Serzeniş Fanzin No: 5

Page 1


AYDIN Yazan: Gökhan Köker Çizen: Murat Karaçizmali

Aklın olağanüstü gelişimini yalnızca seçkin insanlar için düşünebiliriz; ondan sonra da ister onların önünde saygıyla eğiliriz-onların bunu isteyeceğini pek sanmam ya istersen onlara acırız…Şimdi de dönüp “aydın kesimi” dediğimiz kendimize bir bakalım. Bildiğiniz gibi bizleri edilgenlikle, uyuşuklukla, suçlarlar; Bizim eylem değil, söz ve düşünce adamı olduğumuzu, yaşamı etkileyecek bir gücümüzün bulunmadığını, kısacası yeryüzünde yeni bir yaşam kurulması savaşımında işe yaramaz yaratıklar olduğumuzu ileri sürerler. Ben bu savların doğruluğunu kabul ediyorum çünkü bunları ileri sürenler gene aydınların kendileridir. İnsanın kendi kendini suçlaması içtendir, acıklıdır, hatta bazen de öfke eseridir ama her zaman doğrudur. Evet, bu savların doğruluğuna bütün yüreğimle inanıyorum. Bizler, ne yazık ki, acınası zavallı insanların. Böyle söylediğim için bağışlayın beni. Hem sayıca öylesine çoğuz ki, kelle hesabıyla bir manga oluşturabiliriz. İçimizde nice iyi, soylu istek vardır, ağzımızdaysa bir yığın laf. Ama bir iş yapmaya gelince isteğin ”zer-


resi yok” demekle kendimize haksızlık etmeyelim, yazdığımız bunca makaleler, kitaplar, dergiler içeriği bakımından ancak incir çekirdeğini doldurur. Kimimiz yazarız kimimiz okuruz; okuyanlar tartışır, tartışanlar ise yazılanları unutur… düşüncelerimiz geriye gitmemişse eğer, aynı yerde sayıyordur. Bildiğimiz çarpık yürüyen yengeç avını yakalar, çirkin turna balığı işini pek güzel becerir, oysa bizim kanadı kirik güzel kuğumuz tünediği yerde o son olum şarkını söyler, hem de hakkini yemeyelim, en acıklı, en dokunaklı sesiyle… Bizim aydınlar bol içkili bir şölene konmadıkları halde sarhoşluktan başları döner durmadan. Bizim yaşamdan aldığımız tat nedir ki? Çalışmak mı? Hayır? Yiyip içmek mi? Değil! Savaşmak mı? Oda değil! Öyleyse ne? Arkadaşlar yaşam bizim için can sıkıcı, ağır bir yük gibidir. Onu taşırken ahlar oflar, yükümüzün ağırlığından dolayı durmadan sızlanırız. Yaşamayı sevenimiz var mıdır, dersiniz? Yaşamayı sevmek mi? Sözü bile kulağınızı tırmalıyor, değil mi? Hayır biz okumayı tartışmayı severiz; gelecekle ilgili düş kurmaya bayılırız… Demek oluyor ki biz yaşamı platonik, döl vermeyen bir sevgiyle seviyoruz.


O biçimsiz acizliklere yeniliyorum... Önce hiçbir yeryüzüne inemeyen, O günahkâr melek gibi ağlarım Belki de hiçbir önemi yok. Bu gökyüzü, Griyi hatırlatmayacak bize, Zihnimde asılmış tüm imgeler Susarken Ardında kalan bu ihtişamlı körlük, Bu vakitlerde Ruh hastalıkları kokuyor. Ben belki de Ay doğumunu seven kadınlardandım, Kendine söz geçiremeyen bir cellat gibi Kendime baş kaldırdığım gecelerde, Ben çıplak dolaşır. Yaşamanın o erişilmez hazzını, Alırdım Belki Tomris Uyar, Belki de Edip Cansever'le oturur Belki bir Bilemedin iki rakı içer Güneşe karşı soyunurduk. Belki de doğru değil Ben ay doğumunu seven kadınlardandım. Kulaklarındaysam, sağır ol, Ve bana sessizliği anlat.


