HİPER-REAL Kafasını sapladığı kişisel alanından kaldırdı ve bir anlığına hiperrealistik bir gerçekliği yaşadığını düşündü. İyi olduğu şeylerde hiç iyi değildi ve aslında iyi olmaya çalıştığı şeylerin hiç önemli olmadığını kavradığı bir andı. Berbat bir öğrenci, başarısız bir eleman, kötü bir gitarist, iyi olmaktan uzak, kendine farkına varmadığı bir egoyla bağlı bencil bir puşt gibi hissetti. Bir faşistti. Belki neyi hangi yanından kavradığının farkına varmadığı bir yandaştı. Omurgasız, kemiksiz, pelte kıvamındaydı. Bir an için ölümüne sıkılmıştı kendinden. Aslında uğruna çabaladığı her şeyin önemsiz olduğunu az önce anladığı önemli bir davette, aynı bedeni solumaktan bıkmış, partilerden sıkılmış bir davetliydi. Fakat kendinden başka giysisi yoktu ki. Dolabı boştu ve kahretsin, bütün mağazalar kapalıydı! “Eyvah ve panik?” Diye sordu kendine. “Hayır daha erken.” Diye teskin etti kendini. “Gerçektir, geçer.” Böylesi bir gerçeklikte bir an bir ölçü birimi değildi. Akan ve geçen bir şeydi. Önemsiz bir detay, bir partikül, bir bardak suyun içindeki gözden kaçmış toz parçasıydı. Virgülün çok sonrasında bir sayı kadar değersiz. Kafasına sapladığı kişisel alanı neyse ki beynine ulaşmamıştı. Ve o, kanlar içinde ana hapsedilmiş hiper-gerçek bir hayvandı. Yaşamaya devam etmeliydi. (Bir kırbaç sesi.) Yırtıcı olmalıydı. (Duman kokusu.) Kanın tadını tanımalıydı. (Galiba bu kez başaracak.) Avlanmak için koşmalıydı. (Hep bir engel.) Bacaklarının üzerinde gerildi ve bir ok gibi fırladı. Fakat yüzünü çarptığı duvar yaşantısıydı. Yaşantısı onun gerçek haliydi. Karşısında hiperacınası bir sokak köpeği gördü. “Saldır ve Parçala?” diye sordu kendine. “Hayır daha erken.” diye düşündü. “Oturursan bir şey yapmam.” Bu azaptan, hapsolduğu andan artık kurtulmalıydı. Çünkü içinde bulunduğu gerçekliğin, kendini öyle düşündüğü yaşantısından daha zor olduğunu yeni anlamaya başlamıştı.
Gerçekliğin ağına dolanan aptal bir balık gibi çırpındıkça çırpındı. Ta ki, içinde tıkıldığı küçük fanusu dünyası sanana dek... Fakat zihin, sınırlarını kendisi belirler. Işığın kırılmasıyla farklı görünen gökyüzüne bakıp hiperrealistik olmayan mutlu yaşantısını düşündü. Beyninin ona oyunlar oynayıp, kendini kandırmasına izin vererek bir fanusun içinde yüzmediğini sandığı yaşamını. Özgürlük yahut mutluluk bir balık için ne ifade edebilir ki? Sandı ki bir sıçrasa okyanusa düşecek. Yolda anasını ağlatacaklar haberi yok. “Esaret mi, ölüm mü aptal balık?” diye sordu, balıktan ses yok. Balık kafasına saplanan kişisel bir alan yüzünden ters dönmüştü. “Balıklar ses çıkartmaz ki” diye teskin etti kendini. Berbat bir andı.
