Serzeniş Fanzin No:1

Page 1

Mayıs 2018

SERZENIŞ

.



- sürdürdügü - bu dünyanın içinde kendi yarattıgıYapay olanın varlıgını mız tanrılarla yok olusumuz kaçınılmazdır. Oysa gerçek olan en güzel , ve en sade haliyle karsımızda. ,


ACILAŞMAK

Kişi gerçeklikten(sözde) korkmaya başladığında acılaşma başlar. Bu zehir herkesin içinde biraz vardır. Dış tehditlerden korunmaya çalışan kişiler, dış dünyaya karşı yüksek duvarlar örerler. Yeni yerlere, yeni insanlara, farklı yaşantılara kendilerini kapatırlar. Bu duvarlar onları yoksunlaştırır. Acılaşma başlar. Zehrin bünyeye yarattığı en büyük sorun tutkuların su yüzüne çıkmasını önlemesidir. Bu zehir ana hedefi olan iradeyi ele geçirmiştir. İradesiz insanlar kendi dünyalarının dışına çıkamaz olurlar. Çünkü tüm enerjilerini o duvarı örmekle harcamışlardır.



Bütün ailenin tek kaptan yediği patateslerle oynarken, bir şeyler dikkatini çekti. Annesinde bir hüzün var gibiydi. Sonra aklına bugün çiftliğe gelen o güzel kadın geldi. Annesinin ellerine gözü kaydı çatlaklar ve yaralarla doluydu, sarı saçları eski parlaklığını kaybetmişti, elbisesi toz ve yamadan hangi renk olduğu bile belli olmayan bir haldeydi. Kahveyi doldurma işini normale göre daha ağır ve düşünceli yapıyordu, belki o da aynı şeyleri düşünüyordu. Bugün gelen asil çift onu da kendisi kadar etkilemişti. İnsan bir devamlılığın içinde düşünmemeye başlıyor. Varlığını, bu hayatta ne yaptığını ise kendinden farklıyı görünce sorgulamaya başlıyor. Neden her sabah güneş bile doğmadan kendilerine ait olmayan bir tarlada çalışmaya böylesine adanmışlardı? Neden daha fazlası düşüncesinde içini bir sıkıntı basıyordu? İçten içe biliyordu daha fazlasını istedikçe gerçek


mutluktan uzaklaşacağını. Bugün gelen beyefendi kendinden bakımlıydı ve varlıklıydı evet ama o kasabanın en acımasız rehinecisiydi. İnsanların, kapılarında sürüklenerek kovuldukları onların kulağına kadar gelmişti. Bugün köye geldiğinde bile herkes korkuya kapıldı. İnsanların mutsuzluğuydu onun parasının temeli. “Annem böyle bir insan olsam beni meşhur duvar kepçesiyle beynim akana kadar döverdi. Hele annemle karşılaştırdığım kadını herkes bilirdi, beyefendi onu çok üzerdi. Her davetten sonra başka evlere gidermiş bunlarda bizim köye kadar duyulan dedikodulardı. Ne zaman bunları düşünsem solumda oturan güzel karım aklıma gelir, ona bunları yasatma düşüncesi bile kalbimi sıkıştırır, tanrıya dua etmeye başlamama neden olurdu. Şu patates yemeğinde biraz daha yahni olsa güzel olurdu elbet, masada bir balık olsa ama bunları elde etmek için insanları mutsuz etmektense bütün kasabaya patates yemeği yapardım.” O bunları düşünürken aile çok hızlı bir şekilde yemeğini yemeğe devam ediyordu. Bugün normale göre daha fazla yorulmuşlardı. Kimse konuşmadan hakkı olan kadarını yemişti. O kadar alışılmış bir düzenleri vardı ki aynı kaptan herkese düşen yemeği herkes bilirdi. Diğerinin hakkında kimsenin gözü yoktu. Doymuşlardı ve kahve servis edilmeye başladı. Büyükannenin sesiyle aile genç oğlana odaklandı. -”Yemeğini hızlı ye kahve sıcak içince güzel” dedi. Bu sözlerden sonra hızlıca yemeğe koyuldu. Patatesleri soğumuştu. Kahvesini soğuk içmeyi hiç sevmezdi. Kafasındaki saçma düşünceler kahvenin kokusunun heyecanıyla uçup gitmişti...



