Serzeniş Fanzin No: 4

Page 1

•

S E R Z E NI S.

No.4 fanzin


Çizim: Murat

• Çapar Yazı: Mustafa

Yeni bir günün ilk saatlerinde elleri, kolları sımsıkı bağlı bir şekilde bekliyordu. En küçük birkıpırtı bile hissedilmiyordu bedeninde. Öylesine açtı ki, canının acıdığını bile unutturuyordu açlık. Zaten gözlerini açmasının nedeni de buydu. Önünde yeşilin farklı tonlarında, patlıcan, biber, soğan, maydanoz, domates, kabak, salatalık, bamya ve ne olduğu anlaşılamayan sebzelerin olduğu tulumbadan kana kana su içti. Bu susuzluk hiç bitmiyordu içinde. Bacaklarının kaşınması bu güzel rüyadan uyandırdı onu. Başparmağı büyüklüğünde sarı ve sulu üzümlerden yedi. Bu şıralı tat, tuzlu bir şeyler istiyordu yanında. Ekmek olmadan, bir üzümden bir peynirden yedi acele etmeden. Böylesi bir denge ve döngü görmemişti daha önce hiç. Sanki arada başka bir şey atsa ağzına, kuşlar uçamayacak, balıklar yüzemeyecek, yağmur yağamayacak güneş doğamayacaktı. Açlığı gitmişti. Taze salatalık kokusuyla uyandı. Elleri ve kollarının bağlı olduğu gerçeği kendini gösterdikçe salatalığın kokusu azalıp kayboldu. Ağzında kalan üzüm çekirdeğini çiğneyip yuttu. Bütün o çekirdekte dünyanın en güzel üzümlerinin tadı gizliydi. Artık kolları da kaşınıyordu. Fazla üzüm yemek kaşındırmış olabilir miydi acaba? Bu çok basit sorunun yanıtını bile bulabilecek durumda değildi. Bu cümleyi ters çevirmeye çalıştı: Fazla kaşınmış olmak üzüm yedirebilir miydi acaba? O kadar anlamsızdı ki çok sevdi bunu. Karnında büyük, bomboş bir yağ tenekesi olduğunu düşündü. Az önceki üzüm çekirdeğinin parçaları en aşağıda birbirine yakın halde duruyorlardı. Boş olan her şey dolmak isterdi. Ya da en azından kendisi şu an öyle olmasını bekliyordu. Kendisini, o büyük, boş tenekenin içine hapsolmuş hissetti. Şunu çok iyi biliyordu ki kimse gelip, ellerini ve kollarını çözüp onu kurtarmayacaktı. Başkaları olsa bu umuda sımsıkı sarılır ve belki de bu sayede hayatta kalmayı başarabileceklerini düşünürlerdi. Kendisi, böyle bir şeyin asla olmayacağını bilen ender insanlardan biriydi ve başarmak

Karaçizmali

Akarsu

için hiçbir şeyi denemekten vazgeçmeyecekti. Eninde sonunda olacak zor bir doğuma benziyordu bu. Yorucuydu, zahmetliydi ama sonunda gerçekleşecekti. Onu diğerlerinden ayıran, güçlü inancıydı. Bu inançla tekrar parmaklarını oynattı. Kafasında yüzlerce kez canlandırdığı şey, yine başladı. Kalın ipin bir kısmı boşlukta serbest kaldı. Ardından başka bir yerden bir başka kısmı. Bin kez yaptıkları bir şeyi yapıyormuşçasına kendinden emindi parmaklar. Önce eller serbest kaldı, ardından yukarılara doğru bütün ipler çözüldü. Kuşlar, küçük, koyu lekeler halinde dağın ardındaki güneşin aydınlığında uçuştular.


HERKES ORADA KALDI

Gözlerimi kapatıyorum. Bir rüzgâr esmeye başlıyor. 15 sene sonra tekrar arkadaşlarımın sevinç kahkahalarını duyuyorum. Sanki o andaymışız gibi... Yazı: Merve

Göçer Çizim: Murat Karaçizmali

Bazı anılar vardır, insan hayatında gözünü her kapattığında huzurla bağdaştırdığı veya rüyalarına sık sık giren. İşte ben de sizinle bu anımı paylaşmak istiyorum. Memur çocuğu olanların iyi bildiği bir şeydir: doğunun herhangi bir şehrinde akrabasız, tanıdık kimse olmadan geçirilen yıllar. İşte bende bu şanslı çocuklardandım. Benim akrabalarım arkadaşlarımdı. Bir doğu şehrinin çıkışında bulunan lojmanımız büyükşehrin bir mahallesi bile etmeyecek büyüklükteydi. Bu küçücük lojmanda bile hiyerarşi vardı. Müdürler lojmanın şehre yakın ve yeni binalarında otururlardı. İşçilerse köye bakan tarafında eski binalarda otururdu. Benim babam müdürdü ama ben hep lojmanın köye bakan kısmındaki çocuklarla takılırdım. Çünkü onlar kirlenmekten korkmayan çocuklardı. Çocuk aklımla böyle düşünürdüm ve şu an bakıyorum da hala nerde bir “serseri” var onunla arkadaşlık ediyorum. Yaşlarımız birbirine yakın olsa da benimle yaşıt tek bir kız arkadaşım vardı lojmanda. Benim asıl kankam o idi. Bir gün öğlenin sıcağında Tokatlı kankamla buluşmuş, lojmanla köyü birbirinden ayıran top ağacının gölgesinde oynarken, hemen yanı başındaki tellerin bir insanın girebileceği kadar kesilmiş olduğunu fark ettik. Çocukların arasında tellerin arkası hakkında bir sürü efsane dolaşıyordu: orada insanlar öldürülüyordu, vahşi hayvanlar vardı, oraya gidersek annemiz bizi öldürürdü. Bunlar

