Serzeniş Fanzin No: 6

Page 1

-SERZENİŞ-


Pembe kanatlı kiraz çiçeği akşamın başını döndürüyor Aşka ritim tutuyor dilbaz bir zümrüdüanka Bir yanardağ söylencesi unuttum sandığım dağ Gökyüzünün menevişi ya kuşlara ne demeli Başımda dönüyorlar bir sırrı saklar gibi

beste bekir - aşk sabahı


mahsun eker - karanlık krallık

Kuşkulu bir başlık altında hayatın karanlığına dokunmaya hazırsak başlayalım. Descartes “ düşünüyorum, öyleyse varım” demişti. Düşünmek insan aklının gerçekleştirdiği en büyük devrimlerden biridir. Gelişimin, hayatın zor ve çetin koşullarına karşı pratik anlamda mücadele etmenin belirgin hale geldiği o dönemin günümüzdeki yansımalarından bahsetmek konu bağlamımızın gereğidir. Varlığımız tıpkı karanlık dehlizlerde yörüngesini kaybeden bir gezegenin boşlukta sürüklendiği gibi sürüklenmeye devam ediyor. Ne için ve hangi amaçla yaşıyor olduğumuzun sorgulanmadığı bu hayatın sancıları en büyük rahatsızlıklarımız olarak yerini koruyor. Adorno’nun dediği gibi “yanlış hayat doğru yaşanmaz” sözü hayatın çelişkili kabuklarını kırmaya yetiyor. “Sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez” tezinden hareketle varlığımızın özüne inmemiz ve hakikatin ışığına ulaşma gayretimiz içinde bulunduğumuz melanetli yaşamdan bizi kurtarabilir. Mücadele örgütlerinin haykırdığı gibi: “Kurtuluş yok tek başına; ya hepimiz ya hiçbirimiz” Körelmiş duyguları yıkmamız kadar, yüce duygulara tırmanışımızı cesaretle ilerlettiğimiz de yalnız kalmayıp büyüyebileceğimizi tarihsel bellekten anımsarız. Nitekim onuruyla özgürlüğünü yüksekte tutanlar insanlık davasına iz bırakacak katkılar sunacaktır. Aydınlık karşısında karanlığı dayatanların kibri, verili yaşam alışkanlıklarımızın hayatımıza olan etkisi öz’e ulaşma noktasında ki kavgamıza ket vurmaktadır. Anlama ve anlamlandırma yetisini kaybetmiş toplumlarda duygusal travmalar her zaman var olmuştur. Anlamın gücüne sahip olanlar, yaşamı büyük yaşarlar. Bu temelde konuşlandırılan irade, koşullanan akıl ve arayış içinde olan his mutlak zaferin sahibi olacaktır. Günlerin birinde elinde fanusuyla dolaşan Diyojen’e “elindeki ile ne arıyorsun “ diye sorduklarında Diyojen “insan arıyorum insan” cevabını vermişti. Karanlık Krallık çağında “insan