/19116
CIZIRTI Bugün masamdaki tek dal bambuyu devirdim. Dikdörtgen prizma, cam bir vazoda yaşıyordu. Bambu hâlâ yaşıyor. Fakat su, hoparlör sistemime dökülüp onu bozdu. Susmayan bir cızırtı hoparlörden yayılıyor. Bir şeyler izlerken de var. Hissedilmiyor fakat orada olduğunu biliyorum ve bu durum içten içe sinirimi bozuyor. Bir şeyler dinlemezken ise cızırdıyor. Sanki bir elektrik kaçağı varmış gibi. Düzensiz ve kaotik... Yeni bir ses sistemine ihtiyacım olabilir. Tüm günü onu temizlemeye üşenerek, bozuk hoparlörümün cızırtısıyla geçirdim. Arkadaşlarımla bir masadayız. Hepimiz şıkır şıkır. Sen insanların cızırdamadığını düşünebilirsin. Sorun değil, sen öyle san. Ben de öyle sandım. İnsanların cızırdamaması rahatlatıcı bir bilgi gibi görünebilir fakat sohbet uzayıp konuşulacak şeylerin sayısı azaldıkça masadaki dil, anlaşılmaz cızırtılara dönüştü. Aklıma sabah bozulan hoparlörüm geldi. Biri televizyonda gördüğü bir şeyden bahsediyordu. Zaten hepimiz o programı görmüştük. Başka biri izlediği maçı anlattı. Diğer üçü maçı birlikte izlemişlerdi. Maç muhabbetine girmem. Futbola ilgi duyduğum günler Okoça zamanında son buldu. O zaman bile sadece kırmızı krampon giydiği için kısa bir süre ilgim olmuştu. Sonra birisi işlerinden bahsetti. Kötü gidişattan. Diğer ikisinin işleri iyiydi onu pek umursamadan onayladılar. Biri bataktaydı sustu. Ben iş muhabbetine de girmem. Günün 10 saati zaten çalışıyorum. Onlar konuştular. Sürekli konuştular. Sıkıcı bir kitabı 4 kişi aynı ağızdan okur gibi konuştular. Tıpkı bir elektrik kaçağı varmış gibi. Düzensiz ve kaotik... Yeni arkadaşlara ihtiyacım olabilir. Tüm geceyi kalkıp gitmeye üşenerek onların cızırtısıyla geçirdim. Eve dönerken metrobüste kulaklığımı taktım. Ve fark ettim ki kulaklığım da cızırdıyor. Her hâlde kablosunu bir yere taktım. Zaten özellikle ince yaptıklarını düşünüyorum. Çabuk bozulsun ki yeni kulaklık al. Pahalısı da bozuluyor, ucuzu da... Kablosuzu da bozuluyor, kablolusu da... Yeni kulaklık almalıyım.
Satıcının gözünde yeni kulaklık, yeni bir umut demek... Adam işini seviyor olsa gerek. Kulaklık satıp evine ekmek götürecek. Doymak bilmeyen çocuklarını besleyecek. Bir babanın gözünde beslenme ‘yesin yavrucak’tır. Ama babalık hissi bundan daha büyük tatmin gerektiren bir iş. Tatmin olabilmek için daha çok kulaklık satmalı. Bütün kulaklık modellerini ve teknik özelliklerini ezberlemeli. En ucuzundan en pahalısına kadar gündemi takip etmeli. Yeni modelleri öğrenmeli ve satışa en uygun olanlarını seçip tezgâhına koymalı. Müşterisinin alım gücünü hesaplayabilmeli. Ve siz bir kulaklık almak için ona gittiğinizde cızırdayabilmeli. Ki bu adiliğini cızırtı üzerine yazan bir yazara sattığı gibi müşterilerine üç gün sonra bozulup cızırdamaya başlayan kulaklıklar satabilsin. Velhasıl tüm hayatımı, onu zamansız sonlandırmaya üşenip cızırdayan insanları dinleyerek geçirdim. Yeni bir hayata ihtiyacım olabilir. /19229
OT JARGONU – POSTA ŞİİR KÖŞESİ HOR GÖRME MANÇİYİ Karnım çok acıktı acep ne yesem Torbacıya döküldü boş kaldı kesem Ben derdimi hangi tencereye bağırsam Hor görme sevgilim mançiyim mançi.
Dönerci, Pilavcı, yoksa köfte mi? Ciğer dürüm gömsem bekletir beni Sulu yemek yesem tok tutar karnı Hor görme sevgilim mançiyim mançi.
Gözümün önünden tatlılar uçar Aklımın içinden hep yemek geçer Kan şekerim düştü bana gofret ver Hor görme mançiyim Allah’ın yok mu?
