YAYIN EKİBİMİZ
Editörden...
Genel Yayın Yönetmeni Şeyma Sakallı Editör Seda Kamburgil Sosyal Medya Sorumlusu Burcu Kılıç Yazarlar Aykut Körmamuoğlu Doğucan Arslan Esra Atabay Hacer Yıldırım Hilal Buse Yumuşak İlknur Öner Melis Genç Meltem Gökce Merve Aslan Muhammed Eyüp Yavuz Nazlı Deveci Nazlı Yıldırım Ogün Engin Erkan Serap Ödül Soner Üçkuşoğlu Umut Köksal Ülkü Mehtap Zoroğlu Taha Savaş Yasin Gel Web Yazılım Burak Medinovski
ISSN: 2148-8851
Sevgili Okuyucularımız, Seyyar Edebiyat Dergisi; yeni yılın ilk gününde, yepyeni bir sayı ile karşınızda! Birbirinden güzel yazıların yer aldığı bu sayımız; Cemal Süreya, Zübeyde Hanım, Tarık Tufan Röportajı, Çırağan Yangını, Verem Haftası, Gazeteciler Günü konularıyla zengin bir içeriğe sahip. Ve daha fazlası... Yazarlarımızın kaleminden denemeler, şiirler ve öyküler sizler tarafından okunmayı, beğenilmeyi ve eleştirilmeyi bekliyor. Ocak sayımızı okurken hem bilgileneceksiniz hem edebiyata doyacaksınız hem de keyifli vakit geçireceksiniz. Sona yaklaşırken, Cemal Süreya’yı ve Zübeyde Hanım’ı sevgi, saygı ve özlemle anıyor; bizi kırmayarak sorularımızı cevaplayan Tarık Tufan’a bir kez daha teşekkür ediyoruz. Tüm okuyucularımızın yeni yılı kutlu olsun. Şubat sayımızda görüşmek üzere... Seda Kamburgil sedakamburgil@seyyaredebiyat.com
İçindekiler 1) Meltem Gökçe - Bir Kahraman Annesi Zübyde Hanım 2) Yasin Gel - Tarık Tufan Röportajı 3) Misafir Seyyar Fatih Kaygısız - Cemal Süreya 4) Melis Genç - Kayıp Duygular Şehri 5) Misafir Seyyar Ebru Çopurlu - Beni Öp Sonra Doğur Beni-Yokluk6) Misafir Seyyar Usame Yördem - Cigarayı Attım Denize- Mavinin Sen Tonu 7) Misafir Seyyar Hazal İslamoğlu - Üvercinka- Şiirin Derin Kuyusuna8) Nazlı Deveci - Koşarsın, Durmamak İçin 9) İlknur Öner - Biz Hâlâ Masum, Biz Hâlâ Çocuk 10) Serap Ödül - Hissedilenler Üzerine 11) Nazlı Yıldırım - Hangimiz Delirmedik Şiirsizlikten 12) Nazlı Yıldırım - Ölümsüzlük 13) Şeyma Sakallı - Verem Haftası 14) Merve Aslan - Narin Bir Gitme Meselesi 15) Merve Aslan - Baykuşun İntiharı 16) Ünal Özkan - Kırmızı Çocukluk 17) Ünal Özkan - Patolojik Sapma 18) Taha Savaş - Kaç Kadeh Kırılabilir Ki Babalar İçin 19) Hacer Yıldırım - Çırağan Sarayı Ve Yangını 20) Seda Kamburgil - Çalışan Gazeteciler Günü 21) Esra Atabay - Gün Doğarken 22) Misafir Seyyar Kadir Uzun - Temel İhtiyaç 23) Hilal Buse Yumuşak - Gülzar-ı Cennet 24) Soner Üçkuşoğlu - İçimizdeki Tanrıça 25) Seda Kamburgil - Hoş Geldin 2015 26) İsmail Can Karakuş - Barış 27) Eylem Nur Akarsu - Yazılmayı Bekleyen Hikâye 28) Mehmet Doğucan Arslan - Bir İstanbul Hikâyesi 29) Aykut Körmamuoğlu - Zifir 2 30) Burcu Kılıç - Mustafa Kemal Atatürk Ve Latife Hanım 31) Yasin Gel - Gülümsemeleri Çalmayın 32) Muhammed Eyüp Yavuz - Hutulara Ve Tutsilere Ağıt 33) Ogün Engin Erkan - Açılış 34) Ebru Özden - Aşk’a... 35) Mustafa Akdaş - Tek Seçenek Kalması da Çaresizlik Değil mi? 36) Burcu Kılıç - Cemal Süreya Ve Aşkları facebook.com/seyyaredebiyat twitter.com/seyyaredebiyat instagram.com/seyyar_edebiyat
BİR KAHRAMAN ANNESİ ZÜBEYDE HANIM (1857 – 14 Ocak 1923)
”Her büyük adam bir kadının eseridir.” diye bir söz vardır. Gerçekten her büyük adamı dünyaya getiren ve beşeriyete sunan bir kadındır. Türk milletine dâhi Atatürk’ü armağan eden de nur yüzlü bir Türk kadını, Zübeyde Hanım’dır. Zübeyde Hanım, Ali Rıza Efendi’nin eşi, Mustafa Kemal Atatürk’ün ve Makbule Atadan’ın annesidir. Aslen Karamanlıdır. Rumeli’ye göçen ve Selanik yakınlarındaki Langaza’da toprak işleri ile uğraşan bir Türkmen ailesi olan Hacı Sofu ailesindendir. Babası Sofuzade Feyzullah Ağa ve annesi Molla Hanım olarak anılan Ayşe Hanım’dır. Daha ilk çağlarından itibaren içli ve sakin bir yaradılış arz etti. Büyüdükçe de köklü Türk ananelerine dayanan sağlam bir Türk terbiyesi aldı. Annesi Ayşe Hanım’ın dizinin dibinde el ve ev işleriyle meşgul olarak mükemmel bir ana ve ev kadını olmak şartlarını öğrendi. On dört yaşlarına doğru Zübeyde Hanım sarı saçlı, yeşil gözlü, dal gibi uzun boylu, narin, çok güzel ve çok ciddi bir kız olmuştu. Bu sıralarda ayağının bir kazaya uğraması üzerine tedavi için ailece Selanik’e gitmeleri gerekti. Genç kızın ayağı kısa bir müddet içinde iyi oldu. Fakat kader ağlarını Türk milletinin lehine örmekte idi. Çünkü Atatürk’ün müstakbel annesi genç Zübeyde’ye dayısının arkadaşlarından Ali Rıza Efendi talip oldu. Delikanlı fevkalade dürüst, zeki ve iyi bir insandı. Talebi kabul olundu. Ali Rıza Efendi ile on dört yaşında evlendiler. Yeni çift, Selanik Yenikapı semtinde yeni hayatını başlatmış ve Zübeyde Fatma, Ömer ve Ahmet adlı çocukları doğmuştur. Ancak hapsi küçük yaşta vefat etmiştir. 1881’de dördüncü çocukları Mustafa, 1885’te Makbule, 1889’da Naciye doğdu. Bir süre sonra eşini de kaybeden kederli Zübeyde Hanım, Mustafa’sı ve kızı Makbule ile yapayalnız kalmıştı. Ömrünü bu yavrularına vakfetti, onların sevgisine bağlandı. Zübeyde Hanım, Balkan Savaşları’nın sonuna kadar Selanik’te ikâmet etmiştir. Balkan Savaşları sonunda Selanik’in sınırlarımız dışında kalması üzerine birçok Türk gibi Zübeyde Hanım ve kızı Makbule Hanım da İstanbul’a gelmişlerdir. Zübeyde Hanım, İstanbul’da Beşiktaş semtinde Akaretler’de 76 numaralı eve yerleşti. Samsun’a çıkışla birlikte başlayan günler Mustafa Kemal için olduğu gibi, annesi ve kardeşi için de sıkıntılı, sancılı günler olacaktır. Bu arada oğlu Mustafa Kemal’in “öldüğü” asılsız haberini duyan ve zaten hasta olan Zübeyde Hanım, iyice hastalanır, kısmen felç olur. Kısmi felç ve romatizmadan dolayı ağrıları artan Zübeyde Hanım’a İzmir’in havasının iyi geleceği düşünüldü ve İzmir’e gidip bir süre kalması için ikna edildi. Karşıyaka’daki yazlık evleri hazırlandı. Buradayken hastalığı giderek artan Zübeyde Hanım, 15 Ocak 1923 günü 66 yaşında vefat etti. Batı Anadolu’da uzun süreli bir geziye çıkmak üzere 14 Ocak 1923 günü akşamı özel treni ile Ankara’dan ayrılmış bulunan Gazi Mustafa Kemal Paşa, 15 Ocak günü Eskişehir’e gelmişti.
Gün ağarmadan az önce Emir Eri Çavuş Ali’yi çağırmış, “Bir haber var mı?” diye sormuş, “şifre geldi ama çözülmedi” diye cevap veren Ali Çavuş’a hüzünle bakan Mustafa Kemal Paşa, “Annemin öldüğünü biliyorum.” dedi. “Bir rüya gördüm, yeşil tarlalarda annemle dolaşıyordum. Birden bir fırtına çıktı, anamı alıp götürdü.” Deşifre edilmiş telgraf eline verildiği zaman okudu, gözlerini kapadı, bir an düşündü ve “İzmir’e gitmiyoruz. Treni İzmit’e çevirsinler” dedi. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra, bir gün annesi için Latife Hanımefendi tarafından yaptırılan mermer sandukalı ve uzun kitabeli kabrin fotoğrafını görmüş, hiç beğenmemiş, hele kitabede, “Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ Valide-i Muhteremleri Zübeyde Hanımefendi’nin” diye başlayan cümleden hiç hoşlanmamıştı. Bir gün Genel Sekreter Hasan Rıza Soyak Bey’e, “İlk fırsatta İzmir’e gidersin, bu sandukayı ve kitabeyi kaldırtırsın, dağdan iki büyük ve uzun taş getirtirsin, birini olduğu gibi temel üzerine tespit ettirir, diğerini baş tarafına diktirirsin. Bir yerini de biraz düzelttirerek, Atatürk’ün anası Zübeyde burada yatmaktadır diye yazdırırsın, altına da ölüm tarihini koydurursun, yeter.” emrini vermişti. Atatürk’ün isteğine uygun mezar yapılıp; yazı da onun isteğine uygun şekilde yazılmıştır. Soğuk bir kış günü aramızdan ayrılan bu kahraman annesinin kabri bugün, İzmir- Karşıyaka’da Zübeyde Hanım Caddesi üzerindeki bir parkta, Ferik Osman Paşa Camii avlusu içinde yer alır. Alsancak Gündoğdu Meydanı’na Konak Belediyesi tarafından 2003 yılında Zübeyde Hanım ve Çocuk ( Mustafa Kemal Atatürk) Heykeli’nin anıtı yapılmıştır. “Analardır adam eden adamı, aydınlıklardır önümüzden giden, sizi de bir ana doğurmadı mı? Analara kıymayın efendiler! Bulutlar adam öldürmesin.“ Nazım Hikmet Ran Büyük Türk Kahramanının annesi Zübeyde Hanım’ı, aramızdan ayrılışının 92. yılında saygıyla anıyoruz. RUHU ŞAD OLSUN!
KAYNAKÇA SARISAKAL, Baki, Atatürk’ün Annesi Zübeyde Hanım h t t p s : / / w w w. g o o g l e . c o m . t r / u r l ? s a = t & r c t = j & q = & e s r c = s & s o u r c e = w e b & c d = 4 & v e d = 0 C C0QFjAD&url=http%3A%2F%2Fwww.isteataturk.com%2Fhaber%2F121%2Fannesi-zubeyde-hanimin-mezarinin-basinda-27011923&ei=8DOMVJ-2EIGtUaa-gLgM&usg=AFQjCNE5BjeM5GgdJx_l9pKyJEqyWI_ e4A&sig2=g0YzZ8_c50ax6I2jeqUdCg (Erişim Tarihi 13.12.2014) http://www.milliyet.com.tr/zubeyde-hanim-ve-cocuk-heykeli/hilmi-gultay/ege/yazardetay/21.05.2012/1542937/ default.htm (Erişim Tarihi 13.12.2014)
Meltem Gökce
TARIK TUFAN RÖPORTAJI 1. En sevdiğiniz kelime? - Merhamet 2. Nefret ettiğiniz kelime? - Kelimelerin bir suçu yok. 3. Ne sizi heyecanlandırır? - İyi bir romanın ilk cümlesi. 4. Heyecanınızı ne öldürür? - İçten pazarlıklı, hesapçı insanlarla karşılaşmak. 5. En sevdiğiniz ses nedir? - Çocuk ağlaması sesi. 6. Nefret ettiğiniz ses? - Araba kornası 7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? - Avukatlık 8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz? - Her türlü müzik enstrümanını çalabilmek. 9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? - Kendim olmayı becerememişken bu kadarını düşünemem. 10. Nerede yaşamak isterdiniz? - Her şartta İstanbul. Olmazsa Berlin. 11. En önemli kusurunuz nedir? - Ertelemek 12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi? - Sokakta satılan her türlü yemeği çok sevmek. 13. Kahramanınız kim? - Hz. Ali 14. En çok kullandığınız küfür? - Has*ktir
15. Şu anki ruh haliniz nasıl? - Karamsar ve şaşkın 16. En son okuduğunuz kitap hangisi? - Hz. Ali Cenkleri (Büyüyen Ay Yayınları) 17. En çok beğendiğiniz şiir? - İşaret Çocukları – Cahit Zarifoğlu 18. Sizi en çok etkileyen yazar kimdir? - Dostoyevski 19. Neden yazıyorsunuz? - İyileşmek için 20. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? - Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz. 21. Mutluluk rüyanız nedir? - Adımın “iyi insanlar”ın sırasına yazılması.
