o yada 0

Page 1



“O” yada “sıfır” ne fark var ki? hayatın saçmalığına dair hazırlanılmış bu yeni sayıda, sayın sanat yönetmenimiz, yalnızlığımıza selam olsun. Kurgusu saçma, yaşanılmışlığın boş olduğu şu koca dünya içinde kendi küçük hücrelerine tıkılmış bizlere üzülmeden söylemeliyim ki, değiştirecek hiçbir şeyimiz yok. Savaşlarımız esaretle başlıyor. Öldürülmeye tenezzül dahi edilmeden tecavüzle bitiyor. Zihnimiz bizi böyle kurgulamış birilerinin piç fikirleriyle dolu. ne yaparsak yapalım her şey bir başa dönüş hikayesi aslında. Sonuç 0 (yazıyla 0) *** Aniden esen serin gece rüzgarı aradan geçen on yılın ardından hiç değişmemiş. Aklı hür vicdanı yok üç genç adam artık genç sayılmadıklarını bilerekten olgunluğun verdiği ağırbaşlılıkla konuşuyorlardı. İlk adam hayatının berbatlığından bahsediyordu. Dedi ki; “hayat berbat…” İkinci adam, hayatın sıkıcı olduğundan bahsediyordu. Dedi ki; “hayat çok sıkıcı…” Üçüncüsü daha taze… Acı çekmenin, acıdan haz almanın, acı çektirmenin insan doğasının yadsınamaz bir gerçeği olduğunu kabul etmemekte diretiyordu. Dedi ki; “acı çekmek, çektirmek insan doğasında olmamalı.” İlk iki adam aynı anda “İnsan doğasını sikeyim” dediler. Acı onları doyurmuş, sesleri yanıklaşmıştı… öyle dediler. “Peki sonuç?” Dedi üçüncüsü. “Aynı.” Dedi iki numara. “0” dedi bir numara. *** Son olarak… “Ben hayatımda hiçbir şeye hazır olmadım” dedi adam yanındakine. “Kendimi hazır hissetmiyorum” konusu üzerine bir tartışma gelişiyordu. “Doğarken hazır değildim. 7 aylık doğmuşum. Okula hazır değildim ama gittim. Evlendiğimde hazır değildim ama evlendim. Şimdi yaşlanıyorum. Hazır değilim. Ama yaşlanacağım. Bir şeylere hazır olmak salaklıktır… “ “Peki” dedi diğeri. “Sonuç?...” “Sıfır.” “Yazıyla?” “Farketmez…” Kısacası koca bir sıfır. Yapmaya çalıştığımız her şey, yaşadığımız, güzel olduğunu sandığımız, sevdiğimiz, tiksindiğimiz, korktuğumuz, öptüğümüz herşey koca bir yalandan ibaret… Palyaço tiksinerek sunar.

“0”


yokuş...

yokuşun başındayım. upuzun ıslak bir yokuş çıkmak istemiyorum. geri dönmek içinse çok geç artık. gitmekle kalmak arasındaki yeşillikte oturmuşum elimde bir çift kağıtlı dişlerimin arasında çocukluk anılarımı öğütüyorum. çiğ... bütün hayatımı unutasım geldi birden. ve yeni hatıralar yaşamayasım geldi. yaşadığımız ne varsa hatıraya dönüşecek nasıl olsa. bak şimdi… nedensiz gidesim geldi durup dururken. gidiyorum ben... sen gelme bu seferlik. yokuşun ortasındayım... upuzun dimdik bir yokuş. çıkmak istemiyorum daha fazla çıkmak için çok yüksek geri dönmek içinse artık çok geç. bir şişe şarap gibi tükettik hayatı ardı nasıl olsa gelir diyerek. şimdi ortasındayız. … kötü bir ilkokul şakası gibi hayat. beş parasız cep delik... delikte çük... artık artık sözcüğünden tiksiniyorum ve sözlükteki ikinci anlamından. ve zaten hepimiz yaşama ait "artık" -lar değil miyiz sanki? bak susasım geldi apansız. tek kelime etmeyesim geldi tanıdıklarıma. yabancılar zaten konuşacak bişey bilmiyorlar. biraz durasım geldi. biraz kusasım geldi hayattan. kusuyorum ben.


sen bakma bana bi miktar. yokuşun sonundayım. kısacık dandik bir yokuş. bitsin istemiyorum. başa sarmak için artık çok geç. iki dudağın arasındayım. sevgi. öpücük. ısırık. küfür. nasıl algılarsanız artık. hep bir şeylerin arasında bir o yana bir bu yana bitirdik yokuşu şimdi en yukardan şaheserini izleyen bir sanatçı mutluluğunda (buruk) bakıyorum bitirdiğim yokuşa hesap yapıyorum yine delik... delikte boşluk.

