Yayın Ekibimiz Genel Yayın Yönetmeni Şeyma Sakallı Yazı İşleri Müdürü Seda Kamburgil Editörler Hilal Buse Yumuşak Serap Ödül Sosyal Medya Sorumlusu Burcu Kılıç Yayın Kurulu Nazlı Deveci Uğurcan Dural Serap Ödül Yazarlar Aykut Körmamuoğlu Barış Ünlü Doğucan Arslan Esra Atabay Ferdi Örnek Haşmet Ateşer İlknur Öner Melis Genç Meltem Gökce Merve Aslan Mustafa Akdaş Semra Ünkaya Ülkü Mehtap Zoroğlu Yasin Gel Yunus Oruc Arka Kapak Melis Genç ISSN: 2148-8851
İçindekiler 5... Bir Kızımız Olmalı - Yasin Gel 6... Sızı - Ferdi Örnek 7... Gel Benimle - Barış Ünlü 9... Lavanta Kokulu Kadın - Merve Aslan 10... Olycka - Haşmet Ateşer 11... Umut - Mehmet Doğucan Arslan 12... Necip Mahmuz Röportajı - Yasin Gel 15... Belirsizlik Üzerine - Serap Ödül 17... İkinci Bahar - Meltem Gökce 19... Gülen Yaşlar - Seda Kamburgil 21... Bir Rüzgâra Takıl da Gel - Nazlı Deveci 22... Ütopyamsı - Hilal Buse Yumuşak 22... Ne Garip Değil Mi? - Mustafa Akdaş 23... Rabia Teyze - Uğur Şişman (Misafir Seyyar) 23... Şimdi Sen - Sezer Özkan (Misafir Seyyar) 25... Hiç Doğmamış Kızıma - Uğur Can Dural 26... Yanında Olmak - Semra Ünkaya
facebook.com/seyyaredebiyat
twitter.com/seyyaredebiyat instagram.com/seyyar_edebiyat
Sirkeci Dergi Fuarı...
Fotoğraf: Ferdinaz Koyuncu 4
Bir Kızımız Olmalı -Yasin Gel-
Bizim bir kızımız olmalı. Evet, evet doğru duydun. Bizim kızımız... Saçları senin ki gibi olmalı, Her teline âşık olmalıyım. Dokunurken içim titremeli, Saçlarıyla oynarken uyutmalıyım onu. Uyuttuktan sonra, Onu öpüp senin yanına yatmalıyım. Nefes alışını dinlemeliyim Loş odamızda alnından gamzelerine kadar süren bir yolculuğa çıkmalıyım. Yolumu kaybedip duraksamalıyım kirpiklerinde. Dokunmaya, uyandırmaya korkmalıyım Seni izlerken seninle uyuya kalmalıyım. Sabah uyandığımda hissettiğim tek şey pişmanlık olmalı, Neden daha çok izlemediğime kızmalıyım. Sonrasında her günkü cümlemi kurmalıyım; “Bu gece uyuya kalmamalıyım.” Bizim diyorum, Bizim bir kızımız olmalı... Gözlerini senden almalı, Senin gibi bakmalı, Mutlu ve umutlu, İnsanları sevmeli, hayvanlara âşık olmalı
Bileğine gizli gizli fil dövmesi yaptırmalı mesela... Kızacağımı düşünüp benden saklamalı. Sonra burnu da senin gibi olmalı, Teni, elleri ve parmakları da... Hani o kadar sana benzemeli ki Görenler sen zannetmeli. Yürüyüşü, hareketleri seni andırmalı. Yani diyorum ki bir sen daha olmalı hayatımda. Sen, gidersen benden önce Onunla yaşama tutunmalıyım. Hissetmemeliyim yokluğunu, Gözlerine bakınca yanımda olduğunu sanmalıyım. Ama kalbini benden almalı. Sevmeyi sen değil, ben öğretmeliyim ona. Korkmamalı sevmekten, âşık olmaktan... Değer vermeli, ona değer verenlere. Bir çırpıda yıkmamalı insanların hayallerini, Karanlık yoldaki tek ışığı söndüren o olmamalı. Babası gibi olmalı gönlü, Terk edip gidene dahi mutluluk dileyip dua etmeli. Ağlamalı aşkından gizli gizli, Anlamalı sevginin kıymetini. Bir kızımız olmalı bizim; Kalbi ben gibi atan, Ben gibi seven, Sen gibi gitmeyen...
5
Sızı -Ferdi Örnek-
Gölgeler ve ruhlar… Hem içerde hem dışarıdalar. Kapının tokmağı, Gökyüzüne bakan gözler... Bu evin lambaları, Kapalı kader gibi Uçsuz… Ve hıçkırık ağır aksak, Korkular hızlı tren, Sustu kalabalık. Cami avlusu çocukluğunda, Bir keşke; Kulakları sağır, Geceyi kahır, Uykuyu zehir eden… Ferdi Örnek. ___ Samet: Üzeyir Abi, sen dilsiz değilsin. Niye hiç konuşmuyorsun? Üzeyir: Bir ara çok konuştum. Hiç faydasını görmedim, bıraktım. -Organize İşler. 6
Gel Benimle -Barış ÜnlüYüreğimin hazan mevsiminde, Çıkmıştın karşıma. Gözbebeğinden damlayan Bir cennette, Hayat denen heyecanı bulmuştum, Sen öyle bana bakınca. Tenine sanki elbise değil de Masumiyet rengi, Belki de Huzur kumaşlı bir sonsuzluk giymiştin. Bunca yıldır, Kalbime dikenini batıran Ayrılığa inat! Gönlünün sarayına kabul eylemiştin Bu fakiri. İşte o an, Gözlerimden usulca düşüyordu, Ömrümün çetelesine Mutluluğum diye yazacağım sevdan. Ve bir anda, Tebessümlerim ıslanıyordu öylece! Yanaklarımdan okşayan Yüzünle… Kaderimin yapayalnız yağmurlarında, Bulmuştun beni. Ve ruhumun ellerinden tutan Bir tutam sevgi kokulu yarında, Aşk denen gerçeği bilmiştim. Kalbin, kalbimi düştüğü yerden kaldırıp ‘’Gel benimle’’ deyişiyle…
7
Sirkeci Dergi Fuarı...