22. Sizce mutsuzluğun tanımı? - Hayatı ve düşünceleri nefret üzerinden kurmak. 23. Nasıl ölmek isterdiniz? - Kimseye yük olmayacak şekilde 24. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz? - Yüzüme bakması yeterli, bir şey söylemese de olur. 25. Son olarak, “hayat” kelimesiyle başlayan bir cümleyi nasıl tamamlarsınız? - Hayat, yolda olmaktır.
Girizgâh tadında birkaç soru 1) Tarık Tufan kimdir? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? - Yazarak ve söyleyerek anlatıyorum. Yayımlanmış beş kitabım var. Uzak İhtimal ve Yozgat Blues filmlerinin senaristlerindenim. Televizyonda Meksika Sınırı ve Kafa Dengi programlarında yer aldım. Dergilerde yazmaya devam ediyorum. 2) Hem okuyucularımıza hem de Seyyar Edebiyat Dergisi’nin genç yazarlarına son olarak neler söylemek istersiniz? - Çok okuyun, çok yazın. Sonra gene okuyun gene yazın.
“...gidelim buradan, senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.” Tarık Tufan Yasin Gel
CEMAL SÜREYA 1931 yılında doğan Cemal Süreya’nın asıl adı Cemalettin Seber’dir. Yedi yaşında annesini, yirmi altı yaşında ise babasını kaybetmiştir. Ölüm, onun şiirlerinde aşk, kadın kadar dikkat çeken olgu haline gelmiştir. Cemal Süreya sevdiklerini kaybettiği için ölüm gerçeğini bizzat yaşamıştır. Bu yüzden temasının ölüm olmasına şaşırmamak gerekir. İkinci Yeni akımında dikkat çeken şairlerin başında gelir. Sade ve gündelik dil ile yazılan şiirleri, herkes tarafından anlaşılabilir. Zengin birikimi ve diri imgeleriyle İkinci Yeni şiirinin en başarılı örneklerini vermiştir. “Her anını şiirle yaşayan adam” Cemal Süreya için en uygun tanım belki de. “Kan var bütün kelimelerin altında.” sözleriyle, kelimelerin gücüne inanmış bir kişilik. Ölüm ile iç içe olan şairimizin ruh hali ise oldukça karmaşık diyebiliriz. Cemal Süreya’nın ruh halini, dilim döndüğü kadar onun ağzından anlatmaya çalışacağım.
Açın kulaklarınızı beni dinleyin. Anne senden başlıyorum. Eskiden kirlilerimi yıkardın. Hayatamı en baştan yıkar mısın? Ölmek istiyorum anne beni temizleyebilir misin? Ölüm isteğimin bütün benliğimi sardığını bilsen, tekrar doğurmak ister miydin beni? Yüreğime bakın, kaç ceset var? Anne küçükken elimi kesmiştim, sen de “Em ziyan olmasın.” demiştin. Şimdi cesetlerimi kalbime gömüyorum, ziyan olmasın diye. Sana olan özlemim, hasretim yüzünden intahara sürüklüyorum onları. Cenaze merasimleri yapılmıyor, toprak kabullenemiyor cesetlerimi. Canım çok acıyor. Kurtulmak, kurtuluş diyorum, bir adım ileriye gidemiyorum. Sana bütün masumiyetimle soruyorum. Anne, beni kim kurtaracak. 1959 yılında Yeditepe Şiir Armağanı (Üvercinka), 1966 yılında Türk Dil Kurumu (TDK) Şiir Ödülü (Göçebe) ve 1988 Behçet Necatigil Şiir Ödülü ile ( Sıcak Nal, Güz Bittiği) ne kadar iyi bir şair olduğunu herkese kanıtlamıştır. Son olarak, düzensiz aile tablosu karşısında ne yapacağını bilemeyen Süreya, kendini alkole verir. Yaklaşık olarak bundan bir yıl sonra, 9 Ocak 1990 yılında girdiği alkol koması yüzünden hayata gözlerini yummuştur.
Misafir Seyyar Fatih Kaygısız
KAYIP DUYGULAR ŞEHRİ
Kayıp duygular şehrine hoş geldin, Burada herkes suskun, kendi içinde yanarak erir bir mum gibi ömrün. Boşuna tüketme nefesini, sen de tükeneceksin gün be gün. Kayıp duygular şehrinde kaybetmek sıradan bir gelenek, Sen de kaybedeceksin duygularını. Sonra gitmek isteyeceksin fakat kaçmak ne mümkün, Usulca parmak uçlarında ilerlerken, sokakların duvarları çıkacak karşına. Gitmek ne mümkün, kalmakta öyle… Ve sonra bir Cemal Süreya şiiri takılacak diline, Diyeceksin ki; ÜSTÜ KALSIN Ölüyorum tanrım Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür Biliyorum tanrım. Ama, ayrıca, aldığın şu hayat Fena değildir... Üstü kalsın...
Melis Genç
BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ -YOKLUK-
Çok küçükken başlar kimi yokluklar, hayatları boyunca bitmeyecek bir hasrete kucak açar kimileri. Ruhumuzdur en çok kaçıp uzaklaşmak isteyen lakin kaçış yoktur kötü haberi tez getirenden… Ne kadar yol aldığımıza bakmak için arkamızı döndüğümüzde anlarız asıl başlangıçları. Kat ettiğimiz kilometreler yine bizi aynı yere, aynı kişinin saçlarımızı okşadığı o ana götürür. Çünkü aslında asıl gitmek istediğimiz yer yine o ninniyi söyleyen kadından başkası değildir… Yokluğu ile imtihan edilen bir incir ağacının, çarşaf kokusunun, açık bir çayın, koyu sohbetin darbesidir bu. Öpmelere doyamadığımız o kadının şimdi bir cümleye, bir dizeye, notalarını bilmediğimiz bir melodiye hikâye olmasıdır. Dillendirilmemiş, anlam yüklenmemiş, adı koyulmamış bir şiire sığdırılmasıdır. Sadece toprağa sarılıp uyumak zorunda kalan o gri leyleklerin, evlerinin önüne düşen yıldırım dolu gecelerdir… Ve benim asıl yalnızlığım, kalemimi bıraktığım yerdir anne…
Misafir Seyyar Ebru Çopurlu
CİGARAYI ATTIM DENİZE -MAVİNİN SEN TONUSevinmek için çok şey aramıyorum artık. Sen ve de bize ait olduğunu sandığımız gökyüzünde, ellerimizle uçurduğumuz kuşlar bazen yetip artıyor. Tıpkı uçurtma gibi sonsuz maviliklerde kırılmayan hayallerimiz vardı ya hani. Senli benli cümleleri yerleştirdik arzuladığımız hayata. Fazlalıkları kapı dışarı ediyoruz hemen. Bütün dışlanmışlıkları, terk edilen olumsuzlukları alıyoruz malikânemize.Yaralar sarıyoruz seninle sonra. Boğazımızdan geçen mutluluk hesaplarına katıyoruz hemen o anda göz ardındakileri. İyi dileklerle uğurluyoruz bütün aksilikleri.Yine seninle kalıyoruz ardından sevgili. Seni seviyorumları sıralıyorum hemen peş peşe son anlarımızmış gibi. Her nefes alışıma yüklüyorum sen yüklü duygularımı. Dilime tutturduğum bir türkümüzü mırıldanıyorum dünyanın en keyifli insanı edasıyla. Bir sana bakıyorum, bir dışarıya, yağmur damlalarının seslerine kulak kesiliyorum.
Kötü sayılan bir havada seninle bir aradaki anları yüklüyorum hemen hafızama. Kalbimi tembihliyorum söz konusu sen olunca. Farklı duygular içerisindeyken anlıyorum maviyi sevme nedenini. Senden dolayıymış her tonuna aşık oluşum maviye.Yağmur çiseliyor dışarıda. Biz, seninle benim hayal dünyamda, bambaşka diyarlarda.Ve şimdiki gibi mutlu olduğumuz yarınlarda son nefeslerimizi iliştiriyoruz birbirimizin yüzüne. Göz kapaklarına dokunuyorum titrek ellerimle. Fısıldıyorum kulağına tekrar görüşmek ümidimi ve ölü ya da diri koşulunu sunmadan her zaman bekleyeceğimi... Ben, sende sevmiştim oysaki dünyayı.Yokluğunda tavırsız hallere, saçma hislere kapılmam umarım. Uğurluyorum seni güzelliklere, seni bürüdüğüm insanüstü, melek misali özelliklerle. En güzel anlarımızda çarpıyor zamansız şimşek. Korkuyoruz ikimiz de. Ama olsun düşündüm de galiba seviyoruz ikimiz de...
Misafir Seyyar Usame Yördem
ÜVERCİNKA
-ŞİİRİN DERİN KUYUSUNAErotizm kokan satırlarıyla, kadının dişiliği ve sosyal konumuyla ele alındığı, zaman zaman İkinci Yeni şiirine; bu şiirin cesaretine değinilmesiyle büyülü bir şiirdir “Üvercinka” Boyun kelimesi Cemal Süreya’nın resim sevdasından gelir. “Boynun diyorum, boynunu kimse benim kadar değerlendiremez” gibi güzel bir dizeyi Modigliani’nin uzun boyunlu kadın tablolarına borçluyuz. Şiirde çokça geçen Afrika ise yalnızlığı, direnişi, başkaldırıyı aynı zamanda dostluğu da temsil eder. Üvercinka, kadını tüm benliğiyle kabul eden bir şiirdir. Bunu, “Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma / Yatakta yatmayı bildiğin kadar” dizeleriyle yansıtır bize. Yani kadın hem düşünen hem de dişidir Üvercinka’ da.
Başka bir kıtada ise, “Laleli’den dünyaya giden bir tramvay” ile başlar Süreya. İkinci Yeni dünyaya açıldı, Sirkeci ile Laleli arasına sıkışıp kalmadı der. Cesareti padişaha benzeterek İkinci Yeni’ nin cesaretine dokundurur dizelerini. Tüm bunların yanında kadına karşı sevgisini anlatır. Kadının her saç teline ayrı duygu yükler. Kadının saçının uzaması bile sevişmek içindir sanki. Üvercinka bile kadındır aslında. Üvercinka noktasız, virgülsüz, aruzsuz, hece ölçüsüz… Özgürdür, sınırsızdır.
Misafir Seyyar Hazal İslamoğlu
KOŞARSIN, DURMAMAK İÇİN Korkuyorum Beni sakının Elleriniz gezinsin saçlarımda Dallarınız gövdemi sarsın Soğuk işlemesin kemiklerimin ucuna Saçlarınız rüzgârıma engel olsun Sözleriniz sustursun belli belirsiz uğultuları Şarkılarınız kalabalıkları süslesin Gözleriniz en güzelini seçsin benim için Olur mu? Siz, sadece siz olarak koruyabilir misiniz beni? Sahi siz kimsiniz? Bu kocaman dünyada beni bulabilir misiniz?
Her yan insan, her yan telaş, her yan dert, her yan bina, her yer kalabalık… Bu koca koşuşturmaca için mi doğuyor gün her sabah? Pencere kenarı. Uzun bir yolculuk. Hava soğuk. Ortam sıcak. Aklın soğuk. Yüreğin sıcak. Yol hızlıca. Hisler usulca sokulur yuvasına. Her durakta gizlice gözlerin değer birilerine; koşan, duran, bağıran, susan, kızan, gülen, ağlayan… Camın gerisinde kalıverirler saniyeler içinde ve bir yanar bir sönerler içinde. Sen dönersin kendine, içine. Yollara bakarsın. Birilerinin çığlıkları geçti buradan. Birinin kahkahası, birinin feryadı, utancı… Duygu, duygu geçti buradan. Sen geçtiğin her durakta kendini bırakırsın. Birikirsin, büyürsün. Her durakta salınır içine bir sızı. Sen bir hikâyeyi tamamlamadan içinde, durup bir başlık daha hediye eder zaman. Aklın anımsamaya zorladığın hatıraların yorgunluğuyla cebelleşir durur. Sen yeni hatıralar biriktirme sevdasıyla koşarsın sokaklarda her gün.
Gün ışırken gözlerin kamaşır. Ne âlâ küçük bir tebessüm bırakmışsa yanaklarında. Silkelenir, uyanırsın. Başlarsın adım adım, hızlanır ve katılırsın bu çetrefilli kervana. Neyse ki uzun bir yol talihin olur kimi günler. Her gün saatler çalıp hayattan, biriktirirsin, kendine hayaller armağan edersin. Yaşın oldukça fazladır, hayallerin gerçeklerle daha sıkı fıkı. Yol bitmeyecekmiş gibi cesurca başlarsın zihninde bir yaşam inşa etmeye. Kâh gülersin kâh zor tutarsın yaşları göz pınarlarında. Ağlasan da gülersin. Gülsen de bilirsin hakikati. Sen inanırsın davana inatla. Bir inancın vardır, gücün olmasa da. O da illa ki yanında, yakınında… Yol biter. Yarış başlar. Kendini saklarsın içinde. Gördüğün hiçbir yüz ipucu vermez yüreklere dair. Sen sen değilken bilirsin ki herkes takınmıştır maskesini. Yorulursun. Unutursun hissetmeyi. Başkalarının düşünüp kurguladığı saatleri tüketirsin. Birilerinin söylediklerini yaparsın. Korkuların için ideal vakitlerdir, saklanırlar bilmediğin bir yerlerde. Aklın başkalarının söylediklerine boyun eğmiştir, duymaz içinde biriktirdiğin kederli hikâyeleri. Yorulursun, evet. Sızlar kemiklerin belki. Ama durmak, düşünmemek… Bunu seversin. Düşünemeyince üzülemezsin. Kahkaha bile atabilirsin. Ama bu sahte saatler bir son bulmalıdır. Bu karmaşa bitmelidir bir vakit. Sonunu bildiğin bir hikâyeyi iştahla okuyamazsın. Bıkarsın, şikâyet edersin. Damarlarında her şeyi bırakma arzusu, devam etme mecburiyetiyle olan bütün bağları ele geçirir, isyanın kıyısında dolanırsın geceleri. Sabah mı? Sabah yine kalabalık hayatının türküsünü söylersin sessizce. Kapıyı usulca açar, koşarsın, durmamak için.