FARE Galiba evde fare var. Onun için en hayırlı şey, gitmesi çünkü gerginlik yaratıyor. Lağımda dolaşıyor ve hastalık taşıyor. Çok titiz biri sayılmam lakin varlığı, çekmecedeki şeker kutusunun sürekli kontrolü demek. Açıkta yiyecek bir şey bırakmamak için daha fazla özen göstermeliyim. Kontrol manyaklığı ise zamanımdan çalıyor. Sabah kahvaltımı yaparken, “Acaba masaya tırmanmış mıdır?” diye düşünmek istemiyorum. Ya da çıplak ellerimle simidimi kemirirken onun küçük lağımlı ayaklarıyla dolaştığı yerlere dokunduysam? Ya çayıma onun uzaması asla durmayan dişleriyle kemirdiği şekerlerden iki tane attıysam? Bu şekeri ben mi kırmıştım? Gitmesi bir gereklilik. Çünkü bünyede gerginlik yaratıyor. Bir hayvanla yaşamak istesem dost edinir, onu evime alırdım. Ama istemiyorum. Tek istediğim yalnız kalmak. Çevremde kompleks yaşam formu istemiyorum. Eğer ısrarcı davranır ve gitmezse onu öldürmek zorunda kalabilirim. Bunu yapabilecek acımasız tuzaklara sahibim. Eğer ölecekse benim gibi vicdanlı olduğunu düşünen biri tarafından, en acısız şekilde öldürülmeli. En acısız ölümü ona hangi tuzak yaşatabilir? İlk akla gelen yapışkan. Kutunun üzerinde “sürekli yapışkan polimerik” yazıyor. Ne demek olduğunu bilmiyorum ama tahminen “kuyruğundan tutup onu yapışkanı uyguladığınız mukavvadan ayırmak isterseniz parçalanacağı” anlamına gelen güçlü bir yapıştırıcı demek olduğunu tahmin edebiliyorum. Ben öyle ölmek istemezdim. Hem o nasıl bir tabir? Sürekli yapışkan… Sonsuza dek yapışıyor. Düşün kurtulmak için çırpınıyorsun ve çırpındıkça yapışkana bulanıp daha çok yapışıyorsun. O korku ve paniği düşün. Bir süre sonunda açlıktan ve susuzluktan bitkin düşüp ölmek bir fare için bile acımasızca. Ben bir sürekli yapışkanla mukavvaya yapışsam yapışkanın solunum yollarımı tıkaması için dua ederdim. Bekleyerek ölmektense boğulmayı tercih eden bir tutsak gibi ağzımı burnumu tutkala bulayıp intihar ederdim. Bunu minik bir fareye yapamam. Bir seferinde belediyenin zehirlediği bir sokak köpeğinin acınası çırpınışlarına tanık olmuştum. Birkaç gün üzülüp hayatıma devam etmiştim. Bu yalancı şahitlikten sonra asla zehir kullanmam. Hayvan korkuyla sağa sola koşmuştu. Koşarak kaçmaya çalışmıştı kaçılmaz olandan. Kim başarabildi ki sen başaracaksın, köpecik? Beyoğlu’nda binlerce insanın adımları arasında panikle ve ağzından köpükler saçarak ölmüştü hayvancağız. Neden aynı şeyi evimde, bir fareye yaşatayım? Kapan, vahşi ve kanlı bir yöntem. Orta Çağ’da mı yaşıyoruz? Hem hayatta kalmaya çalışan o. Mantıken kapanı onun kullanması lazım. Bir de ya gözleri açık ölürse? Kapanı atmak için mutfak tezgâhının altına uzandığımda onun sorgulayan, son anlarını anlatır gibi bakan siyah gözleriyle karşılaşırsam? Kıyamam.
Aklıma çok uçuk bir yöntem geliyor. Bu olay gerçekten yaşandı. Altılı paket yumurta almıştım. Eve geldiğimde poşetten çıkarttım ve o kutuyu bir daha görmedim. Haftalar sonra ardiyede pense arıyordum. Işığı yakmamıştım, körlemesine penseye ulaşmaya çalışıyordum. Parmaklarımın ucunda yumuşak bir doku hissettim. Tiksinerek ve korkuyla elimi ışık hızında geri çektim ama dokunmuştum artık. Hemen bir süpürgeyi ters çevirip sopasını kendime ilkel ve ardiyem gibi dar bir alanda kullanışsız bir silaha çevirerek içeri tekrar daldım. Bu kez ışığı açmıştım. Temkinli adımlarla olay yerine yaklaştım ve hayatımın en garip gizemlerinden biriyle karşılaştım. Haftalar önce kaybolan altılı yumurta kutum raftaydı, kapağı açıktı ve yumurtalardan bir tanesi eksikti. Kutunun hemen yanındaki boya kutularının yanında bir fare ters dönmüş cansız yatıyordu. Zeminde küçük yumurta kabukları vardı. Berbat bir koku ardiyeyi doldurmuştu. Onları oradan almadan önce ellerimi bulaşık süngerinin sert kısmıyla çitilerken olayı düşünüyordum. Fare nasıl ölmüştü? Bir yumurta neredeydi? Kabuklar yere nasıl saçılmıştı? Ve en önemli soru; bu pisliği nasıl temizleyecektim? Elime poşet geçirdim ve fareyi ilkel silahım yardımıyla raftan poşete düşürdüm. Yumurta kutusuna dokunduğumda bütün olay aydınlandı. Hatta beyaz bir ışık gözlerimin önünde belirip hızla bana yaklaşırken neredeyse ben bile aydınlanacaktım. Yumurtalar o kadar uzun süredir orada duruyor olmalıydı ki kutuya dokunur dokunmaz iki tanesi patladı. Kabuklar