Fotoğraf: Burcu Kılıç 8
Lavanta Kokulu Kadın -Merve AslanSibirya’nın ortasında terliyordu. Terlemek ya da üşümek fiili, coğrafi koşullara göre şekillenmiyordu onun nazarında. İnsan, bir temmuz sabahında fazla sevgiden üşür, yine bir aralık gecesinde sevgisizlikten terleyebilirdi. Sevgisizlikten üzerindeki bluzu ıslanmış, üzerine yapışmış, derisiyle iç içe geçmişti. Bluzunu çıkarmak için elini üzerine attığında onu bulamadı, çünkü üzerinde gerçekten derisinden başka bir şey yoktu. Sonra ‘’Acaba hiç giymiş miydim ki?’’ diye geçirdi aklından. Belki de kafayı yiyordu, belki de saatlerce çıplak gezmişti, ama giyinik olduğunu sanıyordu. Çıplak gezmek... Çıplak gezen o kadar çok insan vardı ki aslında, onu kimse fark etmeyebilirdi. Hatta dönüp ‘’Pardon, neden çıplaksınız ?’’ diyen olmadığına göre diğer insanlar da çıplak geziyordu. Beyinleri çıplaktı, kalpleri çıplaktı, insanoğlu bütün çıplaklığıyla ortadaydı işte… Sevgisizlikten neden sucuk gibi olduğunu düşünürken kendini küvette buldu. Lavanta kokulu suyun içinde uzanmış, elleriyle ayaklarının buruşmasını bekliyordu. Aslında lavanta kokusundan nefret etmesine rağmen neden lavanta kokulu suya girmişti bilmiyordu. Lavanta, mor ve zarif haliyle gözünde belirdi. Ne günahı vardı şu güzelim çiçeğin de onu sevmiyordu sanki. Kendisinin ne günahı vardı da sevilmiyorduysa lavantanın da o günahı vardı. Sonra hak verdi lavantayı sevmeyişine. Küvetin içinde ayaklarını kaldırıp indiriyor ve suyun bacaklarından inişini seyrediyordu. Pürüzsüz bir sanat eseri olan bacaklarından, bir köstebek gibi ilerliyordu su. Su ne güzel şeydi, lavantayı ne kadar sevmiyorsa suyu da o kadar seviyordu. Bu çok sevdiği renksiz, kokusuz ne menem şeyle; hiç sevmediği narin ve mis kokulu varlığı niye birleştirmişti peki? Sevenle sevmeyen aynı anda, aynı yerde nasıl bütünleşebilirdi? Hangi güç sevgiyle sevgisizliği birleştirebilirdi? Kendisi bunu başardığına inandı. O halde kendisine olan sevgisizliği de kendi sevgisiyle birleştirecek güç ondaydı. Yeni bir şey icat etmişçesine, yeni bir kıta keşfetmişçesine büyük bir coşkuyla, ıslanan bir köpek gibi sularını etrafa savurarak küvetten çıktı. Sevgisizliği bulup ‘’Ben seni seviyorum, sen de beni sevmiyorsun, bizi birleştirecek kudret benim. ‘’ diyerek onu sarsacak ve bütünleşecekti. Yüzünde o aptal ve manasız gülümsemesiyle çıktı. Çıplaktı. Fakat kimse neden böyle olduğunu sorgulamadı. Ta ki sevgisizliğe varana kadar. Onun bu çıplaklığını tek fark eden o oldu.
9
Olycka -Haşmet Ateşer-
Seni sevmek mavi bir gökyüzü, Yakamoz huzuru, Çocukluğumda yediğim, tadı damağımda ki kurabiye, Alice’in düştüğü harikalar diyarı... Seni sevmek, Atlantis’te bir başıma; Kimseye söylemeden, Hüznün, mitolojinin ve tarihin tam ortasında, Dünyanın geri kalanını umursamadan. Bir diğer yanda, Seni terk etmek mesela... Dünyanın en gamsız adamı gibi çekip gitmek, Birkaç damla gözyaşına aldırmadan Seni ben gibi severken, Aniden, Nedensiz Ya da sevmeyi kendime yakıştıramamaktan, Zamandan, mekândan ve sende kalan son parçamdan ayrılıp Seni sevmeye dair anılarla, sensiz bir gelecek içinde kaybolmak... Bunların hepsi, Seninle ya da sensiz Ütopik bir aşkı yaşamak adına...
10
Umut -Mehmet Doğucan Arslan-
İnsanın her ne olursa olsun, bir beklentisi olmasıdır. Kapalı kutuda aradığı çıkıştır. Kaybolduğunda gördüğü tek ışıltı noktasına koşmasıdır. Umut, kaybı aramaktır. Kaybettiğin sevgiyi yıllarca bulmaya çalışmaktır. Beklemektir, giden bir sevgiliyi en ufak bir umut olsa da. Umut, hayata yaptığın yeni başlangıçtır; boş bir beyaz kâğıda. Umut, lazım olduğunda yanında olan bir dosttur; seni anlayabilen. En acılı anında bile yaşanabilecek ufak bir mutluluk tebessümüdür. Etrafında olan olaylara en yakın arkadaşlarından değil de bir yabancı tarafından uzatılan eldir. Hayatta sevgi nedir hiç bilmeyen insanların da sevebileceğinin, sevilebileceğinin en canlı kanıtıdır. İnsanların çektiği acılara rağmen hayata hep en baştan başlar gibi başlamasıdır güne. En kötü insanların içinde, masum insanı bulabilmektir. Umut, her şeye rağmen hayatı hep en baştan sevmektir. Umut, her kış sonu yaşanan bahardır. Umut sensin, benim. *** Umut, hep en baştan Her güneş doğumunda yeniden başlayan, Her gülüşte bir ruh okşayan, İnsanın insana olan sevgisidir umut. Umut aşktır. Bazen ufak bir tebessüm, Bazen sıcak bir buse, Bazen bir yabancı eli, Her zaman geceyi güne çeviren kızıl bir gün doğumudur.