Nazlı Deveci
BİZ HÂLÂ MASUM, HÂLÂ ÇOCUK Hayatlarımıza kısa gözüyle bakardık çocukken, teslimiyetti adımız. Bu kısa hayatları başkalarına adamak isterken devrin değiştiği bahanesiyle kendi değişimimizin farkında bile değildik. Hayır, hayır... Hangi yaşta olursak olalım içimizde hep bir çocuksu yan var. Mesela ben hâlâ özgürce parkta koşmak, yukarı mahallenin çocuklarıyla top oynamak, hatta Ayla teyzenin camını kırıp kaçmak istiyorum. Akşam ezanı okunmadan evde olayım. Aynı sofraya kardeşimin elinden tutup gideyim. Hatta Ayla teyze de gelsin, diz çöküp bir ekmeği bölüşelim.
Bir anı defterinin sayfalarında kurumuş üç beş gül yaprağından ibaretti hayatlarımız. Sırrına erişmek güçtü on beş yaşın, otuz beş yaşın... Annemizin eteklerinde, babamızın kollarında ıslanırdı küçük gözlerimiz. Bu kez büyümenin tavrıyla, “çok gülen çok ağlar” sözüne kanıp yastıklarımızı yaşla doldurduk. Boğulduk gecelerde çağlayan misali... Bu vakit uyuma vaktiydi ömrün ilk demlerinde. Lügatimiz hüzne dair kelimelere hakim oldu, unuttuk yer vermedik güzel sözlere. Çekingen çocuklardık biz, aynı zamanda edepli. Göz dikmezdik kimsenin kapısındaki eşiğe, cebindeki huzura. Sahi, ne oldu bize? Neydi edep? Mahallede bir arka sokak yasaktı ayaklarımıza. Şimdi düşünmeden yürüdüğümüz tek bir semt bile yok şehrin ay ışığında. Omuzlarımızdaki yük ağır ve öylesine tav olduk ki kırmaya, kırılmaya... Ninelerin iki lokma şekerli ekmeği sepetle ellerimize indirmesini anımsattı gün. Sahi, neydi şefkat? Aramaya koyulmak mıydı yabancı diyarda, inandığın uğruna elleri boş dönmek miydi? Hayır, bu olamaz. Akide şekeri veren Ali amcaya artık hırsız vasfı yüklerken kaç yıl kaçırdık son trende? Sonbaharda dökülen yapraklar gibi yavaşça kırıldık dallarımızdan. Uçurtmalarımız gökyüzünde asılı kaldığında anlamalıydık bir gün bir yerlerde heveslerimizin kursağımızda kalacağını. Kalp, ey kalp! Sen de görevini unutmuş gibisin. Hâlâ çocuksun. Hızlanma, sızlama. Peki ya sen gün? Hep aydınlık dileğiyle başlardın, neden böyle kararırsın erkenden?Altında ıslandığımız yağmur, tenimize değen rüzgâr nasıl olur da iç titretip davet çıkarır yalnızlığa?
Sahi, neydi mutluluk? Mutluluk aslında dışarıda aradıklarımız değil geçmeyen geçmişimizde bulduğumuz çocuksu sevinçlerdi. Biz hâlâ masum, kin tutmayan çocuklarız. Dayanamayız bir tebessüme. Ve unutmadan; Hâlâ bir yerlerde Ayla teyzeler helallik bekliyor, uğramadığımız sokaklardaki bahçelerde yeni fidanlar boy veriyor. Öyleyse içli bir türküyle, bir turnayla haber salıverelim bir yerlerde bekleyen çocukluğumuza...
İlknur Öner
HİSSEDİLENLER ÜZERİNE Yalnızlık, Bazen acı bazen tatlı Hani hep konuşuruz ya Çok uzaktaysan eğer Belki de aslında yakın Yani şöyle, bir hayli yabancı hissedecek kadar uzak Kısacası kimse yoksa işte Dostça sarıldığın, gönlünce iki kelam ettiğin İşte o zaman acı gelir yalnızlık Oysa yanındaysa sevdiklerin Aynı şehirde uyanıp aynı havayı soluyorsanız hep O zaman arada bir tatlı gelir yalnızlık Bilirsin ki, için patlayacak kadar sıkıldığında Atabileceksindir kendini bir dostun Sımsıcak sevgi dolu kollarına Paylaşabileceksindir hissettiğin boşluğu Alabildiğine kaygısızca Fakat ne var biliyor musun? Nankör işte insanoğlu başlı başına Yalnız kalmak istese bir türlü, istemese…
Yalnızlık hissi dönem dönem hepimiz için kendini fazlasıyla hissettiren bir duygudur. Böyle zamanlarda onca kalabalık onca karmaşa hiçbir şey ifade etmez bize. Kendi kabuğumuza çekilir, yalnızlığımızı yaşamak isteriz gönlümüzce. Bazen hüzünleniriz yalnız oluşumuza, bazen de “oh be dünya varmış, kendi kabuğumda olmak bana iyi geldi.” deriz. Bazen de hayatın bir döneminde bütün şartları zorlayarak elde ettiğimiz “yeni hayat” yalnız kılar bizi bir süre. Bu zorunlu bir yalnızlıktır. Belki şehir belki ülke değiştiririz. Bizi sevenlerden, sevdiklerimizden ayrı düşeriz. Seçtiğimiz hayat bizi içine alıverdiğinde geçmiş hayatın ve hatıraların acısı oturuverir içimize. İnsanoğlu işte; heyecanlar, beklentiler, hayat telaşı... Sonra bir bakarız ki kendimizi bulduğumuz yer aslında nefes alabileceğimiz kadar bile bize ait değil.
Serap Ödül
HANGİMİZ DELİRMEDİK ŞİİRSİZLİKTEN
Akıl hastalarının yazdığı şiirlerin bir arada olduğu bir kitaptır İnilti. Şiirleri derleyen Bedia Tuncer, 1961-1964 yılları arasında Bakırköy Akıl ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde personel yetiştirme amacıyla Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından görevlendirilen bir öğretmendir. Bu sayede hastalarıyla yakından ilgilenmiş, onları yazmaya teşvik etmiş, özlemlerini, nefretlerini, sevgilerini, kızgınlıklarını gözlemlemiştir. Okuyunca, yabancısı olmadığımız bir hayatın içinden bakıyoruz kendimize. Afili dizeler olmasa da bir Özdemir Asaf gibi yazılmamış olsalar da şiirin iniltili yankısında saf dünyalarını gösterirler bize. 29 Ekim 1964 yılında Matbaa Teknisyeni Basımevi’nden çıkan İnilti’den seçtiğim şiirleri sunacağım sizlere. Şiir sahiplerinin isimleri gizlenmiş, sadece baş harfleriyle belirtilmiştir. İlk Bedia Tuncer’e ithaf edilmiş iki şiir yer alır. Hastanın ithaf ettiği şiirde, “Nalân olmalı idi benim adım/Çünkü daima ağladım.” der. Günde on altı paket sigara içen hastanın da ithaf ettiği şiirde, “Nalân!.. Nalân!../Bu dünyada aşk da yalan!../Sevda da yalan!../Ölüm hakikat olan!..” dizeleriyle bir dünya gerçeğini saflıkla dile getirmiş. 33-B servisinde yatan bir diğer hastanın şiiri de şöyledir, “Zorba kız kaçırır/Kamarot kurşun kaçırır/Karaborsacı döviz kaçırır/Zengin hanım kürk kaçırır/Ağa koyun kaçırır/Orman eşkıyası kütük kaçırır/Ve sonunda kaçırmak için bizlere/Elbette akıl kalır” sizce zekice yazılmış bir şiir değil midir? 7-B servisinde yatan sakallı bir kadının ve ilk bakışta kadın olup olmadığı üzerine tereddüt duyulan hastanın yazdığı şiirden bir parça, “Uzun yıllardan beri bir kabrin içindeyim/Bu yerde hep malihulyaya dalmaktayım/Gözlerim iki çeşme hep ağlıyorum/İşte kabrimin içine gözyaşımın suyu ile örümcekler doldu”
Hangimizin şiirsizlikten delirdiği zamanları olmadı ki? İnsan, duygularını ifade edebileceği en uygun yolu seçer kendine. Yazmak da bir yoldur. Bir ifade etme biçimidir. Hasta gözüyle bakılan nice insanların da hisleri olduğunu unuturuz. Deli gözüyle bakarız. Kafayı sıyırmış bunlar deriz. Hâlbuki 24-A servisinde yatan M.T. adlı hasta bakın bize ne diyor, “Deli kendi halinde sürmeyin elinizi/ Eğer dokunursanız çok fena eder sizi/ Lokum, helva, sigara ikram buyurursanız/ İstediğiniz vakit tatlıdır buyurmanız/Vakit olur kızgındır bir şeye tatlı canı/Evet kızgın olunca tanımaz heyecanı/ Lakin sakin bir zamanı özletir görene/İçinden terk etmez hiç, gönül verir severse.” 35. servisinde yatan bir diğer hastanın yazdığı şiire de kulak atalım, “Dokunmayın deliye/Bozmayın asabını/Kaybeder muvazeneyi/Şaşırır pusulayı/Aslında kuzu gibidir o/Taşırmayın sabrını/Tanımaz hiç kimseyi/Çok iyi muameleyi/Hiç hoşlanmaz emredenden/Pek sıkılır tahakkümden/Psikiyatridir illeti/Onu tedavi etmeli” son iki dize hem bizi gülümsetir hem de haklılık payını kazanır. Birbirinden ilginç, birbirinden güzel şiirler var daha. Sayfalar yetse de hepsini buraya alabilsem. Kimisi felsefeye taş çıkartmış, kimisi aşkın dibine vurmuş, kimisi sevgisizliğin âlâsını yazmış, kimisi yalnızlıktan yakınmış, kimisi duvarlarıyla konuşmuş, kimisi ise susmuş. Susmak, çıldırmaya götüren en tehlikeli tüneldir. İyi etmişler de yazmışlar. Yazmışlar ki onların kaleminden dünyalarını seyredebilme fırsatını yakaladık. Uzaktan gördüğümüz, yanına yaklaşmaya çekindiğimiz, tırsıp korktuğumuz, dokunmaktan çekindiğimiz, aslında kendi deliliğimizdir. Deli olmak güzeldir. Deliler edebiyatına buyurmaz mısınız ey deli şairler?
Nazlı Yıldırım
ÖLÜMSÜZLÜK
Kalemi elinden bırakmadan sandalyeyi geri itti. Kollarını havada birbirine kavuşturarak uzun uzun gerindi. Bir iki boynunu kütletti. Kalemi bırakmadı. Masanın üzerine yayılmış dolu kâğıtları toparladı. Kalktı. Pencere kenarında duran mandal sepetinden mandalları avuçladı. Karşılıklı duvara istiflenmiş gerili ipe, kâğıtları yan yana dizerek mandalladı. Odanın içinde havada dondurulmuş gibi duran asılı kâğıtlara baktı durdu. Baktı. Durdu. Baktı. Soğudu. Baktı. Buzlandı. Baktı. Üşüdü. Kâğıtlara çarpmamak için başını eğerek tekrar masaya oturdu. Elinden bırakmadığı kalemini kâğıda doğrulttu. Önünde duran boş kâğıda ilk cümlesini yazdı. “Yokluğum, fark edilmeyecek kadar iyi değilim!”
Nazlı Yıldırım
VEREM HAFTASI (6-12 OCAK) Verem (tüberküloz), halk arasında “ince hastalık”, yoğun olarak akciğerlerde görülmekle birlikte diğer organlarda da görülebilir. Tedavisi vardır ve uygulandığı zaman iyileşme gerçekleşir. Tedavi gerçekleşmediği zaman organlara zarar verir ve hastayı öldürebilir. Tıp ilerlediği halde verem hastalığı hâlâ yayılmakta ve iyi tedavi edilmediği sürece insan sağlığını tehdit etmektedir. En çok Hindistan, Çin ve Endonezya’da görülür. Ülkemizde de 20. yüzyılın başında verem salgını görülmüştür.
Hastalık hızlı bir şekilde yayılmaz. Hapşırmak, öksürmek ile mikrop etrafa yayılır fakat bu hastalığa yakalanmak için hasta olan kişiyle uzun bir birliktelik geçirmek gerekir. (Aynı evde yaşamak ya da aynı arkadaş ortamın sahip olmak gibi) Aynı eşyayı kullanmakla birlikte kalıtımsal yolla da bulaşmaz. Mikrop vücuda girince hemen belirti göstermez. Uzun süre vücutta yaşayabilir. Hastalık başladıktan sonra en çok akciğere zarar verir. Verem de birçok hastalık gibi belirti gösterir. Bazıları şunlardır; -Öksürük -Kan tükürmek -Halsizlik -Kilo kaybı -Ateş -Terlemek Belirtileri yavaş başlar fakat ilerler. Bu yüzden tanıyı koymak zaman alabilir. Hastalık sonrası tedavide kullanılan ilaçlar keskindir. Tedavi süresi altı aydır. Bazı özel durumlarda bu süre uzayabilir. Günümüzde tehlikesiz gibi görünse de, zamanında birçok ocağı söndürmüştür. 1920 yılında aşı ve halkın bilinçlenmesiyle hastalık sayısında bir hayli azalma olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrası verem ülkemizi tehdit etmiştir. Tıp geliştikçe, teknoloji ilerledikçe verem ile mücadele konusunda başarılar elde edilmiştir. Buna rağmen halkımızı bilinçlendirmemiz gerekir. Bu bilgilendirme her sene 6-12 Ocak tarihinde yapılır. Etkinliklerde aşılar uygulanır, broşürler dağıtılır, veremle ilgili filmler gösterilir... Bu sayımızda verem haftasını unutmadık ve okuyucularımızla paylaşmak istedik. Bilgilendirmemize ortak olmanız ve kendinize iyi bakmanız dileğiyle...