etrafa saçılırken yayılan metan gazı saniyeler içinde ardiyeyi doldurdu. Neredeyse boğuluyordum. Kendimi balkona zorlukla attım. Balkonda ölümden kurtulduğum için şükrederken fare olayını da çözmüştüm. Kafamın içinde bir dedektif edasıyla kendime olayı açıklıyordum. Farecik ilk bakışta normal yumurta gibi görünen yumurta bombalarından birini ısırmış ve yumurtanın metan gazı yüzünden patlaması sonucu oracıkta cavlağı çekmiş. Evi havalandırmam günler sürmüştü. Birisi anlatsa “Ade len!” derim fakat gözlerimle gördüm. Hem söz konusu ölüm olunca çeşitlilik inanılmayacak şekilde artıyor. Fareye geri dönelim. Binlerce seçeneğin arasından en acısız (!) olanı seçmek, gerçekten zor bir karar. Ve hiçbirini deneyimlemediğim için ne kadar acıttığını hiç bilmiyorum. Şu an en mantıklısı onu kilitli bir naylona girmeye ikna edip elektrik süpürgesiyle içindeki havayı çekmek suretiyle boğmak gibi geliyor. Oksijensiz ortam. Yirmi saniyede temiz. Aslında çok daha vahşileşebilirim. Genetiğimde bu kodlar mevcut. Geçmişte türüm ölümü binlerce çeşitlilikle deneyimledi. Açlıktan, susuzluktan, kanını bitirmek suretiyle, işkenceyle, ağır ağır yaralayarak, psikolojik şiddet uygulayarak, intihara zorlayarak, tehditle, elle, parmaklar yardımıyla, başka hayvanları kullanarak, bir yaba ile, çekiç, pense, tornavida kullanarak, boğarak, asarak, keserek, diri
diri gömerek, elementler yardımıyla, giyotin, elektrik, zehir… Hepsini yazamaya kalksam vakit yetmez. Öldürme ve ölme konusunda oldukça yetenekli olduğumuzu düşünüyorum. Misal; bir filmde görmüştüm. Fareyi bir konserve kutusuna koyup kutuyu adamın göbeğine yaslıyorlar ve ısıtıyorlar. Çıkacak yer bulamayan fare metali kemiremeyeceğine göre eti kemiriyor. Kimin aklına gelir ki? Ama gelmiş. Ben de aynısını fareye yapabilirim. Bir konserve kutusuna böcek koyup kutuyu ısıtabilirim. Hatta aynısını böceğe yapabilirim. Bir konserve kutusuna mayt koyup kutuyu ısıtabilirim. Aynısını mayta da yapabilirim. Bir konserve kutusuna nematot koyup kutuyu ısıtabilirim. Bu kural bir nematot için de geçerli. Bir konserve kutusuna bakteri koyup... Tek sıkıntı o kadar küçük konserve kutusunu nereden bulacağım? Sonuç olarak evde fare var ve sizin için en hayırlısı, benden uzak durmanız gibi görünüyor.
s. /19119
NE NEDİR? – Edebit Salgını EdeBit: Yazılı sanattan beslenen bir tür asalak sürüsünün ürettiği edebiyat. EdeBit Salgını: Akli hijyenden yoksun, para aromalı şampuanla paklanmış kafalarda kanlanmaya başlamış bir edebit sürüsünün istila ettiği piyasalarda, parayla bulaşan bir hastalık. Salgının başlangıç Noktası: Burnu sadece para kokusuna duyarlı, sanata uzak sarı bir köpek… Salgının yayılmasında tekrar edilmekten bıkılmış sürekli aynı kokuyu ve konuyu yücelten tüccarların ve onların kendilerini kaşırken etrafa sıçrattığı edebit dergilerinin rolü çok büyük. Müşteri: Kendini tüketmeye adamış bir yavşak türü. Ve edebitler yavşaklar aracılığıyla ürer. Teşhis: Bitler kanlandı. Salgın büyüyor. Ve paranın tadı kanın tadını aratmaz. Bir sonuç olarak Fanzin, Fanzinci, zine-maker, zinester, zinci: Fanatik ve Magazin kelimelerinin birleşiminden oluşan güçlü formülüyle Edebitli kafalara karşı bir bit ilacı.
HABER DEĞERİ TAŞIYAN ŞİİR “Sırada bir katliam haberi var.” Dedi spiker. Ama önce reklamlar... Hiçbir şey için geç değil, Bilmem ne turla dünyayı gez! diş macununu değiştir muhteşem gülücükler için yeni bir araba al misal; sadece 5 yıl ödersin. Dol arabaya ve dal trafiğe. keyfin sözlük anlamı bir kahveyle gül gülebildiğince denize nazır hap satın al, hapla kaldır hapla üre. hapla mutlu ol, hapla dans et. haz için dondurma, şehvet için kek, mutluluk için içecek ve daha hızlı internet istemez misin? Ölümden sana ne? Ye iç eğlen! Hastaneler var nasılsa borçlu ömrünü uzatacak. Güzünü yum ve yeni bir buzdolabı almaya odaklan. Hem ölüm dediğin nedir ki 4k televizyonun yanında? Mutlu bir ev düşle, güzel bir bahçe. Bitki satın al ve bir köpek iste. bir ev sadece 10 yıl. Piyasalar var, ünlü markalar ve sana mutlu bir hayat vadeden kol gibi reklamlar. Otur ve bir sayfiye yerinde emeklilik planı yap mezarına yakın bir kafede. Bırak plastik camın arkasından geçip gitsin ölü sayısı. Sana ne? Aç bi fanta rahatla. Reklamlar bitti. “Ölü sayısı artıyor.”