O aysız akşamüstlerinin sunduğu, ağlamaların Çorak olan seslerini bırakacağım sana. Şimdi, ne olur sus, Anlayamadı hiç kimse ve tanımlayamazdı hiçbir imge İntihar etmenin meslek görüldüğü bu akşamlarda, Artık ikimiz de anlıyoruz ki Uyumak için uyuşmak gerekir Unutmak; için delirmek Bu gökyüzünde bizim için, yer yok. Çünkü bence gökyüzü, Hatta sence gökyüzü, Asla bizce değildi. Vakti umursamadığın akşamüstlerinden, Birini bul Yakın olsun, ay doğumuna Ben avuçlarına dolarken, Açma şemsiyeni Bu defa hiç hoş değil konu. Bu gökyüzü, Griyi hatırlatmayacak bize Sen hep yağmurunda boğulacaksın, Bense hep senin çoraklığında.


Ama cümlelerin devşirildiği anda, Bir tren garında; Yüzündeki ahraz Türkçesini çözemediğim Adama bakarken, Ya da rastgele kendimi Raylara bırakırken Güzelliğine dair ne varsa Silinir zihnimden. Mirasıydı gözlerin, gökyüzü’nün. Bir cellat bozuntusunun suçluluk kalbi yoktur. Ağlıyorsun, Ve sen ağlarken Hiçbir sözcük devşirilip bir cümle olamıyor karşında. İçtenlikle sevilen ruhun, Önemsizce acıtıldığı için, Kimyasaldı tüm duygular. Ağladıktan sonra umuda mâhkum kılınan, Her canlı gibi İnsandım. Sana hiç rüyalarımı anlatmadım, Rüyalarıma hiç yakışmadın. Bir gün nedenini soracak olursan; Rüyaların gerçeküstücülükten oluştuğunu anımsa. Ve şöyle de bir şey var ki Yalnızca frenleri kopmuş minibüsü sürmeyi becceremeyen


Bir minibüs şoförüyüm ben. ki hâlâ yaşıyorsam Minibüsün nasıl paramparça olacağını görme merakımdandır. Yaşam boklu gökyüzünde, umut yok Ruhun, duyguların kanıtıydı Acizlik kokan nefesimle, Çaresizlik emzirmiş sözcülerime Meydan okuyorum. Çünkü bu kapıyı Anla ki ellerim kapatmadı. Son akşamımda kirpiklerin varsa bile Doğacak ay yok Umursama bırak, afaroz edilsin ruhum. Ama yine de Çantanda soysuz, acizlik Yüreğime dayandığın o gece Yalnızca gel, sarıl Eğer sarılırsam ölmüşümdür Sarılmazsam bil ki ölmüşsündür.

gece üçten sonra tanrı yasağı-irem köroğlu


boğulmuş balinalar tavşan uykuda solucanlar bilinmiyor timsahlar şuan karada mıdır suda mı? neptünün soğuk olduğu kesin. gökdelenler uyanık. her daim.

boğulmuş balinalar - rezan uğurlu



-1“İntikam almak bireyseldir, cezalandırmak Tanrı’nın işidir.”

Caddeye indiğimde, bir diğer Akdeniz kentine giden son otobüste günbatımına doğru ilerliyordu. Caddenin karşısına geçip ardaklanmış camekandan içeriye baktım. Cumali dayı her zamanki gibi masasında oturmuş altılı kuponu dolduruyordu. Yalnız pek bir keyifsiz görünüyordu. Beni görünce yüzü aydınlandı. Ayağa kalkarken de bana eliyle gel işareti yapıyordu. “Hani ne zaman vuruyoruz altılıyı” dedim kapıdan içeri girip. “Sağlam tüyo gelecek bu ara, yakındır” dedi. “Bak yengeden önce beni göreceksin unutma” dedim döşemesi soyulmuş büro koltuklarından birine otururken. “Altılıyı vursam yengeni napacam oğlum” dedi gırtlağındaki balgamı temizleyip. Seksenden kalan pos bıyığının sarıdan kehribara dönmesine aldırmadan günde kırk beş, elli sarma Adıyaman tütünü içerdi mutlaka. Sorsalar hiçbir kötü alışkanlığı yoktu. Çünkü sigara, ganyan ve içki kötü alışkanlıktan sayılmazdı onun için. “Kötü alışkanlıklar” derdi “ayarını bilirsen iyi alışkanlıklardır.”


