HAYATI BOYUNCA YAPABİLDİĞİ TEK BİRİKİMİN İÇİNDE BİRİKTİRDİKLERİ OLAN BİR ADAMIN BORÇ DÖKÜMÜ TADINDA BİR ÖNSÖZ. / Hızlı Döküm Sayı 22. Toplam harcanan: 10 küsur yıl. Toplam kazanç (tatmin bazında): Yeterli. Toplam okuyucu: Bilinmiyor. Bütün Bunlar Önemli mi?: Değil. Bakiye 0 / Mutabıkız sayın okur.
/Detay (İç) Döküm Kızdığım çok şey var ama sevdiklerim daha fazla. Zaten yaşam hislerin arasında koşturulan bir yarış değil de nedir? İşte sesimi kısan şey bu. Yarışmak istemiyorum. İçsel bağırışlarım dışarıdan duyulmasa da gırtlağımı parçalamaya yetiyor. Kendi sahamda kendime yeniliyorum. Kendi içimde başka içlerle doluyum. Kendime de kızgınım ama sevdiklerim daha fazla. Herkesin acısına uzak, kendi konforumda boğuluyorum. Bütün dünya ilgiyi üzerinde tutmak için var gücüyle çalışıyor. Herkesin kanalına hoş gidiyorum. Herkese yardım edecek gücüm var lakin biraz daha video izleyip yatacağım. Hem öyle bir gücüm olsa inanın kötülük için kullanırdım. Daha rahat bir koltuk için dünyayı yakabilirdim misal. Normal olan bu değil mi zaten? “Meraba arkadaşlar yıkımıma hoş geldiniz.”
Kızdığım çok şey var ama sustuğum daha fazla. Dilsiz bir şeytanım. Bu yüzden öfkelerim kısa mesafeli koşuda soluksuz kalıyor. Kötü olabilirim ama olmuyorum. Dövebilirim ama dalmıyorum. Vahşi, ruhsuz, sadece sayılarla bile ifade edilebildiğim, kısa hafızalı bir zamanda, emeklilik hayalim var. Sonumu düşünen kahramanım. Ve onlar sürünürken bir sayfiye yerinde tek jetonla oyunun sonunu görmenin gururunu yaşayacağım. Kalkanım küçük. Darbeler için değil, sadece saptırmaya yetecek kadar. En ufak hatam kalbimde delik. Ve kalkan büyük bir gereklilik. Çünkü insanlar saldırgan. Elindekine uzandığınızı düşündüğü an dişlerini gösteriyor. Oysa elleri boş ve ben sadece selam vermek istemiştim. Bu yüzden temkinliyim. Elimi toka için uzattım ama tokata hazırlıklıyım. Ve sadece bu yüzden tehlikeli görünsün diye ağzımı kırmızıya boyadım. Bana bulaşılsın istemiyorum. Söyleyecek çok sözüm var. Ama sustuklarım daha fazla. İşte sesimi kısan şey bu.
Palyaço Fanzin; şirinlerden değil altın yapmak, bir bok olmayacağını anlayıp, kazanını asmış emekli bir Gargamel huzursuzluğunda sunar:
“SİZİ SEFİL ŞİRİNLER!!!” Önemli not: Bu zİN şehir denen beton ormanında hangi deliğe girerseniz girin, elbet bir gün köyünüzü bulacak. İşte o zaman, o zaman...
(Meraba arkadaşlar. Duyarsızlığıma hoşgeldiniz.)
YAŞAMAK bitmez tükenmez bir kürtajdır bu savaş toprak ananın rahmindeki her cenin yaşar tedirginliğini, steril maskelerin, ve metal şişlerin. tekrar ölene dek ölülerin üzerinde yükselmiş şehirlerin duvarına “çok yaşa yaşamak!” yazacak kazananlar.
KAĞIT KATLIYORUM AMA PEK DE ORİGAMİ ÜSTADI SAYILMAM.