ÖLÜ KUŞLAR
Uzun zamandır kendimin ve başkalarının hayatının, önümdeki ekrandan akıp geçişini izliyorum. Neler gördüm, neler duydum ve nelere sessiz kaldım, bilseniz... Başlarda bu kayıtsızlığım beni insanlığımdan uzaklaştıracak diye korkmuştum. Fakat zaman içinde harcanmış hayatların, yok edilmiş güzelliklerin ve dünyayı kötü bir hâle sokan ve beni buna bağışık bir hâlde koltuğuma sabitleyen ne varsa parmağımın ucundan kayıp gitmesine alışmıştım. Gördüğüm, duyduğum ve yaşadığım şeylerin etkisi öyle kısaydı ki başımı yastığa her koyuşumda bunca kötülüğe göz yumup susarken parmağımı ekranda kaydıran kanın bana bulaşmadığını sanıp vicdanımı sakinleştirmek zorunda kalıyordum. Bir şeylere kızmanın, hiçbir şeyi değiştirmeyeceğine inanmıştım. Bu inanç, vicdanımı; blowjob’la, etle ve uyuşturucuyla sakin tutmaya çalışıyordu. Şu hayattaki taytılım “ekran başındaki izleyici”den öteye geçmese de hâlâ eğlenmeyi becerebiliyor, bir şekilde uzaktan yaşamaya alıştığım hayatımın tadını çıkartabiliyorum. Hâlâ öğreniyor, şaşırtıcı şekilde yeni bir şeyler görebiliyorum. Çok şaşırtmıyor ama yeni şeylerin etki süresi biraz daha fazla; yani diğer şeylere nazaran. Popüler bilim, tarih ve sosyal kültür sitelerinden oluşan dağarcığım gün geçtikçe gelişiyor. Bilim insanları Mars’ı kolonileştirmeyi düşünürken bazı düşünce insanları da çeşitli araştırmalar yapıyormuş. Mutluluğun bile fazlası insanı depresyona ya da deliliğe sürükleyebiliyormuş. Yani artık daha dikkatli davranmalıyım. Çünkü mutluyum. Modern bir insan ne kadar mutlu olması gerekirse o kadar. Zaman içinde her şeyi normalleştirebilen gamsız ve modern beynim buradan şu sonucu çıkarttı: Normal kalmayı başaramıyorsan delirmekten kaçış yok. Öyleyse eğlenmeye devam etmeliyim. Yeni bir aplikasyon edinmeli, yeni bir oyuncak bulmalıyım. Yeni dostlarla çılgın eğlencelere katılmalı, her akşam başka bir mekânda başka insanlarla birlikte görünmeliyim. Sadece yaşamak yetmez, içmeli, dans etmeli, daha fazla gülmeliyim.
Sadece gülmek yetmez, bunu herkese duyurmalıyım. Sadece duyurmak yetmez, bir parti vermeliyim. Mutluluk üzerime yapışmış katran gibi. Siyah tişört, siyah pantolon, siyah bir bere ve bir çuval tavuk tüyü… Moda anlayışım vahşi batıda bir tren soyguncusu. O kadar mutluyum ki baktığım çiçek soluyor, yürüdüğüm yollardaki taşlar eskiyor. Ve son günlerde kafamı nereye çevirsem her yerde kuş ölüleri görüyorum. Hasta martılar, bir çift melek kanadı gibi suyun üzerinde yüzen güvercin kanatları, soğuktan donmuş serçeler, yuvadan düşüp soğukta kurumuş bir kumru yavrusu… Bir sığırcık bile öldü gözlerimin önünde. Mutsuzluğa o kadar muhtaçtım ki gözlerimi kapadım ve kafamı bir tren rayına yasladım. Rayların kulaklarıma taşıdığı titreşimlerden trenin geliş zamanını belirlemeye çalışırken kendimi spagetti western’lerindeki haydutlar gibi hissediyordum. Sefil, katrana ve tüye bulanmış fakat her şeye rağmen hayatın yaşanılası olduğunu düşünen. Gözünü mutluluk hırsı bürümüş azılı bir haydut. Silahlarımı çekmiş, hayatın ayaklarına kurşun yağdırıyorum. -
Dans et, sürtük!
