiyet motoru durmadan çalışıyordu zaten. O uyduruk öykülerde bahsi edilen korku soluyarak yaşayan iğrenç yaratıklardan değildi. Birazcık korku belki mükellef bir yemeğin üstüne içilen bir Türk kahvesi gibiydi. Kıpır kıpır minik zifir kara gözcüklerden oluşmuş telvenin dayanılmaz çağrısı. Yolculuğun ne kadar süreceği belli değildi. Bu nedenle bunu sürdürebilmek için para kazanmam gerekmekteydi. Kolay değildi. Paris’te garsonluk, Londra’da barmenlik yaptım. Mexico City’de günde 12 dolara on saat patates kızarttım. Manila’da bir terasta tanıştığım Alman’a İngilizce çevirmenlik yaptım. Dünyanın her yerindeki Türk restoranlarında babamdan öğrendiğim birkaç hoş şeyden biri olan mezelerimle iş buldum. Ortaklık teklif edenler bile oldu. Bu arada annemin kendi için en parlak yanım dediğim şeyi de kullanmaya başlamıştım haliyle. Sokaklarda milletin karakalem portrelerini yapıyordum. Resimlerim ilgi çekiyordu. Her defasında üç beş portre satabilmekteydim. Hiç unutmam, Sao Paulo’da şehir merkezinde yaşlı bir kadın portatif sandalyede oturmuş poz veren genç kadınının portresini yapmamı izlemiş ve sonra kulağıma eğilerek, “Gözlere ne yapıyorsun öyle? Bin dolar verseler oturmam karşına.” demiş ve çekip gitmişti. New York, Londra, Kuala Lumpur, Tokyo gezdim durdum. Garlarda, parklarda uyukladığım oldu. Sonunda iyice parasız kaldığım, sokak ressamlığı kışın karlı yağmurlu havalarda işe yaramıyordu, artık O’nu asla bulamayacağımı düşündüğüm bir sırada niyetime talih yıldırımı çarptı. Tokyo’da
oynadığım lottodan 21.362 dolar karşılığı Yen kazandım. Bunu teselli mükafatı gibi algılayan yanım ağır bastı. Atladım uçağa ve Istanbul’a, başlangıç metropolüme döndüm. Annemle babama 600 kilometre yaklaşmıştım, ama bunu belli etmedim. Bir buçuk yıllık serüvenimi başarısızlıkla noktaladığımı düşünmek istemiyordum. Kararsızdım. Arkadaşlarıma, apansız terk ettiğim sevgilime falan haber vermedim. Bir otelde kalmaktaydım. O’nun beni kayda değmez bulduğunu kurup durmaktan huzursuzdum. Ailemi çok özlememe rağmen görmeye hazır değildim. Başlangıç huzursuzluğumun garip bir varyantına geri dönmüştüm. Soğuk, ama güneşli bir öğle üzeri Beşiktaş’ta bir terasta oturmuş çay içmekteydim. Tenhaydı. Boğaz’ın sularındaki hafif çalkantıyı izlemek sinirlerime iyi gelmekteydi. Uyduruk mevzuları öneme boyamaya çalışan bir derginin arka kapağındaki beyaz yüzeye kurşun kalemle bir şeyler çiziktirmekteydim. Bir yüzdü haliyle. Ne yapacağımı bilememenin salıncağında tıngır mıngır sallanmaktaydım. Yanıma oturduğunu saniyeler sonra fark ettim. “Çiziminiz bayağı iyi. Bakış parlatırken yüzeye hapsolmuyorsunuz. Boyut tahakkümü soldurur bütün çabaları.” Yetmiş yaşlarında, ince yapılı, güneş gözlüklü biriydi. Bembeyaz gür saçları özenle arkaya taranmıştı. “Bir tanıdığım niyet pencereleri der.” dedim yarım saattir sohbet ediyormuşçasına bir normallikle. “Hafif bir eğretileme.” “Ressam mısınız?” “Tablolardan taşan manaya dokunmayı severim daha çok.” O’ydu. İnanılmaz bir şeydi. O’ydu. Sonunda… Ayıkmam hızlıydı, ama heyecanım mutlak sıfırda tavlanmışçasına donuktu. Kontrolu altındaydım. Ağzım esas söylemek istediği şeylerden taşmıştı. “Bir kahve içer misiniz?” “Yüksek… Tansiyon… Ayrıca hemen gitmem gerekiyor. Bir başka zaman belki.” “Anlıyorum.” Ayağa kalktı. Bir saniyeliğine gözlüğünü indirdi. Zamanın başlangıcından beri emilmiş bütün bakışların kıpırdaştığı o iki çukuru gördüm. Donmuş duygularım sayesinde deli gibi bağırıp çağırmıyordum. Çığrından çıkmanın tüm halleri aynı anda üzerime yüklenmişti, ama dış zarfım sakinlik ışımaktaydı. Sesim de. “Siz…” “Bakış çizmeye devam. Mana fışkırtın niyet pencerelerinden. Yolunuz açık.” Dört yılda, buna askerlik de dahil, dünyaca tanınan ünlü bir portre ressamı oldum. Emsalsiz bakışların ressamı lakabıyla ego cilaladım. 40x60 santim ebatlarındaki bir yağlı boya tablomun 650 000 dolara satıldığı defalarca yazıldı durdu. Şu anda New York, Tokyo, Roma, Paris, Sao Paulo ve Istanbul’da malikânelerim var. Sırayla ikamet ediyorum. Aşık olduğum kadınlarımın hiçbiri bana çocuk veremedi. Tohumla değil. Aşıyla ürüyoruz.
21
bey diye geçiştirirdi. Artık kanıksamıştı böyle yaşamayı. İkisi de çalışınca dönüyordu işte bir şekilde hayatın çarkı. Hem burada gün boyunca bol bol dedikodu da dinliyordu. “Ne o kız Zeliha, pek bir canın çekti herhalde” “Benim derdim o değil, bir gün de evde ayaklarını uzatıp, itibar gören ben olsam fena mı olur.” Fatma’nın böyle bir derdi yoktu. Kocası bazı geceler parlatırdı kuşkusuz. Güzel bir haber alıp keyiflendiğinde mesela. Ama o zaman Fatma’yı da yanına çağırır, hanım sen de çek bir tek, boğazının pası gitsin derdi. Fatma da kocasını kırmazdı hiç. Boğaz pasını hiç sevmemesi de diğer bir nedendi tabii.
Ezgi Gürçay Yaşam kırpıntıları
*
İkinci kata yönelen Avni bey, iki temizlikçi kadını mavi bir kovanın başında bekleşirken buldu. Her zamanki gibi olmuş bitmiş şeylerin dedikodusunu ve olacak olanın da mutalâsını yapıyorlardı mutlaka. Fatma hanım başındaki bantı genişçe ikiye katlamıştı. İş çıkışı bantı açıyor ve küçük bir tülbent
haline getiriyordu. Ellerini süpürgenin uzun sopasının tepesinde kavuşturmuş, ortasında derin bir gamze bulunan sivri çenesini de ellerinin üstüne saplayarak muziplikle bakan kahverengi gözlerini Zeliha hanıma dikmişti. “Yine harıl harıl neler kaynatıyorsunuz hanımlar.” Avni bey kimsenin etlisine sütlüsüne karışmayan, munis yaratılışlı bir adamdı. İki kadın apansız yakalanmanın verdiği heyecanla arkalarına döndüler. Avni bey, Zeliha hanımı her görüşünde karşısında (yanlış mesleklerin, yanlış aileye evlat ve yanlış bir seçimin hayat arkadaşı olmaların neticesiydi belki) birinci, ikinci ve üçüncü katların bez, paspas, her türlü toz, ayağımın altından çekil Zeliha’ların figüranı değil, siyah beyaz karelerin mahalle bakkalından veresiye isteyen, terzilik yaparak genç kız yetiştiren kırk beşlik sevimli bir aktiristi var duygusuna kapılırdı. “Ah, siz miydiniz Avni bey, biz de sandık ki... Ne kaynatalım aşkolsun, Fatma hanım lekeyi çıkaramıyor da.” Biz de sandık ki’deki ikinci anlamı hemen görmüştü Avni bey. Otorite püskürtmüyordu falanca dereceden memur olması. Fakat o bu işlerin adamı olmaktan uzaktı. Iki hizmetçinin kendisinden çekinmesiyle ruhsal saadet bulacak tiplerden değildi. Küçük memurlara has daha küçüğü sindirme komplekslerinden onda eser yoktu. “Eh hadi öyle olsun. Fatma hanım sen git bir terebentin al, öyle bir lekenin ancak terebentin hakkından gelir.” İki kadın Avni beyin arkasından bakakaldılar. Ofiste tek sevdikleri adamın Avni bey olduğunu düşündüler kimbilir kaçıncı kez.
“Masada bordo renkli bir leke var...sil sil çıkmadı...zamk gibi yapışmış mübarek. Eskisi gibi mukavemetli imal etmiyorlar bu zıkkımları.” Fatma hanım bir mübarek lekeye, bir de deterjanın köpürmüş zıkkım haline bakıyordu. Zeliha hanımın lekeye aldırış etmediğini fark edince sustu. “Hülya hanım dedikleri şu saçları bukleli kadın var ya...Sacide ile Tuğba yellozlarına kulak kabarttım bugün onun hakkında konuşurlarken. Kadın gündüzden içmeye başlıyormuş. Arkasından kıkırdıyorlardı, pek yakında gazeteden postalanır diye. Dün koca bir şişe dayadı masanın üstüne, lıkır da lıkır, bana mısın demedi. Akşam ben nöbetçiydim.” “Deme, şu bordo renk... Yuvarlak. İşyerinde içiyor bir de demek. Eziyet olsun diye mi bana. Hep de Fatma teyze der durur ama, nah avucumun ayası kadar sil sil çıkmaz bi leke.” Zeliha hanım lekeye ilk defa o zaman dikkatlice baktı. Sonra yine bürodaki iki kadından yana döndü. Lekede bu kadar abartılacak bir taraf görmemişti belli ki. “Bir gün bizim Besim’in bir çilingir sofrasından kendim için kursam da, eve geldiğinde beni mezelerin eşliğinde çakırkeyf bulsa.” İç geçirerek söyledikleri kapıda beliren kocasının heybetli görünümüyle kırpıklanmış olmalı ki, yüzünde heves meves kalmadı ve “Öyle rakı şişeleriyle görse, Besim valla kemiklerimi elime verir.” dedi. Fatma ilk defa o an Zeliha’da safça zengin olma hayalleri kuran toz pembecilerin sık sık uzaklara dalan gözlerini gördü. Kocası da kış gecelerinde ısınmak için karısına sokulduğunda zengin olma hayalleri kurardı. Yüzündeki o temiz ve umut biriktiren çizgileri bozmamak için, her akşam zengin oluyoruz biz de demekten kendini alıkoyar, inşallah
*
Hülya derginin kapısında durdu. Lacivert boyanın soyulduğu yerlerde alttaki astar boyanın beyaz yüzeyi belirginleşiyordu. Bugün aynada saçlarındaki
22
ilk akları fark etmişti. Annesi onları bir gün görürsen koparmamalısın derdi. Çoğalırmış yoksa. O da diğer sarı tellerin arasına saklamıştı. Ellerini parmaklıklara dolayarak sallanmaya başladı. İstiklâl caddesinin ara sokaklarında onlarca yıldır yayın hayatını sürdüren Yaşam dergisinin editörü iki ay kadar önce birdenbire odasına çağırıp yazılarının devir düşürdüğünü söylemişti. Adama o an devrin en okkalı küfürünü yıvıştırmak için nelerden vazgeçerdi. Ama işinden değil, en azından bir süre için. Sacide ile Tuğba o doğum gününde barda fazla kaçırdığının dedikodusu etmeselerdi dikkatler üzerine hiç çevrilmeyecekti. İşyerine taşımaya başlamıştı şişeleri son günlerde. Ne güzel evde kafayı çekip uyuyordu. Hiç kimsenin haberi olmayacaktı. İşe vaktinde gidip geliyordu. Akşamları alkolle halleşmekten yazamıyordu evet, ama işyerinde harıl harıl çalışarak arayı kapatmaya çalışıyordu. O doğum gününe hiç gitmemeliydim diye düşündü. Adını alkoliğe çıkaran iki kadına sövdü sövüştürdü. Yüzüne bakıp kıkırdıyorlardı artık. Fişini çekeceklerdi yakında. Biletini keseceklerdi. Hülya da elbette bunu birkaç gün daha öne almak için elinden geleni ardına koymayacaktı.