Zil çaldı. Koca bir hengâme. Herkes bahçeye koşuyor. Havalandırmaya çıkmak mecburi anlaşılan. Bende çocukların arkasından yavaş yavaş bahçeye doğru yürüyorum. Eski konağın caddeye bakan pencerelerinden karşıdaki parkın ağaçlarını izleyerek geçiyorum koridoru. Adana’da hava şahane bu mevsimlerde. Orhan hocanın sınıfının önünden geçerken haftalardır çalan aynı şarkı duyuluyor. Yine radyonun sahibinin kızının kendisi için istettiği parçanın kaydını dinliyor belli ki. “Orhan hocaya” diyor spiker buğulu sesiyle övgüler yağdırarak. Gurur duyarak anlatır sık sık. “Bir öğretmen için” der “en büyük hediye öğrencilerinin sevgisidir.” Arkasına da ekler: “basınla da arayı iyi tutmak lazım. Sonuçta artık güç onlarda. Vallahi bir anonsa bakar ayağını kaydırmaları.” Şarkıyı mırıldanarak bahçeye atıyorum kendimi. Asiye ablaya yakalanmadığım iyi oldu. Yoksa yine o acı çayını içmek zorunda kalacaktım. Okulun hademesi Asiye abla. Kocası gazi, o yüzden bu okulda iş vermişler diyeti olarak. Küçük oğlanı da buraya yazdırmışlar. Okul yardımı vesaire. “Geçinip gidiyoruz işte hocam. Allah büyüklerimizden razı olsun” diyor her seferinde. Diyemiyorum ki senin kocanı o büyüklerin bu hale getirdi abla diye. Alıp çayı içiyorum bende. Pek bir mutlu oluyor. Ona yapabildiğim yegâne iyilik. Ahmet hocadan kaçmak mümkün olmuyor ama. Bahçe nöbetçisi çünkü o gün. Gülümseyerek geliyor. Muhtemelen yine doksanlardaki mecburi hizmet günlerini anlatacak. Terörün terör olduğu zamanlarmış. Sanki terörün terör olmadığı zamanlar varmış gibi. İnsanlar başkalarının acılarına bakmayı bilmediği için bu haldeyiz birazda. Ateş düştüğü yeri yakıyormuş illa. Aynı canı paylaşmadığımız sürece sadece düştüğü yeri yakacak o ateş ve sürekli insanlar başkalarının acılarını küçük görecekler. Yine de Ahmet hocayı kırmak istemiyorum, sabırla ve müdahale etmeden dinliyorum anlattıklarını. İyi niyetli birisi. Tipik bir Ecevit memuru. Bir yanı kap kara diğer yanı rengârenk. Arka bahçeye kadar yürüyoruz birlikte. Yol boyu yere bakmışım, hiç farkında değilim. Kafamı kaldırınca görüyorum ki bahçenin köşesindeki çöp kutusunun etrafında onlarca öğrenci toplanmış, bir tanesi de içine girmiş kartonları dışarıya atıyor. Hızla o tarafa gidiyoruz hocayla. Yaklaşınca anlıyoruz gerçeği; öğrencilerin akranı bir çocuk kartonları atıyor duvarın diğer yanındaki arabasının içine. Yaşları aynı, yüzleri farklı. Onun yüzü ifadesiz, donuk. Bocalıyoruz hocayla birkaç saniye. Ne diyeceğimizi bilemeden baka kalıyoruz öylece. Çocuk bizi görünce telaşlanıyor. Tellere doğru atılıyor birden. “Aman!” deyip ayağına yapışıyorum. “Tamam” diyorum “bir şey yok, yavaşça çık.” Kalan kartonları da tutuşturuyorum eline. Duvardan atlarken minnetle bakıyor gözlerimin içine. Sonra yüzünde yine aynı ifadesiz donuk bakışı görüyorum. O bakış ateş gibi düşüyor yüreğime. Caddede kayboluşunu izliyorum. Sonra çocuklara dönüp “izleyecek ne var” diye uzaklaştırıyorum oradan. Yüzlerinde ki şaşkınlık ürkütüyor beni. Her şeyin farkındalar o masum yürekleriyle. Bir kez daha anlıyorum, ateş sadece düştüğü yeri yakmıyor.