11
Necip Mahfuz Röportajı -Yasin Gel-
1. En sevdiğiniz kelime? - Anlamını, hissini ya da tınısını çok sevdiğim birçok kelime var. Fakat en sevdiğim kelime “hicran” olsa gerek... 2. Nefret ettiğiniz kelime? - Fransızcadan dilimize geçen “-yon” ile biten tüm kelimeler... 3. Sizi ne heyecanlandırır? - İçinde zekâ barındıran her şey... 4. Heyecanınızı ne öldürür? - Hangi durumda olursam olayım nezaketsizlik tüm hevesimi baltalıyor. Birbirimize biraz daha nazik davranabilsek birçok şeyle uğraşmak zorunda kalmayacağız aslında. Yazık... 5. En sevdiğiniz ses nedir? - Çocuk sesi… Yolculukta ağlayan çocuk sesi bile dâhil. 12
6. Nefret ettiğiniz ses? - Vakitsiz çalan telefon sesi…. Sabahın kör saatinde, gecenin bir yarısında çalan telefon sesi kadar korkutamaz beni hiçbir şey. Her seferinde kötü bir şey olduğunu düşünerek açarım vakitsiz telefonları. 7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? - Tıbbi müdahale yapmamı gerektirecek işlerde çalışmak istemezdim. Fıtratımda olmadığına emin olduğum tek şey bu herhalde. 8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz? - Mümkünse ışık hızında hareket edebilmeyi çok isterim. Zira tüm randevularıma, son dakikada koşar adım yetişmekten yıldım artık. 9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? - Kim olurdum bilmem ama Asaf Halet Çelebi olmak isterdim. 10. Nerede yaşamak isterdiniz? - Kuzey ülkelerinden birinde, güzel bir hayat sürebileceğimi düşündüm hep. Bir gün fırsatım olursa Helsinki’ye yerleşmek isterim. 11. En önemli kusurunuz nedir? - Bazen karşımdaki insandan daha zeki olduğumu düşünüyorum. Sizi temin ederim bu, bir aptalın yapabileceği en aptalca şeydir. 12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi? - Haksızlığımı kabul etmekte zorlanıyorum. 13. Kahramanınız kim? - Benim hayatımı Barış Manço ve Sadri Alışık şekillendirdi. Hep onlar gibi olmak istedim. Hâlâ onlar gibi olmak istiyorum. Gelecekte hep onlar gibi olmak isteyeceğim. 14. En çok kullandığınız küfür? - Her ortalama Türk vatandaşı gibi “s*ktir” diyorum dara düşünce. Dilim kopsun. 15. Şu anki ruh haliniz nasıl? - Bu aralar, hep gerginiz.
16. En son okuduğunuz kitap hangisi? - Pınar Öğünç’ ün “Aksi Gibi”sini okudum. Çıktığı günden beri elimden düşmedi. Beşinci turumu atıyorum. 17. En çok beğendiğiniz şiir? - Asaf Halet Çelebi’nin “Tahtadan Yaptığım Adam” şiiri, ilk okuduğum anda burnumun dibindeki gerçeği göstermişti bana. İnsan üzerine bolca düşünmeye çalıştığım zamanlardan birinde tokatlamıştı beni bu şiir. 18. Sizi en çok etkileyen yazar kimdir? - Fikret Otyam, Yaşar Kemal ve Fakir Baykurt beni silkeleyen yazarlar olmuştur hep. 19. Neden yazıyorsunuz? - Kaydedip müziğe dönüştürebilmek için. Müziğe dönüştürmeyecek olsaydım bir kelime bile yazmazdım. 20. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? - Eskiler, “Güzelliklerde yarışın evladım.” der. 21. Mutluluk rüyanız nedir? - Öldüğüm gün, “İyi adamdı.” diyebilecek birilerini arkamda bırakmak. Bunu yapabilen zaten mutlu bir rüya gibi geçirmiştir hayatını. 22. Sizce mutsuzluğun tanımı? - Birini kırdığını fark ettiğin an... Daha rezil ne olabilir ki? 23. Nasıl ölmek isterdiniz? - Hayırlısıyla... 24. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz? - Onu görebilecek ya da duyabilecek kadar şanslı olacağımı düşünmüyorum. 25. Son olarak, “hayat” kelimesiyle başlayan bir cümleyi nasıl tamamlarsınız? - Hayat, hiç bitmez fakat insan, biter. Hayata tutunmamalıyız, hayatımızı anlamlı kılmaya çalışmalıyız.
13
Sirkeci Dergi Fuarı...
Fotoğraf: Ferdinaz Koyuncu 14
Belirsizlik Üzerine -Serap Ödül-
Telaşlı bir hazırlanış içerisindeyim. Evdeyim ve hava kararmadan bir an önce çıkmam gerekiyor. Akşam karanlığı çökünce dışarıda olmaktan keyif almıyorum. Evden çıkmadan önce bir iki basit ihtiyaç için yanıma bozuk para almam gerektiğini hatırlıyorum. Fakat çok fazla olmamalı diyorum içimden. Çünkü onların cebimde çıkardığı sesi, sevmiyorum. Birkaç lira, bulmak üzere odama geçiyorum hemen. Daldırıyorum elimi kumbaraya. Karıştırıyorum bakıyorum hep beş, on, yirmi beş ve elli kuruşlar kalmış. ‘’Oysaki bir lira bulmalıyım.’’ diyorum kendi kendime. Nerede bunlar? İnatla karıştırıyorum kumbaranın içini, arıyorum fakat yok. En sonunda boşaltıyorum kumbarayı yatağın üzerine, o an tek kalan bir lira gözüme çarpıyor. Onu, alıyorum hemen. Mecburen birkaç tane de elli kuruş... Sonra aceleyle çıkıyorum. Apartmanın merdivenlerinden iniyorum sessizce, hayalet gibi. O an kimseyi görmek istemiyorum. Selam vermemeyi istememek falan değil düşüncem. Haz etmiyorum, hiç birisinden. Samimiyetsiz buluyorum çoğunu, ne bileyim… Ya da ben uyumsuz birinin tekiyim. Alışamıyorum insanlara. Bu düşüncelerden sıyrılıp apartmanın çıkış kapısında buluyorum bedenimi. Kapıyı açıyorum ve bırakıyorum kendimi alabildiğine. Sokağa adım atınca her zamanki gibi başımı, sol tarafa çeviriyorum. Bakıyorum bakkal Hüseyin amca yok. ‘’ Bu akşam selamlaşamadık onunla. ‘’ diyorum. Onu oturduğum çevredeki insanlara nazaran içten ve saygılı buluyorum. Ayrıca sakin ve çıkarsız...
Her dışarı çıkışımda onu gördüğümde mutlu oluyorum. Birden bu düşünceler, uçup gidiyor aklımdan. Bu sefer sokakta yürürken ılık havanın tadını çıkarmaya bırakıyorum ruhumu. Hafif bir rüzgâr esiyor, rahatsızlık vermeden. Sonra elimi cebime attığım an, aldığım bozuk paralara dokunuyor parmaklarım. Avucuma alıp bakıyorum. İşte aradığım o, bir lira. İstanbul’da, Beyoğlu’nda, Haliç kıyısındayım. Ayaklarım, hızla beni sahile çekmeye başlıyor. Bir şeyler düşünmek, bir şeyler söylemek istiyor gibiyim. Sahile varıyorum ve yürüyüş parkına yöneliyorum hemen; tek tük birkaç insan var etrafta, kendi halinde yürüyen. Bir de dört beş tane sokak köpeği... Yiyecek bir şeyler arıyorlar parkın yeşillikleri arasında. Korkuyorum bir yandan onlardan, ama parkın içinde yürümeye devam ediyorum. Ayaklarımın ritmine uygun, düşüncelerimde yavaş yavaş beynimin içinde ilerliyor. Sonra ‘’ Cebimdeki bu son bir lira, ne kadar dolaşmış olabilir bu şehirde ya da bu ülkede? ‘’ diye sorarken buluyorum kendimi. Kaç kişinin kısa hayatına tanıklık etmiştir acaba? Kaçıncı kişiyimdir ben ona dokunan? Bu sorular arasında hemen tarihine odaklanıyorum. Bakıyorum üzerine, basım yılı 2009, yani altı yıldır tedavülde. 2009 yılı yazısını gördüğüm gibi geçmiş altı yılıma dönüyorum zihnimde. Yaşadıklarımı, teker teker hayalimde canlandırmaya çalışıyorum. Üzüntüler, mutlu anlar, değişenler, hiç değişemeyecek olanlar, özlemler ve nefret ettiklerim... Herkesin hayatında olduğu gibi benim hayatımda da çok şey sığmıştır geçen o altı yıla.
