Seyyar Edebiyat Dergisi 5. Sayı

Page 1


YAYIN EKİBİMİZ Genel Yayın Yönetmeni Şeyma Sakallı

Editörden...

Editör Seda Kamburgil Sosyal Medya Sorumlusu Burcu Kılıç Yazarlar Aykut Körmamuoğlu Doğucan Arslan Ebru Özden Esra Atabay Hacer Yıldırım Hilal Buse Yumuşak İbrahim Demir İlknur Öner Melis Genç Meltem Gökce Merve Aslan Muhammed Eyüp Yavuz Mustafa Akdaş Nazlı Deveci Nazlı Yıldırım Serap Ödül Soner Üçkuşoğlu Umut Köksal Ülkü Mehtap Zoroğlu Ünal Özkan Yasin Gel Web Yazılım Burak Medinovski ISSN: 2148-8851

Sevgili Seyyar Edebiyat Okuyucuları, Öncelikle bizleri okuyan, ilgi ve destek gösteren herkese teşekkür ediyor ve 5. sayımızın içeriği hakkında kısa bir bilgi vermek istiyorum. Sürpriz bir sayı ile sizlerin karşısında olmaktan ve dergimizin artık basılı olmasından dolayı hem heyecanlı hem de çok mutluyuz. Bu ay, şarkılarıyla her yaştaki insana hitap eden, birçoğumuzun küçüklüğünde tanıdığı, büyük sanatçı Barış Manço’yu; Şair-i Azam olarak tanınan, Makber şairimiz Abdülhak Hamid Tarhan’ı; Servet-i Fünun dönemi şairlerinden Cenap Şahabettin’i; Çağatay edebiyatının güçlü şairi Ali Şir Nevai’yi ölüm yıl dönümlerinde andık. Yıllardır severek okunan, hâlâ kitap raflarında çok satanlar arasında yer alan Kürk Mantolu Madonna’nın yazarı Sabahattin Ali’yi; hem oyuncu hem de yazar olan Ferhan Şensoy’u doğum günlerinde unutmadık. Ve yazarlarımız kendi kaleminden denemelerini, şiirlerini, öykülerini, tanıtımlarını en özgün biçimde sizlerle paylaştı. Röportaj köşemizde ise bu ay iki başarılı karikatüriste yer verdik. Deniz Kestane ve Emirhan Perker sizler için sorularımızı cevapladı. Bizi kırmayarak röportaj teklifimizi kabul eden Deniz Kestane’ye ve Emirhan Perker’e bir kez daha teşekkür ediyoruz. Bir sayımızın daha sonuna gelirken tüm okuyucularımıza keyifli okumalar diliyorum, gelecek sayımızda görüşmek üzere... Seda Kamburgil sedakamburgil@seyyaredebiyat.com


İÇİNDEKİLER

Yine zengin bir içerikle karşınızdayız. Editörümüz Seda Kamburgil her ay dergimizin girişinde sizlere konularımızdan bahsediyor. Bense biraz genel gelişmelerden bahsetmek istiyorum. 1 Ekim 2014 tarihinde yayın hayatımıza başladık. Sizlerle tanıştığımız ilk günden bu yana ilgi gördük, merak edildik. İnternet üzerinden yayınlanan bir dergi olduğumuz halde insanlar yazılarımızı kağıt kokusuyla okumak istedi. Biz de Seyyar Edebiyat Dergisi olarak imkanlarımız ölçüsünde dergimizi belli bir sayıda bastırdık. Fakat aynı zamanda internetten yayını sürdürmeye devam ettik. Dört aydır süren misafir seyyar sistemimizle yazmaya hevesi olan her arkadaşımıza sayfalarımızı ayırdık. Ayırmaya da devam edeceğiz. Her ay doğan ve ölen şair-yazarlarımızı dergimizde andık. Eserlerini sizlere hatırlattık. Eğer bizimle yazmak istiyorsanız elinizi çabuk tutun ve bize ulaşın. Unutmayın, seyyar serüvenimizde daimi kelimelerinize ihtiyacımız var. Gelecek sayımızda görüşmek üzere, iyi okumalar... Şeyma Sakallı info@seyyaredebiyat.com

Barış Ağabey Barış Manço Evi Kol Düğmeleri Dağlar Dağlar Gülpembe İki Şekerli And Olsun Kendime Yolculuk Sen Yaraşırsın Gülmelere İçimizdeki Masum Aldırma Gönül Uykusuzdan Masallar Ali Şîr Nevai Ali Şîr Nevai’den Bir Gazel Beni Bırak Mavi Ama Kalaylı Kabuk Deniz Kestane Röportajı Girme Sarılmak Eylemi Emirhan Perker Röportajı Makber-i Azam Rüya Yalnızlığın Çaresi, Satırlar Ferhan Şensoy Yalancı Ağaç Seni Ah! Batı Sinemasının Filmleri Cenap Şehabettin’in Ölümü Ben Gidersem Gece Eksik Kalır


BARIŞ AĞABEY “Gülpembe” dedi, “Arkadaşım Eşek” dedi, “Dağlar Dağlar” dedi Barış Ağabey... Bu güzel şarkıları bize kazandıran Mehmet Barış Manço, 2 Ocak 1943 yılında İstanbul’un Üsküdar ilçesinde doğmuştur. Barış Manço’nun babası Hakkı Manço, Devlet konservatuarı klasik Türk sanat müziği hocası, sanatçısı ve yazar Rikkat Uyanık ile evlenir. Bu evliliğin ikinci çocuğu olarak Mehmet Barış Manço dünyaya gelir. Toplam dört kardeştirler. 2. Dünya Savaşı yıllarında doğduğu için ailesi Mehmet Barış adını verdi. Oğlu Doğukan Manço, katıldığı bir söyleşide, “Babam 1943’te İstanbul’da doğdu ve Türkiye’de ilk Barış ismini aldı, esasında isim babası. Barış ismi, 1941’de dünya savaşlarının ardından barışa duyulan özlemden doğdu. Amcam da 41 doğumludur, savaşın başlangıç tarihi. Ancak 1941 yılında babamın hiç görmediği amcası Yusuf vefat etmiş, lakabı Tosun Yusuf imiş. Bunun verdiği hüzünle Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço koymuşlar adını. Babam ilkokula başladığı zaman da Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço’yu nüfus kaydından sildiriyorlar sadece Mehmet Barış Manço ismi kalıyor.” açıklamasıyla babasının Türkiye’de ilk Barış isimli kişi olduğunu ve adının Tosun Yusuf Mehmet Barış Manço olduğunu söylemiştir. Barış Manço’nun 3 kardeşi daha bulunmaktadır. (Savaş, İnci, Oktay Manço) Barış Manço, aileden gelen bir müzik eğitimi ile büyümüştür. Annesi Rikkat Hanım da o dönem de Zeki Müren’in hocalığını yapmıştır. Manço, 3 yaşına geldiğinde annesi ve babası ayrılmıştır. Bu durum üzerine babasıyla yaşamaya başlamıştır. Babasıyla birlikte sık ev değiştirdi ve Cihangir’de, Üsküdar’da, Kadıköy’de ve kısa bir süre için Ankara’da yaşadı. İlkokula abisi Savaş ve ailenin en küçük ferdi olan kız kardeşi İnci’nin de okuduğu Kadıköy Gazi Mustafa Kemal İlkokulu’nda başladı. 4. sınıfı Ankara Maarif Koleji’nde okudu ve ilkokulu Kadıköy’deki başladığı okulda tamamladı. Yatılı olarak Galatasaray Lisesi’nin orta bölümüne devam etti. 1957’de amatör olarak müzikle ilgilenmeye başladı. 4 Mayıs 1959’da babasının ölümü üzerine Galatasaray Lisesi’nden ayrılarak, eğitimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladı.

Henüz ortaokulda, Galatasaray Lisesi’nde amatör olarak 2 grup kurmuştur. İlk amatör grubunun adı ‘’Kafadarlar’’dır. Ortaokul yıllarında kurulan bu grup rock’n roll coverları yaparken, Barış Manço’da ilk bestesi “Dream Girl”ü bu dönemlerde yaptı ve Ankara’da küçük bir müzik ödülünün de sahibi oldu. İkinci grubu Harmoniler’de yine Galatasaray Lisesi’ndeki arkadaşları vardı. 1959’da Galatasaray Lisesi konferans salonunda ilk konserini verdi. 1959 yılında babasının vefatı üzerine Galatasaray Lisesi’nden ayrılarak Şişli Terakki Lisesi’ne geçiş yapmıştır. Liseyi burada tamamlayan Manço, daha sonra Belçika’daki Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi’nde üniversite öğrenimini tamamlamıştır. Buradan birincilikle mezun olan Manço, mezuniyetinden bir madalya kazanmıştır. Manço, 1969’da yurda döndüğünde “Dağlar Dağlar” şarkısını yaptı. Bu şarkı, O’nun hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Aynı dönemlerde dış görüntüsü değişmekte, müziği ve kıyafetleri ile bir ekol oluşturmaya başlamıştır. 1971 yılında askere gitmek durumunda kalacaktır. Askerdeki ilk ayları; hem ani olarak askere alınması, diplomasına rağmen üniversite mezunu olmasının tartışılması, hem de saçlarının kesilmesi nedeniyle çok keyifli başlamamıştır. Askerlikten sonra yine bir süre Belçika günleri araya girmektedir. Barış Manço; sıra dışı kıyafetleri, takıları,enteresan el hareketleri ve şarkılarına çektiği klipler ile çevresini şaşırtmayı sürdürmeye devam etmektedir.


Barış Manço, 18 Temmuz 1978’de Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde Lale Çağlar (Manço) ile evlendi. Bu konuda da topluma örnek olmayı başaran Barış Manço, evliliğinde de İstanbul geleneğini sürdürdü. Bu evliliği, Lale Manço da 1998 yılında verdiği bir röportajda “Barış içinde 23 yıl” diye tanımlamıştır. Çiftin evdeki birliktelikleri, iş hayatında da devam etmiştir. Lale Manço, televizyon programlarına yönetmen ve yapımcı olarak imzasını atmıştır. Bu beraberliğe, oğulları 19 Mayıs 1981’de Doğukan Hazar, 24 Temmuz 1984’de de Batıkan Zorbey katılır. O, doğu ile batının sentezini yapmıştı. O’na göre, “doğunun her şeyi kötü, batının her şeyi iyi” doğru bir kavram değildi. Oğullarına da Doğukan ve Batıkan isimlerini koyması, doğu ve batının barış içinde olması dileğinden kaynaklanmaktadır. Dünya çocuklarının Barış ağabeyi, kendi çocuklarıyla da iyi arkadaş olduğunu söylemektedir. Yoğun iş programı çocuklarını ihmal etmesine asla neden olmamıştır. Türkiye’deki en uzun ve en başarılı televizyon programlarının altına imzasını atmıştır. 200’den fazla şarkısı O’na; 12 altın ve platin albüm-kaset ödülü kazandırdı. Şarkılarının bir bölümü Yunanca, Bulgarca, Arapça, Farsça, Japonca, İbranice, Fransızca, İngilizce ve Flemenkçe’ye çevrildi. Müzik ve televizyon hayatında sayısız ödüller alan Barış Manço, 1991 yılında devlet sanatçısı ünvanı, yine aynı yıl Hacettepe Üniversitesi onursal doktora ünvanı, Uluslararası Teknoloji Ödülü, Japonya Uluslararası Kültür ve Barış ödülü, Belçika Krallığı Leopold II Şövalyesi nişanı, Fransız Kültür Bakanlığı Edebiyat ve Sanat Şövalyesi nişanı, Türkmenistan Cumhurbaşkanlığı; Türkmen Vatandaşlığı ödülleri kazanmıştır... 31 Ocak gününü 1 Şubat’a bağlayan gece, kalp krizi sonucunda “Ölüm, uykudan uyanmaktır.’’ dediği uykudan uyanmıştır. O günden beri de Manço; çocukluğumuzda, anılarımızda “Gülpembe” ile “Arkadaşım Eşek” ile “Dağlar Dağlar” ile yaşamaya devam ediyor...

