Serzeniş Fanzin No: 3

Page 1


G Ö K Y Ü Z Ü S I K I N T I S I Yazı: Özgür Elmas Çizim: Murat Karaçizmali

“ Ta n r ı o l m a k g i b i b i r ş e y d i ç i l e k o l m a k .”

Bugün izin günüm olmasına rağmen sabah 07:30 da, içimde gece boyunca ben uyurken büyüyen isimlendiremediğim bir hüznün baskısı ile uyandım. Bunu daha önce de yaşadığım için evde kalmamam gerektiğini bildiğimden, kendimi dışarı attım. Kıymalı börek çekmişti canım. Küçük bir börekçiye girip sipariş verdim. İçerisi alabildiğince kalabalıktı. Herkeste bende olan isimlendiremediğim sıkıntı varmış gibi hepimiz uyanır uyanmaz kıymalı börek yemeye gelmiştik sanki. Canımızın kıymalı börek çekmesi rastlantı değildi belki de, bu hastalığın ilacı buydu ve böreklerimizi bitirir bitirmez hepimiz hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edecektik. Yağlı, içinde kıymadan çok soğan olan böreğim ve demli istediğim açık bir çayı yaşlı bir adam masama bıraktı. Uzun siyah paltosu, dini bir ideolojiyi simgeleyen siyah fesi, yaşlılığına başkaldıran simsiyah uzun sakalları olan bir adamdı. Burada çalışmayı özellikle istemiş gibi yapıyordu görevini. Etrafımdaki insanlar içlerindeki sıkıntıdan kurtulmak için olabildiğince hızlı yiyorlardı böreklerini. Bende katıldım onlara. Bir tür dini ayin gibiydi. Böreğimin son parçasını ağzıma atar atmaz, orada çalışan 45 yaşlarında mütevazi bir teyze gelip tabağımı alıp, başka bir isteğimin olup olmadığını sordu. Burası bu kadar kalabalıkken servisin bu kadar hızlı olmasına şaşırmıştım. Üstelik bütün çalışanları yaşlıydı. Kadının gözlerine bakıp teşekkür ettim. Başka bir şey daha söylememi bekliyormuş gibi hala yüzüme bakıyordu. İçimi bir korku kapladı. Kadının gözlerinden kendime bakmaya başladım. Bu nasıl oldu bilmiyorum. Dükkan tıklım tıklım doluydu. Sipariş vermeye çalışanlar ve hesap ödemeye çalışanlar arasında bir savaş var gibiydi. Bu savaşın ortasında, ben yaşlı bir kadının gözlerinden kendimi izliyordum.

Bir adam kadının yanından geçmeye çalışırken sırtına dokundu. Dokunuşu sırtımda hissedip rahatsız oldum. Sonra adamın içinde hissettim kendimi. Yaşlı teyze de işine dönmüştü. İçinde olduğum adam cebinden 20 tl çıkarıp, “1 porsiyon kıymalı börek bir de büyük çay” diyerek kalabalığın üzerinden parayı tezgahtara uzattı. Tezgahtaki adam çalışanların en yaşlısıydı. Kıymalı börek var olduğundan beri burada çalışıyor olmalıydı. Parayı alırken sinirli bir şekilde adama baktı, aynı zamanda bana da bakıyordu tabi. Ben vücudumun nerede olduğunu merak edip oturduğum masaya dönüp baktım adamın gözlerinden. Masa boştu. İçinde olduğum adamla birlikte dükkandan çıktık. Yolda yürürken yanımızdan geçen gri renk mini etek giymiş, turuncu büyük bir kulaklık takmış bir kadının içine girdim. Sağır edici yükseklikteki bir sesle Rihanna dinliyordu. İnsanların kalçalarıma baktığını hissettim. Bu hem rahatsız edici hem de tahrik edici bir düşünceydi. Elinde, muhtemelen dün gece üzerinde uyuduğu kartonu taşıyan Kadıköy’ün delilerinden birisi, kimsenin görmediği biriyle konuşuyordu. İçinde olduğum kadını terk edip deli adamın konuştuğu kişi oldum. “Amına koyim senin. Tamam mı? Amına koyim” diyordu. Ne yaptığımı bilmiyordum ama adamın haklı olduğunu biliyordum. Onu delirtmiş ama yine de peşini bırakmamıştım. Deli adamın içine girmeye çalıştım ama başaramadım. Bilinçten kurtulmanın yolu yoktu sanırım. Biraz ilerimizde kendini idealist olarak gören orta yaşlı bir kadın “Dünyanın faşist liderlerinin hesabını halk verecek” diye bağırıyordu. Birkaç saniye sonra kadının içerisindeydim. İçeride kan gövdeyi götürüyordu. Elindeki kılıçla sitem ettiği liderleri parçalıyordu. Kılıç oldum bir an. Trump’ın kafasını kesti benimle. Çıktım oradan. Bir gözü kör bir sokak kedisinin kör olmayan gözü oldum. Az önce kıymalı börek yediğim dükkanın önüne geldik ve az önce içerisinde olduğum teyze kovaladı bizi. Karşı dükkanda, waffle’ın üzerine konmak için bekleyen bir çilek oldum. Tanrı olmak gibi bir şeydi çilek olmak. Çilek bile olabiliyorken deli olamamak şaşırttı beni biraz. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama bir anda kendimi deniz kenarında buldum. Deniz olursam yetinecekmişim gibi geliyordu. Deniz oldum. İçimde yaşayan her canlıyı hissedebiliyordum ama hiç olmadığım kadar yalnız hissettim kendimi. Bu yüzden insanlar denize bakıp hüzünleniyorlarmış demek ki. Denize uzun uzun bakıp derin yalnızlığımızı düşünüyoruz. Deniz olmak iyi gelmemişti bana. Evime gelene kadar uzaklara bakan bir adamın baktığı yerdeki umut ya da zamanın değerini bilen bir çift için zaman olmuştum. Tekerlekli sandalyeyle oğlu tarafından gezintiye çıkarılmış, ölüme yaklaştığı için saçlarının bembeyaz bir ölüm rengini aldığı yaşlı bir kadının düşünceleri olup zamanda yolculuk ettim. Geçmişte ya da gelecekte mutlu olabileceğim bir yer bulamadım. Bedenimin içinde çürümeye mecburdum sanırım. Bu düşünce olduğum her şeyde benimle birlikteydi. Odama ne zaman, nasıl geldiğimi bilmiyorum. En son ne olmuştum hatırlamıyordum da ama kendimi gökyüzü gibi hissediyorum…


ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar ile Ben Bazı İnsanlar

Bazı insanlar vardır konuşarak tastamam anlatırlar hislerini. Bazıları susarlar avaz avaz. Bazıları ağlarlar. Bense yazarım. Okunmayacağını bildiğim halde çok şey vardır yazdığım. Bir köşede ağlamaktan yazarım bazen. Bazen uçurtma uçuramamaktan. Bazen tutamadığım balıklardan yazarım. Bazen babamı yazarım. Bazen olmayışını, sözünde hiç durmayışını. Elbet, elbet yazarım.

*

Bir sokağın başından başlarım yazmaya. Karanlığından, rüzgarının ayazından, mevsimin kara kışından yazarım. Türlü türlü dertlerden sıyrıldıkça yazarım. Saat altıyı vurduğunda, henüz sabah olduğunda, sokak lambaları hala yanarken; tütünde duman usulca tüterken yazarım. Hangi şehrin hangi sokağıysa, hangi acının hangi son soluğuysa, hangi mevsimin en soğuğuysa yazarım. Ben, elbet yazarım.

*

Anlasınlar isterim okudukça. Her satırda anlasınlar. Her satır başında bana rastlasınlar isterim. Sokakları gibi olsunlar İstanbul'un. Balık ekmek olsunlar Eminönü'nde. Rakı olsunlar buğulu şişede. Arayıp bulsunlar da Kadıköy'de benimle yeniden doğsunlar isterim. Ben mi? Beklerim elbet. Şairlerin dilini anlayalı çok oldu. Başıbozukluğu bundan sebep yazdıklarımın. Terazisi bozuk aşklar da bundandır ya hep. Ah Süreya, ah Attila. Nasıl da rastlaşmadık sizinle aklım almıyor hala.

*

Sorarsan bana acıdan mı yazarsın diye hep. Önce bir duraklarım, sonra yeniden yazarım elbet. Sen anlatsana biraz mesela bana kuşlardan bahset. Hani beyaz üzerine sarı, hani kuzgun, hani martı. Açtım-mı rüzgara karşı kanatları.. Bak buna yazılır işte. Hani yazarım dedim ya sana. Yazarken de sustuğum olur. Kimi zaman ah der susarım. Kimi zaman iz der susarım. İzi ve ahı olan, izahı olmayanlarda.. Ben mi? Susarım elbet. SERAP FİDANCI


rutubete bir tepkiydi ve artık paramparça olmuştum, hissediyordum... Bir şeyler farklıydı. Uzun yıllar sonra bir şeyleri değiştirebilme inancıyla uyanmıştım. Sanki en büyük sırrım olan benliğimi açmak artık korktuğum bir şey değilmiş gibiydi. Kapıdan çıkıp kahvaltıda anneme ben erkeklerden hoşlanıyorum desem herkes anlayışla karşılayacak gibi; anlayışla karşılamasalar bile bununla baş edebilirmişim gibi.... Bu düşünceler arttıkça heyecanım da artıyordu. Beni anlamazalarsa yıllarca emek verdiğim sanat eğitimi sonunda bir işe yarardı ve onlara içten bir şarkıyla tepki verirdim. Deneyimlerimi, birikimlerimi gün ışığına çıkarırdım. Annemin sesi gelmeye başladı. Belli ki namaz saati yaklaşıyordu. Dua ederek odamın kapısının önünden geçti. Bende kalkıp hazırlanmaya başlamalıydım. Benim gibi ruhsuz bir insanın iş kaybetme lüksü pek yoktu. Büyük aydınlanmamı, gerçekler yüzünden kısa sürede unuttum ve doğrulmaya başladım. Bacaklarımda yorganın kaymasını hissettim. Gece bir şeyler olmuştu ve vücudum her şeyi hissetmeye can atıyordu. Her zerrem nefes alıyordu. Bu durum hoşuma gitse de alışmamak benim için en iyisi olacak biliyordum. Umut, büyük hayal kırıklıklarına dönüşmeyi severdi. Hemen tuvaletimi yapıp, annem namazını bitirmeden evden çıkmaya karar verdim. Bu anlık huzuru uzatabildiğim kadar uzatmalıydım. Tuvalet hemen odamın yanındaydı. Tuvalete girdim. Şortumu indirirken sabah beni uyandıran tırnak ağrısının daha büyüğüyle yerimden sıçradım. Dün iş yerinde elime bir kıymık batmıştı belli ki. Acıyı takip ederek parmağıma baktığımda kıymıktan daha büyük bir sorunum olduğunu fark ettim. Sağ baş parmağımda çok güzel takma tırnaklar vardı. Ağrıyan baş parmağım ise yarısına kadar kalkık durumdaydı. Sağ kolumda hiçbir kılım kalmamıştı ve malzeme taşımaktan nasırlaşmış parmaklarım bebek teni gibi yumuşacıktı. Hemen solumdaki aynaya döndüm, işte oradaydım. Yüzümün sağ tarafı mükemmel kahverengi, dalgalı saçlarla kaplıydı. Bu saçlar yüzümün kare şeklini yumuşamıştı. Gözlerimde kendinden emin ve güzel bir kadının ifadesi duruyordu. Sıçtım! sabah bir drag queen olarak uyanmıştım. Yazı-Çizim Merve Göçer