aramak”, erdemin ve hakikatin doruk noktasına ulaşmakla aynı şeydi. Hakikat yolda olmaktı, tüm engel ve badirelere rağmen ilerleyebilmekti. Bir diğer karanlık savaşçısı Galileo “dünya dönüyor, ama evrenin merkezi değildir “ diyordu. Gerçeğin gizil gücünü savunmaktan sakınmıyor, kilisenin baskılarına aldırış etmiyordu. O gerçeğin ateşine kapılmıştı bir kez, ne kadar yanarsa yansın söndüremezlerdi onu. Kilise onu yaksa dahi dünya dönmeye devam edecekti. Galileo dönen dünyanın tam da merkezinde olacaktı. Gerçekler siz ona ne kadar müdahale etseniz dahi olduğu gibi kalmaya devam edecekti. Karanlık dünyanın bir diğer aydınlıkçı insanı Martin Luther ise engizisyon mahkemelerinde sapkınlıkla yargılanırken, insanların korkularını satın alıp özgürlüklerini sağlamıştı. Kilisenin yalanlarla örülü cennet vaadi karşısında “cehennemi satın almak istiyorum “ diyen Martin Luther her ne kadar şaşkınlıklar yaratsa dahi insanların akıllarına dokunabilmişti. Kilisenin bağnaz inanç sisteminin temellerini yerinden sarsmıştı. Aklın ve bilimin ihtişamı kilise despotizminin popülaritesini yerle bir etmeye muktedirdi. Hallâc-ı Mansûr’lar geldi geçti, ışıklar hiç sönmedi. Hallac’ın “Ene’l-Hakk” (ben hakkım) söylemi yaradılış gayesini ortaya seriyordu. Hak olan insandı, hakka ve hakikate savaş açan karanlık krallıktı. Derisi yüzülüp öldürüldüğünde bile hakkı haykırmaya devam etmişti. Giordano Bruno’lar, baldıran zehri içen Sokrates’ler, Clara Zetkin’ler, Rosa Lüxsemburg’lar ve daha niceleri. “Fidanı ayakta tutan şey ağaç olma ümididir”. Vakit teslim olmanın zamanı değil direnmenin, mücadele etmenin ve anlama ulaşmanın vaktidir. Kendimizi insanlık değerleriyle donatıp, insanlığın tarihsel bilgi ve birikimini sahiplenip “nasıl başarmalı?” sorusuna odaklanmanın vaktidir. Koşullar ne olursa olsun dünyanın neresinde olursak olalım, buradayız demek gerekiyor. Milyonlarca insanın Lebbeyk (Arapça buradayım) demesi gibi. Muhammed’in Hira mağarasında, Musa’nın Tur dağında, İsa’nın göğe yükselişinde olduğu gibi. Burada olmak, olduğun ve bulunduğun yerde anlam kazanmak. Ve bunu insana, doğaya ve evrene karşılıksız, mertçe armağan etmek.


mıktanatıs, matematik ve dört mevsim istanbul

Bildik bir deniz, ıssız raylar, yaşlı tramvaylar Ve Beyazıt Meydanı’nın havuzlu dönemi, Hiç benim olmamış Maksem Duvarı İçler dışları çarpımı Kahve, viskiye dönmüş. Altı, yedi, sekiz… Havuz başında altı ışık Biri yakın ve küçük İnsanlar havuzu mu seyir ediyor ışıkları mı? Ya birbirlerini izliyorlarsa? Kaportada biraz kar kalmış. İçler dışlar çarpımı Diğer sayfa; Kız gülüyor, fotoğraftan haberi var Bir önceki sayfada bahsedilen okul kasketi giymiş liseli kızlardan biri olmalı. Borges: “Geçmiş zaman bellekte sürer gider” Borges’i tanımıyorum. Kandilli – Vaniköy arası. Deniz kıyısı. Televizyondan öğrendik ki Vaniköy Camii alev alev, pek geçmiş olsun. İçler dışlar çarpımı Köprünün kuleleri yok, köprüde yayalar egemen Okul kasketi giymiş liseli kız bu fotoğrafın neresinde? Köprü başındaki bir büfe eksik Bazı binalar ise kayıp Galata sırtları yerli yerinde Binalardan birinde üç yüz yetmiş yazılı İçler dışları çarpımı

Mıktanıs Matematik Dört mevsim İstanbul Aşıkken yürüdüğüm sokaklarla ve şimdi masamdan İçler dışlar çarpımı Bence bir gecekondunun önünden geçiyor beyaz araba Kaç balık yendi, Bikinili kaç kadın dikizlendi? İki, üç, bir Kadıköy İskelesi’nin üzerinde Kadıköy yazılı, Şimdilerde aklımda hep o Pomak kızı. Baş harfi Elif, İkinci harfi Baş, Tramvaylardan birinin üstünde yüz altmış sekiz Matematik Dört mevsim İstanbul Mıknatıs. Beyazıt Meydanı yeniden havuzlu olsa Yeniden Baş başa Matematik ve mıknatıs.