Bir otobüs kooperatifin yazıhanesine bakıyordu Cumali dayı. Tüm gün yazıhanede ev yapımı rakı içerdi. Amcasının oğlu yaparmış yıllardır. Eksik etmezdi elinin altından. Ben de aynı caddede işportaya çıktığım zamanlarda tanıştım bu kellerindeki küçük yaralardan karaciğer sorunlarının başladığı anlaşılan tıknaz adamla. Benim badi vardı, Rıdvan. Otobüslerden birinde muavindi. Bir gün konuşmuş başkanla, yazıhanenin önünde durmam için izin almış. Gel zaman git zaman muhabbetimiz arttı Cumali dayıyla. Bana da sevdirdi rakısını. Sonra bir gün Rıdvan trafik kazasında öldü. Otobüs şarampole yuvarlanmış. Şoförle birlikte 42 kişiden kurtulan olmamış. Önce ağladık. Sonra mukadderat dedik sustuk. Polis olayı araştırınca şoförün alkollü olduğunu tespit etmiş. Bu sansasyondan sonra başkana yol göründü tabi. Yeni başkan gelince de tezgâhı açamadım bir daha. Yine de Cumali dayının hem hoş sohbetinin hem de o güzel ayva rakısının hatırına uğramaya devam ettim doksanlardan kalma bu köhne ofise. Mazot, atlar ve alkol fiyatlarındaki hızlı artışla ilgili lafladık biraz. Dördüncü bardak çaydan sonra kalkmaya niyetlendim. Hava iyice kararmıştı artık. Cumali dayıda yazıhaneyi kapatıp eve gidecekti. “Dur hele dur. Yeni bir şey getirdim içip öyle gidelim” dedi. Masanın altındaki minik buzdolabından bir şişe çıkarttı. Turuncuya çalan sarı rengiyle “ben tehlikeliyim!” diyordu adeta. Çok nazlanmama fırsat kalmadan yarım bardak sodanın içine bir iki damla limon sıkıp koydu rakıyı. Bir, iki, üç derken ne kooperatif başkanı kalmıştı bizden nasibini almayan ne de tombul birayı her yerden elli kuruş pahalı satan yavşak tekelci Sinan. Cumali dayı yine esip gürlüyordu ama benim takatim kalmamıştı artık. İçki ağır gelmişti, midem bulanıyor ve başım dönüyordu. Cumali dayının balgamlı kent şairi ses tonu kafamın içinde inanılmaz bir uğultuya neden oluyordu. “Ben dışarda bir sigara içeceğim” deyip ayağa kalktım lafının ortasında. Yaldızlı çerçevelerdeki fotoğraflar, yerdeki eski kilim, koltuklar, su sebili… Hepsi birbirine karışıyordu. Ayağa kalkınca daha da fenalaştım.