Duvar: Hiç olanlara uzak diyarlardan bir selam, bir vefa borcu.

-Dördüncü koğuş değişmez, dışarıda da hayat yok kimse kimseye bakmıyor. Herkes koşuyor herkes telaşla koşuyor. Nereye koşuyor? Anam bana yavru kuşum güvercinim derdi. Ne güzel saçları vardı anamın. Beni okşardı beni bağrına basardı bana yavru kuşum güvercinim derdi, güvercinim. Karabaş'ta öldü herkes ona topal orospu derdi. Beni ne çok severdi, ne çok.


Yılmaz Güney’in Cannes’da ki büyük ödülü aldıktan sonra çektiği ilk filmi ve hayatında ki son filmi… 80 darbesinden sonra yargısız cezaevlerine toplanan insanların yaşadığı adaletsizliğin manzarası… Merkez cezaevinde geçen olaylar Türkiye’de ki yozlaşmışlığı apaçık ortaya sermektedir. Yılmaz Güney 81 yılında firar ettikten sonra Fransa’da binbir zorluklarla çektiği filmi, 76’da kaldığı cezaevindeki çocuk koğuşunda çıkan bir isyandan esinlenerek yaratmıştır. Ankara Merkez Cezaevinde çocuk koğuşu önemsenmemekte, çocuklar türlü işkenceler ve cinsel istismara maruz kalmaktadır. Kimi mahkumlar paraları olduğu için kayrılırken diğer yanda açlıktan ölen ve soğuktan donan çocukları görmekteyiz. Dönemin siyasi mahkumlarını da gerçekçi bir şekilde yansıtan yönetmen aynı zamanda devlet otoritesini eleştirmekte ve mahkumlara uygulanan mental baskıyı apaçık ortaya sermektedir. Kadın koğuşundaki doğum sahnesi ile de Yılmaz Güney’in sinemasındaki sınırların ne denli geniş olduğunu anlıyoruz. Bence Duvar filmi Yılmaz Güney’in toplumcu gerçekçi tavrını en iyi şekilde ortaya koyduğu filmidir. Hayatı boyunca 25 cezaevinde yaşayan Yılmaz Güney gördüklerini tek bir cezaevinde bir araya getirerek bize o dönemin manzarasını net bir şekilde aktarıyor.

“Ben gerçekleri olduğu gibi anlatmazsam benden hesap sorarlar, tarih benden hesap soracak” (Yılmaz Güney)




Birbirini tanımadan aynı ağaca ah’larını asan 2 kadın; Füruğ Ferruhzad ve Didem Madak. Biri Mezopotomya’nın kuzeyinde, biri güneyinde yaşadı. Aynı zaman diliminde bile nefes alamadılar. Ama parmak uçlarından ta ki en derin dertlerine kadar, birbirini ilmek ilmek örecek kadar benziyorlar birbirlerine. Didem ve Füruğ; Dünya’nın çıkmazına saplanmış, içinde bulunduğu çukura şerler okuyan, içini ve dünyayı şiirleriyle yıkamaya çalışan 2 güzel kadın.

. IKI KOCA BOSLUK; FÜRUG FERRUHZAD VE DIDEM MADAK . . .