-rezan uğurlu-


gökhan köker - kafka

konu da fikrin olmasın. İncelik yap ama kimse senin bu inceliğini bilmesin. Bilinirse sen öyle biri değilsindir, çünkü inandıramazsın. Bilinmezse en alçak birey olursun. Burada seçim devreye girer ya nefesini bunun için tüketip ifadeyi yayacaksın ya da susup kurban olacaksın. Kurban olmak; Başkalarına karşı koyduğun en iyi duygular çerçevesinde yapabileceğinin en iyisi yapmaya çalış, kendini düşünme, bu düşüncesizlik içinde söylenme, iyi bir adak olmazsın çünkü. Gözünü bağla sakin kalırsın, açık olursa eğer çırpınırsın ve bu çırpınış boşunadır. Çünkü kendi ayaklarını kendi ellerinle bağladın. Devirdin tüm gövdeni. Parmaklık artık sert bir duvardır. Çığlıkların artık duyulmayacaktır. Boşuna… Her duvardan duvara vur gövdeni. Sınırın belli, geçmiş olsun. Dönüş yok bu yoldan. Tek bir çaresi var; ya ölüm ya da toptan bir terk ediş… Korkmuyorsan eğer kurtulursun, güvende olmak istersen hiç çaba gösterme….

çizim: murat karaçizmali

Herkes, beraberinde taşıdığı bir parmaklığın ardında yaşıyor. Şimdilerde hayvanlarla ilgili bunca şey yazılmasının nedeni de bu yüzden. Özgür ve doğal bir yaşama duyulan özlemin ifadesi bu. Oysa insanlar için doğal yaşam, insanca yaşam olmalıdır ama bunu anlamıyorlar. Anlamak istemiyorlar. İnsan gibi yaşamak çok güç o nedenle hiç olmazsa kurgusal düzeyde bundan kurtulma isteği duyuyorlar. Hayvana geri dönülüyor. Böylesi, insanca yaşamaktan çok daha kolay. Herkes sürüye katıldığından ötürü güven içerisinde. Kentlerin yollarından geçip, yemliklerin başına ve eğlenceye gidiyorlar. Tıpkı büroda olduğu gibi: sınırları iyice çizilmiş bir yasam. Böylesi bir yaşamda mucizeler değil yalnızca kullanma talimatları doldurulacak başvuru formları ve kurallar var. Özgürlükten ve sorumluluktan korkuluyor. O nedenle insanlar kendi yaptıkları parmaklıkların ardında boğulmayı yeğliyor. Hayati bir koşuşturma, hayvanca dürtüler ve bu dürtüler içerisinde sürüyle hareket etme isteği… Sürü yardan yuvarlansa, güvenli geçiştir diye tüm insanları yardan aşağıya düşerken görmek mümkün. Doğmak, büyümek, evlenmek… Bunlar toplumsal dürtüler içerisinde bir zorunluluk teşkil ediyorsa ve buna karşı oluşturulan bir düşünce varsa düzence saldırı normal sayılır. Karşı söz hakkı bile tanınmaz. Senden istenen nedir peki? Sıradanı sıradan değilmiş gibi yaşa! Bu bazda farklılığın hazzını da alarak kimseye sorun olma. Yarattığın ve yaşattığın parmaklık arkası duygu ince olsun en azından. İlla güvende olmak istiyorsan sade kal, sessiz ol ve her