Güç bela kendimi kapıdan dışarı attım. Önce dirensem de sonra dayanamayıp biraz ilerideki çınarın altına kusmaya başladım. Ter içinde kalmıştım. Serin hava ensemdeki terle temas edince tatlı ince bir serinlik indi sırtımdan aşağı. Midem yanıyordu. Başımda koca bir ağırlık, sanki boynumu her an kıracak gibi yukardan aşağı bastırıyordu. Bir sigara yakıp kaldırımın kenarına oturdum. Cadde boştu. Tek tük, mesaiye kalmış insanlar ve kağıtçı çocuklar geçiyordu önümden sadece. Temiz hava daha iyi gelmişti. “Sikerim boğmasını” dedim kendi kendime. “Bu herif nasıl içiyor lan bunu” diyerek arkamı dönüp Cumali dayıya baktım. İçeride uzun boylu bir adam, elindeki kâğıda vura vura bir şeyler anlatıyordu. Cumali dayı sarhoş ağızıyla bir şeyler geveliyordu ama kendi de bilmiyordu ne dediğini belli ki. Sonra adamın sesi gitgide yükselmeye başladı. Dışarıdan rahatlıkla duyuluyordu artık. Yanlarına gidip adamla konuşmaya çalıştım. Son otobüsü kaçırmış. Biletini iade etmek istiyormuş. Cumali dayı çok sarhoştu; “Çık git başımızı belaya sokma” diyordu durmadan. “Binmediğim otobüsün parasını aldınız lan benden” diye bağırıyordu adama da. Sakinleştirmeye çalıştım. Dinlemedi bile beni. O sırada bağırtıyı duyan, yandaki acentenin sahipleri geldi. Ortam kalabalıklaşınca adam daha da sinirlenmeye başladı. Ağzından tükürükler saçarak bağırıyordu. Masaya doğru Cumali dayının üstüne yürümeye kalkıştı. Araya girdim ama adam bana sağlam bir yumruk attı. Bir anlığına sadece uğultu duydum. Gözlerimi açtığımda o ofisin içinde kim varsa üzerimde tepiniyordu. Darbelerden korunmaya çalışan adamı zar zor görebiliyordum. Her ayağa kalmaya çalıştığımda birine çarpıp tekrar yere düştüm. Sonra gücüm kalmadı ve pes ettim. Adamın yüzü kanlar içinde kalmıştı ama dövüşmeyi de bırakmıyordu. Başından akan kan yüzüme damlıyordu. Elimle yüzümü kapatmaya çalıştım. Bayılmak üzereydim. Hiçbir şey göremiyordum. O an artık var olmak umurumda değil gibiydi. Zihnimin kuytu köşesindeki o boşluğa sığınmışken bağırtılar bir anda kesildi. Birkaç el omuzlarımdan çekip kaldırdı beni. Bir anda


Cumali dayının pikabının arkasında buldum kendimi. Yanımda yandaki acentede çalışan iki eleman vardı. Araç hareket etmeye başladı. Cumali dayı ön tarafta küfürler yağdırıyordu. Yanımdaki elemanlardan biri diğerine “gördün mü lan sen” diye sordu hevesle. Diğeri de “Seçkin abi sopayı kafasında parçaladı amına koyim” diye cevap verdi gözlerini ayırarak. Pek hoşlarına gitmişti. Yol boyu yarı baygın halde bu ikiliyi dinledim.

*

İlk beni bıraktılar eve. Bunca hengameden sonra evimdeki sükûnet önce bir yabancı geldi bana. Başımda tarif edilemez bir ağrı vardı. Yatağa dahi gidecek gücüm yoktu. Kanepeye ve kabuslar içinde bir uykunun koynuna bıraktım kendimi.

-2“Dirim kısa ölüm uzundur cehennette…” Sıkışık trafikte, araçların arasında koşuyorum. Ne yapsam da önümde ki yeşil tişörtlü oğlan çocuğunu yakalayamıyorum bir türlü. Avazım çıktığınca bağırmak istiyorum ama olmuyor. Yavaş yavaş ilerleyen otobüsler, dolmuşlar, otomobiller, her yanda korna sesleri… Sonu olmayan bu metal denizinde boğulacak gibiyim. Birbirlerinin önüne geçmeye çalışan araçların camlarına vuruyorum durmadan. “Yavaş ol! Dikkat et!” Çocuk git gide uzaklaşıyor. İlerleyemiyorum artık.

*

Zil çaldı. Gözlerimi kuru bir yanma hissiyle aralamaya çalıştım. “Kalkmak istemiyorum.” Zil tekrar çaldı. Bu sefer kısa arayla iki defa. “Umurumda değil, kimse gider şimdi.”