şu dakikada bütün anlamını yitirmişti, o boş arazide uçurtma uçurma düşüncesi bile tuvaletimizi getiriyordu. Birkaç kankamızı daha çağırıp tellerdeki deliği gösterdik ve plan yapmaya başladık. Akşamüstü uçurtmalarımızı alıp çıkacaktık. Zaman yaklaştıkça çocuk sayısı artıyordu. Haber kulaktan kulağa yayılmış; lojmandaki bütün arkadaşlarımızın, onların kardeşlerinin ve hatta bizden büyüklerin bile haberi olmuştu. Öğleden sonra telin diğer tarafına geçilecek, akşam babalar eve gelmeden evlerimize dönmüş olacaktık. Saat geldiğinde ilk büyükler geçti delikten, sonra biz. Sanki o demir teller havayı kesiyormuş gibi, geçtiğim an sıcak bir rüzgâr esmeye başladı. Demirden geçen, koşmaya başlıyordu sarı otlara doğru, uçurtmalar uçmaya başlamıştı. Sarı otların rüzgârda çıkardığı ses, sıcak rüzgâr ve rengarenk uçurtmalar… İşte bu benim en büyük özlemim.


Anadolu’daki

Yâri

-Ahmet ULUÇAY-

Ahmet Uluçay

“Ben çocukluğumda takılıp kalmış bir sinemacıyım. Yaşadığımız çağı hiç sevmiyorum. Benim bütün hayatım çocukluğuma yakılmış bir ağıttır”

Sinemanın


“Çocuk masu-

miyet demek. Çocukların, kedilerin ve delilerin olmadığı bir film düşünemiyorum.

“Sinema dünyayı kurtarabilir mi? Bilmiyorum. Ama ben niye film yapıyorum? Söyleyecek bir derdim var. Söyleyecek bir sözüm var. Bunların çok önemli şeyler olduğuna inanıyorum. Zaten insanlar söyleyecekleri sözün önemli olmadığnı zannediyorlarsa, bundan en küçük bir kuşkuları varsa. Söylemesinler o sözü. Ben önemli şeyler söyleyeceğime inanıyorum. Hangi ulustan olursa olsun, hangi dilden, hangi dinden olursa olsun bütün insanlara söyleyebilecek çok içten çok samimi, çocuk gözüyle

yapılmış filmler sunuyorum. Çünkü çocuklar dünyaya çıkarsız bakıyorlar. Daha temiz daha duru daha arı bakıyorlar. Ve böyle bakılmış bir dünyada ben kan dökülmeyeceğine inanıyorum. Savaşlar olmayacağına inanıyorum. Çevre kirliliğinin olmayacağına inanıyorum. Dünyanın bütün problemlerinin değil belki ama birçok problemin aşılacağına inanıyorum. Benim kameram bir çocuk gözüyle dünyaya bakıyor. Bakmaya çalışıyor.”


Yıllarca kamyonculuk yaptım, kamyon şoförlüğü. Tavukçuluk yaptım, Allah yardım etti her ikisinde de iflas ettim. Ondan sonra kooperatiften yem fabrikasına işçi olarak girdim. Sekiz yıl da orada çalıştım. İflas etmeseydim, sinemacı olamayacaktım. Sarılacak umudum yoktu. Yapmalıydım. Bundan başka hiçbir şeye aklım ermiyordu. Ben her şeyi intihar eder gibi yaptım! Sinemayı ben intihar eder gibi yaptım! Bunu beceremediğim taktirde kendi içimde de saygımı yitirecektim.

Eşimi sinema tutkum yüzünden yoksulluğa mahkûm ettim. Yoksulluk utanç da getirir. Hele bizim buralarda, sosyal yarışı kaybettiğin an, dışlanırsın. İnsanlar ahlaksızlığı bağışlayabiliyor ama acizliği asla. Çal, soy, yeter ki yoksul kalma. Ben Beyoğlu’nda, koltuğumun altında senaryolarla kapı kapı dolaşırken, evin faturalarını, çocuklarımın bakımını eşimin üzerine yıktım. Benim gibi bir sorumsuzu yönettiği için, o büyük yönetmendir.


Yalnızlık korkak insanları bencilleştirir. Yalnızlığım bencilleştirmişti beni. Kadının arkasını dönmesini istedim. Onu daha kolay metalaştırabilecektim. Metalar değersizleştikçe, karanlık büyüyordu içimde. Bitişin mutsuzluğu, başlangıcın mutluluğundan önce sarmıştı bedenimi. Yalnızlık korkak insanları bencilleştirir Çok kısa süreceğini biliyordum, Kadın bitmesini istemiyordu, önemsizdi istekleri. Tek önemli olan, daha değersiz hale gelmesiydi. Dudaklarının arasına boşalttım yalnızlığımı. Sonra ki sevişmelerimizde ise gözlerinin içine bakıp, Onu ne kadar çok sevdiğimi anlattım. Çünkü ilk posta yalnızlar içindir, İkinci posta ise şairler için. Freud’un da dediği gibi; İşte bunlar hep yalnızlık! Yalnızlık korkak insanları bencilleştirir Cesur insanlara ne yaptığını bilmiyorum.