15
Ben yaşarken o yıllarda; acılarım, sevinçlerim, beklentilerim varken… Şimdi ise bambaşka bir hayattayken, uzakken her şeye ve herkese. Aradığım o bir lira, acaba çok özlediğim, hayalini kurduğum, adına onlarca şiir yazdığım, şuan ise hayatına dâhil olamadığım, halini nicedir soramadığım birinin eline değerek mi geldi bana? Yoksa görmeyi hiç arzulamadığım, siması canımı yakan, hatta canımı yakmaktan ziyade kötü bir kızgınlık duyduğum, canı cehenneme dediğim birinin eline değerek mi geldi yoksa? Beynim bu iki düşüncenin esaretinde kıvranırken, adımlarımın daha da ağırlaştığını hissediyorum. Bedenime engel bir durum yok ortada fakat düşüncelerim, o düşüncelerin içindeki karmaşa bir an çok zorluyor bedenimi. Bütün kanım sanki yavaşça çekiliyor ve bir anda üşümeye başlıyorum. Etrafımdan gelip geçenlerin konuşmalarını, kulaklarımdaki uğultu nedeniyle bir fısıltı halinde işitiyorum adeta. Her şeyden sıyrılıp uzun uzun düşüncelere dalabileceğim bir yere götürsün istiyorum ayaklarım beni. Issız bir yerde, kimsesiz bir yatağa uzanmak, tavana bakarken deli gibi dönen başımı tek bir lekeye sabitleyip, defalarca silmek istiyorum belki de geçmişimi. Sonra bir an öfkeyle havlayan bir köpeğin sesiyle irkiliyorum ve bu sesle birlikte toparlanmam gerektiğini anlıyorum. Bu düşüncelerden kurtulmak istercesine boş gördüğüm ilk banka oturmak üzere yürümeye zorluyorum ayaklarımı. Oturduğum yerde Haliç’i amaçsızca seyretmeye koyuluyorum. Fakat hangi ihtimalin gerçekleşmiş olmasını dilerdim sorusunu sormaktan alamıyorum beynimi. O bir liranın özlenen birinden mi, yoksa görmeyi hiç arzu etmediğim birinden mi gelmiş olabileceği ihtimalini sorguluyorum yorulmadan. Birinci ihtimal ise gerçekleşmiş olan, ondan bana kalacak tek şey olacak bu. Asla o paraya dokunmamalıyım. Fakat ikinci ihtimal dâhilindeyse düşündüklerim, o parayı hemen uzaklaştırmalıyım yanımdan. Ucuz bir çiklet belki, almalıyım gitsin. Nasıl yanıt bulacağım bu iki soruya, bilemiyorum. Bilinmezliğin içinde kayboluyorum, sessizce. Düşünüyorum saatlerce, suallerin içine dalıyorum dalıyorum ama nafile. Bunu bilebilecek hiç kimse yok bu hayatta. Tıpkı hayatı yaşarken hepimiz için zaman zaman var olan belirsizlikler gibi… Bu düşünceler arasında banktan kalkarak yavaşça ilerliyorum. İyice kıyıya yaklaşıyorum, bir adım daha atsam suların içindeyim. Önümde demir atmış onlarca tekne, kimi sahipsiz ve yalnız kimi ise içerisinde sohbet edenlerin attığı kahkahalar arasında, oldukça eğlenceli. Daha fazla orada kalmak istemediğimi düşünerek bir anda, bulunduğum noktadan iki eşit parçaya bölüyorum Haliç’i zihnimde. Bir lirayı da düşüncelerimin tam orta yerinden sulara bırakıyorum. Artık düşündüğüm her iki ihtimalde bana eşit mesafede. ‘’Şimdi kaldığım yerden hayatıma devam edebilirim.‘’ diyerek ağır adımlarla karanlığın içinde gecenin sessizliğine karışıyorum.
16
İkinci Bahar -Meltem Gökce-
Gülhane’nin Arnavut Kaldırımlarından Soğuk Çeşme Sokağı’na doğru ilerlerken adımlarım, onun çehresini görme ümidiyle sık; kalbim, mazimizin hasretiyle doluydu. Otuz iki yıl sonra bile tekrar ayak bastığım İstanbul’da onun izlerini arar gibiydim. Baktığım her yerde hatıralarımız canlanıyor, o anları tekrar yaşarmışçasına heyecanlanıyordum. Birlikte yürüdüğümüz yağmurlu sonbahar günlerinde onun ellerinin sıcaklığında kaybolurdum. Hiç bitmesini istemediğimiz yollarımız, küçük bir öpücükle son bulurdu. Şimdi geçtiğim bu sokak, karşımda bitkin bir insan gibi duran Ayasofya, minaresinden ezanlar dinlediğim Sultan Ahmet, bana o anları yaşatırmışçasına gülümsüyorlardı. Bir zaman sonra kendimi kapısının iki yanında da pembe çiçekler olan beyaz bir binanın önünde buldum. Eskiden ayakta durmaya mecali olmayan bu ahşap bina, şimdi yeniden doğmuş gibiydi.
