Seyyar Edebiyat Dergisi 7. Sayı

Page 1


YAYIN EKİBİMİZ

Genel Yayın Yönetmeni Şeyma Sakallı

Editör

Seda Kamburgil

Sosyal Medya Sorumlusu Burcu Kılıç

Yazarlar Aykut Körmamuoğlu Barış Ünlü Baki Demirtosun Doğucan Arslan Esra Atabay Ferdi Örnek Haşmet Ateşer Hilal Buse Yumuşak İlknur Öner İrem Gülser Kadir Aydemir Melis Genç Meltem Gökce Merve Aslan Muhammed Eyüp Yavuz Mustafa Akdaş Nazlı Deveci Semra Ünkaya Serap Ödül Soner Üçkuşoğlu Uğurcan Dural Ülkü Mehtap Zoroğlu Ünal Özkan Yaşar Kazıcı Yasin Gel Yunus Oruc

Web Yazılım

Burak Medinovski

Merhaba Seyyar Edebiyat okuyucuları; Baharın gelişi, başta tabiat olmak üzere insanlar üzerinde de etkisini göstermeye başladı. Çiçeklerin açmaya, güneşin ılık yüzünü göstermeye başladığı bu mevsim her şeye canlılık, yenilik katarak içimizi ısıtmakta. Hızla büyüyen ekibimizle ve yeni yazılarımızla biz de baharı karşıladık. Geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden, edebiyatımızın büyük ve güçlü yazarı Yaşar Kemal’i kapak konumuz yaparak andık. Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu, hayatını öğrenmeye, öğretmeye, yazmaya, okumaya adayan Mehmet Nuri Yardım, gerçekleştirdiğimiz keyifli sohbet eşliğinde sorularımızı sizler için yanıtladı. Gazeteci, yazar, edebiyat araştırmacısı ve kaleme aldığı kitaplarıyla bilinmeyenleri gün yüzüne çıkaran başarılı yazar, kültür, sanat ve edebiyat alanındaki çalışmalarına aralıksız devam etmektedir. Bir diğer röportajımız ise genç ve başarılı bir yazar olan Gizem Kayahan’a ait. Yaşına rağmen hayatının her alanında başarıya adım atan genç yazarımız, sorularımıza vermiş olduğu cevaplarla kendisini yakından tanımamıza imkân sağladı. Serdar Üstandağ’ın ve Elif Sönmezışık’ın denemeleri başta olmak üzere tüm yazarlarımız okunmayı ve okutulmayı hak eden yazılarıyla sizlerle... Dünya Kitap Günü’nü ve Sağlık Haftası’nı da unutmayarak, tüm okuyucularımızı bilgilendirdik. Son olarak, bizi kırmayarak teklifimizi geri çevirmeyen Mehmet Nuri Yardım’a ve Gizem Kayahan’a teşekkür ediyorum ve keyifli okumalar diliyorum. Not: Mayıs ayında Edip Cansever özel sayımızla sizlerle olacağız. Bizi okumayı ve takip etmeyi unutmayın.

Seda Kamburgil sedakamburgil@seyyaredebiyat.com


4. Hayat Dediğin - Serdar Üstündağ 6. Sonsuz Kelime Kavgası - Elif Sönmezışık 8. Mehmet Nuri Röportajı - Şeyma Sakallı & Seda Kamburgil & Burcu Kılıç 10. İhtimâl - Şeyma Sakallı 11. Güvercin - Melis Genç 12. Hep Gideriz - Nazlı Deveci 13. Beyin Koridorlarımdaki İhtilâl - Aykut Körmamuoğlu 14. Kırık Bir Kalp İçinde Kurbağa Prens Kadir Aydemir 15. “Leylim Leylim” ve Ahmed Arif Üzerine Yaşar Kazıcı 18. Saçları Var Yalnızlığın - Barış Ünlü 19. Seni Beklerken - Semra Ünkaya 20. Huzur - Semra Ünkaya 22. Adalete Sesleniş - Mustafa Akdaş 23. Asya’nın Suları - Yunus Oruç 24. Süt Beyaz - Merve Aslan 25. Dünya Sağlık Haftası - Serap Ödül 27. Eşlenik - Ünal Özkan 28. Yalnız Çığlık - Ünal Özkan 29. Gizem Kayahan Röportajı - Mustafa Akdaş

32. Ah Müjgân Ah - Seda Kamburgil 35. Bir Aşkın Tahlili - Meltem Gökce 36. İltica - Ferdi Örnek 37. Sultanü’ş Şuara - Hilal Buse Yumuşak 38. Sorun - Yasin Gel 39. Bozkırın Oğlu İle Denizin Kızı - Taha Savaş 40. Uykusuzdan Masallar - Esra Atabay 41. Noktasız Cümleler - Dilek Yapıcı/Misafir Seyyar 42. Yollanmamış Mektuplar - Ali Urcan/ Misafir Seyyar 43. Kişisel Gelişim - Soner Üçkuşoğlu 45. Zırla, Tırla, İncik, Boncuk - Haşmet Ataşer 46. Varlıkta Kayboluş - Mehmet Doğucan Arslan 47. Parodik Bir Mesele - Muhammed Eyüp Yavuz 48. Beyaz Tenli Mezarlar - Uğurcan Dural 49. Aysima Ay - Baki Demirtosun

facebook.com/seyyaredebiyat twitter.com/seyyaredebiyat instagram.com/seyyar_edebiyat


Hayat Dediğin

Her insan bir yolcu, her hayat uzun bir yolculuktur aslında. Dünyaya gelmek yeterlidir, bu yolun müzmin yolculuğuna çıkmak için… Bazen dört mevsim bir anda yaşanır, eğer yolculuk nihayet bulmamışsa hayatın baharında… Gün olur, çaresizlik girdabında çırpınırız, hüzün sarmalı yaprak yaprak etrafımızı kuşatır, sonbahar gibi… Sonra pişmanlık ve nedamet kasırgaları arasında ümitlerimizi yüzdürmeye çalışırız. Acı ve ıstırap yolunda çileler kar gibi üzerimize yağarken, cemreler arasında tomurcuk tomurcuk filizlenir sevinçlerimiz. Sıcak ve hararetli gençliğimizi dizginlemeye çalışırız. Damarlarımızda kanımız âsice feveran eder. Yine sonbahar, yine kış derken yolun sonunda bedenimizi yılkı atları gibi azat ederiz. Bazen inişli çıkışlı yollarda yorulur, bazen dinleniriz bir söğüt dalının serin gölgesinde. Görmeyiz karlı dağın ardındaki bekleyeni… Bir muştu haberi gibi heyecan içindeki yâreni… Bazen sıkıntılar peş peşe sökün eder, üşürüz zemheri soğuğunda poyrazın; bazen ılık bir bakış içimizi ısıtıverir maşukun eriten

sıcak nazarıyla… Yol demek ömür demek, hayat demektir. Hayat bazen sevmektir, bir hançer gibi yüreğinin en naif noktasını sızlatan acımasız ihanetine rağmen; şartsız, amasız, derinden… Gece gündüz hayal etmektir, maksat mutluluğu çıkarmak saklandığı yerinden… Hayat bazen fedakârlıktır, bir annenin riyasız çırpınışları gibi karşılık beklemeden vermenin adıdır… Bu hayata bazen sırtımızı döner umursuzca gideriz, kendisinden başkasını görmeyen şımarık nankör evlat gibi. Tevazu değil kibirle, gıpta değil hasetle, cömert değil cimrice geçen günleri hoyratça harcarız gençliğimize… Dünyayı, duvarlarını kendi ördüğümüz bir hapishaneye çevirince anlarız, hayatı kendimize nasıl dar ettiğimizi… Kimimiz, etrafını saran ateş çemberinde çıkış yolu bulamayan akrep gibi zehirli iğnesini batırmaktan çekinmez, yenilgiyi kabul ederken… Hayat bazen cesarettir, yalın kılıç kükreyen bir yiğit gibi naralarıyla meydanları inleten.


Bazen bir karınca hassasiyetiyle kalp kırmamak için didinir durur, bulursa feryadını dinleten. Hayat bazen insana sonsuzluğu fısıldar, sessiz, kelimesiz… Nasip meselesidir işitmek, talibi çok olsa da kimse pay alamaz sermayesiz. Yunus’un dediği gibi: “Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi, Dilsiz kulaksız sözü can gerek anlayası” Ömür biter yol bitmezmiş… Yolcu bile tükenirken, ümitler hep mezar kapısında beklermiş… Ömürden uzun hayaller, sonu gelmeyen emeller… İnsanın geldiği yer gibi döneceği yer de bellidir. Kavuştuğu son eşya hep aynıdır. Sımsıcak bir örtü gibi ısıtır gerçekler. Bazen bir genç kızın gelinliği, bazen bir bebeğin kundağı, bazen nur yüzlü bir piri faninin kefeni… Bu uzun yoldan kimler geçmedi ki… Nemrutlar, firavunlar, Hamanlar, Karunlar… Ademler, Nuhlar, İbrahimler, Musalar, Harunlar… Karnı doysa gözü doymazlar da gitti, Bir lokma bir hırkaya sahip kanaat zenginleri de… Leyla diye çöllere düşen Mecnunlar da gitti. Mevla diye bağrı yanan dervişler de… Yalnızlık çölü aşık olmadan aşılmaz, aşılsa da menzile varılmaz. Gurbet diyarından bineksiz geçilmez… Aşığın bineği nimette şükür, dertte sabır, gözyaşlarından akan ılık nemler gül yaprağındaki çiğ damlaları gibi düşerken serzenişte bulunmaz, aşık dertsiz kalmaz. Zaten dertsiz aşk olmaz… Yola çıkan azıksız kalırsa hali dumandır, namütenâhi sahraları geçmek muhaldir. Bu yolculuğa çıkanın kaderidir geldiği yere dönmek. Bazen bir kalp sektesi, bazen elim bir kaza, bazen de ince bir hastalık sevgiliye vasıta oluverir…

Serdar Üstündağ


Sonsuz Kelime Kavgası *Sakın kelimelerin kavga etmesine izin verme, ağlamasınlar da. *Herkesin kendi hikâyesi çok kıymetli, ama daha kıymetli olanların yanında aciz olduklarını kabul etmekten başka çareleri yok. Ve çok az kimse anlayabilir; kiminkinin diğerinden daha önemsenir olması gerektiğini… *Aslında hayat normal akışıyla ilerliyor, olan biteni abartıp durmak dengenin en büyük düşmanı. *** Uzun zaman önceydi. Kader başka cümleler kuruyordu aslında; bense yukarıdaki cümlelerin şekillenmesi için yoğun bir zihin mesaisindeydim. Kelimelerin isyankâr haykırışları arasında, şiire özenmiş ama ona da elini sürmek istemeyen hezeyanların kol gezdiği garip zamanlardı. Henüz kâğıda “saf saf ” dizilmemişken davet aldılar. Ürkmüş olmalılar ki hemen icabet edemediler. Yan yana gelip bir anlama kavuşmak için kuvvet bulmaları lazımdı. Sonra… Birbirinin üstüne devrilmiş cümlelerin arasında, “Burası bir harabe değil. İkisini kenara çeksek yol açılır. Şu kenardakiler kalabalık edip durmasın, onları ikinci rafa kaldırmak lazım” gibi dedikodular yapmamız gerekti. Bu çekiştirmeler yalnızca başlangıca mahsus değildi elbet. Kelimelerin zihinle kavgası hiç biter miydi? Bu, devrimden çok devrilişi andıran dönüşümlerde mütemadiyen sükûneti seçiyordu kalem. Kısacası çam devirmekten çekiniyordu. Onun kelimeleri de dert ettiği yoktu. Dik kafalı her türlü girişime tavırlıydı, ama heveslere karşı acımasız değildi. Kelimeler mühimdi. Daha mühim olanı nasıl ve ne için dizildikleriydi. Bu yüzden kavgasız ve birbirine hiddetlenmemeye özen gösteren, iyi geçinen cümlelerinden tanınırdı iyi yazarlar. Şaheserler ise az bilinenlerle akla ve dile en çabuk gelenlerdi. Terk edilmiş ya da inşası yeni tamamlanmış bir güzergâh üzerinden hiç gidilmemişe doğru sık sık sefere çıkarlardı. Saded’e dair duruşları tutarlı ve keskindi. Çünkü vebalden ve ömür yükünden haberdardılar. Ama bir o kadar da endişeliydiler. İyi olmaya azmedenin endişesi hiç bitmezdi.


