Yol Kenarı /seyrelme 18922
0.
Durum
(Adımdan biraz öncesi.) Gazeteci misin? Sorun değil. Gel yanıma otur. Birlikte yıldızlara bakalım. Birazdan uyanacaklar. Daha var gerçi ama olsun, laflarız. Hayır, kalabalıktan bahsetmiyorum. Onların ne yaptığını umursamıyorum. Beni ilgilendiren şey yıldızlar. Burada ne mi yapıyorum? Gel, sana kısa ve acıksız hikâyemi anlatacağım.
1.
Karar
Bir süredir, bu koca şehirden çöle uzanan eski tren yolundayım. Bir yere gittiğim yok. Şimdilik buradayım; gitmek istediğim yerle kaçmak istediğim yerin kıyısında... İkisinin de sınırı olan bu tren yolu, şehirden ve çölden oluşan bu garip dünyayı birbirinden ayıran tek şey. İkisinden de eşit uzaklıkta. Ben bir şehirliyim. Uzun süredir çölden uzakta, dünyanın daha içlerinde olmak istiyordum. Hani şu milyarlık nüfusa sahip, günün 24 saati hayatın durmadığı, sürekli bir aksiyon ve sürekli bir koşuşturmanın yaşandığı yoğun şehirde… Bunun için çalışıyor, birikim yapıyordum. Gördüğün gibi başaramadım. Orada olsam burada oturuyor olmazdım muhtemel. Şuradan bir adım ötesi çöl. Deliler, yoldan çıkmışlar, bıkkınlar ve umutsuzlar kıyının ötesindeler. Onlar her şeyin iki ayrı anlamı olduğunu biliyorlar. Bunu ben yeni öğrendim. Yani onlara göre deli benim. Aslında bıktım ve umutsuzum. Onlara göre kıyının ötesinde olan benim. Onlara göre hiçbir şeysizliğin huzurundan uzakta, on binlerce her şeyle iç içe ve yorgunum. Çocukluğumdan beri yola çıkmak istiyordum. Her gece kafamı yastığa koyup taş göğüme baktığımda yıldızları görmeyi hayal ediyor; buradan gitmeyi, geri dönmemeyi, bu şehri ve içindeki her şeyi unutmayı düşlüyordum. Sonunda hayalimi unuttum.
Yola çıkmalıydım ama sanırım yoldan çıktım. Bu şehirde kalmayı seçmek, hapishanemin evime dönüşmesi gibiydi. Hani cezanın son günü kapıyı açarlar ve adını bağırırlar ya; o hesap. Sen hazırsındır. Özgürlüğe, gökyüzüne, bakkaldan sigara almaya… Gri ve kirli şehir havasını solumaya hazırsındır. Bunu hak etmişsindir. Bavulların elinde cezanı bitirmişliğin rahatlığı kafanda basar gidersin ya, ben gidemedim. Başka mazeretlerim var da ranzamın rahatlığından kopamadım diyelim. Verdiğim kararda yalnız değilim. Bu yalnızlık konusu çetrefil mesele. Bunu aşmak için bu hapishaneden biraz daha bahsetmeliyim. Yaşadığım yer öyle bir hapishane ki benim gibi kendi isteğiyle kalan binlercesi, milyonlarcası vardı. Bizi özgürlükle kandırıyorlar, ‘daha’ kelimesiyle egomuzu okşayıp ‘çeşit’ kelimesiyle kalbimizi çalıyorlardı. Bize sundukları yalanı düzenli hayat ve iş imkânı ile öyle güzel süslüyorlardı ki inanmak hoşumuza gidiyordu. Bir yalana isteyerek inanmak. İşte açıklamam gereken şey bu. Sen hiç, bir yalana isteyerek inandın mı? Tamam, sen düşünedur; ben konuşayım. Ben de aklı başında, hayattan zevk alan, standardını seven ve geleceğe umutla bakan her birey gibi bütün imkânlara sahiptim. Çok zaman alan ve az kazanç sağlayan basit bir iş. Bir tuşa bas, birileriyle konuş, eline ne verdilerse sat ya da satın al. Sefalete yakın bir çizgidesin ama bir şekilde çorba pişiyor. İşin garibi; alışınca sesin bile çıkmıyor. Şehirde her şey iç içe geçmiş kurallar silsilesiyle kusursuz işliyor. Kurallara uyarsan sorun yaşamazsın. Akıllıca bir plan yaptıysan kurallara uymazsan da sorun yaşamazsın. Herkes kendi çapında, çapının büyüklüğünce kuralları esnetebiliyor. Kapiş? Bu