O zamanlar Seniha, bu evin onlara bir zamanlar sarayda muhafız olarak çalışan dedesinden kaldığını; sabahı balıkçı meyhanelerinde eden babasının ise bu eve iç güveysi olarak geldiğini söylerdi. Bu yüzden de adı hep “Valide Hanım Konağı” olarak anılmıştı. Şimdi ise “Valide Hanım Oteli”… Konağın cumbasından beni görüp içeriye doğru bağıran oğlan çocuğunun sesiyle daldığım hayalden çıktım. “Babaanne yeni bir misafirimiz daha geldi.” Kapısı açık bırakılmış otele adımımı attım. Az önce tiz sesiyle içeriye doğru bağıran o çocuk, merdivenlerde durmuş gülümseyerek bana bakıyordu. Kahverenginin farklı tonlarına bürünmüş lobiye özenle yerleştirilen eşyalar, geçmişin nostaljik havasını yansıtıyordu. Sol tarafımdaki pencerenin önündeki pembe çiçekler, karşımdaki şömine kahverengiyle uyum içindeydi. Birden yumuşak bir nesnenin bacaklarıma değdiğini hissettim. 17
Sonra bir kadın sesi: “Buraya gel Paris, misafirimizi rahatsız etme. Merhabalar buyurun!” İşte karşımdaydı. Bana yine kahverengi gözleriyle bakıyor, narin dudaklarıyla gülümsüyordu. O zamanlarda da yaptığı gibi kırlaşmış saçlarını iki yandan kıvırıp arkasına toplamıştı. Boynundan hiç ayırmadığı inci kolyesi, yine en güzel yerdeydi. “Sanırım bir oda istiyorsunuz, şöyle resepsiyona geçelim.” diyerek benden uzaklaştı. İşte o zaman hayatımın en büyük şaşkınlığı içindeydim. Bugüne kadar yaşadığım zamanda hiçbir an, beni duvarda gördüğüm tablo kadar heyecanlandırmamıştı. İşte orada, onu ilk çizdiğim tazeliğiyle karşımda duruyordu. Otuz iki yıl sonra bile beni heyecanlandıran bu tabloya koyduğumuz isim dün gibi aklımdaydı. Küçük Hanım Tablosu… 1980/ Ortaköy Meydanı Sabahın ilk saatlerinden itibaren tuval ve boyalarımı alıp kendimi Ortaköy Sahili’ne attım. Beni etkileyen birkaç kareyi çizmeye başladım. Simitçi tablası, ağlarındaki balıkları toplamaya çalışan balıkçılar ve denizin hırçın çocukları martılar… Hepsi benim için özenle bir araya yerleştirilmiş birer resim karesinden başka bir şey olamazdı. Fransa’dan sonra İstanbul ’da bir ressam için bulunmaz bir güzellikti. Bir sabah bir gazetede gördüğüm Galata Kulesi fotoğrafından sonra, kendimi ertesi gün onun altında resmini çizerken
buluvermiştim. İşte böyle başlamıştı bu macera. Tam malzemelerimi toplayacağım sırada önümdeki banka kırmızı mantolu, siyah fötr şapkalı bir kadın gelip oturdu. Yüzündeki mahzun ifade zihnimde bir resim tablosundan başka bir şeyi canlandırmıyordu. Üzerindeki her bir nesne, sanki özenle yerleştirilmiş; benim onu çizmem için oluşturulmuştu. Onu çizdiğim süre boyunca hiç yerinden kıpırdamamış, sanki benim onu çizmeme müsaade etmişti. Tabloyu tamamladıktan sonra yanına gidip ona usulca seslendim. “Bonjour madame!” Bana anlamsız gözlerle bakıp birden yerinden kalkarak bağırmaya başladı. “Siz de kimsiniz böyle ne demeye çalışıyorsunuz bana, kimsiniz söyleyin?” Elimdeki tabloyla öylece kalakalmış, hırçın gözlerindeki endişeyi izlemeye dalmıştım. Birkaç dakika sonra bana bağırmayı bırakıp elimde tuttuğum tabloyu aldı. Sonra öylece ona baktı. Ben yine kızacağını düşünürken o sadece “Sen ressam mısın?” diye sordu. “Evet. Az önce yanlış anladınız, tabloyu size vermek için gelmiştim. “ “Demek sanatçısınız. Sanatçıları severim. Ressamları da öyle! Fakat bunu eve götürebileceğimi sanmıyorum. Üzgünüm.” Onun gidişini izlerken zihnimde birçok sahne canlanıyordu. Fakat hiçbiri onun şu anki gerçekliği kadar canlı değildi. Daha sonraları da onu görme ümidiyle yine aynı yere gidip saatlerce resim çizdim. Etrafımdaki her insana sanki oymuşçasına bakıyor, banka oturan her insanda onun çehresini arıyordum. Birkaç gün daha odamda onun tablosuyla bakıştıktan sonra ertesi gün yine aynı yere gittiğimde onu bankta oturmuş olarak buldum.
Bu sefer gözlerinde hırçınlık değil gülümseyiş vardı. Elinde tuttuğu müzik aletini bana göstererek: “Bana sanatçı olduğunu söylemiştin. Öğrendiğim ilk parçayı, seninle paylaşmak istiyorum. Evde kimsenin beni dinlemeye vakti yok, sanırım senden başka bir dinleyicim olmayacak.” Çantasından çıkardığı müzik aletiyle daha önce hiç duymadığım bir şarkıyı çalmaya başladı. Onun ilk defa yürümeye başlayan bir çocuk sevinciyle, belki de ilk kez benim için çaldığı bu müziği, sonraları defalarca kez ondan dinleyecektim. Etrafın sessizliğine ve müziğin ezgisine, onun küçük dansı eşlik ediyordu. Müzik bittiğinde onu alkışlayıp sonrasında koyu bir sohbete dalmıştık. “Beni dinlediğin için teşekkür ederim. Bu benim birine verdiğim ilk konserim sanırım. Müzikten anlamayan bir babam ve ev işlerinden beni dinlemeye vakti olmayan bir annem olduğundan seni bulduğum için şanslı sayılırım. Sahi senin adın neydi?” Birden kendimi onun gülümseyen gözlerinde buluvermiştim. Hiç girmediğim bir sokakta kaybolmuşçasına heyecanlı, daha önce hiç bilmediğim bir duygu ile baş başaydım. Bir süre sonra daldığım düşüncelerden çıkıp kendimi anlatma fırsatı bulmuştum. “Adım Patrik. Patrik Martinez. Fransızım. Ve ressamım. Hâlâ tablonuzu almamakta kararlı mısınız küçük hanım?” Bana sadece gülümsemekle yetindi. Adını bile bilmediğim bu kız, bende derin bir etki bırakmıştı. Daha sonraları onunla yine burada rastlaştığımızda –ki bu alelade bir rastlaşma değildi- saatlerce konuşup müzikten ve resimden bahsederdik. Bunların yanında ailemizden, kendimizden… Yine bir gün ben tuvale bir şeyler çizerken o da yanımda flütünü çalıyordu. İşte o an içim 18
içimdeki bütün hisleri dökmek, beni bu ağırlıktan kurtaracak iki kelimeyi söylemek istiyordum. Dilimin ucuna bir türlü gelmeyen o sözcükler birden tuvalde can bulmuştu. Birbirinin içine geçmiş iki kalp, hiçbir zaman bu kadar güzel durmamıştı. Sonraki günlerde Sultan Ahmet’in arka sokaklarından Beyoğlu’na kadar yürür, hiç bilmediğimiz sokaklarda birlikte kaybolurduk. Bazen geceleri eve uğramayan babasından söz açılır, hüzünlenirdi. Bazen de kulağı bir müziğe takılır, gülümserdi. Mehtabın denizi süslediği bazı yaz geceleri, bizim Haliç’teki sandal keyfimizle son bulurdu. Onun flüt ezgileri, Marmara’ya karışır; ben, onda yeniden hayat bulurdum. Ancak bu mutluluğu yarım bırakacak bir haber almıştım. Annemin hastalığı beni bir sabah erkenden yola düşmeye mecbur etti. Arkamda bir çift meraklı göz, bırakarak ve de… Kıvrıldığım hastane odasında dahî onun hayaliyle baş başa kalıyor, arkamda nasıl bir enkaz bıraktığımı düşünüyordum. Çektiğim hiçbir telgraf bana, yüzümü güldürecek bir haber vermedi. Annem ve duygularım arasında sıkışıp kaldığım hastane odası, beni yutmaya hazırlanır gibiydi. Ve bir sabah buradan kaybolduğumu, bu evrenden silindiğimi hissettim. Annemi kaybetmiştim. İşte o zaman beni teselli edecek bir omuz aradım. Ancak hatıralarım, Paris”ten ayrılmama bir türlü izin vermedi. İşte otuz iki yıllık o tablo, karşımda ilk günkü canlılığıyla bana bakıyordu. Onu gördükten sonra, bu evrende yeniden var olmaya başladığımı hissettim. Ancak bu sevinç, yarım kalıyor; sol yanımdan gelen bir sızının tüm yaşanmamışlıklara karşı koyduğunu hissediyordum.