Füruğ Ferruhzad; 20. yy İran şiirinin en önemli ve en kederli kadın şairlerinden. Virginia Woolf ’un ‘’Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!’’ öğüdünü sahipsiz bırakmadı ve yazdı. Toplumdan, ailesinden ve eşinden yazdıkları yüzünden büyük tepki topladı. Çünkü evde oturup çocuğuna bakmak yerine kalkmış, bir kadın olarak şiir yazmıştı! Çünkü payına düşen ‘’yasak gökyüzün’’e yazarak karşı çıkmıştı. Ne gökyüzü yeterdi çünkü ona, ne yeryüzü. Sevmek için, yaşamak için, elleri için çok küçüktü dünya. Oturduğu hiçbir ağacın gölgesine sığmıyordu. Bir ağaç kovuğu ona yetiyordu da ağacın gölgesine sığamıyordu! Böylesine yetersiz bir dünyada, varlığını büyütmek için, her doğum ve yeni bir dünya yaratır gibi her ten, bir şiire tamamlamaya çalışır kendini. O da hayatı boyunca kendini bir şiire tamamlamak için yazdı. Ruhunun ve o'nu kanıtlayan bir nefesin hakikatlerini anlattığı her satırda, kelimeler büktü hakikati ve Füruğ’u. Hakikat, kutsal kitaplara saplanmış uzun, çelimsiz bir çubuk gibiydi onun için. Her satırda Füruğ’un ruhunu deldi geçti o çubuk. Satırlarında, o yaradan damlayan kanlar kaldı. Didem Madak; belki bir çocukluk anısının uğruna hayatı boyunca mümkün olmayacak kadar güzel şiirlerle anlattı kendini. Yazmak onun için, küçük bir çocuğun kibritle oynaması ve her defasında yangın çıkarması gibiydi. Kalemiyle rengarenk çiçekler dikti şiirlere, çiçekli şiirler yazdı. Bir yandan hayatı hafife alamamanın öfkesi, sıkılmış dişler gibi sırıtıyordu şiirlerinde ve yazdığı her cümbüşte kederi karıyordu. Bir yandan da bir tencere çorba kaynatmanın dünyaya güzellik katacağına inanıyordu. Annesini erken yaşta kaybetmişti. Şiirlerinde, yaşadığı süre boyunca annesinin ve sonrasında annesiz büyümenin onda bıraktığı izleri yazdı. Yine de yaşamın gücüne inandı ve bir umudunu bulduğu bir kız çocuğu doğurdu. Yıllar boyunca yazmaya çalıştığı çiçekli şiirleri, doğurarak bir nefeste yazdı. Kızı Füsun, karnından çıkan en güzel şiirdi. Ne yazık ki erken yaşta hayatını kaybetti Didem Madak. Ama o hayat boyunca kadınlar için hazırlanmış ambalajlı hayatları reddetti. İçinde kendi için başka bir dünyanın devrimini yapan cesur bir kadındı. Her ikisi de şiirlerinde yalnızlığı, dünya sancısını, kadın olmanın getirdiği zorlukları ve dayatılan yaşamı anlattılar. Kadının toplum içindeki rollerine, sorunlarına dikkat çeken; zaman zaman eleştiren şiirler