taşarak sokağı saran org sesi kadının söylediklerini bastırmıştı. Panorama kitabevini Yaşam’ın bulunduğu sırada bir daha boşu boşuna bulmaya çalıştı. Onun yerine karşısına uzun zamandır uğramadığı Resimlik adlı dükkân çıktı. Kapıdan içeri ilk adımda çarpan keskin boya kokusunun evlerde giderek seyrelen çeyiz sandıklardaki naftalin kokuları kadar aşina olduğunu duyumsadı. Adımları sabırsızca boyalara doğru ilerledi. ''Suat'cım. Merhaba.” “Ooo, Özkan. Nerden çıktın sen?” Son görüşmelerinde Suat’ın Büyükada’daki evindeydiler. Renan, Özkan’ın gelmesinden çok rahatsız olmuş, yemekten sonra odasına çekilmişti. Suat bazı insanlar birbirine ısınamaz diye düşünmekteydi. Renan’ın Özkan’a hissettiği de o hesap olmalıydı. Özkan ardarda şişeleri devirip eve gidemeyecek hale geldiğinde Renan’a hak vermişti biraz. “Uzun zaman oldu görüşmeyeli, ne atölyeye, ne eve. Açtın arayı bak söyliyim.” Özkan’ın artık çizmediği, bu yüzden içmeyi artırdığı kulaktan kulağa yayılmıştı, Acımıştı Özkan’a. Bu tür haberleri bu kadar hevesle uçuranlara da. ''Ya sorma Özkan'cım, iş, güç, yazı derken dünyamı küçülttüm bu aralar. Valideyi de kaybettim bu sene Eylül başında...'' “Başın sağolsun Suat’cım. Gazetede görmüştüm. Arıyacaktım…” Suat, Özkan’ın ardarda bahaneler sıralamasını bekledi. Herkes biraz öyle yapmıyor muydu. Bu yola başvurmamasına sevindi. Kocası kalp krizi geçirerek hayatını kaybettikten sonra annesi Büyükada’daki evlerinden pek çıkmaz olmuştu. Kendini meşgul etmek için mobilyaların yerini değiştirtmiş, evin bakımdan geçirilmesi gerektiğini söyleyerek Suat’tan usta çağırmasını istemişti. Renan, kırk yıllık eşini kaybetti demeseydi annesine kendisini yormamasını söyleyecekti. Kadınlar birbirine daha kesin teşhisler koyuyordu belki de. Siz artık dönün dediğinde annesini de yanına almak istemişti. 5 Eylül günü bahçe işlerini gören Hayri amca Suat'ı arayarak annesinin sandalyesinde otururken öldüğünü haber vermişti. Oradan buradan da sohbet etmeye başladılar ayak üstü. Özkan birkaç kere Renan’ı soracak olduysa da son anda vazgeçti. Evlerine gittiği o akşam kıza olan hislerini neredeyse faş edecekti. Oysa şimdi sormamakla daha çok dikkat çektiğinin farkındaydı. Suat, ona bu yağlı boya malzemeleri satan dükkanda rastlamakla Özkan’nın resme geri dönmeye çabaladığını görebiliyordu. Dedikoduların hepsi bir miktar şişirme malzeme içermez miydi. Özkan’ın çizimleri kıyaktı doğrusu. Çiçek göbeğinden fışkıran çıplak kadınlar en çok kullandığı temaydı. Bunu aktarmaktaki üslubu imzası olmuştu. Bir de bu kadar içmese belki bir gün gelir…
*
Panorama kitap evine açılan sokağa varmadan köşede bulunan çiçekçiye gözleri takıldı. Kırmızı ve sarı helozonlarla süslü, şeffaf cam gondollara oturtulmuş çiçek deryası alev alev yanan son bahar yaprakları gibi gözünü aldı. Çicekçi onca zehra arasından Nergis ismini seçmişti dükkânı için. Koyu sarı panonun üzerindeki Nergis ismi burnu ve çenesi yukarı kalkık, şımarık on beşlik bir kız portresini çağrıştırmıştı. Özkan Nergis ismini güzel bir kadın görünüşüyle bağdaştıramıyordu nedense. Ancak ortalama bir kız olabilir diye düşündü. Şımarık ve hoppa. Çiçekçideki çırak iki dakikadır vitrini kolaçan eden adama, “Buyrun yardımcı olalım abi, yengeye mi?” diye sordu. Çiçeklerle kadınları kıyaslama işini bir türlü aklından kovamıyordu. Çırağa cevap vermeden yürüdü. Deveci Behzat sokağına saptı. Kafası Nergis adında bir kızı tablosuna yerleştirmekle meşguldü. Önce beyninde görmeliydi. Yazmak gibi bir şeydi bu. Uydurulan karakteri anne, baba, sevgili gibi canlı kanlı hayal etmeyince boya tutmuyordu. Kapının önünde sallanan kadını görene kadar yanlış yere döndüğünün farkında değildi. Yaşam dergisi panosu gireceği dükkânın sağdaki ilk sokakta kaldığını söylüyordu. Sırtı dönük olduğu için kadını tanıyamadı. Oysa beş sene önce bu bukleli saçların sahibiyle bir söyleşi için Ortaköy’de oturmuşlardı. Yaşam’ın en iyi magazin habercisiyle yapacağı röportajı fazlasıyla ciddiye almış, üzerine ne giyeceğini bilememişti. Neler söyleyeceğinin, ne giyeceğinden daha önemli olduğunu idrak edene kadar tüm çekimlerde bir miktar tedirginlik duymaya devam etmişti. Kadın kapının önünde bir kaç kere ileri geri gittikten sonra binaya girdi. Yüksek sesle bir şeyler söylemişti. Önünde bulunduğu müzik aletleri satan dükkândan dışarıya
Yazarın NOTU: Bir dahaki sayıda Özkan hakkında iyi haberler vermeyi umuyorum.
23
Nazım Fırat
Yalnızlığını iyiden iyiye hissettiren küçük yatak odasında sinirli bir şekilde adımlarken, sabah namazını kılmadığını hatırladı birden. Daracık tahta merdivenleri, yılların alışkınlığıyla hızla indi ve bahçeye çıktığında çiğ düşmüş diz boyu otların serinliği vurdu yüzüne. Haftalardır yabani otları temizlemediği için kızdı kendine. Sabah güneşiyle minik birer yıldız gibi parlayan çiğ taneleri, çizgili pijamasını ıslatmıştı. Yaşlı dut ağacının altındaki muslukta titreyerek abdest aldı ve oyalanmadan yatak odasına geri döndü.
PAS
Yıllardır üzerinde namaz kıldığı yıpranmış ipek seccadesini son kez kıbleye doğru serdi ve yaşından beklenmeyen kıvraklıkla sabah namazını kıldı. Seccadesini topladı; başındaki el işi takkeyi çıkardı, kapının ardındaki çiviye asıp, kel kafasıyla adeta bütünleşen kasketini kafasına geçirdi.
Uzun bir süre hareketsiz, öylece kaldı odanın ortasında. Zihni tamamen boşalmıştı. Ne bundan sonra olacakları düşünüyordu, ne de şimdiye kadar yaşadıklarını. Gözünü, beyaz duvardaki belli belirsiz lekeye dikti. Bir parmak izine benziyordu; karısı ölmeden önce, “Yetiş efendi, bana bir şeyler oluyor” diye feryat ettiği anda, yere kapaklanmamak için tutunmaya çalıştığı duvarda küçük bir iz bırakmıştı. Elinin tümü değil, olsa olsa bir parmağıyla dokunabilmişti duvara. Evin her noktasının, karısının bıraktığı izlerle, işaretlerle dolu olduğunu fark etti o an. Fakat, o küçük leke farklıydı. Karısı, parmağıyla dokunduğu duvara o izi bırakırken, aynı zamanda zayıf da olsa yaşama tutunmaya çalışıyordu.
Hüseyin, dağların ardından ışığını yeni yeni kasabanın üstüne kusmaya başlayan güneşin ilk parıltılarıyla birlikte uyandı. Açık perdelerden içeriye süzülen aydınlık gözlerini kamaştırmıştı. Yataktan kalkıp perdeleri örtmeyi ve biraz daha uyumayı düşündü, ama o gün, onun için sıradan bir gün değildi.
Neden sonra kendine geldi. Vakit kaybetmeden harekete geçmeliydi. Zehra Hanımla evlendikleri gün eve giren eşyalardan, belki de evin en eski eşyası olan, komşuları marangoz Sadık Usta’nın özene bezene yaptığı zarif baş ucu dolabının üst çekmecesinden, uzun zamandır tek el bile ateş etmediği, belki de pas tutmuş tabancasını aldı. Şarjörünü kontrol etti, doluydu.
Yıllarca aynı yatağı, aynı evi, aynı kaderi paylaştığı rahmetli karısının ölümünün üzerinden tam kırk gün geçmişti. Karısını çok seviyordu. Aslında sevgiyle anlatılamayacak bir duyguydu onunki. Yılların alışkanlığı vardı silip atamadığı. Her sabah uyandığında, yanındaki ılık boşluk korkutmazdı onu. Çünkü, bilirdi ki, karısı erkenden uyanmış ve mutfakta kahvaltı hazırlamakla meşguldü. Ama o an, iki katlı harabe evde tek başınaydı. İki kişilik battal yatak ve karısının sarılarak uyuduğu yün yastığı, kırk gün önce ölen sahibinin soğuk bedeni gibi buz kesmişti.
Sokağa adımını attığında, sabahın serinliğinde içinin titrediğini hissetti. Bu titremenin anlamı başkaydı. Soğuk değildi onu titreten, içine yerleşen yoğun korku, intikam ve nefretti. İşte o an, yataktan kalktığı giysileriyle yola çıktığını fark etti. Üç-dört sokak öteye gideceğini düşünerek, kıyafetini pek önemsemedi. Sokakta uzun süre kalmayacaktı. Nasıl olsa, işini tez elden halledecek ve sonsuza dek üşümeyecekti. Zaten sabahın ilk saatlerinde sokaklarda in-cin top oynuyordu.
Kırk beş yıl önce evlendiklerinde, daha ilk gece, beraber öleceklerine dair söz vermişlerdi birbirlerine. Genç veya yaşlı, hasta veya sağlıklı; ölenin ardından kırk gün beklenecekti. Böylece ölüm acısı kırk gün tadılacaktı doyasıya. Kırkı çıktığı gün, hayatta kalan canına kıyacaktı gözünü bile kırpmadan.
Mihenk Sokağın başına geldiğinde kısa süreliğine soluklandı. Sıtkı Usta’nın iki katlı kerpiç evi tam karşısında öylece duruyordu. Sarı duvarların tam ortasındaki çimen yeşili kapıya elini uzattı. Yüklense açılacak kadar yıpranmış kapının yumruğa benzer tokmağını sıkıca kavradı ve hırsla dövmeye başladı. Kısa süre sonra Sıtkı kapıyı açmıştı bile. Altmış yıllık
24
Cansu Aksu KÜÇÜK ayrıntılar & büyük AYRINTILAR
arkadaşını sabahın erken saatinde, üstelik pijamalarıyla karşısında gören Sıtkı Usta’yı tarif edemediği bir endişe sarmıştı. “Hayırdır Hüseyin” dedi Sıtkı Usta, gülümsemek için zorluyor gibiydi kendini; “Borcum da yok ki sana, alacaklı gibi çalıyorsun kapımı! Gel içeriye, yeni çay demlemiştim, birlikte kahvaltı yaparız…”
KÜÇÜK ayrıntılar bulutsuzluk özlemi hatası: düşündüğümü bir daha düşünemememdi. gerçek; yarattığındır; ve ölümü biz yaratmadık. o zaten vardı , aranılıyorken.
Kahverengi gözlerini perdeleyen kalın ve gergin kaşlarının yumuşamaya pek niyeti yoktu. Yarım açık kapının pervazına sol omzunu dayadı. “Girmesem iyi olacak Sıtkı” dedi, Konuşurken yüzüne bakamıyordu eski arkadaşının. Nemli lacivert gözlerine bakarsa eğer, ona kıyamayacağını, biliyordu; “Sana bir sorum olacak; cevabı basit bir soru: Biz altmış küsur yıllık arkadaşız, değil mi? Yıllarca yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiştir. Ben senin aileni tanırım, sen de benimkini. Doğrusu ya, tanıdığım günden beri senin ailene bir an olsun yan gözle bakmadım. Rukiye Hanımı bacım bildim, çocuklarını da öz evladım. Peki, ya sen? Sen ne yaptın? Zehra son nefesinde neden “Ah Sıtkı” dedi ve ruhunu teslim etti? Bunu açıkla bana…”
büyük AYRINTILAR
o bütün bir ömrün ayrıntısını değil de; tek tek günleri yırtıyordu hafızasından, beklemekti aslolanı varlığından. ben ikisini de kullanmıyorum. ölüme sordum ; geri kalan yaşamımın ilk gününü gösteren takvimi benden gülerek uzaklaştı…
Sıtkı Usta, en yakın arkadaşı Hüseyin’in karısı Zehra’nın son nefesini verirken adını anmasına bir anlam veremedi. O anda, kırlaşmış saçlarının dibinden başlayan ve başından aşağıya ince bir dere gibi sızmaya başlayan soğuk terleri hissetti; sonrasında kulakları sağır eden patlama sesinin ardından durmak üzere olan yüreğinden fışkıran sıcacık kanı. Hüseyin, arkadaşının açıklama yapmasına bile fırsat vermemişti.