O an ayaklarımın canı kesildi ve kendimi birden yerde buldum. Zihnimde kalan son şey ise duvardaki Küçük Hanım Tablosu’ydu. Seniha Hanım, dün otelinde can veren bu adamın kim olduğunu gazetelerden öğrenmişti. İsmini öğrendiğinde ise hissettiği şey belki de hiçbir zaman karşılaşamayacağı kadar büyük bir acıydı. “Ünlü Fransız Ressam Patrik Martinez, dün bir otelde kalp krizi sonucu can verdi. “Günlüğüne yazdığı bir şiir parçası ise onun acısının tam karşılığıydı belki de. “Bir adın kalmalı geriye, Bir de o kahreden gurbet. Beni affet Kaybetmek için erken, Sevmek için çok geç.”
Gülen Yaşlar -Seda KamburgilGülmenin çocuk sayıldığı kimliksiz şehirlere uzanalım, Gökyüzünden sarkıtalım hayallerimizi, Bir masalda hayat bulsun çocukluğumuz, Büyümeyelim, büyümenin ciddiyeti asılmasın suretimize. Korkunun olmadığı yaşlara sığınalım, Kelimelerimiz az, söylemek istediklerimiz çok olsun. Elma şekerinin hatrına koşalım, Misketlerimiz yuvarlansın yokuşlardan, Bedelini kanayan dizlerimizle ödeyelim. Acıları yaşlara, yıllara değil; ellerimize, dizlerimize yaşatalım. Anne dediğimiz sokaklar ayaklarımıza çözülmeyen düğümler atmasın. Utangaçlığımız saklansın bir defterin sayfalarına, Çocukluğumuz sallansın bir salıncakta ama biz hiç büyümeyelim.
19
Sirkeci Dergi Fuarı...
Fotoğraf: Ferdinaz Koyuncu 20
Bir Rüzgâra Takıl da Gel -Nazlı Deveciİçine insanları; kaygılarıyla, korkularıyla, isyanları, büyük neşeleri, büyük hüzünleri, cesur kararları ve kararsızlıklarıyla karşına çıkmış bulunan bütün insanları sığdırabilen yüreğine selam olsun. Ne açık bir deniz, nasıl mavi bir gökyüzüsün; parça parça harap olan bu insan yığınında. Biz yaş biriktirdikçe eskimek, yokluyor ruhumuzu. Sen bildikçe gençleşiyorsun, hayatı. Nasılsın? Durup yoklamak hislerini… Yeltenmedin bile değil mi? Meşguliyet, kurtarıcın oldu derin düşünme illetine karşı. Korkmuyor musun bu yarıştan? Duygunla yarış, uzvunla yarış, canınla yarış, kanınla yarış; sokakla, kalemle, kâğıtla, yârinle, yareninle, kendinle... Ben kendimi zamanın nasıl geçtiğinden dem vururken buluyorum her gün illa ki. Belki bir günde defalarca belki de geceden sabaha… Korkulardan örülü ve büyüdükçe kalınlaşan bir duvarın önünde kesiliyor, nefesim. Sen büyüdükçe yerleşmiş yanaklarının kıyısına tebessüm. Her hâl ve şartta, illa ki kelamın sonunda kendine müsait bir yer edinen kırışıklıklar, en güzel eserin…Nedir seni böyle dinç tutan, nedir hala umudu gezdiren yüzünde? Göz kapakların direnirken nasıl koşuyorsun azimle? O kadar hızlı gelme bana doğru! Her eşikte soluklan, bir çiçeği kokla derinden, bir küçüğün yumuşak yanaklarını okşa, rüzgâra karşı dur ve yürü; ılık bir esintiyle. Tek tek aç çekmecelerini, birden serme önüme hayalhaneni. Bilmek, en büyük imtihanlardan çünkü… Bilmek, insanı değiştiren ve dönüştüren bir eylem… Yavaşça değişelim, yavaş yavaş karışalım hayata. Mektup mektup biriksin hikâyelerin. Cümleleri kalbinde misafir edip zamana meydan oku eskimeyen düşlerinle. Gel, açılsın gönlümüzdeki kuş kafesleri. Kanatları kanasa da özgürlük tadı dolanır damağımızda. Sana, yüzüne, gülüşüne özgürlük yaraşır. Gel, dolanalım usulca akşam vakti, Hırçın rüzgârların kucağında. Hangi meltemin sıcak esintisinde kesişsin yolumuz? Hangi sıcakta serinlesin ellerim seninle? Bilmediğim bir vakit olsun, günden çıkar saati. Bir çağa açılan uzun bir boşluk ayır zihninde bana. Sıcak, soğuk, yalan, acı, siyah… Olmasın. Tanımadığım ılık cümlelerle gel…
21
Ütopyamsı -Hilal Buse YumuşakTam da bugün, bu kadın kalabalığının arasında bir adam düştü aklıma; beyin labirentlerimin içinde imkânsızlığı yaratan bir ağaca asılı kalırcasına. Hayallerin soyutluğuna karşı dimdik duran somut bir adam... Ütopyalar, gerçek değillerdir ne yazık; biliyorum. Ama o, her şeye rağmen her şeyden daha gerçekti. Norveç`e gidip balıkçı olmak, Afrika`da bir çocuğun göz yaşlarına mani olmak... Tüm istediği bunlardan ibaret olan bir adam düşünebiliyor musunuz? Düşünmekten daha ileri gidip tanıdım bu somut şeyi. Karşımda durup bakan gözlerden daha iyi tanıdım. Kimi zaman harflerle sarıldı bana; kimi zaman düşmek üzereyken bir kuş çizdi, kanatlarını bana doğru çırpan. Bir hamleyle siyah-beyaz türk filmlerinin içine çekti, yine bir hamleyle bilmediğim bir ülkede, bilmediğim bir lisanla konuşan insanların içine attı benliğimi. Çayı sevdiğim gibi sevmek istiyordum onu; o, olduğu için. Milyonlarca kez izlediğim bir filmin en güzel sahnesiydi sanki, başa sarmamak elde değil. Derken birden ütopyamın dışında buluyorum kendimi. Az önce somutlaştırdığım bu adam, şimdi tüm soyutluğuyla uzaklaşıp gidiyor düşüncelerimin içinden