Tavanı izleyerek geçirebileceğim daha bir saatim olduğuna eminim. Boş ve aciz olan her insan gibi böyle boşluklarda geçmişimi ve hatalarımı düşünürdüm. Şehirde bütün mal varlığımı bir kumarda kaybettikten sonra, herkesin bana parasını güvenemeyeceğine karar vermesine ve hayatımın nasıl bir ayda değiştiğine hala şaşırırım. Güzel kadınlar, gece eğlenceleri, alkoller yerini; gece tek başına içilen konyak ve geçmiş hatalarını tekrar tekrar düşünme ritüellerine bırakmıştı. Kendimle baş başa kaldığım anda, aslında kendimle zaman geçirmekten kaçtığımı anlamam ise çok daha hızlı sürdü. Helena olmasaydı kendimi ilk gün, salonumun tavanına çakılmış beşik kancasına asardım. Ah Helena daha ekmekleri doğramaya başlamamıştır. Hatta şu an kilolu cüssesinin nefes nefese kalması geçsin diye, oturup bir yudum su içtiğini gözümün önüne getirebiliyorum. Kalkma vakti geldi. Üç aydır usanmadan yaptığım yeni işime; Helena’yı izlemek. İndim ve onu tamda düşündüğüm halde buldum. Yıllar içinde bilerek veya bilmeyerek geliştirdiği zaman çizelgesinden asla çıkmazdı. Benim erken, geç inmem onun için bir şey fark etmiyordu. İşlerinin kendince bir başlama ve bitme vakti vardı. Her şeyi yavaş ve özenli yapardı. Kıyafetleri hep temiz ve ütülü olurdu. Üstüne giydiği sarı kıyafet vücudunu tamamen sarıp bel oyuğunu ortaya çıkarırken, mavi eteği ilk gün ki gibi parlak olurdu. Helena’ya en çok bu konuda hayranlık duyuyordum. Sakin, titiz ve zeki bir kadındı. Eğer erkek olsaydı, benden çok daha iyi bir muhasebeci olacağına emindim. Hele o evrakların arasına notlar iliştirip yanlışımı kendim fark etmişim gibi hissettirmesi yok mu. Şehirdeki kadınlar size sadece evlenmek amacıyla iyi davranır. Hatta bazıları evlenmek için Helena gibi bir kadının, hayal bile edemeyeceği şeyler yapabilir. Bazen bunlardan Helena’ya bahsetmek istiyorum. O toplu yanaklarının anında kızaracağını hayal edebiliyorum. Ayakta dikildiğimi fark etti. Kafasıyla nazik bir selam verip, sıcak ekmekleri kesmeye koyuldu. Helena’yı izlemeye, ekmeklerin kesilmesini beklemeyi öğrendiğimde başladım. Başlarda sesler çıkarıp rahatsızlığımı

hissettirmeye çalışıyordum, elini biraz hızlı tutması için, fakat bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini öğrendim. Onu izlemek başlarda işkence olurken, şimdi hayata tutunma amacım haline geldi. Kasabaya apar topar taşındığım anda Helena’yı yanıma verdiler. Bu kadar toplu bir kadının bana sadece yük olacağını düşünmüştüm. Geldiği günden beri göz göze gelmemiz sayılıdır, bunu ilk gördüğümde utanma sanmıştım, artık biliyorum umursamamaymış. Benim kim olduğum ne yaptığım onun hayatından bir şeyi değiştirmiyordu. Ekmek kesmesi bitti şimdi sütümü hazırlaması gerekecek, süt sevip sevmediğimi pek umursamıyor. Sütle uğraşırken yüzünde huzurlu bir ifade oluyor bunu kaybetmemek için çay sevdiğimi söyleyemiyorum. Zaten zevklerine veya kurallarına pek bağlı bir insan değilim kahvaltıda süt içtiğimi ikinci haftada fark etmiştim. Sütü kaynatmaya geçerken bir şeylerin farklı olduğunu hissettim. Normalde döktüğü kabı alıp yıkamaya başlaması ve gece bıraktığım bulaşıklara bir bakış atması gerekiyordu. Yapmadı, çay demleyeme başladı sonra bana döndü ilk defa bu kadar net bir şekilde bana bakıyordu, nefesim kesildi kendimi hırsızlık yaparken yakalanmış gibi hissediyordum. Yüzümün ısındığını hissettim. Neden gözleri dolmuştu ağzından çıkacak şey onu perişan eden bir şeydi belli, Helenanın bir şeyler hissetmesini sağlayan bir şeyler. İlk defa bana doğrudan hitap ederek: − Efendim, beni ablamın çocuklarına bakmaya yolluyorlar... merve nur göçer - helena’yı izlemek