Sylvan haziran 2011 - yine istanbul.


Bir baloncu ve bir palyaço iki eski ahbabın alzaymır olduktan sonraki ilk hatırladıklarıdır… kesinliği yoktur.

-

Bu bir hatırlatmadır… kötü makyajından hatırlar gibiyim.

-

Hatırlıyorum... sen… balon gıcırtısı? bir yerdeydik. Nerede kalmıştık?

-

Şehrin epeyce uzağında, terk edilmiş bir tren garında...

-

Hatırlıyorum... Paslı bir tren vardı, başka şehirlere giden. Ona yetişmeye çalışıyorduk... Hava soğuk muydu? Çok üşümüştük… Hatırlıyorum.

-

Evet, bir hayli soğuktu. Soğuktan morarmış parmaklarımızı ısıtmaya çalışıyorduk sıcacık nefeslerimizle...

-

Olmayan bir ülke düşlemiştik... makinisti emekli, kondüktörü ölmüş o trene binmek için donmayı göze almıştık… eski bir zamandı. Şubattı.

-

Çok bekledik bir daha hiç gelmeyeceğini bile bile.. Soğuktan donmak üzereydik.. Uyumak tatlı geliyordu.. Ya sonra?

-

Parkalarına sıkı sıkı sarılmış, istasyonun ucuna kadar ilerledik. sepken ensemizden girip sırtımızı gıdıklıyordu. tam derin bir uykuya daldığımız sırada tren düdüğüyle gözlerimiz aralandı...

-

Gözlerimizi aralayan sesin geldiği tarafa doğru süzülen bakışlarımız, bir anda birleşti. Gelmişti.. Bir daha geleceğini asla beklemezken, gelmişti..

-

uzuuuuunca bir tıslama sesinden sonra kapılar ağır bir gıcırtıyla açıldı. neredeyse birbirimizi taşırcasına sendeleyerek kapıya ulaştık... trenin içi dışarısı kadar soğuktu. makinist bezmiş, kondüktör ölmüş, yolcu yok... trenin iki ucu sis... içeri girdik mi?

-

Omuz omuza sürükledik bedenlerimizi gördüğümüz ilk koltuğa. 'Tısss' kapılar kapandı.

-

Pencereler hafif aralıktı. Dışarıyı bir nebze olsada görüyorduk. Karanlık ve sisliydi. Gözlerim usulca kapanıyordu..

-

dördüncü dakikada uykuya daldın... beşinci dakikada da ben... trenin iç gıcıklayıcı acı sesi boş istasyonda yankılandı... demir demire sürttü... ağır metal tekerler bir sefer boş döndü. tarih kadar yaşlı ve paslı tren bilinmezliğe doğru hareket etti.

-

Ve uyku çok tatlıydı...

-


-

vardık mı biz yoksa öldük mü?

-

palyaçolar ve baloncular her bir çocuğun kahkahasında yeniden hayat bulurlar bilmez misin sen?

-

ölümsüz olmaktan korkuyorum.

-

Korkmaktan korkuyorum..

-

korkarım çok korkağız...

-

Umarım artık çok korkmayız

-

sanırım öyle olmayacak.

-

...

-

yani içinde bir yerlerde birşeyler hep korkutacak insanoğlunu. kaybetme korkusu, kaybolma korkusu, yaşama korkusu, fare, karafatma, ölümsüzlük... vs.vs

-

sanırım bu bir hayal.

-

Vardık biz. Hatırlıyorum.

-

Evet vardık. Gittikçe yokluğa dönüşmeden kısa bir süre öncesiydi.

-

Paslı kapılar ağır ağır açıldı. İkimizin de gözleri yanmıştı ışıktan.

-

Kandırma beni artık. Bu bir hayal.

-

Hayır…

-

Hayal.

-

Pardon?

-

Ne?

-

Bişey dediniz sandım da.

-

Hayır. Yabancılarla konuşmam ben. Çocukken annem söylemişti. Yaş 65 hala tutuyorum bu nasihati.

-

Bir hayal gördüm sanırım. İyi günler.

-

Tesadüf diye bir şey yokmuş. Annem öyle sö….