Burcu Kılıç


BARIŞ MANÇO EVİ Dikkat! Bu yazı kısa bir tanıtım yazısıdır. Çünkü devamı ve daha detaylı bilgi için güzel bir havada Moda’ya oradan da Barış Manço Evi’ne yolunuzu düşürmeniz asla pişman olmayacağınız keyifli anlar yaşatacaktır size. Bu iddialı girişten sonra devam edelim. 1 Şubat 1999’da aramızdan ayrılan Barış Manço anısına onun Moda’da yaşadığı ve şimdilerde müzeye çevrilen evini kısaca tanıyalım. Öncelikle Barış Manço Evi olarak bilinen bu köşkün kısa bir tarihçesine bakalım. İngiliz Mr. Dawson 18951900 yılları arasında Moda’da kendisine iki köşk yaptırır. Köşklerden birinde kendisi diğerinde oğlu uzun yıllar otururlar. Köşklerden biri 1967 yılında yıkılarak yerine apartman yapılırken, Mr.Dawson’un kendi oturduğu ev bir Alman aileye satılır. Bu köşk de birkaç kez el değiştirdikten sonra 1984 yılında Barış Manço tarafından satın alınır. Viktoryen tarzda inşa edilen bu köşk, gerek yapı özellikleri gerekse de dış cephesi ile dönemin mimari özelliklerini yansıtır. Köşkün bahçesinde Barış Manço’nun arabası, “Adam Olacak Çocuklar” ve şarkı sözlerinden esinlenerek yapılan domates, biber, patlıcan maketleri bulunmaktadır. Giriş katta salon, yemek odası ve kıyafet odası bulunur. Giriş kattaki masanın üzerinde Barış Manço’nun vefat ettiği gün bıraktığı anahtar ve telefon bırakıldığı şekliyle korunmuştur. Yine bu bölümde sanatçının çeşitli ülkelerden topladığı nadide eserler ve yaşamı boyunca kendisine verilen ödüller ve piyanosu bulunmaktadır. Diğer katlarda sırasıyla yatak odası, çocuklarının odası ve çocuklarının oyun alanı olarak kullandıkları bölümler bulunmaktadır. Bugün bu odalardan biri “Adam Olacak Çocuk Odası“ olarak düzenlenmiş, TRT’de yayınlandığı dönem 7’den 77’ye herkesi bir şekilde sarıp sarmalamış programın video gösterimleri yapılmaktadır. Giriş katın altı “Şövalye Odası” ve “Yönetim Odası” olarak düzenlenmiştir. Bu katta bulunan ve geniş ebatlarıyla dikkati çeken taht, sanatçının “Balböceği” adlı klibinde kullanılmıştır. Köşkte iki adet bahçe bulunur. Kışlık bahçe olarak kullanılan alanda “Kurtalan Ekspres” grubu üyelerinin heykelleri ve 1905 yılı Amerikan yapımı ilk orgların atası sayılan, ayak pedallarıyla çalışan org dikkati çeker. Yazlık Bahçede ise plak şeklinde tasarlanmış masalar, nota şeklinde sandalyeler, sanatçının birlikte çalıştığı gruplara ait duvar afişleri bulunmaktadır. Bu kadar kitabi bilgi bir tarafa köşk her alanıyla renkli, canlı ve görülmeye değerdir. 81300 Moda... Not: Barış Manço Evi, resmi ve dini bayramlar ile pazartesi günleri dışında her gün 09:00-17:00 saatlerinde açıktır.

Hacer Yıldırım


KOL DÜĞMELERİ “Hatırlarım bugün gibi sessiz geçen son geceyi” Sana veda bırakmalar yakışır. Islak, sessiz, suçlu ve cebinde bir melodi barındıran vedalar... Söyleyemediklerimi kendine pay edersin, gülüşüne eklersin. Mevsimlere sığdırırsın son bakışını, günlere bölersin. Son gece olur, son hece yok olur... Yıllar sonra belki unutulmuş bir kitabın arasında bulabilirim. Belki dolaştığım vapurun altında, habersizce... “Hatırlarım” derim. “Başın öne eğik bir suçlu gibi bana verdiğin hediyeyi...” Belki boğazımda takılı kalır kelimeler ya da martılara yem olur. Son gece olur, son hece yok olur... “İki küçük kol düğmesi bütün bir aşk hikâyesi” Gözlerinin gördüğü her yer cennetimdir, gördüğün her yer kaderim. Bu romanı sen kılan taraf söylediklerimizdir. Dilimin ucuna takılan “keşke”ler pişmanlıktır. Seni birleştiren tek şey de kimi zaman kol düğmeleridir. Böylece son gece olur, son hece yok olur... “İki düğme iki ayrı kolda bizim gibi ayrı yolda” Karşılıklı geçen otobüsler, gidişler-gelişler, umutlar-vazgeçişler, içinde seni barındırır. Bir bakarsın beyazın heyecanına sahipsin, bir bakarsın siyaha tutsak. İlerleyen zaman ve geçen saniyeler, hepsi ayrı yerlere gidiyor. Hepsinin bekleyeni farklı, hepsinin gelmeyeni aynı. Sonra; son gece olur, son hece yok olur... “Akşam olunca sustururum herkesi her her şeyi Gelir kol düğmelerimin birleşme saati Usul usul çıkarır koyarım kutuya yan yana Bitsin bu işkence kalsınlar bir arada” Yıldızları sayamamayı öğrendiğin zaman geceyle barışırsın. Ve barıştığın her şeyle biraz daha konuşursun. Yırtıp attığın mektupla, unuttuğun mutlulukla, yarım kalan vedanla... Belki de sadece kol düğmenle... Böylece; son gece olur, son hece yok olur... “Heyhat sabah gün ışıldar yalnız gece buluşanlar Yaşlı gözlerle ayrılırlar düğmeler gibi Bizim gibi bizim gibi ayrılırlar bizim gibi ayrılırlar” Güneşin yeni bir umut olduğunu anladığın an gülümsersin geceye. Sen gülümsediğin zaman ayrı olan ne varsa birşelir. Senin gibi sevenler, senin gibi gitmiyor bu şehirden. Senin gibi unutan, senin kadar unutmuyor. Umudunu, gönderdiğin yolculukların vedaları alıyor senden. Ve vedaların askıda kalıyor. Şimdi sen; yağmura saklanmış, İstanbul’a sığınmış bir kol düğmesi olsan; son gece olur, son hece yok olur...

Şeyma Sakallı


FERHAT’IN ŞİRİN’İ VE BARIŞ MANÇO’NUN DAĞLAR DAĞLAR’I Barış Manço... Ayın aydınlattığı gecelerde, arkadan hafif bir lodos etkisiyle gelen müziği eşliğinde kendimizi bulduğumuz. Yediden yetmişe genç-yaşlı herkesin gönlünde taht kurmuş bir usta. Geceleri içine hapsettiğim şiirlerim olsa da bu gündüz vakti hayatımın en zor yazısını yazıyorum. Çünkü cesaretim yok, böylesi zor, duygulu bir şarkıyı gecenin kör karanlığında elime kalemi alıp incelemeye çalışmaya. Bugün onun “Dağlar Dağlar” şarkısını 75 milyondan sadece biri olarak yorumlayacak ve görüşlerimi aktaracağım. Birkaç yerden baktığım ve kendim bildiğim kadarıyla bu şarkı sözlerini Amasya’da askerlik görevini yerine getirirken yazıyor. Diğer bir söyleme göre ise bir konser dönüşü bu sözleri kağıda döküyor. Bunu en iyi Doğukan Manço bilir ama ne yazık ki ulaşma fırsatım olmadı. Bana askerlik görevinde yazdığı ihtimali daha yüksek geliyor ve yazımı buna göre plânlıyorum. Yanlış bir yoldaysam veya sürçü lisan eylediysem de şimdiden hepinizden af diliyorum. “Ellerimle büyüttüğüm, solarken dirilttigim / Çiçeğimi kopardın sen, ellere verdin” Aslında bunu yazış sebebi; bahçeye diktiği bir çiçekten, yıllarca sevdiği kadına dair her şey olabilir. Ama benim düşüncem o ki; Ferhat’ın Amasya’daki dağı delerek su getirmek için uğraştığı sırada Hürmüz Şah’ın bir kadınla ona Şirin’in öldüğünü söylemesi bunun sebebi olabilir. Ferhat bunu duyunca elindeki gürzü havaya atarak üstüne düşmesini sağlar ve altında kalarak hayata veda eder. Daha sonra Şirin ise bunu duyunca zannediyorum bir hançerle hayatına son verir. Ferhat ile Şirin ölmüş olsalar bile kendilerine yapılanların farkındalarmış ve ağızlarından son defa bu sözler dökülmüş gibi. “Dağlar dağlar / Kurban olam yol ver geçem sevdiğimi son bir olsun yakından görem / Kuşlar ötmez güller soldu, yüce dağlar duman oldu / Belli ki gittigin yerden kara haber var” Ne acı dolu sözler. Anlaşılmayacak hiçbir kelime olmamasına karşın birkaç cümle ile büyük bir destanı özetlemek, tabiri caizse sonunu getirmek...

Zaten Barış Manço da bunu yapıyor. Anadolu halkını, yaşamını, geçmişini, türkülerini genç nesillere aktarıyor. Kimi zaman “domates, biber, patlıcan” diyerek Anadolu halkını, kimi zaman da “dağlar dağlar” diyerek bir destanı nesillere paylaştırıyor. O da kendisinin yediden yetmişe sevilen bir sanatçı olmasını sağlıyor. Zaten kendisi de “Dağlar Dağlar” şarkısıyla patlama yapıyor ve albümü o zamanın şartlarıyla 700 bin civarı satıyor. Yazıma son vermeden önce Barış Manço’nun bir röportajı esnasında söylediği, “Ayrıca sanatçı olduğumu da iddia etmiyorum. Ben öldükten sonra torunlarım ansiklopedilerde Barış Manço’yu sanatçı diye okurlarsa galiba sanatçı olduğum da tescil edilmiş olacak. Geleceğe ne bıraktığımız önemli. Yoksa insan yaşarken kendi kendine ben sanatçıyım dememeli.” sözleriyle bugün onu birkez daha yâd ediyor ve bize düşen görevi yerine getirmenin mutluluğuyla satırlarıma son noktayı koyuyorum. Esen kalın...

Mustafa Akdaş


GÜLPEMBE “Sen gülünce güller açar gülpembe Bülbüller seni söyler, biz dinlerdik gülpembe Sen gelince bahar gelir gülpembe Dereler seni çağlar, sevinirdik gülpembe” Sen gülünce lacivertten pembeye çalar dünya, dinlediğim tüm mûsikîler seni hatırlatır bana. Seninle canlanır evren, ırmaklar seni haykırır, onlar söyler, ben dinlerim Gülpembe. “Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin, inanamadık gülpembe Bizim iller sessiz, bizim iller sensiz, olamadı gülpembe Dudağımda son bir türkü gülpembe Hâlâ hep seni söyler, seni çağırır gülpembe” Dinlenmemiş tüm şarkıları bende bırakarak gittin güz yağmurlarıyla, bıraktın sensizliği yarımlara. Dilimde dolanan son şarkı sana söylenir, seni hatırlatır hâlâ...

“Güz yağmurlarıyla bir gün göçtün gittin, inanamadık gülpembe Bizim iller sessiz, bizim iller sensiz, olamadı gülpembe Gözlerimde son bir bulut gülpembe hâlâ hep seni arar, seni bekler gülpembe” Ben seni bekledim sen gittin, ben sensiz biz sensiz duramadık Gülpembe. Eski bir şarkıyla bir umut yanar gözlerimde, belki bu sonbahar yağmurları seni getirir diye… “Dudağımda son bir türkü gülpembe Hâlâ hep seni söyler, seni çağırır gülpembe” Güz yağmurlarından beri bende seni hatırlatan son bir şarkı sana söylenen, seni özleten Gülpembe…

Meltem Gökce


İKİ ŞEKERLİ

Kalabalığımın tek hücreli kapakçığındayım, Nitekim dünyadayım. Atan kalplere inat durdurmak istediğim bir nabzım var. Dünyadaki bütün insanlar aynı anda zıplasa yeryüzü sarsılır diyorlar, Benimle aynı eylemi yapmaya var mısın? Benden iyi yükselebilirsin, Bir saniyeyi hayatından çalmış olabilirim, Belki ayağın burkulur, belki ayakkabın eskir, İnsanların arasında yok olabilirim, gözlerimin gölgesine engel olur önümdeki beden... Beni bul. Kaybetmeden önce benim ol. Gideceğini bile bile kalbimi vereyim sana, Arada üzeyim seni, Güzelliğini, içtiğim sigara tanesine yükleyeyim, ömrümden çaldığım her nefeste... Martılara attığım her bir simit tanesi ol, faydalı şeyler yapalım. İyi insan olalım mesela, Kötüler okulunu bozalım, kuralları yapılandıralım. Kıymetimizi bilmek isteyip bilemediğimiz için kızalım birbirimize, Utanalım söylemekten. Ama sadece dilimiz utansın, bırak gözlerimiz sevişsin. Sonra en sevdiğimiz yerlere gidelim seninle, Sahaflara uğramadan geçmeyelim, Kediler de nasibini bekler bizden belki...