yazdılar. Aşklarıyla, kederleriyle dünyaya kafa tuttular. Efsunlu cümleler ve tılsımlı şiirler yazmaktan nasır tuttu elleri. Karanlık ayetler üflediler sokaklara. Yazdıkları her şiir tekrar doğurdu onları kendi rahimlerinde. Her ‘yeniden doğuş’ta topluma ve erkeklere rağmen satır satır var ettiler kendilerini. En nihayetinde ikisi de dünyaya uğrayan ama aslında başka bir alem içinde yaşayan kadınlardı. O alemi kelimelerle taşıdılar bize, kadınların nefesine ve ateşi hiç sönmeyen Ortadoğu kazanına. Gün gelip de Ah’lar Ağacı’nı yazdığında Didem Madak, aslında o alemi yazdı karış karış. Ki bunu yapan ilk kadın şair o değildi. Aynı alemi anlatan bir kadın daha vardı; Füruğ Ferruhzad. Füruğ Ferruhzad’ın aynı isimli kitabındaki ‘Yeniden Doğuş’ şiirinden birkaç satır; Tüm varlığım benim, karanlık bir ayettir. Seni, kendinde tekrarlayarak Çiçeklenmenin ve yeşermenin sonsuz seherine götürecek. Ben bu ayette seni ah çektim, ah Ben bu ayette seni Ağaca ve suya ve ateşe aşıladım! Füruğ Ferruhzad 1967 yılında, henüz 32 yaşında geçirdiği trafik kazası nedeniyle hayatını kaybetti. Yıllar sonra Füruğ Ferruhzad’ın öldüğü yaş olan 32 yaşındayken bir şiir yazdı Didem. Ah’larını astığı ‘Ah’lar Ağacı’ şiirini yazdı; Bazen ah diyorum durmadan, Şimdi ben ahlat’ın başında, Otuz iki yaşımda. Ah’lar ağacı gibi. Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma, Mavi, mor, kırmızı ve yeşil, İstedim, hep istedim, Sen iste derdim, iste yeter ki; vereyim. Her istediğimi verdim. Arttım, fazlalaştım, eksikli yaşamaktan. Ah’lar ağacıyım, gibisi fazla. Hiç tanışamayan ama aynı olan iki kadının yaşam yeminidir bu acı tesadüf. Ne yazık ki yaşam, tuttuğumuz yeminleri nefes kılmıyor bize. Didem Madak ‘’Buğu’’ şiirinde ‘Çocuklar gibi, ölmeyi bilmeden öldüm’ diyordu. Öyle oldu, ölmeyi bilmiyorlardı ama her dehlize girip, her sırra erip, üryan şiirler çıkarıp sancılı rahimlerinden, erkenden ayrıldılar bu dünyadan. Nihayetinde dünyanın tılsımını bilen kadınlardı. Ölümde, yaşamda ve şiirde sonsuzluğu, bilinmezliği ve gizemi en iyi anlatan şey, yanyana gelmiş 3 tane küçük, siyah noktadır. Bu 3 noktanın arasında 2 boşluk oluşur. 2 koca boşluk, iki koca harf; AH! Kendini hem sonsuzluğa gark eden hem de nokta konmuş iki son arasında gidip gelen 2 koca boşluk; Didem Madak ve Füruğ Ferruhzad. Bütün çiçekli şiirleriniz ve karanlık ayetleriniz bize emanet.


Cümle minare sesleri seni hatırlatır öldüğünde dünyada insan kalmadı sakalları sarı pirüpak saçları belinden uzanıyor dünyaya sen ölünce her şey öldü ey aşk bir ben ağladım birde martılar şebboy çiçekleri protesto ettiler hayatı beyazını sakladılar, mor bile başka bir renge döndü çocukluğumun yaraları... önce yeşile sonra sarıya... dokunma anne! acıyor içime gömdüğüm çürüklerim -annem bile yoktusen bende kapanmaz bir yara bıraktın


Zorlu bir hayat düşmüştü payına bu dünyada. Belki de böyle sınayarak olgunlaşmasını istemişti Tanrı. Şikâyet etmezdi hayatından. Sızlanmazdı pek. Başa geleni çeker, acıya katlanmayı bilirdi. Bazen gözyaşlarına boğularak yapardı bunu, bazen de sessizce o yaşları içine akıtarak. İnce ruhlu biriydi o. Sevecen, merhametli, kırılgan, içindeki çocuğu hep koruyan biriydi. Duyuları her türden uyarılmaya çok açıktı ve bu da acıyı davet ediyordu ne yazık ki. Bir gece vaktiydi ve uzun sahil turuna çıkmıştık. Bir süre susmuştu yürürken. Ve sonra durup bana doğru dönerek “Gözyaşının olmadığı bir yere gitmek istiyorum” demişti, “Var mı sence böyle bir yer?” Vardı elbette öyle bir yer. Ama bu dünyada değildi. Ve bunu söylemek doğru olmayacaktı. Ve bir şeyi daha diyemedim ona. Nereye giderse gitsin gözyaşlarını da götürecekti. Öyle olmak zorundaydı. Gözyaşı yaşamının bir parçasıydı çünkü. Eğittiği duyguları, insanlığı, uyarıcılara karşı aşırı hassas yüreği gözyaşının olmadığı bir yeri olanaksız kılıyordu onun için. İnsanların, içlerindeki kötülüğü çok kolay ortaya çıkarmaları yaralıyordu onu çünkü. Zamanı geldiğinde arkada bırakılıp gidilecek olan dünya malı için bunca kavgaya anlam veremiyordu. Ezilenler için fazla bir şey yapamayacağını bilmek acı veriyordu ona. Hayatına saldırıyordu çoğu zaman en sevdiği insanlar. O herkesi anlamaya çalışırken, kimse anlamak istemiyordu onu. Pırlantadan bir yürek taşıyan onun gibi biri için yaşanacak yer değildi belki de dünya… Ve belki de bunu bildiği için, gitmek istiyordu gözyaşının olmadığı bir yere…