-

… Sylvan. Balonsatan”ist”lere…


MİYOP BAKIŞLARIYLA SOYLU BİR MERAK! Ben, ruhu, psikozla nevroz arasında çarmıha gerilmiş. Ben, daha çok psikoz! Daha çok nevroz! Ben, beyni yıkanmış bir hain! Ben, bir vebalı! Ben bir salyalı! Ben bir terbiyesiz! Ben bir hain! Ben, kaderi kedere yazılmış ürkek bir nâra! Ben, boşa çıkmış bir kehanetim cemiyetin rahminde. Bütün belalar bana yazılsın. Bütün zindanlar benim üstüme kapansın. Bütün köpekler bana saldırsınlar dar sokaklarda. Ben, yaşamak kavgasında yenik düşmüş havari. Gençliğim, şizofren bir çıldırı halinde seyirtti durdu. Ağırbaşlı bir duruşum olmadı. Ben nihilizmin kapılarında alaya alınmış, algı sapmaları yaşayan, belleği silinmiş bir yerliyim. Ben, bir cenin. Erken yaşta şizofreniye tutulmuş yarı depresif bir köylü. Ben, a'rafta kalmış bir yurtsuz. Ben, beyni yıllarca acı sularla yıkanan çocuğum. Yıllarca beynim yıkandı. Çocuktum yıllarca, kirli bir çocuk! Yıkanası bir çocuk. Ben bir sakıncalıyım. Ben bir lanetliyim. Nevrotik bir yüzdür taşıdığım. Ben, bu ülkenin, ben bu yığınların, ben bu toplumun nesi oluyorum? Ben nesi oluyorum bu dünyanın? Ben kimim soru soruyorum! Bu ülke neresi? Burası neresi? Bu insanlar kim oluyor? Ben kimim? Bu ülke belki de Babil! Ben, Babil kulelerinde mi konuşuyorum yoksa? Hayır, ben sadece kulak kesildim bu ülkeye. Ben, gözleri kör, kulakları sağır, idrâkı bozuk bir sakıncalıyım. Ben bir şizofrenim. Ruhum elimden alınmıştır benim. Ben kendi bedenine yük bir ölüyüm. Kişiliği bozuk paranoid bir narsist diye konuşma hakkı elinden alınmış bir yerliyim ben. Ben, aristokrat tiksintisi, ben, soylu Ortodoks bulantısı, ben bir mürted, ben bir yalnızlık şarkısıyım.

Ben, sâralı bir yüzüm. Bulaşıcı müzmin bir vebânın boktan bir artığıyım ben! Ben, feministlerce kaba bir bedevi maskülen, aydınlanmacı çağdaşlarca karanlık suratlı bir gerici, dindarlarca azgın, bozgun bir modernist, uysal ineklerce bir radikal, dinazorlarca bir geri kafalı, ya da sakıncalı, ya da anarşist, ya da, ya da, ya da!... Ben bir yalancıyım. Ben bir kaçağım. Ben bir korkağım. Ben bir küfürbazım. Ben, ruhsuz bir salyangozum. Ben bir kokarcayım. Ben bir lağım faresiyim. Ben, sessiz bir çığlık! Ben, soysuz bir parya! Hayır! Hayır! Hayır! Ey sanrılarım! Ey yüreğimde büyüyen azık! Ey gözlerimde demlenen hüzün! Ben bir aşkıyayım! Ben bir doğum sancısıyım! Ben, yeşil gözlü bir kan pıhtısıyım! Ben, ben, ben! Evet, yani ben! Ruhu çarmıha gerilmiş kanlı bir idrak! Miyop bakışlarıyla soylu bir merak! CAHİT ZARİFOĞLU


en büyük yanlışlık... bir yanlışlık olmalı... ben değildim o hayallerini kovalayan çocuk. incir ağacına hiç tırmanmadım... ardından koklamadım incir kokan ellerimi. ben değildim ilk sevgilimle misket yüzünden küsüp dondurmayla barışan... ve söylemekten çekinen insan değildim ben, dondurmayı onun kadar sevdiğimi... bir yanlışlık olmalı... ben değildim sanki yağmurlu bir kış günü denize atılan bir ağ misali gocuğuna sımsıkı dolanmış o aşık balık... sarı bir sokak lambasının altında beklerken kaşkoluna üfleyerek burnunu ısıtan insan ben değildim. hala avuçlarım terlemez benim bir şeyleri beklerken. ters giden bişeyler var... yirmili yaşlarında polisle çatışan ben değildim. yanlış kişiyi tutukladılar hep. 30 um da o dönülmesi imkansız hataları yapan yine de bunlardan ders çıkartmayan hatalarıyla büyüyüp pişmanlık duymadan ölen yanlışlarıyla gömülen kişi değilim ben. bu mezar taşı bana ait değil.


bi yanlışlık var o kesinlikle ben olamam düşleri cebinde insanlardan oldum olası nefret ettim ben. hiç heyecanlanmadım hiç gülmedim kimseye kendimle konuştum hep. onlar kaale alıp dinlediler. onlara söylendiğini sandılar bütün güzel sözlerin. ilk hakarette bıraktılar dinlemeyi. hayır hayır değilim o ben. dilim de sürçmez benim. bir büyük devirsem de devirmem cümleleri duygularımı söküp öyle çıktım bu yola yalnız bırakın beni. bahsettiğiniz kişiyi tanımıyorum... iki şey itiraf edeyim bir yanlışlık yok. en büyük yanlışlık sizsiniz... şimdi defolup gidin düşlerimden.