Hem kitap koklamış oluruz biraz, Rafların arkasına gizlenmiş tozlu kitaplar sana gülümser, İşte o zaman kıskanırım. Kıskanmak masum bir fiildir sevenlerin bildiği. Altını çizdiğim her bir satır ol. Diğerlerinden farklı, sık sık okuyup aklıma kazıdığım... Ayraçların bile ayıramayacağı kadar keskin. Şiir okumamı istersen insanların kalabalığına dalar otururuz, İki çay söylerim, İki şekerini de ben atar bize zaman kazandırırım. En güzel bahanem bu olur, ellerine dokunurum. Kazağından koklarım tenini, Huzurla uyurum yastığımda suretinle, Özgürlüğümü sana indirgeyip, geçmişimi bağışlıyorum. Yüzünden dünyaya açılıyorum belki de, Denizim; gözlerin değil ellerin, Limanım; omzun, Pusulam; kelimelerin, Hükmüm; kelimelerinle oluşan cümlelerin... Ve en güzel keşfim; haritama eklediğim yüreğin, Yalnız benim bildiğim, geldiğim, konakladığım ve gitmeyeceğim adresim, Sen, ellerin ve iki şekerli çayın; ikimize yeter. Sadece gel...

Şeyma Sakallı


AND OLSUN...

Fetretten kalma bir enkazla uyandım bu sabah. Kuş sesleri yoktu kulaklarımda, sağırdım tüm dünyaya... Yabancıydı içimdeki gayız bu hayata. Obaya eş gönlüm yaban bu diyara. Dilimden uzayan bir gurbet türküsü yollara... Yollar sana... Bir tamu karanlığı içimde, Pusat’ın hayaleti var izimde. Tütünün ağırlığı üstümde. Ruhum alışmış eski tasvirlere. Gökyüzünü deliyor türküm, bir yol başçı oluyor yeni güne. Sonuna ünlem koyup gönderdiğim sitem dolu cümlelerim yer buluyor kendine. Ordular var içimde. Ellerim ceplerimde. Ceplerimde avuç dolusu dua. Dudaklarım delicesine. Gökler aman diliyor serden geçercesine... Kaybedecek bir şeyim yok ellerimde. Vuku bulmayı bekleyen, korkak dudaklara nispet şiirler, sözler var dillerimde. Kurt başlı sancak yüreğimde. Oysa bir kelebek misali hevesler. Ey... Karanlıklar içinden gelen kavgamın zaferi, zaferimin hasetten çatlatan ölümsüz şiiri... Belki demet demet papatyalar veremem sana, varmaz elim ıraklara... Lakin, o gün çiçeği burnunda taze bir baharda aş diye sunarım sana. Çayını ben demlerim her defasında. Avuçlarımız papatya kokar. Şiirler okurum kollarında..Yazarım ben her sabah, ezanın sedasıyla... Islanır saçlarım sırılsıklam, ilham denilen Hızır’ın getirdiği rahmet yağmurlarıyla. Şeytanla koyun koyuna bu başım. Her an tetikte, her an soğuk nefesi ensemde. Kağıtlar yetmiyor kimi. Duvarlara yazıyorum seni. Bahar dallarına salıncaklar kuruyor, besteler yapıyorum uğruna...Cennetten kovulmuşum oysa senin uğruna. Başımda mistik bir bela.

Masalımsı bir destan yazıyorum alnına. Kalbimden vurulmuşum, vurulmuş da yedi cihana duyurmuşum. Bir yusufçuk çatımda... Umudu bekler uçarcasına... Lahzalar mırıldanan, maşuğun kapısına binbir gönül bağıyla giden, aşk uğruna çılgın, aşk uğruna delicesine, aşk uğruna korkusuz bir yüreğin yansımasıdır bana artakalan. Kuş olup uçarcasına özgür şu yalın yüreğim, yalnız kitaplarda bulurken ebedi saadeti ve umulmaz tutsaklığı... Okuduğum o son kitap miladım. Bu küçük, bu çocuk yüreğim, yalnız kurt nefesi satırlar ve renklerin en güzeli kırmızıyla geliyor kapına. Uçurumun kenarında rüzgârla dans ediyorum. Tüm kötülüklere haber salın. Uçurumun kenarında bekliyorum. Güller boynunu eğdiği vakit, bebekler ana göğsüne doyduğunda, yetimler elleri bağrında uykuya daldığında... Bembeyaz bir umut sunuyorum sana, mavi bir gökyüzü. Mürekkebim feda olsun uğruna. Otağıma sarı bir güneş doğsun ufukta. Saçlarım saçların olsun karanlıkta. Kağıdımdır yay, kalemimdir ok... Nice tenler can verir satır başlarımda. Kızıl saçlarımdan kan damlar ıssız yollara. Gizlemişim hançerimi sayfalar arasına. Hıçkırıklara boğuyorum kendimi yoluna. Dardayım... Bir çocuk can bulur damarlarımda. Çorak obalarda senin ayak izine yüz sürmek var içimde. Kendimi reddettiğim topraklarda, senin için doğuyorum her defasında. Eksik parçalarımın ebedî sahibi. Çocuk yürekli... And olsun arza ve semaya. Kırılsın kalemim senin adına. Bu kalem hâlâ aşk yazıyorsa gecelerde ve tan yellerinde, sanadır şükran. Aşkla...

Ülkü Mehtap Zoroğlu


KENDİME YOLCULUK

Bir yolculuğa çıkıyorum, sonu kendime varan bir yolculuğa. Yollardan geçiyorum, geçitlerden geçiyorum, köprülerden, köylerden geçiyorum. İnsanlar görüyorum yaşanmışlıklar içinde yaşamaya devam eden. Bir kuru dala tutunmuş yürekler görüyorum. Umutlarına salıncak kurup bulutlara değen çocuklar görüyorum. Gülümsemelerin ardındaki acıyı hissediyorum, hem de en içten. Elleri gökyüzüne açılmış yağmur dileyen insanlara şahit oluyorum. Toprakta yeşeren fidanın gün gelip kuruduğunu görüyorum. Adımlarımı izliyorum, durmadan yürüyorum. Yoluma devam ettikçe fikirlerini toprağa eken, onları sulayıp yeşerten insanlarla tanışıyorum. Herkesin bir amacı, bir rüyası, bir kızgınlığı, öfkesi, iyisi ve kötüsü olduğunu fark ediyorum. Yaşanan ne varsa yolcu ediyoruz hep birlikte. Kimi öfkesini, kimi kızgınlığını, kimi ise gerçekleşemeyen rüyasını yolculuyor. Yeni günlere koşmak için eski günlerini yok edenler de aramızdalar. Herkes bir bir dileklerini söyleyip suya bırakıyor olmamışlıklarını. Su zamana karışıyor, zaman bütün olumsuzlukları içine hapsediyor. Zaman hissizleştiriyor, yokmuşlaştırıyor, hiç olmamışlaştırıyor. Kısacası alıştırıyor… Sonunda her şey buharlaşıp gökyüzüne karışıyor ve yağmur olup toprağa geri düşüyor… Bir kısır döngü içerisinde hayatlar devam ediyor. Ben ise; hem umudu hem umutsuzluğu hem iyiyi hem de kötüyü öğrendiğim yolculuğumun sonuna geliyorum. Kendime uzanan bir yol buluyorum…

Melis Genç


SEN YARAŞIRSIN GÜLMELERE Bir harabenin aydınlığa bakan yüzündesin. Yorgun cisimlerin canlı dansları yansıyor yüzüne. Sen, umudu siper etmişsin önündeki çetrefilli hikâyelere. Sen, ödülsün seni sevene. Gülüşünün biriktiği duvarları selamlayarak yürüyorum. Geziniyor ellerimde hecelerinden dizeler. Sen neredesin? Bilmeden ben en yakınımda büyütüyorum seni. Bir hayalin meyvesi misin, geçen bir yolcu musun ömür güzergâhımdan? Bilmiyor, bilmek istemiyorum. Bir acının kucağında olabilme ihtimalin. Yüzünde yetim kalan bir çocuğun, silahsız bir savaşçının, aklını arayan bir düşkünün ifadesini görmek; kalbimi en dayanılmaz zulümlerle tanıştırır. Senin yüzün ancak ışıklı bir yola rehber olabilir benim için. Ancak yaşamı süsleyen, her an doyasıya izlenesi bir tablo… Yüzüne kavuşmalar, yüzüne sevdalıklar, yüzüne huzur yakışır. Eğer mutluysan her sabah çiçek kokularıyla uyanırım. Bir annenin yavrusuyla kucaklaşması, soğukların kırılması ve yeşermesi dalların, bir galibiyet, bir başarı… Yüzünde beliren hikâyeler en güzelinden olmalı. Ki sen, acıyı dahi yaşanılır kılarsın. Ki sen, acıların da geçebileceğini fısıldarsın insana. Dışarıda mevsimler gelip geçerken sen baharı müjdeliyorsun cemreler misali. Her düşüşünde yüreğe yeni bir sevda yeşeriyor sanki yeryüzünde. Sanki bir müjde daha alıyor insanoğlu. Bir acı daha siliniyor birinin yaralı göğsünden. Bir kayıp bulunuyor. Bir savaş bitiyor. Savaşı bitirme yolunun sevgi olduğunu öğreniyor birileri. Birileri insanlıktan nasibini alıyor sanki. Sen ağlamalara düşman diye gelmişsin. Ben severim bilmeden hududunu, Sen sevdamı umutla süslersin. Ben severim düşünmeden sonunu. Sen en mutlu öyküleri hediye edersin. Sen aldatmalara, sen karamsarlığa, Sen kötü olan ne varsa; siper olmaya gelmişsin. Ben severim unutarak bildiğim ne varsa, Sen anlatırsın iştahla, insanoğlunu.

Sahi sen nerede biriktiriyorsun acılarını? Nasıl gülüyorsun bunca yıkıntının arasında? Bunca ruhsuz gezinen beden çevirmişken etrafımızı, her insan illaki duymuşken silah seslerini, bildiğimiz-bilmediğimiz yerlerde biri diğeriyle yarışan acılar kol gezerken, insanların dilinden zehirler akarken, birileri haykırırken öfkesini, devasa zenginliklerin arasında yoksulluklar serpilmişken, sen nasıl bu kadar umutlu oluyorsun? Bilmiyorum ve bilmek istiyorum. Gül de kapansın ışıklar, İnsan suretleri uzak olsun gözümden. Yalnız aydınlığınla sınırlansın dünyam. Bileyim, Kalbim nerede, nasıl işler bu akıl? Bileyim kendimi Ve yalnızca seveyim, Seni. Sorular kemiriyor beynimi bu insan yığınında. Gel, tek kalabalığım ol. Sen, gözlerin, Ellerin sonra. Sözlerin, susuşun, bakışın, varlığın… Yeter de artar da… Saklarım kalanı, Yoldaş diye yokluğunda. Gel, sevincim olsun yanımda.

Nazlı Deveci


İÇİMİZDEKİ MASUM – SABAHATTİN ALİ EDEBÎ YÖNÜ Sabahattin Ali 25 Şubat 1907’de Edirne Vilayeti’nin Gümülcine Sancağı’na bağlı Eğridere kazasında doğdu. Babası piyade yüzbaşısı Selahattin Ali Bey’in görev yerlerinin sık sık değişmesi dolayısıyla ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit’in çeşitli okullarında tamamladı. İlkokulu bitirdikten sonra parasız yatılı olarak Balıkesir Öğretmen Okulu’na girdi ve beş yıl burada okudu. 1926 yılında İstanbul Öğretmen Okulu’ndan mezun oldu. Bir yıl kadar Yozgat’ta ilkokul öğretmenliği yaptı. Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya giderek iki yıl orada okudu. 1932 yılında Konya’da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk’ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklandı ve bir yıl mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yattı. 1933 yılında Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuştu. Bir başka dava nedeni ile 1948’de Paşakapısı Cezaevi’nde üç ay yattı. Çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başladı, işsiz kaldı. Baskılardan uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar verdi ancak kendisine pasaport verilmedi. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca da Bulgaristan’a kaçmaya karar verdi ve para karşılığı Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaştı.