Şeyma Sakallı
NARİN BİR GİTME MESELESİ
Radyonun sesini açtı, İskemlesini çekti ve başladı. Eşlik etmek en sevdiği şeydi şarkılara, En sevdiği şeylerden biri de sigaraydı. Tertemiz duvarlara düşmandı Parmakları arasına hapsolmuş sigara. Özgürlüğünü ilan ettikçe dumanı Namusu kirlenirdi günahsız duvarın. Ağladı birkaç kez şarkının tesiriyle Anlamadı akan yaşların kime gittiğini Çok kadın sevdi, çok kadın gitti. Kadınlar neden hep gitti? Diye sordu kendi kendine. Şarkı bitti, kadınlar gitti. Şarkılar var oldukça kadınlar yine gitti. Sigarası da bitmek üzereyken Eli birden paketine gitti Giden her kadın için bir sigara...
Pencereden esen rüzgâra takıldı. Kafasına takılan çok şey vardı. Sütün beyazlığına takılmıştı bir keresinde “Ah” dedi, sevdiğim kadın daha beyazdı. Sütler bitmişti, kadın da gitmişti. Sütler geldikçe kadın yine gitmişti. Pervaza konan kuşu sevmeye yöneldi. Elleri de kuşa benzerdi. Erkek eli dediğin kocaman olur, Ama onunkiler narindi. Uzattı elini kuşa Ve kuş da gitti. Anladı ki kuşlar da gidermiş kadınlar gibi Ve kadınları da okşardı narin elleriyle. Anladı ki kadınlar da kuşlar gibi Bilemezmiş kıymetini narin ellerin.
Merve Aslan
BAYKUŞUN İNTİHARI
Sen ki Gece gibi güzelsin. Ve baykuş Öldürür boynunu 272 derece çevirerek Seni görebilmek için.
Merve Aslan
KIRMIZI ÇOCUKLUK
Üzerinde kırmızı kamyonlar geçen çocukluk günleri... Gece sularının üzerinde bir mavi bulut, hayal... Arka pencereden yağmura gülümsemek... Otobüsler dolusu, içine yolculuk... Bir yeşilliğin üstüne uzanmış yün kazaklı çocuk. Kılmış üzerinden kara yüzlü trenleri bulutlara eş. Hayal içinde. Dünyanın dönüş hızını unuttuğu bir kentte... Ağaçlar başını öne eğmiş bir kadın misali döküyor yaşlarını. Sesini öptüğüm rüzgâr ağız boşluğundan dünyama... Ellerim kıvrımlı bir atmosfer gibi. Bir şey gibi, Asi ve apaçık. Bir yandan kilise çanları... Az ötede bir kadının saçlarına değen gökkuşağı... Kırmızı kiremit rengi evler... Şakacı duvar yazıları... Yüz hatlarının kıvrımlarındaki sokak lambaları... Ay ışığında çamurlu bilekler... Etekleriyle suyu içen kadınlar... Cama vuran muttarit darbeler içinde arap kızı camdan bakıyor. Takvimler dolusu çocukluğum vardı. Sözlükler dolusu cümleler kurmaktır çocukluk günleri. Ne yazık ki... Geçti.
Ünal Özkan
PATOLOJİK SAPMA
Ellerini uzattı bana. Şemsiyesini açtı bir kadın. Bir masanın etrafında, Çayını gözleriyle karıştırıyor. Düşüncemsi bir halde. Ben de düşünüyorum onu. Sokağa inince hasta yüzlü soğuk kaldırımlar, Duvarı yüksek bahçe... Işığı korkak bir gece lambası... Gecenin yeryüzü bitkisi... Deliliğin vadisinde zaman zaman içinde kaldım. Devrildi, bir su misali içti zamanı. Onu pencerelerde aradım. Avluya çıktım. Sokakta topuk seslerim... İleride elleri şaşırmış bir kadın... Sayısız pencereli gökyüzü... Bir iki laflı şair sözlü... Parmağa dar yüzük... Her bitmeyen cümle... Aldırma şair sokağa çık! Dudakların gibi bulutlar kümelenir. Her öpüşmede bir yağmur... Patolojik bir sapma benimkisi... Yalnızlığın evreninde...
Ünal Özkan
KAÇ KADEH KIRILABİLİR Kİ BABALAR İÇİN?
Türkü söylemek istiyorum bu sabah Sesimin güzel olduğundan Veya dertli olduğumdan değil Nicedir adını koyamadığım bi’ yalnızlığa Ve o yalnızlığın tüm hücrelerime İşleyen kanserli tadına bir selam niyetine “Kaç kadeh kırıldı” diyor Müslüm Baba radyoda Hemen cevap veriyorum babaya Kırılacak kadeh kalmadı artık Kalsaydı eğer uğruna kadeh kıracak Kadın bile kalmadı be baba Sen de kalmadın gittin zaten Babam da gitmiş senin gittiğin o yere Ben daha küçükken Hani aklıma gelmiyor değil be baba Niye gidiyorsunuz oraya? Bok mu var orada? Bölüm Sonu Canavarı: Müslüm Gürses- Affet
Taha Savaş
ÇIRAĞAN SARAYI VE YANGINI Ocak ayında yaşanan önemli bir olayla dikkat çekmek istediğimiz bu sayıda 19 Ocak 1910 tarihinde meydana gelen Çırağan Yangınını ve Çırağan Sarayı’nı kaleme almak istedik. Bugün, Beşiktaş ile Ortaköy arasındaki denize nazır bir bölgede ünlü bir otelin işletmeciliğinin yapıldığı arazinin temelleri 17. yy’a dayanmaktadır. Burada 17.yy’da Kazancıoğlu Bahçesi adıyla anılan bir bahçe bulunuyordu. (İslam Ansikopedisi Ç Maddesi s.304). Günümüze kadar birçok kişiyi – özellikle saray erkanından- çeşitli amaçlarla ağırlayan bu bölgenin hikâyesine kısaca bakalım. Evliya Çelebi’nin verdiği bilgiye göre IV.Murad, kızı Kaya Sultan’a burayı hediye etmiş ve burada bir yalı köşkü yaptırmıştır. Daha sonra Damat İbrahim Paşa burada eşi için büyük bir saray yaptırır. Saray bahçesinde III.Ahmet ve sadrazam tarafından ve diğer saray erkanının da katılımıyla yapılan çerağan alemleriyle saray adını almıştır. Zamanla I. Mahmud, III. Selim ve II.Mahmud’un saraya bazı eklemeler yaptırmalarıyla saray genişlemiştir. Mimar Karabet Balyan’ın ahşap eklemeleriyle saray farklı bir görünüme kavuşsa da daha sonra Sultan Abdülmecit kagir bir saray inşa ettirmek maksadıyla sarayı yıktırmıştır. Abdülmecid’in ölümüyle ertelenen saray inşasını sultan Abdülaziz devralır ve mimar Sarkis ve Agop Balyanlar görevlendirilirler. Bu esnada arazinin ortasında kalan Beşiktaş Mevlevihanesi, Maçka’da yeni bir yer tesis edilerek buradan kaldırılmıştır. Saray, tahttan indirilen V. Murad’a tahsis edilmiş ve yirmi sekiz yıl boyunca V. Murad ve ailesine ev sahipliği yapmıştır. Bundan sonra sarayın işlevi artık konut olmaktan çıkarılmış ve meclis olarak kullanılması kararına varılmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra saray, meclis toplantılarının yapılmasına imkân verecek şekilde düzenlenmiştir. Meclis-i Mebusan toplantılarının ikincisi 14 Kasım 1909’da başlamış; bunu takip eden 19 Ocak 1910 günü bilinmeyen bir nedenle saray tamamen yanmıştır. Günümüze yalnızca sarayın dış duvarları kalmıştır. Yangında Sultan V. Murad’ın kütüphanesi ile yakın tarihimize ışık
tutabilecek bir çok belge yok olmuştur. Sarayın iç ve dış imarisinden de biraz bahsetmek yerinde olacak. Ondan önce şöyle kısa bir bilgi verelim. Yirmisekiz Mehmet Çelebi, Osmanlı döneminde ilk kez yurt dışına uzun süreli elçi olarak gönderilmiştir. Fransa’ya giden Mehmet Çelebi burada 11 ay kalmış, gerek buradan yazdığı mektuplarla gerek döndükten sonra en çok da Fransa’da görüp etkilendiği ihtişamlı saray, köşk mimarisini ve bahçeleri rapor etmiştir. Çelebi’nin “Fransa Sefaretnamesi”nden etkilenen saray mensupları özellikle hanımsultanların öncülüğünde Boğaziçi ve Haliç kıyılarını köşk ve kasırlarla donatmışlardır. Topkapı Sarayı’nın entrikalarla dolu yapısından kurtulmak isteyen padişahlar da her fırsatta saraydan uzaklaşarak yeni mekânlarda, daha rahat bir ortamda kendilerine ait yapılar oluşturma yoluna giderler. (Belgelerle Çırağan Sarayı, Selman Can – Giriş Yazısı) Tüm bu etkilerle neoklasik tarzda ve 3 katlı inşa ettirilen saray, mermerden zengin süslemeli cephesi ve görkemli iç mimarisiyle dönemin en dikkat çekici binalarından biri olmuştur. 5 milyon Osmanlı altınına mal olan sarayın inşası için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmamış; kullanılan renkli mermer, sedef gibi malzemelerin çoğu yurt dışından temin edilmiştir. Sarayın iç dekorasyonunda ahşap işçiliğinin en zengin örnekleri bir arada kullanılmış, duvarlardaki süslemeler dönemin ünlü nakkaşları tarafından yapılmıştır. Sarayın etrafında zamanla oluşturulan feriye köşkleriyle (ikinci dereceden köşkler) aslında bir yapılar bütünü olduğu anlaşılmaktadır. Bugün bu köşklerin çoğu okul binası veya devlet konukevi olarak hizmet vermektedir.
Yangın Sonrası Gelişmeler
Yangın, dönemin basınında epey yer almış hatta sarayın yeniden inşası için çeşitli vilayetlerden para yardımı yapılmıştır. İlk etapta onarım düşünülmediğinden ve saray enkazıyla ilgili herhangi bir önlem alınmadığından bir müddet saray, yağmacıların talanına uğramıştır. Saray inşası sırasında Sultan Abdülaziz tarafından İtalya’dan getirtilen mermerlerle yaptırılan iki aslan heykeli bugün Dolmabahçe Sarayı’nın bahçesindedir. 13 Nisan 1914’te alınan kararla sarayın enkazı ve arsası Hazine-i Hassa’ya devredilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında bir süre Fransız istihkâm kıtası olarak kullanılmıştır. 4 Mart 1924’te halifeliğin kaldırılmasıyla İstanbul’daki birçok köşk ve saray yağmaya uğramış; Çırağan enkazı da bundan nasibini almıştır. Daha sonraki dönemlerde sarayın zemin katındaki kadırgalar ve kayıklarının teşhiri ile bir müzeye çevrilmesi düşünülmüş olsa da bu gerçekleştirilememiştir. Sarayın bodrum katında bulunan Mevlevi postnişlerine ait mezarlar altın aramak maksadıyla tahrip edilir ve saray 1946’da İstanbul Belediye’sine bırakılır. 1987’de yabancı bir şirket tarafından restorasyon çalışmaları başlatılır ve 1992‘den beri saray, otel olarak hizmet vermektedir. Tarihin her döneminde belli başlı yapılar hem şahısların hem devletlerin ömürlerinin irdelenmesinde en önemli etkenlerden biri olmuştur.