istanbul /2011


DAĞINIK BİR İÇ YÜZEYE SAHİBİM Son bir senemi, büyük acılar çekerek düzelttiğim hayatımı tekrar dağıtmakla geçirdim. Adım, Kamuran. Dağınık bir iç yüzeye sahibim. Bir senedir işsizim. Eskiden, benim için canlarını verecek dostlarım ve beni her şeyden çok seven bir sevgilim vardı. Şimdi, - onlara, aslında onları hiç sevmediğimi söyledikten sonra- hepsi benden nefret ediyor. Yirmi yıllık arkadaşım Kemal, beni işten attı. Onu suçlamıyorum. Çünkü senelerdir, Kemal’in karısını düşünerek otuzbir çekiyorum. Adım, Kamuran. Suçlayacak kimseyi aramıyorum. BÖLÜM 1: YOLCULUK Bundan on sene önce – bu yolculuğa çıkmaya karar verdiğimde- insanın, verdiği kararları kendisine karşı koruması gerektiğinin farkındaydım. Ankara’dan Antalya’ya yaptığım bu kaçış yolculuğu, düşündüğüm gibi hayatımı değiştireceğine, “şehrin karmaşasından uzak, sessiz bir tatil” bile olamadı. Benim, hiçbir şeyi başarma kapasitesine sahip olmayan karakterim, bu güzel fikri de başarısızlıkla sonuçlandırmıştı. Aslında ben Ankara’dan Antalya’ya hiç gidemedim. Gerekli her şeye sahiptim. Para, bıkkınlık, yaşadığım şehre alışamama, bir otobüs bileti… Ama ben, hiç böyle değişiklikleri kucaklayacak kadar cesur olamadım. Ankara’dan Antalya’ya yaptığım bu kaçış yolculuğu, bir otobüs biletiyle sınırlı kaldı. Adım, Kamuran. Hayatımda Antalya’ya hiç gitmedim. BÖLÜM 2: GICIRDAYAN YATAK İlk sevgilim beni terk ettiğinde, gıcırdayan bir yatakta oturuyordum ve terk edilmenin alnıma yazılmış olduğunun o anda farkına varmıştım. Alnımda “Beni Terk Et” yazıyordu. Bunu, o’nun gözlerindeki yansımamdan gördüm. Bereket, sigaramı yeni almıştım. O yatağa yatıp bir sigara yaktım. İçeriden gülme sesleri geliyordu. Onunkileri de duyabiliyordum. Bu, kötü bir şeydi. Ben, genç bir adamdım. Gelecekle ilgili kaygılarım vardı. O gün, o yatakta, o bir paket sigarayı tüketirken, kendime dair bir şeyleri de tüketmeye başlamıştım. Adım, Kamuran. Tüketecek hiçbir şeyim olmadı benim. BÖLÜM 3: BELEDİYE OTOBÜSÜ “Asla sola oturma bebek, asla sola oturma. Güneş gelir yüzüne, ağlarsın.” Bu şarkıyı lise üçte besteledim. Benim, belediye otobüsleriyle her gün yaptığım yolculukların felsefesidir. Güneş, sabahları bizim oradan Kızılay’a giderken de sol taraftadır; akşamüstü eve dönerken de. Onu anlatmak istedim. Belki de, bu dünyaya sadece bu şarkıyı ekledim şimdiye kadar. Bundan sonra da bir şey ekleyemeyeceğim. Bu yüzden, bu şarkıyı benden başka kimsenin bilmiyor olması sevindiriyor biraz beni. Sanki, Poe’nun bir öyküsünün tek kopyasına sahipmişim gibi hissediyorum. Ya da, herkesin aşağıladığı bir adamın, kimsenin bilmediği, iyi bir yanını biliyormuşum gibi. Adım, Kamuran. Sapına kadar bencilim. BÖLÜM 4: GRİ ŞEHİR Ankara, gri bir şehirdir. Yıllardır, hayatım demeye içimin el vermediği şeyi yaşadığım bu şehir, kışın karlı günlerinde bile, iç bunaltıcı, gri bir renge bulanır. Bu grilik bazen öyle bir hal alır ki, insan hiçbir şey göremez olur. Her şey, gri bir şehrin arkasında, siluetler halindedir. Ankara’da yaşayan insanların çoğunun, mecburiyetten ve sevmeden bu şehirde yaşıyor olması belki de bu sebeptendir. Oysa ben Ankara’yı hep sevdim. Ve insanların bu şehri sevmiyor olmaları beni hep rahatsız etti. Burada, insanların yüzündeki ifadesizliğe bakıp onları aşağılayabiliyorum. Bu beni o kadar mutlu ediyor ve rahatlatıyor ki… hayır. Aslında burası bir rahatlama şehri değil. Ankara, benim için, yalnızlık ve sigara demektir. İnsanlar arasında ve sigarasızken bile. Adım, Kamuran. Yalnızlığımı, hep “çok yalnızım” diyerek giderdim. BÖLÜM 5: BEKLEYEN (SARI ADAM) Hayatım boyunca, hayatımı değiştirecek bir şeyler bekledim. Piyangodan büyük ikramiye, büyük bir miras, “keşfedilmek”. Beni bir şeyler için uğraşıp didinmekten kurtaracak herhangi bir şey. Bekledikçe bekledim. Sonunda öyle bir yere geldim ki, beklesem de aynı şeydi, devam etsem de. Trafik lambalarında, kırmızı adam durur, yeşil adam yürür. Peki sarı adam nerdedir, ne yapar? Sarı adam aranızda dolaşıyor, ne yaptığını bilmeden. Adım, Kamuran. Hiç piyango bileti almadım. BÖLÜM 6: YIKINTI Bundan beş sene önce bir insan yıkıntısıydım. Çok eski evlerin, bir yüzyıl boyunca yavaş yavaş dökülmesi gibi, hiç fark ettirmeden yıkılmıştım. İşlevsizleşmiştim. Okulu bitirmeme çok az kalmıştı ve derslere girmiyordum. Bütün zamanımı evde oturarak geçiriyordum. Oysa evde oturmak bile istemiyordum. Parasızdım. İnsanlardan