adnan bey’e açık mektup

Adım Garbis Harutyunyan. Evvela dört yaşındayken 1924 yılının sonbaharında şubat ayında Yedikule’deki Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde doğmuşum. Yani Kuyrigim Sona Harutyunyan’a nazaran biraz daha büyükçe. Kuyrigim Sona Harutyunyan iki yaşında doğmuş. Hastanelerimiz aynı. Yayam hiç olmadığı için haliyle mamam da olmamış. Tatavla’da taş yollarda koşmuş, Kumkapı’da dövülmüş, Galata genelevlerinde kaybolmuşum. Kilise korosunda önümdeki kadının kalçalarına baktığım için korodan atıldım. Tahsilim eksik, idrakim tamdır. Şiir yazmaya çalışır, öyküye büyük ilgi duyarım. Tam aşık olacaktım ki gazetelerde çıkan haber yüzünden bizim iş yattı. İstanbul’dan sonra, Sait Faik’i Postacılar Sokaktaki Zowe Birahanesi’nde gizliden izlemek en büyük eğlencemdi. Sizinkinden güzel olmasın hızlı ve yakışıklı bir yaşamımız vardı. Ama şimdi yıllardır otuz beş yaşındayım. Şimdilerde ise altmış beş yıla yakındır denizin altında yaşıyorum. Yani tabi evet güzellikleri de var kötü yanları da. Mesela taze balık. Şehirde balık çoktur ama tazesi azdır. Deniz de öyle mi! Taze balığın gözü sert olur. Gözü dışarda olur. Balığın rengi parlak olur. Lodos zamanları sıkıntı. Lodosta

balık olmaz. Balıklar lodostan etkilenmemek için dip yaparlar. Ama poyraz ve karayel oldu mu o zaman iş değişir. Bu iki rüzgar çok balık getirir. Hava sert olacak. Hava sert oldu mu bizim oralar bayram yeridir. En iyi ne çıkar derseniz lüfer ve istavrit derim. Dediğim gibi sıkıntılar yok mu var. Bir kere bira bulunmuyor. Onun dışında lakerdadır, fümedir, çirozdur, taramasıdır bunları özlüyor insan. Çok da fazla lafı uzatmadan kısaca meramımı anlatayım. 1955 yılının Eylül’ünün ilk haftası. Bizim Vefa Spor’un Emniyet Sporla maçı var İstanbul Ligi’nde. Maçtan önce de Ekrem ile birlikte İstepan’ın Yeri’nde içiyoruz. İddiaya tutuşuldu. Hayatına. Biraları içtikten sonra Çukurbostan’daki Stadyumdayız. Maç başladı. Hakem de Adnan Bey. Rahmi’nin pozisyonunda top çizgiyi geçmediği halde Emniyet Spor lehine bir gol. Ardından son dakikalarda da İsmet’in çelme ile ceza sahası içinde yerde bırakılması ve verilmeyen penaltımız. Ne diyeyim senin ben vereceğin kararı, yöneteceğin maçı sikeyim orospu çocuğu!

Garbis Harutyunyan Sarayburnu Açıkları 07.12.2020


kendimi her sokakta bir şey ararken buluyorum yeni ve çirkin yalnız birkaç miras bırakmak için kendime şu berbat yeri adım adım terk etmeden ve bilir misiniz bir dünya kuramıdır yalnızlık kalabalıklarda birbirini yakalayan eski usül bakışlar görebiliyorum nasıl soruyor biri diğerine “kaçıncı yüzyılda kaldı bu sevmeler?”