Özgür Elmas

Ne zaman bir sevda düşse aklımdan Nice isyanlar sessizliğini susan bu hüzün Bir halk ayaklanmasının arifesidir Ve insan, bir diğer insanın terini böyle zamanlarda atar üstünden -Bir insanın yokluğu da varlığına dair elbetKimsesiz kurumlar Küçük, burjuva evleri Disiplinsiz ölümler

Ali


N U PELDACILIK "Bir iki üç dört beş altı yedi sekiz dokuz on on bir on iki on üç

on dört on beş. Evde dört kişiyiz. Aile adı Dijle Rezan Dündar Şükriye. Rezan Uğurlu. Fotoğraf albümü. Dijle'yi

yiyecem. Kardeşimi çok seviyorum. Kardeşimde beni seviyor"

Bir eli daima sol dizinin üzerindeyken diğer eli serbest hareket halindeydi. Kimi zaman battal boy çöp poşeti, kimi zaman ekmek tutardı sağ el serbest hareket elinde olmadığı zamanlar. Aksayarak yürür, diğer insanlardan biraz daha ağır hareket ederdi. Böyle bir durum yokmuş gibi sürekli çalışmayı da hiç ihmal etmezdi. Çok nadiren kaldığı boş zamanlarda iki blok arasındaki PVC'den yapılma beyaz kulübesinde oturur gazetelerden bulduğu bulmaca sayfalarını çözer, sol elini, sol elin kaytarmasından dolayı tüm işin bindiği sağ elini dinlendirmeye çekerdi. Unutulan bir ülkenin, unutulan bir şehrinde şehir için pek de unutulan bölge olmaktan uzak çarşı diye tabir edilen bir bölgede kalan bir apartmanda, apartman görevlisi olarak çalışıyordu Burhan Abi. Burhan Abi bizim apartman görevlimiz.

"Aurelli topu kapıyor. Şimdi hızlı atak şansı, Aurellio Aurellio hızla ilerliyor. Fenerbahçemiz için önemli... Aleeex, Aurellio soldan hızla ilerleyen Alex'i gördü, üçe üç önemli bir gol fırsatı, Anelkayı görürse mutlak gol şansı Aleeex, Alex rakibini yere indirdi haydi Alex haydi oğlum haydi Alex Alex ilerliyor Anelka boşta Alex ortalıyor Anelka çok iyi kontrol Anelka mutlak gol şansı Anelka vurur mu Anelka Anelka tekrar Alex'i gördü Alex Alex Anelka'yı gördü tekrar haydi oğlum Anelka kaleciyle karşı karşıya Anelka vuruyor goooooooooooooooollllll gooooooolllll gooooolll Fenerbahçe 2-1 öne geçiyor"


Büyük bir heyecanla okuldan çıktığım günlerden biri. Patates kızartması ve poşet içinde uzun süre beklemiş sıcak ekmek hamuru kokan sırt çantam bu yolculukta bana eşlik ediyor. Bu uzun yolu günde iki kez alır, çarşıdaki evimizden şehrin diğer yakasındaki okuluma gitmek için sürekli yürürdüm. Çoğu zaman bana eşlik eden bir arkadaşım olmaz ve tek başıma sırtımdaki patates kızartması kokan çantamla ev-okul arasındaki yolu düzenli olarak yeniden yeniden dokurdum. Annemle aynı okulda olmama rağmen öğünlerimiz denk gelmediğinden genelde hep tek gider gelirdim. Zaten olmasa bile annemin benimle gelmesini istemezdim. Çünkü ben artık büyümüştüm ve büyük insanlar tek başlarına okula gidip gelebilirdi. Çünkü ilkokul birinci sınıfları anneleri bırakırdı ben ise büyümüştüm çünkü üçüncü sınıftım ve tek başıma gidip gelebilirdim. Annemle farklı devrelerde olduğumuzdan dolayı genelde kapıda kalırdım. Bana tahsis edilmiş bir ev anahtarım yoktu çünkü aileme göre ben daha büyümemiştim ama ben artık büyümüş ve artık üçüncü sınıftım. Kapıda kaldığım zamanlar genelde Burhan Abi'nin pvc kulübesinde oturur annemin gelmesini beklerdim. Burhan Abi'nin sol ayağının neden aksadığını, eş ve çocuklarını, bu özel durumunun onun eşi için sıkıntı yaratıp yaratmadığını ve Fenerbahçe'yi düşünürdüm. Burhan Abinin kulübesindeki günlük gazetelerin spor sayfalarının Fenerbahçe ile ilgili olan kısımlarını didikler, takımın gidişatı ile ilgili düzenli bilgi sahibi olmaya çalışırdım.