Çünkü hız çağı, hatalara dair hassasiyetini artırmış gibi görünerek beyhudeye dair atıkları toplayıp duruyordu hurda yığını karın boşluğunda. Alınan tüm tedbirlere rağmen büyüdükçe büyüyordu boşluk ve hakikat giderek gölgeye siniyordu. Kadim cümlelerdeki “sıralanmışlar”ın yerlerini değiştirmekle aşama kaydedenler, resmi bozduktan sonra kuşun kanadını yerleştirmeyi unutmaktan ötürü yeterince kabahatliydi. Ama yüzsüzlükle hiçbir meselenin çaresi olamayan kelime deryasında boğulmaya çağırıyorlardı herkesi. İnsan o deryaya düşmekten ve su sandığı bataklık tarafından yutulmaktan korkuyordu. Yine de bazılarından biraz fazlası korkmuyordu. Korkması gerektiğini bile bilmiyordu. Sağlam cümlelerin, insanı o bataklığa itecek akıldaki düşmandan haberleri vardı. Aklı bozguna uğradıkça kalbe koşanlardan, içinde arayışa meyledenlerden korkulmazdı. Bu kadar yiğitçe kendine koşanların hatası da sevabı da kendini ele verirdi. Onlar da bu ifşadan korkmazdı. Bunun neticesinde ya şah ya da kült bir eser çıkarırdı ortaya. Yokluk sancılarından ve bohem çığlıklardan azade edilmiş bir kalemden öyle az bir şey bekleyemezdiniz. Hayatın acı soslarının tazyikine karşı miğferinden vazgeçmeyen vakur tutkudan haberdar olmak isterdiniz. Bu yoğun mahareti yeni imal edilmiş kâğıtlar üzerinden seyretme hissini tatmak isterdiniz. Aşinalığımızı azaltmayan “yeni”ye dair hüner mahsulü girizgâhlar okumak isterdiniz. Üstelik bu “yeni” ile ilk defa başkasının sesinden seferî kelimeler duymak isterdiniz. Oysa okuyacağını bile bile başka birinin sesinden kelimeleri sefere çıkarmak ne kadar zordur, bilirdiniz. İstiyor ve biliyorsanız, yeni ve eski şah ve kült eserler size o kadar da uzak değildi. Oku/mak, yaşa/mak, inan/mak hiç bitmezdi…

Elif Sönmezışık


Mehmet Nuri Yardım Röportajı

1. En sevdiğiniz kelime? Kitap 2. Nefret ettiğiniz kelime? Hile 3. Ne sizi heyecanlandırır? Okumak 4. Heyecanınızı ne öldürür? İnsanların kültüre ilgisizliği 5. En sevdiğiniz ses nedir? Ormandaki kuş sesi 6. Nefret ettiğiniz ses? Kavga sesi


7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz? Kitap yakılan ocaklarda çalışmak istemezdim. 8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak isterdiniz? Mimar 9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? Kendime benzeyen biri olmak isterdim. 10. Nerede yaşamak isterdiniz? İstanbul 11. En önemli kusurunuz nedir? Çok ve çabuk güvenmek 12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi? Yazmak için uyumamak

20. Mutluluk rüyanız nedir? Türkiye şu an dünyada en çok kitap okuyan 12. Ülke. Mutluluk rüyam, Türkiye’nin en çok kitap okuyan 1. Ülke olmasıdır. 21. Sizce mutsuzluğun tanımı? Karamsarlık, kötümserlik ve idealsizlik 22. Nasıl ölmek isterdiniz? Elimde kitapla veya ibadet ederken 23. Öldüğünüzde cennete giderseniz Tanrı’nın kapıda size ne söylemesini istersiniz? Hoş geldin ey kulum, dünyadaki kütüphanelerin bin katı burada. Gel oku. 24. Son olarak, “hayat” kelimesiyle başlayan bir cümleyi nasıl tamamlarsınız? Hayat, cümle sıkıntılara rağmen yaşamaya değer ve güzeldir. 25. Hem okuyucularımıza hem de Seyyar Edebiyat dergisinin genç yazarlarına son olarak neler söylemek istersiniz? Türk klasiklerini okurken çağdaş edebiyatı göz ardı etmemek ve edebiyatı bir bütün olarak görmek lazım. Sağ-sol ayrımı yapmadan... Eğer kitaplar ruhumuza hitap etmezse bırakabiliriz. Önyargılardan uzak bakarsak, iyi yapmış oluruz.

13. Kahramanınız kim? Hz. Muhammed 14. Şu anki ruh haliniz nasıl? Gayet iyi 15. En son okuduğunuz kitap hangisi? Şu an, Halit Fahri Ozansoy’un “Edebiyatçılar Çevremde” kitabını okuyorum. 16. En çok beğendiğiniz şiir? Mehmet Akif Ersoy - Çanakkale 17. Sizi En çok etkileyen yazar kimdir? Mehmet Akif Ersoy 18. Neden yazıyorsunuz? Güzellikleri, iyilikleri paylaşmak için yazıyorum. 19. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler? İyimser olmak. İyimserlik, en büyük güçtür.

Şeyma Sakallı & Seda Kamburgil Burcu Kılıç


İhtimâl

Yanımdan hiç eksilmeyen bavulum uğurladı beni son trene, Kolumdaydı saatim, Vakitliydi biletim, Çok eksikti sebebim, Elimi tutsan gider miydim? Sende saklıydı işitmek istediklerim, Dilinin ucundaydı söylemekten çekindiklerin, Kalamayışlarına gidişler eklemekti belki de sevinmelerim, Sahi, elimi tutsan gider miydim? Kelimeleri çekinmeden kullanmakla meşgûldük önce, Söylenecek şeyler bitince, Yazacaklarımız yitince, Küçük çocuğun tebessümü gözlerimize değince, Saç telin kadar bir aydınlık doğuyor içimize... Sen varsın şimdi, Özlemsel ibadetler soluyorum kalbime, Yürüyorum, bitiremiyorum sana anlattığım İstanbul’u, Yüceltiyorum; şükrediyorum sana, Biraz şiirle, biraz nefesle, biraz kederle... Sevdiğimiz bir kitabın içindeki ayraç olma ihtimâli kadar umutlarım,

Karanlıklar da yok değil, Sabahlar seninle açık yolculuklara, Denizler ikimizi bekler taşmak için bulutlara, İhtimâller çoktur benden sana, Sadece sana... Bazen yarım bırakmalı, Daha iyi başlangıçlara gebe olunması için, Bazen tek söz söylenmeli, Çok şeye tekabül etmesi için... Gel; birlikte anlatalım şiirin “sen” demek olduğunu insanlara, Gitme; anlam ol mıslarımın hayatına, Küsme; daha çok alıştır kendini virgüllere, Alış; kıskansın seni telaş cümlesinin içindeki ünlemler bile... Sen ilk yazdığım şiirin heyecanısın, Kalemin titrekliği, Biraz da çayımın sıcaklığısın, Yatağımda sevdiğim derin uyku, Rüyamı bölmek istemediğim ilham, Gerçekleşmesini beklediğim dileğimsin... Elimi tutsan gider miydim? Elini tutsam sever misin? Gel deneyelim bu sevgiyi, En az ihtimâller kadar...

Şeyma Sakallı


Güvercin

Güvercin beslerim penceremde, Pencereye aşık güvercin. Kanatlarında umut taşır, gelip konar pervazına. Güvercin beslerim penceremde, Pencerede çiçeklerim güvercini bekler. Salınarak uçar, rüzgâra karışır güvercin. Sesi duyulur kulaklarda beyaz güvercinin. Çiçekler açar penceremde Mavi, mor, sarı… Çiçekler kokar penceremde, Kokuları odama yayılır. Her gün olduğu gibi, geldi yine güvercin pencereme. Acı çığlıklarıyla uyandırdı beni. Anlamadım ne olduğunu, Fark edemedim tehlikeyi. Şehir gittikçe grileşti önce, Evler geçti ağaçların boyunu. Sonra çiçeklerim soldu penceremde, Evim büyük binaların arasında hapsoldu. Güvercin ise gelmez oldu bir daha pencereme. Pencerem kayboldu…

Melis Genç


Hep Gideriz Bir yanda heveslerimiz oynaşırken bir yanda nasıl erir içimiz? Aynı vakitte başlarken bir dönem nasıl da bitiverir gün gün işlediğimiz hikâyemiz? Farkında olmadan büyürüz. Zaman geçer, anımsamadıklarımızı dahi özleriz. Zaman geçer, biz birbirimize döneriz. Zaman geçer, yine elbet güleriz. Omzumuzda iz bırakan ellerle, gözlerimizde suretler, kulağımızda gülüşler, kulağımızda hıçkırıklar, kulağımızda sırlar…

Veda… İçinde hüznü çağıran harflerle süslü Veda… Etrafında çepeçevre insanlar Veda… Hangi kapıya dayansa çevirir yüzü Veda… Kime varsa dökülür bir parça Veda mutlak bazen, veda yazılır insana. Kalem hep hüzün mü sever? Kâğıda gölgeniz yansıdığı vakit siz de görev bilir misiniz kederlenmeyi? Sahi kağıtla, kalemle olur mu işiniz? İşiniz gücünüz nedir? İş nedir, güç nedir? Koca bir çınar olmaya özenen körpe fidanlardık, boyumuz uzadı, yaşımız arttı, bildiklerimiz sığmaz oldu defterlere. Ama hep insandık, yanımıza insanlar kattık, bir azaldık bir çoğaldık. Neye, niye veda etmek önemli olmadan ayrılığın yalnızca kendisi kanamaya hevesli bir yaraydı.

Biz de kanatmaya mecbur ve meraklı… Başlayan ne varsa bir gün bir sona erecekti; öğrendiklerimizden en hayata dair olanıydı bu belki de. Biz sormadık, yaşadık, yarıştık sorgularla, savaştık korkularla. Gitse de sevdik birilerini, gitmese de özledik. Kimisi vedalardan kaçar köşe bucak, bilmezden gelmek mutluluk getirmez; ancak yüzleşmek güç olur kayıplarla. Neyi kaybedersin bilmezsin, bunu zaman öğretir, yoksunluk hatırlatır; ama bir sonun varlığı dahi titretir insanın kalbini. Ayrılığa üzüldüğümüze seviniriz; bunca sevgiyi büyütebildiğimiz için inceden bir gurur duyarız, seviniriz bir nebze insanlığın keyfine vardığımıza, seviniriz dostluğa.

Arkada bıraktıklarımız sıcak bir esintiyle kalbimize uğramak üzere yayılır yıllarımıza. Arkada bıraktığımız ne varsa bir şükür nefesine yerleşmek için bir harf olur kelamımıza. Arkada bıraktığımız ne varsa görünen ya da görünmeyen bir iz vardır namına. Yine biteceğini bildiğimiz bir hikâyeyi bir derin nefesle buyur ederiz ömrümüze, son selamını veren bir öncekini yolcu ederiz envai hislerle… Yine durur ve yine gideriz. Biz insanız, hep gideriz.

Ah insanlık… Nasıl varacağız manasına?

Nazlı Deveci


Beyin Koridorlarımdaki İhtilâl

Şu kül tablasının suçu neydi? Varlığını benim nefesime harcadı. Yeryüzünün her yanına feryadımı saçadurun, Henüz çizgi romanının son sayfasını okutmadığınız o çocuğun suçu neydi? O karanfiller bir tek o çocuğa verilmedi, Oysa o da ölüydü. Ben şahidim, sen şahitsin, bir de yığınla kurban... Şu gördüğün mezarlığa kokusu sinen gerçekten o’ydu. Ben yanınca söneceksin, söz ver. Sen yanma diye terk ettiğim semtinden vuruldun. Ben gidince kalacaksın, söz ver. Sağ tarafa taranmış çocukluğundan vuruldun. Sen kimdin, inan ben de tanımıyorum. Seni beklemekten, beklediğimin ne olduğunu unuttum, Zamandaki kör noktasın, tarihteki kana bulanmış masum bir yurt... Beni çocukluğuma gömme diye geçmişimi unuttum. Henüz vakti gelmiş, Benliğimi şimdi alıp hikâyenden sıyrılsam ne çıkar? Henüz yarası susmuş, hayal gücü yitmiş, Böyle bedene sinsen, ne olur? Henüz itiraf etmeye de karar vermedim, buz dağının arkasında bir şey yok. Ölüp ölüp dirildiğime bakma, kalmam için sebep yok. Adaleti böylesine malum bir yazgı, sen ve ben baş kahraman... Şimdi konuşmaya, yaşamaya, bilmeye ve sorgulamaya sebep yok.

Aykut Körmamuoğlu


Kırık Bir Kalp İçinde Kurbağa Prens

Ah! Gözlerine bakabildim bu sefer, Gözlerin ela’ymış meğer. İnsan neyle yaşar sen olmadan? Ekmek mi? Su mu? Aş mı? Yokluğuna çare, gözlerdeki yaş mı? Bir kitabın daha yazarı sana aşık, Ayrılık şarkılarının bestekârları seni sevmiş. Başka şehirlerde yaşıyoruz bize yazık, Olmalıydık çoktan, yan yana gelmiş. Not: Tahmin etmiyorum ki senin bulunduğun yerler buradan daha aydınlık olsun. Buraya gelmek, tekrar başını göğsüme koymak, ellerini böyle yumruk yaparak avucuma vermek istediğin anlar olacaktır. O zaman hiç düşünmeden gel. -Sabahattin Ali / Değirmen