MEÇHUL ÖĞRENCİ ANITI Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında Bir teneffüs daha yaşasaydı Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür Devlet dersinde öldürülmüştür Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu: -Maveraünnehir nereye dökülür? En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı: -Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir. Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır: Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır: Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri: Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

ECE AYHAN


Benim büyüdüğüm mahallede lunapark vardı. Büyüdüğüm şehirde, en azından benim için, bu bir ayrıcalıktır. Çünkü bir çocuk için lunaparka gidilen günler neresinden bakarsanız bakın özel olur. Bu yüzden bizim orda kimse lunaparka önünden geçerken uğramaz, evden lunaparka gitmek için çıkar. Büyüdüğüm mahallede, ben büyüyene kadar tam on iki yıl geçirdik. Bu on iki yılda, tamı tamına beş ev değiştirdik. Hiçbir ev sahibi ile anlaşamayıp her defasında o mahalleden başka bir eve taşınıyorduk. Ayrılamıyorduk mahalleden anlayacağınız. Yalnız lunapark o mahallede diye değil, aynı mahallede sağlık kabini işleten annem burayı çok seviyor diye. Bu durum, mahallede lunapark olmasından daha önemliydi benim için. Çünkü annemin o küçük ailemizi bir arada tutmak uğruna nasıl uğraştığını görseydiniz bana hak verirdiniz. O evden bozma zemin katı -başka eve çıkacak durumumuz olana kadar -hem ev hem ekmek teknesi yaptı annem bize. Ne sabahları otlu peyniri çok kaçırınca tansiyonu çıkan ninelerle, ne de gece kafaları yapıp birbirlerini kesen sarhoşlarla uğraşırken sesi çıktı annemin. Şuan anlıyorum ki kimse beş lira için yatağından çıkarılmak istemezmiş. Ama dünyayı sikine takmayan bir kocanız ve bakmanız gereken iki çocuğunuz varsa, ocak ayının o ayazında seksen altı yaşında bir herifin sikindeki sondayı sökmeye gitmek zorundasınızdır. Gecesi gündüzü yoktu annemin; geceleri bunlarla uğraşırken, gündüzleri gerek iş yerinde gerek mahallenin dört bir yanında şifa dağıtmaya devam ederdi. Öyle Florence Nightingale ekolünden geldiğinden değil de; ekmek parası işte. Yine de bu kadar hengâmenin arasında birde benimle uğraşırdı. Küçüktüm o zamanlar ve bu yüzden annemi anlayamayacak kadar bencil. Ben hep ortadan kaybolurdum annem de beni arardı. Bazen bir ağacın tepesinde, bazen bisikletle yeni ufuklara yelken açarken, bazen de lunaparktan dönerken bulurdu beni. O zamanlar lunaparka çıkan yolda bir çamlık vardı. Şimdi çam ağaçlarını kesip ordu evi yaptılar göl manzaralı. Ordu evinden önce çamlık pek tekin bir yer değildi aslında. Belli bir saatten sonra içmeye, araba da sevişmeye gelenler olurdu. Ne kadar ilgimizi çekse de o yaşta bir çocuğun şahit olmaması gereken şeylerdi bunlar. Mesela ben hayatımda ilk kez gerçek bir sutyeni o çamlıkta gördüm, otuz metre ilerisinde sahibinin cesediyle birlikte. Bu yüzden annem mahal lenin lunapark olan tarafına gitmemize pek izin vermezdi. Tabi ki ben de annemi dinlemeyip bu keşmekeşin yükünü beraber omuzladığımız badim, can yoldaşım, sırdaşım, silah arkadaşım Kadir’le birlikte ilk boşlukta lunaparkta alırdım soluğu. Kadıncağızın koşturmaktan ortalarda olmadığımızı anlaması birkaç saat sürüyordu zaten. Biz de o bir kaç saatte hiç paramız olmadığı halde tüm aletlerde üç tur atar öyle giderdik eve. Çünkü mahallenin ne kadar iti kopuğu varsa lunaparkta çalışırdı. Şartlar