"Tüm İran filmlerini içinden çıkaracak kadar güzelsin." Büyük bir heyecanla annemin okuldan gelmesini beklediğim günlerden biri. Heyecanlı çünkü günlerden Fenerbahçe. Burhan Abinin kulübesindeyim. Bulduğum gazetelerden akşamki maçın kadrosuna bakıyorum. Avrupa maçı... Diğer lig maçlarından çok çok daha önemli. Kendimi her zamanki gibi teknik direktörümüzün yerine koyuyorum ve kendi kadromu patates kızartması kokan çantamdan çıkardığım defterin orta yerini yarıp kuyumcu titizliğinde kareli defterime işliyorum. Her oyuncunun defter üzerinde tam olarak nerde duracağı çok çok önemli. En ufak bir hatamda akşam oynanacak maçı kaybedebilirim. Takımın sürekli kötü gidişatını hocanın benim kadroma yakın bir kadro çıkarmaması-


na bağlıyorum. Burhan Abinin tek göz kulübesinde kendi kadromla övündükten sonra tekrar gazetedeki muhtemel ilk 11’e bakıyorum. Arada büyük uçurumlar var. Üçüncü sınıf matematik ve mantık bilgime göre biliyordum ki bir olayda iki doğru olmaz. İkimizden biri yanlış yapıyordu. Bu durumu daha fazla hazmedemeyip apartman boşluğunda daima dövülüp hırpalanmayı bekleyen futbol toplarımızdan birini kapıp kulübenim bulunduğu apartman girişinde akşamki maçın saatler öncesinden startını veriyorum. Rakip Avrupa’nın güçlü ekiplerinden PSG. İdeal on birimi sahaya sürüp takımı bu zorlu arenasında en iyi noktalara getirmek için amansız bir mücadele veriyorum. Tek başıma 11 profesyonel futbolcuya karşı zorlu bir mücadele yürütüyorum. Altından kalkabilirim çünkü artık üçüncü sınıfım. Merdiven korkulukları arasındaki iki demir çubuğu karşılıklı kale belleyip tek başıma maça başlıyorum. Rakipte benim, teknik direktörlüğünü üstlendiğim Fenerbahçe de. Maç esnasında rakibe pek fazla atak şansı tanımıyorum. Zaten karşı takımdan da pek fazla oyuncu ismi bilmediğim için bu durum bahanem oluyor kendimi avutuyordum. Kontra ataklar dahil tüm atakları Fenerbahçe yapıyor, gole en yakın pozisyonlarına onlar giriyordu. Topla oynama yüzdesini Fenerbahçe'ye vermenin dışında topu ve golleri sürekli hep en sevdiğim futbolculara attırıyordum. Tüm güzel golleri onlar atmalı, en iyi oyunu onlar oynamalı tüm taraftarların gözdesi onlar olmalı. Kendi kendime hem spikeri, hem teknik direktörü hem de futbolcusu olduğum maçta Fenerbahçe galip geliyor ve bu durum her hafta birbirini takip ediyor. Evin

içinde koltuk altları, sehpa aralıkları, bulabildiğim her boşluk, her belirgin iki nesne arası kale oluyor ve ben sürekli galip geliyorum. Golleri ardı ardına diziyor, spiker en coşkulu anlatımını benim yönettiğim maçlarda yapıyor. Sürekli bir hedef belirliyor totem yapıp, o hedef için ağır mücadeleler yürütüyorum. Amaç, hedef Fenerbahçe'nin kazanması. Çünkü Fenerbahçe benim sevgilim. Ve annem kapıda beliriyor, neden yine bu kadar terlisin çabuk eve fırçasından sonra topu tekrar bodruma bırakmak üzere aşağı iniyorum. Yukarı çıkıyorum, üstümü değiştiriyorum. Okul yakam ve mavi gömleğim zaten çantamda olduğu için sadece gri kumaş pantolonumu çıkarmakla yetiniyorum. Dört kişilik çekirdek ailemle yenen bir akşam yemeğinden sonra televizyon karşısındayım. Teknik direktör benim patates kızartması kokusu sinmiş çantamdan çıkardığım defterime çizdiğim kadrodan gazetede de yazdığı üzere farklı bir kadroyla çıkıyor. Yeniliyoruz... Fenerbahçe kötü gidişine, bense bu kötü gidişe çözüm aramaya devam ediyor. Karındaşım, ailemizin parçası, takım arkadaşım, artık bizden ayrı yaşayıp izin istemek üzere üniversite giriş sınavlarına hazırlanıyor. Babam da kardeşimle beraber yanında durmak için onunla beraber Diyarbakır'a gidiyor. Annemle beraber Didim'de anne oğul baş başayız. Geceleri balkona ve kumsala gidip içmelerimi saymazsak hep beraberiz. 24 yıl 9 aydır olduğu gibi. Ara ara bazı konularda anlaşamasak da en iyi arkadaşlarımdan. Konularımız aşağı yukarı aynı kalmakla (terli terli dolaşmak) beraber bir iki küçük başlıkta ekleniyor. "Çok içiyorsun oğlum. Yazık."


Çok içiyorum çünkü artık birilerini sevebilecek yaştayım, büyüdüm, artık üçüncü sınıf değilim. Halkının ve tüm ezilenlerin yanında duran koca bir avukatım. Didim'deyim. Didim'deyim ama hâlâ hakimin karşısında tüm ezilen yoksulları devlet karşısında savunmak için kilolu bir avukatım. Düzenli olarak her akşam üstü evimizin karşısındaki ilk okulun bahçesindeki basketbol sahasında İtalya yazılı Çin malı futbol topumla oyun oynamaya gidiyorum. Bisikleti