borç alıyor ve ödemiyordum. İnsanlara sözler veriyor ve tutmuyordum. Hiçbir şey hissetmiyordum. Kız arkadaşım, onu sevdiğimi sanıyordu. Sevmiyordum. Sevmiyor olma duygusunu bile hissetmiyordum. Sebepsiz yere bir yıkıntıya dönüşmüş olmam beni iyice yıkıyordu. Hayatımın aslında, bu yıkıntıya dönüşme eylemi olduğunu çok sonraları fark ettiğimde, hiç şaşırmadım. Adım, Kamuran. Hiç kimseyi sevmedim. BÖLÜM 7: GRİ Her şeyi griye boyamak ona o kadar çok yakışıyordu ki bazen onu gördüğümde içime bir acı saplanıyor, bu acı beni içinde bulunduğum boşluktan yeni bir boşluğa çekip çıkarıyor ve mutlu olmamı sağlıyordu. Benim içimde, dış yüzeyimle kendisi arasında bir katmanda kıvıl kıvıl hareket ediyordu bazen de. Ben, o her şeyi boş vermiş halimle bir yandan okuldan mezun olup iş bakarken, bir yandan da onun peşinde dolanıyordum. Hayatım, bir düzene oturmuş, son hız yerinde sayıyordu. Ona aşığım diye kendimi kandırarak, bir parça daha kaçıyordum acınası benliğimden. Ona hiç de aşık olmadığımı fark ettiğimde, onu ilk gördüğüm andan on saniye sonraydı. Adım, Kamuran. Sadece kendimin acımasını hak ediyorum. BÖLÜM 8: OTOMATLAŞAN BEDENLER Sevgilinden ayrıldın üzül, takımın yenildi sinirlen, maaşın yattı sevin, sabah kalk akşam yat, boş zamanlarında kitap oku, haftada iki kez banyo yap vs. vs… Günlerimi otomatlaşan bedenler arasında bir robotmuş gibi yaşıyor olmak beni hep yaraladı. İnsanoğlu ruhunu ne zaman kaybetti biz ne zaman suyu çıkarılmış gariban portakal kabuklarına döndük buna tabii ki kimse cevap veremez. Ama ben size insanın portakaldan ya da kabuğundan öte bir şey olduğunu büyük bir gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ben bu kabuklardan birinin –kendimin- bir şekilde terkedilmişliğinden, boşluğundan ve çürümüşlüğünden kurtulup tekrar portakallaşabileceğine hep inandım. Ben insanın uzun süredir hapsolduğu kaçışsız??? gündelik yaşamın alışkanlıkları hapishanesinden kaçmaya karar verdim bir gün. Adım, Kamuran. Hayatım boyunca her şeyden hep kaçtım. BÖLÜM 9: TANRIYLA ARAMDAKİ BAĞ Sıradan insandan bir fazlalığım olması için nelerimi vermezdim. İyi şarkı söyleyebilsem mesela, çok ünlü bir basketçi de olabilirim. İnsanların(m) arkamdan konuştuklarında iyi bir şeyler söylediklerine dair umutlarım olsa. Keşke bu kadar iğrenç bir varlık olmasaydım. Tanrıdan tek istediğim şey bana bir özellik bahşetmesi. Adım, Kamuran. Tanrıya inanmıyorum. BÖLÜM 10: ÖZE DÖNÜŞ Biz insanlar hayatımızı kendimize ve başkalarına söylediğimiz yalanlar, oynadığımız oyunlar ve bunlara benzer bir dizi dolandırıcılığın üstüne kurmuşuzdur. Benim bir sene süren ve hala süren bu öze dönüş serüvenim işte bu düzenbazlıkları bir açığa çıkarma ve onların altında yatan özümü keşfetme çabamdır. Her şeye anneme telefon edip aslında tanrıya inanmadığımı söyleyerek ve özür dileyerek başladım. Annem aslında hepsini bildiğini söyledi. Ben de telefonu kapatıp uzun süre güldüm. Yıllardır boşu boşuna ailemin yanında başka bir adama dönüşüyordum. Sevgilimi arayıp onu sevmediğimi söyledim bana bağırdı. Kemal’i arayıp karısıyla ilgili fikirlerimi söyledim. Beni işten kovdu. Sonra dün ekmek almaya çıktığımda adamları kolumu kırdı. Bir tanesi de şeyime çok sert bir tekme attı. Bereket Kemal solak olduğumu sanıyordu. Onu yirmi yıldır böyle kandırıyordum. Daha sonra arayıp solak olmadığımı söyledim. Tanıdığım herkesi arayıp onları hiç sevmediğimi sevemediğimi onlarla olan bütün ilişkimin aslında menfaat ilişkisi olduğunu itiraf ettim. Her itiraftan sonra küçük bir de itiraf ekliyordum. “Anne tanrıya inanmıyorum.”,”Biliyorum oğlum.”, “Bir de sümüğümü yiyorum bazen.” “Kemal karını düzmek isteğini içimden atamıyorum.”,”Ne!?”,”Bir de tuvaletten sonra kıçımı silmiyorum.” Böyle böyle bir senede yıllarımı harcayarak edindiğim arkadaş çevremi ve sahte kimliklerimi, büyük oranda yok ettim. Artık gerçek Kamuran’ı yalanlardan oluşan o koca yığının altından çıkardım sayılır. Artık adımı söylerken yüzüm kızarmıyor. Çünkü artık adının Kamuran olduğunu söyleyen kişi gerçekten de Kamuran. Adım Kamuran. Geriye bir tek kediyi evden atmak kaldı. BÖLÜM 11: SON Adım Kamuran. Elinde hiçbir şeyi olmayan bir adamım. Son kibritimi rüzgar söndürdü. Son sigaramı da yerdeki su birikintisine düşürdüm. Şimdi, kendimi sürüklediğim bu hiçbir şeysizlik uçurumundan düşerken, ben, Kamuran, mutlu ve huzurluyum. Adım Kamuran. Artık varım. Emin Kitol p.s.Bu hikayeyi webde tesadüfen buldum. Yazan elemanın eline sağlık gelsin. Sağlıcakla kalsın.