Uzun zamandır kâğıt katıyorum ama pek de origami üstadı sayılmam. En sevmediğim şey zıvana yapmak. Şeytan uçurtma kuyruğu yaparken yaşadığım zorlukları anımsatıyor bana. Kâğıdı katla, eşit aralıklarla belli bir yere kadar kes, dikkatlice yırt. Siktir! Yanlış yerden yırtıldı hadi bir kâğıt daha… Kâğıdı iki kat yap, ince ince kıvır, tütüne dök, dikkatlice dön… Siktir! Yapışmadı. Uzun zamandır şanssızım ama bu işlerim yolunda gitmiyor demek değil. Yani bazen. Kağıt işçiliklerimin dengesi genelde bozuk olur. Sigaram yol yapar. Uçurtmam döne döne yere çakılır. Ne zaman düzgün bir iş çıkarsam rüzgar işimi bozar ya da çakmak tutuşmaz. Pencerede dikilip rüzgarı bekliyorumdur ya da sigara körüklüyorumdur; hiç doğru yerden esmez yahut elimden düşer sigaram. Terasta ipi kopartacak kadar güçlü eser. Tam hızlanırım sokaktan hep araba geçer yada elektrik tellerine takılır yahut polis çevirip kimlik sorar. Sanki beni tanımıyor devlet. TC numaram var. Emeksizlik yahut birileri başka işlerini görsün diye SSK ya para ödüyorum. Benim de sonum aynı uçurtmam gibi olacak. Yaşa takılacağım. (Meraba arkadaşlar. Talihsizliğime hoşgeldiniz.)
Yüksek binaların, çarpık kentleşmenin, oy avındaki hükümetlerin suçu bu, rüzgârın değil. Devlerin arasında çömelmiş bir cüce gibi evimin terasında rüzgar nasıl düzgün essin? Şehrin ortasında bir çocuğun uçurtması nasıl uçsun? 70 yaşında karnını anca doyuracak bir parayla emekli ne yapsın? En sevmediğim şey futbol. Ve şeytan uçurtma bana hep Şeytan Rıdvan'ı anımsatır. Rıdvan o kadar sakatlandı ki hep tek ayak üzerinde, hep topal gördüm onu renkli ve tüplü televizyondan. Rıdvan hırslı ve hızlıydı. Aynı benim uçurtmam gibi gole giderken bir çelme… Rıdvan yine yerde, kör şeytan yine yaptı yapacağını. Sürekli topal yürüdüğü için şeytan demediler ona. İnsanlar yine yanıldı dostum. Rıdvan futbolu bıraktı, yorumculuk yapıp ekmeğine baktı. Siyasete atılmaya çalıştı baktılar gole gidiyor, Rıdvan yine yerde... Bunlar hep rüzgarın oyunu. Bakmayın kelimelerle çift kale maç yaptığıma. Futbola ilgili biri sayılmam.
/20105
Milyarlarca seçeneğin içinden en az ilgi çekici olanları seçip hayatlarını ona adayanların yanlış seçim yaptığını anlatması için tasarlanmış lakin her şey gibi yolunu şaşırmış bir yazı.
Bir yol seçersin ve o yol senin hayatın olur. Klasik. Müzisyene sorarsınız, cevap: “Müzik benim hayatım.”dır. Ve bunu öyle bir söyler ki, sanırsınız kalbi domajör atıyor. Sanki yemez, içmez, düşünmez de sadece müzik için vardır. Müzisyen olduğu için başka bir şey yapmamalıdır ya da yapamaz. Hayatında notalardan başka hiçbir şeye yer yoktur. Fakat gerçek, gece kulübünde, bacaklarını yayarak oturmuş, paralı magandadır. Ben sevmedim ağbi diyen kapçıktır. Otomatik bir müzik makinesine para atar. Düğmesine basar. Seçili müziği çaldırır. Başkasının istediklerini yaptığın sürece nasıl özgün olacaksın? Müzisyenlerin “Lütfen kendi anneniz üzerinden örnek verin.” Dediğini duyar gibiyim. Kimse alınmasın bu yazı daha geniş bir kitlenin acınası durumunu gözler önüne sermek için tasarlandı. Ve henüz sadece başlancıgı okudunuz. Meraba arkadaşlar, yüze vurumuma hoşgeldiniz. Çok çeşitli bir oyunun küçük parçaları gibi görünen bu durum diğer oyuncaklar için de geçerlidir. Çeşitlemek gerekirse; sanat onların hayatıdır ama başkalarını memun etmeye çalışmaktan kendini ifade edemezler. Hayatını yazsanız roman olur ama yaşadığı