RU TU BET E TEP Kİ

Tırnağımın yorgana takılıp, çekilme acısıyla uyandım. Başta küçük bir iğne tırnağıma batırılmış gibi acıttı. Zaman geçtikçe hoş bir sızıya dönüştü. Böyle talihsizlikler hayatımızda tanıdık minik acılardır. Fakat bir sorun var ki benim stresten yediğim tırnaklarımın yorgana takılma ihtimali yoktu. Galiba yıllar sonra ilk defa tırnaklarımda bir şeyler hissettim. Kendimi de tırnaklarım gibi yiyip bitirerek uyuşturmayı uzun süreli bir görev gibi büyük bir titizlikle gerçekleştiriyorum. Bu görev, bir şeyleri değiştiremeyeceğimi ve ilgi duyduğum her şeyin ötesinde, tek doğrumun para olması gerektiği gerçeği ile başladı. Galiba yıllardır harcadığım çabalar bir iğne batmasıyla bölündü. Bakışlarım duvarımda ki çatlağı buldu. Rutubete dayanamayan duvarımın bir tepkisiydi bu çatlak. Bu batma hissi içimdeki


GÜN

Yazı: H. Can Tüfekçi / Çizim: Merve Göçer

Beşiktaş’tan Mecidiyeköy’e otobüsle giderken bir kaç durak sonra yaşlı bir adam bindi, Türkü tipini beğenmeyerek -ayakta gidecek kadar dinç olduğunu düşündüğü için- yer vermedi. Türkü’yü pas geçen adam hemen arkasında oturan Umut’un yer vermesiyle, sözcü okuru bir ses tonuyla “Teşekkürler evlat” diyerek koltuğa kuruldu. Bir durak sonra başka bir yaşlı adam; başında kareli, koyu bir kasketi, tombul yüzünde kalın çerçeveli gözlüğü, elinde ise; insanın yağmurdan ıslanmamak adına, gideceği yerin taksi parası değerine aldığı şeffaf, adi bir şemsiye ile “ben körüm, bana yer verin” diyerek otobüse bindi. Sesinde; yeni kör olmuş bir adamın telaşı vardı. Sanki hiç kör olmamış ya da körlüğüne alışmamış bir körün telaşıyla “ben körüm” diyordu. Üzerinde kör bir insanın körlüğüne alışmışlığı yoktu, daha “ben körüm” dediğinde kör olduğu hakkında şüpheye düşmüştü yolcular. Çünkü kör bir insan kör olduğunu söylemesine gerek yoktur. Bu kör olduğunu iddia eden adamla birlikte, aynı anda bayrak satıcı başka bir adam bindi otobüse. Türkü hemen yer verdi, elindeki bayrakları eski bir çantayla destekleyerek taşıyan adama. Milliyetçiliğinden değildi yer verişi, zaten bayrakları sevmediğini de herkes bilir ama solcuğundan da değildi. İyiydi, üzülmüştü haline. Halinde; sabahın ilk ışıklarından beri bayrak satmaya çalışmış 73 yaşındaki bir adamın hali vardı.Bıyıklarını kısa kesmiş, beyazdı; yüzü esmer ve yorgun, orta boylarda yaşlı bir adamdı; gözlerindeki bakış, bu yaşına kadar adaletle hiç karşılaşmamış bir adamın ıslak ve yorgun bakışlarıydı. Yıllarca güneş görmüş bir kasket, bir ceket vardı üzerinde. Bir şekilde “Adanalı” diye geçirdim içimden, böyle bir çehreye sahip adamın Adanalı olma ihtimalinin


yanı sıra öyle hissetmiştim, nedenini bilmiyorum. Bir aralık telefonla konuşmuştu; “niye açmıyorsun telefonu kızım, anan da sen de açmıyorsun telefonu” sözlerini hatırlıyorum, telaşlı yorgun ve sinirliydi. Bir şekilde yanına oturdum, nasıl olduğunu hatırlayamıyorum, sanırım daha önce yazmalıydım bu yazdıklarımı, aradan tam bir gün geçti. Trafikten şikayetçiydi, trafik polisinin geçişler her yöne müsaitken Mecidiyeköy’ün göbeğinde 5-6 saniye 4 tarafa da yol vermemesine kızdı. “Şuna bak yol bomboş, bekliyor öyle bunlar da polis mi ?” diye sordu. Beklediğim olmuştu ama sesimi çıkarmadım kafa salladım sadece, kendi kendine bir soruydu bu aslında ama yorgun gözleri bana meyil ederek söylemişti bunları. Sonra “adalet mi var ki adalet arıyorlar, adalet ney imiş?” dedi, sanki fısıltıyla konuşuyordu. Doğru dayı, dedim, ne adaleti, benimle konuşmaya benden önce başlamıştı bile. Nasıl dayı satabildin mi bayrak, diye sordum. Fenerbahçe-Göztepe maçı olduğu geldi aklıma. Bu saat oldu tüp parasını çıkaramamış, tüp olmuş 100 lira, Kadıköy’e gitmiş sabah 6 da uyanıp, sonra; öğlen Üsküdara geçmiş, bayrak satacağını düşünerek cumayı da kılamamış, bir simit bir çayla duruyor, saat akşam 6’da Kuştepe’deki evine geçiyordu. 73 yaşındaymış Hayrettin Dayı, 15 yaşında istanbul’a gelmiş, uzun zamandır bayrak sattığını söyledi. Tüm siyasetçilere de lanet etti, belediye seçimleri yaklaştığından hatırladılar da kapImıza geldiler diyor. Otobüs, ağır trafikte ilerlerken bunları anlatıyordu. Park etmiş seçim arabasındaki Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafına bakarak “Türkiye’nin yarısı bu adamın, nasıl iş anlamadım, damadı, karısı, çocuğu, gelini her biri bir yerlerde. Çocuğu maliye bakanı, çıkıyor televizyona ne konuştuğundan anlamıyorum.” dedi. Damat Berat’tı bahsettiği,