min arkasındaki sepette sürekli olarak duran futbol topumla beraber Ege’nin unutulmuş bir ilçesinin unutulmuş bir mahallesinde unutulmuş bir ilkokulda basketbol sahasında futbol oynuyorum. Kale yok, en iyi takım arkadaşım olan kardeşim yok, arkadaşım da yok. Tek başıma basketbol sahasını tellerinden yaptığım birden fazla kaleye gol atmaya çalışıyorum. Kuralı kendim belirliyorum. Güçsüz olan sol ayağımla uzak mesafeden her iki direk arasına tek seferde belli bir yükseklikte topu tellere (ağlara) bırakmak. Ve bu olayı sahanın tüm görünen direkleri arasına. Bir iki üç dört beş altı yedi sekiz dokuz on on bir on iki on üç on dört on beş... Hava kararmadan tüm altlı ve üstlü direklere topun durduğu son noktadan sırasıyla atmak. Hedef, amaç belli eğer başarabilirsem Nupelda ile beraber olması. Beni futbolcu vücudu ve güçlü sol ayağımla sevecek hayallerimi gerçekleştireceğim. Hayalim Nupelda ile mutlu dört kişilik mutlu ailemiz. Bir erkek ve bir kız çocuğu. Her gün fire vermeden kale direği olmayan basketbol sahasında Nupeldacılık oynayıp totem yapıyorum. Hedef, amaç belli Nupelda’ya sahip olmak. Çünkü Nupelda’yı seviyorum. İtalyan kültürünü yansıtmayı amaç edinmiş Çinlilerin ürettiği topumu bisikletimin sepetinin arkasını atıp. Kısa bir yolculuğa çıkıyorum. Okul-ev arası arkadaşımın olmadığı tek başıma çıktığım bir yolculuk. Zaten başka kimsenin de olmasını istemediğim... Çünkü bisikletimleyim ve başka bir ağırlık olunca zorlandığım bir yolculuk. Yol kısa olduğu için direk sitedeyim. Eve giriyorum. Açan yok. Zili oyun oynarcasına defalarca çalıyorum. Annem ev gezmesinden henüz dönmemiş. Bir süre telefonumda vakit geçiriyorum. Ara ara konuştuğum


Nupelda’dan bir belirti olup olmadığına baktıktan sonra site görevlimiz Efraim Abinin PVC’den yapılma kulübesine geçip annemi beklemeye başlıyorum. Efraim Abi, site görevlimiz. Didim’in köylerinden. Yıllarca tütün yetiştiriciliği yapıp birahanelerde mahsulünü yemiş. Eşini yakın zamanda kaybediyor. Lokması yeni dağıtılmış. Tatlılarla aram olmadığı halde bir iki lokma da olsa "lokma"dan tadıyorum. Yaşadığı köy ve sitemiz arasında bayağı mesafe olduğundan yemeğini düzenli olarak evden getiriyor. Gazetelerin arta kalan sayfalarından yaptığı sofra beziyle kumanyasını götürüyor. Annem hâlâ ortalarda yok. Ben ya yazarsa diye bir köşeye ayırdığım telefon şarjımla Efraim Abi’nin PVC’den yapılma kulübesinde annemi bekliyorum. Uzun yoldan gelmiş market poşeti içinde sakladığı ekmek arası patates kızartması mönüsünü benimle paylaşma teklifinde bulunuyor. Artık kiloma dikkat ettiğimi, koca bir avukat olduğumu, ceberut devlet karşısında hakim önünde savunma yapacağımı ve bu yüzden yemeyeceğimi söylüyor ve teşekkür ediyorum. Oda patates kızartması kokuyor. Annem gelmiyor. Gazete artıklarından bulmaca çözmeye çalışıyorum. Beceremeyip geri bırakıyorum. Kapı önündeyim. Fransalı komşumuz Junior tek başına seslendirdiği oyunuyla büyük bir mücadeleye girişmiş mutlaka bir şeycilik oynuyor. Abisi olmam hasebiyle nazik bir davette bulunup beni de oynadığı bir şeycilik oyununa ikinci olarak davet ediyor. Yorgun olduğumu, daha yeni geldiğimi söyleyip 8 yaşındaki minik dostumun bu nazik teklifini geri çeviriyorum. Efraim Abi’nin kulübesine geri dönüyorum. Minik tv ekranında İzlanda’nın dünya kupası maçı var...

Patates kızartması kokan PVC kulübesinde İzlanda'yı izliyoruz. Efraim abi Fransa'nın kadrosunu beğenmiyor. Böyle kadro çıkarılmaz lafıyla gözümbulmacadaki 'bu ünlü kim' soruna takılıyor. Annem geliyor. "Kaç yaşında oldun koca adam oldun hâlâ neden anahtarını taşımyorsun" fırçasını yiyorum. İzlanda' iyi top oynuyor, ben yarınki Nupeldacılık oyununu düşünüyorum ve Fenerbahçe'nin kötü gidişatı hâlâ devam ediyor...

Yazı

Rezan Uğurlu


The Meditations

İklimlendirme Öncesi Ilık Deneme

ölürsem yazları küstürüp yağmura denize çık, denize, elinde tuttuğun.