kadar gizli bilgi yeter. Hikâyeme döneceğim. Zaman o kadar hızlı ve aynı akıyordu ki derenin dışına dirseklerini dayamış, akışı izleyen bir balık gibi hissediyordum. Günlük rutinimin sırtıma yığdığı yükler zaman içinde öyle ağırlaştı ki çalışmaktan kafamı kaldıracak mecalim yoktu. Fakat sırtımın gittikçe artan ağrısı bana, bu yükü daha ne kadar taşıyacağımı sorgulatıyordu. Aynı zamanda kendimi günün içine gömüp yok ettikçe sahip olduğum şeylerin sayısı artıyordu. Her geçen gün hedefim olan yoğun şehre daha da
yaklaşıyordum. Fiziksel bir acı, fiziksel bir tatmine dönüşüyor. ‘Sahip olma’ hissinin egonun kıçına vurduğu erotik şaplaklar. Ego sonunda dayanamaz ve bağırır: “DAHA!” Her darbe unuttuğun bir hayalin acısıyla yıldızlar saçıyor. Dışarıdan bakınca her şey yolunda görünüyordu fakat öylesine küçük parçalara ayrılmıştım ki sahip olduğum hiçbir şeyin tadını çıkartamıyordum. Egom, götü mor ve bıkkın bir şekilde inledi. “Yine mi?” Olaya dışarıdan bakanlar için küçük bir bilgi; her şeyin yolunda olması, her şeyin yolunda olduğu anlamına gelmez. Her şey sıkıcıdır. Neyse ki çocukluk hayalim bu erotik göndermeli benzetmeyle uyandı: Yıldızları tekrar bu şehrin göğünde görebilecek miyim? Her gün aynı yükün altında eziliyor, gece göğünü görmek için tüm günümü harcıyordum. Gece balkonumdan kafamı kaldırıp onu gördüğümde ise kendimi simsiyah boşluğa bakarken buluyordum. Tavanımı sahte fosforlu yıldızlarla doldurdum. Bir teleskop aldım. Koca bir bloğun elektrik şebekesini sabote ettim. Fakat nafile. Bunun için çölü suçluyordum. Kıyının ötesindekileri… Yıldızları çalıp beni bu deliliğe mecbur eden onlarmış gibi ardı ardına küfürler yağdırıyordum. Bu haksızlıktı. Akşama kadar, geberene dek çalışıyordum. Göğü görmek benim de hakkımdı. Ama çöl, orada, milyarlarca yıldızıyla; delileri, yoldan çıkmışları, bıkkınları ve umutsuzlarıyla beni çıldırtmak için duruyordu. Çöl bana haksızlık ediyordu. Karar: Bu hoyrat özgürlüklerinin hesabını soracağım.
2.
Süreç
Öfkemi kusmak için çöle giderken bir savaş tanrısı gibi hissediyordum. Kılıcımı tutsaklığımın güçlü zincirleriyle bilemiş, zırhımı sarı temizlik beziyle parlatmıştım. Hepsinin kafasını tek hamlede koparmaya kararlıydım. Çölü şehirden farklı kılan bütün herkesi yok edecek, çocukluktan varlıklarını hatırladığım yıldızları şehrime geri getirecektim. Sonuçta o milyonlarca yıldızlı gök olmasa kendimi böylesi tutsak hissetmezdim. Aslında bundan emin değildim ama aptalca bir öfkeyle dolmuştum bir kere. Bilirsin, ben de senin gibi kolay galeyana gelen cahil bir toplumun ürünüyüm. İşimden izin alıp günlerce yürüdükten sonra bir gün batımında burayı buldum. İki evreni birbirinden ayıran bir boşluk gibi duran, kuş uçmaz kervan geçmez bu paslı tren yolunu… Bir süre durup soluklandım ve çevreme baktım. Bir adım sonrası çöldesin, bir adım gerisi aynı kahır. Oturup kalmıştım. Güneş demiri ısıtmıştı. Elimi paslı demir tozuyla kaplı taşlarda gezdirdim. Pahalı takım elbisem, 300 dolarlık paltom umurumda değildi. Geceye olana, ısı demiri terk edene ve soğuk beni paltoma sarılmaya zorlayana dek, belki bir tren gelip beni silip süpürür diye umarak bekledim. Kimse gelmedi. Yıldızlar uyanmaya başladığında sabırsız bir çocuk gibiydim. Ardı ardına kendi kendime konuşup duruyordum. “Bir tane daha çıktı.” “Hadi ama?”