Böyle düşünmüştüm o günlerde gömlek değiştirir gibi sevgili değiştirdiğim, onda varolmaktan, bir daha yenileyemem korkusundan aslında beklemek ve düşüncelerin hızlı değişimi arasında kalmaktan korkardım. O zaten son dönemlerimde zuhur etmişti korktum, ama bedenime hakim olamamıştım. Şimdi genç bir iş kadınıyım . Çalışmaktan bahsediyorum. Nefes almanın ve uzaklara gitmenin özlemi içerisinde farklı farklı hayaller kuruyorum. Tanrı’ya şükür kitaplarım var, onları ziyaret edip bir çay içip gidiyorum, yatıya kalmıyorum, çünkü erken uyanmam gerekiyor. Yatıya kaldığım tek bir yer var ama o da artık bana gelmez oldu, ben nasılsa onda yatıya kalıyorum. İsteyememe özürlüyüm sanırım. Geleceğimde istediğim bir nokta yok. Bazen sadece bir kadın olmak istiyorum; evet normal bir kadın. Süslü püslü, alışveriş yapan, kendini düşünen, yormayan, irdelemeyen huzurlu ve neşeli bir kadın, ama gecenin saks mavisi gibi bir anda belirip kayboluyor. Bir arkadaşımla siyaset konuşuyoruz. Dini ve felsefeyi, cumhuriyetimizi kurtarıyoruz. Kızıyoruz ama değiştiremiyoruz. Bunlar da iki parıltılı çanta görünce kaybolanlardan gibi . Yazar olmak arzusu zuhur ediyor sonra; diyorum evet yazıyorum ve belki de bazı şeyleri yazamıyorum. Bir de oturup yazamadığım şeylere üzülüyorum. Bir müddet önceki tırnak törpüleyen kadın da değilim. Ne tuhaf sadece bir ay oluyor. Gittikçe yüzeysel ve biraz daha gerçekçi oluyorum. Velhasıl güzelim bana kırmızı çok yakışıyor diyorum ve ekliyorum aslında KÜÇÜK büyük değil, büyük ayrıntılar KÜÇÜK bir zaman diliminde olacak. İddia ediyorum öyleyse kadınım iç burkucuyum, dramım.
Sıtkı Usta olduğu yere yığılıp kaldığında, namusunu temizlediğini düşünen ve biraz olsun rahatlayan Hüseyin, dizlerinin üstüne çöktü ve silahı bu kez kendi yüreğine dayadı. Tetiği son kez çekmeden önce, hepsi çoluğa çocuğa karışmış yedi evladının yüzleri geldi gözünün önüne. En büyük kızı Nimet’in gözleri, az önce ölümüyle göz göze geldiği Sıtkı Usta’nın lacivert gözlerinin tıpatıp aynıydı. Yüreğinin üstüne dayadığı sağ elindeki tabancanın hedefini şaşmasından korkan Hüseyin, sol eliyle sağ bileğini sıkı sıkıya kavramış halde tetiği güçlükle çekti. Kulaklarını çınlatacak ve acıyla yaşamına son verecek ikinci patlamayı duymayı beklerken, düşen tetiğin metalik “çıt” sesini duyar gibi oldu. Paniklemişti. Bir daha, bir daha denedi; olmuyordu. Sanki yaşlı tabancası, üzerine düşen görevi yapmıştı ve daha fazla insanı öldürmeye yanaşmıyordu.
Sıtkı’nın komşuları çığlıklar atarak sokağa çıktığında, Hüseyin, hala patlayacağını umduğu silahın tutukluk yapan tetiğini ısrarla çekmekle meşguldü. Sahibi gibi, yaşlı tabanca da gerçekten pas tutmuştu.
25
HOLLANDA’NIN YAZARLARI
sonra 1999 yılında Türkolog Sytske Breunesse tarafından düzenlenerek Hollandacaya çevrilmiş. Bu kitap Türkiye’de İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin düzenlediği Çocuk Romanı Yarışması’nda ikincilik ödülüyle onurlandırılmış. 2000 yılında Hollanda Çocuk Jürisi Vakfı tarafından uzun listeye alınmış. 2001 yılında Hollanda sağır ve körler kütüphanesi tarafından sesli olarak yayımlanmış.
Ağabey Şair Eroğlu: Haydar Eroğlu Atilla İpek
Daha önceki sayılarımızda Eroğlu kardeşlerin genç olanını, İbrahim Eroğlu’nu tanıtmıştık. Bu sefer Ağabey Eroğlunda sıra: Haydar Eroğlu’nda
Eroğlu ailesi daha önce yazdığımız gibi, Yozgat Bahadın’lı. Haydar Eroğlu Ticaret ve hukuk okumuş, 1986 yılında 28 yaşındaydaken Hollanda’ya gelmiş. O yıl ilk şiir kitabı yayınlanmış ağabey Eroğlu’nun: Türkçemle Türküler. Ondan sonraki yıllarda daha çok şairliğiyle tanıdığımız Haydar Eroğlu şiir kitaplarının yanı sıra, çocuk romanları ve fıkra derlemeleri de yayımlamış, öyküler yazmış,. Ataol Behramoğlu 1987’de yayınladığı iki ciltlik ‘Büyük Türk Şiiri Antolojisi’nde Haydar Eroğlu’na da yer vermiş. Hollanda’ya geldiği yıl 1986 barış yılı nedeniyle Ankara Dış Hekimler Odası, Ankara Eczacılar Odası ve Ankara Tabip Odası’nin ortaklaşa düzenledikleri şiir yarışmasında Broy Dergisi Şiir Özel Ödülüne layık görülmüş. Haydar Eroğlu yazdıkça ödüller de eksik olmamış. Aldığı ödüllerden bir derleme yaparsak: 1986 Barış Yılı nedeniyle Ankara Dış Hekimler Odası, Ankara Eczacılar Odası ve Ankara Tabip Odası’nin ortaklaşa düzenledikleri şiir yarışmasında Broy Dergisi Şiir Özel Ödülü, Ayko tarafından Enver Gökçe anısına düzenlenen yarışmada Özendirme Ödülü Petrol İş Sendikası’nin düzenlediği yarışmada Mansiyon İsviçre İşçiler Birliği’nin düzenlediği yarışmada Mansiyon Uluslararası Hümanist Enternasyonal İkincilik Ödülü İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin düzenlediği Çocuk Romanı Yarışması’nda İkincilik Ödülü Ankara Çankaya Belediyesi ile Damar Dergisi’nin ortaklaşa düzenledikleri yarışmada çocuk şiiri dalında Birincilik Ödülü Poetry International (Dünya Vafkı) tarafından düzenlenen Öykü yarışmada Öykü Ödülü Ünesco’nun 1996’yı "Uluslararası Nasreddin Hoca Yili" ilan etmesi nedeniyle Akşehir Nasreddin Hoca Derneği’nin düzenlediği Gülmece Öykü Yarışması’nda Başarı Ödülü Samim Kocagöz Öykü Yarışması’nda İkincilik Ödülü’nü. Aşağıda Haydar Eroğlu’nun kitaplarının bir listesini bulabilirsiniz. Biz bu yazıda Haydar Eroğlu’nun Hollandaca yayımlanan en son romanı ‘De Droom van het Brandende Huis’ e biraz odaklanacağız. 1996 yılında Türkçe yayınlanan Altın Kafes isimli çocuk romanı daha
Kitapın baş karakteri, 3 yaşındayken Hollanda’ya gelmiş, Lahey’de yaşayan bir Türk kızı Eser. Bir de anlaşılmaz bir şekilde Türkiye’de tatildeyken ortadan kaybolan bir erkek kardeşi var. Hakkında çok konuşulmayan ama aileyi derinden etkileyen bir olay. Eser günlük tutuyor ve Türkiye’de yaşayan dedesine mektuplar yazıyor. Almanya’da Türklerin kaldığı misafirhanelerin kundaklandığı dönemler. Korkularını, gözlemlerini paylaşıyor dedesiyle. Çocuk gözüyle çok başarılı yazılmış roman. Mesela Hollanda’da çok kullanılan ‘siyah okullar’ terimi Eser’e göre büyüklerin durumu daha karmaşık hale getirmek için uydurdukları bir terim. Zira ona göre okul, arkadaşları ve sevdiği sınıf öğretmeni olan bir yerden başka bir şey değil. Kitap (Hollandalı) okuyucuya hoşgörü konusunda bir ayna tutuyor. Kitapta yahudilere ikinci dünya savaşı öncesinde yapılanlarla ile bir paralellik kuruluyor. Eser akıllı bir kız ve hayat hakkında soruları var. İnsanların nasıl ırkçı olabileceğini merak ediyor. Hollandalıların yabancılar hakkındaki yersiz önyargılarına kendince pratik, biraz da alaylı açıklamalar ve cevaplar buluyor. Sytske Breunesse’nin düzenlemesiyle kitabın sonlarına (özellikle genç okuyuculara) Türk Kültürünü tanıtan bir bölüm de eklenmiş. Bu bölümde mesela Türk mutfağı, Atatürk, İslam ve Alevilik, Türk çayı ve kına tanıtılıyor. Kitabın Türkçe versiyonu olan ‘Altın Kafes’i bulmak zor. İkinci el ve internetten deneyebilirsiniz. Ancak Hollandaca versiyonunu özellikle ikinci el internette bulmak mümkün. Çocuklarınıza okutabileceğiniz gibi yetişkinlerin için de bir nefeste okunan bir kitap. Haydar Eroğlunun tüm yapıtları: Türkçemle Türküler (Şiirler), Bir Zor Zanaat Şairlik (Şiirler), Ağlar mısın Güler misin (Şiirler), Selâm Olsun (Şiirler), Altınkafes (Çocuk Romanı), Bir Tutam Kır Çiçeği (Çocuk Şiirleri), Küçük Düşünür (Çocuk Şiirleri), Şiirimsi Nasreddin Hoca Fıkraları, Düşünen Çocuk Fıkraları (Fıkralar) De Droom van het Brandende Huis (Hollandaca Yayınlanan Çocuk Romanı)
26
ŞİİR ODASI Ezgi Gürçay
Ali Şerik
Bayağılaşma
TOHUM
Sen, tutam tutam bu Yüzüklerimin taşı düşüyor Damdan bahçeye kaskatı bir karga düşüyor Tüm köpekler kurtuluyor iplerinden Yere en son kırık dökük bir heykel düşüyor.
Bakarken vatanın unutulan sokaklarına bir kahve fincanı içinde, sığındım eski bir dosta Yüzündeki yara izi, kesik yeşil elma parçası gömmüş çekirdeğini sevdiğinin yüreğine sevdiği üstelik uzakta Onu düşündükçe çocukluğu geçer gözlerimin önünden Tahta bir atta binmiş el sallıyor annesine geceleri yetim bırakılmış yedi sekiz yaşları
Siyah beyaz gölgeler yayılıyor eve Köşegenler yalayıp geçiyor gövdeleri Bir pergel ayağı gibi örümcek lambalar, daireler çiziyor Bütün konuşmalarımız kurtuluyor teferruatlardan Dik merdivenlere suskun insanlar düşüyor.
İlk yıllarında üzüntüleri şeker sanıp yerdi sitemleri suyu tükenmeyen değirmen Büyümesini öğrendi meze masasında ağlayan bıyıkların gözyaşında Büyük insanların dünyalarına girmekten öylesine korkardı ki yalanlar kuyusuna atılmasını yeğlerdi hep Şimdi düşünmemek için durmadan radyodaki tüm haber bültenlerini ezberler Kan damlıyor tekrarladığı tüm cümlelerden kısa ömrüne daha ne kadar hicran sığar Taşıyor dudaklarından ölümün akrep kuyruğu
Köpük tebaasından yatırımlarımız Sapmış arzularımıza kızgın damlalar düşüyor Yanık tenimizden geriye donmuş parafin düşüyor Tek solukta ebter* kılıyoruz tüm hasletlerimizi Haklı haksız, haksız haklı düşüyor. * Ebter: Arapça, soyu kesik anlamında
Haydar Eroğlu
Şimdi tekrar oralardan ayrılıyorum dostumun kederli ve sıcak gözlerine baharda haberler toplamak için Oralardan uzaklaştıktan sonra serçe gibi sekerek girmiş güneş yüreğindeki kara tohuma
LAHEY Şiirleri
"İş yok" diye yazılmış camına Türkçe kapısından döndügüm bir çiçek bahçesinin umut denizindeki son gemisi de batmış kendini kurtaran kaptan olarak evine dönerken ben "yabancı" nedir bilmiyor olmalı bana el sallayan Hollandalı çocuk önü çiçekli bir pencereden
BU EVDE
Almanya’da evlerin Yakıldığı günlerde Böyle yazdı bir çocuk Lahey’de Kapısına evlerinin Büyük harflerle: ‘TÜRK OTURMUYOR BU EVDE!’