Kendini kendine inandırmadan düşün düşür silkinerek kendinden seni! dünya durdu ve güneş birleş diye bağırmıyor yatak serkeş bir bataklıkta uyandık soğuk bir çarşamba günü.

antik mozaiklerimi kır, bu lümpenleri dişlerimi kır ama gülme /bilir kainat/ sevdiğini mi nefret ettiğini mi /koparır dalından/ ölürsem yedi kiremit esnasında, saklambaç anında girersem mezara öp beni, annem gibi. -siyah mercanlar doğursun yanaklarım ölürsem yazları fraktallarla ve küme küme dokunmuş bu yüz, kollarının arasında çürür adına iğrençlik dediğin her şey aslında benzer bir hikayeye tilki gelir sonra kargayla konuşma esnasında kargaşa esnasında bütün insanlar taşırlar mı sırtlarında cesedimi üstümdeki İstanbul lale açar mı bu modern çağda ölürsem yazları duldalardan silkinip, titreyerek sonra tut beni, annem gibi -dokunduğun yerlerde bir serinlik telaşı

M. Furkan Gülnar

Dipsiz yusuf kuyusu belirirken göz önünde ansızın, tatlı bir irkilişle kişilerin ansızın eriyip gittiği, iki istasyon arası -boğuk sis sessizliğin yükselen tizinde içe sıkışmışlığının yedinci evresi ve eskiden yeniye genetik duyu -gerçekte biz gerçek miyiz acaba? Duruldu söz açıldı kapı. seksen ikinci dakika, iki sıfır ve derin bir sessizlik halinde sert ve acı vuruşlarla atıyor dört odacıklı ada, öksürük eşliğinde adım adım ilerlerken o koca küre hiçbir şeyin hiç olmadığı yerde beş parçaya bölündü yirmidört kare... şimdi bir taş olmalıyız adeta şu müptelası olduğumuz esrik hazzı yok saymadan evvel.

Eşref Ozan BAYGIN


Boynu Eğik Çiçekler

Adam yatağında bir sağa, bir sola dönüyor, bir türlü uyuyamıyordu. Sanki uyku o gece, o odaya girmemek için direniyor, bir tren gibi art arda dizilerek, ruhu yorucu anlar yaratıyordu. Adam daha fazla dayanamadı ve çıktı yatağından. Çizgili gömleğinin cebinden, uçları kıvrılmış ve rengi solmuş eski bir fotoğrafı alıp, derin derin bakmaya başladı. Asu. Gerçek adı değildi muhtemelen. Yirmili yaşlarındayken, en yakın arkadaşının yoğun ısrarları üzerine bir gece, önce meyhaneye, ardından randevu evine gitmişlerdi. Sarhoş olmakla, ayık kalma arasında gidip gelmişti. Belki de ilk kez bir randevu evine gideceği için dimağı sislenmiş, içinde giderek büyüyen -kendine olan hafifliğinden dolayı- ve odaya girene kadar süren heyecanı devam etmiş, sonrasında da yerini, insanın onurunu sarsan bir kayıtsızlığa bırakmıştı. Fakat arkadaşı tecrübeliydi. Kapının ön tarafında kirli sakallı, çirkin suratlı bir adamla konuşurken, o, muhayyilesinin ulaşabileceği ölçüde kadını tutkuyla soymuş, sevişmiş ve bu mitolojik vücudun güzelliği üzerine oturur pozisyona geçerek sigarasını yakmıştı bile. Bu yüzden, kirli sakallı, çirkin suratlı adamın, arkadaşıyla ne konuştuğunu ya da arkadaşının bu adama ne söylediğini işitmemişti. Daha başka hayal ettiği randevu evinin kapısından içeri adımlarını atar atmaz, burun deliklerine nemli ve keskin bir koku dolmuştu. Arkadaşı oldukça rahattı. Adam ise nasıl göründüğünü kestirememişti, ilk aklına gelen şey de sokaklarda fermuarı açık biçimde koşturan bir aptal gibi görünmemek olmuştu. Aslında pek umursamazdı böyle şeyleri, yine de takılmıştı dimağına ve yine aynı hızla uçup gitmişti. Birbirine bitişik iki ayrı odaya çıkmışlardı.Adam ivedilikle soyunup, hemen yatağa girmiş, birazdan sevişeceği kadını beklemişti. Beklerken de gözleri, yeşil duvarların sardığı odadaki nesnelerin üzerinde dolaşmış, içerideki her şeyin ne kadar dökük ve köhne olduğunu düşünerek, kendini o odanın bir parçası gibi hissetmişti. Kadın bu sırada nahif bir devi-