Bir dahakine aralıksız uzun uzun çaldı. “Sanki beni duyuyor. Israrcı olacak, belli.” Yavaşça kalktım kanepeden. Ruhumda ve bedenimde tanıdık bir sızı ile… Bahçeye çıktığımda yağmur atıştırıyordu. Tenime değen soğuk yağmur taneleri hayatın hiç benimle ilgilenmeden nasıl da devam ettiğini hissettirdi bana. Bazı anlar vardır, insanı hiçbir şeyin kendiyle alakalı olmadığı gerçeğinin ayaklarına fırlatıverir, aşikâr ve anlaşılması zor anlar… Ağırlaşmış bedenime nazaran zihnimin içinde hızla akıp giden düşüncelerin arasında kendi iç sesimi dinlemeye çalışıyordum. Dışarıda ki dünya olabildiğine yavaşken kafamın içinde bir panik hali hâkimdi. Boynumdan yukarı doğru yükselen basınç hissi midemi bulandırmaya başlıyordu. Olduğum yere yığılıp kalmak üzereyken kapının kulpuna tutundum. Toparlanmaya çalıştım. Bahçe çıktım. Ablam gelmişti. “Açmayacak mısın be? Sırılsıklam oldum” dedi sallanarak. Çişi de gelmişti herhalde kıvranıp duruyordu. Açtım kapıyı. “Anasının kırığını gördü sanki suratsız” deyip eve girdi. Şekerli parfümünün kokusu genzime oturdu. Başım dönüyordu. Bahçede hava aldım biraz. Eve girdiğimde tuvaletteydi. Kimseyle konuşacak halde değildim. Hele ki ablamla… “Niye geldi ki şimdi bu?” Bir battaniye alıp tekrar yattım kanepeye. Uyumak istiyordum ama ablam tuvaletten çıktı. “Noldu sana böyle betin benzin atmış” dedi elinin tersi ile alnıma dokunarak. Sonra yüzümdeki morluğu görmüş olacak: “Ay kavga mı ettin sen?” dedi. Beni eski zamanlardan tanıyan ama şuan ki halimi kestirmeye çalışan bir insanın tavrı vardı üzerinde. “İyiyim ben” diyebildim sadece. Uykuya karşı koyamıyordum. Ablamın sesi düşüncelerime karışırken derin bir uykuya teslim ettim kendimi.

*


Kesif bir portakallı kek kokusuyla uyandım uykumdan. Rüya mı gerçek mi olduğunu anlayamadığım bir ışık yattığım odayı hafifçe aydınlatıyordu. Kanepede olmadığımı fark ettiğimde ablam geldi aklıma. Dün gelmişti. Kekte onun işi olmalıydı. Belli ki çok pişirmiş. Yavaşça tavandan duvarlara ve duvardaki saate kaydı gözlerim. 10’u geçiyordu. Üzerimde anlaşılmaktan uzak bir ferahlık vardı. Yıllardır bu evde böyle bir hisle açmamıştım gözlerimi. Sanki yıllar evvel kaybolan her şey bir kek kokusuyla geri dönmüştü. Zihnimi biraz kandırabilsem mutfaktan elinde kekle bahçeye çıkan Eda’yı görebilirdim ama gerçek soğuk bir çelik gibi tastamam duruyordu olduğu yerde. Kalktığımda evin içinde kimse yoktu. Bahçeden önce çay kaşığı sesi geldi, sonra hafiften bir Yıldız Tilbe… Ablamdan kaçmak için çıkmadın dışarı. Mutfakta oturdum biraz. Mutfak penceresi açıktı. Sabah erken saatte yağmur yağmış olacak şahane bir toprak kokusu giriyordu içeri. Kek kokusuyla birleşip beni maziye sürüklemesine izin vermeden dışarı çıktım. “Aşkım!” diye bağırtı koptu ben kapıyı açınca. Ablam koştu boynuma sarıldı. “Otur sana kekle çay getiriyorum” dedi. “İstemez abla, sağ ol. Ben çıkacağım zaten dışarda yerim bir şey-


ler” dedim. Bir an önce çıkmak istiyordum evden. Rıdvan’ın mezarına gidecektim. Kazadan beri her hafta giderdim ama kavga olayı yüzünden o hafta gidememiştim. “Tamam!” dedi sitemli bir sesle. Sonra anlam veremediğim bir sessizlik oldu. “Neden geldin?” diye soracak oldum önce. Sonra anladım, sustum. “Boşan o adamdan” dedim kapıya yönelirken. “İyi adamdır aslında biliyorsun” dedi “şu içkisi de olmasa…”