27
Handan Kalsın Varsa bir fincan ilham perisi Teşekkürler iyi geceler Görüşmek üzere Tabi kumandayı da buyrun Elimde kalmış dalgınlık İyi geceler
İyi günler ''O'' yolladı beni Varsa bir fincan ilham perisi Fazla değil Sadece bir fincan Önemli değil gerisi Alır almaz iade edecek yarın İsterseniz paketle verin Her yer kapalı malum Aa! O bizim sehpa değil mi maun? Toz alırken dışarı koymuştuk Biz de kapıcının günahını aldık Neyse canım sağlık olsun Aldık biz yenisini sağolun O tv kaç ekran sahi Terlikle de girdim ama Zaten altı pek kirli değil Evde giyerim ben bunu Hayvanlı terlikler moda şimdi Çıkartayım bakın Deneyin isterseniz Sahi ayak numaramız aynı gibi İnce ekranmış vallahi hoş Giyin giyin siz sorun değil Bende taşa basmamış olurum Halının renkleri güzelmiş Kalmadı şimdi bu eski halılar Evde epey güzel Aa! Tv koltuğu Hep görüyodum ama Oturmak bugüne kısmetmiş Vallahi rahatmış Rengi de güzel İki tv olması iyi oluyor evde Bizimki bozuk Artık dizileri izlemeye gelirim arada Zaten ''O'' tv olayını pek sevmiyor Ben de kendi kendimi davet ettirmiş gibi oldum ama Uf mutfakdan kokular geliyor Aa! Mikrodalganız mı var? Tehlikeli diyorlar epey Aman napın edin atın bunu Neme lazım di mi ama Radyasyon madyasyon ''O'' cep bile kullanmıyor pek Benim tanıdığım beyaz eşyacı var İkinci el alıyor o Verelim gitsin Hatta şimdi arayayım Modeli ne bunun? Sahi vakit geç oldu Çoktan kapatmıştır dükkanı Terliklerimi alabilir miyim? Fincanı unutuyordum Periler tazedir inşallah ''O'' titizdir epey Aa! Az kalsın unutuyordum Börek pişince biraz yollar mısınız? Gece gece canım çekti de
Uykuyla Öpüşme Uykuyla öpüşmeden çok önce Sonsuz serin su içinde Var olma savaşında insan Yaşam boğum boğum Kati bir sondur doğum Bazen son başlangıçtır Ve gece dudaklarımdan öpen kırlangıçtır
Ortalık gene adam Titrek ışıklı fahişeler sokağında Bütün böcekler kir pas içinde Kapının demiri Madam Doriet'in elinde Gelen her müşteri için avanta beklemekte Maşadan yeni çıkmış buklelerin kokusu Ve ilk iş gününde çaylak kızın korkusu Parfüm kokusu kaplı tenlerde İnadına şehvet kokusu İşler durgun lakin paskalya yortusu Fakat üzülmeyiniz Madam Ortalık gene adam gene adam...
28
Borges’in öykülerinin hemen hepsinde olduğu gibi, Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’un da özetlenmesi mümkün değildir. Bu nedenle bazı pasajlardan örnek vererek hrönire değinmek istiyorum. Yüzyıllar ve yüzyıllarca süren idealizm, sonuçta gerçekliği de etkilemekten geri durmamıştır. Tlön’ün en eski yörelerinde, kaybolan eşyaların tıpkısının ortaya çıkması sıkça raslanan bir olaydır. İki kişi bir kurşunkalemi ararlar, birincisi kalemi bulur ve sesini çıkarmaz;ikincisi bundan daha az gerçek olmayan, ama kendi beklentilerine daha uygun olan ikinci bir kalem bulur. Bu ikincil nesnelere hrönir denir ve azıcık biçimsiz olmakla birlikte birincilerden biraz daha uzun olurlar. Son zamanlara kadar, hrönirler dalgınlıkla unutkanlığın raslantısal ürünleriydi. Bunların düzenli bir biçimde üretilmesinin yüzyılı bile bulmayan bir geçmişe dayalı oluşu inanılmaz bir şey gibi görünmektedir, ama XI. Cilt bize bunun böyle olduğunu söylemektedir.İlk girişimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ne var ki, modus operandi (çalışma yöntemleri) anlatılmaya değer. Devlet hapisanelerinin yöneticilerinden biri, tutuklulara tarih öncesinden kalma bir ırmak yatağında bazı mezarlar bulunduğunu ve önemli bir şeyler bulana özgürlüğünü bağışlayacağını söylemişti. Kazı öncesi aylarda tutuklulara bulacakları şeylerin fotoğrafları gösterilmişti. Bu ilk girişim, beklentiyle gerilimin kişiyi engelleyici olabileceğini kanıtladı.,kazma kürekle yapılan bir haftalık çalışma sonucunda hrön olarak, hemen kazı öncesi devre ait paslı bir tekerlekten başka bir şey çıkmadı topraktan. Ama bu gizli tutuldu ve aynı işlem sonradan dört okulda tekrarlandı. Bunlardan üçünde hemen kesin başarısızlıkla karşılaşıldı; dördüncüsünda (ki bunun yöneticisi ilk kazılar sırasında kaza sonucu öldü) öğrenciler altın bir maske, tarihöncesi bir kılıç, iki üç seramik vazo ve göğsünde bugüne kadar çözülemeyen bir yazı bulunan, belden aşağısı kopuk bir kral bedeni çıkardılar – ya da tıpkısını ürettiler. Böylece kazının deneysel niteliğinden haberli olanlara da güvenilemeyeceği ortaya çıktı. Geniş kitlelerce yapılan araştırmalar. Birbirleriyle çelişen eşyalar da çıkardı ortaya; şimdilerde bireysel ve daha hazırlıksız girişimler yeğleniyor. Hrönirlerin düzenli olarak üretilmesi (diyor XI. Cilt) arkeologlara müthiş yararlar sağladı. Bu, günümüzde gelecekten daha az esnek ve yumuşakbaşlı olmayan geçmişin sorgulanmasını ve hatta dönüştürülmesini mümkün kıldı.
J.L.B’ye
Sadık Yemni Dünya Hrönir Cumhuriyeti Kasım sonunda Rotterdam’da, bir gazete binasının çatı katında, küçük bir grup Borges’in dünyaca ünlü Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius adlı öyküsünü okuduk. Geçici olarak bir Borges okuma grubu oluşturmuştuk. Bitiminde kartonlara hazırlanmış Borgestanırlık sertifikalarını bölüştük. Hoş entelektüel bir esinti anı şimdi arkada kalan. Tlön’ü üçüncü kez okumaya hazırlanırken yaptığım bir keşfi (daha sonra araştırınca başkalarının da aynı keşfi yaptığını görerek sevindim) o gece arkadaşlarıma da açtım. Stanislaw Lem, Solaris adlı ünlü bilimkurgu yapıtına Borges’in bu öyküsünden esinlenmiş olabilir.
Solaris gezegenindeki araştırma gemisine gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçeği düşünün. Üç astronottan biri intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi Rheya ziyaretine gelmiştir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Ama fena halde o değildir. Atom yapısı insanlarınkinden farklı olduğu için ölmesi, fizik zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, göz bebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Rheya bir çeşit hrönirdir. Chris’in zihninin ürünüdür. Solaris gezegenindeki zeka taşıyan okyanus ise bir Tlön gerçekliğidir. Bu nedenle insanın düz mantığa şartlanmış aklıyla anlaşılamaz.
1940’larda yazılmış öyküyü okuyanlar Tlön gezegeninin tartışma kışkırtıcı kurgusunun Berkeleyci idealizmin üzerine kurulduğunu biliyorlar. Tlön gezegenine ait bilgiler önce dünyada basılan ansiklopedilerde arzı endam ederler. Yirminci yüzyılın başlarındaki basım şartlarında klişeleri hazırlanmamış, dizilmemiş olmalarına rağmen basılmış bazı ansiklopedilerde yer almışlardır. İki arkadaş bunların peşine düşerler ve sonunda bir tanesini ele geçirirler. Ansiklopedinin sözdizininde Tlön bahsi geçmez ama onlarca sayfa bilgi olarak bazı ciltlerde mevcutturlar. Giderek bu kaçak sayfalara daha sık raslanmaktadır. Tlön gerçekliği kendini bizim bilinen dünya gerçekliğine sinsice eklemlemiştir. İdealist sızıntıdır bir çeşit yani.
29
……
vermeyecek. Sol devrim denemelerinin başaramadığı şeyi hrönirleştirebildiklerimiz başaracak. Lüks tüketimi durunca kapitalizm de duracak.
Tlön’deki eşyaların tıpkısı ortaya çıkıyor dedik; eşyalar aynı zamanda siliniyor bozulma eğilimi de gösteriyor ve unutulduklarında ayrıntıları kayboluyor. En iyi bilinen örnek, bir dilenci tarafından aşındırıldığı sürece varolmayı sürdüren, o öldüğündeyse yokolan kapı eşiğidir. Zaman zaman birkaç kuşun ya da bir atın, açıkhava tiyatrosu kalıntılarını kurtardığı olmuştur.
Hrönirleşme gerçekliğinde seçim yapılmayacak, ama ideal demokrasi altın devrini yaşayacak. Çünkü oylamalar, aday tespitleri, idareciler, bakanlar ve küresel cumhurbaşkanı belli güçlerin bürolarında tespit edilemeyecek artık. Hergün güneş doğarken raslantısal bir piyangonun, zihinler arası etkileşimin fırdöndüsü ya da, etkisiyle idareci kadro yenilenecek. Hiçbir makam, iktidar, mevki, birkaç haftadan uzun süremeyecek. Kimse çocuklarına iktidar ve kapital devredemeyecek. Kraliyetler, cemaatler, esoterik kurumların hepsi dağılıp bu fırdöndüsel piyangonun etkisine tabi olacaklar. Meslekler, uzmanlıklar herkesin malı olacak. Kalifiye olmayan işler herkesin elini öpecek. Bir sabah masanızın üzerinde kendi kendine beliren bir zarfta o gün, bir hafta ya da en fazla iki üç hafta boyunca yaş, cinsiyet ve zihin kalibrenize uygun olarak kasaplık, terzilik, hamallık, çiftçilik, öğrencilik, laborantlık, aylaklık ya da küresel dünyanın cumhurbaşkanlığını yapacaksınız. Bir anda eski işinizin belleğinizdeki kayıtları gevşeyecek ve yeni işinize uyarlanacaksınız.
Uzun öykü ironik ve her kafadan şaşkolozvari itiraz hışırtıları fışırdatan şu cümlelerle sona erer. İngilizler, Fransızlar ve İspanyolcuklar yeryüzünden silinecek. Dünya Tlön olacak. Ben bütün bunlara hiç aldırış etmeden Adrogue’deki otelde geçen günlerimin tüm sessizliği içinde, Browne’un Urn Burial’ının Quevedo tarzı bir çevirisini yapmakla uğraşıyorum – çeviriye pek güvenim yok, yayımlamayı düşünmüyorum. Fatih Özgüven’in çevirisiyle:Yolları çatallaşan bahçe, Can yayınları, 1985
Totalitarizme ürkek bir eleştiri içeren dedektifvari kurgu, edebi kritikler, dil ve dilkökenbilim değinmeleriyle tıka basa yüklü öyküyü henüz basılmamış en yeni Tlön ansiklopedisinde bir eğretileme olarak bırakıp hrönirleri ele alalım. Dünya Tlönleşirken diller, bilim, sanat ve daha da önemlisi ruh hallerimiz yeniden şekillenecek. Şu anda bizleri tanımlayan ve aramıza sınırlar çeken her şey hızla kağşayıp, değişip yenilenecek. Ve yüz ciltlik muhteşem Tlön ansiklopedisi her kitapçıda, her kütüphanede bulunur hale gelecek. O günlerde hayatımız baştan aşağı bir hrönir gerçekliğiyle yüklü olacak.
Süpermarketler yerini mahalle bakkallarına, bakkallar da şahsi üretime bırakacaklar. Giyecekler, makamlar, para ve tahviller gibi yiyecekler de hrönirleşecekler. Mahalle bakkalları birer birer ortadan kalktığında tarım üretimi kendini epey sınırlamak zorunda kalacak, ama tamamen sonlanmayacak. Pırasa ekip pancar biçmek, pancarları eve götürürken bazılarının patlıcana dönüşmesine alışılacak. Hergün beliren yeni bir maydanoz çeşidine ad vermekte direnenler çıkacak. Kapkalın defterlere yazdıkları adlar sayfalardan taşıp sokaklara dökülecekler. İnsanlar yeniden sebze meyve toplayıcı çağlarına geri dönecekler. Çocuklar ve yaşlılar çıtır çıtır taze ekmeği, peyniri, domatesi bakkaldan almaktansa ağaç tepelerinden toplamayı yeğleyecekler. Tüfekle, okla yayla yapılan avcılık bitecek. Geyiğin zihni de hrönir tuttuğundan avcıya kaya parçası gibi görünecek. Son tüfek te değişip başka bir şeye dönüşene kadar avcılar geyik sanıp kayalara, kuş sanıp ağaç dallarında yetişen muz kokulu karpuzlara ateş edip duracaklar. Balıkçılık da bitecek. Oltalar sarmaşıklaşmadan önce teknelere mercan parçaları çekip duracaklar.