Hacer Yıldırım
ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ (10 Ocak)
Ülkemizde, dünyada yaşanan olayları kısa bir süre içinde ve en doğru, açık, güvenilir, objektif haberleri bizlere ulaştıran basın emekçilerimizin bu yıl 54. yıl dönümünü kutlamaktayız. Bugünün, “Gazeteciler Günü” değil de “Çalışan Gazeteciler Günü” olarak anılmasının nedeni ise şöyledir; 1961 yılında gazetecilerin çalışma haklarında önemli iyileştirmeler getiren 212 sayılı yasanın yürürlüğe girmesi ile dokuz gazete sahibi, yasayı protesto etmek için üç gün boyunca gazetelerini yayımlamama kararı aldılar. Gazeteciler 10 Ocak 1961 günü haklarına ve basın özgürlüğüne sahip çıkmak için sendika binası önünde toplanarak Vilayet’e kadar bir yürüyüş yaptılar. Gazeteciler, patronların boykot kararı karşısında sendikanın öncülüğünde “Basın” adıyla kendi gazetelerini 11-12-13 Ocak 1961 tarihinde yayımladılar. Patronların boykotuna karşılık gazete çalışanları Ankara ve İzmir’de yürüyüş düzenleyerek tepkilerini gösterdiler. 14 Ocak 1961’de boykot sona ermiş; gazeteler yayın hayatına tekrar başlamış ve bu olay Türk basın tarihinde yerini almıştır. Bu tarihlerden sonra 10 Ocak, “Çalışan Gazeteciler Bayramı” olarak kabul edildi. 1971 yılındaki 12 Mart müdahalesinden sonra ise çalışanların hakları ve basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalara tepki olarak 10 Ocak “bayram” olmaktan çıkarıldı ve “Çalışan Gazeteciler Günü” olarak anılmaya başlandı. Yaşanan bu olaylardan sonra gece gündüz demeden çalışan, doğruları yazmaktan vazgeçmeyen, özgür, tarafsız, görevlerini layıkıyla yerine getiren basın emekçilerimizin gününü kutluyorum ve meslek hayatlarında başarılar diliyorum
Seda Kamburgil
GÜN DOĞARKEN
Sabahını ezbere bildiğim bir geceye daha gözlerimi kapatmak üzereyim. Keşke yanımda olsaydın ile başlayan cümleler kurmakta yoruyor artık. Ama çok şey istemiyorum ki ben, Sadece sen ol istiyorum. Sabahın erken saatlerinde uyanıp yüzünü ezberlemek, Sessizce seni izlemek istiyorum. Kahvaltı yapalım mesela seninle, Deniz olsun, bir çay simit yeter. Hem martı sesleri de bize eşlik eder, fena mı? Sonra üşürüm ben belki, sarılırsın. Sımsıkı... Gün içinde birçok kez gözlerim dalar. Daldığım her noktada seni bulurum. Sesimizin kötülüğüne aldırmadan Bağıra bağıra şarkı söyleriz, Unuttuğumuz yerlerde saçmalarız. Görenleri kıskandıran kahkahalarımız olur, ağız dolusu... Akşam olur dizime yatarsın Bense sana kitap okurum, bıkmadan, sıkılmadan. Sen yeter ki dinle... Bazen de çocuklaşırım yanında, Hadi masal anlat derim, sonu güzel bitsin. Ama tek kahramanım sen ol.
Esra Atabay
TEMEL İHTİYAÇ Üzgünüz Goethe, “her gün bir parça müzik dinlemekten, iyi bir şiir okumaktan, güzel bir tablo görmekten ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemekten” önce beslenip barınmaları lazım. Giyinmeleri lazım! Temel ihtiyaç öğretileri… Yerleştikleri yerlere sözde ihtişamlı beton yığınlarını klonladıktan sonra “şimdilik boy tamam, şimdi en” dediler. Metropoller daha da “şişmanlasın” diye çalışıp didindiler. Unuttular semayı. Çünkü artık göremiyorlar. Gerçi göremedikleri de zehir solutan yıldızsız bir boşluk şimdi. Eskidendi o, o romantik fanteziyi de tarihe gömdüler. Aşık Veysel’in sadık yârine utanmadan burun kıvırdılar. Kansere yaverlik eden, bünyelerin de içine eden maddelerle tıka basa dolu şeylerden milyarlarca üretip aynı anda tüketmeye başladılar. Makine emri verdi: “Mideye çabuk indirin şunları, yenileri geliyor!” Yeni mi? Moda dedikleri ahmaklığa renk illüzyonunu iliştirdiler. Bu sayede aynı şeyleri giyinmenin farkındalığını körelttiler. Tarz kisvesiyle de bunu garantiye aldılar ki mevsim başı ne üretilmişse, bedenlere geçirilen o olsun.
Dönüp bakıldığında sınırların sadece kara ve sudan ibaret olduğu dünyaya yaşatılanların yanında bunlar devede kulak elbette. Teknolojiyi, “çığır açıyorsun, canımızsın!” diye gaza getirmenin iyi bir fikir olmadığını anladıkları gün bu oynadıkları mutlu robot rolünü kesecekler. Graham’ın bulduğuyla yetinmediklerine bin pişman olacaklar mesela, çocuklarının avuçlarındaki radyoaktif kibrit kutularına tiksinerek bakacaklar, onların duygu evrenlerini paramparça ettikleri gerçeği kafalarına dank edecek. Marka gibi, sınıf gibi birbirlerine tepeden bakmalarında ölçüt aldıkları her türlü kavramın hiçbir önemi kalmayacak. Temel ihtiyaçların hududu beslenmek, barınmak ve giyinmek değil. En temel ihtiyaçların hududu ise hiç değil. İhtiyaç, kifayetin düşmanı artık. “Her gün bir parça müzik dinlemekten, iyi bir şiir okumaktan, güzel bir tablo görmekten ve mümkünse birkaç mantıklı cümle söylemekten” kendilerini mahrum bırakmak adına bazılarını elleriyle zorunlu hale getirdikleri zararlı ve yararsız tonla meşgale edindiler. Bundan mütevellittir ki “Önce para kazanmak için sağlıklarını, sonrada sağlıklarını kazanmak için paralarını harcıyorlar.” Haklısın Johann Wolfgang von Goethe. Bir gün yok olacak olan yaratılmışın bitmek bilmez yaratılışına anlam veremeyecek kadar haklısın.
Misafir Seyyar Kadir Uzun
GÜLZAR-I CENNET
Bir insan düşünün, Yaktığı umut ışığıyla bir ülkeye can veren. Bir kadın düşünün, Yüzündeki sevgi ve gülümsemeyle ışık saçan. Bir ana düşünün, Yetiştirdiği evlat, herkesin gururu, onuru... Ve tüm bunları bir kenara bırakıp bir eş düşünün, Eşinin yüzüne bakmaya doyamadığı, Gülzar-ı Cennet’im, Zübeyde’m dediği...
O, bütün kadınların sahip olmak isteyeceği bir sıfata sahipti. Bir erkek tarafından “cennetteki gül bahçesi” olmaya layık görüşmüştü. Peki onu böyle değerli kılan şey neydi? Karanlığı aydınlatan gülüşü mü? Sevgiyle ve içten bakan gözleri mi? Bana sorarsanız bu sorunun cevabını bilen tek kişi, Gülzar-ı Cennet’inin yanında... Ölümünün doksan ikinci yılında Gülzar-ı Cennet’e sevgi,saygı ve özlemle...
Hilal Buse Yumuşak
İÇİMİZDEKİ TANRIÇA Seninle konuştuğumda beni deli sanıyorlar. Öyle değil misin zaten? Olabilirim, ne önemi var. Sonuçta bana cevap veriyorsun. Bu durumda senin de deli olman gerekir. Öyle değil miyim zaten? İnsanları yarattığın için belki de öylesin. Alınma yine de. Ben alıştım, sen de alış. Peki, neden geldin yine? Ben gelmedim. Ben gelmiyorum, sen geliyorsun. Sen konuşmaya zorluyorsun beni. Ya da belki haklısın. Ben geliyorumdur sana. Kaçıyorumdur. Durdum biraz, düşündüm. Gerçekten delice değil miydi tanrıyla konuşmak? Milyarlarca insan bunu yapıyordu. Binlerce farklı tanrıyla konuşuyor ve adını “ibadet”, “dua” ya da başka bir şey koyuyorlardı. Ama ben sohbet ediyordum. Tek fark buydu belki. Cevap veriyordu. Benim tanrım, diğerleri gibi değildi. Beni dinlemekle yetinmiyordu. Hoş diğerlerinin tanrısının dinlediklerinden bile şüphe duyuyordum. Hatta diğerleri bile şüphe duyuyordu. Ama benim tanrım. O cevap veriyordu. Herkes kendi kafasında biriyle konuşur Serkan. Sen bana tanrım dedin diye, ben tanrı olmam ki. Ama sen tanrı olmasan ben bu kadar etkilenemem ki. Sıradan bir insan olamazsın ki. Bana cevap vermekle kalmıyorsun. Yalnızlığımı alıp götürüyorsun. Hangi kadın, hangi insan, hangi hayvan bunu yapabiliyor sevgili tanrım? Tanrın olmam için sana bir kitap göndermem gerekmez mi? Gönderdin zaten. Sevdiğim birkaç yazar var, onları sen gönderdin bana. Anlatsınlar diye. Beni, içinde bulunduğum karanlığı ya da
içine düştüğüm yalnızlığı ya da içine doğduğum geceyi ya da uzanıp kaldığım tren raylarını ya da itildiğim uçurumu anlatsınlar diye gönderdin o yazarları. Pis moruğu, Oğuz’u, Emrah’ı, Fante’yi. Hepsi hayatımın farklı noktalarına dokundu benim. Farklı noktalardan ele aldılar hayatımı. İncelediler. Yazdılar. Çizdiler hatta. Daha ben doğmadan yaptı çoğu. Kader gibi. İnanmıyorsun ama. Kadere mi? Nereden çıkarttın inanmadığımı? Oğuz anlatmadı mı tutunamayacağımı? Bir gün çakılacağımı söylemedi mi? Yetmiş üç kilo yüz gram bedenim. İtildim, tutunamadım insanlara ve ismini, formülünü bilmediğim bir fiziksel formülle yer çekiminin etkisiyle bir tondan daha ağır geldim. Sen bir ton etmezsin. Taşıdığım yük eder ama. Hiçbir şey taşımıyorsun, ne kaygın var ne sorumluluğun. Hiçliğin yükü daha ağır geliyordur belki. Ne işim var burada diye düşündüm. Bir koyunda olmalıydım. Bir kadının koynunda. İsmini unuttuğum ya da hatırlamak istemediğim bir kadının. Beni çok önceden çeşitli ve de sanırım haklı sebeplerle terk eden kadının. O zamanlar tanrımla konuşmaya başlamamıştım. Bir kadının yerine her şeyi koymaya çalıştım. Birkaç farklı kadın denedim. Dost edinmeye çalıştım.
Bir kadının yerine her şeyi koymaya çalıştım. Birkaç farklı kadın denedim. Dost edinmeye çalıştım. İnsanların doldurabileceği bir boşluk olmadığını fark ettiğimde bir pet shopa girdim. Karşıma çıkan ilk kediyi aldım. Çok geçmeden öldü. Yenisini aldım. Hastalandı, artık benimle yaşayamaması gerektiğini söyledi veteriner. Köpek aldım. Anlaşamadık. Alışamadık birbirimize. Ten uyumu yakalayamadık ya da elektrik alamadık birbirimizden gibi şeyler işte. Sonra hiçbirinin bir işe yaramayacağını anladım. Bir tanrı aldım. Okuduğum bütün kutsal kitapların sevdiğim yanlarını bir araya getirdim. İbadetim, tanrımla konuşmaktı. Günahlarımsa başka insanlarla konuşmaktı. Sevaplarıma ise karar veremedim. Bir insanı incitmek günah sayılmıyordu yeni dinimde. Kendi yarattığım tanrının, kendi yarattığım dinimde. Çünkü inciteceğim insan da başka bir yerlerde, başka bir zamanda, başka bir insanı incitmiş ya da incitecek olacaktı. Ben gidiyorum. Dur bir dakika. Nereye? Daha bitmedi. Bitecek işte. Bir adım atacaksın ve bitecek. Bitecek olan benim hayatım. Sana ne oluyor? Başka kulum kalmayacağına göre benim de ölme vaktim gelecek demektir. Ama senin yaşamanı isterim. O halde kal orada. Bir adım daha ileriye gitme.
Soner Üçkuşoğlu
HOŞ GELDİN 2015
Bir yıl daha eksildi ömür denilen takvimden. Bir 365 gün daha asıldı duvarlara. Koparılmayı unutulan yapraklara yeni umutlar, yeni insanlar, yeni yaşanmışlıklar sığdıracağımız koca bir yıl... Eksilen sadece takvim yaprakları, saatler değil. Ertelediklerimiz, beklediklerimiz ve en önemlisi içi doldurulmadan yaşanan ömrümüz eksiliyor. Evet, göz açıp kapayana kadar geçti günler. Güldünüz, ağladınız, kızdınız, pişman oldunuz, dilediğiniz gibi gezdiniz... Geride bıraktığınız her bir duygu yeni yıla daha sağlam, emin adımlarla girmenizi sağladı. Fakat önemli olan neler yaşadığınız değil, nasıl yaşadığınızdır. Çocukken Noel Baba’yı bekleyen, çam ağaçlarının ışıltısında kaybolan küçük bedenimiz şimdi yaşını gizler oldu değil mi? Büyüdünüz, var olmayan her şeye çabucak inanıp; bağlandığınız yaşlarınızı özlüyorsunuz. Yaşınızı hesaplamaya başladığınız an korkuyorsunuz yaklaşan her yeni yıldan. Çünkü yeni yıl sizin için yaşlanmak, eskimek demek değil mi? Hayır, yaşlılığınızı eşinize, çocuklarınıza ve mutlu bir aileye borçlusunuz. Her yaşın ayrı bir güzelliği yok muydu? İnsan hissettiği yaşta değil miydi? İçinizdeki çocuğu yaşattığınız, onu dinlediğiniz kadar gençsiniz. Çevrenizdekileri sevindirdiğiniz kadar mutlu, yeni bir güne gülümseyerek uyandığınız kadar sağlıklısınız... Biten bir yılın hüznü, gelecek olan yeni yılın sevinci var içimizde. Kimimizin yeni yıldan beklentisi mutluluk, kimimizin sağlık, kimimizin para, kimimizin başarı... Yeni yılda tüm beklentilerimizin gerçekleşmesi dileği ile...
Seda Kamburgil
BARIŞ
her şey ne kadar dayanıksız gecenin korkağı gündüzün kahramanı olmuş kalbim kaybettiğin her his için gidecek bir yer bul kendine buralar yaşanası olmaktan çıkmış bu sefer daha derine batır içinde bıçağı ki gönlü kalmasın barıştan bahsedenlerin!