insanın omuzlarını en çok o çürütürmüş ve bu yüzden ne zaman görsem omuzlarında izlerle çantasız kadınlar derinden ağlarım çünkü ben biliyorum bir dünya kuramıdır yalnızlık

biliyorum her insan farklı doğar fakat biz onların farklı yaşadığına hiç inanamadık ne zaman ki dünya bıraksa dönmeyi birisi ölse bir saniye içinde tanrı ve ben onların aynılığına acıdık çünkü gözyaşlarını hep aynı akıttılar aynı tabutların eski eski desenlerine artık hiçbir anlamı kalmamış cesetlere sarıldılar

kötü şiirler okuttular hep bize ben ve cenaze evleri bilir yalnız ne acıdır dinlemek o sahte şiirleri ama yine de biz böyle büyüdük insanlar öldü ve kısa boyumuzla her cesette yıllarca büyüdük çok üzülüyorum olamadığımız için papatyaları koparan o çocuklardan çünkü biz düşünmedik kimsenin bizi sevip sevmeyeceğini bize bu fırsatı vermediler biz papatyaları ezip geçen çocuklardık her cenaze evinde

ve siz hiç yalnız kaldınız mı ağzına jilet atan adamlardan bahsetmiyorum mesela veya camlardan atlayan hanımlardan ölümle bir kalabalık içindeki tabutta sıkışmaktır çünkü yalnızlık herkesin yalnız olduğunu sandığını dünyada tek yalnızlar anlayamamaktadır nasıl bir yükmüş aslında yalnızlık

artık ne zaman elime kalemimi alsam alçak bir hüzün doluyor tüm vücudum sanırım titrek benim kalemim gecenin üçünde o sevmeleri düşünüyorum çok özlem çektiği altmışlarda yaşamışların şimdi ne kadar yaşlandık şu genç vücutlarda


bir bilseler tabutlara kilitlerler bizi anlatıyorum ama anlamıyorlar bir dünya kuramıdır yalnızlık merak etmemesidir kimsenin yapayalnızken kim olduğunu yalnızlık hep sen yapar seni sonsuz bir karadeliğin içinde hep sen ne çok kişiye dedim seni seviyorum diye hiçbiri anlamadılar beni oysa sanıyorum hiç kimsenin seni anlamamasıdır yalnızlık dünyada hiçbir ruhu kollarının arasına alamaman hep vücutlarına sarılıp ağlamandır oysa en başından çok yazıktı tutunup kalanlara bedenlere ama insan ruhu sevemezse ya insan hiçbir ruhu kendine benzetemezse tutunacak neyi kalır daracık dünyada çok sonra anladım ki böyle ölürmüş insan en başta bir şey arıyorum yine bambaşka bir sokakta elimdeki kitapları değil yalnız insanları da yaktım ama bilin bunu bir dünya kuramıdır yalnızlık

kimsenin henüz anlamlandıramadığı anlamlandırmaya uğraşmadığı izninizle kendimi en beğendiğim tabutuma koyuyorum zaten insanlar hep satın alır kendi tabutlarını ben içinde ölüyorum ve ricamdır ateşe verin ruhumu ki cesedime ağırlık yapmasın yalnızlık

âlâ kurt - bir dünya kuramıdır yalnızlık


beste bekir çok yönlü bir sanatçı: leyla saz

"Lemde nedir farkı bana medh ile zemmin Sağ olsun ahibbâ da ne derlerse desinler." (Övgüye de, yergiye de aldırmam Canı sağ olsun dostların, ne derlerse desinler.)