andan kareler... (hiçbir şey anlatılamaz.... bazen.)

adam dudaklarını "o" yapıp dumanı barın üzerindeki sarı lambaya üfledi. duman ışıkta saçma sapan şekiller çizerek yavaşça soluklaşıp kayboldu. (hiçbir şey anlatmayan bir natürmort belki...)

adam eğilip barmenin kulağına bişeyler bağırdı. müzik çok yüksekti. mekan tamamen dumanaltı. biz uzak masadan söylenenleri duyamadık. sanıyorduk ki bir kadından bahsetti... kadının düşü duman ve müziğin gürültüsü arasında kayboldu... kadında...

ismi ve şekli belli olmayan bu kadın başka bir barda başka bir barmene daha çok bağırarak o adamın çük boyutundan bahsediyordu. en azından biz öyle sanıp gülüştük. biz ne kadını gördük ne de kadının adını duyduk... sanıyorduk ki bahsinin geçtiği anda kulaklarını parmakladı kadın serçe parmağıyla. yüzünda bir "hayırdır inşallah?" ifadesi...

aynı anda kıçı kaşınıyordu adamın. elinde bir "hayırdır inşallah" sembolü elini kıçına götürdü adam. biz bakınca vazgeçti kaşımaktan.

soru gibi sorulan ama aslında soruyla bir ilgisi olmayan "hayırdır inşallah?" kaşıntısı barmene bağırılan başka bir kadının bahsinden sonra silindi...

biz uzaktan düşledik olanları. üç buçuk kişiydik... ki toplasan bir adam etmezdik o anda. ışığın altında süzülen duman gibi kaybolduk... kötü birer resimdi suratlarımız, kimse bakmadı... kaybolduk.