konuşmasından hiçbirimizin bir şey anlamadığı. “Allah’ın doyurmadığını, kul nasıl doyursun.” dedi bu yaşıma geldim halen sabah 6 kalkarım akşam 6 geri dönerim, diyor. Üniversite mezunu İşsiz olduğumu söyledim Adana’dan geldiğimi 4-5 yıldır İstanbul’da yaşadığımı söyledim, nereli olduğunu bilmek istediğimden. “Adana’nın neresinde oturdun” dedi gerçekten oralı olduğumu anlamak için sormuş gibi gelmişti bana. Karşıyaka, nehire yakın dedim, kışla tarafına doğru. O da; Adana’da doğduğunu, 15 yaşında İstanbul’a geldiğini, yüreğir başkent hastahanesinin arkasında büyüdüğünü söyledi. Çok değişmiştir oralar şimdi en son 2010’da gittim dedi. Cumayı kılamadığından yakınıyordu arada, bir yandan da kızının ve eşinin telefonu açmayışını hatırlayıp sinirleniyordu. Hiç küfür duymadım Hayrettin Dayı’dan, İstanbullu olmuştu 58 yıldır. Kör olduğunu iddia eden adam bu sefer hemen önümüze, yine “ben körüm, yer verin bana“ diyerek oturdu. Sesinde aynı ton. Birkaç dakika sonra yeşil ışık yandığında, otobüsü geç kaldıran şoföre “yeşil yandı kaptan geç geç” diye seslendi, bilenlere kör olmadığını bildirir gibi. Daha sonra Umut’un ailesinin işlettiği kıraathaneye geldiğimizden Hayrettin Dayı ile alelacele el sıkıştık, “Allahaısmarladık yeğenim, dikkat et kendine” sözlerini hatırlıyorum, bir de bayrak sopalarından nasır tutmuş ellerinin sertliğini, Ecevit’i sevdiğini ve “bilir misin?” bakışlarıyla ondan bahsettiğini hatırlıyorum. Sonra telefonları açılmayınca arızalı mı diyerek genç bir kadından yardım istemesini, kıza Allah’tan razı olsun, dileğini hatırlıyorum. Evini hatırlıyorum, mahallesinde filinta gibi adamların, adını televizyondan duyduğu bonzaiyi içip lâl olduğunu. Yorgun, ıslak ve adaleti aramayı bırakmış bakışları hatırlıyorum.


KISIR DÖNGÜ

Doğuyor bir hayli umuttur güneş çekirdek bir hayli umuttur batıyor raks ediyor parçacıklar ortada alacalı ve kutsal manzarada ay. Bilmemkaçbin asrın köküyüm görü-üstü ve patlayan renk cümbüşlerinin... Nesnelerin konuşmasıyım neden benim, ilişki-siz! , sonuç benim. öncesi ve sonrasıyım ardışık derin karanlığın içinde - nokta gibi beliren aydınlık ve bu kutsal yolda ilerlerken an. Hiçbir şey benim! her şey benim için / içimdedir! birleşmesiyim zerrelerinin sarılan büyük, beyaz ve parlak! süslü kutsal ışığın... Eşref Ozan BAYGIN

Çizim: Şevval Bilen


Yurtsuz Boranlar Yazı Dicle Uğurlu Çizim Murat Karaçizmali

O

tomobilin aniden durmasıyla, havaya karışan tozları elleriyle iten kadın beyaz tül yazmasını düzeltti ve kafasını göğe çevirdi. Baktı uzun süre. Arabayı kullanan saçı sakalı birbirine karışmış genç arabada onu beklediğinden haberi yokmuş gibi ya da haberi olmasına rağmen baktığı her neyse daha önemliymiş gibi gözünü kırpmadan baktı dakikalarca. Göz bebeğinin sağa sola hareketiyle sulanan gözlerini inatla kapamadı. Kapansa yaş düşecekti o yılların izi olduğu tenine. Dişlerini sıktı, sıcacık esen rüzgârın dağıttığı yazmasından çıkan kınalı saçlarına ak düşmüştü. Tekrar kendini toparladı ve güçlü çıkmasını istediği bir sesle ‘eskiden boranlardan bulutlar gözükmezdi, oturur onların özgürce havada süzülmesini izlerdik’ dedi. Sesindeki acı dolu ifadeyle devam etti. ‘Şimdi kime artık gelin desem? Gelin boranlar, ben geldim. Az bekleyin diğerleri de gelirler. Gelirler elbet. Siz gelseniz ben bilirim onlar da gelirler.’ dedi. Suratındaki acı, sesinin keskinliğiyle bütünleşiyordu. Bunu demesiyle arabada bekleyen genç kornaya bastı. Kadın ifadesiz kaldı. Geri geri geldi, başını gökyüzünden ayırmadan son kez daha baktı. Sonra arabaya yöneldi ve kapıyı açıp bindi. Otomobilin tekerleğinin çakıllar yüzünden çıkardığı sesler sessizliği böldü. Kalkan tozlar arabanın peşinden düştü. Etraf yine eskisi gibiydi. Arabada ise sessizlik hakimdi. Genç daha fazla dayanamadı ve niye geldik diye sordu. Kadın yutkundu. Ama arkasından cevap gelmedi. Yine sordu. ‘Yolumuza devam edebilirdik niye geldik