-3“Amor fati…” Mezarlığa yaklaşırken öğle ezanı yeni bitmişti. Minibüsün camından, sıra sıra dizilmiş servi ağaçlarının arasındaki annelere, babalara, evlatlara ve dostlara baktım bir süre. Hatırlarında eskinin onca güzel hatırası… Hepsi ucu bucağı olmayan bir vuslat hasretiyle çıkıp gelmişler bu ayazda. O kadar insana rağmen fazla sessiz ortalık. Zannediyorum ölümün üzerine pekte söyleyecek sözümüzün olmamasından kaynaklanıyor bu sessizlik, kederden ziyade… Bir zaman sonra kalın bir erkek sesiyle bu düşüncelerin içinden çekilip alındım. Minibüsün durduğunu fark etmemişim, şoför de bağırmak zorunda kalmış, birazda öfkelenmiş. Yine de bir tövbe estağfurullah ile kurtardım paçayı. Hemen attım kendimi yola. Mezarlığın avlusuna girdiğimde musalla taşında duran tabut dikkatimi çekti. Ucunda eprimiş bir yazma, arkasında mezarlık çalışanları olduklarını tahmin edebildiğim üç beş insan. Bunun da kimsesi yokmuş diye geçirdim içimden. Sonrada yıllardır, her salı aynı vakit yürüdüğüm uzun parke yola doğru yöneldim ellerim ceplerimde. Aklımda Ahmed Arif ’ten birkaç satırla:


Ölüm bu, Fıkara ölümü Geldim, geliyorum demez. Ya bir kuşluk vakti ya akşam üstü, Ya da seher, mahmurlukta. Sabah atıştıran yağmur cam gibi açmış ortalığı. Toprak kokusu şahane. İnsanda avare bir yürüme isteği uyandırıyor. Bu kadar ölünün arasında pek bir keyifliyim.

* Hah! işte orda! On ikisinde göçüp giden İsmet’in yanı başındaki ıhlamur ağacı. Dökmüş bütün yapraklarını ama heybeti hala yerinde. Annesi ekmiş yıllar evvel. Sık sık altında kuran okurken görmek mümkün kendisini. Anneler evlatlarının kokusunu ıhlamur ağaçlarında aramamalı. Yolun sonundaki açıklığa ulaştığımda yeni kazılan çukurları görebiliyordum. Bu tarafta hiç ağaç yok. Biraz yürüdüm. Yasir’i aradı gözlerim bir süre. Tevekkeli arayışımı fark etmiş olacak telefonum çaldı. O arıyor: “Sol yana, boş mezarların arkasına gel” dedi kapattı hemen. Yanına gittiğimde yeni bir çukur kazıyordu. Tekmiş bugün. Yardım etmek istedim, “abdestli misin?” diye sorunca vazgeçtim. Bu soğukta abdest almayı gözüm kesmedi. Çok yaklaşmadan sigara içtim kenarda. Az sonra da yanıma geldi mendiline elini yüzünü silerek. “Küçükmüş daha” dedim “Babası hamamda boğmuş garibi” dedi. Önceleri anlam veremiyordum böylesine genç ölümlere. Sonra sonra alıştım, umursamaz oldum. Zaten Yasir de çok sevmezdi mevta hakkında konuşmayı. “Toprağı bol olsun” dedim “Amin” dedi beni baştan aşağı süzerken. “Yoktun dün. Bir şey mi oldu?” diye kurcaladı ama “İş vardı” diyerek geçiştirdim.