Ertekin, “milli hislerini tahrik ettiği için” Sabahattin Ali’yi başına sopa vurarak öldürdü. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunmasından sonra 28 Aralık 1948’de tutuklanan Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Sabahattin Ali’yi öldürdüğünü itiraf eden Ali Ertekin, dört yıla hüküm giydi; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kaldı. Sabahattin Ali’den geriye kalanlar yok edilmiştir. Belli bir mezarı bile olmayan yazarın öldürüldüğü yer olan Istrancalarda, eski adı Sazara olan bugünkü Çukurpınar köyünün yakınlarındaki ormanlık alanda temsili bir mezar yapıldı. Istranca ormanlarının koynunda, bir tepenin üzerindeki taşın üzerine, “Başım dağ, saçlarım kardır, benim meskenim dağlardır.” dizesi kazınmıştır.

Kürk Mantolu Madonna’nın yazarı olarak bilinen Sabahattin Ali, aynı zamanda toplumcu bir yazardır. Eserlerinde ezilen insanları, toplumun değer yargılarını ve insanın iç dünyası gibi birçok konuyu ele almış, Türk edebiyatına yeni ve kalıcı bir soluk getirmiştir. Edebiyatımızın öncü yazarlarından biri olan Sabahattin Ali; hazır cevap, yemesini içmesini bilen ve neşe kaynağı olan bir kişiliğe sahiptir. Yazı hayatına, 1926 yılında Orhan Şaik Gökyay tarafından yönetilen Çağlayan dergisinde yayımladığı şiirleriyle başlar. Bunu daha sonra İstanbul’un büyük dergileri; Yedi Meşale, Resimli Ay, Varlık gibi dergiler izler. İlk gerçekçi öyküleri Resimli Ay dergisinde yayımlanır. Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz ile çıkardıkları Marko Paşa gibi siyasî mizah dergilerindeki eleştirel yazılarıyla halkı bilinçlendirmeye çalışır. Marko Paşa sık sık kapatılıp isim değiştirmek zorunda kalır, Merhum Paşa, Malûm Paşa gibi adlarla yeniden çıkarılır. Hapishane Şarkısı, Leylim Ley, Eşkıya Dünyaya, Göklerde Kartal Gibiyim, Çocuklar Gibi şiirleri sanatçının bestelenmiş şiirleridir.


Şiirden çeviriye birçok dalda eser veren sanatçının Kuyucaklı Yusuf romanı, yazarın hayatından kesitler taşıması açısından önemlidir. Otobiyografik ögeler taşıyan bu romanda Sabahattin Ali, ezilen insanların acılarını dile getirmiştir. Konya’da tefrika edilmeye başlanan, 1937 yılında Tan gazetesinde tamamı yayınlanan Kuyucaklı Yusuf ’la ilgili Fethi Naci şöyle der: “S. Ali’nin kişilerine karşı davranışı ilginçtir. Gerçekten kendi dışında, gerçekten kendinden bağımsız kişiler gibi görür onları. Davranışlarına müdahale edemediği bu insanlara kimi zaman kızar, kimi zaman onlara yardımcı olmak için çırpınır. Ama karışmaz -sanki- onların davranışlarına” diyerek yazarın romandaki karnavalcı yaklaşımını özetlemiştir. 1928’de bir orman işçisini anlattığı Bir Orman Hikâyesi, Nâzım Hikmet’in de çalıştığı, Sertellerin çıkardığı Resimli Ay dergisinde yayınlanıyor, Nâzım’la da burada tanışıyor. Nâzım çok beğenir öyküyü, hatta bu görüşmeyi “Mozart ile Beethoven’in karşılaşmasına” benzetir. Romanlarında da sık sık mekân olarak kullandığı Ege ve Kaz Dağları onun hayatında önemlidir. Buraların yüzlerce yıllık tarihi ve doğası, bu coğrafyayı onun için vazgeçilmez bir yer kılmıştır.

Sanatçı kimliğini çokça gördüğümüz yazar, elinden hiç düşürmediği fotoğraf makinesini de alıp buraları yürüyerek kat eder. Mustafa Seyit Sutüven de kimi zaman ona eşlik eder. Yüklü bir görsel miras bırakan Sabahattin Ali, elinden hiç düşürmediği makinesiyle adeta zamanı durdurur. Kızı Filiz Ali, babasının bu yönünü şu cümlelerle açıklar; “Ben babam öldükten sonra fotoğraflarla yaşadım. O fotoğraflar sayesinde belleğim hep canlı kaldı. Babamın etkisi hiçbir zaman azalmadı, bana büyük bir güç kattı. Onun estetik ve sanat aşkını ben devam ettirdiğimi düşünüyorum, ona hep lâyık olmaya çalıştım.” Bugün piyanist ve müzik bilimci olarak Ayvalık’ta yaşamını sürdüren Filiz Ali’nin babasını anlattığı Filiz Hiç Üzülmesin adlı bir kitabı da bulunmaktadır. Babasının sayesinde kitaplarla haşır neşir olan Filiz Ali, aynı zamanda babasının yazdıklarının ilk okuyucusu olur. Babasının yazma tutkusunu şu sözlerle anlatır; “Babam hikâyeyi yazar yazmaz bana ve anneme okumak isterdi. Aklında bir şey oldumu top patlasa duymaz yazardı. Evde misafir olduğunda bile yazar, yazdığının nasıl bir tepki alacağını merak eder hemen okumak isterdi. Aylak ve Hasan Boğuldu hikâyeleri benim aklımda yer edinmiş eserleridir.” daha göstermiştir.

Vatan hainliği suçlamasıyla öldürüldüğü düşünülen yazarın ölümünden sonra eserleri basılmamış ancak 41 senelik kısacık ömrüne; şiir, roman, hikâye, çeviri, oyun gibi birçok eser sığdırmıştır. “Babam 41 yaşına gelene kadar az buz eser vermedi. Verimli, çalışkan bir yazardı. Ölümünden sonra 15 yıl babamın eserlerinin hiçbir baskısı yapılmadı. Unutturulmak istendi ancak bir değeri varsa unutulmuyor. Bunca sene sonra hâlâ okunuyor olması benim için büyük mutluluktur.” diyerek Sabahattin Ali’nin edebiyat dünyamız için ne derece önemli olduğunu bir kez de kızı vurgular. Yazar, sanatçı, gazeteci, mizah yazarı, öğretmenlik gibi renkli yanları olan yazar, çığır açıcı bir yazın ustasıdır. Alman romantiklerinden özellikle de Schiller’den etkilendiği bilinir. Siyasi görüşleri nedeniyle sıkıntı çekmiş, hapis yatmıştır. Yapıtlarında romantizmin izleri, duygucu ve coşkulu bir bireysel yaklaşım belirgin biçimde görülür. Yazarın kadrajının da bir parçası olan Edremit ve Kaz Dağları onun için önemli bir yere sahiptir. Bir mezarı bile olmayan yazarın kızı, babasının hep orada olduğunu düşünür. Arkasını Istranca Dağlarına yaslamış, kaya üzerindeki mermere yazılı olan dizeler yazarın kısa hayatının özeti gibidir. “Başım dağ, saçlarım kardır, benim meskenim dağlardır.”

Meltem Gökce


ALDIRMA GÖNÜL Sabahattin Ali, daha sonraları bestelenecek de olan “Aldırma Gönül” şiirini 1933’te Sinop Cezaevi’nde yazmıştır. “Başın öne eğilmesin Aldırma gönül, aldırma Ağladığın duyulmasın Aldırma gönül, aldırma” Siyasi düşüncesi yüzünden içeri alınan Sabahattin Ali, şiirine başlarken bu durumun utanılacak bir şey olmadığını kaleme alır. Haksızlığa da uğramış olsa, her ne kadar göz pınarlarından yaşlar da gelse bu durumu fazla düşünmemesi gerektiğini kendi kendine iletir. “Dışarıda deli dalgalar Gelir duvarları yalar Seni bu sesler oyalar Aldırma gönül aldırma” Sinop Cezaevi’nde kaldığı süre içerisinde, Karadeniz’in ünlü hırçın dalgalarının hapishane duvarlarına çarpmasını dile getirir. Oluşan bu musikinin onu oyaladığından bahseder. Aslında bu musiki orada kalanların sessiz çığlıklarıdır. “Görmesen bile denizi Yukarıya çevir gözü Deniz dibidir gökyüzü Aldırma gönül, aldırma”

Bu mısralarında ise Sabahattin Ali, dört duvar arasında kalmış insanların deniz görmek istemelerini ele almıştır. Denizi görmeyen insanların aslında gökyüzüne bakarak denizi hayal edebileceklerini söyler. Çünkü deniz maviliğini gökyüzünden almıştır. “Kurşun ata ata biter Yollar gide gide biter Mahpus yata yata biter Aldırma gönül, aldırma” Sabahattin Ali, her şeyin zamanla geçeceğini dile getirdiği bu dörtlükte düşüncesini örneklemek için farklı örnekler kullanmıştır. Nasıl ki kurşun sıktıkça şarjör boşalırsa, nasıl ki bütün diyarlar gittikçe yol kalmazsa, mahpusta da sayılı günün çabuk geçeceğini söyler. “Dertlerin kalkınca şaha Bir sitem yolla Allah’a Görecek günler var daha Aldırma gönül, aldırma” Diyor ki Sabahattin Ali; İnsanoğlunun dertleri sana gelip de çok baskın olursa, ufak bir sitem et Allah’a ki verdiği derdin dermanını da göndersin. Çünkü vazgeçmek için daha çok erkendir. “Görecek günler var daha” cümlesi geleceğin umut dolu olacağının yazıya dökülmesidir. Bu yüzden her dörtlüğün sonunda olduğu gibi gönlünün bu yaşadıklarını umursamamasını, gelecek zamanlarda her şeyin değişebileceğini düşünür.

Mehmet Doğucan Arslan


UYKUSUZDAN MASALLAR

* Yazıp da gönderemediğim mektuplarım, Yanıp sönen sigaralarım, Bir de adını duyduğumda hızlanan kalbim var. Bir aşktan geriye kalanlar bu kadar işte. * Üstünden zaman geçtikçe yitip gidenlerden olmamak isterken, Zamanla kaybolup gitmişiz. * Hüznüm kollarımda uyuyor her gece. * Zamanı geri getirebilseydim eğer, yine senin için harcardım hepsini. Senin için sözler dökülürdü ağzımdan ama yine de asla yeterli olmazdı. Hepsi uçup gitti ve sanki hep götürmekle yükümlüydü ayakların. Beynim hep düşünmek, bedenim hep beklemek ve yüreğim seni sevmekle yükümlüydü sanki. Şimdi ne garip, Sanki hiç yokmuş, hiç gelmemiş gibisin. * Adına sevinmek, geriye kalan tek şey. * Birini zorla unutmaya çalışmak, bataklıkta kurtulmaya çalıştıkça daha çok dibe batmak gibi. Çırpınmayı bıraktım, artık gidebilirim.