“Neden bu kadar azlar?” “Kentin ışığı burayı da mı boğuyor yoksa?” Gece yarısı olduğunda gök uyanmıştı. Öyle güzellerdi ki… İntikam o an gözüme tıka basa dolu bir mideye zorla yenilen ikinci tabak yemek gibi görünüyordu. Gün doğana dek cesareti kırılmış bir şövalye gibi raylarda oturup kalmıştım. Oysa hesap soracaktım! Yıldızların güzelliği karşısında cesaretim kırılmış, hafızam sıfırlanmıştı. Kuyruğumu kıstırıp beton hücreme geri döndüm. Fakat artık her şey farklı geliyordu. O gece bilgisayarımı açmadım. Sosyal medya aklıma bile gelmemişti. “Kimin ne iletisi varsa götüne soksun! Ben yıldızları istiyorum!” O görüntüyü bir türlü aklımdan atamıyordum. Sonsuz gök, bulutsular, kızıl Mars, mavi Venüs ve zamanın ötesinden sayısız yıldız ışıkları... O günden sonra işe hiç vaktinde gidememiştim. Gece boyu yıldızları düşlüyor, sabah ise uyanamıyordum. Sonra oraya tekrar gittim. Tekrar ve tekrar. Her geçen gün öfkem ve içimdeki hesap sorma isteği daha da artıyordu. Her seferinde kendimden daha çok uzaklaşıyor, çöle bir adım daha yaklaşıyordum. Fakat bir türlü cesaret edip son adımı atamadım. Biliyordum ki o adım, geri dönmesi imkânsız bir değişimin başlamasına sebep olacaktı. Değişimden korkuyordum. Gökyüzünden vazgeçmek üzereydim. Kılıcım, dayadığım yerde pas tutmuş; zırhım, üzerine fırlattığım kararsızlık oklarıyla delik deşikti. Sarı bezimi buruşuk ve ıslak, bir köşeye fırlatıp atmıştım. Sonsuza dek kendimi kapattığım hücremde kalacağıma inancım tam; şehre doğru yürürken onunla karşılaştım. Büyük bir benzin varilinin içinde yanan ateşe, sökük, parmaksız eldivenli ellerini uzatmış; kıyafetleri lime lime bir ihtiyardı. Yaşlı ve bilge görünüyordu. Paçalarındaki kumdan ve ayakkabılarından çölden geldiği anlaşıyordu. Belki sadece tozdu. Belki sadece o an onun çölden geldiğine inanmak istemiştim, bilmiyorum. Üzerimden çıkartıp pahalı paltomu ona sundum. Bir acıma değildi. Beni buna iten şey, paltomdan vazgeçerek onunla yer değiştirme isteğiydi. Bir fakirin ayfona duyduğu acınası açlıktı. O an, onunla bütünleşebileceğim tek noktanın paltom olacağını düşünmüştüm. Benimle ateşini paylaştı. “Gece burası soğuktur. Isın…”
Teşekkür edip üşümüş ellerimi ateşe uzattım. Avuç içlerimde sıcağı hissettim. Kimdi bu adam? Ne söylemeliydim? “20 senedir normal bir taş görmedim.” deyiverdim istemsizce. “Hep beton ve tuğla…” “Çöle gitme.” dedi ihtiyar. Hâlimi anlamıştı. “Oraya giden…” “Geri dönmedi mi?” Kendimi tutamamıştım. “Evet, ama o kadar basit değil.” “Geri dönmemek o kadar ciddi bir sorun değil. Asıl sıkıntı…” “Vazgeç.” dedi. “İlk olduğunu mu sanıyorsun? Sonun benim gibi olmasın. Bir varil ve emanet bir palto… Hayatını yaşa. Senin yerinde olmak isteyen kaç kişi var, biliyor musun? Orada sana sunulmuş güzel mutlu bir