İsmail Can Karakuş
YAZILMAYI BEKLEYEN HİKÂYE Hikâyesine bir hayat aradı çocuk. Önünde geçmişten kalan siyah-beyaz dört kişilik bir aile fotoğrafı. Tüm hikâyesinin o fotoğrafa sığdırılmış olduğunu düşündü. Tüm ömrünü bu fotoğrafta arayacaktı. Yaşamını, yaşayamadıklarıyla birlikte yaşayacaktı çocuk. Hikâyesi yüksekliklerle derinlikler arasında gidip gelen bir hayat. Hayatını yüksek ve derin yapan acılarıydı. Fotoğrafı aldı eline, doğduğu topraklara gitti gözleri, hüzünlendi. Tek bir fotoğrafta aradı hayallerini, yaşadıklarını ve yaşayacaklarını. Tahtası gıcırdayan ahşap evden başladı önce, sobanın üstünde on-on beş kişilik kahvaltı için kızaran ekmekler, babaannesinin kaynattığı dut pekmezinin kokusu, babasının kendisi için yaptığı tahta oyma oyuncakları, hastalandığında başucunda annesinin hüzünlü bekleyişi, şehirden getirdiği şekerlemeleri kardeşiyle beraber köy çocuklarına dağıttığı günler, kalabalık bayramlar, aileyle yaşanılan sevinçler, hüzünler… Evlerinin önündeki ıhlamur ağacının kokusunu yolluyordu ruhuna geçmişi anımsadıkça. Yazmalıydı, ham maddesi o güzel anıları olan hikâyesini. Ölümler vardı geçmişinde, ölümü de yazmak istiyordu hikâyesinde. Onu bir masalın ortasında bırakıp giden ruhu vardı yazarken yanında. Artık o ev boş, ev kilitli, her yanı sarmaşıklarla kaplı. Hem on beş kişi de yok artık. Çocukluğunu yarım yaşamıştı, yarım ve ölümsüz. O yüzden kaç yaşında olursa olsun o hep çocuktu. Şimdi masasını cennete çevirenler: baba yadigârı bir daktilo, siyahbeyaz eski bir fotoğraf, birkaç eski basım kitaptan fazlası değildi. Belki de olmuş hayalleri kurmak öyle kolay, öyle mutlu ediyordu ki onu; o hep o hayallerde yaşayacaktı. Öyle özledi ki o zamanlar hayalini kurduğu geleceği, inanamıyordu şimdi bu güzelliğe.
Yaşamına baktı; gelip geçmiş, hiç gelmemiş geçmişlerle doluydu. Durumlar değil, kişilerdi onun özlemini arttıran. Hayallerinin içinde, geçmişinde, geleceğindeki o kişiler… Bu yüzden ölüme de yer vardı hikâyesinde. Çünkü ölümdü eksilten, yok eden, özleten onları… Özellikle de o siyah-beyaz fotoğraf, çocuğun ölüme olan küskünlüğünü daha da arttırıyordu. Yaşama değil, ölüme küsmüştü çocuk. Tek bir fotoğrafta ruhunu aramak, tüm benliğini adayarak fotoğrafın çekildiği zamana yolculuk yapmaktı onun için. O anı yaşamakla kalmayıp, etrafındaki her şeyi en ince ayrıntısıyla hatırlıyordu. Hiçbir şey eksilmemişti zihninde, aksine çoğalıyordu mutluluğu ve hüzünlü özlemi, ruhu yaşıyordu geçmişi doyasıya. Bugün masanın üzerinde özlemini artıran birkaç eşya dışında, geçmişe dair hiçbir anısı kalmayan genç bir yazardı kendisi. Daktiloyu denediği ilk yıllarda, on bir-on iki yaşlarında yazdığı bir not ilişti gözünün önüne ve iyi ki yazmışım dedi: “Büyüdüğümde ben bu hikâyemi çok sevdiğim ailem için kağıda dökeceğim. Yazdıklarımı onlara adayıp, mutlu-hüzünlü anılarımı bu siyah-beyaz fotoğrafın yanına usulca bırakacağım..” İşte bu ilk hikâyemdi yazın hayatımın, yazılmayı bekleyen.
Eylem Nur Akarsu
BİR İSTANBUL HİKÂYESİ
Aklımın bir ucunda sen, Gözlerimde İstanbul. Yağmur damla damla düşüyor toprağa, Elimde bir kadeh şarap, Sessiz, yorgun bir haziran gecesi... Bir kâğıt, bir kalem var önümde Bu ilk ve son şiirim İstanbul üzerine Bir türlü kaçamadığım İstanbul... Cahili kaldığım şehir, İlk kez girip içinde kaybolduğum Kapalı Çarşısı Beyazıt’ın. Zorunlu gittiğim Hatta yolunu bilmediğim İstanbul’un gözcü kulesi Galata... Sözde yirmi yıllık istanbulluyum Ortaköy’ünü bilmediğim, Tophane’sine inmediğim şehir... Aklımın bir ucunda sen, Gözlerimde İstanbul. Yağmur damla damla düşüyor toprağa, Elimde bir kadeh şarap, Sessiz, yorgun bir haziran gecesi... Bir kâğıt, bir kalem var önümde Bu ilk ve son şiirim İstanbul üzerine Bir türlü kaçamadığım İstanbul...
Cahili kaldığım şehir, İlk kez girip içinde kaybolduğum Kapalı Çarşısı Beyazıt’ın. Zorunlu gittiğim Hatta yolunu bilmediğim İstanbul’un gözcü kulesi Galata... Sözde yirmi yıllık istanbulluyum Ortaköy’ünü bilmediğim, Tophane’sine inmediğim şehir... Semtler isim isim var aklımda. Balık ekmeğini yemedim Eminönü’nün, Mısır Çarşısı’nı bilmem ki nerededir. İki defa gelmiş turistten daha az bilirim seni. İstanbul bende kulak dolgunluğu kadar. Aklımın bir ucunda yine sen, Gözlerimde yine İstanbul. Yorgun, sessiz bir haziran gecesi... Elimde bir kadeh şarap ile İlk ve son şiirim İstanbul üzerine...
Mehmet Doğucan Arslan
ZİFİR 2
Bana söylettiğin son parçanın âhı hâlâ plakta, Gözyaşlarını, gözyaşlarımda unuttuğundan beridir şekli belirsiz bir yas. Üstüme ört vakti geçmişliği Bilirsin ki bu dağlar, öyle kendiliğinden güçlenmiyor. Vakti geldiğinde bir ses patladı O an ellerimi ısıtmanın sarhoşluğu yetişti imdadıma. Bir kerelik bu sese kulak verdim, hataydı ve İçimdeki şehri yangın yerine veren benim ateşimdi. Yapabilirsem şayet, kendime gelişim ona en büyük hediye olacak. Bu yağmurdan kaçmak için sebep yok. Tesadüftür, yıllar yılı aynı sebebe yağmadım. Ben ve gökyüzü, işte bundandır bir göz kırpışı kadar yakınız. Ellerimde çocukluğun ardı sıra dizelenmiş hüzünlü tüm şiirlerin dumanı iz bırakmış Böyle vakit olmaz olsun... Şimdi tüm yaşanılacak güzel anlar yanlış devri buldu, ben artık başka bir ben... Yol gözüktü diye yolcu olmam anlamsız, Bir de yollar Kerbelâ’dan geçiyorken çağımda... Hayalimde hangi şekil belirse üstü başı kan içinde kalmış Bir de aklı sıra bütün hayati heveslerim fırtınalı bir izdihamın ortasında kalmış. Ve ben başımı alıp gittiğimden, ardımda kalan memleketi hiç düşünmedim, Çünkü hangi şehri terk etsem, orası beni çoktan terk etmişti... Peşindeyim, kaçmak için saçma sebepleri olan her şeyin. Ben bu girdabın ortasında ya da çatırdattığı gemisinde... Hangisine inanmak hak, söyle, hangisinden kaçmak bu kavramların? Nereye dönsem zifir, nereden kaçsam orası bir başka güzel zifir!
Aykut Körmamuoğlu
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK VE LATİFE HANIM Onu hep zekasıyla, çalışkanlığıyla, ileri görüşlü oluşuyla hatırlarız... O da aşkı ve sevgiyi tatmış, tecrübe edinmiş kendine oysaki... Mustafa Kemal Atatürk’ün kalbine girmeyi başarmış bir kadın Latife Uşşaki! Latife Uşşaki, 1899 İzmir doğumludur. İzmir’in tanınmış ailelerinden biri olan Uşakizade Muammer Bey ile Adeviye Hanım’ın kızlarıdır. 5 kardeşlerdir. Eğitimini iyi şekilde almaya başlasa da üniversite öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. 9 Eylül 1922’de Türk ordusunun İzmir’e girişinin başkumandana güvenli bir karargâh arayışındaki kurmayları, Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı Göztepe’deki Uşakizade ailesinin köşküne götürdüler. Ailesi yurt dışında olan ve köşkte babaannesiyle birlikte kalan Latife Uşşaki, 14 Eylül’den itibaren Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı köşkte ağırlar. 16 gün süren ve 30 Eylül 1922 tarihinde sona eren bu misafirlikte köşk, tamamen “Mudanya Ateşkes Antlaşması” çalışmalarına şahitlik yapmıştır. 17 Aralık 1922 tarihinde, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın annesi Zübeyde Hanım, sağlık sorunları nedeniyle ve de Latife Hanım’ı görmek amacıyla İzmir’e gitti. Uşakizade ailesine ait köşkte (günümüz Karşıyaka Belediyesi’ne ait Latife Hanım Anı Evi’nde) 28 gün Latife Hanım’ın konuğu olan Zübeyde Hanım, 14 Ocak 1923 tarihinde vefat etmiştir. Gazi ile Latife Hanım, 29 Ocak 1923 tarihinde, Muammer Bey’in Göztepe’deki Uşakizade Köşkü’nde dini nikâhla evlendiler. Bu nikâhta gerçekleşenler, dönemin âdetlerine uymamaktaydı. En önemlisi de Latife Hanım’ın dini nikâhta yer alan ilk gelin olmasıydı. Mareşal Fevzi Çakmak ve Kâzım Karabekir Mustafa Kemal’in, Mustafa Abdülhalik Renda ile Salih Bozok ise Latife Uşşaki’nin tanıkları idi. Bu nikâhta yaşanan ilkler, 8 ay sonra Merkez Kadısı Hüseyin oğlu Ömer Fevzi tarafından belge haline getirilmiş ve tasdik edilmiştir. Bu evlilik gerçekleştiğinde Latife Hanım 24, Atatürk ise 41 yaşındaydı. Ancak bu saadet yalnızca 2 yıl 5 ay sürmüş; 5 Ağustos 1925 yılında ayrılıkla
noktalanmıştır. İkisi de ayrılıklarının üstüne asla konuşmadılar, birbirlerine yemin etmiş, söz vermiş gibi... Latife Hanım da Mustafa Kemal Atatürk de bu ayrılıktan sonra başka evlilik yaşamamışlardır. Atatürk, bu kısa evliliğini şöyle değerlendirmiştir, ‘’Eşini mutlu edebilecek herkes evlenmelidir. Çoluk-çocuk sahibi olmalıdır. Bana bakmayın bu meselede örnek İsmet Paşa’dır. Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen tecrübesini yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim bir iş değildir.’’
Latife Hanım, Atatürk’ün ilk ve son eşidir. Büyük kahraman, aşkın kendisine göre olmadığını tecrübe etmiş ve kendini halkın istikbali uğruna savaşmaya adamıştır... Bu evlilik üzerine asla konuşmayan Latife Hanım sözünü son ana kadar tutmuştur. Atatürk’e yazdığı 7 sayfalık ayrılık mektubunun sonunda da bu durumdan şu şekilde bahsetmiştir; “Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da leh ve aleyhte hiçbir kelime sarf etmeyeceğim.”
Gerçekten Uşşakizâde Lâtife Hanım, boşandıkları 12 Temmuz 1925’ten, hayata gözlerini yumduğu 12 Temmuz 1975’e kadar, yani yarım asır boyunca Atatürk hakkında tek söz etmediği gibi, anılarını yazmak üzere gelen ısrarlı teklifleri hep geri çevirdi. Latife Hanım’ın Atatürk’ün ölümünün ardından 11 Kasım 1938 günü Bern’deki bir hastane odasından Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye yazdığı orijinal mektubun tam metni şöyle: “Reiscumhur General İsmet İnönü/Ankara Çok aziz ve muhterem Şefim, bu sabah, aylardan beri yattığım bir hastahane odasında, mutad üzere gelen gazeteleri görünce beynimden vurulmuşa döndüm. On üç senedir çektiğim azabı bütün vicdanıyla tartmış, beni her suretle korumuş olan zatı devletinizin, bu büyük felaketle ne kadar sarsıldığımı tahmin buyuracağına eminim. Şu anda, beni, millet ve memleket adına müteselli eden, O’nun taşıdığı ağır mesuliyetin sizin omuzlarınıza yüklenmiş olmasıdır. Size ne derin bir samimiyetle hitabettiğimi bilirsiniz. Bütün merbutiyetimle daima muvaffakiyet, sıhhat ve uzun ömür dilerken, bu kanatları kırık ve hasta kızınızı şefkat ve himayenizden mahrum etmemenizi rica eder, mübarek ellerinizden öperim. Latife... ‘’ Latife Hanım, 12 Temmuz 1975’te İstanbul’da 77 yaşındayken göğüs kanserinden hayatını kaybetmiştir.