Haydutlar, tren durdurmak için bir ağaç devirir yahut rayları dinamitlerdi. Ben kafamı kullanacağım. Birazdan hayatın, bir tren gibi raylardan süzülüp gidişine tanık olacağım. Trenin yaklaştığını biliyorum. Ama ayak sesleri de var. Taşları birbirine sürte sürte bana doğru yaklaşan narin adımlar… O geliyor. Rea… Her gelişinde bir şeyleri mahvediyor. Ve o her geldiğinde, ben mahvolmaya razı oluyorum. “Gördüğüm kadarıyla soygun iyi geçmemiş.” diyor, en kadınsı tavrını takınarak. Beni burada bulması garip çünkü buraya sadece kafa dinlemek için gelirim. Kafamı sadece gün ışığında ısınmış raylarda dinleyebilen, sıradan bir şehirliyim, nesi garip? Kafamı raylardan kaldırıp ona doğru bakıyorum. Rea’nın güneşi sırtına almış siyah silueti beni mahvediyor. Kafası hafifçe sağa eğmiş, belini hafifçe kırmış, güvenli mesafeden bana bakıyor. Belinde-
ki kemerinden çektiği 35’lik viski elinde. Ağzı bana dönük. İşim bittiğinde bir shot alacağım. “Sadece tren bekliyorum, nesi garip bunun? Hem prensiplerim var. Asla yolcu treni soymam.” diye bağırdım ve raylara sırtımı vererek ona doğru döndüm. Rea’nın beni en son mahvedişini hatırlıyorum. Gecenin bir yarısı, bir sokağın ortasına oturmuştuk. Kırmızı topuklu ayakkabıları elindeydi. Şarap şişesi yönünü yitirmekten yorulmuş, sonunda ayaklarımızın dibine yığılıp kalmıştı. Sokak yokuştu ve sarhoştuk. Dünyanın merkezinin o sokak olduğuna dair dudak ısısıyla mühürlenmiş bir anlaşmayı imzalıyorduk. Birkaç saat sonra Rea kendi dünyasının yörüngesine kaymış ve ben, merkezimi yitirmiştim. -
Bir tren soyacak kadar cesur olmadığını biliyorum zaten. Para için ya da devlet büyüğüne hakaretten kodese tıkılmak istemiyorum, Rea. İçeri tıkılacaksam daha ulvi olmalı. Benim hayatta kalma yöntemlerim farklı, diyelim.
Sanki o gelmemiş gibi eğilip kulağımı tekrar raylara dayadım. Bu güzel anı mahvetmesine izin vermeyeceğim. Makasların tam zamanında trenin yönünü değiştiren gıcırtılı sesi bir süre daha devam edeceğimi konu alan bir şarkı gibi kulaklarımda çınlıyor. Bu sesi seviyorum. Tren büyük bir gürültüyle karşımdaki raylara sapıp önümden geçerken gözlerimi kapatıp başka dünyalar düşünüyorum. Bugün de yaşayacağım. -
Bir korkak olmasan makasların yakınına yaslamazdın kafanı. Kendimi öldürmek istesem bir binadan atlardım. Ben trenleri seviyorum. O heyecanı… Söylesene ne işin var burada? Dolanıyorum. Öğlen 2 ve şimdiden kafayı bulmuşsun. Bana düğüm gibi geldi. Yeni hayat pek yolunda değil anlaşılan. Oralar karışık. Ama yine de senin durumundan iyidir. Bak, benim kafam hâlâ yerinde. Ne varmış durumumda? Süper hissediyorum.
-
Kafasını tren raylarına yaslayarak tren bekleyen herkes durumunun iyi olduğunu söyler. Karşılıklı susalım mı? Bir korkak olduğunu biliyordum.
Bir süre sessizlik... Kısa süre önce ağlamış. Elindeki marka kağıdı yırtılmış viskinin adı mutsuzluk sarhoşluğu... Ben ise onun elmacık kemiklerinden yansıyan güneşte alternatif bir hayatın hayalini kuruyorum. Gülümsemesinde başka bir yaşama dair binlerce soru… -
-
Bir dahaki treni birlikte bekleyelim mi? Şöyle baş başa? Günde sadece bir tren… Neden? Çünkü bir sonraki tren bu raylardan geçecek. Biliyordun demek… Tabii ki biliyorum. Bunu uzun süredir yapıyorum, Rea. Biliyorsan neden yapmaya devam ediyorsun? Sistemin bir hata yapma olasılığını düşünüyorum. Bir gün birisi işini aksatacak ve makasları değiştirmeyi unutacak. Ama o gün, bugün değil. Burada olduğunu söylediler. Anlat bakalım; nedir şu tren meselesi? Siyasi… Sakinliğin sinirimi bozuyor. Bazen benim de sinirimi bozuyor. Ama kendime alıştım. Madem tren gelmedi, daha sakin bir yere gidelim mi? Denizi görmek istiyorum.