Bu değişim yavaş yavaş ivmelenecek, ama sonucun içine nano tepkimeleri bile aşan bir hızla dalacağız. Masallardaki göz açıp kapamayla ulaşılan beldelerde yaşanankilere benzer bir değişme olmayacak bu. O diyarlara gidenler eski bilinçlerini kuşanmış olduklarından gördükleri şeylere şaşıp kalırlar. Tlön gerçekliğine tamamen geçildiğinde şaşkınlığın yerini huşu soslu hafif, ama sürekli bir merak beklentisi alacak.
Hrönirleşme en ütopik ve kurnaz bakışın bile hayal edemediği mükemmelikte bir küreselleşme yaratacak. Şu anlarda can çekiştiği için iyice vahşileşen kapitalizm en ilkel sınırlarına çekilecek ve sonlanacak. Lüks tüketimi duracak. Çünkü en lüks maddelerin anında üretim gerektirmeyen kopyalarıyla dolacak ortalık. Hiçbir nesne, son moda giyim eşyası, hatta sofistike aparatlar bile kimseye züppelik yapma ve ayrıcalık yaşama fırsatı
Hayvansal protein kaynağı hayvanlar olmaktan çıkacak. Bütün gerekli aminoasitleri kendimiz ağaç
30
dallarında, yastıklarımızn altında, bazı günlerde yarı şaka olarak boş ayakkabılarımızın içinde çeşitli renklerde lezzetli nohutçuklar olarak bulacağız.
İyilikler, yapılmaya fırsat bulunan kabahatler, Enerji sorunu denen şey kökünden yokolacak. kötücül şakalar falan hep toplumsal belleğin parçası Herkes kendi ışığı ve ısısıyla haşır neşir olacak. Bir olarak kalacak. Bu nedenle hrönir hareketililğinin en zamanlar benzin, gaz yakarak, atomun çekirdeğini hızlı etkileşim sürecine tabi olacaklar. Birinin parçalayarak enerji elde edildiğini hatırlayan tek bir kafasına taş indirmek isteyen biri son saniyede taşın kişi bile kalmayacak. Zihnimiz şişe, hrönirleşme cin bir demet kurumuş papatyaya dönüştüğünü görerek olacak ve istekten türeyen çevre sevinecek. Bir diğerine takılan çelme onu kirletmeyen enerji çeşitlerine düşürmek yerine ünlü bir baleden hoş gark olacağız. ve kısa bir alıntı yaptırtacak. Seyredenler, eşek şakasını Psikoanaliz, antidepresan, yoga, Psikoanaliz, icra eden de dahil meditasyon, alkollu içki tüketimi, eroin, antidepresan, alkışlayacaklar. kokain ve esrar kullanımı tarihe yoga, karışacak. Hrönir gerçekliğinde kafa meditasyon, Restoranlarda mönü sürekli bu aşamalar ve işlem zenginliği alkollu içki kartları bulunmayacak. üzerine kurulduğundan hep yüksek tüketimi, eroin, Aralarındaki fark da durumda kalacak. Kimse kendini uzun kokain ve esrar bitecek. Önünüze gelen süreli meyus, depresif, gamlı ve kederli kullanımı tarihe yemek aklın sınır durumda tutamayacak. karışacak. Hrönir berisiyle güç bela sezilen gerçekliğinde kafa bir sistematiğin seçimi sürekli bu aşamalar ve sonucu zaten ağız tadınıza uygun işlem zenginliği üzerine olacak. kurulduğundan hep yüksek durumda kalacak. Kimse kendini uzun süreli meyus, depresif, Para, çek, kredi kartı uygulamaları sıfırlanacak. gamlı ve kederli durumda tutamayacak. Bu tür Emek ve takasın doğru orantılı mevcudiyeti arızalar maziden ekolanmış uyuzluklar olarak kısa bankaları gereksiz kılacak. Ve şehirlerin en iyi süreli ziyaretlerde bulunabilecekler sadece. yerlerini ele geçirmiş olan banka binaları kütüphanelere dönüştürülecek. Zaman da hröniroidsel bir kıvamda akacak. Takvimler, saatli radyolar falan anlamsızlaşacaklar. İnsanların önemli bir kısmı evden çıkıp işe falan Kimse bugün günlerden ne diye sormayacak. Saat gitmeyecek. İşler, güçler ve idare evlerden, taşımak anlamsızlaşacak. Randevu diye bir şey mahallelerden de yönetilebilecek. Şehirlere kalmayacak. Görüşmek istediğiniz kimseye inşallah, doluşmuş nüfus yavaşça kırsala çekilecek. Şehirlerin umarım, yakında kelimelerinden birini kullanmanız vaadedebileceği tek bir üstünlük kalmayınca, yetecek. O kimseyi anı gelip gördüğünüzde bunun iletişimin zihinle yapılması nedeniyle mobil rasgele meydana geldiğini, ama ikinizin de telefonların, internetin, uyduların, kablolu telefonun hoşunuza giden bir tesadüf olduğunu işlevi de bitecek. Televizyon şirketleriyse çoktan düşüneceksiniz. tarihe karışmış olacak. Gelecek tasası tamamen ortadan kalkacak. Yaşlılık bir sürü engellerle kuşatılma hali olmayacak artık. Ölüm baki kalacak. Bir an gelip diğerleri için arkada bıraktığı izlerle hatırlanan biri olacaksınız. Eskiden ölümsüz ruh denen şey bu izlerin direnginliği, aynı şeyi isteyenlerin şevkli bellek desteği olacak. Siz hatırladığınız için varkalan malzeme başkaları tarafından özenle belleklerine kazınacak. Kayıtları tutulacak. Bu kayıtlardan dev arşivler peydahlanacak. Rüyalarda bu arşivleri ziyaret ederek ölülerle sohbet etmek mümkün olacak. Arşiv tozu kıpır kıpırlığı diye bir laf sık sık kullanılacak.
Artık küçük çocuklar için ne kreş, ne de oyun bahçesi inşa etmeye gerek kalmayacak. Oyun beklenmedik belirmelerle her yaşta ve aldığınız her solukta zaten var olacak. Pedagoji denen bilim dalı kendini bu gerçekliğe uyarlayıp iptal edecek.
Bilimler de tümden değişikliğe uğrayacak haliyle. Sosyoloji, felsefe ve psikolojinin yanı sıra en başta tarih bilimi tarihe karışacak. Mazi geleceğe basınç yapamadığında, kayda kuyda da gerek kalmayacağından tarih kitapları tarihe karışacak. Bir zamanlar tarih bilinci denen şey anın yetkin tasavvuru formatına dönüşecek. Fizik manyetik alanlar arası ilişkilerin farfaralı trafiği konularını işleyecek. Matematik denklemleri ilk kez herkese hitap edebilmenin hazzıyla kağıt yüzeylerden, kara tahtalardan sıyrılıp üç küsur boyut kazanacaklar. Kimya deneyleri bil bakalım tüpten bu defa ne çıkacak oyununa dönüşecek. C + O2 = H2S denklemi bazı tişörtlerin ön yüzlerinde zaman zaman belirip yokolacak.
Mükemmelüstü, nirvana ötesi demeli belki, küreselleşmede tek bir gezegen ailesi mevcut olacak. Bu nedenle savaşlar, seri cinayetler, boks maçları, kavgalar ve intiharlar mazinin baskısıyla zar zor hatırlanabilen eski marifetler olarak kalacaklar. Ordu, rütbe, tank, tüfek, biyolojik, kimyasal ve nükleer silah kelimeleri yavaş yavaş unutulacak. En zor çapraz bulmacalarda alın kırıştıran kelimelere dönüşecekler.
31
Birbirinden berbat ve kötücül ruhlu filmlerden de kurtulacağız. Ücretli, havalı, afurlu tafurlu aktörlük, yönetmenlik falan bitecek. Bütün videotekler kapanacak. Bazı sinema salonları kalacak, bazıları yok olup gidecek. Kalanlar her an, her dakika başka başka, nabza, isteğe göre filmlere beşik olacaklar. Kar kristallerinin, parmak izlerinin tekinin bile diğeriyle aynı olmadığı gibi, diğeriyle tamamen aynı tek bir film mevcut olmayacak. Film sayısı gezegende yaşayan zihin sayısının onlarca, yüzlerce katına ulaşacak. Sayısız kulüpler ve cemiyetler kurulup bozulacaklar. Hiçbir üye diğerinden daha kıdemli olmayacak. Herkes potansiyel kurucu üye sıfatıyla doğacak. Birisi herkes, herkes birisi ya da birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için sözleri bu gerçeklikte hiçbir mana ifade etmeyecek. Daha da ilginci belki, bazı kimseler gökte akıllı yıldızların göz kırptığını, ışığın mana taşıdığını görmenin mahçup şaşkınlığını yaşayacaklar.
Bir dakika... Bunları yazarken masamın üzerinde beyaz bir zarf belirdi. Açıyorum. Yarın sabahtan itibaren hrönir gerçekliğinin yeni cumhurbaşkanı ben olacakmışım. Bugün mahallenin çöplerini toplayan takımdaydım. Dün ne iş yaptığımı ise hatırlamıyorum.
32
sürmektedirler. Yılın en sıcak gününde Briony'nin keskin hayalgücünü ateşleyecek bir gelişme yaşanır. Evin hizmetçisinin eğitimli oğlu Robbie Turner (James McAvoy), Briony'nin inatçı ve dikbaşlı ablası Cecilia'ya (Keira Knightley) kur yapmaktadır. Robbie, Cecilia'nın da benzer duygular hissettiğini ummaktadır. İkisi arasındaki ilişkinin alev alması için tek bir kıvılcım yeter. Ancak olaya tanıklık eden küçük Briony'nin de gizliden gizliye Robbie'ye ilgisi olduğu için öfkeye kapılır ve hayal gücünü çalıştırarak Robbie'yi işlemediği bir tecavuz olayindan dolayi suçlayacak kadar ileri gider. Cecilia ile Robbie artık birbirlerini sevdiklerini açıklamışlardır ama Robbie tecavuz iddiasıyla tutuklanır. Briony'nin de yalancı tanıklık yapmasıyla üçünün hayatı sonsuza kadar değişecektir.
SİNEODA Can Çelebi Kefaret bu yılın İngiliz Hasta’sı...
Briony sonraki yıllarda çocukken işlediği günah için affedilmenin yolunu aramaya devam edecektir. Sonunda müthiş cüretkar hayal gücünün de yardımıyla günahının kefaretini ödemenin çaresini bulabildigini sanarak, kalıcı sevginin gücüne eşlik eden anlayışlılığa ulaşmayı başaracak, bu iki insane itiraf edemedigi gercegi bir kitap yazarak tum dunyaya ilan edecektir.
Filmin künyesi
Yönetmen : Joe Wright Senaryo : Christopher Hampton, Ian McEwan (Kitap) Oyuncular : Keira Knightley (Cecilia Tallis), James McAvoy (Robbie Turner), Romola Garai(Briony - 18 yaşında), Saoirse Ronan (Briony Tallis - 13 yaşında) Müzik : Dario Marianelli Görüntü : Seamus McGarvey Kurgu : Paul Tothill Prodüksiyon Tasarımı : Sarah Greenwood Sanat Yönetimi : Ian Bailie Kostüm : Jacqueline Durran Tür : Drama Yapım : 2007, İngiltereFransa, 130'
Film hakkında: 80. Oscar ödülleri Los Angeles’ta düzenlenen muhteşem bir törenle sahiplerini buldu. Gecenin galibi hiç şüphesiz 4 dalda oscar kazanan “No Country For Old Men” di.Kısaca hafızalarımızı tazelersek; en iyi erkek oyuncu ödülü ingiliz Daniel Day Lewis’e, en iyi kadın oyuncu ödülü Fransız Marion Cotillard’e gitti. The Bourne Ultimatum (Son Ültimatom) 3 Dalda,There Will Be Blood (Kan Dökülecek) 2 Dalda, La Vie En Rose (Kaldırım Serçesi) 2 Dalda,Michael Clayton (Avukat) 1 Dalda, ,Juno 1 Dalda, Elizabeth: The Golden Age 1 Dalda ve Atonement (Kefaret) 1 Dalda OSCAR ödülü kazandılar.
Savaş her nekadar, arzulanmayan, acı veren birşey olsa da ona birçok şey yakışabiliyor. Ölüm yakışıyor, hayatta kalma çabası yakışıyor, kan yakışıyor, kan kırmızısı gelincik tarlaları yakışıyor, dostluk, esaret, hatta savaşın en büyük düşmanı barış bile yakışıyor, daha sayamadığımız bir çokşey yakışıyor da bir tek ASK yakışmıyor. Heminway’in “Canlar Kimin İçin Çalıyor” adlı eserinden beri hep bunu söylemek istedim. Atonement – Kefaret filmi de sanki bu düşüncelerimin üzerine bir kaç gün önce beyaz bir sinema perdesinin üzerine sessiz sedasız düşüverdi. Film bitip de perde karardığında Cecille nin şu cümlesi yakıyordu dudaklarımı.