nimle kapıyı aralamış, içeri girmiş ve ağır ağır soyunmaya başlamıştı bile. Daha yavaş ve daha yumuşak hareket etmesini istemişti adam. Çünkü sırtını güneşe alan balçıklı patikaların üzerinde yuvarlanmak yerine, vakur sessizliğin kulağına çalındığı bir uzamdı amacı ve bu nedenle kemirerek ilerliyordu haz pastasında... Kadın, adamın bu buyruğuna uymuş, her deviniyi sanki üzerinde uzun uzun düşünerek gerçekleştirmişti. Dakikalar süren bu durağan sahneden sonra yirmi dakika kadar sevişmiş ve yatak başına sırtlarını dayayarak birer sigara yakmışlardı. Kadın ısmarlamıştı. Fotoğrafı da o esnada istemişti adam. Yatağın üstüne düşen bir diğer fotoğrafın kim olduğunu sorunca da, “Kardeşim” yanıtını almıştı. Evliymiş ve özel bir şirkette müdürmüş. Bunun üzerine adam, masum fakat kayıtsızca kadının gözlerine bakarak, “Onun da burada olmasını isterdim, haz diasporalarının kıyısında ateşlenen gölge olmak yerine, bir vücut olmayı arzulardım” demişti. Kadın adamın yüzüne anlamsız ve iğrenircesine bir bakış attıktan sonra, hızla giyinip çıkmıştı odadan. Sevişirken yüzüne ne kadar az baktığını şimdi anımsıyordu. Adam fotoğrafı tekrar gömleğinin cebine koydu ve bir müddet cama yansıyan siluetini izledi. Uyumalıydı artık. Bir süre daha mücadele ettikten sonra, geceden bile daha karanlık olan uyku trenine doğru yavaşça kapattı gözlerini. Perdenin arasından sızarak yüzüne çarpan güneşin ışığıyla araladı göz kapaklarını. Aynı anda kapısının yumruklandığını işitti. Açtı. Gelen en yakın arkadaşı, biricik dostuydu. Birkaç adımda kapının eşiğini aşıp, yatağın baş ucunda bulunan füme rengi deri kaplı koltuğa oturdu, adam da yatağına. Arkadaşı yeni tıraşlı yüzü ve yana doğru taranmış olan briyantinli saçlarıyla oldukça iyi görünüyordu. Gözleri de her zamanki gibi canlı bakıyordu. Fakat ifadesi düşünceliydi, aklından bir şeyler geçiriyordu sanki, muhayyilesinin direktifiyle Napolyon olmuş, ordusuyla Rusya’ya yürüyordu belki şu an, belki de bu ay ki kazancının, geçen aya göre üç kat arttığını tahayyül ediyordu veya daha büyük, daha modern bir ofise taşınmayı planlıyordu. ”Hadi kalk gidiyoruz” dedi birden arkadaşı, bu sırada


Yazı: İdris

Akmar § Çizim: Aylin

Erdem

koltuğun kenarında duran elbiseleri yatağın üstüne fırlatmıştı. Adamın, çizgili gömleğinin cebine gelişigüzel iliştirdiği fotoğraf, arkadaşının ayağının hemen dibine düşmüştü. Arkadaşı yerden aldığı fotoğrafı bir süre inceledikten sonra, "Bir hayat kadınının fotoğrafını hala neden taşıdığını anlamıyorum" dedi, "O da tıpkı diğerleri gibi daha odasından çıkmadan unutmuştur yüzünü, ama sen neredeyse on yıldır bu şeyi cebinde taşıyorsun. Cidden tuhaf adamsın doğrusu." Adam sessizdi, belki de orada değildi, yine Asu'nun yanındaydı, aynı köhne odada ve sırtını yatak başlığına dayayarak bilmem kaç bininci sigarasını yakıyordu şu an. Arkadaşı, bir şey söylemesi için bir süre adamın yüzüne baktıktan sonra, konuşmayı sürdürmenin bir yararı olmayacağını anlayarak oturduğu koltuğa biraz daha gömüldü. Birer sade kahve içtikten sonra çıktılar evden. Cadde kalabalıktı. Binaların çatıları tan kızılına boyanmış, şehir büyük bir iştahla ağzını açarak bu kalabalığı yutmaya hazırlanıyor gibiydi. Kendisi de bir patron olan arkadaşı birden konuşmaya başlayarak, “Patronlar işçilerden çok çalışır, her yer ofistir onlar için, işlerini eve de götürür, misafirliğe de tatile de” dedi ve sözlerini desteklemesi için sabırsızca arkadaşının yüzüne bakıyordu. “Sanırım haklısın” dedi adam ve ellerine cebine koyarak devam etti, “Bu yüzden kimse patron olmak istemiyor, insanlar ellerini kirletmekten haz duyuyorlar adeta, baksana şuraya, çevrene, herkes pusulasız, haritasız bir gezgin gibi, çarkın kesintisiz dönüşünde hipnoz olmuşlar adeta. Kimisi hayat kadınıydı bu döngüde, kimi hayat adamı, lakin herkes fahişesiydi bu dünyanın, legal veya illegal, ahlaki veya gayriahlaki, birilerinin pis bir minvaldeyaftalanması, ölümsüzlüğe koşan diğerlerini masum kılmıyordu. Ayrıca çok yaşamazdı denilen boynu eğik her çiçeğin koparılması da bir yazgı olamazdı kuşkusuz, olsa olsa kolaylık olurdu bu. Toplumları, ahlakları, değer yargıları olanların dünyasında bir dala tutunmaya çabalayan, boynu eğik çiçekler vardı ve aynı zamanda bu hayatın işçileri, Asu gibi, kendi içinde kaybolan adamlar gibi ve tıpkı çevremizi saran şu insanlar gibi.”

O sırada bir iş yerinin servis aracı yanlarında durmuş, mesaisi biten işçiler bitkin bir vaziyette araçtan iniyorlardı. Onlar da bu kalabalığın arasında kaybolmuş gibiydiler.