Burcu Kılıç
GÜLÜMSEMELERİ ÇALMAYIN İnsanların yüzünden Gülümsemelerini Çalmayın efendim. Belki sadece o vardır Elinde, avucunda. Belki sadece o, bu yaşamı Yaşanılabilir kılıyordur ona. Belki gidenlerden, Suya düşen hayallerden, Başında üşüşen kederlerden, Sadece kendini düşünüp, Her şeyi bildiğini iddia edenlerden, Daha iyisini bulma gayesiyle çekip gidip Evdeki hesap çarşıya uymayınca tıpış tıpış dönenlerden, Onca emeğe, güzel güne yüz çevirip “Kusura bakma, kırdım” deyip Yakıp yıkıp yitenlerden Sadece onu kurtarabilmiştir. Kim bilir? Yapmayın efendim, Yapmayın!.. Siz, siz olun İnsanların yüzünden Gülümsemelerini çalmayın. Zamanını çalın, Zaman bol nasılsa. Kocaman bir ömür, Onlarca yıl, yüzlerce ay, Binlerce hafta, on binlerce gün... Çal çal bitmez. Takılmaya, dert etmeye değmez. Siz o zamanı çalmasanız da, Başka birine, Başka bir şeye, Belki bir kitaba, Belki de bir şiire Harcanacak zaten o zaman. Malını çalın mesela, Ne bileyim, Defter olur, kitap olur, Çanta olur, cüzdan olur... Bir gece gizlice evine girip Yükte hafif, pahada ağır şeyler olur. Bunlar bir şey eksiltmez insandan.
Gidenin yerine yenisi gelir. Ya üç kuruştur ederi ya beş kuruş. Önemli olan kalpteki ufak bir umudun Yüzümüzde oluşturduğu o tatlı duruş. Nihayetinde söyleyeceklerim bu kadar efendim. İnsanların Zamanını çalın, Malını çalın, Emeğini, Hatta ekmeğini çalın Ama Gülümsemelerini çalmayın.
Yasin Gel
HUTULARA VE TUTSİLERE AĞIT Camdan yansıyan silüetine bir kere daha baktı. Karşısında gördüğü kendisizliğin eskiliğinden yakınmadı. Bir saçları vardı yeni, sadece saçları. Bir de bir cisim vardı o saçlarının içerisinde, belli ki o da bu dünyalık ve beyaz. Sessizlik... Yine bir nüzul... İnsanlar var sağda solda. Konuşmayan insanlar, içlerinde tutuşan. İnsanlar var insanlar, bu dünyadan oldukça ırak, kendilerinden ve kendi gibilerinden oldukça uzak. Bir kere daha baktı. Açılan kapıdan içeriye girecek olan rüzgârın yalnızca ona yönelip saçlarını yalamasını bekledi. Misafir öyle beklenmez, haydi selamlayalım. Hoş geldiniz Rüzgar Bey, buyurmaz mısınız? Evet evet bende iyiyim fakat başımda bir ağırlık var. Hayır efendim ağrı değil ağırlık. Nedeni orada işte, saçlarımın arasında. Ben de bilmiyorum nasıl geldiğini. Biliyorum almam gerek ama elimi attıkça kayboluyor. Bir esseniz de düşüverse oradan. Düştü... Ağırlık bir kere daha düştü. Yer çekimi bir kere daha kazandı. Havada süzülen hiçbir şey olmadı. Sadece düştü. Binlerce ton ağırlığındaki bir cismin hunharca, sabit bir biçimde düşmesi gibi düştü. Rebaz Bey ise bu doğa olayına ağzı açık yakalandı. Gökten bir kurşun düştü. O zamana kadar hiç kimsenin şahit olmadığı bu olaya yalnız bir kişi ve bir de uzam şahit oldu. Kurşuna dil değdirildi ve tüm vücut dilden başlayarak yavaş yavaş grinin sirayetine uğradı. Kurşunun tadı mı yoksa kendisi mi griydi? Bunu anlamak için eksik bir yöntem çizildiği bir gerçekti. Eğer kurşunun cismini hissetmek istiyorsan onu -yeme- eylemi haricinde yemelisin. Eğer intihar ediyorsan ağız çenenin altındadır. Eğer fikirlerin öldürülmek isteniliyorsa ağız kafatasındadır. Eğer ki duygular öldürülecekse ağız göğüstedir. Eğer ki insanlık, insanlık olarak görülmüyorsa ağız vücudun her yerindedir. Ve her kurşun bu ağızlardan afiyetle yenilebilir. Fakat bu kurşunlara bütün kıtalar tok. Bütün kara parçalarında, Afrika ‘’Hariç’’ ...
Rebaz, karşısındaki camın ardında duran fotoğrafa bakıyordu. Fotoğraf renksizdi fakat siyah beyaz demek doğru olmazdı. Çünkü karede bulunan her şey siyahtı. Ölenler siyahtı. Öldürenler siyahtı. Kan bile siyahtı. Sadece fotoğrafı çeken beyazdı ve o da her beyaz gibi fotoğrafın ardında kalmayı başarmıştı. Bu yüzden Afrika’yı anlamak için tek renk yeterliydi. Bir kıtanın kaderi... Güneşin bile kararttığı tenler, yaktığı savanlar. Rebaz, Pulitzer sergisinde bin dokuz yüz doksan beş senesindeydi. Bir sene evvelki Ruanda soykırımının fotoğrafıyla ödül almış sanatçının fotoğrafına bakıyordu. Rebaz, renginin zihniyetinden dolayı midesinin bulandığını hissetti. Hutuları ve Tutsileri tekerlemelere gömdü. Siyah olmak istedi, olamadı. Kıta değiştirmek istedi, yapamadı. Arafta kaybolmuşken bir silah sesi duydu. Başında bir ağırlık hissetti. Rebaz çelişkideydi. İyilerin kötüsüyle kötülerin iyisi aynı şeydir. İnsanlar çelişmedikleri kadar kötü olabilirler ve çelişki; zulmedenlerin çelişmediği tek eylemdir.
Muhammed Eyüp Yavuz
AÇILIŞ
Sen şimdi bekliyorsun ellerimi Tenha köşelerde türetilmiş bu odada Ve kuru ayazında Anadolumun Uzadıkça uzuyor bacakların Birikiyor boynunda kelimeler Bir karıncayı izler gibi ağır ağır Karanlığı izliyorsun
Penceren sonuna kadar açık Masanda bir kadeh, kadehinde bir şarap Şarap sana bakıyor sen bana Ben usulca geceyi doluyorum diline Olduğun yerde duramıyorsun Yelkovanım uzandıkça akrebine Dolu bir kadeh gibi kırılıyorsun
Öylece duruyorsun Tedirginliğini almışsın sırtına Bir hasret türküsü tutturmuşsun Sözcükler akarken alnından Başında arakıyye, Bir tennûrenin dönüşü gibi dalga dalga Uzaklara savruluyorsun
Kırıldıkça sıra vagonlar ufalıyor Seher vakti güneş uzatırken elini Parmaklarımın maviliği uyandırıyor seni Önce geceyi çözüyorsun dilinden Sonra çıkıp kalabalık sokaklara Adım adım sağırlaşmış dudakların için Bir yağmur ıslaklığı arıyorsun
Ogün Engin Erkan
AŞK...’a Şimdi sen kalkıp gidiyorsun, küfrediyorsun bunca sevmişliğime. Bütün inandıklarıma, yüzüme, sigarama... Kalkıp gidiyor ellerin, aklım gidiyor. Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Ben kalıyorum. Ben, seni sevmeye mecbur bırakılmış... Hangi maviye baksam ellerin gelecek aklıma. Tüm maviler ülkemizdi, işaretlemiştik. Şimdi sen kalkıp gidiyorsun, ülkem gidiyor beraberinde. Gitme. Sen hep kal, gözlerin de gitmez sen gitmezsen. Zaten ben senin gözlerinsiz edemem bilirsin. Şu masaya, şu daktiloya dokunsun ellerin her gün. Ben senin ellerinsiz de edemem. Gidersen sınırları bozulacak ülkemin. Bölüneceğiz. Ama... ‘’Şimdi sen kalkıp gidiyorsun. Git. Gözlerin durur mu onlar da gidiyorlar. Gitsinler.’’ Seninle uyandığım İstanbul, kuşlara veda ederken bu aralık, yağmurlar kuş sesini taklit etti eksik kapansın diye. Sen gitme diye denizleri geçmedi yaptığım köprüler. Sen gitme diye yağmur şiddetini arttırdı, sokağa çıkma yasağı geldi, ıssız kaldı İstanbul. ‘’Ki Karakoy köprüsüne yağmur yağarken Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti Çünkü iki kişiydik’’
İki kişiydik dünyada. Kime vardı gidişin... Nefes denen şey yan yana iken alınırdı, nereyeydi gidişin? Açtığın yaraya üflemeden şimdi sen, kalkıp gidiyorsun... Bir yanardağ yapıp ellerini de gözlerini de alıp kalkıp gidiyorsun, git... ‘’Oysa bir bardak su yetiyordu saçlarını ıslatmaya’’ Oysa ne çok söz vardı sana yazılan gece yarılarında, sabah saatlerinde, akşam üzerleri... Oysa bir bardak su yağan yağmurun yapamadığına yetecekti. Oysa ellerinsiz, susuz, aşksız... Oysa, ne olurdu gitmeyiversen? ‘’Bir dilim ekmeğin bir iki zeytinin başınaydı doymamız’’ yaşar giderdik. Yaşlanır öyle giderdik...Yaşlanırdık solunda birbirimizin, soluğunda... Her yere yazdığım ve en gerçek olanı da: “Seni bir kere öpsem ikinin hatırı kalıyordu İki kere öpeyim desem üçün boynu bükük” Seni sevmelere doymadan, öpmelere doymadan; şimdi sen kalkıp gidiyorsun, Gitme...
Ebru Özden
TEK SEÇENEK KALMASI DA ÇARESİZLİK DEĞİL Mİ? Cemal Süreya... Amiyane tabirle aşk adamı ve bizim gibi şiir severlerin çırağı olmak istediği ender üstadlardan biri. Aşkın, yalnızlığın, çaresizliğin ve adam gibi sevmenin timsali... Aslında yazıma başlamadan önce itiraf etmeliyim ki deneyimsiz biriyim ama öğrendiğim bir şey var ki; şiiri nazım şekli, türü, üslubu, kelimelerin çeşidinin bulunması vs. girişimler bizi ezber bir anlayıştan öteye götürmez. Çünkü yıllarca dile gelen bir şiirin daha önemli detayları olmalı. Ben birkaç gün üzerinde düşündüm. Çaresizlik kelimesi şiirde hiç kullanılmamış olsa da şiiri bir matruşka gibi düşünürsek; yalnızlık, ayrılık, kavuşamama, vazgeçmeye kendini zorlama gibi dış halkada yer alan konular bizi en içteki halkaya yani çaresizliğe götürüyor. Her insan çaresizlik adına şiirler yazabilir ama çare kelimesini kullanmadan yazan Cemal Süreya, Attila İlhan, Sezai Karakoç ve daha nice şairler olur. “Biliyorum sana giden yollar kapalı/Üstelik sen de hiçbir zaman sevmedin beni” şairde bir umut var ama imkânsız olduğunun o da farkında ve bir nevi çaresiz. Kapalı kelimesi, imkânsızlığın şiirdeki halkası. “Ne kadar yakından ve arada uçurum/İnsanlar, evler aramızda duvarlar gibi” hani ramak kaldı derler ya, elini uzatsa tutacak ama bu da şair için o kadar zor ki. “Uyandım uyandım hep seni düşündüm/Yalnız seni, yalnız senin gözlerini/Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım/Ben artık adam olmam bu derde düşeli” geçirilen günlerin onla dolu olduğunun ve duygularının aynı samimiyette olduğunun kendisi de farkında.
“Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor/Nasıl unutmuşum senin bir baskasını sevdiğini” aşkın gelmesi ve aklın gitmesi... Kurşun ilk girdiğinde ısıtırmış ya insanın içini. Farkında bile değil, belki de olmak istemiyor. Çaresiz kalmak istiyor. “Çocukça ve seni üzen Lakin, “ölüm kalım” yani tek çare. Aslında insanın yapabileceği girişimlerim oldu/Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri/Rastlaşmatek bir şeyin olması da bir çaresimak için elimden geleni yaparım/ zlik değil midir? Ben artık adam Bu böyle pek de kolay değil gerçi” olmam derken de sanki yaşanılan hâlâ onu düşünüyor, onun iyiliğini bir olay var ve onu, bu yalnızlığa iten olay... Hatırlanmasını bile iste- istiyor. mediği... Bu da boşanmalarının sebebi. Zuhal Hanım (eşi) Cemal Süreya’dan onu bir başkasıyla aldattığını düşünerek ayrılıyor. “Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum oradan oraya/Yoksa gururlu Belki o da farkında, ona kavuşbir kişiyim aslında, inan ki/ Anımsa duyguları belki samimiyetini samıyorum yarı dolu bir bardakazaltacak. Çünkü seven insanda tan su içtiğimi/ Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği” onun gözden ırak olan, gönülde taht kurar. İnsanı bağlayan o ulaşma ariçin çaba harcıyor ve aynı zamanzusu ve güzel günler hayali... Bunu da ne yaptığının farkında bile da “Alışırım seni yalnız düşlerde değil. Herkese kolay gelen ama ender kişilerin başardığı en büyük okşamaya/Bunun verdiği mutluluk da az değil ki/Çıkar giderim bu savaşı yenmiş: gururunu kırmış... kentten daha olmazsa/Sensizligin bir adı olur, bir anlamı olur belki” bence ona ulaşmış olsaydı veya hiç kaybetmeseydi, bu şiiri yazamayabilirdi. O, onsuzken acı çekerek yazdığı şiirleri, söylediği şarkıları, kurduğu hayalleri sevmiş ve bir yandan da korkuyormuş aslında. “Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda/ Hangi şarkıyı duysam, bizim için söylenmiş sanki” Cemal Süreya; darphane müdürlüğü, müfettişlik ve yardımcılığı vb. görevlerde, eşi de bir süre memur olarak çalısıyor. Bu belki de en acı olay. Her sabah aynı vapurda martılara simit atmaktan yoksun kalmak... Bakmak, sadece bakmak... Çaresizliği doğuran bir acı olsa gerek.