acılar sadece kendi aptallığının sonucudur. Futboldan başka bir şey düşünmez ama haftada bir yaptığı halı saha maçından başka hiçbir hobisi yoktur. İşi her şeyden önce gelir ama kazandığı para zengin olmaya asla yetmeyecektir. Ailesi olmazsa varlığı son bulacaktır ve birey olmayı bir türlü beceremeyecektir. Alkol olmasa yaşayamaz, kokainsiz uçamaz, hapsız kaldıramaz. Sonunda ‘hap’ hepsinin içinden çıkamadıkları minik çukurları kimyasalla doldurur. Anti depresan artık onların hayatıdır. Meraba arkadaşlar, bakış açınızı değiştrimeye ne dersiniz? Birine elli lira verdim ve bakış açısını değiştirdim. İnatla aynı yolda yürümek, yolunu kaybetmiş insanların düştüğü genel bir yanılgıdır. Onları durup soluklanmak yerine kalbini patlatana dek koşan atlara benzetiyorum. Teşbihte onurlu görünen şey özünde aptallıktan başka bir şey değil aslında. İnançlarına saplanmış bir adam, inançları gereğince yaşamak yerine kendisi gibi düşünmeyenlerden nefret ederek nasıl bir cennete varacaktır? Kendi doğrularını, günah içinde yuvarlanan diğerleri için de en doğru yol olarak görür. Amacı Tanrı’yı bulmak olan, neden dişindeki oyuğa saplanan nohut tanesine takılır? Bu nasıl bir küçültmedir? Yolcu, yanlış yere yürüdüğünü ne zaman anlar? Kafasını toprağa gömmüş bir devekuşu aslında saklanmadığını anladığı zaman. Meraba arkadaşlar, bu yazıda hayatını tek şeye saplayıp ondan asalaklanan insanların mutsuzluğunu anlatmak istedim. Ve anlattım. Elinde cımbız olanlar her cümleden başka anlam çıkartmakta özgürdür.
Belediyenin bana yaptığı kötülüklere dayanarak kendimi kara-kedi ilan ediyorum.
Bugün, yani onyedi nisan ikibinyirmi yaşlandığımı hissettiğim günlerden biri ve bunu sağlayan belediyeye sonsuz… hiçbir şeyin olmadığını hatırlatırım. İnsan yaşlandıkça kendini tutmayı öğrenebiliyormuş demek. İş çıkışı, eve yürüyordum. Normal zamanlarda da kulaklığımı takıp post-apokaliptik bir semtte yürüdüğümü hayal ederim. Normalde de hayalciyimdir. Fakat bugün bir şeyler farklıydı. Sokaklar boştu ve yanımdan yüzleri maskeli tipler gelip geçiyordu. Sokak lambaları henüz yanmış sanayi bölgesini daha da tekinsiz bir havaya bürümüştü. Yüzündeki o maske olmasa, yanımdan az önce geçen serserinin normal bir aile babası olduğuna yemin edebilirdim. Yahut köşede, yakuzayı andıran çekik gözleri ve yüzlerini kapatan 5 liralık, siyah, penye maskeleriyle dikilen tiplerin, normal zamanlarda o köşede minibüs bekleyen kaçak işçiler olduğunu bilirdim. Ama maske her şeye gizemli bir hava katıyor. Peki ya ben? Kendimi başkasının gözünden düşündüm. Siyah, 5 liralık, detaylarına girmenin maliyetinin üzerinde sonuçlar doğuracak olan maskenin altından çıkan siyah sakallarım, üşüdüğüm için giydiğim, evdeki en kalın giyecek olan siyah hırkam, 55 liraya, ucuz olduğu için satın aldığım siyah deri ceketim… Ya işinden evine dönen bir vatandaş değil de çete üyesiysem? Ansızın kendimden emin olamadım.