Kadir Aydemir


“Leylim Leylim” ve Ahmed Arif Üzerine “Ben, son kerteye kadar seni düşünüp avunacağım.” (23 Eylül 1955) baskılara, iç dünyasına ve edebi Erbil, kitabın çıkışını göremeden yönüne de ışık tutuyor. Ahmed hayata gözlerini yumdu. Leyla ErArif hem siyasi anlamda hem de bil, bütün mektuplaşmaları boyuekonomik anlamda zorlukların, nca Ahmed Arif ile olan ilişkilerizor zamanların şairi, yazarıdır. ni her zaman dostluk çerçevesinde Bir yanda sevdalısı olduğu kadıçizmiş ve bu sınırı gün geçtikçe na duyduğu aşk ve özlem, diğer belirgin bir hale getirmişti. Her yandan yaşadığı sürgün hayatı şeyi ile ona bağlı ve onu bir Tanrı siyasi baskılar, devletin sürekli kadar yüce, izinden gidilmesi gepeşinde oluşu Ahmed Arif ’i edebi reken bir peygamber gibi kendini kimliğinde ayrılmaz bir bütünü var eden, var olma sebebi gibi temsil eder. Ne olağanüstü sevmel- gören Ahmed Arif ’in de bu sınırı erinden oluşan aşkından, halktan, kabullenmek zorunda kaldığı mehaklıdan yana, haksızlığa karşı ktuplarından anlaşılmaktadır. duran davasından ne de doğruları söylediği için şehirden şehire Ahmed Arif ’in mektuplarına Farklı şehirlerden, aralıklarla gezdiği sürgününden, mektuLeyla Erbil’in ne cevap verdiğine gönderilmiş tam altmış mektup, plarda kavuştuğu özleminden dair hiçbir kaynak yok, günümüze hiçbirine ne cevap verildiğine bağımsızdır. Leyla Erbil’in mektuplarından dair elimizde bir kaynak yok, oluşan bir kaynak maalesef platonik bir aşk, bitmek bilmeyen ulaşmamıştır. Kitap, tek taraflı özlem, sıkı sıkı sevgiliye bağlılık, olarak yani Ahmed Arif ’in yazdığı umudu son ana kadar diri tutmektuplardan oluşmaktadır. mak, kızmalarla dolu sitemler, Mektuplarda olduğu gibi aşkta da başkasının olmasına razı olmak tek kalmıştır Ahmed Arif. Mekama vazgeçmeye razı olmamak… tuplaşmalar 1954 ile 1959 arası Özetle:“Leylim Leylim” sürmüş ve araya; Leyla Erbil’in evliliği, İngiltere’ye gitme durumAhmed Arif ’in Leyla Erbil’e ları, Ahmed Arif ’in üzerindeki siyazdığı altmış mektuptan oluşan yasi baskılar girmiştir. Bu olaylarla kitabın bugün elimize ulaşmasını birlikte kitap, son olarak yazılan sağlayan, kitapta yer alan mekGiriş notu olarak düşmek ger1977 mektubundan oluşmaktadır. tupları yazan, en az Ahmed Arif ekirse; Leyla Erbil, mektupların Leyla Erbil’in kitabın yayınlankadar onu günümüze itinalı bir yayınlanmasının, kendisi de masını istemesinin bir başka şekilde koruyup, saklayan ve nedeni de halkına inanmış, halkı ölmeden önce edebiyat dünyasına öldükten sonra doğru olacağını düşünüyordu. Bunu en çok da için bedeller ödemiş ve değeri önemli bir kaynak olabilmesi için yeterince bilinememiş Ahmed gün yüzüne çıkarmak isteyen Ley- Ahmed Arif ’in ailesine saygısızlık yapmamak, “ünlü bir şairin Arif ’in unutulmamasını sağlayla Erbil’in de emeği vardır. ismiyle gündeme gelmek istiyor.” acak bir eser bırakmaktı. Kitap, Ahmed Arif ’in yaşamından sunAhmed Arif ’in Leyla Erbil’e gön- dedikodularına izin vermemek için tercih ediyordu. İstediği gibi duğu önemli kesitlerle bir açıdan derdiği mektuplar iki birey arasınde oldu, maalesef kitabın çıkbiyografik bir eser olma özelliği da kurulan iletişimin ötesinde; masına kaynak olan mektupları, taşımaktadır ve edebiyat tarihçileri dönemin entelektüel ve yayın tarihin karanlık kuytu köşeleriniçin önemli bir hazinedir. ortamına, Ahmed Arif ’in sürgün den çıkarıp önümüze koyan Leyla günlerine, yaşadığı siyasi


Leyla Erbil’in yazdığı mektuplara ne oldu? Bu platonik aşk hep tek taraflı mı kaldı? Kendi karşılığını hiç yaratabilmiş miydi? Leyla Erbil’in buna cevabı ise: “Hayır benim tarafımda aşk yoktu, yalnızca dostluk vardı.” 1955 yılından sonra Ahmed Arif ’in yazdığı mektuplardan çok açık anlaşılıyor ki yarattığı bu büyük aşkta tek başınaydı, Ahmed Arif ’in aşkı da diğer bütün platonik aşklar gibi umutsuz bir vakaydı. Mektuplar, metinlerde geçen olayların ve gelişmelerin doğru bir seyirde izlenebilmesi, olay örgüsünün anlaşılabilmesi için tarihi sırasıyla yayınlanmıştır. Ancak, kimi tarihsiz mektuplarda ‘’Birlikte çıkaracakları ve Ahmed Arif ’in ‘Suskun’ adını verdiği kitapla ilgili mektuplaşmalar’’, “Ahmed Arif ’in Leyla Erbil’i bir dergiye abone yapma uğraşı ve aldığı karşılık”, “Birbirlerine gönderdikleri hediyelerin, kazak, kahve, kumaş, vb.’nin durumu” gibi süreklilik gösteren konuların yardımıyla sıralamanın doğru yapılabilmesi sağlanmıştır.

Metinlerde geçen adlar hakkında açıklamalara yer verilmemiştir. Bugün birçoğu hayatta olmayan kişilerle ilgili, kimi incitici olabilecek sözler nedeniyle Leyla Erbil kitabın yayınlanmasına böyle bir ön koşul sürmüştür. Kitapta birçok isim baş harfleriyle verilmiş, geriye kalan kısmı ‘’…” olarak sürdürülmüştür. 1954-55 yılları arasında Leyla Erbil ve Ahmed Arif birlikte yayımlayacakları bir şiir kitabı üzerinde çalışıyorlar. Ahmed Arif kitaba ‘Suskun’ adını vermeyi öneriyor. 6 Eylül 1955 tarihli mektupta ise Ahmed Arif, ‘Kürdün Gelini’ isimli bir roman kaleme aldığını ancak romanın çok acıklı olması nedeniyle yırtıp attığını belirtiyor. ‘’Kürdün Gelini’ adıyla bir roman yazdım. Baktım çok trajikyırttım, attım. Yeniden daha bir aydınlık anlatıma varınca yazıcam’’ (s.95) Kitapta Ahmed Arif ’in mektuplarından kaynaklı olan kimi yazım hataları; kitabın orijinalliğinin korunması, yazım hataları da dahil mektupların özgünlüğü okuyucuya sunulabilmesi için dokunulmamıştır. Bir de Ahmed Arif ’in yazılarını gönderdiği kimi dergiler tarafından sansür yeme durumu var, buna da kendi anlattıklarıyla bakalım:’’Forum, bu sayıda bok etti. Yazımı ben tanıyamadım. Dörtte üçü kesilmiş. Sence bir sakıncası yoksa, bir mektupla soruver. İstersen takma adla sor ve şöyle de: (Ahmet’in daha önceki yazılarıyla uyuşmuyor. Acaba sansürde fazla mı hovardalık ettiniz?)’’(s.131) Ahmed Arif, ilk şiir kitabını Leyla Erbil için yazacağını şu sözlerle ifade ediyor mektuplarında: ’’Sevgili canım, olağanüstü bir aksilik olursa, kitabım sana kalsın.

Adını ‘Uy Havar’ yahut ‘Suskun’ koymakta serbestsin. Asıl demek istemediğim bir şey var, ama mecburum artık. Her hal ve şartta kitabımı sana ithaf ediyorum.’’(s.95) 1990 yılında Refik Durbaş’ın kendisiyle yaptığı uzun söyleşide Ahmed Arif, edebiyatçıların mektuplarının yayınlanmasıyla ilgili olarak şunları söylemiş: ‘’[…] Belki halk için, okuyucu için gerekli değil ama, edebiyat tarihçileri için gerekli olabilir. Türkiye’de henüz bu gelenek yok. Ama bir gün oda olur. Mesela Viktor Hugo’nun sevgilisine yazdığı, Baudelarie’in hizmetçisine yazdığı mektuplar Fransa’da çok değerli belgeler olarak sunuluyor. Elbet bir milletin kültürü onlar da.’’ Ahmed Arif bir Anadolu şairidir. Tek kitabı şimdiye kadar altmış kez basılmış olan, ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ isimli şiir kitabıdır. Şairimiz, 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’da doğmuştur. Annesi Sare Hanım’ı çok küçük yaşta kaybetmiş, babası Arif Hikmet Bey’in diğer eşi Arife Hanım tarafından büyütülmüştür. Ahmed Arif ’in çocukluğu, babasının nahiye müdürlüğü ve vekaleten kaymakamlık yaptığı Siverek’te geçer ve ilkokulu da burada bitirir. Daha sonra ortaokulu okuması için ailecek Urfa’ya yerleşirler. Şiire ilgisi bu çağlarda başlar, en sevdiği şair ise Faruk Nafiz’dir. Ortaokulu bitirince babasının Diyarbakır’da okumasını uygun görmemesi üzerine Afyon Lisesi’ne yatılı olarak gönderilir. Bu seçimde abisinin Isparta Okulu’nda öğretmenlik görevi yapıyor olması etkilidir. Ahmed Arif edebiyat bilgisi arttırmak, kalemini geliştirebilmek için çok iyi bir zemin bulur burada. Yıllar sonra, Refik Durbaş’a şöyle anlatır o günleri:


maddelerini ihlal ettiği söylenir ve iki yıl hapse ve sekiz ay kamu gözetimi altında tutulmak üzere sürgün cezası olarak Urfa’ya gönderilir. Ahmed Arif mahkemeye başvurur ve kamu gözetimi altında bulunma cezasını Urfa’dan Diyarbakır’a aldırmayı başarır. Cezası bittikten sonra üniversiteli olduğu Ankara’ya döner. Ancak öğrenimine devam etmesi artık eskisi kadar mümkün değildir. Her an her yerde polis peşindedir. 1956’dan sonra Medeniyet, Öncü ve Halkçı isimli gazetelerde düzeltmen, sekreter ve yazı işleri müdürü olarak çalışır.

‘’Edebiyat Hocamız Gündüz Akıncı idi. Gündüz Akıncı, büyük bir şanstı bizim için. Akıncı, ders kitaplarından çok roman okuturdu bize. Lisede ben Andre Malraux’u, Max Berr’i(Weber olmalı), Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Gustava Flaubert’i , özellikle de Emile Zola’yı okudum hep. Gündüz Hoca bir karar aldırmıştı Öğretmenler Kurulu’nda. Her çocuk gece mütalaalarında roman okuyabilir diye. Nöbetçi hocalar karışmazlardı. Ama roman okuyanlar mutlaka özet çıkarırdı.’’ Bu yıllar, onun şiirini aradığı yıllardır. Bir yandan usta şairleri(Nazım Hikmet, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Ahmet Muhip ve Ahmet Hamdi) okur; diğer yandan da şiir yazmaya başlar. 1940’ta ‘Seçme Şiirler Demeti’ isimli bir dergide Neyzen Tevfik ile aynı sayfada şiiri yayınlanır. Yazdığı şiir sonucu on lira da telif alır. Yatılı ve gurbette okuyan bir öğrenci için iyi paradır o zamanlar. Şiiri karşılığı aldığı para, babasının gönderdiği harçlık miktarının tam iki katıdır. Liseli yılları biter ve askerlik çağı gelir, askere gider. 1974’te tezkeresini alır ve terhis olur. Aynı yılın sonbaharında Ankara DTCF’ye kaydolur. İdeolojik şekillenmesini ve tercihini bu yıllarda yapar. Ahmed Arif artık bir ‘Türkiye Gençlik Derneği’ üyesidir. Ahmed Arif 1951’de faşizmin zindanlarıyla tanışır, tutuklanır, çokça işkence görür, acı çeker ve bir süre sonra serbest bırakılır ancak bu uzun sürmez, tekrar 1952’de tutuklanır. Ceza yasasının 141 ve 142’inci

1967’de bir kadınla evlenir, ismi Aynur’dur. Aynur Hanım’la evlilikleri boyunca iki bebeklerini kaybederler ancak özlem duydukları çocuk doğacaktır. Filinta isminde bir bebekleri olur.(12 Aralık 1972) Evladına Filinta ismini koymasını, Zeynep Oral ile yaptığı söyleşide şöyle anlatır: ‘’Yaşamımda en büyük sevinci baba olduğum gün duydum. İnanır mısınız, tam iki yıl oğlumun nüfus kağıdını cebimde taşıdım. Cebimdeki sanki dünyanın en zengin cüzdanıydı. Oğlum olmuştu. Oğlum, dünyanın en güzel güvercini… Dünyanın en güçlü silahı.’’(Edebiyatımızdan On İnsan Bin Yaşam, Ahmed Arif Yaşamı; siyasal sürgünlerden, sevdiğine hasret, prangalar çürüttüren özlemlerden, yoksulluklardan, parasızlıktan, türlü türlü zorluklardan oluşan Ahmed Arif 2 Haziran1991’de aramızdan ayrıldı. Geride sevdiği kadına yazdığı mektupları ve defalarca basılan şiir kitabını bıraktı. Ahmed Arif, Leyla’sına kavuşamasa da yarattığı eserler yeni Ahmed Arif ’lere ilham kaynağı yaratıyor, aşk kavramını tekrar tekrar sorgulatıyor, sevgisine bağlılığı saman alevi, sabun köpüğü popüler gündelik aşkların gelip geçiciliğine karşı bir başka pencere sunuyor.

Yaşar Kazıcı


Saçları Var Yalnızlığın

Saçları var yalnızlığın. Acının aleviyle kavrulmuş Hüzünden elleri, Yürekleri kaderin felcine tutsak eden Kederden bakışları var…

Ve ölümün kapanında Örselenmiş zaman, Yavaş yavaş tüketiyorken Biçare gözbebeklerimde kuruyan Nice umudu...

Şu karabasan misali Azgın yağmurlarda Pencerelerimi santim santim sarıyorken Hasretin damlaları;

Kadere avuç açmış Dilenci bir bekleyişte, Sessizliği vatan bilen kimsesizliğimle birlikte Sürgün oluyor! Ömrümün çekmecelerinde biriktirdiğim, Nice gerçeğim.

Ruhumu, demir parmaklıklar ardında bırakan bir feryat! Densiz çileleriyle birlikte Yaralıyor, Bir tutam mutluluğa muhtaç, Yarınlarımı…

Veyahut Ufku kana bulanmış gözyaşlarımın İdam sehpasında, Hayatın, çehreme emanet bıraktığı Cefakâr kırışıklarla birlikte Asıyor! Istırap denen veba, Ayrılığın kararmış kalbinde pıhtılaşan Çaresiz tebessümlerimi…

Barış Ünlü


Seni Beklerken

Seni beklerken, seni düşündüm. Senin yerine koydum kendimi. Bir çocuk için üzüldüm, bir anne için ağladım. Hayat ne kadar zor geldi bana birden, Ne kadar acımasız, Ne kadar adaletsiz... Bir çocuğun umudunu, Bir çocuktaki annenin umudunu düşündüm Ve hayıflandım kendi kendime. Ne acı, bir annenin kendi yerine giden evladını Sonsuza yolcu edeceğini bilmeden uğurlaması. Bir ekmek ve bir hayat, Gerisi büyük bir yalan. Koskoca bir boşluk yürekte açılan, Doldurulamayacak olan. Ne ayıp bize Elimiz kolumuz bağlı, Yalnızca seyirciyiz olup bitene. Acıları paylaşmak yetmez, Giden temiz bir yürekse...