Ona kavuşsa belki duygularını, belki de yeteneğini bile kaybedecekti. “İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem/ Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi/ Bir geceyarısı yazıyorum bu mektubu/ Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri” duygusunun da bastırılmasıyla her şeyi yaptığını düşünüyor ve bir tek karşılık bekliyor. Çarşamba günü Cemal Süreya için özel bir anlam ifade ediyor. Çünkü Zuhal Hanım, kız kardeşi ve eşi bir de Cemal Süreya hemen hemen her gün görüşürlermiş. Zuhal Hanım, bu konuda yalnızca çarşamba günleri kız kardeşinin iş arkadaşlarıyla buluştuğunu ve parti düzenlediği için görüşemediklerini söyler. Cemal Süreya da bu mektubu Zuhal Hanım’ın kız kardeşine verir. Zuhal Hanım, eskilerden bahsederken gözlerinin dolmasına engel olamaz belki de.
Yazının başında da bahsettiğim gibi imkânsız olduğunu bile bile çabalamak, direnmek, onun hayaliyle yatıp onla uyanmak, yaşadığının farkına bile varamamak, deli gibi seviyorken hâlâ onun için ondan uzaklaşmak, vazgeçer gibi yapmak, duygularını bastırıp kırık bir elveda demek... Çaresizlik... Zaten çaresi olan bir aşk olsaydı, uğruna bu kadar güzel yazılan şiirler bir başka bahara kalırdı.
Mustafa Akdaş
CEMAL SÜREYA VE AŞKLARI Cemal Süreya, gerçek adıyla Cemalettin Seber. Sigarasından tüten “Sevda Sözleri”yle işlemiştir aşkı ilmek ilmek dizelere... İlk aşkı, ortaokulda tanıştığı Seniha’dır. (Seniha Nemli) Süreya için Seniha, sınıfın en güzel kızıdır ve derslerde sürekli Seniha’yı izler, onun kızıl saçlarına dalıp gider... Ve bir gün Süreya, tahtaya “Kızıl Mısralar” diye bir şiir yazar.Diyordu ki Cemal Süreya; ‘’O zamanlar içinde yaldızlı noktalar olan kırmızı mürekkep vardı. Özel, süslü olsun diye bununla yazıyordum. Kızıl Mısralar diye bir şiir yazdım tahtaya.’’ Şöyle başlıyordu: ‘’Seni sevdiğim anda her şeyim kızıl oldu. Masmavi defterime kızıl satırlar doldu.’’ Bütün okul öğrenir Süreya’nın aşkını. Yaşça büyük arkadaşlarından Abdullah Macit, Süreya’yı uyarır: ‘’Yahu ne yapıyorsun, sana komünist derler!’’ Şimdi sözcükler de, mürekkebin rengi de değişir. - Bir röportajında aşkı ‘’aynı masada mektuplaşmak’’ olarak tanımlar. Ütopyası ise ‘’kendi mektubunun postacısı olan kız!’’ dır.
1952 yılında nişanlanıp, bir yıl sonra da evlenmeye karar verirler. Seniha ile evlilikleri problemler içerisinde devam etmektedir. Babası Hüseyin Bey’in bu evlilikle ilgili kaygıları vardır. Aralarındaki eğitim farkı da ilişkilerini zora sokmaktadır. Seniha’nın evin geçimine katkıda bulunabilecek bir işi yok ve üstelik ailesi de yoksul. Bunu söylediğinde Cemal Süreya’nın tepkisi ağır olur. ‘’Biz yoksul değil miyiz baba!’’ der ve ilk kez, babasına isyan edercesine çatalını gürültüyle masaya bırakır, çıkar gider. ‘’Gibisi olmayan yar’’dır Seniha. Kendisi de ‘’Gibisi olmayan bir adam’’. Gibi sözcüğünü yasaklar. Ancak sıkıntılı devam eden bu evlilik Cemal’i başka maceraların peşine sürükleyecektir. Eşi Seniha hamile iken, aynı iş yerinde çalıştığı ve ‘’Üvercinka’’ adını verdiği kıza aşık olur. Cemal Süreya’nın bu aşkının adını ve kim olduğunu yakın arkadaşlarından dahi bilen kimse yoktur...
Öyle ki Süreya’nın hayatında bir sır olarak kalmıştır. Seniha ile geçimsizliği had safhadadır. Seniha, baba evine döner. 1958’de Maliye Müfettişliğine atanır. Süreya, Seniha ile tekrar bir araya gelir. Kız kardeşi Ayten’i de yanlarına alır. Ama Ayten ile Seniha geçinemez. Ayten, tekrar geri gitmek zorunda kalır. Seniha ile Süreya’nın geçimsizliği boşanma kararıyla neticelenir. Seniha, kızıyla beraber baba evine döner. Süreya, Ayten ve üvey annesi Refika Hanımla beraber yaşamaya başlar. Süreya bir karar vermek durumundadır. Çok sevdiği eşi Seniha, o çok istedikleri çocuklarını doğurmak üzeredir ve Süreya kararını verir. Üvercinka ile ayrılık kararı alırken 1 Ağustos günü şu satırlar dökülür dizelere: “acıların adını , ağustos koymalılar...”
Büyük aşk bitmiş ya da bitmemiş ama Süreya, eşi Seniha’ya dönmüştür. Sevgiyi mi tercih etmiştir Süreya, bilemiyoruz... Sene 1967... Teklifi ilgiçtir Süreya’nın. Türk Edebiyatçılar Birliği Lokali’nin açılışında üçüncü karşılaşmada Cemal Süreya, çevresini saran kalabalıktan sıyrılır ve Tekkanat’ın yanına gider: “Madam ya da Matmazel çok güzelsiniz, benimle evlenir misiniz?” Tekkanat, kendisiyle alay edildiğini düşünür, öte yandan çok da heyecanlanır.
Ancak bu şekilde yapılan bir teklifin inandırıcı olmadığını ima etmek amacıyla, “Yeri geldiğinde düşünürüm,” diye yanıtlar. 1967 yılında evlenirler. Bu birliktelik 1974 yılında ayrılıkla noktalanmıştır. Süreya, 1972’de Zuhal Tekkanat için şu satırları yazacaktır; ‘’Her şeyimi sana borçluyum. Sana rastladığım sıralar yıkıntılıydım. Sen onardın beni. Tuttun elimden kaldırdın. Ben de ekmek gibi öptüm alnıma koydum seni, kutsadım. Sana rastladığımda susuzdum, yalnızdım, bir çırpıda içtim gözlerini.’’
Zuhal Hanım, Yelken Dergisi’nde düzeltmenlik yapmaktadır. Süreya, dergiye sık sık gitmektedir. Oğlu Memo Emrah, Kasım 1969’da dünyaya gelir. Süreya, memuriyete dönmek zorunda kalır. İstanbul Hocapaşa Vergi Dairesi’nde işe başlar. Sonra Ankara’ya Maliye Tetkik Kuruluna atanır. Eşini İstanbul’da bırakarak görevine başlar. Ama yine de iki evin masrafları ekonomik sıkıntıya sebep olmaktadır. Zuhal Hanım’ın işi Ankara’ya naklettirilir. Aynı evi paylaşmalarına rağmen geçinemezler. İkisi de kıskançtır. Sürekli aldatıldıklarını düşünürler. Geçimsizliği daha ileriye götürmeden boşanırlar. 1976 yılında Zuhal Tekkanat’la yeniden birlikte olmaya karar verirler. Kendisi Ankara’da, Zuhal Hanım İstanbul’da, oğulları Memo Göztepe Pansiyonlu İlkokulundadır. Üstelik Memo derslerinde başarısız bir çocuktur. Süreya ise iki evin geçim yükünü zar zor kaldırabilmektedir. Zuhal Hanım ile ikinci beraberliği de yürümez. Ayrılırlar. Memo, annesinin yanında kalır.
Süreya, oğlunu İstanbul’da bırakıp Ankara’ya geri döner. Teftiş yapmaya Erzincan’a gider. Güngör Demiray... Cemal Süreya’nın üçüncü evliliğini gerçekleştirdiği kadın. Ona da ilk görüşte aşık olur Süreya. Güngör Hanım için ‘’Bayan Nihayet’’ ifadesini kullanmıştır. Göngör Hanım ile bir arkadaş toplantısında karşılaşmıştır ve bu aşk ilk orada cereyan etmiştir. 1975 yılında hayatlarını birleştirirler ancak sevgiyle başlayıp bütünleşen bu ilişki pek de uzun sürmez. Süreya’nın kıskançlıkları, tutarsızlıkları evliliği bitirme noktasına getirmiştir. Ve bir sene içinde ayrılıkları gerçekleşmiştir. Ayrıldıktan sonra dostlukları bozulmamıştır. Ömür boyu sürmüştür. ‘’Bayan En Nihayet’’ diye ifade ettiği Birsen Sağnak... Birsen Hanım, dul ve dört çocuklu bir bayandır. Kitabevi sahibidir. Süreya, kitabevine gidiş gelişleri sıklaştırır ve bu gidiş gelişler yanında getirdiği arkadaşlığı evliliğe kadar götürür. Şu satırları yazar Birsen Hanım için; ‘’Uyandım uyandım hep seni düşündüm Yalnız seni, yalnız senin gözlerini Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım Ben artık adam olmam bu derde düşeli ‘’
Birsen Hanım, Süreya’nın tutarsızlıklarını, iniş-çıkışlarını dizginler. Ona âdeta anne şefkatiyle yaklaşır. Süreya, gerçek anlamda aile sıcaklığını onun yanında bulur. Düzenli bir aile hayatının yanı sıra Birsen Hanım’ın oğulları ve torunları evlerini cıvıl cıvıl eder. Birsen Hanım ile Kadıköy’deki evlerinde düzenli bir hayat yaşamaktadırlar. Sigara ve kahve alışkanlığını bırakır. Ama alkolden uzaklaşamaz. Düzenli hayatlarını bozan şey oğlu Memo’dur. Aşırı şişman, asosyal, uyumsuz bir gençtir. Taşkınlıklarıyla ailede huzur bırakmaz. Cemal Süreya, ömrünün son bir senesini oldukça sıkıntılı geçirir. Birsen Hanım ile huzurlu bir ev hayatı yaşarken Zuhal Tekkanat ve Memo onların yanına taşınırlar. Süreya, bu süreçte kendini iyice içkiye verir. Memo’nun davranışları taciz ve şiddet boyutuna varır. Süreya, stres altındadır. İşkenceli günler yaklaşık bir ay sürer. Bir yandan da Süreya’nın Memo’ya sevgisi hep aynıdır: ‘’Beni çok üzüyor. Ama gene de seviyorum. Ona bir şey olursa intihar ederim.’’ şeklinde açıklaması bulunmaktadır. 9 Ocak 1990’da girdiği alkol komasından çıkamaz... Ve o büyük aşk! Tomris Uyar... Süreya için bambaşka bir aşktı bu. İkisi de birbirleri için eşlerinden ayrıldılar. Edebiyat dünyasında o dönemde en ses getiren aşktı onların ki! Aynı zamanda en verimlisi... Cemal Süreya, şu satırları kaleme almıştır Tomris için; ‘’Ay ışığında oturduk Bileğinden öptüm seni Sonra ayakta öptüm Dudağından öptüm seni Kapı aralığında öptüm Soluğundan öptüm seni’’
Yaşadıkları aşk 3 yıl sürse de dostlukları baki kalmıştır. İkisi de yaşadıklarına saygı duyarak aşkları hakkında konuşmadılar ve yazmadılar. Tomris ise böyle anlatmıştı Cemal’le olan aşkını ‘’Beni bıraktı ama rahat edemedi. Ona göre bana sahip olunamazdı. ‘Senden ayrıldığım anda, senin hakkında, hikayen hakkında sevdiğimi belirtecek hiçbir şey söylemeyeceğim, benim ağzımdan kimse duymayacak’ dedi ve doğrusu hiç yazmadı.”
Cemal Süreya’yla olan bir anısını da böyle anlatmıştı Tomris; “Her akşam işten çıkıp şıp diye eve damlıyordu Cemal Süreya. Bir gün Tomris Uyar, ‘biraz gez dolaş arkadaşlarınla falan buluş’ dedi. Ertesi gün geç geldi Cemal Süreya, daha ertesi gün de, hep geç geldi. Bu akşamlardan birinde, örtü silkelemek için pencereyi açan Tomris, apartmanın girişinde oturan Cemal’i gördü ve gerçek ortaya çıktı. Her akşam iş çıkışı eve geliyor ama aşağıda oturup ‘gecikiyordu’ Cemal Süreya… Tomris Uyar tarafından durumun adı derhal kondu: Şahsiyet Rötarı…” Ölümü; ölümsüzlüğü anlatır, öğretir gibiydi Süreya’nın... Kimseler inanmadı, inanamadı. Turgut Uyar şu sözlerle ifade ediyor durumu: ‘’Cemal Süreya ölmüş diyorlar. İlahi Azrail! Cemal Süreya ölür mü hiç?’’
Burcu Kılıç
Bir sayımızın daha sonuna geldik. Seyyar Edebiyat ailesi olarak herkese keyifli okumalar diliyoruz... Gelecek sayımızda şubat ayında vefat eden Barış Manço’yu ele alacağız. Bizi takip etmeye devam edin. Dergimizde misafir yazar olmak istiyorsanız facebook adresimizden bize ulaşabilirsiniz! Başvurular için; facebook.com/seyyaredebiyat