söylesene’ dedi. Sorularına cevap gelmeyince daha da sinirlendi ve öfkeyle elini direksiyona vurdu. ‘Gelmeyecek artık, bitti’ dedi. Sinirlenince öfkeyle çıkan sesi, yaşlı kadının sorusunu cevaplamasına yetmemişti. Biraz zaman geçtikten sonra kadın zorla aağzını araladı ve derin bir nefes aldı. Dişlerini sıktı ve ardından başladı.’Özgürlük onurdur. Yaşamın kendisidir özgürlük. Özgürlük yoksa, yaşam yoktur.” Genç, bunun konuyla ne alakası olduğunu anlamamıştı bile. Daha sonra daha fazla devam edemeyeceğini anladı ve anasını dinlemek üzere arabayı yolun kenarına çekti. Arabadan indiler ve tek tük ağacın bulunduğu tarlaya doğru yürüdüler. Kadının elbisesi toprağı okşayıp geçiyordu. Yaşlılığından ve yorgunluktan olsa gerek adımları küçüktü. Daha sonra oğlu kolundan tuttu ve bulduğu ağacın gölgeliğine oturttu. Hafif esen rrüzgâr az da olsa serinletmeye yetmişti. Kadın aniden konuşmaya başladı. Uzaklara bakıyordu. Gözlerindeki arayış, uzaklara dalmasına nedendi. Oğlu da bu arayışı fark etmişti, ondandı bu merakı. Yaşlı kadın devam etti yarım kalan sözlerine: “Küçüktün daha. Dünyaya yeni gelmiştin. O zamanlar boranlar vardı, gökyüzü vardı, mutluluk vardı, özgürlük vardı. Sonra yaktılar evimizi ocağımızı. Ya kaçacaktık ya ölecektik. Canımızı kurtarmaktı tek yapabildiğimiz. Ablan, ağabeyin, sen. Benle baban aldık sizi sırtımızı düştük yola. Kimimiz kimsemiz yoktu, paramız da yoktu ekmeğimiz de. Nasıl idare ettiğimizi biz biliriz bir de Allah. Zar zor vardık şehire. Bilmeyiz etmeyiz, el yeri, ablan ağlıyordu eve gidelim diye. Sesimi çıkaramıyordum, bağrıma basıyordum susuyordum onunla. Burada neden boran yok diye sorardı hep, gökyüzüne bakardım, kuş görünce kandırmaya çalışırdım bak bu boran diye. İnanmazdı, uçuşundan tanırdı boranı, deliliğinden, nasıl süzüldüğünden bilirdi. İnanmadığından sormayı bıraktı bir süre sonra. Ağabeyin ise konuşmazdı hiç. Zar zor kelime çıkardı ağzından. Baban ise çok sonralardan inşaatta çalışmaya başlamıştı. Öyle yabancı geliyordu ki bize oğlum oralar. Evimde doğru düzgün aş olmayan mutfağımı özlemiştim, akrabalar, dostlar gözümde tütüyordu. En kötüsü haber alamamaktı. Ve en kötüsü memleketten uzak olmaktı. Para yok pul yok, şehir hayatı zor her şey paraya bakıyordu. Ablan büyüyor ağabeyin büyüyordu. Sen desen el kadardın. Hep isterdim memleketi gör diye. Kısmet bu günlereymiş oğlum, boranları gösterecektim sana, gitmişler, dayanamamışlar. Oranın dilini de bilmezdim ben, baban yine bilirdi az çok. Bir yere ait olmadığını hissetmek, gözlerinin tanıdığı araması. Ezilip büzülmek... Biz bunları yaşadık. Yıllar geçince alışabildik az da olsa. Ablan, ah o ablan... Kendi hayatını da bizim hayatımızı da hiçe saydı. O kadar değişmişti ki. Büyüdükçe dinlemez oldu, sürekli kavga ederdi babanla. Kendi bildiğini okurdu, ne büyük sözü dinlerdi ne de başka şey. Kış vaktiydi. Baban yine yoktu evde o zamanlar. Ablanın zaten evde ağzı bıçak açmıyordu o günlerde. Belliydi bir şey olacağı, ana yüreği işte hissediyor. Daha gençti, aklı ermezdi ben bilirdim. Kafasını karıştırırlar diye korkardım hep zaten. Hissetmişim demek ki. Bir sabah uyandım, yine sesi çıkmıyor dedim karışmadım önce. Vakit geç olmuştu, bundan hala ses yoktu. Sonra baktım yok, gitmiş. O an anladım bir daha geri gelmeyeceğini,


bir daha göremeyeceğimi. Gül kızım, canım kızım gitti. Babana haber verdim. Sustu, tek kelime etmedi. Deli oldum, kahroldum. Kızdım, çok kızdım oğlum. Sana babana, ağabeyine, ablana. Ama bende sustum, kime ne diyeydim ki? Bir haber gelir diye bekledim gelmedi uzun zaman. Çok çok sonralardan öğrendik tanımadığı etmediği biriyle kaçmış. Orda hayat ona zindandı, burada bize. Tekrar gel desem gelemezdi, baban da zaten almazdı. Yine bir şey diyemedim. Uzaktan uzağa hasret güttüm yavruma. O zamanlarda da ağabeyin evde durmazdı. Sürekli dışarılardaydı, akşam olur anca eve gelirdi. Kaç defa çektim onu köşeye, sordum cevap vermedi. Her zaman susuyor ya da bağırıyordu. Ortası yoktu. Sanki düşmanıymışız gibi davranırdı. Sonra anladım, gözü haramdaymış meğer. Baban alnının teriyle para kazanırdı. Üç kuruş da olsa yetiniyorduk. Gözümüz fazlada değildi hiçbir zaman, size de böyle öğretmeye çalıştık. Ama olmadı. O gün de her zaman olduğu gibi geç gelecek sandım, gelmedi. Sabaha doğru öğrendik. Adam yaralamış, duyduğumda dünyam başıma yıkıldı sanki. Yanına gittiğimizde göstermediler, nasıl yanıyordu içim. Sonra bir ara yetmeyecek kadar gördüm. Hala aynı bakıyordu bize. Bir kere görmedim yüzünün bana güldüğünü, artık hiç göremeyecektim. Sarıldım, ellerinde kelepçe vardı o sarılamazdı. Olmasaydı da sarılır mıydı sanki? O günden sonra toparlanamadık. Zaten dağılmıştık, iyicene saçıldık her bir tarafa. Sadece sen kalmıştın. Hep korkar olmuştum ya senin de başına bir şey gelirse diye. Bu sefer hiç dayanamazdım. O gün bir kere daha anladım, bizim yerimiz ora değildi. Biz oraya ait değildik. Kolay mıdır, toprağından ayrılıp gitmek? Kolay mıdır canından can gitmesi? Boranları bilir misin? Özgürlüğüne düşkündür onlar, kim ki onları yakalayıp kafese koyarsa, evcilleştirmek isterse ya yemini yemez, ya da kafesinin kenarlarına vura vura öldürür kendini. Onun yurdu bellidir çünkü. Gökyüzü onundur, başka yeri istemez. Biz de öldürdük kendimizi, vura vura, dağıta dağıta öldük. Bir darbeyi ablan vurdu, birini ağabeyin. Can yoldaşım uyuyor. Biliyorum ki şimdi huzurlu. Kendine yabancı gelmeyen bir toprakla örttüm üstünü ki rahat uyusun. Memleketinde yaşayamadı belki ama burada devam etsin uykusuna. Çok yoruldu bilirim ve hep derdi bana. Mezarımın neresi olacağını biliyorsun diye. Biliyordum tabi, bilmez miyim hiç? Benim de yerim orasıdır bilesin. Çok yorgunum bende oğlum. Bundan geldik işte. Değişmiş buralar, anılar canlanıyor gözümde, burnumda eski havanın kokusu, kulağımda yavrularımın sesi var. Boranlar gitmiş, boranxane şimdi bomboş. Gökyüzünde tek bir boran yok. Onlarda da haklı, özgürlüğü o gün yaktılar. Onların da yuvasını dağıldı. Yaşlı kadın daha fazla devam edemedi, o inatla tuttuğu göz yaşları şimdi süzülüyordu. Tülbentiyle gözlerini sildi. Oğlu da gökyüzüne baktı. Özgürlüğün izlerini arıyordu. Ama belliydi ki acılar yok etmişti o izleri.'