Semra Ünkaya


Huzur

“Senin yanında olmak huzur veriyor bana” bu cümleyi hayatımızda kaç kişiye söylüyoruz ya da kaç kişi bunu bize hissettiriyor acaba? Düşünün bakalım... Neden huzur? Neden mutluluk ya da başarı değil de huzur? İşte bunun cevabını birlikte bulacağız. Huzur’un kelime anlamı rahat ve dingin olma durumu. TDK’ya göre dirlik, baş dinçliği, gönül rahatlığı, rahatlık, ön, yan, kat, makam, yamaç, bir yerde bulunma, padişah katı. İngilizcedeki karşılığı ise prence, attendance, peace, ease, quiet, comfort, calm olmaktadır. Ben huzurun ne olduğunu 32 yaşımda işsiz kaldığımda öğrendim biliyor musunuz? Size de anlamsız geldi mi, insan nasıl işsiz kalınca huzuru bulur diye? Ne yazık ki öyle... On iki yıllık kariyer hayatımda öylesine koşuşturma içinde yaşıyordum ki hiçbir şeye vaktim yoktu, kendime bile! Allah’ın sevgili kuluymuşum ki işsiz kaldım ve durup bir geriye baktım; ne yapmışım? , nereye gidiyorum? niye ben? diye bunun gibi pek çok soru, pek çok cevap... Çok şükür ki soluk almaya zamanım oldu. Hayata başlarken hayallerim vardı tıpkı sizler gibi ama hiçbirinde çalışırken kendimi kaybetmek yoktu. İş hayatının o parlak ışıkları beni de cezbetmişti; çalışıyordum, ödülümü alıyordum ve kazandığım parayla her şeyi alabiliyor, her yere gidebiliyor, “iste senin olsun” düşüncesi yetiyordu ama bilemezdim hırs, başarı, isteklerin beni benden aldığını... İnsanları ne kadar çok kırdığımı, onlara görünmez gibi davrandığımı, suratımın ise hiç gülmediğini.

Semra Ünkaya


Dünya Kitap Günü

Bazen kendimizi bulmak için, bazen hayatın sıkıntılarından, koşuşturmasından sıyrılmak için, bazen de sadece mutlu olmak için okuruz. Şiir, öykü, roman... Ne olursa, okuruz. Zaman zaman ‘’beni anlatıyor!’’ deriz, kitapla duygusal bir bağ oluştururuz. Bu sırada aklıma Cemil Meriç’in cümlesi geliyor; ‘’Ve kitaplardaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim...’’ Ve gelelim dünyada bir kitap gününün olmasına... Gelişen teknolojiyle birlikte her şeyin kolaylıkla elde edilebilmesi kitaplara ve kütüphanelere verilen önemi de azaltmış bulunmakta. Kitaplara dikkat çekmek amacıyla 1995 yılının 23 Nisan gününde UNESCO tarafından Dünya Kitap Günü ideal bir tarih olarak belirlendi. Karar tüm dünyaya duyuruldu. Pek çok ülke tarafından kabul gören bu gün, ülkemizde 2001 yılından itibaren kutlanmaya başlandı. Bu kutlamanın amacı; kitaba gereken önemin verilmesini sağlamak, okuma alışkanlığını geliştirmek ve gelecek nesillere aktarmak, yayına, yayın hakkına, düşünce özgürlüğüne, kitabın uluslararası anlamda anlaşmayı ve iletişimi kuvvetlendirdiğine dikkat çekmektir. Bu haftada dünya genelinde ülkelerde, kitap fuarları kuruluyor, okuma ve anma günleri yapılıyor, indirimli kitap günleri düzenleniyor. Aynı zamanda bu günle birlikte kitap dünyasını alt üst eden korsan yayıncılıkta protesto ediliyor. Teknolojinin kolaylığına ve hızına aldanmayıp kitaplarımıza ve okumaya gereken özeni gösterelim. Unutmayalım ki kitaplar, hepimizden birer parça, birer iz barındırıyor. Bu güzel ve önemli günde sevdiklerimize armağan edeceğimiz bir kitap, atılan büyük bir adım olacaktır.

Burcu Kılıç


Adalete Sesleniş

Bir insanı sadece kurşun öldürmez. Aç bir adamı; Lokantanın camına sinmiş Yemek buğusu vurur. Yetim bir çocuğun yüreğine en çok “Anne” diye seslenen bir yavrucak dokunur. Babalık vurur babalık! Cebindeki son parasıyla Evine ekmek, soğan götüren adamı. Bir şarkı damarına basa basa Geçer içinden bir gencin. Acının tüm hücrelerini lime lime Ettiğini hisseder. O, yine de incinmeyi sever(!) Bir çöpçüyü; Hiçbir zaman kızına götüremediği ama her gün kaldırımdan temizlediği Bir çikolata ambalajı vurur. Gecekonduda yaşayan bir kadını; Haftada üç gün camlarını sildiği, Bulaşıklarını yıkadığı, Boğaz manzaralı bir yalı vurur. Boğaz manzaralı bir yalı! “Ben film sevmiyorum siz gidin” diyen kızı; Öldürür, o parasızlıktan söylediği yalanlar. Ve dünyanın bütün sigara paketleri; “Bir dalın var mı?” diyen delikanlının Cenaze namazını kılar. Bir insanı sadece kurşun öldürmez. Ha, bir de! Bu şiiri yazarken kaç kere öldüğümü bilseydiniz, Duygularıma müebbet verirdiniz!

Mustafa Akdaş


Asya’nın Suları

Saatlerin zamandan men edildiği Ayazlı bir kış gecesinde Tüm yazılmışların şemsiyesi altında Dilimi bocalatan bazı cümleler… Karanlığa serdim yine soframı Kör dumanlar arasında sıkıştırıldım Sonra mıh izleri sürdüm sokaklarda, atalardan Atalar hatırlattı ölümün o zamansız tadını Oysa ölüm, sirenlerde gizliydi Belki gördük, belki duyduk, belki de duymadık Asya’nın sularına bıraktığım potkaldan da bir haber yok Kestane mevsimi geldi geçiyor Gurbet hâlâ adımın hizasında Ve içerimde Kafka’yı kıskandıracak korkular… Arenalara kapatıyorlar bizi, hem de gönüllü Haykırılıyor orada insanların akılları Alkışlanıyor haykıranların renksiz tabakaları Belki ben alkışlamıyorum ama aynı arenadayım Alkışlamış mı sayılıyorum? Alimlik taslayıp eritmeye çalışıyorum zulmün dağlarını Zalim yetiştiren zulmün dağlarını Zalimden doğan alimi arıyorum Dünyadaki son halimi arıyorum Yunus’u dergahlarca dolaştıran aşkın emsalini arıyorum…

Yunus Oruç


Süt Beyaz

Kadın vardı anadan doğma beyaz Beyaz şaraptan elleri Şarap ne kadar sıcaksa Kadın o kadar alevli Pamuk tarlası kolları Bu kollar adamın ideolojisi Entarisinden görününce dizleri Septik yaklaştı süt kendi beyazlığına Cennet yattığını iddia ederler Topuğunun altında Fakat topuğun kendisi cennetti. Adam geldi ve dibine kadar beyaz Kadının ellerini aldı Piyanoya buladı. İstedi ki, kadın anlasın Bembeyaz ellerin piyanonun tuşlarını öldüreceğini.

Merve Aslan


Dünya Sağlık Haftası (7 – 13 Nisan)

Son zamanlar ülke olarak, bireysel ve toplumsal açıdan psikolojik rahatlamaya fazlasıyla ihtiyacımız var. Yaşanan olumsuzlukların art arda gelmesi toplumsal olarak bizleri fazlasıyla kötü etkiliyor. Bu anlamda, “Dünya Sağlık Haftası”nın yaklaşması sebebiyle, hepimiz için önem taşıyan sağlık konusu üzerine bir nebze de olsa kafa yormak, bizlere iyi gelecek. Her yıl, 7-13 Nisan tarihleri arasında kutlanan bu haftada sağlıklı bireyler olmanın önemi vurgulanır. Dünya Sağlık Haftası’nda, Türkiye’de ve dünyada çeşitli etkinlikler düzenlenir. Bu etkinlikler sayesinde insanlar, sağlıklı yaşam konusunda bilinçlendirilir. Ayrıca, kişilerin sağlık hizmetlerinden verimli bir şekilde faydalanabilmeleri için devlet politikaları konusunda ne tür iyileştirmelerin yapılabileceği üzerine tartışılır. Eşit yurttaşlar olma noktasında, devletlerin bireylere sunması gereken en önemli hizmetlerin başında sağlık konusu gelir.

Eğer devletler kişilere bu konuda her türlü hizmeti, verimli bir şekilde sağlayamazlar ise toplumlar refah ve huzur içinde yaşayamayacaklarından, ülkeler açısından birçok konuda gelişme sağlanamaz. İnsanlık olarak keyifli bir yaşam sürebilmemizin ana koşulu; fiziksel ve psikolojik anlamda kendimizi iyi hissetmemizdir. Bu durumdan yoksun olduğumuz zamanlar ne iş hayatımızdan ne de özel hayatımızdan verim alabiliriz. Bunun yanında ister istemez hastalığa odaklı olma hali, başka alanlara yönelmek konusunda da bizlere imkân vermez. Günlük hayatlarımızda birçoğumuzun az ya da çok yaşadığı sorunlara bir de toplumsal olarak yaşanan sıkıntılar eklenince, üst üste yığılan her şey sağlımızı göz ardı etmemize neden oluşturur. Oysaki toplumsal açıdan mutluluk ve refah, insanların bireysel açıdan her yönüyle sağlıklı olmalarına bağlıdır. Örneğin; kişilerin özel hayatlarında herhangi bir sıkıntı nedeniyle yaşadığı psikolojik rahatsızlık, toplumdaki diğer


bireyleri zarar görme boyutunda etkilerken; fiziksel olarak yaşanan bazı rahatsızlıklar da kişilerin günlük hayatlarında yapması gereken rutinleri dahi etkileyerek çeşitli olumsuzluklara sebep olur. Bu örneğe dair Sigmund Freud, “Sevebilen ve çalışabilen insan sağlıklıdır.” derken ruhsal ve biyolojik açıdan sağlıklı olmanın hayatımızdaki önemini vurgular. Yaşamdan tat almak, sevdiklerimizle güzel vakit geçirebilmek ve kendi kendimize yetebilmek için zihnimizi ve bedenimizi iyi hissetmek şarttır. Bütün bunların yanında insanın kendini sevmesi ve önemsemesi de başka bir önemli noktadır. Günlük yaşamın koşturmasına kendimizi kaptırıp yok saydığımız en vahim konu: sağlık sorunlarımızı önemsememektir. Yaşam koşulları gereği yoğun olarak çalışan birçok birey, sağlığı konusunda fazla ihmalkârdır. Durum böyle olunca Johann Wolfgang von Goethe’nin de söylediği gibi “İnsanlar, önce para kazanmak için sağlıklarını; sonra da sağlıklarını korumak için paralarını harcarlar.” gerçeği hayatımızın bir parçası olmaktadır. Aradaki ince dengeyi sağlayabilmek zor olsa da mutlu insanlar olmanın koşulu önce kendimize değer vermektir. Eğer bundan yoksunsak, etrafımızdaki güzellikleri görmek ve sevdiklerimizle hayatın tadını çıkartmak konusunda maalesef yenilmiş sayılırız. Sonuç olarak, insan sağlığının hafife alınması (!) bireysel ve toplumsal olarak ciddi sorunlara sebep olur. Bu nedenle hepimiz sağlık konusunda duyarlı olup, sağlık problemlerimizi geç kalmadan çözüme ulaştırmayı önemsemeliyiz. Toplumdaki bütün bireylerin sağlıklı yaşamanın bilincine varması ve keyifli bir yaşam sürmesi temennisiyle.

Serap Ödül


Eşlenik

Ne güzeldir her gece kelimeler kurmak seninle. Avluya çıktım, pencerelerde aradım seni. Soğuk suları tek içtim. İsimsiz rehberlerde aradım yokluğunu. Hüviyetsiz adımlar attım cadde başlarına. Sonra döndüm baktım aynalara, Seni gördüm orada. Sen bendin. Ben de sen… Sen, “ben buradayım” diyordun. Saatler ve senelerce aradım seni. Bir daha bu güzel gecelerde sevgili bulunur elbet. Umutların ilk hecesi bunu söyler durur. Uçurtmanın ipini salalım uzaklara, çok uzaklara... Ta ki gözlerine değin salalım. Bir rıhtım köşesi bir deniz kıyısı, Öylece kalalım.

Sevişelim kelimelerle ve yıpranmayalım. Aşkın yıllarına şarap gibi akan dudakların konuşsun. Biri zamanı durdursun diğeri otobüsleri. Sevda sözleri özlemlere kurulsun. Eşleniğim… Ruhumun güzelliği… Eşsiz mabedim… Eserim… Denizlerdeki dalgalar senin eserindir. Gezelim. Sevelim, oluklar suyunda yıkanalım. Ürkek kelimelerle alelade olmayalım. Arsız kelimeler kuralım seninle bin yıllık. Gidiyorsun şimdi, yollar senin. Bir adım daha gelsen bil ki yolcun benim. Güzelsin güzelim. Gülelim.

Ünal Özkan


Yanlış Çığlık

Önce bir çığlıkla geldin dünyaya, Şimdi çığlık atıyorsun kimse duymuyor seni. Belki köylü güzeliydin, Bozkır renkli saçların doğanın aynasıydı. Elleri nasır tutmuş köylü güzeli, Şimdi senin o nasırların toz toprak... Uzat diyeceğim saçlarını ama Islak ve yorgun... Sis çökmüş gözlerinde alevsizce yangın... Şişmiş ayaklarında dünyanın yükü... Ömür, baston üstü… İntihar diye sayıklayan diller… Acımasız gönüller… İşte ağlayarak geldiğin dünyadan ağlayarak gidiyorsun. Çığlıkların yönü değişti artık. Mutluluğa değil çığlıklar, yaralı gönlüne... Ölüm omzunu sıvazlayan kötü arkadaş gibi tam tepende Bekliyor...