(Bu kısmı Leonidas anlatıyor.) Maskesini çıkartıp atmak istedi. Çünkü nefes alışını engelliyordu. Hırkasının başlığını geriye atmayı düşündü. Çünkü görüşünü engelliyordu. Sakallarını kesmeyi düşündü. Çünkü sadece tıraş olmaya üşendiği için sakal bırakmıştı. Telefonunu elinde sıkıca kavradı… (Meraba arkadaşlar. Temkinli yanıma hoşgeliniz.) Ama insanlar çok güvenilmez ve pis. Köşedeki yakuzalar öksürüyor ve aile babası kılığındaki serseri beni birkaç adım geçer geçmez maskesini kullanım kurallarına uymayan bir şekilde çekip yere tükürdü. Yani maskem suratımda kalacak. Sub-Zero’yu artık daha net anlıyorum artık. İnsana elleriyle insanın kafasını omurgasıyla birlikte çıkarttıracak o öfkeyi... Öfkeli değilim, boğuluyorum... Maskenin içinde nefes almak gerçekten zor. Zavallı Sub-Zero, sürekli kendi ürettiği karbondioksiti solumaktan çıldırmış olmalı. Uzun süre maskeyle dolaşınca delirebildiğiniz gibi uzun süre aynı yerde yaşarsanız belediyenin sürekli size kötülükler yapıp hayatınızı çekilmez kılmak için uğraştığını görebilirsiniz. Hangi partiden yahut kim olduğu önemli değil. Kurum olarak asli görevleri budur fakat bunu kendileri bile bilmez. Hiçbir yasa, hiçbir tüzük bu durumu yazmaz çünkü. Belki bu durum belediyenin suçu değildir bile. Uzun süre aynı yerde yaşayarak bu azabı kendinize reva görmüşsünüzdür kim bilir? Ama ben kolaya kaçıp suçu başkalarında arayacak kadar usta bir vatandaşım. Bu sayede sicilim tertemiz. Süt banyosundan yeni çıkmış varoş zenciyim. “Tets ma petpır biç!”
Yakuzadan uzak bir yay çizerek parka doğru yöneldim. Burası yolumu üç dakika 20 saniye kısaltacak. Eskiden bu süre yaklaşık beş dakikaydı. Bu gelişmeyi de belediyenin bana yaptığı kötülükler listesine ekledim. O siktiğimin oto-parkını yaparken söktükleri dedemle yaşıt salkım söğüdü de; Arnavut kaldırımı denilen taş zemini, hükümet grisine dönüştürmelerini de unutmadım. Ama bugün yaptıklarının yanında hepsi minik kötülükler gibi kalır. Parkın girişindeki, genelde Windows hata ekranı gösteren ışıklı bilgilendirme tabelasında bir yazı vardı. “Bilmem kaçıncı Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı ölümünün 27.yılında saygı ve minnetle anıyoruz.” Fakat benim gördüğüm tek şey gözümün önünde hayvan gibi büyüyen,
“27
yıl önce” yazısıydı.
O günü hatırlıyorum. Atari salonunun kapısında boş boş oturmaktan sıkılmış aptal veletlerdik. 11 yaşında falandık. Otoban kenarından ilahiler, din dersinde öğrendiğimiz iki üç ilahi bitince popüler şarkılar söyleyip yürüyerek Topkapı’ya gitmiş, kalabalığın arasına karışmıştık. Çok kalabalıktı. Kur’an okunuyordu. Bir süre takıldık sonra sıkılıp atari salonuna geri döndük. Daha sonra oraya tekrar gittik. Aynı tayfa. Aspi, Sarı Barış ben. Bu kez kimse yoktu. Orada geçen gün ağlayan işçi, sigortasız işine, cumhurbaşkanına minnetini gösteren çiftçi yerli tohum ekemediği tarlasına, devlet erkânı kavga etmeye geri dönmüştü. Alanda iki anıt mezar vardı. - “Biri Özal, diğerini tanımıyom.” Dedi Aspi. 11 yaşında bir çocuk için çok da önemli değildi. Hangi anıt “Özal” onu bile bilmiyorduk. Zaten biz oraya mezar ziyaretine gitmemiştik ki. Piramit
gibi olan anıtın yola bakan kısmında yaklaşık iki metre yüksekliğinde, dik, açılı mermer bir duvar keşfettiğimiz için oradaydık. Bahar sıcağında oradaydık çünkü o mermer manyak kayıyordu. Bir insanın 27 yıl öncesini hatırlaması gerçekten garip bir his. Bu adiliğini hiç unutmayacağım belediye. İntikam aramıyorum ama seni sevmediğimi bilmeni istiyorum.