yorgun

Balkonda

çamasĹrlar


Yazı Rezan Uğurlu

Ledra Palas

B ugün, telefonumun tamiri sırasındaki bir saatlik boşluğumu nasıl değerlendiririm diye düşünürken daha önce bir arkadaşımın bahsettiği, bir kez giriş izni verilmeyerek kapısından döndürüldüğüm Birleşmiş Milletler (UN) kontrolündeki ‘ara bölge'ye gitmeğe karar veriyorum. Zira, diğer iki seçeneği her boşlukta zaten sürekli yapıyor olmam beni direk bu seçeneğe yönlendiriyor. Diğer iki seçenek; 1- Tarihi şehir meydanına gidip 'türk kahvesi’ eşliğinde wi-fi ile dünyaya bağlan 2- Parka gidip çay eşliğinde ders çalış 'Sora sora Bağdat bulunur’ sözünden de güç alarak, tekrardan o bol tel örgülü ve karışık yollarda, adres sormacılık oynamağa çıkıyorum. İki yaşlı amcadan (kimi yörelerde dayı da denir) bol sağ sollu, arkama binayı alıp ışıkları gördün mü dere tepe düz gitmeli yol tariflerini aldıktan sonra Kudüs, Medine, Efes Antik Kenti ve Ardahan'dan sonra beşinci büyük o kutsal topraklara yani 'ara bölge'ye varıyorum. Sınır kapısı tarifi: - Bir adet 'al’ kanlarla sulanmış 'Türk’ Bayrağı - Bir adet 'ak’ kanlarla yıkanmış Kuzey Kıbrıs Türk 'Cumhuriyeti’ Bayrağı - Alimünyumdan bozma plastikten olma prefavrik kontrol noktası - Doktordan az çözülmüş çengel bulmaca - Gümrük engeline takılıp kalmış sokak kedi ve köpecikleri - 3 tatlı kaşığı vatani görevini yapan yüce Kuzey Kıbrıs Türk 'Cumhuriyeti’ askeri - ½ ölçek 'Türk Öğün Çalış Güven’ panosu - ve damadın amcasından bir adet Philips marka 37 ekran televizyon (Renkli)

Hemen, daha önce içeri alınmamanın verdiği minik kaygı ve aslında hakkım olduğunu bildiğim bu mini ölçekli turistik gezim için kontrol noktasındaki görevli memur beylerle mini bir müzakereye oturuyorum. Baştaki isteksiz tavrını, giriş amacımı iyi aktarma ve ‘hem daha önce arkadaşlarım gelmiş ki kimi kerizliyon sen, ekmek musaf çarpsınki bir çay içip çıkçam, dakka tut tamam dakka tut, bak geri gelmezsem tut kolumdan çek götür beni, yemiycez ya aranızı da bölgenizi de, kırcan mı belimi çok canım acıdı çeksene elini’ şeklindeki akıllı pazarlık demeçlerimin de etkisiyle içeri alınmaya kabul ediliyorum.

-Yeşil Hat ve Ledra Palas‘Ledra Palas’, adını, şehrin bulunduğu bölgenin ilk adı olan “Ledra”’dan alır. Bu ad, “Ledrae”, “Lidir”, “Ledras”, “Ledron” ve “Letra” olarak da yazılmaktadır. Daha sonra bu şehir yıkılır ve Leucus tarafından tekrar yapılınca şehre “Lefkotheon” (beyaz tanrıların şehri) adı verilir. Bu ad zaman zaman “Ledron” olarak da anılır falan fistan. Gel zaman git zaman, bu uzuuuun uzun süreler kaydeş kaydeş dikenli tel örgüsüz, duvarsız, barikatsız yaşayan buradaki insanlar günün birinde birbirleri ile döğüşmeğe başlar. Bir rivayete göre, birbirlerinin saçını çekip, kollarına kollarına cimcik atar, birbirlerinin piskiletlerinin lastiklerini patlatırlar. Bu kötü duruma artık daha fazla sessiz kalamayacağını düşünen beyaz atlı prens, beyaz atını da alıp gelip tüm insanların hayatını kurtarır, buradaki birbirlerini mıncırmaktan kolları moraran yerli halka sakinlik, huzur ve sağlık getirir. O gün bugündür bu yeşil hat ve adanın diğer tüm kritik noktalarında sakinlik, sessizlik ve huzur hakimdir. Bu ‘olağanüstü derecede güzel’ sessizlik eşliğinde yıllardır dokunulmamış Birleşmiş Milletler ‘Barış’ Kuvvetleri denetimindeki ara bölgede yürümeye başlıyorum. Ayak bastığım toprakların dünyadaki hiç bir devlete ait olmaması beni çok aşırı derecede etkilemiyor zira uzun pazarlıklar sonucu vizemi alıp topraklarından ayrıldığım ülkeninde her hangi resmi bir statüsü bulunmuyor. De facto bir ülkeden, ülkesiz bir toprağa geçen her ademoğlunun aynı duygu yoğunluğunda olacağını umuyor ve yürümeğe devam ediyorum. Boş alanda kendine kendine bitivermiş tekli hıyar fidesi, fotoğraf çekmek yasaktır uyarıları, beyaz atlı prensin minnoşları, yıllardır dokunulmamış duvarlar, tüm günümüz mimarlarının birleşse dahi çizemeyeceği güzellikte boş müstakil evler, iki ülke arasında sıkışıp kalmış iki kedi, ledra palas ve restorasyonu yapılan dayanışma evi. Memur beye de sözünü ettiğim gibi dayanışma evine girip çayımı istiyorum. Cafe’de çalışan kadın ‘çok afedersiniz’ *um vatandaşı olduğundan, devreye,