Ayağa kalkıp üzerimdeki tozu temizlerken önüme bir güvercin düşüverdi. Hasta ve can çekişiyordu. Rea ile birlikte iki meraklı çocuk gibi kuşun başına çömeldik. -
Bu hafta önüme düşen dördüncü kuş... Nesi var bu hayvanların? Senin lanetin bu olmalı. Bir şekilde kuşlar ölmek için sana geliyor olabilir. Kendimi bir çeşit fil mezarlığı gibi hissediyorum.
-
Bu da bir vasıf sayılır. Bilemiyorum. Bir nevi ölüm paratoneri olmak rahatsız edici... Umarım sen… Rahatla. Sadece denizi görmek istiyorum.
Avucumun içinde korku içinde titreyen güvercini inceliyorum. Kurtulamayacak belli. Korku dolu başını parmaklarımın arasına sıkıştırıp var gücümle çektiğimde Rea, yüzünü buruşturup kafasını çevirdi. -
-
Vicdanını sikeyim. Barbarsın sen. Sadece ben mi? Türümüzün sorunu bu, Rea. Barbar, cahil ve kayıtsızız... Acı çekmemesi için bir canlıyı öldürebilecek tek canlı, insandır. Bir atı öldürebilir misin? Sanmıyorum. Acı çekiyor ama. Bilemiyorum çok zor bir karar. Gözlerine bakıyor ve o atı seviyorsun… Yapardım ama sonrasında çok ağlayacağımı düşünüyorum. Kuş için ağlamadın ama. İlk seferinde ağlamıştım. Yine de vicdanını sikeyim. Yüzün bile değişmedi. Onun için en iyisi buydu, Rea. Kendin söyledin, bunun için bana geldi. Yeni misyonun bu mu? Hasta kuşları öldürmek? Fransız devrimindeki giyotin gibi düşün. Vahşi görünür ama uzmanlar en acısız ölüm olduğunu söyler. Kafası kopmadan kimse ne kadar acıdığını bilmez. Ne diyebilirim ki… Haklısın. Şuradaki kediye bak. Rayların gerisine pusmuş. Gitmemizi bekliyor. Kuşu gömmeliyiz.
Rea’nın sessizliğinde elime bulaşan kanı toprağa silip tırnaklarımla küçük bir çukur kazdım ve kuşu çukurun içine atıp üzerini taşlarla kapattım. Ben kuşun defin işlerini hallederken Rea sessizce başımda dikiliyordu. -
Onun için bir şey söyleyecek misin?
Bir süre sigara içmesini izledim. -
Hayat kısa. Kuşlar ölüyor.
Sigarayı bırakıp ayağıyla ezerken yüzündeki mutsuzluğun az önce öldürdüğüm kuş yüzünden olmadığını biliyordum. “Mutluluk insanı huzursuz eden bir zehirdir...” dedi ve viski şişesini kafasına dikti. Bir yerde ellerimi yıkmalıydım. -
Gidelim artık. Tren yolunda günde bir ölüm yeterli. Hâlâ denizi görmek istiyorum.” Şu şişeyi uzatsana...
Tren yolunu arkamızda bıraktığımızda kedinin gelip güvercini gömdüğümüz yeri eşelediğini gördüm. Kediler, çok akıllı hayvanlar. Ya da belki sadece tuvaleti gelmiştir. /13212
AŞIRI BİLİMKURGU BİR HİKAYE Uzun zaman önce çok çok uzak bir ülkede, döviz aşırı yükselmiş ve imparator Hardborn’u oldukça zor bir durumda bırakmıştı. Halktan biri olan Han Memo gittikçe kötüleşen ekonomi karşısında gün be gün huzursuzlanan kahve eşrafına bu krizi birlik olarak aşabileceklerini anlatıp duruyordu. Han Memo imparatorun inançlı bir neferiydi. O konuşmasını bitirmeden ana haber bülteni başladı ve başkan Hardborn bir hologramdan yansıyarak yeni eylem planını açıklamaya başladı. İmparator Hardborn, 4000 projeyi içeren 10 günlük eylem planını kamuoyuna açıklarken konuşmasının sonunda yastık altındaki altın ve dövizi bozdurun çağrısı yaptı. Kahveden 'Bizde yok' sesi yükseldi. Han Memo haberi görür görmez galaktik kuyumcuya ve evrensel döviz bürosuna koşup elinde avucunda ne varsa bozdurdu. Bunu yaparken ve yaptıktan kısa bir süre sonrasına kadar vatan sevgisiyle dolu ve gururluydu. Herkese sormuştu. Çevresindeki herkesi yaptığı şeyi yapmaya ikna etmişti. Han Memo’ya göre herkes bunu yapmalıydı, herkes vatanını seviyordu çünkü. Kısa bir süre sonra ülkede yastık altında