Sylvan.

Eylül/2011 beyoğlu.


KALBİM KATLANMA BU DÜNYAYA Anılar biriktikçe sisleniyor aşklarda Yitiriliyor serüven duygusu ki o zaman Şeytanımı koluma takıp gitmeliyim Yeni bir cehennem kurmalıyım kendime Hep kendini yineliyorken sesler kokular Gittikçe birbirine benziyorken dünle bugün Ölümsüz olmak kadar ürkünç birşey Bu dünyaya alışmak duygusu Sonsuza kadar sonsuzluğa asılı kalmak Tanrılara ödül insanoğluna cezaysa Kalbim bağışlanmayacak birşey yap Katlanma kendine ve bu dünyaya Kalbim ödünç say sana ayrılan ne varsa Geri vermiştin dinini Dilini de unut artık Aztektin yahut Kürt, hüznünse Kızılderili Geri ver ne kalmışsa sende, umutların dahil Hiçlik, o sezdiren keder Buydu senin payın Duyumsa sülfürün yarışını Seni vur ,seni bekleme, seni tarihsiz kıl Bir kartala parçalat seni kayalara zincirleyerek Kurbanla kurban eden bilinmiyor tarihe bakarsan Bir efsaneydi yaşamak, sende bilmiyorsun bunu Medyomdu kimya bir senfoninin diliydi belki Yeni cehennemler kurmuştuk bilinebilir şeylerden Sözünü tut artık, seni tarihsiz kıl Ve katlanma bu dünyaya ey kalbim AHMET TELLİ

ÖMRÜM DİYORUM Üzgün bir çocuğun yalnızlığı Kadar saydam kalabilseydim Ömrüm derdim ömrüm nasıl da Dolu geçmiştir ölebilirim artık Ölüm hiç de ürkünç gelmiyor Yaşanmışsa tüm yaşanacaklar Acı yitiriyor anlamını ve renkler Kül oluyor körleşirken gökboşluğu Bu dünya dünya mıdır hani Bildiğimiz o yamyam küresi Ki apis öküzlerinin çekip durduğu Bir cansıkıntısıydı önceleri Hantal ve gürültücü bir tehdit Gibi düşüyorken üstümüze Alaycı bir gülüş takılıyor yalnız Dudaklarımın hüzün kıvamına Ömrüm diyorum şimdi ömrüm Üzgün bir çocuksun sen ve yalnız Öyle kal çünkü bu dünyada Sana en çok mutsuzluk yakışıyor

AHMET TELLİ


beynim sıvı halde algıladığı aşk'ı orta kısmına geçiriyor ve jelleştirip hapsediyor. evet evet, aşk depoluyorum ben. ki beynimde yer kalmadı artık. üstüste istiflenmiş kadınlar, koliler dolusu hatırat, balyalanıp paketlenmiş numaralandırılmış bir sürü hikaye. beynimin kıvrımlarına kadar aşk doluyum ben. ama sevmiyorum hiçbir şeyi. muayyen günlerinde aşk.. kötü kokuyor bu aralar.

kötü bir reklam filmi gibi afişe edilmiş bazı küçük sırlar. ki bazen mide bulandırıyor başkasının yaşadıklarını yazmak. başkalarının yaşadıklarını yaşamak. başkalarının başkalaşımlarına başka başka şekillerde tanık olmak. ve soğuyup tiksinmek başkalarından...

beynim jel halinde duvarda patlayacak birazdan. Yavaş yavaş duvardan aşağı kayışını izleyeceğim eski sevgilimin. Giderken ardında bıraktığı sümüksü bir sıvıyla terkedileceğim. Üstüne bilerek basıp, ayaklarımın kaymasını, yanlışlıkla düşüp omurilik soğanımın metal sehpanın köşesine çarpmasını dileyeceğim tanrıdan. Ama daha önce metal, sivri köşeleri olan bir sehpa dileyeceğim. Boğazıma kadar aşka battım. Hepsini seviyorum beni sevmediklerini söyleyen sevgililerimin. Bahanelerini seviyorum. Yalanlarını seviyorum. Boğazıma kadar boka battım. Bu çıldırmanın eşiği olmalı.

evet evet yanlış duymadınız... bu kadar aşkla dolu olmama rağmen sevmiyorum sizi. (bu ağzımdan sarkan sıvının salya olduğunu düşünüyorsunuz – yanlış!!! )

Dip not: bazen bir insanın içine canavar kaçmış gibi olur. kötü şeyler düşünmek için kötü bir şeyler olması gerekmez. içsel seslerimizin sesi bu kadar bastırıldığı için gözlerimizi kısıp bakıyoruz hayata. en güzel kısmı aklımızdan geçenlerin tanığının olmaması... geçenlerde şunu keşfettim iç sesimi kıstıkça dişlerim sivriliyor. zararsız kalabilmek için dış sesimi susturacağım eylül/ikibinonbir standart-istanbul.