hiç bilmediğim ingilizce ve işaret dili giriyor. Bir süre sonra o da yetmiyor çünkü kadının verdiği çay yeşil ingiliz çayı. “Kaçak” kelimesinin ingilizce karşılığını bilmediğim, bilsem bile bulunduğum askeri konum itibariyle her türlü yanlış anlaşılmaya müsait olduğundan vazgeçip, cebimde taşıdığım not defterime, “istikan, ceylan tea, mahmood tea, ahmad tea” gibi kelimeler yazıyorum. Kadın bu yazdıklarıma da tepkisiz kalınca anlıyorumki bu vatansız topraklara ayak basan ilk kürt benim. Aya ayak basan ilk ademoğlunun yaşadığı gurura benzer bir hâl ile ingiliz yeşil çayımı alıp göğsüm dik bir şekilde masama doğru geçiyorum. Göğsüm dik çünkü bu şeref bana ait. Bu minik vatansız toprak parçasında tüm kürtleri temsil ediyor, bayrağı ben taşıyorum. Sırttamdaki o büyük yükle beraber Yunanistan bayrağı altında, BM (UN) karargâhına karşı, cebimdeki Kuzey Kıbrıs Türk 'Cumhuriyeti’ çıkış vizemle birlikte ingiliz çayımı yudumluyor ve cebimden çıkardığım mini not defterime notlar alıyorum.

“-02.03.2015 Ledra Palas Ara Bölge/Nicosia-

Masa betimlemesi: Ahşap yuvarlak masalar, hasır sandalye, masada minik sarı saksı, rumca yazılar ve broşürler, sol kolu komple dövmeli çalışan kadın, bitki çayları ve kahve, ev yapımı kakaolu kek, köy ürünü yerel yiyecekler, marka ürünler yok Ledra Palas Yolu: Asfalt, tek salatalık fidesi, iki kedi, jeep ile devriye gezen BM (UN) askerleri, güvenlik kameraları, USA Education binası (kullanıma açık), Ara bölge içinde Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti ve BM bayrağı (olurluk durumunu tam öğren) - Motorcu gözlüklü yabancı bir asker evinden binlerce kilometre uzaklıktaki hiç bir bağı olmayan bu toprakları koruyor. Kimden koruyor ve nereyi koruyor? - Geliş amacı bir yana şuan kuşların çiçek açan ağaçlarda yaşadığı, insanların rahatlıkla gelip içkilerini yudumlayabildiği bu tarihi alandaki işleri bitmedi mi? - İstiklal caddesini ortadan ikiye bölebilir misin? - İstanbul’u gezmeye çıkan bir insana sadece Sultan Ahmet’e kadar olan kısmı görebilirsin Ayasofya tarafına geçemezsin diyebilir misin? - Diyarbakırda yaşayan, oranın yerlisi bir insana, sadece Ulu Camii’ye kadarki kısımda alışveriş yapabilirsin, ötesine geçemezsin diyebilir misin? - Dikenli teller, kalın duvar ve barikatlar refah bir yaşam getirir mi? - Zaten tüm asıl sorunun kaynağı bunlar değil mi? Ayrıştırılan topraklar, beyinlere, dillere, düşüncelere, renklere getirilen sınır değil mi?

- Ara bölge ne demek? Cevabınız evetse nedeniyle birlikte yazınız. (10 puan) - Bu dünyanın, bu şehrin bir parçası olan toprağa ne demek kimsenin toprağı değil deyip yerleşirsin? Nasıl buradaki hayatları, hikayeleri, o binlerce yıllık şehri yok sayarsın? - Kuşların vizesi var mıdır? Yoksa kuşlara neden vize gerekmez? - Kuşların da biz üstün akıllı yaratıklar gibi vizesi olmalı mıdır? - Kuşlara vize gerekmezken neden sığıra, koyuna, kediye, köpeğe vize gerekir? Onların günahı nedir? Biz Ademden olma Havvadan doğma üstün yaratıklar tüm dünyada ayrımcılığı kaldırmamış mıydık? Koyun ve sığır hayvan değil mi? - Vize alamayan kedi ve köpekler zararlı mı? Yoksa biz insanlar mı zararlıyız? - Tel örgüsü lobisi var mıdır? - Faiz lobisi ve dikenli tel örgüsü lobisi paralellik gösterir mi? - Kuşlar becerebiliyorsa bizde becerebiliriz! Neyimiz eksik! Üstelik fazlalığımız var. Yoksa tüm sorunun kaynağı o fazlalığımız mı? - Beyin zararlı bir organ mıdır? - Kelle paça sarımsaklı mı daha güzel sarımsaksız mı? - Şu yoğurdu sarımsaklasak da mı saklasak yoksa sarımlasaklamasak da mı saklasak? - Neden fotoğraf makinesi yasak? - Yoksa fotoğraf makinesi tehlikeli bir alet mi? Fotoğraf çeken insanlar mı daha tehlikeli yoksa elinde silahla devriye gezen insanlar mı? - Fotoğraf çeken ve çekinmeyi sevinen insanlar gizli bir terör örgütü mü? - Bu eşsiz güzellikteki alanda barışı getirecek alan silah ve tanklar mı yoksa fotoğraf makinesi mi? - Selfie çekmek caiz midir?