çok iyiydi onlara göre; sigara parası çıkıyor, akşama kadar mavra, karı kız da var daha ne istesinler. Neyse o zamanlardan beri iyi anlaşırım it kopuklarla, severler beni anlayacağınız. Bu sayede hep bedava bindim aletlere. Kertiş Mehmet abi vardı mahallenin önde gelen delikanlılarından, bizim iki alt sokakta oturan arabın abisiydi. Ne zaman beni görse “gel lan benden bir tur bin derdi”. Kendimi çok önemli biri zannederdim o anlarda. Böyle hafiften götüm kalkardı. Kalabalığın arasından alete doğru slowmation hareketlerle ilerlerdim. Sanki Yuri Gagarin az sonra Vostok uzay aracına binecek, herkes dönmüş alkışlıyor. Hâlbuki bendeniz zincire bineceğim kumanda odasında da Kertiş Mehmet abi var. Atmosfere gir çık altı dakika. Ama yine de diğer çocukların elde edemediği bir ayrıcalıktı bu. Hatta birkaç defa can yoldaşım Kadir’le bile atıştık bu yüzden. Beni yalakalıkla suçluyordu. Bense kıskandığından adım gibi emindim ama kırmıyordum çocuğun gururunu. “Bindirmese nolacak lan, ben yine giderim Mehmet abinin yanına diyordum”. Belki de haklıydı Kadir alete bindirmese yüzüne bakar mıydım, hiç düşünmedim, zaten o kadar politik düşünecek yaşta da değildim daha. Gel gelelim saltanatımın zirve yaptığı dönemlerdi ki bir gün lunaparkta kavga çıkmış. Kertiş Mehmet abiyi iki yerinden bıçaklamışlar. Bir tanesini de suratına sallamışlar. Faça bozuldu ya, bu da gurur yapmış gitmiş delik deşik etmiş elemanı. Sonrada bir daha görünmedi ortalıkta. Bizim mahalleden de çalışan kim varsa çıkarmışlar işten. Neymiş “çalışırken cigara içiyorlarmış, kafaları güzelmiş”. Bahane tabi; Mehmet abinin vurduğu elemanın babası taşaklı adammış ortalığı ayağa kaldırmış. Bizimkilere de direk yol görünmüş yani. Lunaparkın tadı kalmadı o günden sonra. Annem her şeyi öğrendi; gizlice lunaparka gittiğimizi, sıvacı Yaşar amcanın oğlu Soner’in boğulmasından sonra gitmeyeceğimize söz verdiğimiz halde göle yüzmeye gittiğimizi. Kısaca yediğimiz her boku öğrenmiş mahallenin it kopuğundan. Bir güzel bastı tabi sopayı ama hiç ağlamadım. Kertiş Mehmet abinin hepimiz için bu yükün altına girdiğini düşünüyorduk çünkü. Bu yüzden yakışmazdı ağlamak. Çocuktuk işte… Şimdi arada yolum düşerse uğruyorum lunaparka, bir tur atıyorum içerde. Yüzler değişmiş, binmek gelmiyor içimden. İnanır mısınız o günden sonra iki defa ya bindim ya binmedim o alete. Yanlış anlamayın öyle parasından falan değil ama makinede kertiş Mehmet abi olmadığında eğlenemeyecekmişim gibi geliyor, bende manevi bir değeri olduğundan değil de içimden gelmiyor işte. Anlayacağınız Kertiş Mehmet abi kaybolduğundan beri ortalığın tadı yok. Ne yaptı, nereye gitti hala bilmiyorum. Bizde taşındık o mahalleden zaten. Aleti de yenilediler, yerine yeni nesil bir alet getirip bilet fiyatını arttırdılar. Yalnız oraya giden çocukların yüzleri aynı. Hâlâ…