hayat var. Git ve sahip olduklarının tadını çıkart.” Zayıf, buruşuk parmağı şehri gösteriyordu. Bir süre çapaklı yorgun gözlerine bakıp susmuştum. “Peki, ben kendi yerimde olmak istiyor muyum?” “O senin salaklığın.” “Bana sunacağın bilgelik bu mu, ihtiyar? Vazgeç…” Bana evrenin sırrını sunmuş gibi başını huşu içinde sallarken, ben düşünüyordum. Ben zaten birçok şeyden vazgeçmiştim. Para için gündüzümden, megabayta aç bir vampir gibi geceleri ekran başına oturabilmek için gökyüzünden vazgeçmiştim. Elimi topraktan, kirden uzak tutmak için parayla ve insanla kirletiyordum. Güvenlik kaygımdan ötürü dostlarımdan uzaklaşmıştım. Rahat bir yaşam sürmek için tasarlanmış beton bloklar için bahar yağmurunda ıslanmaktan vazgeçmiştim. Evraklar, prosedürler ve otoriteler altında eziliyordum. Başkalarının memnuniyeti için memnunsuz olduğum bir hayatı yaşıyordum. Bu büyük şehirde, bunca keşmekeşin arasında rutin ve garanti hayat şartlarına ulaşmıştım. Bunu herkes yapamaz. Bankada birikim yapmıştım. Bunu herkes yapabilir ama herkes beceremez. Hem kimin ihtiyacı var ki buna? Alın size abartılmış bir ihtiyaç daha.
“Sen ne diyorsun lan, piç!” Yaşlı bilgeyi yumruklayıp paltomu geri aldıktan sonra öfke içinde şehre doğru yürümeye koyuldum. Boş yere herifi dövdüğüm için pişmandım ama bir yandan da vicdanıma haklı olduğumu kanıtlamak adına söyleniyordum. “Ben zaten vazgeçtim, oğlum. Gökyüzünden vazgeçtiğimde bu şehre tıkıldım. Sen bir şansızlık eseri oradasın. Ben kendi isteğimle yaktım varilin ateşini, pislik herif.” Eve gidip kafamı klorlu suya soktuğumda bile hâlâ öfkeliydim. Süreç: Galiba yaşlı bilge sayesinde başladı.
3.
Büyük satış.
Karar aşamasında ettiğim intikam yemini ve yaşlı adamı dövdükten sonra başlayan süreç, içimde bir süredir uykuda tuttuğum ticaret canavarını uyandırdı. Eski gazetelerin enflasyon canavarı diye çizdiği gibi ejder bozması bir mutant değil, senin benim gibi etten ve kandan biriydi. Tek amacı şehrin dibine gömülmek olan, onunla bir bütün hâlinde yaşayan bir parazit, paraya ve güce tapan basit birisiydi. Yolunda karşısına ne çıkarsa çıksın ezip geçebilecek yüksek bir egoya sahipti. Yıllar boyu onunla aynı bedeni paylaştığıma şaşırarak servetime servet katışını izliyordum. Bir planı bile vardı. O kırmızı spor arabayı istiyordu. O bahçeli pahalı evi. Mavi viskiyi ve güzel kadınları. Ona kalsa her gün başka birisini becerecekti. Onun bunu yapabileceğini müdürüme yamanmak için astımı yok yere fırçalarken anlamıştım. Başlarken her şeyin iki anlamı olduğunu söylememiş miydim? Onlara kavuşabilmek için tüm ömrümü harcayarak edindiğim her şeyimi satıyor. İşleri tıkırında. Kazandığı parayı dolara yatırıp bir kenarda unutacak... Ülke ekonomisinin canı cehenneme, o sadece kendi kıçını düşünüyor.