Dört dalda Oscar adayı “Pride and Prejudice - Aşk ve Gurur”un yönetmeniyle, baş kadın oyuncusu Keira Knightley’i birkez daha bir araya getiren, tamı tamına otubeş milyon dolar bütçeli “Atonement Kefaret”in bu yarışta en iyi müzik dalında o çok arzulanan altın (bolca estetik kaygılar taşıyan) heykelciği hakkıyla kazandığına inananlardanım. Dario Marianelli imzalı müzikler, perdeye yansıyan tüm objeleri içine alıp onlardan beslenerek bizleri sarıp sarmalıyor ve atmosfer yaratmada sanki filmin bir baş oyuncusuymuşçasına önem taşıyor. Bir kaç örnek vermek gerekirse;camda vızıldayan arı, duvara vurulan lastik top,koridorda hızlı adımlarla yürünürken ahşap zeminin çıkarttığı çatırtılar ve tabii en unutulmazı filmin başından sonuna kadar kulaklarımızı delercesine basılan daktilo sesleri, tek kelimeyle MUHTEŞEM. Hatta Marianelli tıpkı bir önceki film Pride and Prejudice da yaptığı gibi, melodilerini salona gelen izleyicilerin kulaklarına takip evlerine götürmelerine de {ister istemez}
"I love you... Come back to me." Filmin Konusu: 1935 yılında henüz 13 yaşında acemi bir yazar olan Briony Tallis (Saoirse Ronan) ve ailesi, görkemli malikanelerinde zengin ve seçkin bir yaşam
33
izinveriyor. Bu film sadece Müzikleri için tekrar seyredilmeye değer.
metaforuna gonderme yaparak hic basite kacmadan,su bildik perdedeki goruntuleri geri sarma numarasini bile yapiyor. Yani adam döktürüyor da döktürüyor…Büyük bütçeli projeleri ve kalabalık kadroları idare etmedeki becerisini ilk filmi 'Aşk & Gurur' da açık bir şekilde ortaya koymuştu zaten. Her ne kadar sinema kollektif bir sanat gibi görünse de burada bir kez daha anlıyoruz ki aslında sinema sanatı, tartışmasız, Yönetmenin sanatıdır. Yine de her iki filmi boyunca sürekli karşımıza çıkan o muhteşem görüntü ve manzaralar yönetmeni olduğu kadar görüntü yönetmeni – sanat direktörünü de unutmamamız gerektiğini bize hatırlatıyor. Her bir kare üzerinde uzun uzun düşünülerek - özenle çalışılmış. Sahne geçişleri ve kurgu karakterlerin iç dünyalarını seyirciye ulaştırmada özel bir önem taşıyor. (Neden en iyi kurgu dalında da bir oscar alamadığını anlamakta zorlandim.).Ayrıca yönetmen Joe Wright bu filmle kendisini ilk filmi Pride and Prejudice daki James Ivory etkisinden de kurtarmış gibi görünüyor.Aynı şeyi oyunculuğu açısından Keira Knightley için söylemem mümkün değil ama yine de rolünün altından başarıyla kalkmış diyebilirim. Küçük kız kardeş Briony'i oynayan Saoirse Ronan’nin sergilediği oyunculuk benim için daha bir değerli.Hani derler ya cuk oturmuş bu role. Çok inandırıcı, hatta öyle inandırıcı ki zaman zaman insanın gidip “ o “ kızı boğası geliyor.Eminim ileride kendisini başka başka rollerde de bol bol izleyeceğiz. Filmin basrol erkek oyuncusu James mcavoy bana sürekli olarak Russel Crow un gençliğini hatırlatsa da bu filmdeki performansı gerçekten takdire değer ve izlerken son derece keyif verici. Kendisini Narnia Günlükleri'ndeki Bay Tumnus rolünden sonra bu ikinci izleyişim ama bundan sonra gözüm hep üzerinde olacak.
İngiliz yazar Ian Mc Ewan’in 2001 yılında kaleme aldığı Atonement - Kefaret ( Türkçe baskısıKEFARET – Ian McEwan – çeviri Püren Özgören Can Yayınları - İstanbul, Aralık. 2003) adlı romanl, edebiyat çevrelerince yüzyılın en iyi 100 romanı içersinde gösterilen Booker ödüllü bir başyapıt. Çocukluğu, aşkı, savaşı, İngiliz toplumunu ve sınıf ayrımını akıcı ve etkileyici bir anlatımla sunarken, okuyucusunu utanç ve bağışlama, kefaret ve günahları hoşgörmenin güçlüğü üzerinde düşünmeye yöneltiyor. Aynı adlı romandan senaryosunu yazansa, Dangerous Liaisons – Tehlikeli İlişkilerle en iyi senaryo oscarını evinin başköşesine götürüp koyan Christopher Hampton. Bu senaryosunda, Hampton “Tehlikeli İlişkilerin” ağdalı dilini koparırcasına, anlatımında olabildiğince ekonomik davranmış.Hemen filmin başlarında, sanırım 10 dakika içinde bizleri filmdeki tüm karakterlerle tanıştırıyor.Sanki daha başlardayız bekle seyirci şuraları hemencecik geçelim daha anlatılacak çok şey var dermişcesine. Aslında konu biz Türk izleyicilerin pekte yabancısı olmadığı şu Zengin kız Fakir oğlan hikayelerine benziyor.İçinde mavi panjurlu beyaz bir ev bile var. Biraz daha ileri gidersem, konu özünde (Kanava) bana Ömer Seyfettinin “KASAĞIŞINI” da hatırlatmadı değil. Ama itiraf etmeliyim ki,işleniş tekniği, kurgunun mükemmelliği ve yönetmenin ustalığı, filmdeki basma kalıpları seyirciye neredeyse hiç hissettirmiyor. Bu film bize aralarındaki sınıf farkına rağmen birbirlerini deliçesine seven iki genç âşığın kavuşamamaları ve onlara engel olmuş olan üçüncü kişinin pişmanlığı, vicdan azabı gibi klişelerle aynı kulvarda koşar adım giden bir öykü anlatırken, daha kapsamlı ve daha derin şeyler hakkında düşünme imkanı veriyor: Masumiyetin göreceliliği ve 'telafi etmenin' imkansızlığı gibi.
Sadede gelecek olursak; ben filmi pek sevdim. Ağlatacak noktaya getirip ağlatmayan, ortada hiç birşey yokken bir anda tokatlayan, müzikleriyle ilgimizin dağılmasına izin vermeyen, görüntüleriyle büyüleyip duygularıyla içimizi oyabilen ama o derece de ajitasyondan – duygu sömürüsünden uzak, tempolu, dahası, son derece vakur, kendinden emin ve bir kaç noktayı saymazsak ( o kadarı kadı kızında da olur) sonderece ayakları üzerinde duran, kendisinden uzun süre söz ettirecek, etkileyici bir film.
Beni düşündüren tek şey filmin sonu. Sanki herşey bir anda bıçakla kesilir gibi bitiveriyor. Bizleri 2. dünya savaşının o kirli puslu, yıkık,yaralı atmosferinden alıp bir anda 2001 in teknolojisi bol bir TV programına götüruveriyorlar. Birden bire 120 dakika sonra hiç tanımadığımız, filme yeni katılan yeni bir kadın karaktere adapte olmanız neredeyse bir120 dakikanızı daha alıyor.Bu ne diyorsunuz, yabancilastirma desem degil... Finaline rağmen filmin özgün ve vurucu bir anlatımı var. Zaman zaman, bir olayı , filmin üç karakterinin gözlerinden ayrı ayrı, iki kez izleme olanağı bulabiliyoruz ve bu, olayın etkisini azaltmiyor, aksine katlanarak çoğaltiyor. Daha açık söylemek gerekirse hikaye sıralı bir şekilde değil de esnetilerek geriye dönmeli farklı açılardan yorumlanmış ve boylece siirsel bir dil yakalanmis. Joe Wright daha bu ikinci filminde ne kadar yetenekli olduğunu kanıtlıyor.Klasik sinemanin tum araclarini seyirciye sezdirmeden ustaca kullanmis.Hatta tam yerinde zamani geri dondurme
Kaç Oscar heykelciği kaldırdığı bu bağlamda beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Academy üyeleri - bu bazda- kendilerine daha başka filmler mutlaka bulacaklardır ama ben şimdiden bu filmin DVD’sini satın alıp arşivime kattım bile. Bana sorarsanız “evet en iyi film(dram) dalında altın küre ödülü de almis olan bu filmi izlemek lazım, sakin kaçırmayın” derim İyi seyirler.
34
Efe Babacan
KARANLIK ODA
aralar fazla düğün olmadığını ama önümüzdeki günlerde yapılacak rodeo festivalinde yarışacak kovboyları çekebileceğimi söyledi..Ben iyi bir düğün fotoğrafçısı olma yolunda giderken atacağım ilk adım rodeodakı ineklerin ve boğaların fotoğrafını çekmek olmuştu.Neyse orada yaşadığım altı ay boyunca zaman zaman rodeo organizasyonlarını, zaman zaman da düşük butçeli Kızılderili düğünlerini çektim.Küçükken Kızılderili kovboy filmlerinde sempati duyduğum o Kızılderililerin bana verebileceği bir şey yoktu.Artık o kasabadan sıçramalı ve atılım yapmak üzere Amerikalıların şaka olsun diye söylediği Snobbsdale asıl ismiyle Scottsdale’e taşındık.
Düğün Fotoğrafları
Kızılderililerden Jet Sete, Farklı Dünyalar
Scottsdale estetikli memeleri, ince uzun bacaklı kadınları, son model arabaları, milyon dolarlık evleri, lüks alışveriş merkezleri ve sosyal ortamlarıyla Arizona eyaletinin Beverly Hillsiydı. Kendimi bir anda çok değişik bir dünyada bulmustum. Şehirdeki yaklaşık 200 300 arası düğün fotoğrafçısı vardı. Kısa surede bu fotoğrafçıların bazılarıyla kontak kurdum ve çalışmalara başladık. Bu fotoğrafçılar genelde 1500 4000 dolar arası düğün paketleri satarken, kimi zaman 2, kimi zaman 3, hatta bazen 4 fotoğrafçı düğün çekiyorduk. Bu fiyatlar California da 15.000 dolarlara kadar yükseliyordu. Kaçan gelin, kızgın papaz, huysuz golfçular
Ben damadı ve arkadaşlarının hazırlığını çekerken, ortağım Lilet gelin ve arkadaşlarının fotoğrafını cekıyordu. Erkekler her zaman rahat bir havadayken, kimileri tören öncesi içer, kimileri bilardo oynarken gelin ve etrafında müthiş bir stres olurdu. Saatler boyunca bitmek bilmeyen makyaj, sac, elbiseler, ayakkabılar, aksesuarlar derken tam bir curcuna yasanırdı. Bir keresinde Afgan pilotla evlenecek, Amerikalı bir gelin çekimlerin ortasında hiç bir şey söylemeden kaçıp gıtmıstı. Bu kaçışın nedeni de tören yerinde tam zamanında olmak ve konukları bekletmeme ıstegıydı. Durumdan utanan Afgan damat bana ve asistan fotoğrafçıya gecenin sonunda çok büyük bir bahşiş vermıstı. Stresli gelinlerden başka bir sorunda kiliselerdeki papazlardı. Bazıları tören sırasında bizim resim çekmemizden hoşlanmaz hatta buna izin vermezdi. Çoğu zaman flaşsız, uzaktan zoom lensle, gizli bir şekilde tören resimlerini çeksem de bir defasında yakalanmış ve çok kotu azar yemiştim. Golf klüblerindeki düğünlerde de kimi zaman golfçular zorluk çıkarırdı. O güzel yeşilliklerde biz damat ve gelini ölümsüzleştirmek ısterken, onlarda oyunlarının bölünmesini istemezdi.
Aşk Gemisinden Las Vegasa
3 sene yolcu gemilerinde fotoğrafçı olarak çalışıp, Fotoğraf Müdürü pozisyonuna gelmiştim. Bu terfiyle birlikte artık binlerce gemi yolcusunun fotoğrafını çekmek yerine sadece gemide gerçeklesen çok önemli düğünleri veya kaptan ve masasında oturan misafirleri çekiyordum. Düğün kalmadı, Rodeo verelim!
Güzel bir meslek ve güzel bir hayata sahipken arkadaşlarımın hep bir ayağın karada olmalı dediği gibi ben de evlendikten sonra gemilere veda ettim ve karaya yerleştim.En büyük amacım iyi bir fotoğrafçı olmaktı ama acaba bunun için doğru yerde miydim. Las Vegas’ta evlenmiş ve bu işin yapılabileceği en iyi yer olan Las Vegas’tan, eşimin dedesinin işine yardımcı olmak icin, nüfusunun yüzde 80 inin Navaho Kızılderililerin oluşturduğu 10 bin kişinin yaşadığı Gallup adında bir kasabaya taşınmıştık. Büyük ümitlerle gittiğim kasaba meydanında sadece 3 tane fotoğraf stüdyosu vardı. Buradaki stüdyolara çalışmak icin başvurduğumda sahibi Zulu kabilesinden olan bir adam, bana bu
Uzolu, Tekilalı, Haremlik Selamlık ve 16 saatlik uzun düğünler
Sinirli papazlara, çekimi bırakıp kaçan geline, anlayışsız golfçulara rağmen bu isten her zaman müthiş zevk almısım. Ortalama bir düğün 7 8 saat
35
sürerken Hint, Vietnam gibi Uzak Doğu düğünleri, çoğunlukla sabah 8 de başlayıp, gece yarısı bıterdı.