Ünal Özkan


Gizem Kayahan Röportajı

1- Merhaba, ilk olarak kendiniz hakkında bizi biraz bilgilendirir misiniz? Merhabalar, 16 Nisan 1993 doğumluyum. Yeditepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler mezunuyum. Bir dönem konservatuar okuduğumdan gitar ve piyano çalıyor, solistlik de yapıyorum. Hafıza teknikleri, hızlı okuma teknikleri ve zihin haritaları eğitmeniyim. Bir dönem Üstün Zekalılar Merkezi’nde yaratıcı okuma dersleri verdim. Ayrıca lisanslı dalgıcım ve tango eğitimi alıyorum.

Bir anadolu lisesinde sayısal bölüm okumama rağmen, yazmaya, okumaya hep ilgili oldum. 15 yaşımda ilk romanım, “Denizin Külleri”ni yazmaya başladım lakin ona roman bile diyemiyordum. Ailem sayesinde 17 yaşımdayken yayımlandı ve 2014 yılında dördüncü baskısını yaptı. İkinci romanım, “Sensizlik Esiyor Yüreğimde” ise 2012 yılında yayımlandı, 2014 yılında ikinci baskısını yaptı. Ölümü anlatan üçüncü romanım, “Sözyaşları” ise 2014’te yayımlandı, şimdi ikinci baskıya giriyor. Bunun yanında “Sırat-ı Aşk” ve “Kırlangıç Ağıdı”

isimli kitaplarda birer hikâyemle yer alıyorum. Ayrıca yaşanmış bir hikâye olan dördüncü romanımın yazımını sürdürmekteyim. Bu arada “Mercek” isimli bir kısa filmin senaryosunu da yazdım, yakında izleyiciyle buluşacak. 2- Küçük yaşlardan beri hayaliniz neydi, okul yaşamınızı özetler misiniz? Son derece hayalperest biriyim lakin yazarlık hiçbir zaman hayallerimde yoktu, gerçekliğim haline dönüştüğünde ise bütün hayallerimi değiştirdi.


Daha önce de belirttiğim gibi Anadolu Lisesi sayısal bölüm mezunuyum, her zaman iyi bir öğrenci oldum ve kendimi geliştirmek için yollar aradım. 3 yılda Yeditepe Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünü iyi bir dereceyle bitirdim. Türk toplumunda cinsiyetsizlik üzerine bir tez yazdım. Şimdi İngiltere’de yüksek lisans planlarımı yapıyorum, eylül ayında ona başlamayı umuyorum. Bunun yanında internet üzerinden farklı uluslararası üniversitelerden dersler alıyorum. Öğrenmeyi seviyorum, kendimi geliştirebileceğim alanlar arıyorum devamlı. 3-Hayatta en sevmediğiniz durumlar nelerdir, hedefinize varırken yaşadığınız zorluklar oldu mu? Olduysa biraz bahseder misiniz? Elbette zorluklar oldu ama asla umutsuzluğa düşmedim, düşmem de çünkü ne olursa olsun üstesinden çabalarımla birlikte gelebileceğimi biliyorum. Henüz yolun çok başındayım, hep söylerim; kırk fırın ekmek yemem lazım ama ben fırının yerini arıyorum hâlâ. Çabalıyorum, çalışıyorum, emin adımlarla ilerliyorum, kimsenin ve hiçbir şeyin beni hedefimden alıkoymasına izin vermeyeceğim. Her alanda bu şekilde özverili ve umutluyum. 4-Niçin başka meslek değil de yazarlık? Öncelikle yazarlık bir meslek değil ve başka bir mesleğim olacak, akademik bir kariyer düşlüyorum ben, bir yandan da yazar koçluğu, yaşam koçluğu... Bunun yanında yazmak hayatımın içinde her zaman olacak. 5-Yazılarınızın esin kaynağı kim veya ne olmuştur?

Bu soruyu cevaplamak çok zor çünkü bir tane şey yok ki, hemen hemen her şeyden alabiliyorum ilhamımı, bazen otobüste yanıma oturan bir insandan bazen ise duyduğum basit bir melodiden. Önemli olan nereden değil, ne şekilde ilham alarak bunu ne şekilde aktardığınız. 6-Edebiyatın daha çok hangi yönleriyle ilgilisiniz ve ailenizin bu süreçte size katkısı neler oldu, çevrenizden ne gibi tepkiler aldınız? Roman benim için çok özel, derin, özgür... Son zamanlarda hikâye yazmayı da deniyorum ve senaryo da var tabii. Ailem benim her şeyim, onlar olmasa bir kelimem bile buluşmazdı kağıtla. Onlar beni yazar olarak yetiştirmişler, küçüklüğümden beri oyunlarımız hep hikâye tamamlama ve en uzun cümleyi yazmaya çalışma üzerineydi, annem şiir yazardı ve ben hep özenirdim. Okumayı öğrendiğim günden beri günlük tutuyor, hikâyeler yazıyorum. Beni hep desteklediler ve hep yardımcı oldular. Ne yazık ki ailem dışında çevremden yapıcı tepkiler almadım, arkadaşlarım ve öğretmenlerim için “Bizim Gizem yazar olmuş.”tu çünkü, dediğim gibi yazarlık hayallerimin arasında olmadığından yaptığım şeyi önemsemiyordum, matematik ve biyolojiyle ilgiliydim, edebiyat dersim yoktu bile. Bu yüzden birden 400 sayfa romanla ortaya çıkınca pek umursanmadım ama okuyucularımdan her zaman güzel yorumlar aldım. 7-Günümüzdeki edebiyat durumunu nasıl buluyorsunuz? Günümüzde sanat ne yazık ki popüler kültür tarafından bastırılmış durumda, oysa popüler kültür sanatın bir parçası olmalı.

Sanatın her dalı önemsiz ve gereksiz görülmekle birlikte, farklı görüşlerin baskısı altında ve özgür değil. Sanatı icra edenlerin özgür olmadığı gibi insanlar da özgürce sanata ulaşamıyor. Böyle bir durumda bir ülkenin kültürünün zarar görmesi ve hatta çöküşle karşı karşıya gelmesi kaçınılamaz. Bir yanım, belki de kırgın olduğundan ve Türkiye’deki sanat anlayışından bağımsız düşünemediğinden, kendine ‘sanatçı’ diyen bir takım insanların, sırf tanınmak, satmak ve para kazanmak için popüler kültürü kullandığını düşünüyor. “Çok Satanlar” başlığı altında olan her şeyi nitelikli, iyi sanıyoruz, bir film “Hollywood” çıkışlıysa harikadır ve eğer bir milyon takipçisi varsa o kişi kesinlikle dinlenmeye değerdir... Bu sırada nice eserler, değerler kimseye ulaşamadan yitip gidiyor, daha da kötüsü tam ulaşacakken bazı güçler tarafından yasaklanıyor, ayağı kaydırılıyor. Sanata; ayıp, muhalif, din gibi kelimeler karışıyor. Hep karşı oldum, sırf o konu konuşuluyor diye, onunla ilgili yüz, yüz elli sayfa doldurup yayınevlerine göndermeye, bunun sanatın bir parçası olmadığını, sanata zarar verdiğini düşündüm. Elbette ben de ne denli sanata katkı yapıyorum tartışılır, daha çok gencim ve düşüncelerim de çok genç, kalemim de öyle. Ben naçizane kendimi geliştirmeye, ilerlemeye çalışan bir zihnim sadece. Ve elbette sanatın ne olduğu da tartışılmalıdır. Danto, Warhol’un Brillo Kutuları’nı ilk gördüğünde “Eğer bu sanatsa, her şey sanat olabilir. Her şey...” demiş. Gerçekten de birkaç kutu yan yana konunca sanat olabilir mi, yoksa bu sadece ilgi çekmek ve para kazanmak için yapılmış bir mizansen mi? Bir yanım da eğer ki popüler kültür toplum tarafından yaratılmışsa ve eğer sanat toplumu yansıtmalıysa, popüler olan sanat


olabilir diyor. Her şey sanat olabilir diyor, önemli olan, popüler olanı, sıradan olanı sanatsal bir şekilde sunmak insanlara. Bu noktada Warhol da çok iyi bir sanatçı çünkü kimse kutuları bu şekilde kullanmadı değil mi, herkes içi boşalınca çöpe attı, kimse evinde, elinde olanları bu şekilde sunmadı, bu şekilde sunmayı aklına bile getirmedi. Bu durumda sorulması gereken ilk soru, “sanat nedir?” ardından durumu ve nelerin bu terime dahil olduğu tartışılabilir lakin Türkiye’de bu gibi tartışmalar hep sığ ve bazı güçlerin boyunduruğu altında.

8-Buradan sizi okuyan ve takip eden okurlarınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı? Öncelikle teşekkür ediyorum, onlar olmasa ben de olamam. Güzel dilekleri ve yorumlarıyla yanımdalar ve kendimi geliştirebilmem için bana yol haritası sunuyorlar. Okuyucularımla buluşabileceğim her imkân benim için çok değerli ve keyifli. Dilerim nice kalbe ulaşırım. Benim gibi yazmak isteyenler varsa eğer; onlara da asla vazgeçmeyin diyorum, her yol zor, uzun ve engelli, yalnız çalışıp çabalayan ve yılmayanlar başarılı olabilir. 9- Tek cümlede özetlersek sizi en iyi anlatan cümle nedir? Pek çok gizem var, hiçbiri ben değil ama hepsi ben... Teşekkür ediyorum!

Mustafa Akdaş



Ah Müjgân Ah Sadri Alışık geçti bu dünyadan... Ofsayt Osman, Turist Ömer, Kazım, Hüsnü Neşedenyana ve daha birçok isimle tanıştırdı bizleri. Girdiği tüm rollerde hayatımızdan biri oldu Sadri Alışık. Mahallede gördüğümüz amca, parkta gördüğümüz simit satıcısı, üst komşumuz, mahallede oynayan çocuklar... Her yaştan insana tanıklık eden bir içtenliği, gerçekçiliği vardır üstadın. Bir de bizleri hem güldüren hem ağlatan, şiir gibi sesiyle içimize işleyen sesi, hüzünlü gözleri... 69 senelik yaşantısına hem sinema hem tiyatro oyunculuğunu, ses sanatçılığını, şair ve ressamlığını sığdırmış büyük üstad. En önemlisi de iyi bir eş olmuş Çolpan İlhan’a. Keşke yaşasaydı ve iyi ki yaşamış dedirten filmlerini izliyoruz bugün büyük sanatçının. Sadri Alışık denildiği zaman aklıma gelen ilk şey sigarası, rakısı, hüzünlü bakan ağlayan gözleri ve tabii ki Müjgan’ı... “Ah Müjgan ah, sen nelere kadirsin” dedirten bir Sadri Alışık filmini tanıtacağım bu ay sizlere... Mehmet Dinler’in yönetmenliğini üstlendiği, 1970 yapımı, Yeşilçam’ın en iyi aşk filmlerinden biri olan “Ah Müjgan Ah” filminin başrollerini Sadri Alışık, Esen Püsküllü ve Salih Güney paylaşıyor. Ah Müjgân Ah; sevgiyi, hüznü, duygusallığı, pişmanlığı, korkuyu, saygıyı bir arada seyirciye sunan bir aşk hikâyesi. Aşkın Sadri Alışık ile bütünleşmesi ve seyirciye sunulması...

Böyle seni çeşmelere falan göndermeyeceğim. Topuzlu karyolamız, aynalı konsolumuz, kadife masa örtümüz bile olacak.” Hüsnü, Müjgân ile evlenmek için üç işte birden çalışmaya başlar. Müjgân ise hem evlenmek hem de annesine bakmak için bir terzide işe girer. Hüsnü, olacakları önceden hissetmiş gibi Müjgân ‘ın çalışmasına karşı çıksa da sonradan razı olur. Her şeyden habersiz... Aslında her şey Müjgân bu terzide işe girmesiyle başlar. Müjgân, zengin yaşamını gördükçe fakirliğini küçümser, zenginliğe özenir. Tam o sırada da iş yeri sahibinin oğlu Faruk, Müjgân ‘ı görür ve beğenir. Günlerce peşini bırakmaz. Müjgân; genç, çapkın, zengin ve amacı sadece istediğini elde etmek olan bu gencin tekliflerine başta kulak asmaz, yüz çevirir. Hüsnü bekler Müjgânı’nı, Müjgân Hüsnü’yü sever(!) Fakat Hüsnü Müjgân ‘daki soğukluğu anlar, yine de Müjgân dan şüphe etmek istemez, kötü konuşmaz, konuşturmaz arkasından... Sadece “Yahu ben kuruntu yapmam. Bi’ şey var Müjgân’da. Yüzüğünü takmadı, yüzü hiç gülmedi, gazozunu içmedi. Ya Müjgân bugün güzel bile değildi. Ötesi var mı?” sözleriyle ah Hüsnü dedirtir bizlere. “ Müjgân bugün güzel bile değildi” sözünü içinizden defalarca tekrarlarsınız.

Hüsnü ve Müjgân, aynı mahallede yaşayan fakir ama birbirini seven iki gençtir. Yetim olan Hüsnü manav çıraklığı yapar; Müjgân ise annesiyle (Asiye) yaşar. Annesi, Müjgân’ı evlendireceği zengin bir damadın hayallerini kurarken; Müjgân ile Hüsnü her gün sahil bahçesinde gizlice buluşup evlenecekleri günün, yuvalarının, çocuklarının hayalini kurarlar. “Sen varsın diye varım ben. Yaşamak Müjgân diye bir şeydir, ölmekse Müjgân yok demektir.” sözüyle aşkın varlığını ve yokluğunu en güzel şekilde anlatan Hüsnü’nün bağlılığını, sevgisini, Müjgân’ın elini kendinden bile sakınırcasına tuttuğu sahneden anlıyoruz. Zenginlikte gözü olmayan Hüsnü’nün istediği tek bir şey vardır; Müjgân’la evlenmek. “Fazla bir şeyde gözüm yok benim. Seninle olayım, sana kavuşayım yeter bana. Evimizin misafir odası olsun istiyorum. Elektriği, suyu olsun istiyorum.