O küçük bir çiftlik alıp onu yakarak bütün şehir insanının hayalini yok etmeyi ve pastoral yaşamdan oldukça uzak, tamamı tüketime dayalı bir hayata başlamayı düşünen gerçek bir canavar. Ben ise bütün günümü işin ve koşuşturmanın aldığı, tam anlamıyla bir dişliye dönüşeceğim bir hayatı istiyorum. Ne hayal ama! Yeteri kadar para kazandım. İçeride de bir miktar birikmişim var. Canavar diyor ki, yarın işi bırak, tazminatını al, evi de satalım. Yoğun şehre yakın bir yerde küçük bir hamburgerci açalım. Hepsinden önce kendime bir haftalık tatil hediye edeceğim. Hiçbir iş yapmadan bir hafta geçirecek ve sonrasında beni üst seviyeye taşıyacak işi kuracaktım. Tatil kararımın ertesi günü genel müdürün odasına girip bırakacağımı söyledim. Tazminatım konusunda anlaşamadık. Kavga çıktı ve genel müdürün masasına tükürdüm. O da silahını çekip içimdeki ticaret canavarını öldürdü. Tazminatım ile ikisini yan yana gömdüm. Sonrası bilindik hikâye. Bir haftalık kafa iznim bir yıla uzadı. Toplumdan uzaklaştım ve kendime yabancılaştım. Sonucunda yalnızlık… Birikimim tükenmek üzereydi. Bir şeyler yapmalıydım ama istemiyordum. Son kalan eşyalarımı satarak karnımı doyuruyordum. Sakallarım uzamıştı. Berbat bir hâldeydim. Halılarımı, perdelerimi, çamaşır makinamı yok pahasına vermiştim. Bir koltuğum yoktu. Bir yatağım yoktu. Terliklerim, buzdolabım ve dostum yoktu. O an şehrin de o çöl kıyısı kadar soğuk olduğunu anladım. Uzun zaman önce unuttuğum bir şeyi hatırladım. Yıldızlar… Neden onları göremiyordum? İntikam yeminim hâlâ geçerliydi ama isteğim azalmıştı. En son o zaman hareket etmiş olmalıyım. Kıyafetlerimi çıkartıp atarken kendi kendime mırıldanıyordum. Her şeyi arzularken her şeyinden olan adam! Kulağa ne kadar aptalca geliyor. Neyse ki hâlâ bir televizyona sahiptim. O açık durduğu sürece utanmıyordum. Çıplak ve yalnızdım. Yalnızlık değil ama çıplaklık zorluyordu. Bu süreçte amacımı düşünmüştüm. İçimdeki intikamın sebebi öfkeydi. Ve şehir bu öfkeyi tetikliyordu. Fakat sahip olduğum ‘şey’lerin sayısı azaldıkça kendime dönmüştüm. Küçük öze dönüşler yaşıyor, mikroskop altında nasıl görüneceğimi merak ederek kafamın içine bakıyordum.
Süreç o kadar uzun sürmüştü ki bir deri bir kemik kalmıştım. Saçlarım uzamıştı. Hiçbir şey yapmadan öylece oturuyor, yıldızları düşünüyordum. Her şey yolunda gittiğine göre biraz dinlenmeliydim. Çıktığım yola geri dönme vaktim de gelmişti artık. Biraz kestirip adım atacaktım. Fakat o da ne? Garip bir şekilde yerimden kıpırdayamıyorum. Oysa beni bu şehre bağlayan her şeyden daha yeni vazgeçmemiş miydim? Borçlarımı ödemiş, eşyalarımdan kurtulmuş, sevdiklerimle vedalaşmıştım. “Çölegideceğim…” Pardon bazen kendi kendime konuşurum. Onu arzuluyorum. Bu yıldızsız gökten artık kurtulmalıyım. Peki ne? Neden hareket edemiyorum? Demek ki bir şeyler daha olmalı. Bekleyeceğim… Bir hurdacı gelip çelik kapıyı söktükten sonra evim bir işgal evine dönüşmüştü. Hobolar girip çıkıyor, gençler gelip gidiyor, hırsızlar geride bir şey kalmış mı diye uğruyorlardı. Evde sadece televizyon vardı. Ona dokunamazlardı. Benimdi. Kendince bir kutsal anlamı vardı. Sırtımda her daim ışığını hissettiğim yüce varlık! Artık zamanın yaklaştığını hissediyordum. Ondan kurtulmalıydım. Tv’nin fişini çekerken yüzümde garip bir huzur vardı. Pencereyi açıp bağırdım. “DUY VATANDAŞ, GÖR! TAT VATANDAŞ, BİL! HİSSET VATANDAŞ, HİSSET! BATAN KAFANIN DÜŞLERİ BUNLAR!” Tv’yi pencereden boşluğa bırakırken mutluydum. Sonra minderime geçip oturdum. Onlar beni bir bilge sanıyorlardı. Hakkımda hikâyeler uydurdular. Beni tanımıyorlardı. Bana “çıplak adam” diyorlardı. Duyuyordum. Cankiler koridora yığılmışlardı. Birinin elindeki siyah sprey boyayı alıp duvara kötü bir el yazısıyla yazdım. “KAFAM ÇÖL!” Evimi son görüşümdü.