- Tetik mi deklanşör mü? - Babam böyle güzel pasta yapmayı nerden öğrendi?” Defterime aldığım notlarla beraber çayımda bitiyor. Bu şerefli görevi başarıyla tamamlanın mutluluğuyla, *um kadın çalışana elimle bay-bay işareti yapıp dayanışma evinden ayrılıyorum. Tekrardan dönüş yolundaki tek salatalık fidesinin önünden geçerken Cem Karaca’nın “eskiden karpuz idik indi döndük hıyâra” sözü aklıma gelince gayriihtiyâri bir gülümseme tutuyor beni. Sonra gayet ciddi bir ortamda olduğumu hatırlayıp toparlayıveriyorum yüzümü. Kuzey Kıbrıs Türk ‘Cumhuriyeti’ne hoş geldiniz tabelasının altından geçerken alimünyumdan bozma plastikten olma prefavrik kulübedeki beni zorlayan memur amcaya veda selamı vererek telefoncuya doğru yol alıyorum. Tam kapıdan çıkarken kendi içimden memur beye “dediydim ben sanaaa, bişey yok dediydim ben, ne gördün içerde değdi mii?” sorusunu sordurtup “bir sürü hıyâr gördüm daha ne olsun” cevabını veriyorum ve gülümsüyorum. Çünkü artık insanların elinde fotoğraf makinesiyle gezebildiği yerdeyim. Geliş yolu neyse dönüş yolu da odur mantığını kurup dolambaçlı, bol dikenli tel örgülü yollardan gire çıka telefoncuya varıyorum. Süremi fazlasıyla geçirmişim. Okula gitmek için servisin gelmesine tam bir saat var. Önümde iki seçenek; 1. Parka gidip çay eşliğinde ders çalış 2. Durağa gidip Ledra Palas’ı yaz İlk seçeneği sürekli yapmamdan dolayı ikinci seçeneğe yöneliyorum. Duraktayım. Servisin eli kulağındadır. Ledra Palas yazımın artık sonundayım. Yolunuz bir gün Lefkoşa’ya düşerse bu tarihi şehiri ve Ledra Palas’ı görmeden gitmeyin. Rumca cep sözlüğü, sallama kaçak çay ve bir tutam iyotlu sofra tuzu işinizi çokca kolaylaştıracaktır. Afiyet olsun… (Ünlü türk halk ozanının dediği gibi; 1. Atom bir bütündür parçalanamaz 2. Lefkoşa bir bütündür parçalanamaz 3. Dünya bir bütündür parçalanamaz)


Protesto

Yazı: Buğrahan Bul Çizim: Murat Karaçizmali

Sürekli içip sokaklarda âvârelik yapmayı bir bok zannettiğimiz zamanlarımızdaydık. Yaşam bizi bir yere taşımıyor, daha çok bizi eritiyormuş gibi bir his oluşuyordu içimde. Böyle anları, ben gerçekliğin kendisi ve 80 sonrası neslin üzerimizde ki yan etkisi olarak yorumluyordum o günlerde. O ise sessiz kalıp anime seyretmeyi tercih ediyordu. O akşam caddede en geç kapanan marketten yürüttüğümüz sucuğu bahçede pişirirken Uysal geldi çat kapı. Beklenmedik bir misafirdi Uysal; onu çok uzun süredir görmemiştik. O zamanlar çok bir şey şaşırtmıyordu gerçi bizi. Bu durum hayatı boş vermiş olmamızdan yada artık hiçbir şeye heyecanlanmayacak kadar olgun olmamızdan değil, varoluşumuzun sebeplerini kavrayamadan kendimizi o iki göz oda ve küçücük bahçeye gizlemiş olmamızdan kaynaklanıyordu. O evde birçok şeyden saklanabiliyorduk; toplumdan, devletten, yozlaşmışlıktan, dostlarımızdan, ailemizden, parasını akşama getiririz diyerek iki ekmek bir camel soft aldığımız sonrada önünden bile geçmediğimiz bakkaldan, hatta kendimizden… Kapıyı açıp davet ettim Uysalı içeri, aç olup olmadığını sordum. İçebileceği birşeylerin olup olmadığını sordu, yorgun ve umutsuz görünüyordu. O’nun olduğu odada birşeyler olacağını söyleyip ateşin başına döndüm. Yanıma geldiğinde biraz daha rahatlamış görünüyordu. Keyfini bozmamak için bu kadar zamandır nerde olduğunu ve çat kapı çıkıp gelmesinin nedeni sormak istemedim. Sanki her zaman bizimleymiş de sigara almaya çıkıp gelmiş gibi normal karşılıyordum varlığını. O an sonsuza kadar devam etmeliydi. O gece çok konuşmadık. Ateşin başında sabaha kadar içtik. Olduğum yere sızmışım. Uysal da yandaki kanepeye kıvrılıp uyumuş. Öğle vakti bahçe kapısının sesiyle uyandım, sıcak yüzünden epeyce terlemiştim. Bunalarak yattığım yerden doğruldum kapıya doğru bakmaya çalıştım. Bahçe kapısından giren adam Uysal’ın kuzeni Murat’tı. Başta gördüğüm şeyin gerçek olup olmadığını bilemedim. Sonra Uysal’ın bu şehirde bizden başka arkadaşı olmadığını anımsayarak Murat’a hoş geldin diyecektim ki, Murat Uysal’a bağırmaya başladı: -“Ekrem abi nerdesin sen? Amcamla geceden beri seni arıyoruz. Çabuk kalk halamlar gelecekmiş eşyalarını toplayıp evden ayrılman gerekiyor.”


instagram.com/serzenisfanzin


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.