Zengin damat isteyen Asiye, Hüsnü’nün Müjgân’ı istemesine izin vermeden fakirliğini yüzüne vurur. Seyirciye fakirliği sevdiren, olmayanla gülmeyi öğreten Hüsnü Neşedenyana susar bu kez, parası olsaydı konuşturulacaktı, Müjgân da onun olacaktı. Asiye, Müjgân’ın da aklına girerek kızını Faruk’a verir.


Müjgân, tüm bu olan bitene karşı çıkmayarak annesinin isteğine razı olur. Her şeyden bi’haber Hüsnü, hem mutluyken hem de hüzünlüyken içmeye gittiği meyhanede arkadaşlarından öğrenir Müjgân’ın evlendiğini. Ertesi gün gider mahallleye, gözyaşları içinde yalvarır Müjgân’a “Müjgân! Etme Müjgân, gitme. Bırakma beni, öldürme n’olur. Bak, nişan yüzüklerimiz hazır, aynalı konsolumuz, topuzlu karyolamız, kiralık gelinliğin, her şeyler, her şeylerimiz hazır..” Müjgân, annesiyle birlikte arabaya biner, bir daha dönmeyeceklerini düşündükleri mahalleden ayrılırlar. Müjgân’a beddua etmeyecek, ettirmeyecek kadar seven Hüsnü’nün ağzından “Müjgân’a beddua etme” cümlesi çıkar sadece.

Müjgân, kısa sürede zenginliğin ve paranın verdiği ihtişamla fakirliğini, sevgisini ve en önemlisi de Hüsnü’yü unutur. İşte o zaman kızarsınız Müjgân’a Hüsnü’yü aramadığı, sormadığı bir kez olsun aklına getirmediği için. Belki de en ağır sözleri söylemek istersiniz fakat Hüsnü’nün bir kez olsun arkasından kötü konuşmadığı, konuşturmadığı Müjgân’a yapamazsınız bunu. İçinizden ah Müjgân ah diye geçirirsiniz sadece. Bu sırada Müjgân’ın bir çocuğu olur. Faruk elde ettiği Müjgân’ı ve görgüsüz diye nitelendirdiği annesini istemez. Önce Asiye’yi sonra da Müjgân’ı evden kovar. Bir zamanlar küçümsediği, fakirliğiyle alay ettiği Hüsnü sahip çıkar Asiye’ye. Yıllar sonra mahallede Müjgân’la karşılaşan Hüsnü’nün “Merhaba” deyişinde yılların birikmişliğini, söylemek istediklerini sadece üç dört kelimeye sığdırdığını anlarsınız. Hüsnü, Müjgân’ın çocuğuna bakar, “Çocuğun değil mi? Evlenseydik bizim çocuğumuz olacaktı. Benim çocuğum olacaktı değil mi? İsmi de Ahmet, Mehmet, Cemal gibi bir şey olacaktı.” sözleriyle Müjgân’ın pişmanlığını bir kez daha yüzüne vurur. Gazinoda çalışmaya başlayan Hüsnü, Müjgân’ın istediği her şeyi alacak kadar zengin olmuştur. Tek eksiği vardır: en büyük matemlere layık olan Müjgân’ı...

Her akşam seyirciyi güldüren, alkışlarla sahneden ayrılan Hüsnü, bu sefer ağlatır herkesi, kendini ve Müjgân’ı bile... Herkesten sakındığı, adını kimse duymasın diye söylettirmediği Müjgân’ı başlar anlatmaya. “Semtimizin bir tanesiydi Müjgân. Saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür. Elleri ufacık, gözleri dört defa lacivert. Ve de ne her ne hikmetse, o da bana gönüllüydü. Öyle bir sevdim ki Müjgân’ı. Dünyamı şaşırdım. Haddimi bilemedim. Evleniriz gibi geldi bana. Evimiz, yuvamız olur. Işığımız yanar. Fakir soframız kurulur gibi geldi. Sahil bahçesinde gazoz içerekten gizli gizli mal-ü hülya kurardık. Sonra da çarşılara giderdik. Eşya beğenirdik, elden düşme. Aynalı konsolumuz, topuzlu karyolamız bile olacaktı. Müjgânım her an, her bir daim yanımda olacaktı. Ama olmadı, gitti. Nereye mi gitti? Paraya gitti abiciğim, paraya...” sözleriyle devam eden sahnede Hüsnü ile birlikte ağlar, bir yandan da mutlu sonu bekler, Hüsnü’nün daha fazla üzülmesine dayanamazsınız. Hüsnü, gazinodan çıkar çıkmaz Müjgân’ı alır ve evine götürür. Son sahnesiyle herkesi ağlatan Hüsnü, Müjgân’a da büyük bir ders verir. Hüsnü’nün gözyaşları aktıkça Müjgân’a kızar, ıslanan yanaklarınızı siler, bir ah çekersiniz. Oysa Hüsnü, Müjgân’ı unutamayacak kadar sever. Bu sevgi karşısında ve gözyaşlarına yenilip Müjgân’ı affedecek mi yoksa gururunu koruyup Müjgân’ı silip atacak mı? Büyük bir aşk, duygusal sahneler ve gözyaşlarınızı tutamayacağınız büyük bir başyapıt. “Müjgân’ı unutmak, Müjgân’ı sevmemek” diyen Sadri Alışık’ın eşsiz, samimi ve gerçekçi filminde hepimiz birer Müjgân ve hepimiz birer Hüsnü’yüz. Üstadı doğum gününde saygıyla anıyoruz. Keyifli izlemeler...

Seda Kamburgil


Bir Aşkın Tahlili İçimizdeki Şeytan

“Birbirimize rastlamadan evvelki hayatımız sahiden birbirimizi aramaktan başka bir şey değilmiş?” Sazlı Bahçe’ye eğlenceye gittikleri bir gece Ömer’in arkadaşı olduğu anlaşılan Bedri ile karşılaşırlar. Bedri, Macide ve Ömer’i birleştiren bu tesadüf silsilesi onları farklı bir dünyaya doğru iter. Parasızlığın getirdiği mecburiyet ile sürekli Bedri’den para almaya başlayan Ömer’i içindeki şeytan bir çıkmaza doğru sürükler. Her şeye rağmen aşklarına itimadı tam olan Macide, Beyoğlu’nda tesadüf ettiği bir manzara karşısında hayatını yeniden şekillendirmeye karar vermişken, olaylar onu başka bir yere doğru götürür. Beyoğlu Şehzâdebaşı arasında gidip gelen masum bir aşk hikâyesi daha sizleri bekliyor. Üniversite öğrencisi iki arkadaş Kadıköy’den bindikleri vapurla karşıya geçerken gençlerden biri olan Ömer, vapurda gördüğü siyah saçlı genç kıza ilk bakışta âşık olur. Ömer’in uzak akrabalarından olan Emine’nin yanında kalan bu genç kızın Balıkesir’den bir akrabası olduğunu ve konservatuar okumak için İstanbul’a geldiğini Emine adındaki bu kadın okuyuculara aktarır. Macide adındaki bu genç kız, ilkokuldan beri sesinin güzelliğiyle öğretmenlerinin dikkatini çeker, yine onların tavsiyesiyle bir müzik okuluna yazdırılır ve piyano ile uğraşmaya başlar. Önceleri Necati adında bir müzik hocasıyla çalışan Macide sonradan Bedri adında bir genç hoca ile müzik derslerine devam eder. Ancak bir gün bir mektup vakasıyla müdür beyin gözüne batarlar. Bedri ve Macide arasında kendilerini engelleyemedikleri bir his, kalplerini sarmaya başlar. Hissettikleri bu şeyin ne olduğunu anlayamadan ikisinin de yolları ayrılır. Macide kendileri gibi Balıkesirli bir aile olan Emine teyzelerin evine gelir. Bu aile onu kendi kızları gibi sever. Bu ailenin Macide’ye karşı olan sevgisi, genç kızın Ömer ile gezip tozmalarına kadar devam etmiştir. Bir gece yarısı da onların aşağılayıcı sözlerine daha fazla dayanamayarak evi terk eder ve Ömer’in yanına yerleşir. Daha kendine bile bakamayan Ömer’in bir ev geçindirmeye gücü yoktur. Önceleri Macide’nin birikmişiyle devam eden gençleri ilerde çok zorlu günler beklemektedir. Bir gün Beyoğlu’nda bir dükkandan çaldığı bir çift çorap ile içindeki şeytanı uyandıran Ömer, sonraları bu şeytana hükmedemeyerek onun esiri olur.

Keyifli okumalar...

Meltem Gökce


İltica

Nasır tutmuş yaralarına Hakk’ın merhemini sürmüştü onlar. Umutlarını arkadan elleriyle bağlamışken gelen Karşı konulmaz bir emir. Ve kuşkusuz ‘keşke... O an soruların en zoru dil uçlarında: “Biz neden buradayız?” Her şey bittiğinde Onların gözlerindeki inancı Korku diye yamadım sol cebime. Özgürlüğüm, postallarımın bağında gizliydi, Çözdüm. Ve kaldırdım kafamı, İnanmışlığıma diktim bakışlarımı. Ve -siz dedim: “Sör Walker! İyi bilin ki, artık emperyalist bir köle değilim!” O andan itibaren Geri kalan hayatımı Bir ağacın gölgesine bırakıyorum. Dudaklarım hûd’u sayıklarken, Bedenim vav’a tutkun. Ve tevbeye düşmeden önce biliyordum ki; Masumiyetimizi öldürdük biz. Kirli bir defterin Koparılan yapraklarıyız artık...

Ferdi Örnek


Sultanü’ş- Şuara “Kadrini seng-i musallada bilip ey Baki Durup el bağlayalar karşına yaran saf saf “

Haddim olmayarak aldım kağıdımı, kalemimi onu anlamaya çalışıyorum ve tabii ki daha yakından tanımaya, tanıtmaya... Düşünüyorum da nasıl sevebilir bir insan şiiri “söz ipliğine inci dizmek’’ diye nitelendirebilecek kadar? Bir vazife edindim kendime, önce onu tanıtmaya sonra da anlamanızı sağlamaya çalışacağım. Peki, kimdir Baki? Asıl adı Mahmut Abdülbaki’dir. İsmini mahlas olarak seçmiştir. Gençliğinde saraç çıraklığı yapmış ve cami kandillerinin yakılması işi olan ‘serrac’ çıraklığında bulunmuştur. Başta medreseye ailesinden gizli gitmiştir. Ailesi, eğitime ve ilme olan büyük tutkusunu anlayınca medreseye gitmesine izin vermiştir. Hırslı kişiliği sayesinde iyi bir eğitim görmüş, dönemin ünlü müderrislerinden dersler almıştır. Bu sırada da kaleminin gücü gittikçe yayılmaya başlamıştır. Eğitimini tamamladıktan bir süre sonra farklı medreselerde müderrislik yapmıştır. Yaşamı boyunca farklı dönemlerde hükümet hizmetinde bulunmuştur; kadılık, kazaskerlik buna benzer makamlarda vazifeler yapmıştır. Yaşlılığında şeyhülislam olmak isteyen Baki, bu makama getirilmemiş ve buna çok üzülmüştür.

( Ey Baki, senin değerini musalla taşında bilecekler ve dostların sıra sıra durup karşında el bağlayacaklar. Seni anlayamadıkları için karşında suçlu gibi duracaklar.) Bu beyiti şeyhülislam olamaması üzerine yazdığı söylenmektedir. Bâkî, Fuzûlî ’ye göre çok şanslıdır. Divan şairidir fakat Sultan Süleyman tarafından büyük ilgi, yakınlık ve yardım görmüştür. Bâkî’nin yazdığı kasideler ve gazeller, Sultan Süleyman’ın parlak zaferlerini yansıtmaktadır. Bâkî, adeta ses bakımından heybetli şiirleriyle Sultan Süleyman’ın görkemli yaşayışına alkış tutmuştur. Padişahla şair arasındaki bu yakınlığa diğer şairler gıpta etmiş ve “Bâkî’yi zamanının en büyük şairi yapan Sultan Süleyman’dır’’ demişlerdir. Sultan Süleyman’ a karşı büyük bir sevgi ve saygı duymaktadır. Bunu Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine yazdığı mersiyesinde görmekteyiz: “Gün togdı şah-i alem uyanmaz mı habdan Kılmaz mı cilve hayme-i gerdün-cenabdan”

Yaşayan, var olan somut güzellere aşk duyar ve şiirlerini onlar için yazar. Bir sözü o kadar ölçülü söyler ki, bu söz üstlenebileceği kadar mazmun ve anlam üstlenir. Bu söz inceliğine ancak düşünüldükçe varılabilir. Yani, Bâkî’nin şiiri, daha ilk bakışta görülen bir söz sanatı yığını değildir. Bu titizliği yüzünden ona “Şiirin kuyumcusu” da denilmiştir. “Nev-bahar oldu gelin azm-i gülistan idelim Açalım gonca-i kalbi gül-i handan idelim” (İlkbahar oldu , gelin gül bahçesine gidelim. Goncaya benzeyen kalbi açalım (onu) gülen gül durumuna getirelim. ) Bâkî, 1600 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.

( Güneş doğdu, cihan padişahı [daha] uykudan uyanmayacak mı? Eşiği felek [kadar yüce] olan çadırından görünüp iltifat etmeyecek mi?)