Esra Atabay


ÇAĞATAYCA’NIN SESİ ALİ ŞİR NEVAİ Nizamüddin Ali Şir Nevai, sadece edebiyatçı değil aynı zamanda devlet adamı, musikişinas, hattat, gramerci ve devrinin en ünlü sanat koruyucusudur. Şiirlerinde ‘’Nevaî’’ mahlasını kullanmıştır. Anlam olarak ‘’ağlayan’’ demektir. Farsça yazdığı şiirlerinde ise ‘’Fâni ‘’ mahlasını kullanmıştır. Anlamı Arapça ‘’fena’’ demektir. Burada bir mecaz vardır. Arapçadaki “fena” sözünden yola çıkarak, “yok oluş” yani ‘‘Allah’ın aşkıyla kendinden geçme, yok olma’’ veya ‘’gelip geçici’’ anlamlarına getirmiştir. Türk dilinin sadeleştirilmesi için çalışmış, ayrıca Türk edebiyatındaki ilk hamse ve biyografi yazarıdır. 15. yüzyılda Çağatayca’nın edebi bir dil ve önemli bir konumda olmasını sağlamış, modern anlamda da Özbekçe bu dilin, lehçenin devamı olmuştur. Ali Şir Nevai ile ilgili en önemli şey, Türk diline verdiği önem ve katkı olmuştur. Kendisi Timurlular döneminde yaşamıştır. Hem bu çağda hem de kendinden önceki dönemde Timurlular devrinde Türkçe yazan sanatçılar çok azdır. Neredeyse herkes Farsça yazmakta, Farsça’yı edebiyatı ve duyguları ifade etmekte tek yol olarak görmektedirler. İşte Ali Şir Nevai, böyle bir döneme denk gelmiştir. Çağdaşı olan yazarları eleştirmiş, her fırsatta Türkçe’nin gayet yeterli bir dil olduğunu izah etmeye

çalışmıştır. İşte ‘‘Muhakemet’ül Lugateyn’’ de böyle bir izahın ürünüdür. Kelime anlamı olarak “iki dilin karşılaştırılması” anlamına gelen bu eserinde Farsça’nın Türkçe’den üstün olmadığını; hatta Türkçe’nin daha fazla anlatım inceliğine sahip olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır. Divânu Lugat-it Türk gibi, Türk dil – gramer bilgisi açısından Türk tarihinin en önemli kitaplarındandır.

gençleri, ihtiyarları, büyükleri, küçükleri arasında kaynaşma aynı derecededir. Alış-verişleri, işleri, güçleri, düşüp kalkmaları, oturup durmaları, birbirinden hiç farklı değildir. Aynı hayat şartları içinde yaşarlar... Böyle olduğu halde Türklerin hepsi Farsça’yı kolayca öğrenir ve konuşur. Oysa Farsların hiçbiri Türkçe konuşamaz. Yüzde, belki binde biri Türkçe öğrenir ve konuşursa da onun Türk olmadığı daha ilk sözünden belli olur... Türkün Fars’tan kabiliyetli olduğuna bundan daha kuvvetli tanık olamaz ve hiçbir Fars bunun aksini iddia edemez... ”

Muhakemet’ül Lugateyn’den bazı cümleler : “... Şöyle bilinir ki, Türk Fars’tan daha keskin zekalı, daha anlayışlı, daha saf, daha pek yaratılışlıdır. Fars ise ilimde ve gayret sarfıyla elde edilen bir anlayışta daha olgun ve derin görünüyor. Bu hal Türklerin doğru, dürüst, temiz niyetinden, Farsların da fen ve hikmetinden belli oluyor... Ve lakin, Türk ve Fars dilleri arasındaki kusursuzluk veya noksanlık bakımından çok büyük farklar vardır. Söz ve ibarede, kelimelerin anlam ve kavramında, Türk Fars’tan üstündür. Türk’ün öz dilinde öyle incelikler, güzellikler, sanatlar vardır ki inşallah yeri gelince gösterilecektir... ” “... Türk’ün Fars’tan daha üstün, daha kabiliyetli, daha açık ve parlak olduğunun şundan iki milletin

Ali Şir Nevai, Türkçe ve Farsça dışında Arapça’yı da çok iyi bilirdi. Meşhur ilim adamlarından Molla Cami ile arkadaşlığı vardır. Kaşgarlı Mahmut’tan sonra Türk diline hizmet eden en büyük yazardır. Ali Şir Nevai’nin dördü Türkçe, biri de Farsça olmak üzere beş ayrı divanı vardır. Türkçe divanlarının genel ismi ‘’Hazâinü’l Maânî ‘’dir. Bu divanları Garâibü’s-Sağîr, Nevâdirü’ş Şebâb, Bedâyiü’l – Vasat ve Fevâidü’l – Kiber adları altında yazmıştır.


Ali Şir Nevai’nin yine bu divanlarının dışında 18 ayrı eseri daha vardır: Hayretü’l-Ebrâr, Ferhat ve Şirin, Leyla ve Mecnun, Seb’a-i Seyyârem, Sedd-i İskender, Lisânü’t-Tayr, Muhâkemetü’l-Lügateyn, Mecâlisü’n-Nefâis, Mîzânü’l-Evzân, Nesâimü’l-Mehabbe, Nazmü’l-Cevâhir, Hamsetü’l-Mütehayyirîn, Tühfetü’lMülûk, Münşeât, Sirâcü’l-Müslimîn, Tarihu’l-Enbiyâ, Mahbûbü’l-Kulûb fi’l-Ahlâk, Seyfü’l-Hâdî ve Rekâbet-ü’l-Münâdî

Ayrıca Osmanlı sahasında da çok popüler olan Nevai’nin, Osmanlı coğrafyasında birçok hayranı olduğu gibi Osmanlı sultanları arasında da hayranları vardır. Örneğin; Yavuz Sultan Selim bunların en meşhurudur. Türk edebiyatının daha sonraki dönemlerinde de Ali Şir Nevai tesirini göstermiş, birçok antolojik eserlere konu olmuştur. Ali Şir Nevai, Çağatayca’nın piri olmuş, Türkistan ve Osmanlı coğrafyasında yaşadığı dönemden bugüne her daim saygıyla ve sevgiyle anılmış, Türk diline verdiği önem ve yaptığı katkılarla her zaman unutulmayacak bir değerimiz olmuştur…

Aykut Körmamuoğlu


ALİ ŞÎR NEVÂÎ’DEN BİR GAZEL Bu dizelerinde ise sevgilinin yüzünün hayaline hayran kalan gönlün, daldığı o hayal dünyasından dolayı gelip geçen baharı anlayamadığına değinilmiştir ki gül de baharın en güzel çiçeğidir. Gelip geçen bahar değil aslında güldür ve şair gönlün gülünü görememiştir. “Yüzüng nezareside mahv u mest idi ya’ni Ki gül çağıda zamanî ayılmadı könglüm”

Özbek Edebiyatı’nın kurucularından olan Ali Şîr Nevâî, bu gazelinde gönlünün kapıldığı bir sevdayı ele almıştır. Öyle bir kara sevdadır ki bu gönül, aşkın cisme dökülmüş hali olan gülün var oluşunun kendi gönlünde açmadığını söylüyor. Öyle ki; “Bahar boldu vü gül meyli kılmadı könglüm Açıldı gonca vü likin açılmadı könglüm” Günümüz Türkçesi’yle; “Bahar oldu ve (fakat) güle meyil kılmadı gön lüm Açıldı gonca ve lakin açılmadı gönlüm” İlk beyitte baharın gelişini, gül goncasının açıldığını söyleyen Nevâî, gülün açılmasının kendi gönlünde etki etmediğini, goncanın gönlünde hâlâ çiçek açmadığını söyler. “Yüzüng hayali bilen vâlih irdi andak kim Bahar bitken ü kilgenmi bilmedi könglüm” Günümüz Türkçesi’yle; “Yüzün hayali ile o denli hayran idi ki Baharın gelip gittiğini bilmedi gönlüm”

Günümüz Türkçesi’yle; “Yani senin yüzüne öyle bitkin ve sarhoş dalmış idi ki Gül çağında hiçbir zaman ayılmadı gönlüm” Bir önceki beyitin açıklaması niteliği taşıyan bu beyitte ise gönlün sevgilinin yüzüne olan hayranlığı tasvirlenmiştir. Yüze olan hayranlık, gönülde aşk sarhoşluğuna ve bitkinliğe sebep olmuştur. Bundan dolayı da gülün yahut baharın gelişinde ve gidişinde bu sarhoşluktan uyanılamadığı dile getirilmiştir. “Nevâ’i gonca tilep könglüm ağzını itti heves Eğerçi tapmadı likin yangılmadı könglüm” Günümüz Türkçesi’yle; “Nevâî, gonca dileyen gönlüm (onun) ağzına heves etti Gerçi bulamadı ama yanılmadı (da) gönlüm” Son beyite adıyla başlayan Nevâî, gonca dileyen gönlün aslında sevgilinin dudaklarını (gonca görünümlü ağzını) heves ettiğini ancak bu hayale ulaşamadığını söyler. Ancak ulaşılamayan bu sonucun da gönlünü şaşırtmadığını dile getirerek gazelini sonlandırmıştır.

Mehmet Doğucan Arslan


BENİ BIRAK MAVİ Sabahına erdiğim bir gece bu Sen yoksun, şaşırtıcı değil, değil mi? Terlemedik birlikte bu kez, pencerem kapalı Şimdi gelsen, perdem kımıldamaz! Yine de... Ne çıkar denemekten? Belki gelsen yerküremi sarsar... Söz, elimin tersiyle seveceğim seni Elimin tersiyle sevişecek Elimin tersi; Saçlarını okşar, kulağının arkasına Yaşlarını, yaşlarımı... Avuçlarım kirli, çok kirli, fazlaca kirli! Bildiğin ben değilim, değilim Mavi... Çok şey değişti üzerimden, yokluğunca. Bisiklete binmeyi öğrendim, Balıklar oltama geliyor artık. Düştüm birkaç kez, azında dizim kanadı, Çoğunda, geriye kalan ne’m varsa... Çok renk sevdim, çok renkli bir kişiliğim artık Çok, çok ve çok! Tanıdığın benden olabildiğince uzağım Mavi Uzak dur benden, kırılırsın! Bulutlar doluşur odana, Sen avuç içlerince dokunursun, Ben avuçlarımca uzak, kendimden uzak... Beyaz olsan sen mesela, tenin gibi Benden gri bile olmaz üstelik koyu gri. Elinin tersiyle itebilmelisin beni! Mavi... Bir vakit göğündeydim senin, Göğsünde inci bir kolye, Dudaklarında ince bir tebessüm, Saçlarında papatyalar, Avuçlarında süt beyaz avuçlarım! Tırmanma bana, düşersin... Sonu yok yalnızlığımın... Oysa çok uzak değil, geçtiğimiz günlerin birinde -Yakın yakın, çok yakınDüşüşümle düştün, yanıma düştün, elimden tuttun, Git dedim, durdun Affet Mavi, inan... Bildiğin ben değilim artık, olamam.

Elimin tersiyle sevsem seni, Saçlarını sevsem mesela yine, Yanaklarını okşasam, Gözlerinden birer yudum, Yapamam... Sen yine tırman göğüne, Demiştim bir kez “bulut toplarsın yastığına” Sen dipsiz bir masmavi, Ben gök gürültülü sağanak... Sen yine tırman göğüne, Hayallerin benden uzak, Ben senden daha çok... Sen yine tırman göğüne, Hayalleri olabilen sensin, Boş ve kurak tarlalarca ben, Yaz ortası günebakanların hepsi sen! Sen yine tırman göğüne, Beni bırak Mavi... Beni bırak...

Umut Köksal


AMA

Kendimle başa çıkmam olanaksızdı. Hemen hemen benim kadardım. Bir başka benin beni kadar... Karşımdaydım ve gerçektim. Bir koltukta oturuyordum, kendim gibi. Bir sigara yanıyordu masada. Bir nefes o alıyordu, bir de ben. Paketteki son sigaraydı. Son nefesten sonra birimizin çıkıp arka sokaktaki tekele gitmesi gerekecekti. Gitmesi gerekense son nefesten sonra kime sıra geldiyse oydu. Ama kimse gitmedi. Dokuz yaşındaydım ben. Karşımdaki ben yani... Doğduğum yaşta, hayal etmeye ve kendimi doğurduğum yaşta. Demek ki dokuz yıl geçmişti ilk hayalimden bu yana. On sekiz yaşımda olmam gerekiyordu. Öyleydim ve karşımdaki de yirmi yedi yaşında görünüyordu. En azından bana. Zaten bir başkasına da görünmüyordu. Fizik kuralları böyle gerektiriyordu. Belki başka bir evrende, başka fizik kurallarıyla onu da başkalarının görmesi mümkündü. Belki başka bir evrende de benim başkalarına görünmem mümkün değildi. Ama buradaydık, bu evrende ve fizik kuralları böyle gerektiriyordu. Son nefesi o kaptı. Bana bir sigara daha alıp gelmek düşüyordu. Ama kendisinin bahsettiği fizik kurallarında bunu yapmam imkânsızdı. Son şişeye oynamaya karar verdik. Son şişenin son damlasına... Bir yudum o, bir yudum ben. Karşısında bir ayna olmadığının farkındaydı. Evine hiç ayna almayı akıl etmemişti ki. Belki o zaman bana da gerek duymazdı.