/20174
Şişepos
Zamanın akışına ayak uydurmak, bu kalabalıkta zor fakat imkansız değil. Hele ki, şehir dediğimiz fırsatlar dünyasında her şey mümkündür. Kimin yaşayacağına, kimin yaşayan bir ceset olduğuna ise zaman karar verir. Normalde durağan görünen bütün her şey kendince hareket eder. Basit bir devinim yaşamı var eder ve zaman, cansızı canlı kılar. Ya da hiç yerinden kıpırdamamış bir varlıktaki basit bir devinim tüm yaşamı sonlandırabilir. Kendi ekseninde dönen bir kaya parçası canlıdır, yerinde sayan, aklını sadece yaşamsal faaliyetleri için kullanan bir insan ise ölüden farksızdır. Sıkıcı! Ben genelde sabitimdir. Uzun süreli planlar yapıp, uzun süreli işlerle uğraşır uzun süre geçtiği için bazı planlarımı hatırlamam. Bir zamanlar en sevdiğim şey, bir yerlerde oturup kalabalığı izlemek, gözlerimi yürüyen insanların bacaklarından oluşan anlamsız akıntıya bırakarak, kapalı bir dükkanın merdivenlerine oturup olanları izlemekti.
Sırtımı kepenklere yaslamış oturuyordum. Önümden sayısız insan geçiyordu. Ne dertleri yahut nereye yetişmeye çalıştıkları kimin umurunda? Olacakları zaten biliyordum; her şeyi daha önce de görmüştüm. Her şey olağan sıkıcılığında her zaman olduğu gibi sürecek, insanlar bir yerlere gitmeye devam edecek, ben yine bir süre daha orada oturacağım ve sıkılıp eve döneceğim. Hayatlarımız nasıl da bir sanat filmini andırırcasına, iç içe geçmiş binlerce aynı gerçekliğin sıkıcı kurgusuyla kutsanmış! Ne boktan iş! İnat ettim ve sıkıntıya direndim. Yapacak hiçbir şeyim yoktu. Ne bir işle ilgilenmek, ne bilgisayarda zaman geçirmek ne de her hangi bir şey yapmak istiyordum. Küçük bir çocuk, haddinden fazla dolu çöp kovasına 2,5 litrelik plastik bir kola şişesi bıraktı. Basit bir devinim hayatı doğurur demiştim ya, boşuna söylemedim. Tam eve dönmek için ayağa kalkmak üzereyken beklenmedik bir rüzgar esti ve hayatımın en garip mitinin doğumuna tanık oldum. Şişe zorlukla tutunduğu çöp kovasının en üzerindeki beyaz poşetin üzerinden kayıp tok bir sesle ere düştü. O sesi sadece benim duyduğuma yemin edebilirim. Kimsenin ilgisini çekmemişti. Normallerinin sıradanlığında caddede yürüyen bir insan neden çöp kovasından yere düşen bir şişeye baksın ki? Dediğim gibi bu normal ve yetişkin bir insanın normallerinden ayrılması gerçekten zordur. Şişeye dönelim. Zavallı, düştüğü yerde bir iki döndükten sonra doğru açıyı yakalayıp caddenin eğiminde yuvarlanmaya başladı. Tam bir iki metre yuvarlanmıştı ki, mahalle maçından dönen yırtık ayakkabılı bir velet ona öyle bir tekme vurdu ki, şişecik çöp kovasının üç dört metre uzağına kadar gitti. Bu maceranın sonu... Değil. Şişe azimliydi. Yukarıdan aşağı, caddenin sonundaki pazara yetişmeye çalışan üç kadının anne ayakkabılarına dolaşıp kibarca kenara itildikten sonra tekrar yuvarlanmaya başladı. İki