Hilal Buse Yumuşak


Sorun

Varsın olmasın benim, Sorun bu değil Sorun, benim. Gözlerimin içinde varsın, Baktığım her yerdesin. Sorun sen değilsin, Sorun, gözlerim. Varsın olmasın hayallerim gerçek, Sorun hayallerim değil Sorun, gerçek. Başımı yastığa koyduğumda Aklımda sen varsın, Uyandığımda sen... Sorun sen değilsin Sorun, ben. Yazmaya çabaladığım her dizedesin, Sorun ben değilim Sorun, sensin. Varsın gülmesin yüzüm, Olmasın dualarım kabul, Varsın gelmesin yârim, Olmasın hiç mutlu günüm... Nihayetinde, Sorun senli günler değil Sorun, sensiz dün

Yasin Gel


Bozkırın Oğlu İle Denizin Kızı Kendisine gelen bu armağan için tanrılara teşekkür etti. Ama teşekkürlerin en çoğunu denizlerin tanrısı Poseidon hak ediyordu. Bozkırın oğlu da bunun farkındaydı ve üstüne düşeni yapıyordu. Her sabah, güneş doğmak için yüzünü dünyaya -nazlı bir gelin edasıyla yavaş yavaş- gösterdiği vakitte kalkıp deniz kenarına giderek Poseidon’a methiyeler düzüyor, ona özel yazdığı şükran dolu şiirler okuyordu. Koskoca denizler tanrısı Poseidon’a ikram edebilecek başka bir şeyi yoktu. Zaten Poseidon’un, ölümlü bir bozkırın oğlunun hiçbir şeyine ihtiyacı yoktur ki; eğer bi’ isteği olsa zaten kendisi söylerdi, diye düşünüyordu. Haklıydı da. Poseidon, bu durumdan şikâyetçi değildi; sadece bozkırın oğlunun kendisine sunulmuş olan -güzelliği denizlerde ve okyanuslarda yaşayan tüm canlılar tarafından dilden dile dolaşan, iyi kalpli ve merhametli oluşu ile de Olimpos’ta yaşayan tanrılar arasında saygı gören- deniz kızının ona yaşatacağı gerçek aşk karşısında nasıl davranacağına, insana özgü kibre kapılıp kapılmayacağını görmek istiyordu.

Bozkırın ortasındaki şehir, ilkbahardan ödünç alınmış üç günlük bahar havasına veda edip, gri bulutlarını sırtına geçirmişti. Ödünç aldığı güzelliklere karşı çok duyarlıydı bozkırın ortasındaki şehir. Üstelik ekimin ortasında bu kadar bahar havası, bu şehir insanına yeter de artardı bile. Tek vedalaşanlar, şehir ile ödünç alınmış bahar havası değildi. Bu şehrin tam ortasında, kendi hayalleriyle ve acılarıyla ve pişmanlıklarıyla ve umuduyla yaptığı kalede yaşayan, halkın “Bozkır’ın Oğlu” diye seslendiği genç bir adam yaşardı. Toprağın üstünde aradığı aşk ona denizden gelmişti. Deniz, ilk defa seçtiği bi’ ölümlüye en önemli hazinesini sunmuştu. Topraktan gelenin tekrardan toprağa döneceğini haber veren bi’ inancı vardı bozkırın oğlunun. Peki ya denizden gelen nereye dönerdi? Deniz kendi sunduğu armağanı geri alır mıydı? Bunların cevabını bilmiyordu. Cevapların canını acıtmasından korktuğu için de çok durmadı bu soruların üzerinde.

Deniz kızının da rızası vardı bu aşk sınavında. Ama en yakın arkadaşı kötü kalpli denizatı bunu ta en baştan beri onaylamıyordu. Ölümlü insanoğluna karşı kibir ve nefret taşıyordu kötü kalpli deniz atı. Nefret taşıyordu; çünkü annesi ve babası balıkçı insanlar tarafından yakalanıp öldürülmüşlerdi. Kibirliydi; çünkü annesini ve babasını yakalayıp öldüren balıkçılar, onu ellerinden kaçırmışlardı. O günden sonra kendisini yakalayamadıkları için insanoğlunun güçsüz olduğunu söyleyip durdu denizlerde. Bu yüzden en yakın arkadaşının bi’ insanoğluna eş olmasını istemiyordu. Kendince onu koruduğunu düşünüyordu. Fakat emir denizlerin tanrısı Poseidon’dan gelince deniz atına kişnemek düşerdi. Bu sadece bozkırın oğlunun sınavı değil aynı zamanda deniz kızının ve denizatının da sınavıydı. Deniz kızı karaya çıktı ve Poseidon, deniz kızının belden aşağısını insan bedenine çevirdi. Ölümlü bi’ kadından hiçbir farkı kalmadı. İnsanların uğramadığı, yapayalnız yaşadığı kalesinde bozkırın oğlunun kapısını çaldı bi’ akşam vakti... 1. Bölüm Sonu...

Taha Savaş


Uykusuzdan Masallar

*Şimdi seninle aynı şiirin, aynı satırında, tam da aynı şeyleri düşünüp gözlerimiz doluyorsa, kalbin o anları hatırladıkça deli gibi çarpıyorsa senin de, o şarkıyı dinlemekten kaçıyorsan hâlâ geceleri yalnızken; bitmiyor. Bitti sanıyorsun bazı anlar ama şöyle bir şey de var ki, adını duyduğumda boğazım düğüm düğüm eder hâlâ. *Özlemenin, umut etmenin, hâlâ bir hevesle beklemenin kötü bir evresi vardır; insan vazgeçemediği için utanır kendinden. Vazgeçemediği için... *Seninle kadehlerimiz vardı, karşılıklı gülüşlerimiz. Seninle bitmeyen gecelerimiz vardı, birlikte son bulacak bir hayattı tek düşümüz. Şimdi içimde bir cehennem ki sorma, gücü yetmez söndürmeye bu yangın yerini, ne birlikte beklediğimiz yağmurların ne de Afrikalı bir annenin gözyaşları. Seni son kez gördüğüm yerdeyim. Ellerim bomboş. Ellerim bomboş... *Gözlerin hâlâ beni sarhoşluğa davet eder, hâlâ boğuluruz bu denizde. Dönmek denilen bir hikâyenin baş kahramanlarıyız. Düşün, umutsuzluğun olmadığı bir dünya. Düşün ki; orada buluşacağız bir gün. Ve şimdi beni sevdiğin zamanları hatırla. Daha ölmedik ve hoşçakal!

Esra Atabay


Noktasız Cümleler

Kitap kokan bir sevgilim olsun istiyorum, Onunla tanışarak başlayayım ön sözünü okumaya Konusunu dahi bilmeden dalayım hikâyesine sabırsızlıkla, Ona sarılırcasına kavrayayım sonra kapağını, Her harfini okuyayım... Gözlerinde mısra araları verelim bazen, sıkılmamak için birbirimizden Noktaları olmasın hiç cümlelerinin Çünkü korkarım ayrılmaktan Cümlelerin sonuna nokta koymak demek, Sanki ölümle iş birliği yapmak... Sonra sen kitap “ama”larını barındırma hiç içinde Olumsuzlukları sevmem ben Yazıların küçüktür, gözden kaçar bazen en duymak istediğim cümleler, Büyüteyim yazılarının puntolarını, anlam kazansın benle tüm sözler, Tek başına kalmasın kelimelerin Sonra sayfalarını çevireyim, elini her tutuşumla Her yeni sayfanda kendimden bir şey bulayım Bizim başımız, sonumuz belli olmasın hiç, Kalın sayfalı olsun, uzun hikâyeli Sonuna karar verelim birlikte ama son da olmasın En güzel aşk romanlarının sonu olmazmış, Okuyucu kafasında kurarmış istediğini, Bizse birlikte yazalım sonumuzu, ikimizin mutluluğunda Hem bir değil, birden fazla kitap olmalısın sen, Uzun upuzun bir seri... Hayran kalmalıyım, doymalıyım sana Her okuduğumda...

Misafir Seyyar Dilek Yapıcı


Yollanmamış Mektuplar

Zaman ne çabuk geçiyor, Hatırlıyorum daha dün gibi sevmiştim seni. Henüz yoktu saçımda beyazlar, Ve içimde buz kesmiş ayazlar... Kanatır yaramı her damla yaş, Gözlerinde bir tuhaf telaş, Ne saklıyor benden ellerin? Zaman ne çabuk geçiyor değil mi? Sen saçlarında baharı misafir ederken, Ben ise adım adım mutsuzluğa giderken... Gözlerinde bir tuhaf telaş, Ellerin ne saklıyor benden? Bir şehir düşlüyorum kapayınca gözlerimi, Soruyorum, neden dilsiz sokaklar? Ne saklıyor ellerin benden? Bir veda mektubu mu yoksa? Sahi gidiyor musun? Zaman ne çabuk geçiyor, Bak dalında durmuyor yapraklar, Neden dilsiz sokaklar?

Misafir Seyyar Ali Urcan


Kişisel Gelişim

Kendimi sarı bir odanın içinde buluyorum. Her şeyin sarı olduğu bir oda. Tavan sarıya boyanmış, yerlerdeki ve duvarlardaki fayansların renginden yanımdaki sehpaya, sehpanın üzerindeki vazodan içindeki çiçeğin gövdesine ve yapraklarına kadar. Ellerim dikkatimi çekiyor, bir siyahinin elleri. Odada sarı koltukların üzerine yığılmış onlarca sarı elbiseli siyahi oturuyor. Afrika’daki bir toplama kampını andırıyor bu görüntü bana. Duvardaki sarı çerçeveli aynada kendime bakmak için ayağa kalkıyorum, üzerimdeki pantolon, gömlek ve ceket de sarı renkte. Sarı paketli çikolataları andırıyoruz burada. Bitter çikolataları.

olduğunu fark ediyorum. Karaciğerim mi çöküyor acaba? Siyahi bir hemşireyi fantezi rüyalarıma davet etmeme ihtimal yok. “Doktor sizi bekliyor, gömleğinizin düğmelerini kapatsanız iyi olur.” diyor hemşire, aynadaki gözlerimle göz teması kurarak.

Aynada sadece ellerimin değil yüzümün, ensemin ve ilk iki düğmesi açık olan gömleğimin içindeki gövdemin de sarı olduğunu görebiliyorum.

Doktorun karşısındaki sarı koltuğa oturuyorum. Buraya nasıl geldiğimi hatırlamaya çalışıyorum. Doktor da bunu soruyor. “Buraya nasıl geldin?” Bu soruyu aslında doktorun cevaplamasını bekliyorum. Yine de hafızamı şöyle bir yokluyorum. En son metrodaydım. Hayır, hayır. Metrodan inmiş, caddeyi yürümüş ve bir kitapçıya girmiştim.

Sarı elbiselerinin üzerinde, sarı bir önlükle siyahi bir kadın tam arkamda beliriyor, aynadaki gözlerime bakıyor, göz bebeklerimin çevresinin bile sarı

Onu takip ediyorum. Sarı fayansların arasında aynı tonda sarıya boyanmış ahşap kapıyı tıklatıyor, içeriden “Buyurun!” sesi geliyor. Hemşire kapıyı açıyor ve eliyle içeriye girmemi işaret ediyor. İçeride yine duvarlar, siyahi doktorun önündeki masa ve masanın üzerindeki her şey sarıya boyanmış. Pencerelerden sızan gün ışığı bile sarı.


Bunları anlatıyorum, sarı kalemiyle sarı not kâğıtlarının üzerine not alıyor. Bunlar garip değil, ancak garip olan nokta, sarı kaleminden kâğıtlara dökülen mürekkep de sarı renkte! Daha sonra bu notları nasıl okuyacağını düşünüyorum. Neyse, beni ilgilendirmez deyip geçiyorum. “Sonra?” diyor. “Sonra ne yaptınız da buraya geldiniz?” Kitapçıda rafların arasında dolaşmaya başladığımı ve kapağının tamamı sarı olan bir kitabı çekip, sayfalarını karıştırmaya başladığımı hatırlıyor ve aynı anda bunları doktora anlatıyorum, o da not almaya devam ediyor. Gözleri bende, not defterine bakmıyor bile, baksa belki kalemini başka bir renkle değiştirecek. “Tamam, bu kadarı yeterli.” diyor. Kalemi bırakıyor. Ellerini birleştirip, sandalyesinde gövdesini ve başını bana doğru yaklaştırarak konuşuyor. “Buraya nasıl geldiğinizi siz anlattınız, neden geldiğinizi de ben size söyleyeyim; başarıyı aradığınız için, daha doğrusu başarıya nasıl ulaşacağınızı öğrenmek umuduyla geldiniz. Ben de size birkaç seansta bunu anlatacağım, ancak her seans aralığında konuştuklarımızı uygulamaya geçirmeniz gerek. Hayatınızda başarıya ulaşmanız için, geçmişinizi iyi tahlil edip, artılar ve eksiler olarak ikiye ayırmanız gerek. Sonra eksileri hayatınızın kalanında yapmaktan kaçınarak artılara yönelmelisiniz. Ayrıca sizin için ideal bir insan bulmalısınız. Bir film kahramanı, bir roman karakteri ya da gündelik yaşamınızda başarıya ulaştığını düşündüğünüz herhangi biri olabilir. Tarihten birisi de olabilir. Önemli olan, gözünüzde ‘başarılı’ olmasıdır.” diyor. Ayağa kalkıyor, odanın içinde gezinmeye başlıyor. Ayakkabılarıyla zemindeki fayansın rengi birbirine karıştığından, pantolon paçalarıyla ayakkabıları arasında görünen bileklerinin üzerinde yürüdüğü yanılgısına kapılabilirsiniz. “Sonra, bu kişi ya da kişilerin artı ve eksilerini listelemelisiniz. Yine eksilerden kaçınarak artılara koşmaya çalışmalısınız. Başarıya ulaşacaksınızdır. Bir dahaki seansımızda görüşmek üzere.” diyor. Çıkmam gerektiğini anlamadığım için başka bir şeylerin olmasını bekleyerek yerimde oturmaya devam ediyorum. Yüzüme bakıyor ve elini kaldırarak kapıyı işaret ediyor. Ayağa kalkıp, kapının sarı kolunu büküyor ve dışarıya çıkıyorum. Hemşire yüzüme bakıyor, yanaklarını yukarı kaldırıp dudaklarının arasındaki sarı dişlerini göstere göstere gülümsüyor ve “Görüşmek üzere.” diyor. Başımı sallayıp yanından geçiyorum, az önce beklediğim odada yeni birkaç kişi daha var. Onlar da siyahi. Neden burada olduklarını anlamaya çalışıyorlar, nasıl buraya geldiklerini de. Çok fena sıkılıyorum ve kitabın kapağını kapatıp, üzerinde “Kişisel Gelişim” yazan rafların önünden hızla uzaklaşıyorum.