Hemen ardından “bıkmadın ha kazmaktan. Al şu emekli ikramiyeni kurtul artık” diye atağa geçmeye niyetlendim ki lafı ağzıma tıktı: “Bu dünya zindan. Bizde zindandakiler. Kendini kurtarmak için yeri kaz demiş Hz. Mevlâna. Ben halimden memnunum” dedi kısa samsunundan bir tane uzatarak. Bu aramızdaki küçük düellonun son erdiğini gösteren bir işaretti aslında. Bir tane alıp “Sağ ol” dedim. İçim ısındı. İnsan onun yanında güvende hissederdi kendini. “Rıdvan’a uğrada benim oraya gel sonra” deyip yanımdan ayrıldı. Ziyareti çok uzun tutmamaya özen gösterirdim her seferinde. Ne çok kısa ne de çok uzun olmalı bence kabir ziyaretleri. Herkes kendi için optimal süreyi ayarlamalı. Fazlası park bahçe gezmesine dönüyor gibi geliyor bana. Gidilir, bakılır, suyu dökülür, otu sapı temizlenir, okuyan duasını okur, içen sigarasını içer sonra kapanış mevta rahat bırakılır. Ama bu sefer ziyaretim tahminimden uzun sürdü; yaşlıca sayılabilecek bir adam Rıdvan’ın yanındaki mezarın solmuş çiçeklerini söküp yerine yenilerini ekmeye çalışıyordu. Başta pek oralı olmadım ama baktım eğil kalk zorlanıyor, el mahkûm sıvadım kolları. Bir yandan “Amca kış geliyor zaten donacak bunların hepsi” desem de kâr etmedi. “Bunlar on bir ay çiçeği bişeycikler olmaz. Hem kabristan öyle çorak kalır mı? Bakmak lazım” dedi elindeki çuhaları incitmeden topağa yerleştirerek. Sonra bizimkinin mezarına dönüp: “Al sende oraya ek” dedi, tutuşturdu elime çiçekleri. Amca öyle kendinden emindi ki “Yok amca rahmetli pek çiçek sevmezdi” diyemedim. Mecbur koyuldum işe. Bir anda kırk yıl sonraki halimle çiçek ekerken buldum kendimi. O da her hafta gelirmiş ziyarete. Oğluymuş, adı Yaşar’mış. Dokuz sene evvel rezidans inşaatında çalışırken on dördüncü kattan düşmüş. İskele kırılmış. İşçi hatasıymış. Yirmi sekiz yaşındaymış… İşim bittiğinde mezarlıklara filbahar çiçeklerinin ekilmesi konusunda hem fikir olmuştuk amcayla. Geçen zamanda da baya üşümüşüm, hiç farkında değilim. İyi geldi ama çiçeklerle uğraşmak. “Yasir koymuştur çayı şimdi” diyerekten hızlı adım mezarcıların odasına yöneldim. Yöneldim ama hevesim kursağımda kaldı:


“Ee çaya geldim ben” dedim. “Kaçırdın” dedi kapıyı kilitlerken. İkindide defin varmış. “Gel yardım et” deyince yokta diyemedim. Takıldım peşine. Mezarlığın sonunda, duvarın dibinde bir çukurun başında durduk. “Ekonomi sınıfı burası olsa gerek” dedim gülerek. Pek oralı olmadı. Hoşuna gitmedi herhalde esprim. Mevtayla alay etmek değildi ama derdim. Gömüleceğin yerde bile ekonomik sınıf ayrımının gözetildiği sistemle dalga geçmek istedim ama mezarlıklar pek şaka kaldırmıyor. Ben de gittim duvarın dibinde sigara içtim. Henüz gelip giden yoktu. Tepenin ucunda küçücük insanlar mezarların yanı başına oturmuş, kimisi dua okuyor kimisi ot çöp temizliyor. Yasir bir şeyler mırıldanıyor.