Geçerdi aynanın karşısına ve konuşurdu, anlatırdı içindekileri. Biri onu dinlerdi, bana çok benzeyen biri. Bütün suçlarını bana yıkmıştı, bütün hayallerini bana yüklemişti, gelecekteki fiziki görüntüsünü bile ben taşıyordum üzerimde. Ama kendisi kendisine cevap veremezdi, takati de yoktu yaşadıklarını tekrar etmeye. Gerek yoktu; biliyordu hepsini, öğrenmiş ve unutamayacaktı. Böyle olmasını istemezdim. Her ikimiz de istemezdik. Peki, artık olduğuna göre ne yapabilirdik? Geriye ne kalmıştı? Ölmek mi? Hayattan geriye ne kalırdı ki? Bir tabanca vardı masanın üzerinde, içinde tek bir kurşun. Ama ikimizi de öldürmeye yetecek kadar doluydu şarjör. Son şişe açıldı ve yudumlar hızla akmaya başladı boğazlarımızdan. Yine de hiçbir şey değişmiyordu. Dünya daha hızlı ya da daha yavaş dönmüyordu. Bandı geriye saramıyorduk, kesemiyorduk, yeni bir bant takıp izleyemiyorduk, takılıp kalmıştık aynı sahnede. Son yudumu ben aldım. Silahı çekmek de bana düştü. Ama tetiği o çekti. İkimizin de başını masanın üzerine düşüren ve sigara küllerine kanımızı bulaştıran tetiği.

Soner Üçkuşoğlu


KALAYLI KABUK

vakit daralırken kim atacak taşı zamanın toyluğuna? kim toparlayabilir artık nar gibi dağılan yüzleri? oysa çoktan vuruldu bozkır ağızlarımıza göl kilidi babalarımızın yarım bıraktığı çığın altında kanayan bir ağrıydık özde söyle, kaçıncı yüzyıldayız çölden bahsetmek için!

Nazlı Yıldırım


DENİZ KESTANE RÖPORTAJI 1) Deniz Kestane kimdir? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? - 25.11.1984’te İstanbul’da doğdu.Güzel Sanatlar eğitimi aldı. Bir de “Neme lazım elimde mesleğim olsun” deyip İşletme okudu. - Bir ara askere gitti geldi. - Çeşitli reklam ajanslarında çeşitli görevlerde yer aldı. - Bir ara yapım şirketi kurdu, yapamadı. - Çeşitli televizyon programlarında metin yazarlığı yaptı. - Kemik / Lombak / Penguen / Gırgır dergilerinde ve Karşı gazetesinde karikatürler çizdi, yazılar yazdı. - Hala yazıp çizmeye devam ediyor. 2) En sevdiğiniz kelime? - Portakal :) 3) Nefret ettiğiniz kelime? - “Bunlar!” (Malum kişinin ses tonundan ama...) 4) Ne sizi heyecanlandırır? - Yeni projeler 5) Heyecanınızı ne öldürür? - Negatif insanlar 6) En sevdiğiniz ses nedir? - Trompet sesi

7) Nefret ettiğiniz ses? - Şımarık çocuk sesi 8) Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? - Çağrı merkezinde müşteri temsilcisi olmak istemezdim. 9) Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz? - Harikulade bir şekilde gitar çalabilmeyi isterdim. Denedim ama yapamadım. 10) Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? - Seçeneklerim arasında ben var mıyım? :)


11) Nerede yaşamak isterdiniz? - Milano ya da Londra olabilir. 12) En önemli kusurunuz nedir? - Biraz dik kafalıyım sanırım. 13) Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi? - Biraz dik kafalı olmam :) 14) Kahramanınız kim? - Atatürk 15) En çok kullandığınız küfür? - Pek küfür eden biri değilim aslında... 16) Şu anki ruh haliniz nasıl? - Her ne kadar birbirinden uzak duygular olsa da endişeli, yorgun ve mutluyum diyebilirim. 17) En son okuduğunuz kitap hangisi? - Çehov’un seçilmiş hikayelerini okuyorum. 18) En çok beğendiğiniz şiir? - Cemal Süreya - Balzamin 19) Sizi en çok etkileyen yazar kimdir? - Oğuz Atay 20) Neden yazıyorsunuz? - Birikiyor... Anlatmak istiyorum. Ya çiziyorum, ya yazıyorum. Sonrası garip bir mutluluk. 21) Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? - “Un mundo mejor es posible”, daha güzel bir dünya mümkün.

22) Mutluluk rüyanız nedir? - Mutluluk rüyamı birden çok şey oluşturuyor. Köşemi bitirdikten sonra rahatça uzanıp seyredeceğim bir filmin hayali mesela ya da özgürlükleri ve çevre duyarlılığı için kabuğunu kırıp mücadele eden gençlerin varlığını hatırlamak. Motosikletimle seyahat ederken yüzüme çalınan rüzgarın hissi ya da sevdiğim bir kitabı bitmemesi için yavaş yavaş okumak... 23) Sizce mutsuzluğun tanımı? - Başarmak ve sahip olmak istediğin şeyler uğruna çalışıp çabalayıp ömrünü harcadıktan sonra istediğin şeyin gerçekte bu olmadığını fark ettiğin an. 24) Nasıl ölmek isterdiniz? - Bir anda. 25) Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz? - “Alt eşofman vereyim mi?” :) 26) Son olarak hem okuyucularımıza hem de Seyyar Edebiyat Dergisinin genç yazarlarına son olarak neler söylemek istersiniz? - Edebiyat ruhu doyuran, zihni berraklaştıran, ufku açan iyi niyetli, temiz insanların işi... Seyyar Edebiyat Dergisi’ni hazırlayan bu güzel insanlara giriştikleri bu güzel oluşumda başarılar diler, teşekkür ederim.

Şeyma Sakallı


Deniz Kestane’den...


GİRME Bilirim, İki lafımın arasına girmeyi İyi bilirsin. İki avucumun arasına girmiş Sinek gibisin tıpkı. Gıdıklar avucumun içini Sineğin kanatları. Senin girdiğin laf araları Beynimin kıvrımlarını gıdıklıyor.

SARILMAK EYLEMİ Kime sorsam boynun diyorlar Sözde boynundan akıyormuş Nil Ben göremiyorum diye mi bütün bu efkâr? Bana akmayışı boynunun, bana kapanışlar Ellerin diyorlar konan bu dallara Serçe görüyorum ben, kırlangıç görüyorum belki ‘’Hayır’’ diyorlar, ‘’Onun elleri baksana!’’ Neden bu akan saçlarını Gözlerini bu konan dallara Göremeyişim bu eylemleri mühim neden? Açıyorsun kapıları, bacaları sonra sen Çıkıyorsun göğsünü gere gere karşıma Germe göğsünü konmuyor kuşlar dallara Nil kuruyor, göğsünü germe Göğsün, öldürüyor, diyorum boynunu, ellerini Çekme kendini içeri, bana gel göğsünle Ne çıkar görmemişsem dalları, nehirleri Sarılmak ah, eylemlerin en güzeli.

Merve Aslan


EMİRHAN PERKER RÖPORTAJI

1. Okuyucuların sizi sizin ağzınızdan tanıması için Emirhan Perker kimdir? - 01 Mart 1979’da İstanbul‘da doğdum. Daha küçük yaştayken katıldığım yarışmalarda; 1991 yılında Üsküdar İmar ve Kültür Derneği yarışmasında birincilik, tekrar 1991 yılında İstanbul Diş Hekimleri ve Odası yarışmasında birincilik, 1992 yılında daha 11 yaşındayken İSKİ’nin düzenlemiş olduğu İstanbul Karakalem yarışmasında birincilik gibi çeşitli başarı ödülleri aldım. Profesyonel çizerliğine HIBIR Dergisi’nde başladım. Daha sonra sırasıyla çizdiğim dergiler ve gazeteler; Leman, Le-manyak, Harakiri (Kurucu kadrosunda da bulunmaktadır), Akşam Gazetesi, Vatan Gazetesi, Haftalık Dergisi, Boxer Dergisi, Cnbc-e Business Dergisi, ve TRT Çocuk Dergisi’dir. Aynı zamanda TRT Çocuk kanalında bir çizgi filme karakter, storyboard ve konsept çizimlerini yaptım. Ayrıca freelance olarak tanınmış kitaplara, kuruluşlara özel çizimler, işler vermekteyim. Şu an ayrıca OT Dergisi’nde “REPLİKLER” diye bir köşe hazırlamaktayım… 2. Sizi niteleyecek en iyi kelime nedir? - Azimli ve yenilikçi.

3. Karikatüre olan yeteneğinizi keşfetmeniz nasıl gerçekleşti? - Ailece zaten çizime aşinayız deDem, amcalarım babam zaten hep yağlı boya tablolar yaparlardı ve ben de öyle büyüdüm ama sadece abim M.K. Perker ve ben karikatüre yöneldik. 4. Herkes karikatür çizebilir mi? - Karikatür çok basit gözükse de inanın aslında o kadar zor bir şey ki yani çok iyi çizen bir insan bile karikatürde tıkanabilir, çok farklı bir enerjisi var. 5. Karikatürist olmasaydınız hangi mesleği seçerdiniz? - Kesinlikle arkeolog veya sanat tarihçisi olmak isterdim. 6. Karikatür üslubunuzla dünyadan ya da Türkiye’den benimsediğiniz isimler var mı? - Avrupa’dan çok var. Özellikle Asterix ve Tıntın‘e hayranlığımı herkes bilir, çizerleri Uderzo ve Herge çocukluğumdan beri bayılırım. Bir de Franquıen.


7. Ülkemizde karikatür sizce ne durumda? - Bence ülkemizde karikatür hak ettiği durumda değil. İnanılmaz güzel işler yapılıyor ve saçma sapan sebeplerden dolayı kısıtlanmaya çalışılıyor. 8. Nefret ettiğiniz kelime ? - “Şarz” 9. En sevdiğiniz ses nedir? - Masa lambamın düğmesini her açtığımda çıkan ses. 10. Nefret ettiğiniz ses? - Saat alarmı. 11.Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? -‘’Kader, cesurları sever...’

Melis Genç


MAKBER-İ AZAM Bana yazar vasfında birini gösterin. Varlığımdan habersiz sorun ona, “Hissetmediğin bir aşkı kaleme alır mısın ya da hangi acıya ortak çıkarsın gecenin ilhamında?” Defterinize hükmeden o kaleme zorla yazdıramazsınız taklit ettiğiniz hisleri. Küçük bir cocuk... Şaşkın gözlerinin önünde boylu boyuna uzanan ahiret yolcusu... Küçükken tanımadığını uğurlayan bu eller, koca adam olunca acının da büyüğünü sevdigini gönderiyor bilinmeyenlere. Ve tüm bunların adı Makber-i Azam: Abdulhak Hamid Tarhan... Hamid, ilk eşini kaybettikten sonra da hayatına eş almıştır. Fakat, Makber’i biraz okuyacak olsak; “Eyvâh! ne yer ne yâr kaldı, Gönlüm dolu âh u zâr kaldı. Şimdi buradaydı gitti elden, Gitti ebede gelip ezelden.” Haddim olmayarak Abdülhak Hamid Tarhan’ı incelemek isterken, yaşadığı uzun hayatının hangi köşesinden kesitler sunabilirim diye düşündüm. Ulaştığım ilk yer yazımın başlığının Makber-ı Azam olması idi. Sebebi belli efendim, edebiyat tarihinde Makber Şairi ve Şair-i Azam unvanlarıyla anılan usta bir kalem... Bu unvanlar, O’nun sanatının ulaştığı en büyük mertebesi... Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı’nda, Batı’da eğitim alan ilk şair, Namık Kemal, Recaizade Mahmud Ekrem gibi dönemin baş şahsiyetlerinden takdir toplayan Hamid, ders kitaplarının köşesinde üzerinden geçilecek biri değildir en nihayetinde. 13 yaşındaki Fatma Hanım, sevdasının adı olmuş üstadın... Kendisi de en fazla on dokuzunda iki evlada sahip Tarhan ailesinin hazin sonu, ikinci evladın doğumundan sonra yazılmış. Verem belası Hindistan sularında Hamid’in kollarında yakalamış güzeller güzeli Fatma’sını... Vicdan azabı, sevdasının ve ömrünün demi olarak süregelmiş üstadın. Aslına bakılırsa, tam da toprağın verdiği armağını tekrar istemesiyle başlıyor hayat. “Başkasının acısını anlamak” tümcesi kaldırılmalı kitaplardan!