Zaman, kırılgandır bu yüzden acıtır. Kastı senin canın değil aslında. Zamanın tanıklık ettiklerini dağlar da denizler de kaldıramaz. Bir tek insan, batar batar çıkar. İnsan, zamana batar. Gidip bile bile yürür zaman kırıklarının üzerinde. Ve doyasıya kanar. Kanmaya doyar. Bazen hazmeder bazen kusar. Uzun zaman önce şehrin birinde karşıdan karşıya geçerken içimden şu cümleyi duymuştum: "Gözlerimin gördüklerine, kulaklarımın duyduklarına artık katlanamıyorum." Peki sonra ne oldu? Katlandım. Katlanmışım. Baş etmişim. Karşıdan karşıya geçmişim, yürümüşüm o yolu. Yollar devam etmiş. Hiçbir şey bitmemiş. Öp hadi! Uzan da yanaklarından kendinin. Çünkü sen de bunu yaptın. Seni tanıyorum, seni biliyorum. Varsın! Var olmaya devam ediyorsun. Bir karıncanın taşıdığı yük kadar da olsa derdin, dermanın karıncanın sırtı kadar. Bu hep böyledir. Dağlar da karları bu şekilde giyinirler. Emsal olsunlar! Karıncalar, filler kadar taşıyamadıkları için bir şeyleri oturup ağlamazlar. Çünkü karıncalar, fil olmadıklarını bilirler. İnsanlar; bir türlü ne olduklarını ya da ne olmadıklarını bilemezler. Bazen karıncadırlar bazense fil... Hayat, bir tek insanı aldatır. Peki sen aldanıyorsun diye mi üzülmektesin yoksa ne olduğunu bilmediğin için mi? Ara! Ararsan, bulursun.

ARA! ARARSAN BULURSUN.


1 Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından. (1947) 2 Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, yani, beyaz masadan, bir daha kalkmamak ihtimali de var. Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz en son ajans haberlerini. Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, diyelim ki, cephedeyiz. Daha orda ilk hücumda, daha o gün yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. Diyelim ki hapisteyiz, yaşımız da elliye yakın, daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla yani, duvarın ardındaki dışarıyla. Yani, nasıl ve nerede olursak olalım hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... (1948)


3 Bu dünya soğuyacak, yıldızların arasında bir yıldız, hem de en ufacıklarından, mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, yani bu koskocaman dünyamız. Bu dünya soğuyacak günün birinde, hatta bir buz yığını yahut ölü bir bulut gibi de değil, boş bir ceviz gibi yuvarlanacak zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. Şimdiden çekilecek acısı bunun, duyulacak mahzunluğu şimdiden. Böylesine sevilecek bu dünya "Yaşadım" diyebilmen için...

NÂZIM HİKMET -Yaşamaya Dair-



Çizimler:

Kapak-Arka Kapak: Murat Karaçizmali Sayfa 1-2-17: Murat Karaçizmali Sayfa 3-4-11: Aylin Erdem Sayfa 5-6: Vincent Willem van Gogh Sayfa 7-21: Nihan Müjde Sayfa 12: Aysun Metin Sayfa 15-16-23: Merve Özpürçüklü Sayfa 19-20: Merve Göçer

Yazılar:

Sayfa 2: Murat Karaçizmali Sayfa 3: Aylin Erdem (Acılaşmak) Sayfa 5-6: Merve Göçer (Patates Yiyenler) Sayfa 8: Buğrahan Bul (Yan Kapımızdaki Kor Elbet Bizide Yakacak) Sayfa 9-10: Buğrahan Bul (Duvar) Sayfa 13-14: Kübra Nur Aslan (İki Koca Boşluk; Füruğ Ferruhzad ve Didem Madak) Sayfa 15: Faruk Koca (Pirüpak) Sayfa 16: Merve Özpürçüklü Sayfa 18: Ece Ayhan (Meçhul Öğrenci Anıtı) Sayfa 19-20: Buğrahan Bul (Lunapark) Sayfa 22: Aliye Şahan (Ara, Ararsan Bulursun) Sayfa 23-24: Nazım Hikmet (Yaşamaya Dair)

Düzenleyen: Buğrahan Bul


ADANA

www.facebook.com/groups/kfanzin/


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.