hiç altın ve döviz kalmamıştı. Kısa süreli bir bolluk yaşandı. Fakat hazıra dağ dayanmaz. Nakit para kısa sürede suyunu çekti ve halk kirasını, borcunu yahut kredilerini ödeyebilmek için yastıklarını bozdurmak zorunda kaldı. Sonra sırasıyla ithal yataklar, diğer galaksiden getirilmiş yorgan yüzleri… Bu büyük toplumsal hareket sonucunda çok şükür dövizde suni bir düşüş yaratılmış Memo’nun ülkesi dış güçlerin kanlı pençesinden ve Sithtimin imparatoru Turmp’ın pis ötesi oyunlarından kurtulmuştu. "Amenna." Demişti halk. Ama sonrasında galaksi iyice karıştı. Parasızlığa alışkın olan Han Memo, boyun ve sırt ağrısına o kadar da alışkın olmadığını anlamıştı. Çekyatta yatarken düşünüyor fakat bir türlü işin içinden çıkamıyordu. Her şeyi yapmış olmalarına rağmen döviz tekrar fırlayıvermişti. “Acaba?” diye soracak oldu kahvede. “Zekamızı hafife alma.” Dedi bir arkadaşı onu susturup. Hologram cihazının sona dayanmış sesi konuşmalarını bastırıyordu. Soru sormamanın ve ne verirlerse kabullenmenin önemi üzerine yapılan bir açık oturum programıydı. “Niye böyle oldu ki?” dedi Han Memo. Üzgün, evine döndü, parkeye uzandı. Çünkü çekyatı daha dün bozdurmuştu. Gözü parkelere takıldı. Uyumadan önce onları satıp satmama konusunda kararsızdı. Han Memo kendinden başka kimsenin sırtının ağrımadığına şaşırıyordu. Bu insanlar taşta yatmaya nasıl bir anda adapte olmuştu? Ertesi gün öğrendi ki, yatağını yorganını bozduranlar, döviz düşer düşmez gidip yine döviz almıştı gizli gizli. Kahveci Hıdır emmiye sorduğunda “Nasıl olsa yükselir bu zıkkım dedim koştum bütün paramı yine döviz yaptım Memom.” Demişti kahveci. “Söyle taş mı yiyelim?”
Han Memo taş zeminde yatmaktan ve kendine “Neden? Neden?” Diye sormaktan kahinin gözlerine sahip Ajan Smith gibi olmuştu. Bu konu hakkında o kadar çok düşünmüştü ki, sonunda erip, büyük resmi gördü. Dün kahvede çay içmekten başka bir şey bilmeyen Memo, paradoks kelimesini cümle içinde kullandığı için mutluydu ama büyük resim onu rahatsız etmişti. Her şeyi anlamıştı Memo. Dün, sözüne güvenip dövizini, yastığını, yorganını, çekyatını, parkelerini uğruna feda ettiği yüce lideri, garip bir paradoks yaratmaya çalışıyordu. Bunun başka bir açıklaması olamazdı. “Madem siyaset kötüye gidiyor ve tarihte ismim kötü anılacak bari bilim alanında bir çalışma yapayım” demiş olmalıydı. Artık adı Hardborn değil, yarattığı paradoksu kendi ismiyle anılan biri olarak hatırlanacaktı. Han Memo, başını parkesiz beton zemine dayarken her şeyi anlamıştı. Ama yine yanlış anlamıştı. Çünkü betonun maliyeti de dövizle hesaplanıyordu. O esnada sonsuz paralel evrenlerden bizimkinde... Memo kahveciye seslendi. “Başkanı duydun, sen ne kadar bozdurdun Hıdır Emmi?” “Elimde ne varsa koydum Memo. Sikicez Amerika’yı bu sefer.” Süleyvan Palyaçoğlu / 18408
SONSÜZGEÇ Elinizde tuttuğunuz yahut ekranda gördüğünüz bu fanzin; işleyen çarkların arasında şüpheli sesler çıkartan, bozuk hissi veren, varlığıyla standardın rahatını kaçıran, önemsiz uğraşlarla ömür tüketen, sırf eğlenceli olduğu için para getirmeyecek işlerin peşinde koşan, yaptığı şeyi sırf zevk aldığı için yapan, normal bir bireyin onu anlamayarak hayretle sorduğu ‘neden?’ sorusunun yanıtı olanlara adanmıştır. Palyaço’nun yapımında, yayınında, dağıtımında emeği geçen herkese teşekkür ve lanet ederim... Vaktini palyaçonun noktasına virgülüne ayıran Serkan, acılar içinde kıvranacağız bro. PALYAÇO FANZİN İSTİFRAYLA SUNDU: HİPER-REAL Her hakkı BULUT’tur. © İSTANBUL / 2019