metre, üç metre, dört, beş… Tam veletten tekme yediği yerde sahibinin zorlukla çekiştirdiği bir pitbullun saldırısına uğradı. Hayvan şişeyi tekrar başladığı noktaya kadar ağzında taşıyıp, böğrüne yediği bir tekme sonucu onu oraya bıraktı. Akıllı köpek... Şişe umutluydu. Eğim onu götürdüğünce ilerlemek istiyordu. Caddenin sonuna dek gitmek, oradaki düzlükte bir taşa takılmak, rüzgar onu taşıdığınca gittiği yere kadar gitmek istiyordu. Yediği her tekme onu yokuş yukarı itiyor, rüzgar yahut çeşitli etkiler onu gitmek istediği yere götürmeye çalışıyordu. Bu durum yirmi kez tekrar etmişti. Şişe aşağı doğru indiğinde rasgele birisinin tekmesiyle başladığı noktaya dönüyordu. Bu yarım saat filan sürdü. Ezildi, tekmelendi ama vazgeçmedi. Sonuncuda caddeden yukarı doğru yürüyen bir çocuk onu sıkıp kapağını patlattı. Sonra arkasını dönüp şişeyi başladığı yere fırlattı. Yokuşun başına… Yüreğim daha fazlasına katlanamazdı. Onu orada bırakıp evime geri döndüm ve onu onurlandırmak adına kola şişelerinin ilk mitini yazmaya koyuldum: Şişepos. Derler ki; ne zaman sıkıntıdan ölmek üzere caddenin o kısmından geçsen Şişepos’un bitmek bilmeyen yuvarlanışını izleyebilirmişsin. Hatta uslu bir çocuk olursan yeterince uslu durduktan sonra kandırıldığını anlayabilirmişsin. Hayat uslu çocuklar için de, kola şişeleri için olduğu kadar acımasız.
/20245
Beni bilinçsiz bir toplumun görmezden gelinen hataları yarattı.
(Meraba arkadaşlar bu başlıkla galiba şirk koştum. ) Dükkana sürekli kermesçiler geliyordu. Sakallı abiler filan. Kendilerince maksatları temiz aslında. Bilmem ne derneği için hizmet edip yardım topluyorlar. Unlarını kahvehanelerde yahut farklı boş işlerde tüketmiş, eleklerini bir caminin, derneğin ya da kur’an kursunun duvarına asmış abiler. Kendilerine göre hayatlarını hizmete adamışlar. Cennet odaklılar ve gerçekçi bir işleri yok. İşleri ruhbanlık. Bu durum hep kafamı karıştırmıştır. Peygamberinin ruhbanlığı kesin emirlerle reddettiği bir dinde nasıl oluyor da bir imamlar ordusuna devlet para ödüyor? Yahut inananlar farkında olmadan ya da sırf aptallığından ruhbanlığın bayraklı önderlerine hizmet için bu kadar şevkle koşturup para topluyorlar? Giderleri düşünce ellerine ne kadar para kalıyor? Gelir vergisini nasıl hesaplıyorlar? Ve en önemlisi Cennet aşkıyla tutuşup toplayıp vergi ödemedikleri paracıklarla gerçekten ne yapıyorlar? Neyse... Bunlar çetrefil durumlar. Dükkana gelip yeşil yardım topladığını iddia eden herkese cevabım aynı. Onlara solcu derneklere yahut İBB ye yardım ettiğim yalanını söyleyerek dükkanımdan bir nevi kovuyorum. Bu işlerin kesat gitmektense gitmemenin daha karlı sayıldığı şu günlerde en büyük eğlencem. Ama çeşit severim. Tam tersini de dilencilere, belediyenin gastesini satmaya gelenlere, resmi derneklere, Kızılay’a yapıyorum. Sistem Şöyle işliyor; Cami için yardım topluyorsanız ben az önce sol bir derneğe yardım etmişimdir. Dilenci benden almayı hesapladığı yardımı az önce dükkandan çıkan hacılara kaptırdığını düşünüyor. Belediye yayıncıları payını FOX tv ye, Kızılay çorbasını dilenciye kaptırmış oluyor. Aslında hiçbirine yardım etmiyorum. Maksadım biti bite kırdırmak.