Bitirmeden önce; söyleyecek sözleri olanlardan esintiler. Ağır ağır ölür alışkanlığının kölesi olanlar, her gün aynı yoldan yürüyenler, yürüyüş biçimini hiç değiştirmeyenler, giysilerinin rengini değiştirmeye yeltenmeyenler, tanımadıklarıyla konuşmayanlar. Ağır ağır ölür tutkudan ve duygulanımdan kaçanlar, beyaz üzerinde siyahı tercih edenler, gözleri ışıldatan ve esnemeyi gülümseyişe çeviren ve yanlışlıklarla duygulanımların karşısında onarılmış yüreği küt küt attıran bir demet duygu yerine “i” harflerinin üzerine nokta koymayı yeğleyenler. Ağır ağır ölür işlerinde ve sevdalarında mutsuz olup da bu durumu tersine çevirmeyenler, bir düşü gerçekleştirmek adına kesinlik yerine belirsizliğe kalkışmayanlar, hayatlarında bir kez bile mantıklı bir öğüde aldırış etmeyenler. Ağır ağır ölür yolculuğa çıkmayanlar, okumayanlar, müzik dinlemeyenler, gönlünde incelik barındırmayanlar. Ağır ağır ölür özsaygılarını ağır ağır yok edenler, kendilerine yardım edilmesine izin vermeyenler, ne kadar şanssız oldukları ve sürekli yağan yağmur hakkında bütün hayatlarınca yakınanlar, daha bir işe koyulmadan o işten el çekenler, bilmedikleri şeyler hakkında soru sormayanlar, bildikleri şeyler hakkındaki soruları yanıtlamayanlar. Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir. Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi muhteşem bir mutluluğun kapısına. PabloNeruda


Hayaller ve yıkılan bi şeylere dair.

Hayaller bebeğim. Gerçekleştikten sonra hayal olmaktan çıkacak. Biliyorsun. O büyülü etkisi kaybolacak güzelliğin. Yüzü kırışacak insanlığın. Yaşlandıkça, hayallerde yaşlanacak. Gözlerin ıslandıkça büyüyecek, ektiğin sabır tohumları. Sabreden derviş dinden çıkacak; yıkıldıktan sonra gerçekleşmesini umduğu hayaller. Gerçekler bebeğim… Hayal olmaktan çok uzakta. Ne kadar kızsan da olanlar için, yaklaşamayacaksın sıcak soğuk oyunundaki gerçeğe. Hep bir şeylerin eksikliği ensende ve bir şeylerin anlamsızlığında yakacak bedenini. (bütün bir ömrü tüketmiş ve ağlamamış arkasından yitirdiklerinin) Yaşam bebeğim… Bildiğin şeylerin yalan olduğu gerçeğinden başka bir halt değil… Belki bu bile değil. Kayan bir yıldızın altında oturup dilek tutmak eksiksiz bir hayat için. Tamamlanmadan ölmek, evren hakkında sorular oluştursa da zihninde, bitirmeden giden insanlardan daha karmaşık değil. Ya da tam anlamıyla insanı bitiren ve giden insanlardan. Ve özlemi… gittikçe eksilen ömrüne bakıp geçmiş güzel günlerin özlemi... Yıkılan bir şeyler var bebeğim. Hep bir şeyler oldu yıkılan. Ve yıkan tamamlayıcı unsuru bu önermenin. İçinde binlerce insanın anılarını barındıran, aşklara, ayrılıklara, mutluluklara ve belki cinayetlere sahne olmuş bir eski bina gibi yıkılıp gider hayallerde. Ardında sadece toz bırakır. Kalıntılardan çıkanlar ise bebeğim, gerçeklerden başka bir şey değil. Her şeyin toz olduğu gerçeği. Yıkılan bir şeyler var. Yıkılıp yıkılıp kaçılan bir yerler var. Devrilip devrilip kalkan insanlar, o yıkıntılarda. Belki de o yıkılanlardan kalan toz, biz insanların insanlığından kalan son tortular, son insanlık kırıntılarıdır. Hayaller bebeğim. Sen var oldukça devam edecek. Ve sen gerçekleşmeyeceğini düşündükçe gerçekleşecek. Gerçekler bebeğim, bunlardan ibaret. Yaşam bebeğim varolmaktan ibaret. Gerisi fasa fiso. Bildiğim tek gerçek ise şu an…. beynimin topuklarıma göçtüğüdür.

Sylvan.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.