Bir insanın ölüm karşısında acziyetini, ilk mısralardan itibaren gözyaşlarına karışan hıçkırık seslerini duyuyoruz. Sanki şair, Fatma Hanım’ın mezarı başında yas tutuyor, sanki ölüp diriliyor... Ölüyor, bir kez daha kendisi de ölüyor... Makber hakkında sözleri üstadım Yahya Kemal’e bırakırken bir kez daha tarihin yazdığı şaheser insanların izinde yürüyeceğimi yineliyor, Şair-i Azam’a Allah’tan rahmet diliyorum... “Hiçbir mersiye, hiçbir aşk hikayesi hiçbir facia bu kadar sade vak’a halinde tecelli etmemiştir.” (Yahya Kemal - Edebiyata Dair)

İlknur Öner


RÜYA

Evet bu his, Kalbimin bu şekilde çarpması, Durup durup ansızın onu düşünmem... Ne oluyor? Bunca şeyden sonra Tekrar mı birini seviyorum? Yoksa aşık mı oluyorum? Oysa yılmıştım, Son gidişten sonra yıkılmıştım. İnsanlardan dahi bıkmıştım Ve o an gelip çatmıştı… Böyle anlarda hep susasım gelir. Hâlbuki öpmek isterdim yanağından, “Aşka susadım” deyip. Birden gözlerini kaçırdı, Saatine baktı. O an aklımda şimşekler çaktı. Hayır, bu sefer bu gidişe izin veremezdim. Defalarca kaybettim, Bu sefer kaybedemezdim.

Sonra ben sustum, kalbim konuştu. Bir konuştu, pir konuştu. Aptal şey, Onca yaşananı unutup Yeniden o heyecanla dolmuştu. Ve sen Ne kadar aşka tövbe etsen de Biri gelir Kaçırmaya, saklamaya çalıştığın kalbine gelir kurulur. Bu hep böyle olmuştur. Ama bu kadar kısa sürede olmamalıydı. Daha ben kendime yer ayıramamışken, Hayatım başka biriyle dolmamalıydı. Bu karmaşık duygular içinde boğulurken ben, Telefonum çaldı; “Şükür ki rüyaymış” deyip Uyandım hemen.

Yasin Gel


YALNIZLIĞIN ÇARESİ, SATIRLAR

Ben hiç sevmem kara bulutlarla kaplı gökyüzünü de soğuğu da. Böyle zamanlar yalnızlığımı hatırlatır bana. Ne soğuğumu kıracak bir el olur yanımda ne de karanlığımı aydınlatacak bir ses... Son zamanlarda sürekli yalnızlığımı düşünür olsam da sanırım hiçbir insan böyle zamanlarda kitabım kadar dost olamaz, kahvem kadar ısıtamaz beni. Satır sonu uçurumlarında bir alt satırdan el uzatır kelimeler. Emanet ederim onlara kalbimi, sevgimi, sadakatimi... Sonuna geldiğimde koca bir hüzün kaplar içimi. Emanetlerimin kat kat daha fazlasını alır, başka satırlarda yeniden hayat bulurum. Her satır sonu, hayata başka yönden bakmamı sağlayan bir pencere; her satır başı, yeni adımlar atmamı sağlayan bir kapı...

Hilal Buse Yumuşak


FERHAN ŞENSOY

Değerli usta sevgili Ferhan Şensoy, 1951’in 26 Şubatı’nda Samsun’un Çarşamba ilçesinde dünyaya merhaba demiştir. Okul hayatına 1957’de Samsun’un Gazi Osman Paşa İlkokulu’nda başlayan Şensoy, 1961’den itibaren Galatasaray Lisesi’nde eğitimine devam etmiş fakat bir süre sonra oradan ayrılarak lise eğitimini 1970 yılında Çarşamba Lisesi’nde tamamlamıştır. 1968 yılında ilk öykü ve şiirleri yayımlanan Şensoy, profesyonel anlamda ilk oyunculuk deneyimini ise 1971 yılında “Grup Oyuncuları” çatısı altında yaşamıştır. Daha sonra tiyatro alanında eğitim almak, bunun yanında çalışmalarına devam etmek için 1972-1975 yılları arasında Fransa ve Kanada’da bulunmuştur. 1975 yılında yurda dönen Şensoy’un, ilk kitabı olan “Kazancı Yokuşu” 1977’de yayımlanmıştır. Sanatçı aynı yıl “Kızını Dövmeyen Dizini Döver” isimli ilk film çalışmasını yapmıştır. 1980 yılına gelindiğinde ise Ferhan Şensoy “Ortaoyuncular” adıyla kendi tiyatrosunu kurmuştur.

Geçmişten günümüze sanat hayatına çok yönlü çalışmalarıyla damgasını vuran Şensoy, sanatın birçok dalında kendini ifade etme olanağı bulmuştur. Tiyatro, sinema ve televizyon oyunculuğu yapmış; skeçler, film senaryoları ve tiyatro senaryoları yazmış; tiyatro yönetmenliği yapmış; şiir, öykü, roman, deneme ve günlük türünde birçok eser ortaya koymuştur. Çoğu zaman muhalif tarafıyla dikkatleri çeken Şensoy, toplumsal alanda ve gündelik yaşamda yaşanan olayları her daim kendine özgü üslubuyla işlemiş, ülkenin içinde bulunduğu en sıkıntılı zamanlarda dahi düşüncelerini açık yüreklilikle söylemekten çekinmemiş, bireyleri güldürürken aynı zamanda düşündüren bir tarzı çalışmalarına yansıtmıştır. Sanata ilgi duyan ve kendini sanatın herhangi bir alanında yetiştirmek isteyen gençlere pek çok yönüyle ilham kaynağı olan sanatçı, gençlerin bu anlamda örnek alabileceği nadir kişiler arasına girmiştir. Ayrıca sanat hayatındaki pek çok başarı sayesinde, sevenleri tarafından ülkemizde parmakla gösterilen gerçek sanatçılar arasında “büyük usta” tabiriyle yerini almıştır. Ferhan Şensoy bugüne kadar; En İyi Yabancı Yazar (1975), En Başarılı Oyun (1980), En İyi Erkek Oyuncu (1981), En İyi Deneme Yazarı (1997), En İyi Yönetmen (2000), En İyi Yazar (2001), En İyi Tiyatro Oyuncusu (2008) gibi daha birçok alanda ödüle layık görülmüştür. Ayrıca 1989 yılında Kel Hasan’dan günümüze kadar gelmiş olan Ortaoyuncular Kavuğunu Münir Özkul’dan

devralmıştır. Zaman zaman kendisi ile yapılan söyleşilerde hayatta en çok sevdiği işin yazmak olduğunu söyleyen sanatçının 20 küsür kitabı bulunmaktadır. Bunlardan bazıları; “Kazancı Yokuşu”, “Gündeste”, “Ayna Merdiven”, “Düşbükü”, “Güle Güle Godot”, “Eşeğin Fikri”, “Oteller Kitabı”, “Hacı Komünist”, “Elveda SSK”, “Seçme Sapan Şeyler”, “FerhAntoloji’dir.” Şensoy’un bazı oyunları; “Şahları da Vururlar”, “Parasız Yaşamak Pahalı”, “Kahraman Bakkal Süpermarkete Karşı”, “İstanbul’u Satıyorum”, “Felek Bir Gün Salakken”, “Ferhangi Şeyler”, “Soyut Padişah”, “Çok Tuhaf Soruşturma”, “Biri Bizi Dikizliyor”, “Fername”, “İşsizler Cennete Gider”, “Nasri Hoca ve Muhalif Eşeği”, “Masal Müfettişi’dir.” “Ferhangi Şeyler” adlı tiyatro oyunu, 1987’den bu yana ülkemizde ve yurtdışında binlerce defa sahnelenmiş olup halen sahnelenmeye devam etmektedir. Bizler, 64 yıllık yaşamına birçok ödül, oyun, film ve kitap sığdıran Ferhan Şensoy’un başarılarla dolu sanat hayatı karşısında, önünde saygıyla eğiliyor ve kendisine daha nice sanat dolu yaşlar diliyoruz.

Serap Ödül


YALANCI AĞAÇ

Bahçede, yalancı şeftali ağacının dalında sallandık. Hayal içinde... Sarı yüzlü aynalarımız vardı. Siberyan sinemasına tek bilettik biz. Sotiraki’nin gazinosunda ucuz yemek... Bir gün, hiç unutmam, eski istasyondayız. Hayali terk ettiğimiz gibi İnsanlar da terk etmiş kara yüzlü trenleri. Anılar saklambaçta sobelenince, Onlar da yalnız kalmış biz gibi. Unutulmuş şarkılar gibi... Selam gemilere, koş otobüslere. Ayrıldın mahallemizden, Bizimkiler’i bile izlemez oldum. Mahallenin Muhtarları’ndaki adam muhtar falan da değilmiş! Onu anladım. Sonra adını duydum. Saçının kıvrımında unutmuşsun mahallemizi. Gazinomuz kapatıldı. Afrasiyan Efendi öldü. Mahallemize sığmıyor bu çocukluk... Gökyüzü hayallerimiz için kısa... Unutulmuş bir dal parçasında hâlâ sallanıyoruz. İnanıyorduk sakız kutusundan çıkan fallara. Büyük hayaller, koca ağızlı bir intihar... Şimdilerde gökyüzüne küsüp aynanın önünde Sarhoş halleriyle defter karıştıran, yıldızı bol geceleri anıyorum. Kırmızı çocukluk... En güzel yokluk.

Ünal Özkan


SENİ AH!

Mahalle kahvesinin önü aşklarla dolu. Bizimkisi de bir umut işte... Çiçekçi Nimet ablanın kızı Seniha… Öyle bir kız ki gözleri yaşlarla ahbap... Gönlü, kalender bir aşığın sesindeki tiz gibi derin... O, yalpalarak yürürdü. Taş kaldırımlı sokaklarda ayak takırtıları karışırdı doğaya. Faytonlar, kırıtan işçi kızlar, sabahların akşamcıları... Her şey vardı mahallemizde. Son vapur diye koşarak giderdik limana. Limanda kuşlar vardı. Aşklar, gözyaşı ve sessiz gemiler yüzerdi gönlümde. Seniha, ayın akislerinin ellerine düştüğü bir kız... Tramvay güzeli... Hiç bulunmadığı mekânların konuşulan aktristi... Şimdi hayatında yepyeni aşklar varmış. Helal olsun! Seni unutacağım diye söz vermişti. Kendi kalesinin fethini yaptırmış. Aşkı en mahrem yerinden bırakmış. Cami avlusu diye okyanuslara fırlatmış sevdasını. Ah be çocuk ruhlu kız! Ada güzeli... Takunyalarının tıkırtılarına tempo tutan kız... Ama söz vermişti. Ama kendine...

Ünal Özkan


BATI SİNEMASININ UNUTULMAZ FİLMLERİ Dünya sinema tarihinde sayısız film çekilmiş, sayısız yönetmen, senarist ve oyuncu bu tarih sahnesinde emek harcamıştır. Kimileri unutulmayacak filmlere imza atmış ve ölümsüzlüğe ulaşmış filmler çekmişlerdir. Biz de bu sayımızda ölümsüzleşmiş filmlerin sadece “bir kısmını” ele almaya ve unutulmaz filmler hakkında biraz bilgi vermeye çalıştık. İşte karşınızda Batı sinemasının unutulmaz filmleri...

1-) M - Bir Şehir Katilini Arıyor (1931): Yön. Fritz Lang “Yardım edin bana, ben mecburdum…” Usta yönetmen Fritz Lang’ın imzasını taşıyan “M-Bir Şehir Katilini Arıyor” kült suç filmlerinden. Film, Berlin sokaklarında sadece çocukları öldüren bir seri katil, bu seri katilin yaydığı korkuyu engellemeye çalışan polisler ve şehirdeki düzenin bozulmasından endişe duyan suç örgütlerinin ekseni etrafındaki olayları anlatmaktadır.