4.
Adım
Benim hakkımda konuşuyordunuz. Oldukça uzun bir parantezin içinde sizi duyabiliyordum. Gazeteci olduğunuzu bilmiyordum. Sizi zengin biri olarak hayal ettim. Yanınızdakini de uşak… (- Kim bu? - Yıllardır bu yol kenarında oturur. Kimine göre zararsız bi’ meczup, kimine göre bir bilge, bence ise pespaye... - Derdi neymiş? Yazık… - Çöle gitmek, efendim. - Gitsin o zaman. - Geri dönmemecesine… - Kesinlikle deli olmalı. - Onu ilk internette görmüştüm. Her şeyden vazgeçmiş bir zavallı, diyorlar. Sizin kadar değil ama varlıklı bir adammış eskiden. - Nasıl bu hâle düşmüş?
- Çöle gitmeyi bir saplantı hâline getirmiş. Bu uğurda sahip olduğu her şeyi satmış. Evini uyumsuzlara açmış. Serserileri doldurmuş güzelim daireye. Televizyonunu pencereden bıraktığını bile söylüyorlar da ben inanmadım. Kim son model bir televizyonu pencereden atar ki? Hiçbir şeyi kalmayınca da delirmiş olmalı. - Kıpırdadı! - Öyle tepki vermeyin, hanımefendi; onu ürküteceksiniz. - Peki, konuşabiliyor mu? - Arada bir konuştuğunu söylüyorlar. Ben duymadım. - Galiba bir şey söyleyecek! Hayır… Sadece yüzünü çöle döndü. Çevresindeki kalabalık, kim onlar? - İnternetteki saçmalıkları okuyup onu bilge sananlar. Onu merak edenler. Yolunu şaşırmışlar. Dilenciler, hırsızlar. Gençler… Yani bu konuşmadan anlayacağınız; burası size göre bir yer değil. - Biraz daha kalalım lütfen. Anlamaya çalışıyorum. Neden bir adam çöle gitmek için her şeyden vazgeçer? Hem çevresindekileri düşünüyorum. Serseriler, tamam da gençler neden böylesi bir delinin çevresinde toplansınlar? - İnsanlar bazı şeyleri neden yapar? Bunları anlamak gerçekten zor. Onu gördünüz. Artık geri dönelim mi? - Biraz daha lütfen. Daha yakına gitmek istiyorum. Onda garip bir şeyler var, bunu görebiliyorum. Onunla konuşmak istiyorum. - Efendim, size daha önce de söylediğim gibi, o sadece sıradan bir deli. - Orada görüşürüz.) Yine başım ağrıyacak… Gazeteci misin? Sorun değil. Gel yanıma otur. Birlikte yıldızlara bakalım… Birazdan uyanacaklar. Daha var gerçi ama olsun, laflarız. Hayır,
kalabalıktan bahsetmiyorum. Onların ne yaptığını umursamıyorum. Beni ilgilendiren şey yıldızlar. Burada ne mi yapıyorum? Gel, sana kısa ve acıksız hikâyemi anlatacağım. (Neden orada olduklarını bilmediğim kalabalık bir anda bize doğru döndüler. Güneşin batmasına az kaldı. Yüzümü çöle dönmeliyim fakat bu kadının gözlerinde bir şey var. Meraktan oluşan bir yıldızı andıran bir parıltı… Benden bir cevap bekliyor. Madem öyle…) - Sen de çöle mi gidiyorsun, gazeteci? - Hayır. Sen neden buradasın? - Gece olmasını bekliyorum. - Ne olacak ki gece olunca? - Yıldızları göreceğim. - Seni anlayabiliyorum. Bir hayalcisin. Fakat gerçeklikten kopmuşsun. Don kişot gibi… Ama daha yalnız