Evet, 16 saatlik çekim yaptığımız yorucu düğünler olmuştu ama biz her zaman klasikleşmiş Amerikan düğünlerinde son kısımlara doğru ayık bir kişi görmek zordu. Haremlik ve selamlık Filistin
düğünlerinden farklı şeyler görmenin beklentisi icindeydik. Uzo içilen Yunan, Tekila içilen Meksika
düğünlerinde kadınların utangaçlığı ısımı zorlaştırmış olsa da bir kaç saat sonra, artık çok daha rahat poz vermeye başlamışlardı. O düğünün güzel yanı kıvrak Arap müzikleri ve bana ikram edilen lezzetli baklavaydı.
Demir, Çimento yerine Gözyaşı, Tango ve Gülücükler Gelin ve damat o günün en önemli kişisidir. Özellikle de gelin. Gelin ve fotoğrafçının diyalogu çok önemlidir çünkü ben rejisörken gelin başrol oyuncusudur. Bu fotoğraf çekimlerini bazen film çekimi gibi dusunurum. Mesela gelinin mutluluğunu kıskanan gelinin bazı arkadaşları kotu karakterler gibidir. Bu karakterler dışında etrafta birçok figüran vardır. Bunların hepsini ayni anda gözlemlersiniz çünkü hiç beklemediğiniz bir anda size samimi bir gülüş, kadeh kaldırma, başka bir figüranla el sakalaşması gibi malzemeler verebilirler. Bir inşaatın malzemesi demir, çimento ise bu isteki malzemeler küçük bir detay, ağlayan bir kadın, iki kişinin birbirine sarılması, tango yapan bir ciftin hareketlerindeki kıvraklık gibi pek de elle tutulmayan şeylerdir.
dört dörtlük fotoğraf yoktur varsa da Sebastiao Salgado dur
Fotoğrafçılar genelde fotoğraf çekerken büyük bir yoğunlaşma icindedir çünkü her şey ani yakalamak üzerine kurulmuştur. Bazen an yakalanırken ışık yetersiz, bazen an ve ışık mükemmelken bu sefer kadrajda zorlanabilirsiniz. Ani yakaladınız, ışık, kadraj her şey mükemmel, bu seferde bu resimde gerçekten duygular var mı diye sorarsınız? Bence 4 4 lük resim yoktur, her zaman bir şeyler eksik olacak ve fotoğrafçı her zaman bu sanatsal kaygıları yaşacaktır. Dunyanın en iyi fotoğrafçıları olan Magnum fotoğrafçıları, Sebastiao Salgado ve Ara Güler en favori fotoğrafçılarımdır, hazır 4 te 4 luk demişken, bunlar bırakın 4te 4 u, 4 te 5 bile çekerler. Fotograf çekmekteki en büyük kaygıda, ayni mizahçılarda olduğu gibi daha önce yapılmamış bir espriyi bulmaktır. Yeri gelince bir duvarın üstüne çıkar, yeri gelince bir duvar deliğinin arkasından veya arabanın penceresinden, sağdan soldan yukarıdan aşağıdan çekip değişik açıları yakalamaya calisirsiniz. Bir gün, gene bir amerikan düğününde, sıcak bir günde yere yatıp değişik bir açıdan fotoğraf çektim. Sonuç basarîliydi ama ben yere yatınca gelinin babası sıcaktan bayıldığımı düşünmüş ve bana su getirmişti. Hepimiz bu olaya çok gülmüştük.
Düğün değil Hisseli Harikalar Kumpanyası Bence düğünler dünyanın her yerinde aynidir, tıpkı tüm kadınların ayni olduğu ama hepsinin de özel olduğu gibi. Amerikan düğünleri sanki 5 yıldızlı bir otelin animasyon takiminin yarattığı atraksiyonlar, sanki Hisseli Harikalar
Kumpanyası gibiyken, bizim düğünler biraz daha sadedir. Amerikan düğünlerinde ortasında gelin ve damadın oturduğu uzunca bir masa vardır. Bu masanın diğer üyeleri gelin ve damadın en yakin arkadaşları olup, hepsi ayni tarz, ayni renk kıyafet giyer ve bu masa diğer tüm davetlileri görecek bir şekilde onlara donuktur. Aksam yemeği başlamadan önce damat ve gelin in arkadaşları şampanya kadehi kaldırıp, çocukluk veya akademik hayatlarıyla ilgili anılar anlatıp, evlenen çiftlere mutluluklar dileyerek, konuşma yaparlar. Yemek bittikten sonra gelin ve damat ilk dans, daha sonra gelin ve babası, damat ve annesi dansları yapılır. Bu danslar bitince tüm davetliler dans eder ve gecenin
dj i veya sunucusu 10 seneden fazla evli olanların dansa devam edeceğini diğerlerinin dans pisti dışına çıkmasını rica eder. Bu 15, 20, 30 ve 40 seneden fazla evli olanların elenmesine kadar devam eder. Salonda en uzun sureli evli çift seçilir ve onlar dans eder. Okullarda örnek öğrenci seçilmesi gibi bir şey herhalde. Bakin yani 48 sene evli kalmışsınız ve bunun ödülü salondaki herkes size imrenerek bakıyor. Daha sonra para dansı baslar, damadın önünde bayanlar, gelinin önünde baylar sıra yapar ve aşağı yukarı yârim dakika dans edip, damada bayanlar, gelinede baylar para verir. Bu para genelde 1 dolar gibi
36
sembolik bir şeyken, bazen 5,10 veya 20 dolar verenlerde olur. Tüm davetliler gelin ve damatla dans etme şerefine erdikten sonra en heyecanlı kısma gelinir. Davetteki tüm bekâr bayanlar çağırılır ve gelin arkasını dönerek onlara çiçeğini atar, kimi düğünlerde kıyasıya saç saça başlasa mücadele olurken, kimi düğünlerde bu eğlence sakin geçer. Bu tip atraksiyonlar artik bizim düğünlerde de yapılmaya başlandı. Bence, artik gelinin damadın ayağının üstüne basması dışında da renk getirecek şeyler yapılmalı. Gene bir amerikan düğününde aşırı alkol alan damat ve arkadaşları piramit yapmaya çalışmış ve herkese çok eğlenceli dakikalar yaşatmışlardı. Düşünsenize en altta dört kişi, onun üstünde üç ve onun üstünde iki seklinde gidiyor. Sanki 19 Mayıs spor ve gençlik bayramı gösterileri...
batışını, ışığın nasıl düştüğünü veya düşeceğini hesaplarken, fotoğrafı çekilen kişi veya kişilerin hangi psikolojide olduğunu bilmelidir. İyi bir fotoğrafçı olup olmadığınız grup çekimlerine de bağlıdır.45 kişilik bir grubun fotoğrafını çekerken, eğer 45 kişide kameraya bakıyorsa, bu 45 kişiden 45 ininde yüzünü net bir şekilde görebiliyorsanız, iri kişileri arka plana atmış, kısa boyluları öne çıkartmış ama bunu yaparken kimseyi kırmadan yapmış, bu grupta gözlük takanların hepsinin gözlüğünün parlayıp parlamadığını kontrol etmiş, elinde gereksiz aksesuar olan kişilerin aksesuarlarını almış ve saklamış, esprilerinizi arka arkaya patlatarak, insanların rahatlamasını sağlayarak bu işi 3 dakika gibi bir sürede yapmışsanız o zaman doğru yoldasınız.
Nikâh şahidim foklar, nikâh memurum Elvis Presley
Renkli insanlarımız ve renkli düğünlerimiz
Dünyanın dört bir tarafında düğün çekmiş biri olarak Türk düğünlerinin her zaman çok daha özel olduğuna inanırım. Türk düğünlerinde eğer davette 200 kişi varsa, bu kişinin 150 kişisinin halay çektiği anlar yaşanır. Halaya katılmayan 50 kişide ya yaşlılardır, ya da küçük çocuklardır. Aynı şekilde 6 bayanın aynı anda tuvalete gidip davetteki kişiler hakkında fikir alışverişi yaptığı yegâne düğünler Türk düğünleridir. Bizim düğünlerimizde belki bir amerikan düğünü kadar toplu halde yapılan atraksiyon yoktur ama düğündeki her karakter zaten aslan sütüyle alınmış bir enerjiyle tek başına bir şovdur. Renkli insanlarımızla, en renkli düğünler Türk düğünleridir…
Her düğün ayrı bir hikâye, her düğün ayrı bir mutluluktu. Alaska da helikoptere binerek sadece helikopter pilotu, damat gelin ve nikâh memurundan oluşan buzulun üstünde çektiğim bu çok soğuk ama çok orijinal, davetlilerin sadece foklardan oluştuğu buzullar üstündeki düğünden, Las Vegasda nikâhı kıyan Elvis Presley kostümlü nikâh memurunun kıydığı düğüne kadar birçok düğünde fotoğraf makinesinin arkasında bulundum. Gördüğüm tüm düğünler çok duygusal ve anlamlıydı ama fotoğrafçının duygulara yeri yoktur. Fotoğraf çekmeyi bırakıp, ağlayamazsınız veya halay çeken gruba dâhil olup dans edemezsiniz çünkü göreviniz bu anları yakalayıp, deklanşöre basmaktır. İyi bir düğün fotoğrafçısı çok duygusal olan ama duygularını kontrol edebilen fotoğrafçıdır.
Fotoğraflar: Efe Babacan
İyi bir fotoğrafçı
İyi bir düğün fotoğrafçısı en az damat kadar şık ve prezentable olmalı, davetlilerle iyi iletişim kurmalı, gerekirse saatlerce yemek yemeden su içmeden gelin ve damadın peşinden ayrılmayarak onların gölgesi olmalı, yeri gelince oteldeki temizlikçilerden birini ikna edip, otelin 12. katındaki bir odaya çıkıp tören alanını yukardan çekmeli, çekilen karelerin arkasındaki backgroundları iyi kullanmalı, güneşin
37
Kitap Biti
KİTAPLIK
mezheplere gönderme olarak yorumladılar. Bu filmlerin kaçınılmaz olarak iğneleyici, batıcı, alaycı, rahatsız edici ve nüktedan şekilde verilen politik yankıları da mevcuttur. Dünyanın nasıl yönetildiğini açımlamaktadırlar.
John Gray – Küresel yanılgılar
4-Şu sıralar politikaya inanç önemli ölçüde yokolmuş ve teknoloji dönüştürülmüş dünya rüyasını tek başına ifade eder hale gelmiştir. Çok az kimse refahın daha adil bölüştürülmesiyle açlık ve fakirliğin bertaraf edileceğine inanmaktadır. Politikayla ne Irak’ın işgalini engelleyebildik, ne de açlık sorununu.
Yaşadığımız dönemde dünyaya yeni bir biçim veriliyor, her toplumun aynı kalıba sokulması, aynı değerleri benimsemesi isteniyor. Elinizdeki kitapta John Gray, büyük bir ustalıkla çağımızın egemen düşünce biçiminin arkasında yatan hesapları ortaya çıkarıyor. Köhnemiş ilerleme düşüncesini ve dolayısıyla ilerici gerici ikilemini, hümanizm yanılgısını, bilim efsanesini, özgür bir dünya vaadden komünizm sonrası düzenin baskıcılığını, neo-con'ların saplantılarını hem felsefi kökleriyle, hemde güncel boyutlarıyla inceliyor, 11 Eylül sonrası dünya siyasetinin gidişatını yorumluyor, insanlığın tabiatı hoyratça sömürmesi sonucu dünyayı bekleyen biliçli bir şekilde anlamak için okumamız gereken zengin bir kitap Küresel Yanılgılar.
5-Anenevi şekilde süren sosyal kontrol bitip gittiğinde cürümle mücadele için yerine video kameralarını ikame ettik. Terörizme destek veren ülkelere karşı akıllı bombalar, hayal kırıklığı ve depresyon gibi insani tepkilere karşı prozak. Çevreye kafayı takmamak için de walkman. 6-Matrix insanın daha iyi bir dünya için doğallıktan uzaklaşmış istek ve arzularının en gelişmiş teknolojiyle kaçtığı bir rotadır.
7- Ünlü Polonyalı bilim kurgu yazarı Stanislaw Lem meslekdaşlarından birkaç on yıl önce 1964’te yayımlanan summa techonologiae adlı kitabında Phantomat (düşomat/hayalmatik) adlı sanal gerçeklik yaratan bir makineden söz etti. Phantomat’ın içinde yeni bir hayat seçmek mümkündü. Phantomat bize sufistlerin daima aradıkları şeyi vermekteydi. Materyal dünyadan ve ölümlülükten sıyrılma. Sonsuza dek sanal bir âlemde varolmak.