Ne Garip Değil Mi? -Mustafa AkdaşYıllar önce içini saran heyecanla Yazdığın şiirleri, Şimdi görmemezlikten gelmek, Ne garip değil mi? Bittiğinde bir ‘’oh’’ çekip içinden, Bu en güzeli demek, Hep en sonuncusunda, Ne tesadüf değil mi? (!) Dokunmaya kıyamadığın mektupların, Gecelerce yazamadığın, Bir cümlesinde bin ateş yaktığın defterin... Ve en ummadık bir gece, En tenha köşesinde odanın, Bir çakmak alevinin İçindeki yangını söndürmesi Ne doğal değil mi?(!)
22
Rabia Teyze -Uğur ŞişmanYeni taşındığımız binanın bodrum katında otururdu Rabia Teyze. Gözleri görmez, yemekleri enfes derlerdi. Nasıl olur da bir insan göremez diye kafamı kaşır dururdum! Yürüdüğü karanlık yolda ardı sıra gider, bazen de penceresinin önünde gizliden izlerdim. Meraklı bir çocuktum. Küçük yaşta yakalandığı su çiçeği hastalığında iki gözünü kaybetmiş; sonraki yıllarda kimseye bağlanamamış, bekar kalmıştı mahallemizin gönül gözü. Kıtlama şekeriyle karıştırdığı muhabbeti çok sevilir, mavi tesbihi ile zikir çeker, herkesi kuvvetlice okurdu. Bahçeli binamızın mavi dış kapısının önünde uzunca bir süre bekler, yoldan geçen araçları, okuldan çıkan çocukları, namaza giden cemaatin sesini yüreğine doldurur, onları uzun uzun sohbet esnasında anlatırdı. Yaşamayı, gülmeyi seven Rabia teyze arada okuduğu yanık türküler esnasında gözlerinden nur yüzüne damla damla yaş iner, el örmesi yeleğinin cebinden çıkardığı mendille kimseye belli etmeden silerdi. Hasta olup yatağa düştüğü vakit mahallemizde bir sessizlik, çocuklarda bir huzursuzluk başlamıştı. Mevsim normellerinde gitmesine rağmen bahçemizde bulunan ağaçlar çiçek açmamış, mavi tesbihi aranıp bulunmaz olmuştu. Bize gönül gözüyle görmeyi öğreten Rabia Teyze’nin, koynundan çıkardığı paraları çekmecesinde sakladığı telefon rehberi ve geriye bıraktığı gizemli sandığı bu hayattaki her şeyiydi.
Şimdi Sen -Sezer ÖzkanŞimdi sen diyorsun ki: Ben gittim, artık yokum. Gözlerim başka gözlere bakacak, Ellerim başka elleri tutacak. Benim gözlerim ise Ne vakit yalnız kalsam Boşluklara dalacak. Gideceksen git! Ne olmuş yani Rüyalarımı da götürmezsin ya. Süreyya demiş ya: “Uyandım uyandım seni düşündüm” Bende durum farklı Ben uyudum, seni gördüm. Uyandım, seni düşündüm. Yani aslında her uyanışım Biraz daha yanışım oldu benim. 23
Sirkeci Dergi Fuarı...
Fotoğraf: Ferdinaz Koyuncu 24
Hiç Doğmamış Kızıma -Uğur Can DuralUzaklara gitmek istiyordu insan, çok uzaklara. Kimsenin olmadığı yerlere mesela... Belki bir kuşun, belki bir papatya tarlasının memleketine... Kimsenin olmadığı diyarlara vardığında bir kızı olsun ister insan, ne renk olursa olsun gözleri; ne zaman öğrenirse öğrensin konuşmayı ama bir kızı olmalı insanın; babalığı öğretmeli, gözlerine bakmalı konuşurken, gülümsemeli. Papatyalar ile tanışmalı önce; sevgiyi anlamalı, incindiği halde yaşamaya daha güçlü devam etmeyi tıpkı papatya tarlası gibi… Sonra kelebeğin ömrünü bilmeli, ölümün varlığını kazımalı aklına, hayatın kısalığını ona göre yaşamalı. Bir kuş görmeli sonra, uçuşuna bakmalı, kanat çırpışlarına... Erkek adamın bir kızı olmalı, “aslan oğlum” diye sevdiği gibi yüreklice sevmeli, o narin cenneti, sarıldığı zaman kokusunu içine çekmeli. Bir ağaç ile tanıştırmalı onu, arkadaş olmalı bir yıldızla. Gökyüzüne bakmayı unutmamalı çünkü bir filin uçtuğunu, yalnızca bulutlarda görebilir. Öyle bir ismi olmalı ki geceler boyu anlamını anlatmalı, bazen ağlamalı bazen gülmeli. Ağlamanın da bir adı olmalı, öyle naif öyle güzel olmalı ki, mutluluk gözyaşları bürümeli kalbini. Bir adam etmeli babasını kız çocuğu, elini tuttuğu zaman kalbini hissetmeli. Bir kız çocuğu olmalı insan-ın, insan-lığın. İlk ders sevgi olmalı, papatyalar yolunmamalı gözleri önünde; bir kelebeğe kurşun sıkılmamalı, gökyüzündeki filleri bir hayvanat bahçesinde görmemeli. Hayal gücü olmalı kız çocuğunun, öpülesi düşleri. Yıllar sonra hiç görmediği ağaçların varlığını derslerde oturduğu sıradan, yazı yazdığı kâğıttan öğrenmemeli... Avuç içleri ile dokunmalı gölgesinde oturduğu bir çınara. Âşık olmalı bir kız çocuğu, örnek olmalı tüm insan-a; insan adı verilen canlıya. Şaşırtmalı, dünyanın kürsüsüne çıkıp konuşma yaptığı zaman, utandırmalı insan-ları yer çekiminden, elementlerden sorular sormak yerine; bir merminin neden var olduğunu haykırmalı, her dilde yankılanmalı: papatyaca, yıldızca, bulutça konuşmalı insanlar. Ve bir kız çocuğu olmalı insan-ın, insan adını yerden kaldırmalı ve kalp cebine koymalı...