hâli… Neyle savaşıyorsun, Don? (Çevremdeki meraklı kalabalıktan alkış yükseldi. Sanki bir şeymiş gibi, yıllardır tren raylarında yaşayan adamın hikâyesini öğreneceklerdi sonunda. Kadın cebindeki aygıtla konuşmalarımızı kaydediyordu.) - Bir bağımlılıkla savaşıyorum. - Böyle basit bir durum olacağını tahmin etmemiştim. Eroin mi? (Alkış susar!) - Normallerime ve bu şehre bağımlıyım. Bir hayalet gibi omuzlarımın üzerinde oturmasından bıktım. - Şehir bir uyuşturucu, diyorsun. Hiç böyle düşünmemiştim. Fakat öyle olsa bile sana isteklerini sunmuyor mu? Bence yetinmeyi bilmiyorsun. - Yetinmekle alakası yok aslında. Şehir kafamı bulandırıyor. Asıl isteklerimden uzağım. Her şeyi değil, en azı istiyorum. Anlamadın, değil mi?
Normali değiştirmek için bağımlılıkla savaşır gibi savaşmak gerekir. Bu yüzden buraya geldim. Ondan kaçabildiğim en uzak yerdeyim. Bu çöl kıyısında… - Şehirde olmayıp da bu dağ başında olan nedir? - Yıldızlar. (Coşkusuz birkaç şaklama.) - Şehre geri dönmeyi düşünmüyor musun? - Şimdilik bir yere gitmiyorum. Neye geri döneyim ki? Her yer taş. Şekilli taşlar, şekillendirilmiş taşlar, çimento, beton… İçinde taş bedenler ve yürekler... Canlı heykellerden biriydim. Orada bir yere dikilmiş duruyordum. Hepiniz kendi kaidenizin üzerinde bir Davut sanıyorsunuz kendinizi ama o taş bedene sıkışıp kaldınız. (Kendini mecbur hisseden birkaç şaklama daha.) - Peki, nereye gideceksin? - Tek kaçış şansımız çöl. Biliyorum, orası sıcak… Deliler ve haydutlar kol geziyor. Zehir, kum ve kuru kemikler. Ama bulabilirsek en küçük gölge evimiz olacak. Yıldızları görebileceğiz. Antik bilgeler gibi Mars’ı çıplak gözle izleyeceğiz. Venüs’ü. Satürn’ün halkasına yürüyeceğiz. Aniden aralarında konuşmaya başladılar. (- Bu herif düpedüz deli! - Kokuyor yahu! - Aslında haklı yanları var. Ben 20 senedir normal bir taş görmedim. [Onu kimse ciddiye almadı.] - Ben geri dönüyorum. “Gelmeyelim.” demiştim. - Yoldan çıkmış, bunak. - Umutsuz vaka…)
Gerçekten
zaman
kaybıymış.
Sana
“Bence fazla abartıyorsun.” dedi benimle konuşan kadın. Yüzümü çöle döndüm. Beni anlamasını zaten beklemiyordum. Artık hazırdım. Bir bok olmadığımı anlamaları yıllar sürmüştü. Artık beni unutabileceklerdi. Yokluğumu hissetmeyeceklerdi. Hepsi gidene dek onları bekledim. İlk kez yaşlı ve bilge hissediyordum. Aslında çıplaktım ve bir aptal gibi görünüyordum. Bıkkındım ve çöle hazırdım. Akşam güneşinin ısıttığı kumlara çıplak ayakla basarak paslı tren yolunu aştım ve gökyüzüne, yıldızlarıma doğru yürürken kumun ayaklarımı yakışını hissetmedim. - Hey, bu herif çıplak! - Teşhirci sapık! - Hey bu herif havada yürüyor! [Onu kimse umursamadı.] Siz konuşadurun, evren bana göz kırpıyor.
Sylvan Clownson /18922
PDF is NEW PAPIRUS!