Liste Fiyatı: 11,00 YTL.SİTE Yayın Yılı: 2006 207 sayfa İthal Kağıt 13,5x21 cm Karton Kapak ISBN:975269232x Dili: TÜRKÇE
yongaları.
8-Cypher davranışı/vakası. Lem insanların rüyalar âlemini kargaşa ve kavgalarla dolu gerçek dünyaya tercih edeceklerinden korkmaktaydı. Şu anda Batı dünyasında kitlesel medya tarafından oluşturulmuş illüzyon içinde yaşamayı seçenler vardır.
Matrix’(t)e inanç bölümünden seçme fikir
1-Matrix filminden iyi tanıdığımız ajan Smith bir sahnede şöyle der: “Birinci Matrix’in içinde kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olduğu mükemmel insani bir dünya olarak tasarımlandığını biliyor muydun? Sonuç bir felaket oldu.” Matrix sonuçta insanların bir koza içinde yaşadığı, hayalinde işe gittiğini, sokaklarda yürüdüğünü, aşık olduğunu, savaştığını düşündüğü sanal bir dünya. Bunu yapanlar da bilgisayarlar. Kimbilir kaçıncı kez insanlığın mükemmel bir dünya arayışı hüsranla sonuçlanmakta.
9- Matrix kendini sonsuza kadar yenileyebilecek şekilde inşa edilmemiştir. Er ya da geç kader ya da zaman nedeniyle yokolup gidecektir. 10- Matrix üzerine yapılan yorumlardan birinde sistem içinde arıza yaratacak bir kaynağa değinilir. Bu insani serbest iradedir. Koza içinde yaşayanlar bir sanrı içinde yaşarlar. Ama bir kez bunun sanrı olduğunu keşfederlerse karşı çıkabilirler.
2- İnsanın kozaların içindeki enerji kaynağı olarak kullanılması, çalıştırılması yani, matrix programının hedefi değildi. Hedef mükemmel bir dünya yaratmaktı.
11-Gerçekliğin problemlerimizin aslında çoğunun çözümsüz durduğu bir pazarı yoktur.
12-Matrix filmleri teknolojik sihirin harika bir sanat ürünüdür. Eğer bir mesajları varsa, bu teknolojinin sihir olmadığıdır. Teknoloji gerçekte insan hayatını değiştiremez
3-Matrix üzerine çeşitli yorumlar vardır. Filozoflar dış dünya gerçekliğini sorgulamaktalar, din bilginleri mitolojik terimleri hıristiyanlığın, budizmin ve hıristiyanlığın başlangıcındaki sırları bilen
38
SANAL ODA İmdat Kaymaz Second Life (SL) / İkinci Hayat (İH)
borsadan hisse senetleri alıp gerçekten Dolar milyoneri/zengini olma imkanınız da var tabi.
Gün geçtikçe İkinci Hayat’ın üyesi artmakta ve bol kazançlar elde edilmektedir. Bu ‘oyun’ bununla da kalmıyor aslında. Gerçek hayatta sınırlar varken bu sınırların bir kısmı İkinci Hayatta ortadan kalkmış durumdadır. Kendinize bir ‘alan’ veya bir ada satın alıp düzenleyebilirsiniz. Burayı da istediğiniz şekil kendiniz dizayn edip bazı hakları elde edebilirsiniz. Bu bir yerde gerekli, zira gelip başkaları sizin emek sarf ettiğiniz yer veya şeyi, yıkmasın veya el koymaya çalışmasın.
Az önce belirttiğim gibi, gittikçe daha fazla kişi ve (büyük) şirketler bir büro veya bir kol açmaktadır İkinci Hayatta. Şu an el değiştirmiş ABN bankası, Nike, Reebok veya Randstad olsun, bunların her birinin İkinci Hayatta temsilciliği veya birer bayisi var. Bir avatar olarak İkinci Hayatta Randstad’a gidip gerçek hayatta çalışmak için iş bulabilirsiniz. Veya bir konser yada kongreyede katilabilirsiniz. İmkanları oldukca geniş bir ‘oyun’ yani.
Merhabalar. Dergimizin bu sayısında işlemek istediğim konu Second Life (SL). Second Life’ı İkinci Hayat (İH) şeklinde Türkçeleştirebiliriz. ODA dergimizin hedeflerinden biri de, güzel Türkçe’mizi yaşatmak ve yarınlara taşımaktır! Bu yüzden, bilinçli bir şekilde ağırlıklı olarak Second Life (SL) yerine, İkinci Hayat (İH) diyerek devam edeceğim.
Dünyanın ilki değil ama Hollanda’nın ilk üniversitesi olarak Amsterdam’in Vrije Üniversiteside (VU) kapılarını Ikinci Hayatta açtı ve bir kampüsü bulunmaktadır.
Az çok (görsel) gündemi takip eden veya çok okuyan biriyseniz, muhakkak İkinci Hayat hakkında bir şeyler duymuş veya okumuşunuzdur. Peki, bu İkinci Hayat nedir, nasıldır ve ne zaman icat edilmiştir?
Ne dersiniz? Sizde öğrenci olun veya olmayın, gelecekte birlikte Ikinci Hayatta bir fincan Türk kahvesi içmeye ne dersiniz? Size de şimdiden afiyet olsun..!
İkinci Hayat Amerikan Birleşik Devletlerinde 2003 yılında (aslen) bir oyun olarak Linden Laboratuarlarında geliştirilmiş bir sanal ortamdır. Hakkında çok sayıda kitap yazılıp basılmıştır. Katılım için kendine özgü avatar adı verilen bir kişilik seçmelisiniz. Tıpkı gerçek hayattaki gibi, İkinci Hayatta avatarlar yaşayıp, çalışıp, eğlenmektedirler. İsteyenler istediği gibi şekil verebiliyorlar bu avatarlara. Örneğin gerçek hayatta kilo problemleriniz varsa ve bundan rahatsız iseniz, bir avatar olarak manken gibi gözükebilirsiniz. Veya son derece sıkıcı bir mesleğiniz var ise, İkinci Hayatta değiştirebilirsiniz. Bunlar var olan bir çok olanaktan sadece bir kaçı.
Başka ne mi var? İkinci Hayat’ın kendine özgü bir ekonomisi, birde (dünya) borsası var! World Stock Exchange (WSE) veya LindeX diye de adlandırılıyor. Bir Amerikan Doları ise aşağı yukarı 250 Linden Dolarına eşit. Normal hayattaki gibi gidip (online)
39
HABERLER BİZİM ECE 7. ŞİİR ŞÖLENİ MUHTEŞEM BİR ORGANİZASYONLA KUTLANDI
Şair, araştırmacı yazar Ahmet Otman’ın organize ettiği Bizim Ece Edebiyat, Kültür ve Sanat Dergisinin 7. Şiir Şöleni, 1-2 Mart 2008 tarihinde Salihli’de yapıldı. Emine Sevinç Öksüzoğlu 2007 Yılı Türk Dünyası Edebiyat ödülleri Bizim Ece Şiir Şöleninde sahiplerine takdim edildi.
Şiirin başkenti Salihli’ye, Türkiye’nin dört bir yanından çok değerli şair ve yazarlar geldiler. Bu şölende kimler yoktu ki: Ankara’dan değerli üstad İsmet Bora Binatlı, Prof. Dr. Sadık Tural, Celal Oymak, Nevin Kurular ve Filiz Kılınç. Bursa’dan Bedriye Sönmez, Emin Zeybek ve Hanife Gün (Bulgaristan). İstanbul’dan Ayşe Fidan Taneri, Gaziantep’den Emine Sevinç Öksüzoğlu, Kahraman Maraş’tan Mehmet Dalkanat, Mersin’den Mine Bahçeci, Hollanda’dan Mustafa Toga, Denizli’den Murat Hacıoğlu, İzmir’den Şevki Dinçal, Hava Köseoğlu, Şerife Çınar, Zerrin Tulan, Sami Arslan ve eşi Güler Arslan, Balıkesir’den İbrahim Özdemir, Bergama’dan İsmail Göktaş, Kula’dan Şevket Akar, Salihli’den Sedat Günay, Mehmet Şen, Gülgün Yalvaç, Nezaket Özdemir, İsmahan Işık Sarıgedik.
Fikir Yongalama 2008’de de devam
Diyalog Akademisi ve Oda Sanat Vakfı olarak, her ay ünlü bir düsünürü ele alacağız.
Nisan ayının düsünürü: Naomi Klein Tarih:4 Nisan
Saat: 19.30 -21.30
Ödüllerin dağılımı şöyle oldu : Türk Dünyası 2007 Yılı Edebiyata Katkı Ödülü: Altın Fıstık madalyası Salihli Belediye Başkanı Yüksek İnşaat Mühendisi Sayın Mustafa Uğur Okay'a. Edebiyat Üstün Hizmet Ödülü: Gaziantep Gazeteciler Cemiyeti Kurucusu ve Olay Tv. Haber Daire Başkanı Sayın Nuri Sabırsız'a (eşinin rahatsızlığından dolayı gelemediğinden adına Nuray Öksüzoğlu hanımefendi aldı). Edebiyat Şeref Ödülü: Bizim Ece Dergisi sahibi şair, araştırmacı yazar Sayın Ahmet Otman'a. Usta Kalem Başarı Ödülleri: İsmet Bora Binatlı’ya Şair-Yazar (Ankara), Celal Oymak’a Şair-Yazar (Ankara), Mine Bahçeci’ye Şair-Yazar (Mersin) verildi.
Yer: Dialoog Academie
Adres: Rochussenstraat 221 3021 NT Rotterdam
Programa kayıt için alan@dialooğacademie.nl adresine mesaj gönderebilirsiniz.
Bu yıl ele alacağımız diğer düsünürler: Slavoj Zizek, 2 Mayıs
John Hobson, 6 Haziran
Diyalog Akademisi ve Oda Sanat Vakfı olarak, Mevlana’nın muhteşem eseri Mesnevisinden okumalar yapıyoruz. Orta Doğu, Doğu ve Akdeniz kültürünün en şeçme öykü ve mesellerinin yer aldığı eşsiz eserdeki, ayna ustalarının yarışmaları, arslana esir düşen tavşanın kurnazlığı, sarayın damında deve arayanlar, altın kafeste esir yaşayan papağanın verdiği ders, İblis ile Muaviye’nin serüveni, gemide hırsızlıkla itham olunan dervişin kerametleri, horozun mal sahibinin ölümünden haber vermesi, insanın yaratılışından beri hâlleri ve menzilleri gibi ilginç, öğretici, ibret verici ve manen güçlendirici konular, sohbet şeklinde ele alınacaktir. Ahmet Hamdi Tanpınar, bir gün Yahya Kemal'e sorar: ''Üstat, biz Viyana kapılarına nasıl oldu da gittik?'' Yahya Kemal: ''Pilav yiyerek ve Mesnevi okuyarak!'' cevabını verir. Rotterdam'da pilav yiyip Mesnevi okumak isteyen herkes, sohbetlerimize davetlidir.
Programımız, 6 Şubat'ta başladı. Her hafta yapılacak olan sohbetler, çarşamba akşamları, saat 19.30-21.30 arasında, Diyalog Akademisı'nin Rochussenstraat 221-223, 3021 NT Rotterdam adresindeki binasında gerçekleşecektir. Katılım ücretsizdir. Sohbetlere devam etmek için kayıt yaptırmak gerekmektedir. Kayıt için alan@dialoogacademie.nl adresine mesaj gönderebilirsiniz.
40
Amsterdam Fikir Yongalama kulübü Amsterdam Fikir Yongalama Kulübü ayda iki kerelik periyotlarla toplantılarına devam ediyor. John Gray, Slavoj Zizek, John Hobson vb. gibi yazar ve düşünürlerin kitaplarını inceleniyor.
Nisan programını John M. Hobbes’e ayırdık. 12 ve 26 nisan tarihlerinde John M. Hobson’un YKY tarafından basılan Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri kitabını incelemeye alacağız.
15 Mart Cumartesi günü Kulüp Mesnevi’den seçme bahisleri incelemek için toplandı. Orta Doğu, Doğu ve Akdeniz kültürünün en seçme öykü ve mesellerinin yer aldığı eşsiz eserdeki, ayna ustalarının yarışmaları, arslana esir düşen tavşanın kurnazlığı, sarayın damında deve arayanlar, altın kafeste esir yaşayan papağanın verdiği ders, İblis ile Muaviye’nin serüveni, gemide hırsızlıkla itham olunan dervişin kerametleri, horozun mal sahibinin ölümünü haber vermesi, insanın yaratılışından beri hâlleri ve menzilleri gibi ilginç, öğretici ve ibret verici konular, zamanın elverdiği sürece sohbet şeklinde ele alındı. 29 mart 2008 cumartesi günü Divan-ı Kebir’den seçmeler incelenecektir Daha fazla bilgi için: sadikyemni@hotmail.com
41
42