25
Yanında Olmak -Semra ÜnkayaGözlerin, öyle güzel bakıyordu ki “iyi ki geldin, iyi ki beni dinlemedin, iyi ki ansızın çıkageldin.” der gibiydi. Kızdın, bağırdın, öfkelendin ama hepsinin ötesinde bunları öylesine sevgiyle yaptın ki hiçbiri kendi anlamında değildi ve hiçbiri inandırıcı olmadı benim için; işte bu yüzden konuşman bitsin istedim, sakin sakin dinledim, tebessüm ettim. İnsan, en çok sevdiğine nazlanır; sevdiğinden emin olduğuna naz eder, bilir çünkü her durumda kendisini anlar, kırılmaz. İnsan, bazen yalnız kalmak isterken için için yalnızlıktan kaçmak ister, tek başıma kalmalıyım diye düşünürken, kalabalıkların arasında yok olmak ister; sen işte böyle bir durumdayken ben, sana geldim. Sen, sevdiğimdin; sen dostumdun, sen arkadaşım, sen kardeşim, sen annem, sen babam ve sen benim inci tanemdin, en değerlimdin. Bu nedenle ve yalnızca sen olduğun için, hayatımı anlamlandırdığın için, nefes almak kadar olmazsa olmazım olduğun için yanında olmalıydım. Şimdi, şu an burada ve kim bilir yarın hangi zaman ve mekân olursa olsun orada ama daima yanında olmalıydım. Beni görünce dudaklarının kenarlarında saklanan güller açtı, bunu ben gördüm; göz bebeğinin ta içinde fark ettim mutluluğun ışığını, minnettarlığın kalp atış sesini duydum. Ben yaramaz bir çocuktum. Annesinin azarı için hazır olan bir çocuk gibiydim seni beklerken o hastane koridorunda. Beklemenin çaresizliği, umudun bekleyişi, bilinmezliğin sabırsızlığı vardı üzerimde. Doktorların ağzından çıkacak olan iki kelimeye bağlı her şey. Doktorların ağzından çıkacak bir söz, bir cümle, bir kelime yetecek beni mutlu etmeye ya da umutlarımın yok olmasına, yarınla ilgili hayallerimin elimden alınmasına, biliyorum. Kısa ama uzun gelen o dakikalarda ben, binlerce kez; milyonlarca kez pişmanım seni bir saniye bile üzmüş olduğum için geçmişimde. Nasıl bir vicdan yarası, nasıl bir hesap sormadır bu, nasıl nasıl bir çaresizliktir? Seni hiç mi mutlu etmedim, ayaklarını yerden hiç mi kesmedim, hiç mi güldürmedim ama hepsi nafile şu anki ıstırabımın içinde nedense hep olumsuz, kötü şeyler aklıma geliyor. Oysaki tam tersi olmalı. Ben, dirayetli olmalıyım ki sana her şekilde, her durumda destek olabileyim.
Zaman bu kadar mı geçmek bilmez, bu kadar mı işkenceye dönüşür sıradan bir bekleyiş. Kaybetmek ve kazanmak bir köprüyü geçer gibi burada ya da karşı kıyıda olmak kadar basit, ama imkânsızlıkla örülü bir tel gibi... Kaçış yok, sabret ve bekle. Ödül ya da ceza, kader hangisini hediye edecek sana ve bana; geleceğimize, sevgimize, dostluğumuza... İşte tam bu anda Allah ile olan bütün sınırlarımızı kaldırıyorum, hadsizliğim hat safhada; çaresizliğim de... Oturmuş pazarlıklar yapıyorum, şah damarımdan daha yakın olanla, yaradanımla. Ne kadar gülünç hissediyorum kendimi, bir sinek bile benden daha onurlu, saçma sapan ne varsa aklımı işgal etmiş durumda. Ruhum, bedenimden çoktan ayrıldı; yüreğim, bin parça öylesine dağıldım ki biliyorum bir tek bakışın toparlamaya yetecek, bir gülüşün, bir tebessüm, cennetim olacak. Biliyor musun bir insanın yalnızca sevdiği güldüğü zaman yüreği de güler, sevmek hem de karşılıksız, katıksız sevmeyi bilmek, şimdiki zamanda pek olmayan, hadi haksızlık yapmayalım nadir olan sevme, işte bütün mesele bu. Nedensiz, çünküsüz, ancaksız, amasız, amansız sevmek. Böyle bir zamanda her şeyi düşünüyor insan. Başka zaman istesen bu kadar çok düşünemezsin. Bir ırmak gibi akıp gidiyor düşünceler. Senin yanında olamamanın verdiği sıkıntıyla beynim panayır yeri, karmaşık, şaşkın, telaşlı… Oh! Nihayet geliyorsun; yüzünde muzip bir gülümsemeyle, sarılıyorsun bütün içtenliğinle, zaman durdu, kalbim çarpmıyor, sormaya korkuyorum. Sanki konuşamayacağımı anlamış gibi her şey yolunda, “Çok şükür, kontrole devam, bir ilerleme yok.” diyorsun. Çok şükür, çok şükür... Allah’ım dualarımı kabul etti. Yaşamak için hâlâ bir umut var, sevmek için hâlâ zamanımız var, paylaşmak için yarınlar var. Çok şükür, çok şükür... Allah’ım koşuşturmalar içerisinde bize küçük bir uyarı yaptı, kendinize gelin ve anı yaşayın; hayatın anlamını unutmayın diye. Hastaneden çıkarken ellerini öyle sıkmıştım ki bir daha bırakmamacasına... ”Canım coştun yine, sakin ol.” dediğinde ben bir çocuk gibi şendim, mutluydum, sevgi doluydum; seninle yeniden var olmuştum. Artık ıslık çalabilirdim. 26
Fotoğraf: Hilal Buse Yumuşak
27