Amca da oğluyla bugünlük vedalaşmış olacak ileriden yavaş yavaş uzaklaşıyordu. Hepsi bambaşka hikayelere ait olmuş, toplumun bambaşka yerlerinden gelmişler. Toprağın altındakilerinde, üstündekilerinde... Ancak hangi toplumsal temele ait olursa olsun, insan mezarlıkta hem zemin olur. Burada hikayelerin hiçbir önemi kalmaz. Yasir besmele çekerek yerinden doğrulunca gelenleri fark ettim. Hafif rampa patikayı, tabutu çok sarsmadan inmeye çalışıyorlardı. Önde hoca, arkasında tabutu taşıyanlar, en arkada ise kadınlı erkekli bir kalabalık. Tabutun hemen arkasında koluna iki genç kızın girdiği teyze en çok ağlayan kişi, belli ki mevtanın en yankını. Onun yanındaki birkaç insanda benzer durumlardalar ama kadının o dilhun hali gözümün önünden gitmeyecek gibi duruyor bir zaman. Diğerlerinin ise son görevlerini yerine getirmeye gelmiş eş dost oldukları aşikâr. Çokta şey etmiyorlar. Kalabalık çukurun yanında duruna kadar yerimden ayrılmadım. Sonra Yasir öyle uzaktan izlememi garipsemiş olacak, eliyle çaktırmadan gel işareti yaptı. Yavaşça yaklaştım kalabalığa. Ortamda teyzenin feryatlarından başka hiçbir şey duyulmuyordu. Hoca birkaç defa sakinleştirilmesi yönünde uyarıda bulunmaya çalıştı ama kadıncağızın acısı büyüktü. Tabutun kapağı açılır açılmaz “oğlum!” diye bir çığlık sardı her yanımızı ve kadın bayıldı. Tahayyül edilmesi pekte mümkün olmayan böyle bir acının karşısında insan nasıl da çaresiz kalıyor. Birkaç kişi kadını kaldırmaya çalışırken iki kişide çukurun içine girdi. Hoca dualarını okudu. Yasir de kolumdan çekip tabutun başına götürdü beni. Yanımızdaki dört kişi ile birlikte mevtayı tabuttan çıkarıp çukurdakilere vermemiz gerekiyordu ama mevtanın kefeni sırılsıklamdı. Az birazda kanı akmıştı. Bir saniye tereddüt edecek oldum, Yasir “İlyas” diye fısıldayınca “Ya Allah” deyip yüklendim ben de diğerleri ile birlikte. Yahu insan dediğin şey hepitopu beş harf değil miydi? Nasıl bu kadar ağır olabilirdi ki. Birkaç saniyede ter içinde kalmıştım. Kazasız belasız çukurun içine uzatınca da “Bismillâhi ve alâ milleti resûlillah” diyerek aldılar mevtayı bizden. Bende rahat bir nefes aldım. Mezarın


başından ayrılıp hızlı adımlarla kalabalığın arkasına doğru ilerlemeye başladım. Tam bitti diyordum ki yaşlıca bir amca kolumu tutup “Allah senden razı olsun” dedi. “Âmin amca cümlemizden” diyerek sıyrıldım elinden. Kalabalığın arkasında bir yerde durdum. Cenazenin arka tarafına doğru ciddiyette azalıyordu sanki. Fısıldaşanlar, gülümseyerek birbirlerine bir şeyler anlatanlar… Önümdeki iki adam şehrin bu tarafına kentsel dönüşümün gelip gelmeyeceğini tartışıyorlardı. Yanımdaki iki kişiden kısa olanı kel olan adama mevtanın bu genç vefatından duyduğu üzüntüyü aktarıyordu. Konuştuklarının arasından şunları seçebildim: “Beyin travması diyorlar. Duyduğuma göre başına sopayla vurulmuş”

“Çamur” Yazan: Ali Çizen: Merve Göçer


belirsizliğin içinde, umut etmenin dilimdeki ahraz türkçe'de karşılığı yoktur bu beden ve hâricindekiler seyrederken bu zihin ve dâhilindekiler beni öldürüyor sana söylemediler mi umut etmenin var edebileceği cinayetin hükmü yoktur, diye sana söylemedim mi bi' şair bozuntusunun ağlama hakkı yoktur diye ve ben sen giderken aşkını, gelişigüzel bir dilin lehçesine çevirirken iki yüreğin sınırlayabileciği sensizlik kadardım

irem köroğlu - degüstasyon



Her gün biraz daha Afrika’sın

Her gün Afrika’sın

Her gün Afrika

Afrika’sın

Afrika

-rezan uğurlu-



serzenisfanzin serzenisfanzin serzenisfanzine@gmail.com

Ön Kapak Tasarımı Nevzat Uluca


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.