Soner Üçkuşoğlu


Zırla, Tırla, İncik, Boncuk

Kafamı kaldırmadan hemen önce, “neden?” sorusunun insan hayatındaki önemiyle alakalı düşüncelerdalmıştım, ağzına kadar dolu minibüste, kıç kıça gittiğim insanları unutmuştum. Bir an vardır, nedensizce etrafına bakarsın, ilahi bir dokunuştur sanki o an, işte tam da öyle oldu. Oturduğum koltukta içine gömüldüğüm kitaptan nedensizce kaldırdım kafamı. Gidiş geliş olmasına rağmen caddenin her iki tarafına park eden araçlar nedeniyle epey daralmış, manevra yapmanın zor, ani bir durumda kaçmanın imkânsız olduğu yolda, yanımdaki 35 kişiyle beraber seyahat etmekteydik. Ulan ne acayip iş, yol amma daralıyor, herifte gazı köklemiş gidiyor, biliyor herhalde bu yolları diye gereksiz bir takdirle şoförü överken, bulunduğum minibüse doğru hızla, telaşla ve tereddütsüzce gelen belediye otobüsüyle göz göze geldik. Karşı koyamayacağı bir teklif duymuşçasına üzerimize geliyordu hayvan, sanki yıllardır tuttukları kafesten salıverilmişti.

Kafamı oynatıp etrafa bakacak vaktim yoktu, çabucak yanımda oturan kızı düşündüm. Farkında mıydı acaba durumun? Farkında olsaydı son anında benimle öpüşmek ister miydi? Güzel kızdı aslında. Fazla vaktim yoktu, diğer yanımda oturan, Blackberrysinin tahammül edilmez tuş sesiyle bütün yol kafamı şişirmiş zibidiyi düşündüm. Birazdan içinde bulunduğumuz minibüse bodoslama bir otobüs gireceğini görmüş olsa, atacağı mesajın içeriğini değiştirir miydi? Ve ben, bu son saniyelerimi geçirirken, hayatımın film şeridi gibi gözlerimin önünden akmasına izin vermek yerine etrafımdakilerle dalga geçmeye çalışan ben, otobüsle kucaklaşmadan hemen önce artık kendime dönmeliydim. Hayatımda neyi değiştirmek için geç kaldığımı düşünüp pişman olmaktan daha iyi bir konu yoktu sanırım. Gerçi varsa bile mevcut konuyu düşünecek kadar bile vaktim yokmuş ne yazık ki, zira tam şu an otobüs şoförünün göz rengini seçebilecek yakınlıktayız. Yapılacak en doğru şey,

kütür patır döküldü ağzımdan, şaşırdım. Gömdüğüm sırların, hiç olmamış gibi davrandığım anıların içinden en boklarını seçip sormuştu adiler. Sahi kimdi bunlar? Beni sorgulama hakkını onlara kim vermişti ve niye pişkince sırıtıyorlardı? Bunu bir artı-eksi listesi gibi düşünmemi söylediler, ağzımdan çıkan her kelimeyi çılgınca not alıyorlar ve karşılaştırıyorlardı verdiğim cevapları. Bir süre daha böyle devam ettikten sonra beni daha fazla alıkoymayacaklarını, birazdan sonuçlarla beraber geri dönüp, beni sevk edeceklerini söylediler, - tam olarak nereye? Araba farına yakalanmış bir geyik edasıyla olan biteni izlerken, biri vur emrini vermiş olacak ki tekrar odaya döndüler; durumu, yine suratlarında o pişkin sırıtışlarıyla açıkladılar. Hızlı bir matematiğin ardından net bir sonuca varmışlardı. Cezamı çekeceğim hücreme götürülürken, bir an için yerdeki taş zemine bakmaktan vazgeçtim. Kafamı kaldırdığım o minnacık anda, Karma denilen zibidi bana yıllardır biriken borcunu ödemeye karar vermiş olacak ki yanındakilerle eğlenceli bir sohbet içinde olan Tanrı ile göz göze geldik. Umarım dedim, umarım yarattığın bu kargaşadan memnunsundur seni lanet olası ve umarım cennet vaat ettiğin kadar güzeldir. Tebessüm etti ve yanındakilerle beraber yok oldu. İnanabiliyor musunuz, sanki gayet normal bir şey yapar gibi ortalıktan yok oldu! İnsan yaratıcısından bir nebzede olsa nezaket bekliyor. Neyse ki her hücrenin önünde bir öneri/şikayet kutusu koymuşlar, bunu yazacağım, umarım dikkate alır.

Haşmet Ataşer


Varlıkta Kayboluş

Bir damla düştü sonra gözlerimden Kırmızıya boyandı kağıt bir an Her damla bir hece oldu sözlerimden Bir şiir daha yazıldı kaybedişe, kayboluşa Ardından bıraktığın boşluklara birer mısra eklendi Gözyaşlarım kan oldu her gece Bir hayal daha yıkıldı bir vazgeçişte Artık bir umut Bir hayal daha kurmak yok Sevmek yok Sevilmek yok

Mehmet Doğucan Arslan


Parodik Bir Mesele

Üç gün önce bahsi geçen zaman geldi. Bu süre zarfında hiçbirisi şüphesiz bir an geçirmedi. Musa, o gece kimsenin gelmeyeceğinin ve kimselere gidemeyeceğinin şüphesini her an yaşadı. Arafat, gideceği yerin sözleşilen yer olmaması için kendi içerisinde bahanelerini eksik etmedi. Öteki ise en gamsız olanıydı. Öteki? Her şey yedi sene önce kendini bilmez üç kişinin kendini bilememesi üzerine başladı. Bu kendini bilemeyen üç kişi kendilerini birbirleriyle bilmeye başlamadan hemen önce huzur denilen şey, kapsama alanlarının dışarısındaki her yerde mevcuttu. Hiçbirisinin yaşı net değildi. Fakat Musa aralarında en büyük gösterendi. Öteki ise en küçük gösterendi. Hepsi bir yerlerde bulundular ve aynı yere konuldular. Aynı bahçeye açılan ruh ve sinir hastanesi ile çocuk esirgeme kurumunun içerisinde birbirlerini buldular. Oraya ilk olarak Musa getirilmişti. Bulunulduğu zaman, bulunulup bulunmamasının istenip istenilmediğini anlamak çok zordu. Büyükçe bir sepetin içerisinde suya bırakılmış, nasıl olduysa hiçbir zarar görmeden Kağıthane Deresi’nin içlerine kadar sürüklenmişti. Silahtarağa dolaylarında karaya vurduğu zaman onu ilk olarak oradaki arabalardan para dilenen dilenciler dinlenmek için su kenarında oturdukları sırada buldular. Tam o sırada sandalını kıyıya çekmiş demlenen birkaç dayıdan biri durumu fark edip alkolün de verdiği atiklikle bebeği dilencilerin elinden kurtardı. Bebeğin içerisinde bulunduğu

sepet, suda batmaması için zift ile kaplıydı. Bunu fark eden amcalar sigaralarını Haliç’e fırlattılar. Uzun süre bu bebeği ne yapacaklarını düşünen ayak takımından kaba görünüşlü ama gönülleri ince bu amcalar onu çoluk çocuğa karışamayan bir aileye vermek istediler. Fakat akıllarını doğru kullanabilmeleri için alkolün etkisini biraz yitirmesi gerekmişti. Ufak tefek tartışmaların sonunda bebeği karakola götürmeyi uygun buldular. Önce karakola sonrada çocuk esirgeme kurumuna gönderildi. Amcalardan birisi de durumu izah etmek amacıyla polislerle birlikte kurumun müdürünün yanına çıktılar. Odaya girip müdürü karşısında gören amcanın aklı karıştı. Bu despot ve hükümdar suratlı adamı görünce kendisini mahpushanede hissetti. Hemen başının üstündeki duvar saatine işlenmiş olan isminin baş harfini ve soy ismini gördü, ‘’F.Avun’’. Amca, bu adamın soy ismiyle zıt olarak hiçbir şey ile avunamayacağını düşündü. Müdür ikna edilmeye çalışılırken içeriye genç bir kadın girdi. Polisin kucağındaki bebeği gören kadın, çocuğu kucağına aldı ve sevmeye başladı. Bunu fırsat bilen polis konuyu yeniden açtı. Kızının yanında despotluğunu yitiren müdür, daha fazla diretemedi ve bebeği kabul etti. Lakin bir şart koydu; bebeğe ismini kızı verecekti. Buna herkes razıydı. Müdür beyin kızının adı ‘’Papatya’’ idi. Fakat nedense ona ‘’Batya’’ demeyi tercih ediyordu. Kız önce bebeğin bezini açtı. Erkek olduğunu gördü ve bir şey dikkatini çekti. Çocuk sünnetliydi. Demek ki önceden bir isim konulmuştu. Kız biraz düşündü ve aklına o an bir isim geldi. O günden sonra ise bu bebeğe Musa denildi.

Muhammed Eyüp Yavuz


Beyaz Tenli Mezarlar

Ölüler de yağmuru sever, Çiçekler açar beyaz tenli mezarlarda. Ölüler de ağlar, kimse bilmez Kimse anlamaz ölüleri. Bir ölü şiir de okur, O kadar içli okur ki Kimse duyamaz. Bir ölü sevemez de. Bir şeyleri vaat edemez çünkü, Sarılmayı, gülmeyi, koklamayı ve unutulmamayı. Ölüler unutmaz, Çünkü en korktukları şey unutulmaktır. Yaşadığını sanan insanlar da unutulmayı sevmez, En az unutmayı bildikleri kadar. Sen ölmesen olur mu? Çünkü ben yaşamaya devam edecek kadar seviyorum seni. Bir ölü, ölümün rahatlığında neden yaşamak istesin ki? Hem bir ölünün “buradayım” demesinin tek yoludur; Yağmur değen toprağın çiçek açması, Yaşarken gelmedin ama arada uğra, bu senin için” demesidir. Ellerinden bir şey gelmez ölülerin, Şarkı söyleyemezler mesela, Toprağın kokusu ile avunurlar. Can sıkıntısı işte, Ne okeye dördüncü Ne şişe çevirmece

Ne de bir aşka sen bulurlar ölüler. Ölüler, yıpranmış derilerin altındaki Kemikler toprağa karışsın diye bekleyen serserilerdir, Yorgun. Sen ölmesen olur mu? Burası karanlık, Soğuk. Hem üşürsün sen burada, Kokun karışır toprağa, Akıl almaz uğraşlara girerim. Sen ölmesen olur mu? Ben bir kez daha öleyim, Bir kez daha gömsünler. Ölüler duygu gösterisi yapamaz, Yalan da söylemez ölüler. Bu güne kadar inanmadın ama Tekrar söyleyeyim; Seni seviyorum. Yalan söylesem Günah terazime bir hane daha eklenecek. Sen bakma yağmurun altında gezdiğimize, Kanma. Öldüm ben sevgilim, Her ölüm erken gelir Sevip de kavuşamayana. Sen ölme olur mu? Yine kanarım sana.

Uğurcan Dural


Aysima Ay Gözlerinden akan çay… Gözlerinden akan çaya kim girse aklanıyordu. Duru, saf, anadan doğma akıyordu. Kaşlarına destan yazılmıştı, Her okuyan ilk ilah-î emri veriyordu. Şimal’de yıkanmış bir güzelliği, Yedinci geceden bir huyu vardı. Hırpalanmış bir adam; Hor görmez Bahçe kapısında gül aşıranı. Düşünde bir kâse su görüyordu. İçine girip girip boğuluyordu. Ağzını açsa sesi, Gözlerini açsa düşü batıyordu. Gül hırsızı adamın Hükmü sessiz okunur. Gözlerindeki sakinlik Desmal’e Geçirilmiş öldürülüyordu. Solduğu cesaret, Bir hüznü geçerken vurulmuştu. Nefesine saldığı eşkiya, Kalbini derin tünelli bir dünyaya kaçırmıştı. Aklında çalgılar eşliğinde bir çengi, Susup susup susuyordu. Yüzüstü bırakılan gül, yüzüstü küser, Küser derdi adam. Kollarına mavi denizler sevdalıydı, Dilinden çeyrek akşamlar kaçırılmıştı. Saçlarında at kervanı, Atın sırtında bir türkü, Kayıp kayıp içine düşüyordu adamın. Ve yüzünün oyuklarına, Güzellerden bir kadına, Yağmurdan damla damla anı biriktiriyordu Deniz, gül batırmaz

Feryadı duyulmadı sesin, Sessizliği okumak gerek. Kendisinden uzaklaşan sesi, Bir uçurumdan kayıptı. Sessizliği, iki adımda bir dönüp Boynuna sarılıyordu. Yüzündeki avludan kim baksa, Bir kimsesizlik bırakıyordu. Bir çocuğun yüzüne tozdan gölge düşse, Gamzesine bir gölün mayası atılıyordu.. Gül’ü kesmez hançerin hıncı. Dudaklarında öpülmüş gölgeler, Gölgeler içinde bir gölge, Şımarıp şımarıp şen bir hüzne çekilirdi. Şen hüznün latif burkuğuydu, Dudaklarındaki derya…

Avuçlarında Gül Yetişir Belki Adamın Sen güneş, Sen ay, Sen dünya, Sen ölümün ayıp yüzü, Hangi tarafındansın sen bu alemin?

Baki Demirtosun



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.