2-) Kazablanka (1942): Yön. Michael Curtiz “İlsa: Sana sonunu bilmediğim iki kelimelik bir hikaye anlatayım mı? Rick: Evet İlsa: Seni Seviyorum.” Sinema tarihinin klasikleşmiş filmlerinden “Kazablanka” gösterime girdiği sene “En İyi Film”, “En İyi Yönetmen”, ve “En İyi Senaryo” dallarında Oscar’ı elde etmiş unutulmaz filmlerden. Olay, 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’den kaçan bir grup insanın Fas’ın Kazablanka kentine sığınmasını ve burada iki eski aşığın karşılaşmalarını konu edinir. Bu aşamada olaylar fedakârlık ve sevgi ekseninde şekillenecek, eski yaşantılar sorgulanacaktır.

3-) Bisiklet Hırsızları (1948): Yön. Viltorio De Sica İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalya’nın ekonomik bunalımına ve geçim sıkıntısına değinen film, fakir bir babanın ve oğlunun dramını anlatıyor. Bir iş kurumunda çalışma izni alan Ricci (Lamberto Maqqiorani) duvarlara poster asacaktır ancak bu iş için bir bisikleti olmalıdır. Elindeki son parayla bir bisiklet alan Ricci, poster astığı bir sırada bisikletini hırsızlara kaptırır. Ama Ricci, son ekmek kapısı olan bisikleti hırsızlara kaptırmayacak ve oğluyla hırsızların peşine düşecektir.


4-) 12 Öfkeli Adam (1957): Yön. Sindey Lumet

“Bir hiç olmak çok üzücüdür beyler. İnsan hep aranmak ister, dinlenmek ister hayatta bir kez de olsa önemli olmak ister.” Bir insan hayatının “ucuz” olmadığını anlatan ve hayatımızdaki sorgulamanın önemine dikkat çeken nadide filmlerden. Henry Fonda’nın başrolde oynadığı bu film; cinayet davasıyla yargılanan bir gencin 12 jüri üyesi tarafından belirlenecek karara göre hayatının şekillenmesini anlatıyor. 12 jüri üyesinin 11’i de gencin suçlu olduğunu söylerken bunlardan biri (Henry Fonda) ”Bir dakika beyler” diyecektir… Ve 12 adamın “öfkeli” diyalogları başlayacaktır.

5-) Yedinci Mühür (1957): Yön. Ingmar Bergman

“Tanrı’nın kendisini göstermesini, benimle konuşmasını istiyorum. Karanlıkta ona sesleniyorum ama sanki hiç kimse yok.” İnanç, inançsızlık ve Tanrı’nın sorgulandığı Ingmar Bergman imzalı bu başyapıt, sinema eleştirmenleri tarafından “modern bir şiir” olarak nitelendirilmiştir. Haçlı seferlerinden ülkesine dönen bir şövalye olan Antonius Block (Gunnar Björnstrand) klisenin vaat ettiği sözlerin yerine gelmediğini ve ülkesindeki vebanın birçok insanı öldürdüğünü görünce “Tanrı’nın Varlığı” konusunda düşünmeye başlar. Bu sırada ölüm meleği şövalyenin canını almaya gelmiştir. Şövalye biraz zaman kazanmak için melekle bir satranç oyunu oynamayı teklif eder. Şövalye ve ölüm meleği oyunlarını aralıklarla oynarlar ve Antonius bu zaman zarfında tanıştığı kişiler aracılığıyla hayat hakkında bilgi sahibi olacaktır. Oyunun sonucu ise her ölümlünün tatacağı bir sonla biter.

6-) Sapık (1960): Yön. Alfred Hitchook

Marion Crane (Janet Leigh) Arizona’da bir emlak ofisinde çalışan ve sevgilisiyle evlenme hayalleri kuran genç ve güzel bir kadındır. Sevgilisiyle evlenmek için paraya ihtiyaçları vardır ancak çiftin çok az parası bulunmaktadır. Bir gün patronu Marion’a bankaya para yatırması için 40 bin dolar verir. Marion bu parayla sevgilisiyle evleneceğini bilmektedir ve bu parayı çalarak sevgilisinin yanına gider. Yolda çok yorulmuştur ve dinlenmek için bir motelde mola verir. Bu moteli işleten Norman Bates (Anthony Perkins) annesiyle beraber yaşayan (!) genç ve saplantılı bir gençtir. Marion, yatmadan önce bir duş almak ister ve sinema tarihine “ünlü duş sahnesi” olarak geçen sahnede bıçak darbeleriyle öldürülür. Bu olaydan sonra herkes genç kadını aramaya başlayacak ve olayların altından bambaşka bir gerçek çıkacaktır.


7-) Baba (1972): Yön. Francis Ford Coppola “Ona reddedemeyeceği bir teklifte bulunacağım.” Don Vito Corleone (Marlon Brando) İtalya’dan Amerika’ya göç etmiş ve ”Baba” lakaplı bir mafya babasıdır. Corleone, bulunduğu konuma gelebilmek için birçok kişiyle savaşmış ve birçok düşman edinmiştir. Büyük oğlu Sonny (James Caan) sinirli bir yaratılaşa sahip ve ne yapacağı belli olmayan biridir. Kızı Connie (Talia Shire) kötü bir evlilik yapmış ama kocasını sevdiği için kaderine boyun eğmiştir. Küçük oğlu Michael (Al Pacino) ise kahramanlık madalyası almış eski bir askerdir. Baba, bir gün saldırıya uğrar ve ciddi şekilde yaralanır. Bu durumu fırsat bilen düşmanları ise ailenin üzerine gelirler. Sonny ve Michael, aileyi korumak için düşmanlara meydan okurlar.

8-) Guguk Kuşu (1975): Yön. Milas Forman “Yolumdan çekil oğlum, benim oksijenimi kullanıyorsun.” 1962’de Ken Kesey tarafından yazılan, aynı isimli romandan sinemaya uyarlanan “Guguk Kuşu” usta oyuncu Jack Nicholson’ın başrolde olduğu tüm zamanların en iyi filmlerinden. Ceza evinden kurtulmak için akıl hastası numarası yaparak bir akıl hastanesine sevk edilen Randle P. McMurphy (Jack Nicholson) kendine buyruk hareketleri ve özgürlüğe olan düşkünlüğüyle kısa zamanda dikkatleri üstüne çeker. Hastanede kaldığı zaman zarfında diğer hastaları etkileyen ve onlarla kaçma planı kuran Randle’nin bir sorunu olacaktır. Hemşire Ratched (Louise Fletcher)…

İbrahim Demir


CENAP ŞAHABETTİN’İN ÖLÜMÜ Elhan-ı Şita dediklerinde aklımıza gelen ilk isimdir, Cenap Şahabettin. Servet-i Fünun Edebiyatı’nın önde gelen isimlerinden biridir. O döneme dahil olmuş, ürünlerini o dönemde insanlara sunmuştur. Aynı zamanda Edebiyat-ı Cedide’nin de temsilcilerinden biridir. 1870 yılı Manastır doğumludur. Asker olan babasının şehid düşmesiyle birlikte o da İstanbul’a gelmiştir. Düzenli bir eğitim gören Cenab Şahabettin’in edebiyata, şiire ilgisi daha küçük yaşlardayken kendisini göstermiştir. İlk şiiri de henüz öğrenciyken 1885’te Saadet Gazetesi’nde yayınlandı. İlerleyen zamanlarda Muallim Naci’nin etkisinde kalarak eserlerini vermeye başladı. Daha sonraları ise Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamid Tarhan’dan ve de özellikle Paul Verlaine etkisinde kalarak batı tarzı şiire yönelmiştir. Servet-i Fünun Dergisi’nde şiirleri yayınlandı. Gelenekçi şairlerin de en çok sataştığı yenilikçi şairlerden biriydi. Yaşamında karşılaştığı zorluklar onu karakter olarak inatçı ve alaycı bir kişiliğe bürümüştür. O, yaşamında hep şair, yazar yönünü değil bilgiçlik yönünü göstermeyi tercih etmiştir. Cumhuriyet devrindeki hayatı daha çok edebi yazılar ve çalışmalarla geçti, kendini yalnızlığına adadı. İlköğrenimini Tophane’deki Fevziye Mektebi’nde yaptı. Gülhane Askeri Rüşdiyesi’ni bitirdi. Tıbbiye İdadisi’nden sonra 1890’da Askeri Tıbbiye’den mezun oldu. İhtisas yapmak üzere Paris’e gönderildi. Paris’te dört yıl cilt hastalıkları ihtisası yaptı. Yurda döndükten sonra hekim yüzbaşı olarak Mersin, Rodos, Cidde’de karantina hekimliği ve sıhhiye müfettişliği yaptı. 1914’te emekliye ayrıldıktan sonra Darülfünun’da “Batı Edebiyatı” , “Fransız Dili” , “Türk Edebiyatı Tarihi” dersleri okuttu. 1920’de Darülfünun müderrisi iken Milli Mücadele’ye karşı bir tavır alır gibi olması üzüntü ile karşılandı. 12 Şubat 1934’te beyin kanaması nedeniyle İstanbul’da yaşamını yitirdi. 14 Şubat’ta sade bir törenle Bakırköy Mezarlığı’nda, kızı Destine Hanım’ın yanına gömüldü.

Burcu Kılıç


BEN GİDERSEM GECE EKSİK KALIR

Şu rüzgârla gelen ses sanki Sibirya’dan saba Niyeti hazin bir sonla sonlanan hangi karara gebesin, ey bugün? Yalnız bir ızdırap kaldı, heybesinden bir tutam alınacak, Yalnız bir gözyaşı kaldı, isyanında bir kulaç atılacak. Söyle, seni hangi mefkurede yeşerteceksem oraya göçeyim. Hangi toprakları kanımla sulayacaksam, orada bir doktrinsin. Şu rüzgârla kınını bulan kılıç, peşimden hiç ayrılmayan korkularım... Ya ben rüyalardan bir medet ummayı artık bırakmışsam? Eş bakalım, Eşilesi tüm feryatların eşildiği yerden kırıldın. Sözgelimi bir huzurdun ve o gün ben bildiğim tüm kavramları unuttum. Ne hikmetse ruhum yıllar yılı aynı şarkıyı dillendirir, Dünya yaratıldığından beridir hiçbir aşk böyle beklenmedi. Ya sana sussam, saatlerce susturmayan tüm ezberlere inat? Ya sabaha selam ederken vakitler, bir tütüne umut bağlasak? Ama nedense anlamı yok anlatmanın matemi,

Geceyi tam alnından vuran benim sıkılı yumruklarımın matemi. Gerçek birkaç ciltlik defter dürülmüştü çağımın ayazında, Hep aynı soğuk surat ifadesinin tüm anlamı işte bu sayfaların beyazında. Hani bir keder, bizi bu limandan saatlerce ayırmadı ya, Hani bir tebessüm seni bu şehre sıkıca bağlar ya, öyle işte... Sen ağlamazsan pamuk ipliğine bağlı tüm kuralların nasıl yıkanacak? En afilisinden bir dik duruştu sendeki, vakitlice sinmek de nedir? Şu kalabalıktan bir hoş sedâ ummayı bırakmak da bir yere kadar ama Hâlâ kaçılası birkaç kapı var, hâlâ açılası bir çift el. Şu yağmurla inen; göğün işgâle uğramış en tarafsız acısı. Yalnız bir veda o gün kapımı çaldı, ne taraf kaldı ne sızısı... Gözünü kırpmadan yaramı deşen her vakitle yüz göz oldum. Bu yüzden saatlerden binlercelik düşman ordusu yarattım. Vazgeçersem, gönlü prangalardan paslanmış kalbime ihanetin böylesi, Ya bir kitaba gizlenmişim ya da çoktan okunup unutulmuşum. Sil bakalım, Beni silinesi tüm cümlelerin gizli öznesinde ara. Zaten bir nefesle gelenler, burada bir fırtınadan ibaretti. Yaram var. Elbet bir merhemin denizinde boğuluruz. Akan kanın, giden umudun, yıkılan tüm ihtişamlı gururunun öcü de alınır. Ama hayatta sadece bir ölümlük gülme hakkın var. Çalan şu plağın izi gönlüne yara, yağan karın sessizliği yeryüzüne kara; Yumruğun duvara asılı kalır!

Aykut Körmamuoğlu




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.