Sonra bir gün dükkana giren her asalak için cebimdeki bozukluklardan birini kağıt kutusundan yaptığım kumbaraya atmaya başladım. Onlardan biri içeri gidiğinde bilerek kağıt kumbarasına çarpıp iştahlarını kabartıyordum. Yüzlerindeki ifade seks sırasında inmiş çük kıvamına gelene dek onları üzüyordum. Bu kötülüğü ilk okul türkçe kitabımdan hatırlıyordum. Nasreddin Hoca bir gün iki kör dilenciyle karşılaşır, cebindeki para kesesini ikisinin önüne de sallar ve detaylar net değil ama dilencileri kavga ettirir. Fıkranın nasıl bittiğini hatırlamıyorum ama hemen hemen şöyle bir şey olmalı: “Hoca durur mu? Yapıştırmış yumruğu.” Bir süre sonra baya bir para birikti. 30 lira filan. Eve dönerken yolu uzatıp köprünün altına uğradım ve parayı Mustafa'ya verdim. Mustafa, (adı gizli kalması gerektiği için Mustafa olan kişi) bazen köprünün altında yatıyor. Ya evden kovuluyor ya da eve gidemeyecek kadar sarhoş, belki de eve gitmeye utanıyor. Onunla arada sohbet ediyoruz. Kafa adam. Yerini biliyor. Bunu kötü bir tabir olarak söylemiyorum; sokak, insanın yerini kafasına çeşitli darbeler vurarak derdini anlatıyor. Yerini bilmen de sokağın dertlerinden birisi olsa gerek. Mustafa sakin ve çekingen. Sakalı yağ kokan hacı gibi kendinden emin değil. Rahatça para isteyemiyor insanlardan. Dilenci gibi pişkin değil. Mesleği o değil. Bir tür sinir hastalığından dolayı çalışamıyor. Resmi dernekler gibi, sikecekmiş gibi bakmıyor insanın yüzüne. E bir de bağımlı. Utanıyor bazen köprü altında yattığı için. Verdiğim otuz Türk Lirasını ya baliye gömecek ya bonzaiye. Benim için makul bir yardım. En azından gerçekten bir ihtiyaca gidiyor. Yaptığı yardımın torbacıya ya da nalbura gömüldüğünü bilen her yardımsever insan gibi, ona tekrar para vermek istedim. Fakat bu hikayenin yan temalarından birisi; sokakta yaşayan insanlarla sadece eski usül iletişim kurabiliyorsunuz. Yani denk gelirseniz. Mesela biriken 17 lirayı ona vermek için iki hafta cebimde taşırken 23 lira yaptım. Sonra onu tesadüfen gördüğümde kafasında sargı bezi vardı ve biraz paniklemişti. 10 lira istedi taksi için. 23 lira verdim. Çapa'ya gitmesi gerekiyormuş. Benim için fark etmez. İsterse tiner bile alabilir. Çünkü benim kafamda Mustafa dürüst.
Belki o kermesçilerden, dilencilerden ya da dernekçilerden biri olsa 50 kuruşa sargı bezi alıp kafasına sarar benden taksi için 10 lira isterdi. Ama Mustafa'yı dövdüklerini esnaftan duymuştum. Sopayla vurmuşlar. Gitmeden önce bu hayatı bırakacağını, bir kızı olduğunu, bir yerde ucuz bir ev bulduğunu söyledi. Yerinde bir karar olduğu ve bu işin bir sonu olmadığı konusunda mutabık kaldık. Galiba devletten filan destek de olacaklarmış. Güzel olur. "Durumlar düzelecek abi." dedi dişsiz ağzıyla gülümseyerek. Sonra onu bir daha görmedim. Umarım dediği gibi olmuştur. 90'ların sonunda İstiklal'de sinyal yaparak dünyaları içmiş biri olarak bu işleri biraz bilirim. Acayip karlıdır. Emek yok, sermaye yok, vergi yok. Tek fark ben o zamanlarda da nettim. En azından bana para veren kişi yolda kalmadığımı, o paranın şaraba dönüşeceğini bilirdi. Vel hasıl kelam; ister hacı, ister devlet, ister kuruluş, ister zat olsun, benden para isteyen ve bunu iyi görünen bir şeylere dayandırıp nereye harcadığı belli olmayan kişilere bakış açım net: Git çalış GÖT! /20531
ŞİRİNLER İÇİN SON SÜZ GEÇ (Meraba arkadaşlar, döl kanalıma hoşgeldiniz. Az aşağıda Kasımpaşa’yı görebilirsiniz...)
Eski dostunuz Palyaço, SİZİ SEFİL ŞİRİNLER’i sundu. İstanbul / 2020