Leyla Hanım, Nefise Hanım ile Osmanlı saray hekimlerinden İsmail Paşa'nın kızı olarak 1850 yılında İstanbul'da dünyaya gelir. Hekim İsmail Paşa, sarayın harem bölümünün özel doktoru olduğu için Leyla Hanım, ablası ile birlikte hayatının yedi yılını sarayda geçirir. Sarayda bulunduğu süre zarfında sultan hanımların hizmetinde bulunan şair, bu sayede saray hayatını tanıma ve iyi bir eğitim alma fırsatı yakalar. Elizabet Kantaksaki'den Rumca ve Fransızca, Medeni Aziz Efendi ile Asadur Hamamcıyan'dan Türk müziği, Nikogos Taşçıyan'dan Batı müziği, Abdülmecid'in kızı Münire Sultan'ın da öğretmeni olan Therese Roma'dan piyano ve Giritli Kutbi Efendi ile Fatinefendizade Sadık Efendi'den edebiyat dersleri alır. Şair, saray hayatından söz ederken, “İşte bu muhit beni şiire götürdü. On dört yaşımda ilk şiirimi yazdım” der. Batı zevkinin saraya yansıdığı bu dönemde yaşamış olması, şair için bulunmaz bir nimet olmuştu. Leyla Hanım, henüz on dokuz yaşındayken daha sonraları Giritli Sırrı Paşa olarak anılacak olan Sırrı Efendi ile evlenir. Yirmi altı yıl sürecek olan bu evlilikten Yusuf Razi, Vedat, Nezihe ve Ferihe isimli dört çocuğu olur. Bağdat valisi olan eşinin bir cariye ile birlikteliğinin ortaya çıkması üzerine yaşadığı dönemin şartlarına aldırmadan eşinden boşanır. Eşinden ayrıldıktan sonra 1895’te İstanbul’un Bostancı semtinde bulunan köşküne yerleşen Leyla Hanım, orada anılarını yazmaya başlar. Böylece anılarını yayımlayan ilk müslüman kadın yazar unvanını alır. Bu dönemde kadın hareketleri içerisinde yer alan Leyla Hanım, “Hanımlara Mahsus Gazete” de yazılarını yayımlar. Şiirden asla kopmayan şair, ilk kez 1928’de divan geleneğini takip ederek yazdığı şiirlerini “Solmuş Çiçekler” adını verdiği kitabında toplar. Ünlü şair Abdülhak Hamit Tarhan’ın önsöz yazdığı eserde klasik Osmanlı şiirlerinin yanı sıra sadeleştirilmiş bir Türkçe ile yazdığı şiirler de bulunmaktadır. İstanbul’un işgali sırasında Bostancı’daki köşkü yanan şair, bu du-

rumdan duyduğu derin üzüntüyü aşağıdaki şiirinde dile getirir: “Yandı köşküm pılım pırtım bucağım Söndü hiç tütmemek üzre ocağım Heder oldu çekilen bunca emek Ne evim kaldı, ne bahçem, ne çiçek Ne sazım kaldı, ne nağmem, ne nota Ne masam kaldı, ne minder, ne oda Ne kalem kaldı, ne defter, ne kitap Her ne yazdımsa bütün oldu yebab Bir ağızdan ederek hep feryad Elbet etmişler idi istimdat Yandı mahvoldu bütün asarım Varmış oğlumda biraz eşarım (...) Yapılsa ev alınır hepsi yine Konmaz asar-ı güzidem yerine Başka hepsindeki his, vak’a, hayal Şimdi tekrarı ise emr-i muhal (...) Aradım, topladım ettim itmam Bende mevcut idi mevcut makam Deyiverdim hem bu imiş hükm-i kader Gam da elbet ömrüm gibi elbet geçer.” Bestecilik yanı da ağır basan şairin iki yüze yakın bestesi vardır. Bunların çoğu ne yazık ki Bostancı’daki köşkünde çıkan yangın esnasında kül olur. Bu bestelerden günümüze sadece elli ikisi ulaşabilmiştir. En ünlü eseri Hicaz makamındaki “Seni Sevda Çiçeğim, Tac-ı Serim” şarkısıdır. Aynı zamanda Cumhuriyetin ilk yıllarının en sevilen marşlarından olan “Yaslı Gittim Şen Geldim” olarak da bilenen Gelibolu Marşı’nın da bestecisidir. 1934 yılında çıkan Soyadı Kanunu ile “Saz” soyadını alan şair, 6 Aralık 1936’da İstanbul’da hayata gözlerini yumar ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilir.


insan dediğin nedir ki? yukarıdan aşağı beş harf mi? insan yukarıdan aşağı tek harf bile değil insan yukarıdan aşağı bile değil insan aşağıdan yukarı en fazla iki kulaç

ali


serzenisfanzin serzenisfanzin serzenisfanzine@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.