Ali Yazı:

S A B R

Yanıma rutubetli duvarların kokusunu da alarak eve gitmek istiyordum. Bakımyurdu caddesine doğru yürüdüm. Asfalt caddeye ulaştığımda 160 numaralı otobüsün gelmesine daha vakit vardı. Havada öğlenden kalma bir sıcaklık, caddede ise ıssızlık hakimdi. Tek tük geçen arabalar, cadde boyu serpilmiş üç beş yolcu… Bu kentte aynı sınıfı paylaşan her insan gibiydik biz de: az biraz umutlu, çokça yorgun. Kendi aramızda bezmişlerin dilini konuşuyorduk gözlerimizin içine bakmadan. Yol boyu gitgide küçülüp gözden kayboluyorduk. Bizi bu bunaltıcı bekleyişten kurtaracak, adeta demirden bir yılkı gibi çıkıp gelecek 2006 model BMC’nin kavşakta belirmesini bekliyorduk. En iyi yaptığımız şeydi beklemek. Zaten son 200 yıldır beklemiyor muyduk; birbirimize dolanarak, dolandığımızı unutarak…

§

Omuzuma bu kadar da kendinden emin dokunabilmesi rahatsız etti beni önce. Sonra dönüp bakınca, çatlakları siyaha çalan, kuru, nasır tutmuş bu ellerin, yıllar geçtikçe inceliklerini nasıl da kaybettiğini anladım. Belli ki, mesaisini bitirmiş evine gidiyordu o da benim gibi. 160 numaraları otobüsün geçip geçmediğini sordu. “Ben de onu bekliyorum abi. Gelmedi daha,” dedim. “Gecikti yine,” dedi. Bol kumaş pantolonu, küçük yuvarlak yüzü, seyrek ama yılların dökmeyi tam beceremediği kar beyazı saçları vardı. “Arada yapıyor abi, gelir birazdan,” dedim. Söylenmeye başlayacağını bildiğimden, onu telkin edecek bir şeyler söyleme ihtiyacı duydum kendi kendime. Ama unuttuğum bir şey vardı: asgari ücrete günde on iki saat çalıştırılan ve evine saat başı geçen tıklım tıkış bir otobüsle dönmek zoruna olan birini hiçbir telkin sakinleştiremezdi. Kafamın içini işitirmişçesine söylenmeye başladı. Sefer sayısından yakınarak belediyeye küfür ediyordu, hak ediyorlardı da. Ara ara bende katılıyordum küfürlerine. Zaten her belediye biraz küfürü hak etmiyor muydu? Sonraları otobüs şoförü de nasibini almaya başladı küfürlerinden. Haksız sayılmazdı ama eski bir dostun da dediği gibi: “herkes haklı, çünkü kimse özgür değil.” Sonuçta otobüs şoförü de üç kuruş paraya çalışan birçokları gibi işini düzgün yapmıyordu. Küfürlerden sonra otobüste veya otobüs beklerken yaşadığı günlük problemleri anlatmaya başladı adam. Küfürlerle başlayan ahbaplığımız, ya-

vaş yavaş “Sen ne iş yapıyon” ile bir sonraki safhaya geçmeye hazırdı artık. Bunu çok iyi bildiğimden kısa kısa cevaplarla geçiştirmeye çalıştım adamı. Ama nafile; anlattıkça anlattı adam, sızlandıkça sızlandı. Haklıydı haklı olmasına da, bizi bu kavurucu güneşin altında bir araya getiren nedenler üzerine aynı nedenlerden ötürü sızlanacak gücüm kalmamıştı. Belki de havanda su döveceğimi bildiğimdendi bu suskunluğum ama kibrin de en büyük günah olduğunu biliyordum. Bu yüzden gözlerimi gözlerinden ayırmadan dinledim adamı. Dinlerken kirpiklerine baktım, göz ayasındaki kızarıklara ve yavaş yavaş oluşan kaz ayaklarına. Girsem göz bebeğinden içeri, baksam, elbet biliyordum en güzeli oradaydı ama dediğim gibi işte bizi bu kavurucu güneşin altında bir araya getiren nedenler…

§

Adamın sızlanmaları ara ara çekilen tövbe estağfurullahlara bırakmıştı yerini. Sıcak iyiden iyiye etkisini hissettiriyordu artık. Bir ara otostop çekmeye karar verdim, yolu şöyle bir kestim ne gelen var ne giden. Adamın tövbeleri devam ettikçe benim de sabrım tükeniyordu. Az kalsın “sus bir amınakoyim” diye bağıracaktım adama ama bu adam beni öyle bir döverdi ki belediyenin bana çektirdiği bu çileyi mumla çırayla arayabilirdim. Bu yüzden tuttum kendimi. Tepeme çıkan siniri dizginleyince de ince bir sırıtma oturdu yüzüme. Meursault’un Cezayir’de ki o plajda yaşadıkları geldi aklıma. Adama da acıdım inceden, kendime de… Tam o sırada karşı kaldırıma lüks bir araba yanaştı. Benim adamın yaşlarında bir adam indi arabadan, sonra da güzeller güzeli eşi ve çocuğu… Karşıya geçip yanımızdan yürüyüp gittiler. Bir damla ter yoktu alınlarında. Benim adamın da tövbeleri kesilmişti. Uzun uzun arkalarından bakıp hiçbir zaman elde edemeyeceği bir hayatı seyre daldı bir süre. Yüzünde bir çeliğin soğuk ifadesi vardı. Zamanında ne oldu da, elinde otobüs kartıyla bu sıcakta bekliyordu şimdi? Onu bu adamdan ayıran neydi? Adaletsizlik mi? Evvel zamanda yapılmış hatalar mı? Yoksa bizi bu kavurucu güneşin altında bir araya getiren nedenler mi? İçimden bir sürü şey söylemek geldi o an: yine ona telkinde bulunmak, onunla uzun uzun küfürler etmek… Ama kıyamadım garibanlığına. Yalnızca “Abi” dedim “otobüs geldi.”


Kapak çizimi: Merve Özpürçüklü

serzenisfanzin serzenisfanzin serzenisfanzine@gmail.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.